![]() |
Yakub Kelimesindeki Hikmet-İ Ruhiyye
YAKUB KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ RUHİYYE Dinin iki türü vardır: İlki; Allah’ın indinde, Hakk’ın bildirdiği kimse (yani, nebiler) indinde ve Hakk’ın bildirdiği kimsenin bildirdiği kimse (yani, nebinin ümmetinden olan) indinde olan dindir. İkincisi ise, halkın indinde olan dindir ki, Allah onu geçerli kılmıştır. Allah indinde olan din, O’nun seçtiği ve halkın dini üzerinde yüce kıldığı dindir. Hak Teala şöyle buyurur: “İbrahim ve Yakub, oğullarına şöyle vasiyet ettiler: Allah sizin için dini seçti, o halde ancak O’na teslim olmuş bir halde ölün” [Bakara Suresi, 2/132]. (Bu ayette sözü edilen) din, harf-i tarif’le birlikte kullanılmıştır, dolayısıyla bu, bilinen ve belirli bir dindir. Ve Hak Teala şöyle buyurur: “Allah’ın indinde din İslam’dır” [Âl-i İmran Suresi, 3/19] — yani, teslimiyettir. Dolayısıyla din, senin teslimiyetinden ibarettir ve Allah indinde olan din, senin hükümlere teslimiyet göstermekliğindir. İmdi “din” teslimiyet ve “nâmus” da Allahu Teala’nın koyduğu hükümlerdir. Dolayısıyla, Allahu Teala’nın kendisi için ortaya koyduğu hükümlere teslimiyet göstererek bunlarla nitelenen kimse, dini uygulayan ve onu –kıldığı namazla– yerleşik kılandır, yani onu inşa edendir. Böylece kul, dini inşa eden ve Hak da, şer’i hükümleri ortaya koyandır. O halde, teslimiyet senin fiillerinin ta kendisidir ve din senin fiillerinden ortaya çıkar. Böyle olunca, sen ancak kendinden olanla (yani, kendi fiillerinle) mutlu olursun. Ve nasıl ki senin mutluluğunu ortaya çıkaran senin kendi fiillerinse, İlahi İsimleri de ortaya çıkaran ancak Allah’ın fiilleridir. Ve sen Allah’ın fiillerisin ve bunlar sonradan olmadırlar. Allah, ortaya koyduklarıyla “İlah” olarak adlandırılır ve sen de ortaya koyduklarınla “said” olarak adlandırılırsın. Ve sen din’i yerleşik kılıp Allah’ın koyduğu hükümlere teslimiyet gösterdiğinde, Allahu Teala, seni Kendi nefsi menzilesine indirir. Bu konu hakkında faydalı olacak şeyleri, inşaallah, Allahu Teala’nın geçerli kabul ettiği “halk indinde olan din”i açıkladıktan sonra ortaya koyacağım. İmdi, (Hak ve halk indinde olan) her iki din de (fillerin yaratıcısının O olması bakımından) Allah’ındır. Ve (din, teslimiyet olduğundan ve teslimiyet senin fiillerinle ortaya çıktığından dolayı) ikisi de Allah’tan değil sendendir. Dinin Allah’tan olması, ancak işin aslı itibarıyladır. Allahu Teala şöyle buyurdu: “..onların başlattıkları ruhbaniyeti var kıldık..” Ve bu hikmetli kanunlar herkesin bildiği resul tarafından ve bildik özel yoldan (yani, vahiy yoluyla) Allah katından getirilmiş değildir. Ama, içerdiği hikmet ve zahirdeki faydadan dolayı konulmuş şeriatın [vaz’-ı meşru] amacına uygun bir şekilde ilahi hükümlere uyarlılık gösterdikleri için, Allahu Teala bu hikmetli kanunları “..onlar üzerine farz kılmadığı halde..” tıpkı Kendi koyduğu hükümleri geçerli kıldığı gibi geçerli kıldı. Ve Allahu Teala, Kendisiyle onların kalpleri arasında yardım ve rahmet kapısını açarak, onların kalplerine –kendileri bunun farkında olmaksızın– koydukları bu hükümleri yüceltmekliği yerleştirdi. Bu şekilde onlar ilahi öğretimle bilinen nebevî yoldan başka bir yolla Allah’ın rızasını isterler. İmdi, bu kanunları kendileri için bir hüküm olarak koyanlar ve kendileri için bu hükümler konmuş olanlar, “..ancak Allah rızasını istediklerinden dolayı, onları hakkıyla yerine getirdiler..” ve bu şekilde itikat ettiler — “..böylece, onlar arasından iman edenlere ödüllerini verdik; ve onların bir çoğu sapmıştır” [Hadîd Suresi, 57/27] yani, bu hükümlere teslimiyetten ve bunları yerine getirmekten uzaktırlar. Ve bu hükümlere teslimiyet göstermeyenlere, bu hükümleri (onların kalplerine ilham ederek) koymuş olan (Hak), kendilerini hoşnut edecek şeyleri onlara vermeyerek, teslimiyet göstermez [münkad]. Ama, emr (yani, uluhiyet ve rububiyet, Hak tarafından) teslim olmaklığı gerektirir. Ve bu, şu demeye gelir: Yükümlü olan, ya uymak suretiyle teslimiyet gösterir [münkad] veya karşı gelir. Kendi isteğiyle itaat edenin [muvafık-ı muti] durumu açık olduğundan, onun hakkında söze gerek yoktur. Karşı çıkan kimseye gelince; bu kişi, kendisine egemen olan karşı geliş nedeniyle Allah’tan, şu iki şeyden birini ister: bağışlanmak veya cezalandırılmak. Ve, kendi nefsinde bunlardan birini hakettiği için bunlardan biri olmak zorundadır. İmdi, kulun fiillerine ve bulunduğu haline göre, Hakk’ın teslimiyet gösterdiği doğrulanmış [color="LightBlue"] oldu. Böylece, etkiyici [müessir] olan, kulun halidir. Bu şekilde bakıldığında, din, verilen karşılık, yani hoş olan ve hoş olmayan bedel olur. Hoş olan şeyle verilen bedel şudur: “Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razıdırlar” [Mâide Suresi, 5/19]. İşte bu sevinç veren şeyle bir karşılıktır [color="LightBlue"]. Sevinç vermeyecek şeyle karşılık ise şudur: “Sizden zulmeden kimseye Biz büyük azabı tattırırız” [Furkan Suresi, 25/19]. “Ve Biz, onların günahlarından geçeriz” [Ahkaf Suresi, 46/16] de bir karşılıktır. Böylelikle, din’in bir karşılık olduğu ortaya çıkmış oldu. Çünkü, din İslam’dır ve bu da teslimiyet demektir. Ve Hakk’ın kula teslimiyeti, kulun halinin gerektirdiği karşılığı vermektir. Bu, o halde, dinin ne olduğunun zahirî açıklamasıdır. Bu söylenenlerin sırrına ve batınına gelince: din, Hakk’ın varlık aynasında bir tecellidir. Böyle olunca, mümkün varlıklardaki Hakk’a ait olan şey, bu mümkün varlıkların bulundukları hal içerisinde kendi zatlarının Hakk’a verdiği şeydir. Çünkü mümkün varlıkların bulundukları her halde, birer sureti vardır. Bundan dolayı, mümkün varlıkların hallerinin birbirinden farklı olmasından dolayı, suretleri de birbirinden farklıdır. Ve hallerinin birbirinden farklı olmasından dolayı da, Hakk’ın tecellisi farklı farklıdır. Sonuçta Hakk’ın kuldaki etkisi [color="LightBlue"], kulun içinde bulunduğu hal üzre ortaya çıkar. İmdi, kula hayrı veren kulun kendisinden başkası değildir. Ve kendisine hayrın karşıtını veren de kendisinden başkası değildir — o, kendi zatını nimetlendirir ve azaplandırır. Yerecekse sadece kendi nefsini yersin ve övecekse sadece kendi nefsini övsün! O halde, Hakk’ın onlara ilişkin ilminde apaçık delil [hüccetü’l-baliğa] vardır — çünkü ilim, malum’a tabidir. |
Yakub Kelimesindeki Hikmet-İ Ruhiyye
Şimdi, meselenin biraz daha derinine inip, daha bir ötedeki şu sırrı ortaya koyalım: mümkün varlıkların asılları yokluktur ve bu değişmez. Ve mümkün varlıkların nefslerinde ve aynlarında, içinde bulundukları hallerin suretine bürünen Hakk’ın varlığından başka bir varlık yoktur. İmdi sen haz ve acı duyanın kim olduğunu ve hallerden herbir hali izleyenin ne olduğunu bildin — ve bundandır ki, bir hali izleyen bir sonraki hal (yani, karşılık), (“takip” kökünden gelen) “ukubet” ve “ikab” olarak adlandırılmıştır. İyi olsun, kötü olsun her durum için bu geçerlidir; ama toplumsal uylaşım, bu sonucu, iyi olan şeyler için “sevap” ve kötü şeyler içinse “ikab” olarak adlandırdı. İşte, bundandır ki, din “âdet” (yani, tekrarlama) olarak adlandırıldı veya bu şekilde yorumlandı. Çünkü (mümkün varlığın veya kulun) halinin gerektirdiği veya talep ettiği şey geri döner. Böyle olunca, din âdettir. Şair şöyle der: “Ümm el-Huvaris’in önünde böyle yapmak senin dinindi,” yani, âdetindi. Ve âdet denince anlaşılan, bir şeyin kendi özgün haline dönmesidir; ama bir şeyin önceki haline, öncekinin aynısı olarak dönmesi olabilir bir şey değildir. Ve âdet denince de, bir şeyin kendini tekrarlaması düşünülür. Ama âdet, akılla-kavranabilir olan bir hakikattir ve birbirine benzeyen suretlerde vardır. Biliriz ki, Zeyd insanlık itibarıyla Amr’ın aynısıdır. Ama burada insanlık tekrarlanmış değildir; eğer öyle olsaydı, çoğalırdı. Ne var ki, insanlık tek bir hakikat [hakikat-ı vahid] olduğundan çoğalmaz. Yine biliriz ki, Zeyd’in birey olmaklığı, Amr’ın birey olmaklığının aynısı değildir. İmdi, her ikisi de birey olmakla birlikte, birey olarak Zeyd, birey olarak Amr’ın aynısı değildir. Dolayısıyla biz, bu benzerlikten dolayı his olarak insanlığın yinelendiğini, hüküm olarak da yinelenmediğini söyleriz — dolayısıyla bir yönden tekrarlama [âdet] varken, bir yönden de tekrarlama yoktur. Aynı şekilde, bir yönden bakıldığında karşılık [color="LightBlue"] vardır ve bir diğer yönden bakıldığında da karşılık yoktur — çünkü karşılık da mümkün varlıktaki bu mümkün varlığın hallerinden bir haldir. Bu meseleyi bilenler, bu meseleyi gereğince açıklığa kavuşturmadılar. Bu konuda cahil olduklarından değil; bu mesele, yaratılanlar üzerinde egemen olan kader sırrına ilişkin olduğundan, bu meseleyi açıklamaktan kaçındılar. Bil ki, hekimlerin tabiata hizmet ettiği söylendiği gibi, resul ve vârislerinin de genel olarak ilahi emre hizmet ettikleri söylenir. Halbuki onlar, işin aslına bakılırsa mümkün varlıkların hallerine hizmet ederler. Ve yaptıkları hizmet, bu mümkün varlıkların değişmez aynlarının içerisinde bulunduğu hale göredir. Bunun ne şaşılası bir şey olduğuna bak! Burada istenir olan hizmet edici, hizmet ettiği kişi için yazılmış olanı (yani, değişmez ayn’ını) hal ve söz ile bilen hizmet edicidir. Çünkü hekim için, ancak tabiatın suyuna gittiği ölçüde tabiata hizmet edici denebilir. Tabiat, hastanın bedeninde özel bir mizaç oluşturmuştur ki, bu kimse bu nedenle “hasta” olarak adlandırılır. Ve eğer hekim (bu durumda) yardım edecek olsaydı, sadece hastalığı artırmış olurdu. Böylelikle, hastanın bedenini iyileştirmek için tabiatı hastalıktan alıkoyar. Ne var ki, sağlık da, hastalığa neden olan mizaca karşı olan başka bir mizaç oluşturulmasıyla elde edilebileceği için, sağlık da yine tabiattandır. İmdi, bu durumda, tabiata hizmet edici değildir ve tabiata ancak hastanın bedenini iyileştirmeyerek hizmet edebilir. Ve o hasta mizacı değiştirmesi de yine tabiat iledir. Tabiata genel yönden [vech-i amm] değil, özel yönden [vech-i has] hizmet ederek, bu yönde çaba harcar. Çünkü böylesi bir meselede, geneli kapsayacak bir yaklaşım yoktur. O halde hekim, tabiata hem hizmet eder, hem de etmez. Resullerin ve vârislerinin Hakk’a hizmetleri de bunun gibidir. Hak (ilahi emir ile) yükümlü olanların hallerine iki yönden hükmeder. Kul üzerindeki emir, Hakk’ın iradesinin gerektirdiği şekilde ortaya çıkar. Ve Hakk’ın iradesi de, Hakk’ın ilminin gerektirdiği şeye ilişkilenir. Ve Hakk’ın ilmi de, bilinen’in (yani, ayn-ı sabitenin) kendi zatından Hakk’a verdiği şeye ilişkilenir. Dolayısıyla kul, ancak kendi (ayn-ı sabitesinin) suretiyle zahir olur. Böyle olunca, resul ile vâris olan, Allah’ın iradesine değil, Allah’ın iradesiyle olan ilahi emre hizmet eder. Resul ve vâris olan, yükümlü olan kişinin mutluluğunu istediğinden dolayı, ona ilahi emir ile gelir. Eğer ilahi iradeyle gelseydi, öğüt vermezdi. Halbuki resul ve vâris ancak ilahi irade ile öğüt verir. İmdi, resul ve vâris, nefsler için uhrevî (yani, ahlakî ve manevî) hekimdir. Allah emrettiğinde, O’nun bu emrine uyar. Allahu Teala’nın emrini gözetir ve O’nun iradesini gözetir ve Hakk’ın, Kendi iradesine aykırı şeyle kendisine emrettiğini görür. Halbuki yalnızca Hakk’ın irade ettiği şey olur. Ve böyle olduğundan (yani, Allah irade ettiğinden) dolayıdır ki, emir ortaya çıktı. İmdi, emri diledi, ortaya çıktı; ve emrolunana emredip de, ortaya çıkışını dilemediği şey de, emrolunandan ortaya çıkmadı. Bu durum, “karşı gelme” ve “isyankarlık” olarak adlandırılır. Durum böyle olunca, resul tebliğ edicidir, başka bir şey değil. İşte bunun için Resul (sav), içerisindeki “..emrolunduğun gibi dosdoğru ol” [Hud Suresi, 11/112] sözünden dolayı, “Hud suresi ve benzerleri beni ihtiyarlattı” buyurdu. İmdi, onu “emrolunduğun gibi” sözü ihtiyarlattı. Çünkü, Allah’ın iradesine uygun olan ve dolayısıyla gerçekleşebilecek bir şeyle mi, yoksa Allah’ın iradesine aykırı olan ve dolayısıyla da gerçekleşmeyecek olan bir şeyle mi emrolunduğunu bilmiyordu. Ve hiç kimse, Allah’ın iradesinin neye hükmettiğini bilemez. Bunu ancak irade ettiği şeyin gerçekleşmesinden sonra bilir. Ama Allah’ın basiret gözünü açtığı kimse bunun dışındadır. Bu kimse, mümkün varlıkların aynlarını değişmez oldukları hal üzre idrak ederek, gördüğü şey doğrultusunda hüküm verir. Ve bu durum, insanların bazılarında (yani, nebiler ve kâmil velilerde) zaman zaman olur, ama her zaman olmaz. Nitekim, Hak Teala, “De ki: Benim ile ve sizin ile ne işlenir, bilmem” [Ahkaf Suresi, 46/9] buyurarak, örtüyü [color="LightBlue"] apaçık kıldı — ve istenen, ancak kimi özgül şeylerden haberdar olmaktır, başka değil. Ahmet Baydar |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.