Prof. Dr. Sinsi
|
Yakub Kelimesindeki Hikmet-İ Ruhiyye
Şimdi, meselenin biraz daha derinine inip, daha bir ötedeki şu sırrı ortaya koyalım: mümkün varlıkların asılları yokluktur ve bu değişmez Ve mümkün varlıkların nefslerinde ve aynlarında, içinde bulundukları hallerin suretine bürünen Hakk’ın varlığından başka bir varlık yoktur İmdi sen haz ve acı duyanın kim olduğunu ve hallerden herbir hali izleyenin ne olduğunu bildin — ve bundandır ki, bir hali izleyen bir sonraki hal (yani, karşılık), (“takip” kökünden gelen) “ukubet” ve “ikab” olarak adlandırılmıştır İyi olsun, kötü olsun her durum için bu geçerlidir; ama toplumsal uylaşım, bu sonucu, iyi olan şeyler için “sevap” ve kötü şeyler içinse “ikab” olarak adlandırdı İşte, bundandır ki, din “âdet” (yani, tekrarlama) olarak adlandırıldı veya bu şekilde yorumlandı Çünkü (mümkün varlığın veya kulun) halinin gerektirdiği veya talep ettiği şey geri döner Böyle olunca, din âdettir Şair şöyle der: “Ümm el-Huvaris’in önünde böyle yapmak senin dinindi,” yani, âdetindi Ve âdet denince anlaşılan, bir şeyin kendi özgün haline dönmesidir; ama bir şeyin önceki haline, öncekinin aynısı olarak dönmesi olabilir bir şey değildir Ve âdet denince de, bir şeyin kendini tekrarlaması düşünülür
Ama âdet, akılla-kavranabilir olan bir hakikattir ve birbirine benzeyen suretlerde vardır Biliriz ki, Zeyd insanlık itibarıyla Amr’ın aynısıdır Ama burada insanlık tekrarlanmış değildir; eğer öyle olsaydı, çoğalırdı Ne var ki, insanlık tek bir hakikat [hakikat-ı vahid] olduğundan çoğalmaz Yine biliriz ki, Zeyd’in birey olmaklığı, Amr’ın birey olmaklığının aynısı değildir İmdi, her ikisi de birey olmakla birlikte, birey olarak Zeyd, birey olarak Amr’ın aynısı değildir Dolayısıyla biz, bu benzerlikten dolayı his olarak insanlığın yinelendiğini, hüküm olarak da yinelenmediğini söyleriz — dolayısıyla bir yönden tekrarlama [âdet] varken, bir yönden de tekrarlama yoktur Aynı şekilde, bir yönden bakıldığında karşılık [color="LightBlue"] vardır ve bir diğer yönden bakıldığında da karşılık yoktur — çünkü karşılık da mümkün varlıktaki bu mümkün varlığın hallerinden bir haldir
Bu meseleyi bilenler, bu meseleyi gereğince açıklığa kavuşturmadılar Bu konuda cahil olduklarından değil; bu mesele, yaratılanlar üzerinde egemen olan kader sırrına ilişkin olduğundan, bu meseleyi açıklamaktan kaçındılar
Bil ki, hekimlerin tabiata hizmet ettiği söylendiği gibi, resul ve vârislerinin de genel olarak ilahi emre hizmet ettikleri söylenir Halbuki onlar, işin aslına bakılırsa mümkün varlıkların hallerine hizmet ederler Ve yaptıkları hizmet, bu mümkün varlıkların değişmez aynlarının içerisinde bulunduğu hale göredir Bunun ne şaşılası bir şey olduğuna bak!
Burada istenir olan hizmet edici, hizmet ettiği kişi için yazılmış olanı (yani, değişmez ayn’ını) hal ve söz ile bilen hizmet edicidir Çünkü hekim için, ancak tabiatın suyuna gittiği ölçüde tabiata hizmet edici denebilir Tabiat, hastanın bedeninde özel bir mizaç oluşturmuştur ki, bu kimse bu nedenle “hasta” olarak adlandırılır Ve eğer hekim (bu durumda) yardım edecek olsaydı, sadece hastalığı artırmış olurdu Böylelikle, hastanın bedenini iyileştirmek için tabiatı hastalıktan alıkoyar Ne var ki, sağlık da, hastalığa neden olan mizaca karşı olan başka bir mizaç oluşturulmasıyla elde edilebileceği için, sağlık da yine tabiattandır İmdi, bu durumda, tabiata hizmet edici değildir ve tabiata ancak hastanın bedenini iyileştirmeyerek hizmet edebilir Ve o hasta mizacı değiştirmesi de yine tabiat iledir Tabiata genel yönden [vech-i amm] değil, özel yönden [vech-i has] hizmet ederek, bu yönde çaba harcar Çünkü böylesi bir meselede, geneli kapsayacak bir yaklaşım yoktur O halde hekim, tabiata hem hizmet eder, hem de etmez
Resullerin ve vârislerinin Hakk’a hizmetleri de bunun gibidir Hak (ilahi emir ile) yükümlü olanların hallerine iki yönden hükmeder Kul üzerindeki emir, Hakk’ın iradesinin gerektirdiği şekilde ortaya çıkar Ve Hakk’ın iradesi de, Hakk’ın ilminin gerektirdiği şeye ilişkilenir Ve Hakk’ın ilmi de, bilinen’in (yani, ayn-ı sabitenin) kendi zatından Hakk’a verdiği şeye ilişkilenir Dolayısıyla kul, ancak kendi (ayn-ı sabitesinin) suretiyle zahir olur
Böyle olunca, resul ile vâris olan, Allah’ın iradesine değil, Allah’ın iradesiyle olan ilahi emre hizmet eder Resul ve vâris olan, yükümlü olan kişinin mutluluğunu istediğinden dolayı, ona ilahi emir ile gelir Eğer ilahi iradeyle gelseydi, öğüt vermezdi Halbuki resul ve vâris ancak ilahi irade ile öğüt verir İmdi, resul ve vâris, nefsler için uhrevî (yani, ahlakî ve manevî) hekimdir Allah emrettiğinde, O’nun bu emrine uyar Allahu Teala’nın emrini gözetir ve O’nun iradesini gözetir ve Hakk’ın, Kendi iradesine aykırı şeyle kendisine emrettiğini görür Halbuki yalnızca Hakk’ın irade ettiği şey olur Ve böyle olduğundan (yani, Allah irade ettiğinden) dolayıdır ki, emir ortaya çıktı İmdi, emri diledi, ortaya çıktı; ve emrolunana emredip de, ortaya çıkışını dilemediği şey de, emrolunandan ortaya çıkmadı Bu durum, “karşı gelme” ve “isyankarlık” olarak adlandırılır Durum böyle olunca, resul tebliğ edicidir, başka bir şey değil
İşte bunun için Resul (sav), içerisindeki “ emrolunduğun gibi dosdoğru ol” [Hud Suresi, 11/112] sözünden dolayı, “Hud suresi ve benzerleri beni ihtiyarlattı” buyurdu İmdi, onu “emrolunduğun gibi” sözü ihtiyarlattı Çünkü, Allah’ın iradesine uygun olan ve dolayısıyla gerçekleşebilecek bir şeyle mi, yoksa Allah’ın iradesine aykırı olan ve dolayısıyla da gerçekleşmeyecek olan bir şeyle mi emrolunduğunu bilmiyordu Ve hiç kimse, Allah’ın iradesinin neye hükmettiğini bilemez Bunu ancak irade ettiği şeyin gerçekleşmesinden sonra bilir Ama Allah’ın basiret gözünü açtığı kimse bunun dışındadır Bu kimse, mümkün varlıkların aynlarını değişmez oldukları hal üzre idrak ederek, gördüğü şey doğrultusunda hüküm verir Ve bu durum, insanların bazılarında (yani, nebiler ve kâmil velilerde) zaman zaman olur, ama her zaman olmaz Nitekim, Hak Teala, “De ki: Benim ile ve sizin ile ne işlenir, bilmem” [Ahkaf Suresi, 46/9] buyurarak, örtüyü [color="LightBlue"] apaçık kıldı — ve istenen, ancak kimi özgül şeylerden haberdar olmaktır, başka değil
Ahmet Baydar
|