ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   ForumSinsi Ansiklopedisi (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=476)
-   -   Kuvayı Milliye Destanı (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=541900)

Prof. Dr. Sinsi 08-21-2012 10:47 PM

Kuvayı Milliye Destanı
 

BAŞLANGIÇ ONLAR


Onlar ki toprakta karınca,

suda balık,

havada kuş kadar

çokturlar;

korkak,

cesur,

câhil,

hakîm

ve çocukturlar

ve kahreden

yaratan ki onlardır,

destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.

Onlar ki uyup hainin iğvâsına

sancaklarını elden yere düşürürler

ve düşmanı meydanda koyup

kaçarlar evlerine

ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler

ve yeşil bir ağaç gibi gülen

ve merasimsiz ağlayan

ve ana avrat küfreden ki onlardır,

destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.

Demir,

kömür

ve şeker

ve kırmızı bakır

ve mensucat

ve sevda ve zulüm ve hayat

ve bilcümle sanayi kollarının

ve gökyüzü

ve sahra

ve mavi okyanus

ve kederli nehir yollarının,

sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı

bir şafak vakti değişmiş olur,

bir şafak vakti karanlığın kenarından

onlar ağır ellerini toprağa basıp

doğruldukları zaman.

En bilgin aynalara

en renkli şekilleri aksettiren onlardır.

Asırda onlar yendi, onlar yenildi.

Çok sözler edildi onlara dair

ve onlar için :

zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,

denildi.



BİRİNCİ BAP


YIL 1918-1919 ve KARAYILAN HİKÂYESİ


Ateşi ve ihaneti gördük

ve yanan gözlerimizle durduk

bu dünyanın üzerinde.

İstanbul 918 Teşrinlerinde,

İzmir 919 Mayısında

ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar :

Mayıs ortalarından

Haziran ortalarına kadar

yani tütün kırma mevsimi,

yani, arpalar biçilip

buğdaya başlanırken

yuvarlandılar...

Adana,

Antep,

Urfa,

Maraş :

düşmüş

dövüşüyordu...

Ateşi ve ihaneti gördük.

Ve kanlı bankerler pazarında

memleketi Alaman'a satanlar,

yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar

düştüler can kaygusuna

ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından

karanlığa karışarak basıp gittiler.

Yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet,

en azılı düvellerle dövüşüyordu fakat,

dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat,

iki kat soyulmamak için.

Ateşi ve ihaneti gördük.

Murat nehri, Canik dağları ve Fırat,

Yeşilırmak, Kızılırmak,

Gültepe, Tilbeşar Ovası,

gördü uzun dişli İngiliz'i.

Ve Aksu'yla Köpsu,

Karagöl'le Söğüt Gölü

ve gümüş basamaklı türbesinde yatan

büyük, âşık ölü,

şapkası horoz tüylü İtalyan'ı gördü.

Ve Çukurova,

kıyasıya düzlük,

uçurumlar, yamaçlar, dağlar kıyasıya

ve Seyhan ve Ceyhan

ve kara gözlü Yürük kızı,

gördü mavi üniformalı Fransız'ı.

Ve devam ettik ateşi ve ihaneti görmekte.

Eşraf ve âyân ve mütehayyizânın çoğu

ve ağalar :

Bağdasar Ağa'dan

Kellesi Büyük Mehmet Ağa'ya kadar,

düşmanla birlik oldular.

Ve inekleri, koyunları, keçileri sürüp, götürüp,

gelinlerin ırzına geçip,

çocukları öldürüp

ve istiklâli yakıp yıktıkça düşman,

dağa çıktı mavzerini, nacağını, çiftesini kapan

ve çığ gibi çoğaldı çeteler

ve köylülerden paşalar görüldü,

kara donlu köylülerden.

Ve bizim tarafa geçenler oldu

Tunuslu ve Hindli kölelerden.

Ve Türkistanlı Hacı Ahmet,

kısık gözleri,

seyrek sakalı,

hafif makinalı tüfeğiyle

dağlarda bir başına dolaştı.

Ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşamüstü

ve ayışığında ve yıldız alacasında geceleyin,

ne zaman sıkışsa bizimkiler,

peyda oluverdi, yerden biter gibi o

ve ateş etti

ve düşmanı dağıttı

ve kayboldu dağlarda yine.

Ateşi ve ihaneti gördük.

Dayandık,

dayandık her yanda,

dayandık İzmir'de, Aydın'da,

Adana'da dayandık,

dayandık, Urfa'da, Maraş'ta, Antep'te.

Antepliler silâhşor olur,

uçan turnayı gözünden

kaçan tavşanı ard ayağından vururlar

ve arap kısrağının üstünde

taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar.

Antep sıcak,

Antep çetin yerdir.

Antepliler silâhşor olur.

Antepliler yiğit kişilerdir.

Karayılan

Karayılan olmazdan önce

Antep köylüklerinde ırgattı.

Belki rahatsızdı, belki rahattı,

bunu düşünmeğe vakit bırakmıyordular,

yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi

ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar.

Yiğitlik atla, silâhla, toprakla olur,

onun atı, silâhı, toprağı yoktu.

Boynu yine böyle çöp gibi ince

ve böyle kocaman kafalıydı

Karayılan

Karayılan olmazdan önce.

Düşman Antep'e girince

Antepliler onu

korkusunu saklayan

bir fıstık ağacından

alıp indirdiler.

Altına bir at çekip

eline bir mavzer

verdiler.

Antep çetin yerdir.

Kırmızı kayalarda

yeşil kertenkeleler.

Sıcak bulutlar dolaşır havada

ileri geri...

Düşman tutmuştu tepeleri,

düşmanın topu vardı.

Antepliler düz ovada

sıkışmışlardı.

Düşman şarapnel döküyordu,

toprağı kökünden söküyordu.

Düşman tutmuştu tepeleri.

Akan : Antep'in kanıydı.

Düz ovada bir gül fidanıydı

Karayılan'ın

Karayılan olmazdan önceki siperi.

Bu fidan öyle küçük,

korkusu ve kafası öyle büyüktü ki onun,

namlıya tek fişek sürmeden

yatıyordu yüzükoyun.

Antep sıcak,

Antep çetin yerdir.

Antepliler silâhşor olur.

Antepliler yiğit kişilerdir.

Fakat düşmanın topu vardı.

Ve ne çare, kader,

düz ovayı Antepliler

düşmana bırakacaklardı.

«Karayılan» olmazdan önce

umurunda değildi Karayılan'ın

kıyamete dek düşmana verseler Antep'i.

Çünkü onu düşünmeğe alıştırmadılar.

Yaşadı toprakta bir tarla sıçanı gibi,

korkaktı da bir tarla sıçanı kadar.

Siperi bir gül fidanıydı onun,

gül fidanı dibinde yatıyordu ki yüzükoyun

ak bir taşın ardından

kara bir yılan

çıkardı kafasını.

Derisi ışıl ışıl,

gözleri ateşten al,

dili çataldı.

Birden bir kurşun gelip

kafasını aldı.

Hayvan devrildi kaldı.

Karayılan

Karayılan olmazdan önce

kara yılanın encâmını görünce

haykırdı avaz avaz

ömrünün ilk düşüncesini .

«İbret al, deli gönlüm,

demir sandıkta saklansan bulur seni,

ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm.»

Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp

bir tarla sıçanı kadar korkak olan,

fırlayıp atlayınca ileri

bir dehşet aldı Anteplileri,

seğirttiler peşince.

Düşmanı tepelerde yediler.

Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp

bir tarla sıçanı kadar korkak olana :

KARAYILAN dediler.

«Karayılan der ki : Harbe oturak,

Kilis yollarından kelle getirek,

nerde düşman varsa orda bitirek,

vurun ha yiğitler namus günüdür...»

Ve biz de bunu böylece duyduk

ve çetesinin başında yıllarca nâmı yürüyen

Karayılan'ı

ve Anteplileri

ve Antep'i

aynen duyup işittiğimiz gibi

destânımızın birinci bâbına koyduk.




İKİNCİ BAP YIL YİNE 1919 ve İSTANBUL'UN HÂLİ ve ERZURUM ve SIVAS KONGRELERİ ve KAMBUR KERİM'İN HİKÂYESİ



Biz ki İstanbul şehriyiz,

Seferberliği görmüşüz :

Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin,

vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi

bir de İttihatçılar,

bir de uzun konçlu Alman çizmesi

914'ten 18'e kadar

yedi bitirdi bizi.

Mücevher gibi uzak ve erişilmezdi şeker

erimiş altın pahasında gazyağı

ve namuslu, çalışkan, fakir İstanbullular

sidiklerini yaktılar 5 numara lâmbalarında.

Yedikleri mısır koçanıydı ve arpa

ve süpürge tohumu

ve çöp gibi kaldı çocukların boynu.

Ve lâkin Tarabya'da, Pötişan'da ve Ada'da Kulüp'te

aktı Ren şarapları su gibi

ve şekerin sahibi

kapladı Miloviç'in yorganına 1000 liralıkları.

Miloviç de beyaz at gibi bir karı.

Bir de sakalı Halife'nin,

bir de Vilhelm'in bıyıkları.

Biz ki İstanbul şehriyiz,

güzelizdir,

dört yanımız mavi mavi dağdır, denizdir.

Öfkeli, büyük bir şair :

«Ey bin kocadan arta kalan bilmem neyi bakir»

demiş

bize

ve bir başkası,

yekpare Acem mülkünü fedâ etti bir sengimize.

Biz ki İstanbul şehriyiz,

işte, arzederiz halimizi

Türk halkının yüce katına.

Mevsim yazdır,

919'dur.

Ve teşrinlerinde geçen yılın

dört düvele teslim ettiler bizi,

gözü kanlı dört düvele

anadan doğma çırılçıplak.

Ve kurumuştu

ve kan içindeydi memelerimiz.

Biz ki İstanbul şehriyiz,

Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan

bir de Yunan,

bir de zavallı Afrika zencileri

yer bitirir bizi bir yandan,

bir yandan da kendi köpek döllerimiz :

Vahdettin Sultan,

ve damadı Ferit

ve İngiliz muhipleri

ve Mandacılar.

Biz ki İstanbul şehriyiz,

yüce Türk halkı,

malûmun olsun çektiğimiz acılar...

919 Temmuzunun 23'üncü günü

pek mütevazı bir mektep salonunda

in'ikad etti Erzurum Kongresi.

Erzurum'un kışı zorludur balam,

tandırında tezek yakar Erzurum,

buz tutar yiğitlerinin bıyığı

ve geceleyin karlı ovada

kaskatı katılaşmış, donmuş görürsün karanlığı.

Erzurum'da kavaklar, balam,

Erzurum'da kavaklar tane tane,

kavaklarda tane tane yapraklar.

Ve terden ve toz dumandan ve sinekten geçilmez

Erzurum'da yaz gelip de bastı mıydı sıcaklar.

Erzurum'un düzdür, topraktır damı.

Erzurum güzelleri giyer, balam,

incecik ak yünden ehramı.

Yürek boynun büker, balam,

Erzurumlu türkülere.

Halim selimdir Erzurum'un adamı

ve lâkin dönmesin gözü bir kere!...

Erzurum'da on dört gün sürdü Kongre :

orda, mazlum milletlerden bahsedildi

bütün mazlum milletlerden

ve emperyalizme karşı dövüşlerinden onların.

Orda, bir Şûrayı Millî'den bahsedildi,

İradei Milliyeye müstenit bir Şûrayı Millî'den.

Buna rağmen,

«Âsi gelmiyelim» diyenler vardı,

«makamı hilâfet ve saltanata.»

Hattâ casuslar vardı içerde.

Buna rağmen,

«Bütün aksâmı vatan birküldür» denildi.

«Kabul olunmaz,» denildi,

«Manda ve Himaye...»

Buna rağmen,

İstanbul'da birçok hanımlar, beyler, paşalar,

Türk halkından kesmişlerdi umudu.

Yağdırıldı telgraflar Erzurum'a :

«Amerikan mandası altına girelim,» diye.

«İstiklâl, diyorlardı, şâyanı arzu ve tercihtir, amma

bugün bu, diyorlardı, mümkün değil,

birkaç vilâyet, diyorlardı, kalacak elde,

şu halde, diyorlardı, şu halde,

Memâliki Osmaniye'nin cümlesine şâmil

Amerikan mandaterliğini talep etmeği

memleketimiz için en nâfi

bir şekli hal kabul ediyoruz.»

Fakat bu şekli halli kabul etmedi Erzurumlu.

Erzurum'un kışı zorludur balam,

buz tutar yiğitlerin bıyığı..

Erzurum'da kaskatı, dimdik ölür adam,

kabullenmez yılgınlığı...

İstanbul'da hanımlar, beyler, paşalar,

tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler,

çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri

ve biçare telgraf telleri

devretmek için Amerika'ya Anadolu'yu

şöyle diyorlardı Erzurum'dakilere :

«Bizi bir başımıza bıraksalar,

tarafgirlik, cehalet

ve çok konuşmaktan başka müspet

bir hayat kuramayız.

İşte bu yüzden Amerika çok işimize geliyor.

Filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti Amerika.

Ne olacak,

Biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz,

sonra Yeni Dünya'nın sayesinde

İstiklâli kafasında ve cebinde taşıyan

bir Türkiye vücuda geliverir.

Amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına

nasıl bir idare kurduğunu

Avrupa'ya göstermek ister.

Hem artık işi uzatmağa gelmez.

Çok tehlikeli anlar yaşıyoruz.

Sergüzeşt ve cidâl devri geçmiştir :

Türkiye'yi, geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir.»


4 Eylül 919'da toplandı Sıvas Kongresi,

ve 8 Eylülde

Kongrede bu sefer

yine ortaya çıktı Amerikan mandası.

Ak koyunla kara koyunun

geçitte belli olduğu günlerdi o günler.

Ve İstanbul'dan gelen bazı zevat,

sapsarı yılgınlıklarıyla beraber

ve ihanetleriyle birlikte

bir de Amerikan gazeteci getirmiştiler.

Ve Erzurumlulardan ve Sıvaslılardan ve Türk milletinden çok

işbu Mister Bravn'a güveniyorlardı.

Bu zevata :

«İstiklâlimizi kaybetmek istemiyoruz efendiler!»

denildi.

Fakat ayak diredi efendiler :

«Mandanın, istiklâli ihlâl etmiyeceği muhakkak iken,»

dediler,

«Herhalde bir müzâherete muhtacız diyorum ben,»

dediler,

«Hem zaten,»

dediler,

«birbirine mani şeyler değildir

istiklâl ile manda.

Ve esasen,»

dediler,

«müstakil kalamayız böyle bir zamanda.

Memleket harap,

toprak çorak,

borcumuz 500 milyon,

vâridat ise 15 milyon ancak.

Ve Allah muhafaza buyursun

İzmir kalsa Yunanistan'da

ve harbetsek,

düşmanımız vapurla asker getirir.

Biz Erzurum'dan hangi şimendiferle nakliyat yapabiliriz?

Mandayı kabul etmeliyiz, hemen,»

dediler.

«Onlar dretnot yapıyor,

biz yelkenli bir gemi yapamıyoruz.

Hem, İstanbul'daki Amerikan dostlarımız :

Mandamız korkunç değildir,

diyorlar,

Cemiyeti Akvam nizamnamesine dahildir,

diyorlar.»

Ve böylece, bin dereden su getirdi İstanbul'dan gelen zevat.

Sıvas, mandayı kabul etmedi fakat,

«Hey gidi deli gönlüm,»

dedi,

«Akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm,

ya İSTİKLAL, ya ölüm!»

dedi.

Kambur Kerim de böyle dedi aynen.

Adapazarlıydı Kambur Kerim.

Seferberlikte ölen babası marangozdu.

Seferberlik denince aklına Kerim'in :

çok beyaz bir yastıkta kara sakallı bir ölü yüzü,

Fahri Bey çiftliğinde patates toplayıp

kaz gütmek,

mektep kitapları

ve bir de saçları altın gibi sarı

fakat alnı çizgiler içinde anası gelir.

335'te Kerim Eskişehir'e gitti,

mektebe, teyzelerine ve dayısına.

Dayısı şimendiferde makinistti.

Düşman elindeydi Eskişehir.

Kerim on dört yaşındaydı,

kamburu yoktu.

Dümdüzdü fidan gibi

ve dünyaya meraklı bir çocuktu.

Dayısı sürmeğe gittiği günler şimendiferi

Kerim'e ekmek vermediğinden teyzeleri

(çok uzun saçlı, ihtiyar iki kadın)

Hintli askerlerle dost oldu Kerim.

Bunlar

(şaşılacak şey)

Türkçe bilmeyen

ve siyah sakalları, siyah gözleri parlak,

avuçlarının üstü esmer, içi ak

ve tel örgülerin üzerinden

Kerim'e bisküviti kutularla atan amcalardı.

Kocaman bir ambarları vardı,

Kerim içinde oynardı.

Ambarda nohut çuvalları, bakla, kuru üzüm,

(şaşılacak şey,

katırların yemesi için)

ve sonra cephane sandıklarıyla *****lar.

Bir gün dedi ki makinist dayısı Kerim'e :

«Ambardan silâh çalıp bana getir,

gâvura karşı koyan zeybeklere göndereceğim.»

Ve ambardan silâh çaldı Kerim :

bir

bir tane daha

beş

on.

Aldattı Hindistanlı dostlarını

zeybekleri daha çok sevdiğinden.

Zaten çok sürmedi, parlak kara sakallı amcalar gitti,

Kerim geçirdi onları istasyona kadar.

Ertesi gün Lefke köprüsünü atıp

zeybekler gelince Eskişehir'e

dayısı Kerim'i elinden tutup

verdi onlara.

Ve işte o günden sonra

bugüne kadar

kahraman bir türküdür ömrü Kerim'in.

Eskişehir'den alıp onu

«Kocaeli Grubu» paşasına götürdüler.

Çatık kaşlı, yüzü gülmez bir paşaydı bu.

Çabucak öğrendi Kerim ata binmeyi,

sığırtmaç olmayı

-zaten bilgisi vardı bunda-

kayalardan genç bir keçi gibi inmeyi,

gizlenmeyi ormanda.

Ve bütün bu marifetleriyle Kerim

kaç kere ölüme bir kurşun atımı yaklaşarak

ve «Geçmiş olsun» dedikleri zaman şaşarak

düşman içinden geçip getirdi haber

götürdü haber.

Onu namlı bir «kaptan» gibi saydı çeteler,

bir oyun arkadaşı gibi sevdi çeteleri o.

Ve bir fidan gibi düz

bir fidan gibi cesur

bir fidan gibi vaadeden bir çocuğun

sevinçle oynadığı bu müthiş oyun

sürdü 1337'ye kadar...

Kocaeli ormanı gürgen ve meşeliktir :

yüksek

kalın.

Gökyüzü gözükmez.

Durgun bir geceydi.

Hafif yağmur yağmıştı biraz önce.

Fakat ıslanmamış ki yerde yapraklar

karanlıkta hışırtılarla yürüyordu beygiri Kerim'in.

Solda

ilerde

tepenin eteğinde ateş yanıyordu :

«Tekneciler» diye anılan

gâvur çetelerinin olmalı.

Dallardan damlalar düşüyordu Kerim'in yüzüne.

Beygirin başı gittikçe daha çok karanlığa giriyor.

İpsiz Recep'in yanından dönüyordu Kerim.

Kâatlar götürmüş

kâatlar getiriyor.

Birdenbire durdu beygir,

heykel gibi,

-Tekneciler'in ateşini görmüş olacak-

sonra birdenbire dörtnala kalktı.

Şaşırdı Kerim.

Dizginleri bıraktı.

Sarıldı beygirin boynuna.

Deli gibi gidiyordu hayvan.

Çocuğa art arda çarpıyordu ağaçlar.

Meşeleri ve gürgenleriyle orman

karanlık bir rüzgâr gibi geçiyor iki yandan.

Kim bilir kaç saat böyle gidildi.

Orman bitti birdenbire.

-Ay doğmuş olacak ki ortalık aydınlıktı-

Ve Kerim aynı hızla geldiği zaman

Armaşa'nın altında Başdeğirmenler'e

beygir ansızın kapaklandı yere,

tekerlendi Kerim.

Doğruldu.

Ve aklına ilk gelen şey

saatına bakmak oldu.

Kırılmıştı camı.

Bindi beygire tekrar.

Hayvan topallıyordu biraz.

Uslu uslu yola koyuldular.

Sol kulağı kanıyordu Kerim'in,

Kirezce'ye geldiler

(Sapanca'yla Arifiye arası),

Kerim durdu,

Biraz zor nefes alıyordu.

Geyve'ye girdi ertesi akşam.

Beli o kadar ağrıyordu ki

inemedi beygirden

indirdiler.

Kerim'i bir yaylıya bindirdiler.

Adapazarı.

Sonra belki on gün, belki on beş,

kağnılar, mekkâre arabaları,

sonra, gitgide daralan nefesi,

Yahşıhan,

Konya,

Sile nahiyesi

(burda malûl gaziler için

takma kol ve bacak yapılıyordu),

ve nihayet Hatçehan köyünden çıkıkçı Şerif Usta.

Hâlâ rüyalarında görür Kerim

incecik bir yoldan eşekle gelip

üzerine doğru eğilen

bu çiçekbozuğu insan yüzünü.

Usta, ovdu Kerim'i bayıltıncaya kadar.

Sonra, zifte koydu bu kırılmış dal gibi çocuk gövdesini.

Yirmi gün geçti aradan.

Ve sonra bir ikindi vakti ziftin içinden

Kerim'i kambur çıkardılar.


ÜÇÜNCÜ BAP YIL 1920 ve ARHAVELİ İSMAİL'İN HİKÂYESİ


Ateşi ve ihaneti gördük.

Düşman ordusu yine başladı yürümeğe.

Akhisar, Karacabey,

Bursa ve Bursa'nın doğusunda Aksu,

çarpışarak çekildik...

920'nin

29 Ağustos'u :

Uşak düştü.

Yaralı

ve dehşetli kızgın

fakat toprağımızdan emin,

Dumlupınar sırtlarındayız.

Nazilli düştü.

Ateşi ve ihaneti gördük.

Dayandık

dayanmaktayız.

1920 Şubat, Nisan, Mayıs,

Bolu, Düzce, Geyve, Adapazarı :

İçimizde Hilâfet Ordusu,

Anzavur isyanları.

Ve aynı sıradan,

3 Ekim Konya.

Sabah.

500 asker kaçağı ve yeşil bayrağıyla Delibaş

girdi şehre.

Alaeddin tepesinde üç gün üç gece hüküm sürdüler.

Ve Manavgat istikametlerinde kaçıp

ölümlerine giderken

terkilerinde kesilmiş kafalar götürdüler.

Ve 29 Aralık Kütahya :

4 top

ve 1800 atlı bir ihanet

yani Çerkez Ethem,

bir gece vakti

kilim ve halı yüklü katırları,

koyun ve sığır sürülerini önüne katıp

düşmana geçti.

Yürekleri karanlık,

kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü,

atları ve kendileri semizdiler...

Ateşi ve ihaneti gördük.

Ruhumuz fırtınalı, etimiz mütehammil.

Sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değil,

inanılmaz zaafları, korkunç kuvvetleriyle,

silâhları ve beygirleriyle insanlardı dayanan.

Beygirler çirkindiler,

bakımsızdılar,

hasta bir fundalıktan yüksek değillerdi.

Fakat bozkırda kişneyip köpürmeden

sabırlı ve doludizgin koşmasını biliyorlardı.

İnsanlar uzun asker kaputluydu,

yalnayaktı insanlar.

İnsanların başında kalpak,

yüreklerinde keder,

yüreklerinde müthiş bir ümit vardı.

İnsanlar devrilmişti, kedersiz ve ümitsizdiler.

İnsanlar, etlerinde kurşun yaralarıyla

köy odalarında unutulmuştular.

Ve orda sargı,

deri

ve asker postalları halinde

yan yana, sırtüstü yatıyorlardı.

Koparılmış gibiydi parmakları saplandığı yerden

eğrilip bükülmüştü

ve avuçlarında toprak ve kan vardı.

Ve asker kaçakları,

korkuları, mavzerleri, çıplak, ölü ayaklarıyla

karanlıkta köylerin içinden geçiyorlardı.

Acıkmıştılar,

merhametsizdiler,

bedbahttılar.

Şosenin ıssız beyazlığına inip

nal sesleri ve yıldızlarla gelen atlıyı çeviriyor

ve Bolu dağında ekmek bulamadıkları için

deviriyorlardı uçurumlara :

şayak, cıgara kâadı, tuz ve sabun yüklü yaylıları.

Ve çok uzak,

çok uzaklardaki İstanbul limanında,

gecenin bu geç vakitlerinde,

kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen laz takaları :

hürriyet ve ümit,

su ve rüzgârdılar.

Onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar.

Tekneleri kestane ağacındandı,

üç tondan on tona kadardılar

ve lâkin yelkenlerinin altında

fındık ve tütün getirip

şeker ve zeytinyağı götürürlerdi.

Şimdi, büyük sırlarını götürüyorlardı.

Şimdi, denizde bir insan sesinin

ve demirli şileplerin kederlerini

ve Kabataş açıklarında sallanan

saman kayıklarının fenerlerini

peşlerinde bırakıp

ve karanlık suda Amerikan taretlerinin önünden akıp

küçük,

kurnaz

ve mağrur

gidiyorlardı Karadeniz'e.

Dümende ve başaltlarında insanları vardı ki

bunlar

uzun eğri burunlu

ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki

sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin

zaferi için

hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin

bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler....

Karanlıkta kurşunîi derisi kırmızıya boyanan

baltabaş gemi

İngiliz torpitosudur.

Ve dalgaların üstünde sallanarak

alev alev

yanan :

Şaban Reisin beş tonluk takası..

Kerempe Fenerinin yirmi mil açığında,

gecenin karanlığında,

dalgalar minare boyundaydılar

ve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu.

Rüzgar :

yıldız - poyraz.

Esirlerini bordasına alıp

kayboldu İngiliz torpitosu.

Şaban Reisin teknesi

ateşten diregiyle gömüldü suya.

Arheveli İsmail

bu ölen teknedendi.

Ve şimdi

Kerempe Fenerinin açığında,

batan teknenin kayığında

emanetiyle tek başınadır,

fakat yalnız değil :

rüzgârın,

bulutların

ve dalgaların kalabalığı,

İsmail'in etrafında hep bir ağızdan konuşuyordu.

Arheveli İsmail

kendi kendine sordu :

«Emanetimizle varabilecek miyiz?»

Kendine cevap verdi :

«Varmamış olmaz.»

Gece, Tophane rıhtımında

Kamacı ustası Bekir Usta ona :

«Evlâdım İsmail,» dedi,

«hiç kimseye değil,» dedi,

«bu, sana emanettir.»

Ve Kerempe Fenerinde

düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde,

İsmail, reisinden izin isteyip,

«Şaban Reis,» deyip,

«emaneti yerine götürmeliyiz,» deyip

atladı takanın patalyasına,

açıldı.

«Allah büyük

ama kayık küçük» demiş Yahudi.

İsmail bodoslamadan bir sağnak yedi,

bir sağnak daha,

peşinden üç-kardeşler.

Ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer

alabora olacaktı.

Rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor.

Ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor :

Sıvastopol'a giden bir geminin

sancak feneri.

Elleri kanayarak

çekiyor İsmail kürekleri.

İsmail rahattır.

Kavgadan

ve emanetinden başka her şeyin haricinde,

İsmail unsurunun içinde.

Emanet :

bir ağır makinalı tüfektir.

Ve İsmail'in gözü tutmazsa liman reislerini

ta Ankara'ya kadar gidip

onu kendi eliyle teslim edecektir.

Rüzgâr bocalıyor.

Belki karayel gösterecek.

En azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil.

Fakat İsmail

ellerine güvenir.

O eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini

ve Kemeraltı'nda Fotika'nın memesini

aynı emniyetle tutarlar.

Rüzgâr karayel göstermedi.

Yüz kerte birden atlayıp rüzgâr

bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi

düştü.

İsmail beklemiyordu bunu.

Dalgalar bir müddet daha

yuvarlandılar teknenin altında

sonra deniz dümdüz

ve simsiyah

durdu.

İsmail şaşırıp bıraktı kürekleri.

Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine.

Bir ürperme geldi İsmail'in içine.

Ve bir balık gibi ürkerek,

bir sandal

bir çift kürek

ve durgun

ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı.

Ve birdenbire

öyle kahrolup duydu ki insansızlığı

yıldı elleri,

yüklendi küreklere,

kırıldı kürekler.

Sular tekneyi açığa sürüklüyor.

Artık hiçbir şey mümkün değil.

Kaldı ölü bir denizin ortasında

kanayan elleri ve emanetiyle İsmail.

İlkönce küfretti.

Sonra, «elham» okumak geldi içinden.

Sonra, güldü,

eğilip okşadı mübarek emaneti.

Sonra...

Sonra, malûm olmadı insanlara

Arhaveli İsmail'in âkıbeti...


DÖRDÜNCÜ BAP NURETTİN EŞFAK'IN BİR MEKTUBU ve BİR ŞİİRİ


Kardeşim,

sana bu mektubu Ankara'da Kuyulu kahvede yazıyorum.

Hep aynı Anadolu havalarını çalıyor gramofon

kocaman bir boru çiçeğine benzeyen ağzıyla,

Dışarda yağmur...

Mektepten istifa ettim.

Cepheye gidiyorum ihtiyat zabitliğiyle.

Çocuklarımıza Türkçe okutmak,

öğretmek, sevdirmek onlara

dünyanın en diri, en taze dillerinden birini,

kendi dillerini,

güzel şey,

büyük şey.

Fakat bu dilin insanları için çakmak çalmak cehpede

daha büyük

daha güzel..

Biliyorum :

iş bölümünden bahsedeceksin.

Fakat, Ankara'da çocuklara ders vermek,

bozkırda ateş hattına girmek

haksız ve hazin

bir iş bölümü.

Öyle günlerde yaşıyoruz ki

ben bir iş yapabildim diyebilmek için :

hep alnının ortasında duyacaksın ölümü.

Bak, tam sana bunları yazarken

asker geçiyor sokaktan ;

yağmurda harap postallarının meşinini ıslatarak

Meclis'in önüne doğru iniyorlar,

İstasyona gidecekler.

Ve türkü söylerken, her nedense her zaman yaptığı gibi,

sesini incelterek marş okuyor genç Türk köylüsü :

«Ankara'nın taşına bak,

gözlerimin yaşına bak...»

Yüzleri mühim, dalgın ve yorgun.

Tıraşları uzamış biraz.

Elleri büyük ve esmer.

Elâ gözlüler, kara gözlüler, mavi gözlüler.

Yine birdenbire Yunus Emre geldi aklıma.

Başka türlü anlıyorum ben Yunus'u :

Bence onda bütün bir devir dile gelmiş Türk köylüsü :

öte dünyaya dair değil,

bu dünyaya dair kaygılarıyla...

Bir şiir yazdım,

garip bir şiir,

«Türk Köylüsü» diye.

Bir tuhaf mı oluyor böyle günlerde şiir yazmak?

Her ne hâl ise, hoşça kal, gözlerinden öperim.


Kardeşin

Nurettin Eşfak






TÜRK KÖYLÜSÜ

Topraktan öğrenip

kitapsız bilendir.

Hoca Nasreddin gibi ağlayan

Bayburtlu Zihni gibi gülendir.

Ferhad'dır

Kerem'dir

ve Keloğlan'dır.

Yol görünür onun garip serine,

analar, babalar umudu keser,

kahbe felek ona eder oyunu.

Çarşambayı sel alır,

bir yâr sever

el alır,

kanadı kırılır

çöllerde kalır,

ölmeden mezara koyarlar onu.

O, «Yûnusû biçâredir

Baştan ayağa yâredir»,

ağu içer su yerine.

Fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeyegörsün önlerine

ve bir kerre vakterişip

«-Gayrık yeter!...»

demesinler.

Bunu bir dediler mi,

«İsrâfil sûrunu urur,

mahlûkat yerinden durur»,

toprağın nabzı başlar

onun nabızlarında atmağa.

Ne kendi nefsini korur,

ne düşmanı kayırır,

«Dağları yırtıp ayırır,

kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa...»



BEŞİNCİ BAP


920'NİN 16 MARTI ve MANASTIRLI HAMDİ EFENDİ ve REŞADİYELİ VELİ OĞLU MEMET'İN HİKÂYESİ


«Bu hamiyetli ve cesur, Manastırlı Hamdi Efendi olmasaydı, İstanbul felâketinden kim bilir haber almak için ne kadar intizarlar içinde kalacaktık. İstanbul'da bulunan nâzır, mebus, kumandan, teşkilâtımız mensupları içinden bir zat çıkıp vaktiyle bize haber vermeği düşünmemiş olduğu anlaşılıyor. Demek ki cümlesini heyecan ve helecan kaplamıştı. Bir ucu Ankara'da bulunan telin İstanbul'da bulunan ucuna yanaşamayacak kadar şaşkın bir hale gelmiş olduklarına bilmem ki hükmetmek caiz olur mu?»

(Nutuk, s. 295, Devlet Basımevi, İstanbul 1938)


920'nin 16 Martı.

Öğleden evvel

saat onda

makina başında şöyle bir telgraf aldı Ankara'daki :

«Der-aliye 16/3/1920.

İngilizler bastı bu sabah

Şehzadebaşı'ndaki Muzika karakolunu.

Müsademe edildi.

İşgal altına alıyorlar İstanbul'u şimdi.

Berâyi malûmat arzolunur.

Manastırlı Hamdi.»

920'nin 16 Martı.

Harbiye Nezareti telgrafhanesi buldu Ankara'yı :

«Etrafta dolaşıyor İngiliz askerleri.

Şimdi işte

İngiliz askerleri giriyorlar nezarete.

İşte giriyorlar içeri.

Nizamiye kapısına.

Teli kes.

İngilizler burdadır.»

920'nin 16 Martı.

Manastırlı Hamdi Efendi

buldu Ankara'dakini tekrar :

«Paşa hazretleri,

Harbiye telgrafhanesini de işgal etti İngiliz bahriye askeri

Tophane'yi de işgal ediyorlar bir taraftan,

bir taraftan da zırhlılardan asker ihraç olunuyor.

Vaziyet vehamet kesbediyor efendim.

Paşa hazretleri,

Emri devletlerine muntazırım.

16 Mart 1920

Hamdi»


920'nin 16 Martı.

Durumu bir daha tekrar etti Hamdi Efendi :

«Sabah bizim asker uykuda iken

İngiliz bahriye efradı karakolu işgal etmekte iken

askerlerimiz uykudan şaşkın kalkınca müsademe başlıyor.

Neticede bizden altı şehit, on beş mecruh olup

İngilizler zırhlıları rıhtıma yanaştırıp

Beyoğlu ve Tophane'yi işgal edip.

İşte Beyoğlu telgrafhanesi de yok.

İşte Beyoğlu telgraf memurları geldiler.

Kovmuşlar.


Yazan: Nazım HikmetNazım Hikmet Ran (1902-1963) 1902 yılında Selanik'de doğmuştur. İlköğrenimini İstanbul'da Göztepe Taşmektep, Galatasaray Lisesi ilk bölümü (1914), Nişantaşı Numune Mektebi'nde tamamlamış, orta öğrenimi ise, daha 12 yaşında iken yazdığı "Bir Bahriyelinin Ağzından" adlı bir şiirini dinleyip çok beğenen Bahriye Nazırı Cemal Paşa'nın öğüdü üzerine geçtiği Heybeliada Bahriye Mektebi'nda yapmıştır (1918). Nazım Hikmet Bahriye'yi bitirdikten sonra Hamidiye Kruvazörü'ne stajyer güverte subayı ola


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.