Kuvayı Milliye Destanı |
|
|
#1 |
|
Prof. Dr. Sinsi
|
Kuvayı Milliye DestanıBAŞLANGIÇ ONLAR Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar ve kahreden yaratan ki onlardır, destânımızda yalnız onların mâceraları vardır Onlar ki uyup hainin iğvâsına sancaklarını elden yere düşürürler ve düşmanı meydanda koyup kaçarlar evlerine ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler ve yeşil bir ağaç gibi gülen ve merasimsiz ağlayan ve ana avrat küfreden ki onlardır, destânımızda yalnız onların mâceraları vardır Demir, kömür ve şeker ve kırmızı bakır ve mensucat ve sevda ve zulüm ve hayat ve bilcümle sanayi kollarının ve gökyüzü ve sahra ve mavi okyanus ve kederli nehir yollarının, sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı bir şafak vakti değişmiş olur, bir şafak vakti karanlığın kenarından onlar ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman En bilgin aynalara en renkli şekilleri aksettiren onlardır Asırda onlar yendi, onlar yenildi Çok sözler edildi onlara dair ve onlar için : zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur, denildi BİRİNCİ BAP YIL 1918-1919 ve KARAYILAN HİKÂYESİ Ateşi ve ihaneti gördük ve yanan gözlerimizle durduk bu dünyanın üzerinde İstanbul 918 Teşrinlerinde, İzmir 919 Mayısında ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar : Mayıs ortalarından Haziran ortalarına kadar yani tütün kırma mevsimi, yani, arpalar biçilip buğdaya başlanırken yuvarlandılar ![]() ![]() Adana, Antep, Urfa, Maraş : düşmüş dövüşüyordu ![]() ![]() Ateşi ve ihaneti gördük Ve kanlı bankerler pazarında memleketi Alaman'a satanlar, yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar düştüler can kaygusuna ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından karanlığa karışarak basıp gittiler Yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet, en azılı düvellerle dövüşüyordu fakat, dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat, iki kat soyulmamak için Ateşi ve ihaneti gördük Murat nehri, Canik dağları ve Fırat, Yeşilırmak, Kızılırmak, Gültepe, Tilbeşar Ovası, gördü uzun dişli İngiliz'i Ve Aksu'yla Köpsu, Karagöl'le Söğüt Gölü ve gümüş basamaklı türbesinde yatan büyük, âşık ölü, şapkası horoz tüylü İtalyan'ı gördü Ve Çukurova, kıyasıya düzlük, uçurumlar, yamaçlar, dağlar kıyasıya ve Seyhan ve Ceyhan ve kara gözlü Yürük kızı, gördü mavi üniformalı Fransız'ı Ve devam ettik ateşi ve ihaneti görmekte Eşraf ve âyân ve mütehayyizânın çoğu ve ağalar : Bağdasar Ağa'dan Kellesi Büyük Mehmet Ağa'ya kadar, düşmanla birlik oldular Ve inekleri, koyunları, keçileri sürüp, götürüp, gelinlerin ırzına geçip, çocukları öldürüp ve istiklâli yakıp yıktıkça düşman, dağa çıktı mavzerini, nacağını, çiftesini kapan ve çığ gibi çoğaldı çeteler ve köylülerden paşalar görüldü, kara donlu köylülerden Ve bizim tarafa geçenler oldu Tunuslu ve Hindli kölelerden Ve Türkistanlı Hacı Ahmet, kısık gözleri, seyrek sakalı, hafif makinalı tüfeğiyle dağlarda bir başına dolaştı Ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşamüstü ve ayışığında ve yıldız alacasında geceleyin, ne zaman sıkışsa bizimkiler, peyda oluverdi, yerden biter gibi o ve ateş etti ve düşmanı dağıttı ve kayboldu dağlarda yine Ateşi ve ihaneti gördük Dayandık, dayandık her yanda, dayandık İzmir'de, Aydın'da, Adana'da dayandık, dayandık, Urfa'da, Maraş'ta, Antep'te Antepliler silâhşor olur, uçan turnayı gözünden kaçan tavşanı ard ayağından vururlar ve arap kısrağının üstünde taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar Antep sıcak, Antep çetin yerdir Antepliler silâhşor olur Antepliler yiğit kişilerdir Karayılan Karayılan olmazdan önce Antep köylüklerinde ırgattı Belki rahatsızdı, belki rahattı, bunu düşünmeğe vakit bırakmıyordular, yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar Yiğitlik atla, silâhla, toprakla olur, onun atı, silâhı, toprağı yoktu Boynu yine böyle çöp gibi ince ve böyle kocaman kafalıydı Karayılan Karayılan olmazdan önce Düşman Antep'e girince Antepliler onu korkusunu saklayan bir fıstık ağacından alıp indirdiler Altına bir at çekip eline bir mavzer verdiler Antep çetin yerdir Kırmızı kayalarda yeşil kertenkeleler Sıcak bulutlar dolaşır havada ileri geri ![]() ![]() Düşman tutmuştu tepeleri, düşmanın topu vardı Antepliler düz ovada sıkışmışlardı Düşman şarapnel döküyordu, toprağı kökünden söküyordu Düşman tutmuştu tepeleri Akan : Antep'in kanıydı Düz ovada bir gül fidanıydı Karayılan'ın Karayılan olmazdan önceki siperi Bu fidan öyle küçük, korkusu ve kafası öyle büyüktü ki onun, namlıya tek fişek sürmeden yatıyordu yüzükoyun Antep sıcak, Antep çetin yerdir Antepliler silâhşor olur Antepliler yiğit kişilerdir Fakat düşmanın topu vardı Ve ne çare, kader, düz ovayı Antepliler düşmana bırakacaklardı «Karayılan» olmazdan önce umurunda değildi Karayılan'ın kıyamete dek düşmana verseler Antep'i Çünkü onu düşünmeğe alıştırmadılar Yaşadı toprakta bir tarla sıçanı gibi, korkaktı da bir tarla sıçanı kadar Siperi bir gül fidanıydı onun, gül fidanı dibinde yatıyordu ki yüzükoyun ak bir taşın ardından kara bir yılan çıkardı kafasını Derisi ışıl ışıl, gözleri ateşten al, dili çataldı Birden bir kurşun gelip kafasını aldı Hayvan devrildi kaldı Karayılan Karayılan olmazdan önce kara yılanın encâmını görünce haykırdı avaz avaz ömrünün ilk düşüncesini «İbret al, deli gönlüm, demir sandıkta saklansan bulur seni, ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm » Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp bir tarla sıçanı kadar korkak olan, fırlayıp atlayınca ileri bir dehşet aldı Anteplileri, seğirttiler peşince Düşmanı tepelerde yediler Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp bir tarla sıçanı kadar korkak olana : KARAYILAN dediler «Karayılan der ki : Harbe oturak, Kilis yollarından kelle getirek, nerde düşman varsa orda bitirek, vurun ha yiğitler namus günüdür ![]() ![]() » Ve biz de bunu böylece duyduk ve çetesinin başında yıllarca nâmı yürüyen Karayılan'ı ve Anteplileri ve Antep'i aynen duyup işittiğimiz gibi destânımızın birinci bâbına koyduk İKİNCİ BAP YIL YİNE 1919 ve İSTANBUL'UN HÂLİ ve ERZURUM ve SIVAS KONGRELERİ ve KAMBUR KERİM'İN HİKÂYESİ Biz ki İstanbul şehriyiz, Seferberliği görmüşüz : Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin, vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi bir de İttihatçılar, bir de uzun konçlu Alman çizmesi 914'ten 18'e kadar yedi bitirdi bizi Mücevher gibi uzak ve erişilmezdi şeker erimiş altın pahasında gazyağı ve namuslu, çalışkan, fakir İstanbullular sidiklerini yaktılar 5 numara lâmbalarında Yedikleri mısır koçanıydı ve arpa ve süpürge tohumu ve çöp gibi kaldı çocukların boynu Ve lâkin Tarabya'da, Pötişan'da ve Ada'da Kulüp'te aktı Ren şarapları su gibi ve şekerin sahibi kapladı Miloviç'in yorganına 1000 liralıkları Miloviç de beyaz at gibi bir karı Bir de sakalı Halife'nin, bir de Vilhelm'in bıyıkları Biz ki İstanbul şehriyiz, güzelizdir, dört yanımız mavi mavi dağdır, denizdir Öfkeli, büyük bir şair : «Ey bin kocadan arta kalan bilmem neyi bakir» demiş bize ve bir başkası, yekpare Acem mülkünü fedâ etti bir sengimize Biz ki İstanbul şehriyiz, işte, arzederiz halimizi Türk halkının yüce katına Mevsim yazdır, 919'dur Ve teşrinlerinde geçen yılın dört düvele teslim ettiler bizi, gözü kanlı dört düvele anadan doğma çırılçıplak Ve kurumuştu ve kan içindeydi memelerimiz Biz ki İstanbul şehriyiz, Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan bir de Yunan, bir de zavallı Afrika zencileri yer bitirir bizi bir yandan, bir yandan da kendi köpek döllerimiz : Vahdettin Sultan, ve damadı Ferit ve İngiliz muhipleri ve Mandacılar Biz ki İstanbul şehriyiz, yüce Türk halkı, malûmun olsun çektiğimiz acılar ![]() ![]() 919 Temmuzunun 23'üncü günü pek mütevazı bir mektep salonunda in'ikad etti Erzurum Kongresi Erzurum'un kışı zorludur balam, tandırında tezek yakar Erzurum, buz tutar yiğitlerinin bıyığı ve geceleyin karlı ovada kaskatı katılaşmış, donmuş görürsün karanlığı Erzurum'da kavaklar, balam, Erzurum'da kavaklar tane tane, kavaklarda tane tane yapraklar Ve terden ve toz dumandan ve sinekten geçilmez Erzurum'da yaz gelip de bastı mıydı sıcaklar Erzurum'un düzdür, topraktır damı Erzurum güzelleri giyer, balam, incecik ak yünden ehramı Yürek boynun büker, balam, Erzurumlu türkülere Halim selimdir Erzurum'un adamı ve lâkin dönmesin gözü bir kere! ![]() ![]() Erzurum'da on dört gün sürdü Kongre : orda, mazlum milletlerden bahsedildi bütün mazlum milletlerden ve emperyalizme karşı dövüşlerinden onların Orda, bir Şûrayı Millî'den bahsedildi, İradei Milliyeye müstenit bir Şûrayı Millî'den Buna rağmen, «Âsi gelmiyelim» diyenler vardı, «makamı hilâfet ve saltanata » Hattâ casuslar vardı içerde Buna rağmen, «Bütün aksâmı vatan birküldür» denildi «Kabul olunmaz,» denildi, «Manda ve Himaye ![]() ![]() » Buna rağmen, İstanbul'da birçok hanımlar, beyler, paşalar, Türk halkından kesmişlerdi umudu Yağdırıldı telgraflar Erzurum'a : «Amerikan mandası altına girelim,» diye «İstiklâl, diyorlardı, şâyanı arzu ve tercihtir, amma bugün bu, diyorlardı, mümkün değil, birkaç vilâyet, diyorlardı, kalacak elde, şu halde, diyorlardı, şu halde, Memâliki Osmaniye'nin cümlesine şâmil Amerikan mandaterliğini talep etmeği memleketimiz için en nâfi bir şekli hal kabul ediyoruz » Fakat bu şekli halli kabul etmedi Erzurumlu Erzurum'un kışı zorludur balam, buz tutar yiğitlerin bıyığı ![]() Erzurum'da kaskatı, dimdik ölür adam, kabullenmez yılgınlığı ![]() ![]() İstanbul'da hanımlar, beyler, paşalar, tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler, çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri ve biçare telgraf telleri devretmek için Amerika'ya Anadolu'yu şöyle diyorlardı Erzurum'dakilere : «Bizi bir başımıza bıraksalar, tarafgirlik, cehalet ve çok konuşmaktan başka müspet bir hayat kuramayız İşte bu yüzden Amerika çok işimize geliyor Filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti Amerika Ne olacak, Biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz, sonra Yeni Dünya'nın sayesinde İstiklâli kafasında ve cebinde taşıyan bir Türkiye vücuda geliverir Amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına nasıl bir idare kurduğunu Avrupa'ya göstermek ister Hem artık işi uzatmağa gelmez Çok tehlikeli anlar yaşıyoruz Sergüzeşt ve cidâl devri geçmiştir : Türkiye'yi, geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir » 4 Eylül 919'da toplandı Sıvas Kongresi, ve 8 Eylülde Kongrede bu sefer yine ortaya çıktı Amerikan mandası Ak koyunla kara koyunun geçitte belli olduğu günlerdi o günler Ve İstanbul'dan gelen bazı zevat, sapsarı yılgınlıklarıyla beraber ve ihanetleriyle birlikte bir de Amerikan gazeteci getirmiştiler Ve Erzurumlulardan ve Sıvaslılardan ve Türk milletinden çok işbu Mister Bravn'a güveniyorlardı Bu zevata : «İstiklâlimizi kaybetmek istemiyoruz efendiler!» denildi Fakat ayak diredi efendiler : «Mandanın, istiklâli ihlâl etmiyeceği muhakkak iken,» dediler, «Herhalde bir müzâherete muhtacız diyorum ben,» dediler, «Hem zaten,» dediler, «birbirine mani şeyler değildir istiklâl ile manda Ve esasen,» dediler, «müstakil kalamayız böyle bir zamanda Memleket harap, toprak çorak, borcumuz 500 milyon, vâridat ise 15 milyon ancak Ve Allah muhafaza buyursun İzmir kalsa Yunanistan'da ve harbetsek, düşmanımız vapurla asker getirir Biz Erzurum'dan hangi şimendiferle nakliyat yapabiliriz? Mandayı kabul etmeliyiz, hemen,» dediler «Onlar dretnot yapıyor, biz yelkenli bir gemi yapamıyoruz Hem, İstanbul'daki Amerikan dostlarımız : Mandamız korkunç değildir, diyorlar, Cemiyeti Akvam nizamnamesine dahildir, diyorlar » Ve böylece, bin dereden su getirdi İstanbul'dan gelen zevat Sıvas, mandayı kabul etmedi fakat, «Hey gidi deli gönlüm,» dedi, «Akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm, ya İSTİKLAL, ya ölüm!» dedi Kambur Kerim de böyle dedi aynen Adapazarlıydı Kambur Kerim Seferberlikte ölen babası marangozdu Seferberlik denince aklına Kerim'in : çok beyaz bir yastıkta kara sakallı bir ölü yüzü, Fahri Bey çiftliğinde patates toplayıp kaz gütmek, mektep kitapları ve bir de saçları altın gibi sarı fakat alnı çizgiler içinde anası gelir 335'te Kerim Eskişehir'e gitti, mektebe, teyzelerine ve dayısına Dayısı şimendiferde makinistti Düşman elindeydi Eskişehir Kerim on dört yaşındaydı, kamburu yoktu Dümdüzdü fidan gibi ve dünyaya meraklı bir çocuktu Dayısı sürmeğe gittiği günler şimendiferi Kerim'e ekmek vermediğinden teyzeleri (çok uzun saçlı, ihtiyar iki kadın) Hintli askerlerle dost oldu Kerim Bunlar (şaşılacak şey) Türkçe bilmeyen ve siyah sakalları, siyah gözleri parlak, avuçlarının üstü esmer, içi ak ve tel örgülerin üzerinden Kerim'e bisküviti kutularla atan amcalardı Kocaman bir ambarları vardı, Kerim içinde oynardı Ambarda nohut çuvalları, bakla, kuru üzüm, (şaşılacak şey, katırların yemesi için) ve sonra cephane sandıklarıyla *****lar Bir gün dedi ki makinist dayısı Kerim'e : «Ambardan silâh çalıp bana getir, gâvura karşı koyan zeybeklere göndereceğim » Ve ambardan silâh çaldı Kerim : bir bir tane daha beş on Aldattı Hindistanlı dostlarını zeybekleri daha çok sevdiğinden Zaten çok sürmedi, parlak kara sakallı amcalar gitti, Kerim geçirdi onları istasyona kadar Ertesi gün Lefke köprüsünü atıp zeybekler gelince Eskişehir'e dayısı Kerim'i elinden tutup verdi onlara Ve işte o günden sonra bugüne kadar kahraman bir türküdür ömrü Kerim'in Eskişehir'den alıp onu «Kocaeli Grubu» paşasına götürdüler Çatık kaşlı, yüzü gülmez bir paşaydı bu Çabucak öğrendi Kerim ata binmeyi, sığırtmaç olmayı -zaten bilgisi vardı bunda- kayalardan genç bir keçi gibi inmeyi, gizlenmeyi ormanda Ve bütün bu marifetleriyle Kerim kaç kere ölüme bir kurşun atımı yaklaşarak ve «Geçmiş olsun» dedikleri zaman şaşarak düşman içinden geçip getirdi haber götürdü haber Onu namlı bir «kaptan» gibi saydı çeteler, bir oyun arkadaşı gibi sevdi çeteleri o Ve bir fidan gibi düz bir fidan gibi cesur bir fidan gibi vaadeden bir çocuğun sevinçle oynadığı bu müthiş oyun sürdü 1337'ye kadar ![]() ![]() Kocaeli ormanı gürgen ve meşeliktir : yüksek kalın Gökyüzü gözükmez Durgun bir geceydi Hafif yağmur yağmıştı biraz önce Fakat ıslanmamış ki yerde yapraklar karanlıkta hışırtılarla yürüyordu beygiri Kerim'in Solda ilerde tepenin eteğinde ateş yanıyordu : «Tekneciler» diye anılan gâvur çetelerinin olmalı Dallardan damlalar düşüyordu Kerim'in yüzüne Beygirin başı gittikçe daha çok karanlığa giriyor İpsiz Recep'in yanından dönüyordu Kerim Kâatlar götürmüş kâatlar getiriyor Birdenbire durdu beygir, heykel gibi, -Tekneciler'in ateşini görmüş olacak- sonra birdenbire dörtnala kalktı Şaşırdı Kerim Dizginleri bıraktı Sarıldı beygirin boynuna Deli gibi gidiyordu hayvan Çocuğa art arda çarpıyordu ağaçlar Meşeleri ve gürgenleriyle orman karanlık bir rüzgâr gibi geçiyor iki yandan Kim bilir kaç saat böyle gidildi Orman bitti birdenbire -Ay doğmuş olacak ki ortalık aydınlıktı- Ve Kerim aynı hızla geldiği zaman Armaşa'nın altında Başdeğirmenler'e beygir ansızın kapaklandı yere, tekerlendi Kerim Doğruldu Ve aklına ilk gelen şey saatına bakmak oldu Kırılmıştı camı Bindi beygire tekrar Hayvan topallıyordu biraz Uslu uslu yola koyuldular Sol kulağı kanıyordu Kerim'in, Kirezce'ye geldiler (Sapanca'yla Arifiye arası), Kerim durdu, Biraz zor nefes alıyordu Geyve'ye girdi ertesi akşam Beli o kadar ağrıyordu ki inemedi beygirden indirdiler Kerim'i bir yaylıya bindirdiler Adapazarı Sonra belki on gün, belki on beş, kağnılar, mekkâre arabaları, sonra, gitgide daralan nefesi, Yahşıhan, Konya, Sile nahiyesi (burda malûl gaziler için takma kol ve bacak yapılıyordu), ve nihayet Hatçehan köyünden çıkıkçı Şerif Usta Hâlâ rüyalarında görür Kerim incecik bir yoldan eşekle gelip üzerine doğru eğilen bu çiçekbozuğu insan yüzünü Usta, ovdu Kerim'i bayıltıncaya kadar Sonra, zifte koydu bu kırılmış dal gibi çocuk gövdesini Yirmi gün geçti aradan Ve sonra bir ikindi vakti ziftin içinden Kerim'i kambur çıkardılar ÜÇÜNCÜ BAP YIL 1920 ve ARHAVELİ İSMAİL'İN HİKÂYESİ Ateşi ve ihaneti gördük Düşman ordusu yine başladı yürümeğe Akhisar, Karacabey, Bursa ve Bursa'nın doğusunda Aksu, çarpışarak çekildik ![]() ![]() 920'nin 29 Ağustos'u : Uşak düştü Yaralı ve dehşetli kızgın fakat toprağımızdan emin, Dumlupınar sırtlarındayız Nazilli düştü Ateşi ve ihaneti gördük Dayandık dayanmaktayız 1920 Şubat, Nisan, Mayıs, Bolu, Düzce, Geyve, Adapazarı : İçimizde Hilâfet Ordusu, Anzavur isyanları Ve aynı sıradan, 3 Ekim Konya Sabah 500 asker kaçağı ve yeşil bayrağıyla Delibaş girdi şehre Alaeddin tepesinde üç gün üç gece hüküm sürdüler Ve Manavgat istikametlerinde kaçıp ölümlerine giderken terkilerinde kesilmiş kafalar götürdüler Ve 29 Aralık Kütahya : 4 top ve 1800 atlı bir ihanet yani Çerkez Ethem, bir gece vakti kilim ve halı yüklü katırları, koyun ve sığır sürülerini önüne katıp düşmana geçti Yürekleri karanlık, kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü, atları ve kendileri semizdiler ![]() ![]() Ateşi ve ihaneti gördük Ruhumuz fırtınalı, etimiz mütehammil Sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değil, inanılmaz zaafları, korkunç kuvvetleriyle, silâhları ve beygirleriyle insanlardı dayanan Beygirler çirkindiler, bakımsızdılar, hasta bir fundalıktan yüksek değillerdi Fakat bozkırda kişneyip köpürmeden sabırlı ve doludizgin koşmasını biliyorlardı İnsanlar uzun asker kaputluydu, yalnayaktı insanlar İnsanların başında kalpak, yüreklerinde keder, yüreklerinde müthiş bir ümit vardı İnsanlar devrilmişti, kedersiz ve ümitsizdiler İnsanlar, etlerinde kurşun yaralarıyla köy odalarında unutulmuştular Ve orda sargı, deri ve asker postalları halinde yan yana, sırtüstü yatıyorlardı Koparılmış gibiydi parmakları saplandığı yerden eğrilip bükülmüştü ve avuçlarında toprak ve kan vardı Ve asker kaçakları, korkuları, mavzerleri, çıplak, ölü ayaklarıyla karanlıkta köylerin içinden geçiyorlardı Acıkmıştılar, merhametsizdiler, bedbahttılar Şosenin ıssız beyazlığına inip nal sesleri ve yıldızlarla gelen atlıyı çeviriyor ve Bolu dağında ekmek bulamadıkları için deviriyorlardı uçurumlara : şayak, cıgara kâadı, tuz ve sabun yüklü yaylıları Ve çok uzak, çok uzaklardaki İstanbul limanında, gecenin bu geç vakitlerinde, kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen laz takaları : hürriyet ve ümit, su ve rüzgârdılar Onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar Tekneleri kestane ağacındandı, üç tondan on tona kadardılar ve lâkin yelkenlerinin altında fındık ve tütün getirip şeker ve zeytinyağı götürürlerdi Şimdi, büyük sırlarını götürüyorlardı Şimdi, denizde bir insan sesinin ve demirli şileplerin kederlerini ve Kabataş açıklarında sallanan saman kayıklarının fenerlerini peşlerinde bırakıp ve karanlık suda Amerikan taretlerinin önünden akıp küçük, kurnaz ve mağrur gidiyorlardı Karadeniz'e Dümende ve başaltlarında insanları vardı ki bunlar uzun eğri burunlu ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin zaferi için hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler ![]() ![]() ![]() Karanlıkta kurşunîi derisi kırmızıya boyanan baltabaş gemi İngiliz torpitosudur Ve dalgaların üstünde sallanarak alev alev yanan : Şaban Reisin beş tonluk takası ![]() Kerempe Fenerinin yirmi mil açığında, gecenin karanlığında, dalgalar minare boyundaydılar ve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu Rüzgar : yıldız - poyraz Esirlerini bordasına alıp kayboldu İngiliz torpitosu Şaban Reisin teknesi ateşten diregiyle gömüldü suya Arheveli İsmail bu ölen teknedendi Ve şimdi Kerempe Fenerinin açığında, batan teknenin kayığında emanetiyle tek başınadır, fakat yalnız değil : rüzgârın, bulutların ve dalgaların kalabalığı, İsmail'in etrafında hep bir ağızdan konuşuyordu Arheveli İsmail kendi kendine sordu : «Emanetimizle varabilecek miyiz?» Kendine cevap verdi : «Varmamış olmaz » Gece, Tophane rıhtımında Kamacı ustası Bekir Usta ona : «Evlâdım İsmail,» dedi, «hiç kimseye değil,» dedi, «bu, sana emanettir » Ve Kerempe Fenerinde düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde, İsmail, reisinden izin isteyip, «Şaban Reis,» deyip, «emaneti yerine götürmeliyiz,» deyip atladı takanın patalyasına, açıldı «Allah büyük ama kayık küçük» demiş Yahudi İsmail bodoslamadan bir sağnak yedi, bir sağnak daha, peşinden üç-kardeşler Ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer alabora olacaktı Rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor Ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor : Sıvastopol'a giden bir geminin sancak feneri Elleri kanayarak çekiyor İsmail kürekleri İsmail rahattır Kavgadan ve emanetinden başka her şeyin haricinde, İsmail unsurunun içinde Emanet : bir ağır makinalı tüfektir Ve İsmail'in gözü tutmazsa liman reislerini ta Ankara'ya kadar gidip onu kendi eliyle teslim edecektir Rüzgâr bocalıyor Belki karayel gösterecek En azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil Fakat İsmail ellerine güvenir O eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini ve Kemeraltı'nda Fotika'nın memesini aynı emniyetle tutarlar Rüzgâr karayel göstermedi Yüz kerte birden atlayıp rüzgâr bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi düştü İsmail beklemiyordu bunu Dalgalar bir müddet daha yuvarlandılar teknenin altında sonra deniz dümdüz ve simsiyah durdu İsmail şaşırıp bıraktı kürekleri Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine Bir ürperme geldi İsmail'in içine Ve bir balık gibi ürkerek, bir sandal bir çift kürek ve durgun ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı Ve birdenbire öyle kahrolup duydu ki insansızlığı yıldı elleri, yüklendi küreklere, kırıldı kürekler Sular tekneyi açığa sürüklüyor Artık hiçbir şey mümkün değil Kaldı ölü bir denizin ortasında kanayan elleri ve emanetiyle İsmail İlkönce küfretti Sonra, «elham» okumak geldi içinden Sonra, güldü, eğilip okşadı mübarek emaneti Sonra ![]() ![]() Sonra, malûm olmadı insanlara Arhaveli İsmail'in âkıbeti ![]() ![]() DÖRDÜNCÜ BAP NURETTİN EŞFAK'IN BİR MEKTUBU ve BİR ŞİİRİ Kardeşim, sana bu mektubu Ankara'da Kuyulu kahvede yazıyorum Hep aynı Anadolu havalarını çalıyor gramofon kocaman bir boru çiçeğine benzeyen ağzıyla, Dışarda yağmur ![]() ![]() Mektepten istifa ettim Cepheye gidiyorum ihtiyat zabitliğiyle Çocuklarımıza Türkçe okutmak, öğretmek, sevdirmek onlara dünyanın en diri, en taze dillerinden birini, kendi dillerini, güzel şey, büyük şey Fakat bu dilin insanları için çakmak çalmak cehpede daha büyük daha güzel ![]() Biliyorum : iş bölümünden bahsedeceksin Fakat, Ankara'da çocuklara ders vermek, bozkırda ateş hattına girmek haksız ve hazin bir iş bölümü Öyle günlerde yaşıyoruz ki ben bir iş yapabildim diyebilmek için : hep alnının ortasında duyacaksın ölümü Bak, tam sana bunları yazarken asker geçiyor sokaktan ; yağmurda harap postallarının meşinini ıslatarak Meclis'in önüne doğru iniyorlar, İstasyona gidecekler Ve türkü söylerken, her nedense her zaman yaptığı gibi, sesini incelterek marş okuyor genç Türk köylüsü : «Ankara'nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak ![]() ![]() » Yüzleri mühim, dalgın ve yorgun Tıraşları uzamış biraz Elleri büyük ve esmer Elâ gözlüler, kara gözlüler, mavi gözlüler Yine birdenbire Yunus Emre geldi aklıma Başka türlü anlıyorum ben Yunus'u : Bence onda bütün bir devir dile gelmiş Türk köylüsü : öte dünyaya dair değil, bu dünyaya dair kaygılarıyla ![]() ![]() Bir şiir yazdım, garip bir şiir, «Türk Köylüsü» diye Bir tuhaf mı oluyor böyle günlerde şiir yazmak? Her ne hâl ise, hoşça kal, gözlerinden öperim Kardeşin Nurettin Eşfak TÜRK KÖYLÜSÜ Topraktan öğrenip kitapsız bilendir Hoca Nasreddin gibi ağlayan Bayburtlu Zihni gibi gülendir Ferhad'dır Kerem'dir ve Keloğlan'dır Yol görünür onun garip serine, analar, babalar umudu keser, kahbe felek ona eder oyunu Çarşambayı sel alır, bir yâr sever el alır, kanadı kırılır çöllerde kalır, ölmeden mezara koyarlar onu O, «Yûnusû biçâredir Baştan ayağa yâredir», ağu içer su yerine Fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeyegörsün önlerine ve bir kerre vakterişip «-Gayrık yeter! ![]() ![]() » demesinler Bunu bir dediler mi, «İsrâfil sûrunu urur, mahlûkat yerinden durur», toprağın nabzı başlar onun nabızlarında atmağa Ne kendi nefsini korur, ne düşmanı kayırır, «Dağları yırtıp ayırır, kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa ![]() ![]() » BEŞİNCİ BAP 920'NİN 16 MARTI ve MANASTIRLI HAMDİ EFENDİ ve REŞADİYELİ VELİ OĞLU MEMET'İN HİKÂYESİ «Bu hamiyetli ve cesur, Manastırlı Hamdi Efendi olmasaydı, İstanbul felâketinden kim bilir haber almak için ne kadar intizarlar içinde kalacaktık İstanbul'da bulunan nâzır, mebus, kumandan, teşkilâtımız mensupları içinden bir zat çıkıp vaktiyle bize haber vermeği düşünmemiş olduğu anlaşılıyor Demek ki cümlesini heyecan ve helecan kaplamıştı Bir ucu Ankara'da bulunan telin İstanbul'da bulunan ucuna yanaşamayacak kadar şaşkın bir hale gelmiş olduklarına bilmem ki hükmetmek caiz olur mu?» (Nutuk, s 295, Devlet Basımevi, İstanbul 1938) 920'nin 16 Martı Öğleden evvel saat onda makina başında şöyle bir telgraf aldı Ankara'daki : «Der-aliye 16/3/1920 İngilizler bastı bu sabah Şehzadebaşı'ndaki Muzika karakolunu Müsademe edildi İşgal altına alıyorlar İstanbul'u şimdi Berâyi malûmat arzolunur Manastırlı Hamdi » 920'nin 16 Martı Harbiye Nezareti telgrafhanesi buldu Ankara'yı : «Etrafta dolaşıyor İngiliz askerleri Şimdi işte İngiliz askerleri giriyorlar nezarete İşte giriyorlar içeri Nizamiye kapısına Teli kes İngilizler burdadır » 920'nin 16 Martı Manastırlı Hamdi Efendi buldu Ankara'dakini tekrar : «Paşa hazretleri, Harbiye telgrafhanesini de işgal etti İngiliz bahriye askeri Tophane'yi de işgal ediyorlar bir taraftan, bir taraftan da zırhlılardan asker ihraç olunuyor Vaziyet vehamet kesbediyor efendim Paşa hazretleri, Emri devletlerine muntazırım 16 Mart 1920 Hamdi» 920'nin 16 Martı Durumu bir daha tekrar etti Hamdi Efendi : «Sabah bizim asker uykuda iken İngiliz bahriye efradı karakolu işgal etmekte iken askerlerimiz uykudan şaşkın kalkınca müsademe başlıyor Neticede bizden altı şehit, on beş mecruh olup İngilizler zırhlıları rıhtıma yanaştırıp Beyoğlu ve Tophane'yi işgal edip İşte Beyoğlu telgrafhanesi de yok İşte Beyoğlu telgraf memurları geldiler Kovmuşlar Yazan: Nazım HikmetNazım Hikmet Ran (1902-1963) 1902 yılında Selanik'de doğmuştur İlköğrenimini İstanbul'da Göztepe Taşmektep, Galatasaray Lisesi ilk bölümü (1914), Nişantaşı Numune Mektebi'nde tamamlamış, orta öğrenimi ise, daha 12 yaşında iken yazdığı "Bir Bahriyelinin Ağzından" adlı bir şiirini dinleyip çok beğenen Bahriye Nazırı Cemal Paşa'nın öğüdü üzerine geçtiği Heybeliada Bahriye Mektebi'nda yapmıştır (1918) Nazım Hikmet Bahriye'yi bitirdikten sonra Hamidiye Kruvazörü'ne stajyer güverte subayı ola |
|
|
|