Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Forum İslam > İslami Genel Konular

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
, mezhepler, tarihi, «´¯, ¯`»

Cevap : (¯`*» ♥ Mezhepler Tarihi ♥ «*´¯)

Eski 10-18-2011   #16
karamela
Varsayılan

Cevap : (¯`*» ♥ Mezhepler Tarihi ♥ «*´¯)



EŞ´ARi MEZHEBİ

Ebu'l-Hasen el-Eş'ârî'nin (324/935-36) öncülüğünü yaptığı, kelâm metodunu benimseyen kelâm ekolü Çoğulu "Eşâ'ira" gelir
Eş'ariyye ismi, her ne kadar, Ehl-i Sünnete mensup iki ekolden birisinin ismi olsa da, bu ekolün ortaya çıkışı dikkate alındığında, ehl-i bidata mukabil kullanılması itibariyle genel anlamda Mâtûridîyye'yi de içine alarak, Ehl-i Sünnet'in genel ismi olarak anlaşılmaktaydı Zira, o yıllarda akaidin önemli meselelerinden birini teşkil eden Allah'ın sıfatları meselesinde birbirine zıt iki görüş ileri sürülüyordu Bunlar, sıfatları kabul eden Selefiyye görüşü ile onların bir kısmını kabul etmeyen Muattıla görüşü idi Selefiyye'ye sıfatları kabul etmesi sebebiyle "Sıfâtiyye" deniliyordu Eş'ârî Selefiyye'ye geçtikten ve Eş'ariyye ekolünün temsilcisi olduktan sonra, sıfatları kabul eden Ehl-i Sünnete "Eş'ârîyye" denilmiştir İşte bu bakımdan Eş'ârîyye, ehl-i bid'ata mukabil olarak kullandığı takdirde Maturidiyye'yi de içine almaktadır (Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi 153 Ayrıca kaynaklar için bk Şehristânı, el-Mile'l 1/92-93; İzmirli, Yeni İlm-i Kelâmı/l 10)

Eş'ârîyye Mezhebi, Mu'tezile'ye karşı bir anti-tez olarak doğmuş ve selef akidesini esas almıştır Fakat, akaid meselelerinin ele alınışında kelâmı bir istidlâl kullanılmış, te'vile yer verilmiştir Eş'ariyye'ye mensup kelâm âlimleri zamanla te'vile daha çok yer vermişler, zaman zaman da kelamda yenilikler yaparak, Kelâm ilmini felsefe ile meselelerini tartışabilecek bir güce kavuşturmuşlardır Gazzâlî'nin faaliyetleri bu hususun en canlı örneği olarak ele alınabilir Kısacası, Eş'ârî kelâmında aklın büyük önemi vardır Zira, ortaya çıkışındaki ortamda bunun böyle olmasını zorunlu kılıyordu

Eş'ârîyye ekolü önce Irak ve Suriye'de yayılmış daha sonra da Nizamiye medreselerine Eş'ârî âlimlerinin tayin edilişiyle geniş bir alana yayılma imkânı bulmuş ve Mısır ile Mağrîb ülkelerine kadar yayılmıştır

Eş'ârî'den sonra bu ekole mensup olarak, ortaya atılan fikirleri geliştiren âlimler arasında şunları saymak mümkündür: Ebû Bekir el-Bâkıllânî (403/1012-1013); İmâmu'l-Haremeyn Cüveynî (478/1085-86); Ebû Hâmid Gazzâli (505/1111); Şehristânî (548/1153-54); Fahru'd-din Râzı (606/1209-10); Sayfullah Âmidî (631/1233-34); Beydâvî (685/1286 -87); Sa'dud-din Teftâzânî (793/139091); Seyyid Şerif Cürcânî (816/141314); Celâlu'd-din Devvânı(908/1502503)

Eş'ârîyye ekolünün genel görüşlerine gelince; Bunları bir fikir vermesi açısından ana hatlarıyla şöyle sıralanabilir: Ancak bu görüşleri tam anlamıyla ifade edebilmek için dayandıkları esaslar ve istidlâl yollarıyla, delilleriyle ele almak en doğru yol olacaktır Bu da burada mümkün olmadığı için bunları ana başlıklarıyla verme yolunu tercih ediyoruz

1 Ma'rifetullah: Akıl hiç bir şeyi vâcip kılamaz Akıl, Allah'ı bulabilecek güçte bile olsa, Allah'ı bilmek şer'an vaciptir Aklen bir vucûbiyyet yoktur Şeriattan, dinden- haberi olmayan insan, hiç bir şeyden sorumlu değildir

2 Nübüvvet: Nübüvvet için erkek olmak şart değildir Kadında peygamber olabilir

3 Cüzi İrade: Cüzi irade müstakil değildir, onu da Allah yaratır

4 Kesb: Kesb, insan gücünün, güç yetirilen şeyle birlikte olmasıdır Eş'ârîyye ekolünde kesb anlayışı kapalı bir şekilde anlatılmıştır Bu yüzden anlaşılması diğer meselelere göre daha zordur

5 Husn ve Kubh: Husn ve kubh şer'îdir, akıl ile idrak olunamaz Ancak Allah'ın emir ve yasağı ile bir şeyin iyi ya da kötü olduğu bilinir Bir şey emredilmiş ise iyidir, nehyedilmiş ise kötüdür Emir ve nehiy olmadan iyilik ve kötülük bilinemez

6 Tekvin: Tekvin hakiki bir sıfat olmayıp, itibarı bir sıfattır, kudret sıfatının bir taallukudur

7 Sebep ve Hikmet: Allah'ın fiilleri bir hikmete göre olmadığı gibi bir sebebe de bağlı değildir Çünkü Allah, yaptıklarından sorumlu değildir

8 Güç Yetirilemeyen Şeyle Teklif: Allah'ın insanın gücünün dışında kalan bir şeyin yapılmasını emretmesi ve kullarını bununla mükellef tutması caizdir Ama böyle bir durum vaki olmamıştır

9 İbadet Mükellefiyeti: Kâfirler iman etmekle mükellef oldukları gibi, ibadet etmekle de mükelleftirler İbadet etmedikleri için ayrıca ceza göreceklerdir

10 İrtidad: Dinden çıkmış olan, yeniden iman ederse amelleri de kendisiyle geriye dönmüş olur

11 Kelâm-ı Nefsı: Kelâm-ı Nefsî'nin işitilmesi caizdir

12 Kur'an-ı Kerîm: Kelâm-ı nefsî durumundaki Kur'an mahluk değildir O Allah'ın kelâmıdır Ses ve harflere muhtaç değildir Elimizde bulunan mushaf ise, ses ve harflere muhtaç olan kelâm-ı lâfzîdir ve mahluktur Allahu Teâlâ şöyle buyurur: "Bir şeyi(n olmasını) dilediğimiz zaman sözümüz ancak ona "ol" dememizden ibarettir O da derhal oluverir" (en-Nahl, 16/40) Kur'an yaratılmış olsa idi, Allah kendi sözü olan Kur'an'a ol demiş olacaktır Halbuki "ol' sözü de Kur'ân'dadır

13 Ezelde Ma'dûma Hitab: Yüce Allah'ın hitabının ezelde ma'duma (yokluk) taalluk etmesi caizdir Buna göre Yüce Allah ezelde mütekellimdir

14 Tevbe-i Ye's: Ümitsizlik halinde yapılan tevbe makbuldur

15 Şefaat: Şefaat haktır ve kıyamet günü gerçekleşecektir

16 Rü'yet: Yüce Allah'ın ahirette mü'minler tarafından gözle görülmesi mümkündür ve görülecektir Bu hem aklı deliller hem de naklî deliller ile desteklenmiştir Allahu Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurur: ''O günde (kıyamette) peygamberlerin velilerin ve müminlerin yüzleri apaydınlıktır Rablerine orada hiçbir engel olmaksızın bakıcıdırlar'' (el-İnsân, 75/22-23)

Abdurrahim GÜZEL

__________________

zemheride taşa taş bile kuytu olurken, sen benim başıma kar yağdırıyorsun

gölge etme, başka ihsan istemez



Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : (¯`*» ♥ Mezhepler Tarihi ♥ «*´¯)

Eski 10-18-2011   #17
karamela
Varsayılan

Cevap : (¯`*» ♥ Mezhepler Tarihi ♥ «*´¯)



HURUFİLİK

Batıl inançlara sahip bir fırka ve uydurulmuş bir inanç sistemi

Hurûf, harf'in çoğuludur Harf, Arapça'da alfabeyi teşkil eden işaretlerin her biridir Söz manasına gelir

Hurûfî, Arapça sıfat olup, İlm-i hurûf ile ilgili olarak harflerin sırlarına dair itikat ve düşünceye inanan kişi demektir

Hurufilik inançlarının temeli ilm-i huruf'un hurâfe fikirleri üzerine kurulan bir fırkadır (Luğatnâme, XI s 476; Hurûfîyân, s 229) Çok eskilere dayanan bir mazisi olmasına rağmen, Hurufilik denince, İran'da Esterâbâd Kadiu'l-Kudâtı'nın oğlu olàn Fazlullâh el-Hurûfi (740-796/1340 1394)'nin XlV asrın sonlarında kurup bir sistem halinde geliştirdiği fırka anlaşılır

Asırlar boyunca bir takım harf ve rakamlar mukaddes sayılmış ve bunlara muhtelif anlamlar verilerek, Allah'a mahsus sırların bunlar da gizlendiği düşüncesi kabul edilmiştir Çok eski çağlardan bu yana insanoğlu zaman zaman, gökte veya yeryüzünde varlığı kabul edilen gizli kuvvetlerden istifade yollarını araştırmıştır; çözemediği esrarlı hadiselerden önceleri korkmuş, sonraları onlardan faydalanma yollarını aramıştır Mevcudiyeti kabul edilen bu kuvvetler harf ve şekillerle tasvir edilmiştir Neticede bu tabii ilimler önce efsûn (büyü), tılsım ve sihirbâzlık şeklinde ortaya çıkmıştır Mısır'da Hz Musa'dan evvel Kıptîler sihir ve tılsımla uğraştıkları gibi, Nebâtî, Keldânî ve Süryânîlerden ibaret olan Babil halkının da bu ilimlerle uğraştığı ve eserler meydana getirdikleri bilinmektedir (İbn Haldun, Mukaddime, III, 1)

Hurûfiliğin bilinen ilk şekli, mutasavvıflar tarafından yazılıp tasnif edilmemiş bir takım işaretlerden ibarettir (Rıfkı Melûl Meriç, Hurûfilik, s 2) Havâs ile uğraşanlar bunları kısımlara ayırarak üzerlerinde çalışmışlardır Böylece bu araştırmaların sonunda ortaya çıkan Luğâz, Muammâ, Remil, Fâl, Cifr, Vefk, Azâyim ve Nucûm İlm-i Hurûf'un şubeleri sayılmıştır (Keşfû'z-Zunûn, I 650-651; Mevzûâttu'l-Ulûm, I, 130-136, 389-399)

Buna benzer inançlar eski Hind'de, Yunan'da, Mısır'da, Musevîlik ve Hıristiyanlıkta da mevcuttur Hindûlara göre sayılarla harfler arasında bir münasebet vardır Üç, yedi, on ve kırk rakamları kutsal olduğu gibi, her sayı bir şeye işâret eder Meselâ Pythagorasçılar, âlemin aslının sayı olduğunu ve eşyanın da bundan meydana geldiğini ileri sürerler Eşyanın aslı sayı olduğuna binaen, sayının aslı da bir'dir Bu bir, bir'e tatbik edilirse nokta olur Noktaların hareketi çizgiyi, çizginin hareketi sathı, satıh da cismi meydana getirir Bundan da his, idrak ve akıl çıkar (Felsefe Tarihi, s 22-23)

Pisagorcularda üç rakamı ilk sayılır Dört, unsurlara işaret eder İki, kadın demektir Üç ile ikinin toplamı olan beş, evlenmeyi gösterir Üç ile üç'ün toplamı olan altı, her şeyin altı cihetine işarettir Yedi, dört unsurla buûdu, varlığı gösteren ilk sayıdır Yani üç ile dördü gösterdiğinden kutlu bir rakamdır Onda mükemmeldir Üç ve yedi adına and içilir (Veled İzhudak, Mesnevı Tercümesi, V, s 366)

Havas ile meşgul olanlar harfleri rakamlarla açıklayarak eski çağlarda "Ebced" kelimelerini sihir ve büyüde kullanmışlardır Burada elif'den gayn'a kadar her harf` bir tanrı ismi ile tabiî güç mukâbilidir Böylece sayı ve harf arasındaki ilgiden bir sır sistemi kurulmuştur Meselâ, efsûn ve muskalarda, harfler sayı değerlerine göre toplanır ve bu toplamın cinler âlemi ile münasebeti olduğu kabul edilir

Hristiyanlıkta bunun bir başka örneğini görürüz Ahd-i Cedîd (Vahy-i Yuhanna, 1 Bâb, 8 ve XX Bâb, 6)'da ilk harf "elif" ve son harf olan "ye"nin iptidâ ve intihâya, yani başlangıç ve sona delâlet ettiği bildiriliyor Ayrıca Musevîlerin Yunan felsefesi'ne dayanan Kabalizm'i Tevrat ve Zebûr'un zahiri manasıyla iktifa etmeyerek, kutsal kitabın harflerinden gizli manalar çıkarmaya uğraşmaktır(Hilmi Ziva Ülken, İslâm Feisefesi, s24-25)

İslâm âleminde ise harflerin bazı husûsiyetlere sahip olduğu inancı oldukça eskidir (Ali Ekber Dehhuda, Luğatnâme, XI s 476) Bu itibarla Kur'an'ın yirmi dokuz sûresinin basındaki harflere çeşitli anlamlar verilmiştir İslâm uleması arasında hurûf ile uğraşanların başında Hallâc-ı Mansûr (ö 922) ibn Nedim (ö 987)'den sonra ibnü'l-Arabî (1165-1240), ibn-i Haldûn (1332-1406), Abdurrahman-ı Bistâmî (ö 1454) ve Sarı Abdullah Efendi (1584-1660) gelir

İslâm Dünyası'nda Hurûfîliği bir inanç sistemi, bir fırka halinde yayan Esterâbâdlı Fazlullâh-i Hurûfî'dir XlV asrın sonlarında İran'da Timur'un saltanatında (1370- 1405), tarikat ehlinin büyük müsâmaha gördüğü zamanda Fahlillâh-i Hurûfi, bugün Gurgan diye bilinen, İran'ın Hazar Denizi'nin güney-doğu kıyılarına yakın Esterâbâd şehrinde fırkasını yaymaya başlamıştır

Eski devirlerden beri batını akidelerin kök saldığı İran'da kendi fikirlerini bu batınî metodlarla kurmaya çalışmış olan Fazlullâhi Hurûfi Bâtıniyye'den Şeyh Hasan-i Cûrî (ö 743/1342-3) ve O'nun halifelerinin tesiri altında kalarak fırkasını kurmuştur Fazlûllâh, Bâtınîlerin te'vil metotlarını en iyi bir şekilde değerlendirerek, harflerin önemini ve onların sayılarla olan münasebetlerini ortaya koymuş, dînî emîr ve hükümleri Arap ve Fars alfabelerindeki yirmisekiz ve otuziki harfe irca etmiştir Allah'a ait sırların harf ve sayılarda gizlendiği kabul edilen manalarını çözmeğe çalışmış; gelecekteki hadiseleri önceden keşf için faydalanılan Ulûm-i garibe ve Ulûm-i harfiye yanında ilm-i hurûf'un esaslarını ortaya atarak bu bilgiyi orijinal bir şekle sokmuştur

Fazlullâh-i Hurûfî, otuz iki yaşında iken kurduğu fırkayı, önceleri Tebriz ve İsfahan'da yaymaya başlamış ve yaptığı rüyâ tabirleriyle büyük şöhret kazanmıştır Kurduğu Hurûfîlik fırkası kısa bir zamanda iran'ın her tarafına yayılmıştır (Abdulbaki Gölpınarlı, Hurûfilik Metinleri Kataloğu, s 7)

Fazlullâh Arap Alfabesindeki yirmisekiz harf yerine Fars Alfabesindeki otuz iki harfi esas almıştır Kur'ân-ı Kerim'e karşılık olmak üzere, Farsça, Câvidân-nâme ismiyle kendi fikirlerinin ana kaynak kitabı olan eserini telif etmistir

Fazlullâh-i Esterâbâdı'nin dini görüşleri yani akîdesi Şeriata muhâlif görüldüğünden, tevkif edilerek Alıncak Kalesi'nde yapılan muhâkemesi sonunda, Timur'un oğlu Mırân Şâh (1404-1407)'ın emriyle (796/1394)'de boynu vurularak katledilmiştir (Dânişmandân-ı Azerbayean, s 387; Hurûfîyân, s 232)

Hurûfî Akîdesi

Hurûfîliğin kurucusu Fazlullâh'a göre, İslâm mutasavvıflarının da belirttiği gibi, Allah gizli bir hazine (kenz-i mahfî) olup; her şeyin hakikati, mevcudiyeti ve ruhu ise seslerdir (Clément Huart, Hurûfîlîk, İA, V/ l, s 598) Gizli bir hazine olan Allah'ın ilk tecellisi kelâm şeklinde görülen seslerden ibarettir Sesin (savt) kemâli kelâm, yani sözdür Kelâm ise ancak insanlarda zuhûr eder ve kendisini sesle gösterir Kelâm bir takım unsurlar halinde bazı şekiller alır Bu unsurlar Arap ve Fars Alfabelerinin yirmi sekiz ve otuz iki harfidir Söz ise harflerden meydana gelmiştir Ses canlılarda bilfiil; cansız varlıklarda bilkuvve mevcuttur Cansız bir maddeyi diğer bir cansıza vurursak, onun cevheri olan ses ortaya çıkar Bu, canlılarda irade ve istekle meydana gelir Nebâtatta yüksek bir tecelli halinde zuhûr eden savt, hayvanda kemâl ve insanoğlunda ise ekmel bir halde zâhir olur (Câvidân-nâme'nin Nesimî'ye Tesiri, s 30-31, 66)

Hurûfiler âlemin sonsuzluğuna, daimî bir deverân hareketine ve hareketten tabiî hadiselerin meydana geldiğine inanırlar Cenâb-ı Hak bir insanın yüzünde tezâhür ve insanı temyîz eden bir kelâmdır Bu kelâmın unsurlarında da bir sayı değeri vardır Böylece bütün varlıkların asıl unsuru olan yirmisekiz harfi insan yüzünde görmek mümkündür insan yüzünde doğuştan yedi hat vardır: iki kaş, dört kirpik ve bir saç insan bu yedi hat ile doğduğu için bunlara "hutût-ı ummiye" (ana hatları) denir Bunlar hâl ve mahâl toplamı ondört eder Yedi de "hutût-ı ebiye" (baba hatları) vardır ki, bunlar erkekte ergenlik çağında çıkar: Yüzün sağ ve sol yanlarında iki sakal kılları, iki yanağın iki tarafındaki (burun) kılları, iki bıyık ve bir de alt dudaktaki (enfaka) kılları Bunlar da hâl ve mahâl itibariyle on dört eder Ana ve baba hatlarının toplamı yirmisekiz olur ki, bu Kur'ân'ın yazıldığı yirmisekiz harfe tekabül eder

Bu hatlar hava, su, ateş ve toprak gibi dört unsurdan meydana geldiği için her biri dört telakki edilerek yedi ile çarpılırsa yine yirmisekiz elde edilir Eğer saçı ortadan ikiye bölersek, bu yedi hat sekiz olur Dört unsur ile çarpımı otuziki eder Bir başka şekliyle söylersek, ana ve baba hatları yedişerden ondört eder Hâl ve mahâl itibariyle ise yirmi sekiz; buna Farsça'daki (p, ç, j, g) harflerini eklersek otuziki elde edilir Ãlemde her ne varsa otuzikiye tatbik olunur Bütün kâinât dokuz felek, on iki hurç ve yedi seyyâreden ibaret olup, bunlara dört unsuru ilave edersek otuziki çıkar Otuzikinin dışında başka bir şey mevcut olamaz (İstivâ-nâme, s 6, 36, 48-49)

Hurûfiler, Kur'ân'da manası açık ve kesin âyetler (muhkemât) ile sûre başlarındaki (mukattaât) ve manası anlaşılamayan yani çeşitli te'vile musâit âyetler (muteşâbihât) hakkında, tefsir âlimleriyle aksi görüştedirler Kur'ân'ın sırrının yirmidokuz sûrenin başında gelen hurûf-ı mukattaâtda toplandığı kabul edilmiştir Bu harfler ondört adettir:

(elif-lam-ra/kef-he-ye-ayn sın/tı-sın/ha-me/gaf-nun)

Bu sûre başlarında gelen ve tekrarlanmayan ondört harfin meydana getirdiği mukattaâtı, Hurûfîler muhkemât sayarlar Hurûf-ı mukattaât kast edilirse yani, söylendiği gibi yazılırsa onyedi olur Bu harflerin imlâlarında: elif'de f, sad'da d ve nun'da v harfleri bulunur Bu üç harfin (f, d, v) ilâvesiyle hurûf-ı muhkemât onyedi olur Arap Alfabesindeki bu onyedi harfin dışında kalan(be-te-se-cim-ha-hı-zel-ze-şın-dat-zı-gayın) onbir harfe hurûf-ı müteşâbihât denir

Hurifîlerce asıl kelam-ı ilâhı bu ondört huruf-ı mukattaâttır ki, vech-i âdem (insan yüzü) ondan feth olunmuştur, denir insan yüzündeki ana hatlarının kendileri ve bulundukları yer itibariyle toplam sayıları olan ondört ile, hurûf-ı mukattaâtın ondört eşitliği buna delil gösterilir

(he-zel/mim-nun/gaf-dat-le/ra-be-ye) "Bu Rabbimin faziletindendir" (en-Neml, 27/40) ve "Bu Allah'ın faziletidir" (el-Maide, 5/54) beyânlarında olduğu gibi, Kur'ân-ı Kerim'de göçen (fazl:fe-dat-le) kelimesinden kastedilenin Fazlullâh-i Hurûfi olduğu ve insanın yüzünde de (Fazl:fe-dat-le) isminin okunduğu iddia edilir

Hurûfîler bütün dinî hükümleri kendi düşünceleri doğrultusunda izah ederler Kelime-i Şehâdet, namaz, oruç, hac ve zekât gibi bütün dinî hükümler te'viller ile hep yirmisekiz ve otuziki harfe tatbik edilerek açıklanır Rakam fazla veya eksik olursa, hesabı doğrultmak için ilm-i hurûf'un usullerine baş vurulur ve dört işlem yoluyla sonuca ulaşılır

Bu fırkanın düşüncesinin esası, insana en yüce mertebeyi vermektir Mevcûdât, mutlak varlığın tezâhürüdür Bu zuhûr kuvvet âleminden, yani melekûttan tabiat ve anâsır âlemine gelmiş, semâvâtla anâsırın birleşmesinden cemâdât, nebâtât ve insanlar meydana gelmiştir Bu zuhûr insan oğlunda kemâle ermiştir (hurûfîlik Metinler Kataloğu, s 19-20)

İran'da XIV asır sonlarında Esterâbâd havalisinde ortaya çıkan Hurûfîlik kısa bir sürede ülke sınırlarını aşarak Hindistan, Azerbaycan, Irak, Suriye, Anadolu ve Rumeli'ye sıçradı İran hudutları içinde sık takibâta uğrayan Hurûfîler, akidelerini yaymak, kendilerine bir yurt bulmak için bilhassa Osmanlı Ülkesine âdeta sığınmışlardır Fazl'ın baş halifesi Ali el-A'lâ (ö 822/1419) Anadolu'ya gelerek, Hacı Bektaş Tekkesi'nde inziva ederek Hurûfîliği yaymaya başlamıştır Câvidân'daki bütün illâhî teklifleri te'vil ve inkâr eden bölümleri, nefs-i ammârenin isteklerine uygun olduğundan kısa zamanda çok taraftar bulmuştur Hurûfi inançları Bektaşiler arasında "sır" adı altında yayılmıştır (Hoca İshak Efendi, Kâşifu'l-esrâr, s3-4) Yine bu fırkanın önde gelen halifelerinden İmadeddin Nesîmî (ö 821/1418) gibi kudretli bir şâirin tesiriyle ve onu takip edenlerin vasıtasıyla bu fırka uzun zaman Anadolu ve Rumeli'de yaşamıştır Nesimî'nin müridi şâir Refiî (IX/XV asır), Abdülmecid Ferişteoğlu (ö 564/1459) ve Virânî Baba (Xl/XVII asır) gibi Hurûfiler bu akımı daima canlı tutmuşlardır

Bir ara Hurûfiler Fatih Sultan Mehmed (saltanatı: 1451-1481)'in Sarayına kadar nùfûz etmişlerdir Ulemayı telâşa düşüren bu olayda, Vezir Mahmud Paşa (ö 879/1474)'nın gayreti ve Mevlânâ Fahreddin-i Acemî (ö 865/1460)'nin yardımıyla Hurûfiler korkunç bir şekilde cezaya çarptırılmışlardır (Taşköpri-zâde, Şekâyık-ı Nu'mâniye, trc Mecdı, s 81-83) Bundan sonra Anadolu ve Rumeli'deki Hurûfîler, kendilerini gizleyerek, ekseriye Bektaşî gibi görünerek varlıklarını uzun süre muhafaza etmişlerdir

XIV asrın ikinci yarısı sonlarında Hurûfîliğin İran'da ortaya çıkmasıyla beraber, kısa bir müddet sonra bu fırkanın esasını ve prensiplerini ortaya koyan pek çok eser telif edilmiştir Zaman zaman tâkibâta uğrayan bu fırkanın taraftarlarıyla beraber kitaplarının da yok edilmesine rağmen halen dünyanın muhtelif kütüphanelerinde Hurûfî eserlerine rastlanmaktadır (Ali Ekber Dehhuda, Luğat-nâme, XI, s 488)

Hurûfi fırkası'nın harf ve sayı nazariyesinin esasını bir sistem olarak ortaya koyan eserlerin başında Fazlullâhî Hurûfı'nin Câvidân-nâme adlı eseri gelmektedir Bu, Hurûfîliğin ana kaynak kitabıdır Bundan başka Fazl'ın Arş-nâme, Muhabbet-nâme, Nevm-nâme ile bir Dîvân ve Vasiyetnâme adlı eserleri bulunmaktadır Fazlullâh'ın baş halifesi olan Ali el-A'lâ'nın Klyâmet-nâme ve tevhîdnâme'si; Nesîmî'nin Dîvân ve Mukaddimetu'l-Hakâik'i; Emîr Giyâseddin'in İstivâ-nâme ve Mektub'u; Mır Şerîf'in Hacnâme, Mahşer-nâme ve Beyânu'l-vâkî'si; Refiî'nin Beşâretnâme ve Gençnâme'si; Abdulmecîd Ferişteoğlu'nun Işk-nâme ve Ahiretnâme; Yemınî'nin Fazîlet-nâme'si; Muhîtî'nin Dîvân'ı; Misâlî'nin Dîvân'ı; Arşî'nin Dîvân'ı; Hamza Dede'nin Câvidân-nâme şerhleri; İskurt Muhamed Dede'nin Salât-nâme'si; Emîr İshak'ın Turâb-nâme'si gibi eserleri Hurûfiliğin diğer kaynakları olarak sayabiliriz (Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Kataloğu, III-VII; A/i Ekber Dehhuda, Luğat-nâme, XI, s 488)

Hüsamettin AKSU

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : (¯`*» ♥ Mezhepler Tarihi ♥ «*´¯)

Eski 10-18-2011   #18
karamela
Varsayılan

Cevap : (¯`*» ♥ Mezhepler Tarihi ♥ «*´¯)



HİZB, HİZBULLAH, HİZBÜŞSEYTAN

Bir kişinin görüşüne uyarak kendisiyle birlikte bulunan dost ve arkadaşları, belli bir görüş ya da unsur çevresinde oluşan topluluk, parti Kavim, kabîle gibi tarihsel ve toplumsal bir oluşumla ortaya çıkan topluluğa hizb denildiği gibi; bir kişi, inanç ya da düşünceye taraftarlıkla toplumdan ayrışan siyasî ve itikâdî topluluklara da hizb (hizib) adı verilir Bu nedenle Kur'ân, tanımına uygun müslümanlar topluluğunu "hizbullah", tâğut ve şeytanların peşinden giden insanları da "hizbüşşeytan" olarak adlandırır Her hizib, kendi içinde sıkı bir dayanışma, yardımlaşma ve taraftarlık bilinciyle hareket ederken,diğer hiziblerle ilişkilerinin temelini sakınma, korunma ve düşmanlık duyguları belirler Müfessirler, Kur'ân'daki Hizbullah kavramını "Şi'atullah (Allah'ın taraftarları)", "Ensârullah (Allah'ın yardımcıları", "Evliyaullah (Allah'ın dostları" ve "Cündullah (Allah'ın askerleri)" gibi deyimlerle karşılamaları, hizb'in bu temel özelliklerini yansıtma amacına yöneliktir
Kur'ân, hizb kelimesini tekil biçimiyle yedi âyette (5/56,18/12, 23/53, 30/32, 35/6, 58/19-22) dokuz defa, çoğul biçimiyle de dokuz âyette (11/17 13/36, 19/37, 33/20-22, 38/11-13, 40/5-30, 43/65) on defa kullanır Bu kullanımların üçünde Allah'ın hizbi, partisi anlamında "Hizbullah", ikisinde Şeytan'ın hizbi, partisi anlamında "Hizbüşşeytan" biçimindeki terkiblerle özel iki toplum dile getirilir Diğer kullanımların birisinde kelime Hizbüşşeytan'ı belirtirken, geriye kalanlarda topluluk, kabile, parti gibi genel anlamları dile getirir

Hizbullah'tan söz eden ilk âyet (el-Mâide, 5/56), mü'minlerin niteliklerini sergileyen bir dizi âyet içinde yer alır Buradan yola çıkarak Hizbullah'ın Kur'ân'ın tanımladığı mû,minler topluluğu olduğu söylenebilir Fakat Hizbullah'ı tanımlayan asıl âyet, belirlenen niteliklerin siyasal ve toplumsal bir boyutunu ortaya koyması bakımından ayrıca önemlidir Çünkü, mü"minler toplumunun bir hizbi, hem de Allah'ın hizbi olarak tanımlanmasında asıl belirleyici olan imanın bu boyutudur Âyet bu boyutu, "Allah'ı, O'nun Rasûlünü ve mü'minleri velî edinmek" biçiminde ifade ediyor Hizbullah deyiminin iki defa geçtiği diğer âyette (Mücâdele, 58/22) aynı boyutun diğer bir yönü delil getiriliyor Bu da " Babaları, kardeşleri, oğûlları ya da kabîlesi de olsa, Allah'â ve Rasûlü'ne düşman olanları sevdikleri (meveddet duydukları) görülmemektedir"

Velî edinmek; dost tutmak, yardımlaşmak, otoritesine boyun eğmek, görev ve yetkilerini tanımak gibi anlamlan; meveddet ise sevgi üzerine kurulu bağları ve bunun sonucu olan velâyet ilişkilerini dile getirir Buna göre Hizbullah, Allah'ın ve Rasûlü'nün otoritesine boyun eğen, İslâm'a teslim olan, içlerinden seçtikleri yöneticilere itaat eden, birbirleriyle yardımlaşan, dostluk ve dayanışma içinde bulunan diğer yandan da en yakın akrabaları da olsa, İslâm düşmanlarını sevmeyen, onlarla işbirliği yapmayan, onlara yardımda bulunmayan mü'minler topluluğudur Bu topluluk, velîlerinin yalnız Allah, Rasûlü ve mü'minler olduğunun (el Mâide, 5/55) bilincinde bulunduğu kadar hıristiyan ve yahudilerin (5/51), İslâm'ı eğlence ve oyun edinenlerin (5/57) velî edinilmeyeceğinin, bunun onlardan olmak anlamına geleceğinin de bilincindedir Mü'minlerin İslâm inancı çevresinde yeni, bütünüyle farklı bir toplum oluşturmalarını ve Bedir örneğinde görüldüğü gibi, gerektiğinde en yakınlarına karşı hiç tereddüt etmeden savaşmalarını mümkün kılan toplumsal bağlar, yakınlıklar kurmalarını sağlayan bu bilinçtir Allah, Hizbullah olarak adlandırdığı bu bilinç içindeki toplumun kalplerine imanı yazar ve onları kendisinden bir ruhla destekler Âhirette cennete konulur ve orada ebedî olarak kalırlar Allah onlardan, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır Başarıya ulaşacak hizib de yalnızca budur (el-Mücâdele, 58/22)

Doğrudan Hizbüşşeytan deyimi kullanılmasa da Şeytan'ın hizbinden sözeden ilk âyet bir Mekkî sûrede yeralır Bu âyette mü'minler, Şeytan'ın düşmanları olduğu ve onun hizbini alevli ateşin halkından olmaya çağırdığı belirtilerek uyarılır (el-Fâtır, 35/6) Hizbüşşeytan deyiminin doğrudan iki defa kullanıldığı âyet ise Medenî bir sûrededir Bu âyette Hizbüşşeytan'ı oluşturan insanların şeytan tarafından kuşatıldıkları, Allah'ı unuttukları ve üstün gelemeyecekleri ifade edilir (el-Mücâdele, 58/19) İlk âyette Hizbüşşeytan adlandırmasına gidilmemesine ve yalnızca mü'minlerin uyarılması ile yetinilmesine karşılık ikinci âyette artık toplumsal bir olgu olarak ortada duran bir topluluktan, mü'minlerden ayn bir hizib oluşturan insanlardan sözedilir

Hizbüşşeytan'ı belirleyen nitelikler, Hizbüşşeytan adlandırmasının yapıldığı âyetten önceki beş âyette açıklanır Bunlar, Allah'ın kendilerine gazâbettiği bir topluluğu velî edinmişlerdir Bilerek yalan yere yemin ederler; gerçek ne mü'mindirler, ne de velî edindikleri kimselerdendirler Yeminlerini kalkan edinip Allah'ın yoluna engel olurlar Yalancıdırlar Özellikle Medine ortamı göz önünde tutulduğunda Hizbüşşeytan olarak tanımlanan insanların münâfıklar olduğu açıktır Münâfıklar, müslüman gibi göründükleri, içiçe yaşadıkları müslümanların sahip oldukları bütün haklardan yararlandıkları halde, gerçekte iman etmemiş kimselerdir Mü'minleri kendilerine inandırabilmek için yemin dâhil her yola başvurur, ancak her fırsatta Allah'ın yoluna engel olmaya çalışırlar Münâfıkları, eşdeyişle Hizbüşşeytan'ı gerçek mü'minlerden, Hizbullah'tan ayıran en temel özellik: Allah'ı Rasülü'nû ve mü'minleri değil, onların karşısındaki kimseleri velî edinmeleridir Nitekim âyetin indiği ortamda münâfıklar İslâm'ın ve mü'minlerin zaferini sonuna kadar engellemeye çalışmışlar, bu amaçlarına ulaşabilmek için hem müşriklerle, hem de yahudilerle işbirliği yapmışlardı Onların Hizbüşşeytan olarak adlandırılmasının temel nedeni de bu seçimleri oldu Kur'ân'ın getirdiği bu tanımlama, bize Hizbullah ile Hizbüşşeytan'ın ayrılması konusunda her zaman için uygulanabilecek değişmez bir kıstas vermektedir

Kur'ân, hizb kelimesine, Hizbullah ve Hizbüşşeytan'ı belirtmediği yerlerin büyük çoğunluğunda olumlu ya da olumsuz bir yorum getirmez Buralarda hizib; topluluk, kabîle gibi anlamlan dile getirir Buna karşılık dört yerde (18/12;19, 37, 23/53, 43/65) kelime belli bir toplumun parçalanmasına neden olan partileşme anlamında kullanılır Bunlardan üçû ehl-i kitab'la, biri de müşriklerle ilgilidir Ehl-i kitab'la ilgili âyetlerde bunların işlerini parçalayıp çeşitli kitaplara ayrıldıkları; her partinin kendi yanında bulunanla sevindiği el-Mü'min, 23/55); partilerin birbirleriyle ihtilafa düştüğü (Meryem, 19/37, Zuhruf, 43/65) belirtildikten sonra "Artık büyük bir günü görmekten ötürü vay kâfirlerin hâline" (19/37) ve "Acı bir günün azâbından vay o zâlimlerin hâline" (43/65) buyrularak hizibleşme küfür ve zulümle ilişkilendirilir Müşriklerle ilgili olan âyet de hizipleşmenin olumsuzluğunu dile getirir: "Dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular Her hizib kendi görüşleriyle avunur" (er-Rum, 30/32)

Hizibleşmenin anlamlandırılış biçimine bakılarak rahatlıkla Kur'ân'ın İslâm toplumunda hizibleşmeye izin vermediği söylenebilir Kur'ân gerçek mü'minlerin tek bir partiyi oluşturduklarını belirterek bunu Hizbullah olarak adlandırıyor İslam toplumunda bir vâkıa olduğu için kabul edilen ikinci parti ise, münâfıkların, şeytanın kuşattığı kimselerin oluşturduğu Hizbüşşeytan'dır Bunun dışındaki bütün hizibleşmeler Hizbullah'ın parçalanması anlamına gelir ki, bu da İslâm toplumunun Kur'ân'ın onaylamadığı ehl-i kitab'tan toplumların durumuna gelmesi demektir Oysa mü'minlerden istenen; kendilerine apaçık deliller geldikten sonra fırka fırka olup ihtilâfa düşenlere benzememektir Çünkü ihtilâfın sonu kaçınılmaz bir azâbdır (Âlu İmrân, 3/105)

Ahmet ÖZALP

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : (¯`*» ♥ Mezhepler Tarihi ♥ «*´¯)

Eski 10-18-2011   #19
karamela
Varsayılan

Cevap : (¯`*» ♥ Mezhepler Tarihi ♥ «*´¯)



KADİYANİLİK

Mirza Gulam Ahmet Kadiyânî (d 1835 ya da 1839- ö 1908) tarafından Hindistan Pencap-Kadiyan'da XIX yüzyılın sonlarına doğru kurulan dini hareket Kıyamet'e dair haberler üzerine kurulan Kadiyânilik, Mirzaiye ve Kadiyaniye adlarıyla da anılmakla birlikte hem kurucu ve bağlıları, hem de resmi belgeleri esas alan araştırmacılarca Ahmediye adıyla anılır Kendilerinin ayrı bir din ya da mezhep üyesi gibi görülmesini istemeyen Kadiyânîler, hareketlerini ahmediye Hareketi olarak adlandırırlar Bununla birlikte hareket İslam dünyasında daha çok Kadiyanilik olarak tanınmıştır
Gulam Ahmet, öğrenimini Kadiyan'da tamamladıktan sonra bir süre Sialkot'ta, bölge mahkemesinde memur olarak çalıştı (1864-1968) Hristiyan papazlar, Hindular ve Müslümanlarla sıkı bir ilişki içinde geçen dört yıllık memuriyet hayatı, Gulam Ahmet'in düşüncelerinin oluşumu açısından büyük önem taşır Mirza Gulam Ahmet, adını ilk kez Hindu ve Hristiyanların Müslümanlara saldırılarını yoğunlaştırdığı bir dönemde Kadiyan'da, yerel gazetelerde İslam'ı savunan yazılarıyla duyurdu (1877-1878) Başarısız bir ayaklanma (Sipahi Ayaklanması, 1857) nedeniyle İngilizler tarafından feci şekilde ezilen ve İngilizlerden Müslümanların öcünü alacak bir "Vadolunmuş Mesih" (el-Mesihu'l-Mev'ud) ve "Beklenen Mehdi" (el-Mehdiyu'l-Muntazar) düşüncesine kaptıran müslüman kitle, Mirza Gulam'a büyük ilgi gösterdi Bu ilgiyi iyi değerlendiren Mirza Gulam, ilk cildini 1880 yılında yayınladığı Berâhin-i Ahmediye adlı eserinin ilk iki cildinde bir yandan İslam'ı savunurken, bir yandan da kendisinin ilham, kerâmet ve kehanetlerinden söz ediyor ve bir "müceddid" olduğunu ima ediyordu Eserinin üçüncü ve dördüncü ciltlerinde ise vahyin kesilmediğini, Hz Peygamber'e tam olarak uyan birisinin onun dış ve iç (zahir ve batın) bütün bilgileriyle donanacağını öne sürüyor, sezgiye dayanan bilgilerinin Hz Peygamber'in bilgisini andırdığını söylüyor, bu yolla pek çok vahiy aldığını iddia ediyordu Bu iddialarının ve düşüncelerinin tepki çekmemesinden cesaret alarak kendisinin H XIV yüzyılın müceddidi olarak İslâm'ı yenilemek üzere gönderildiğini ilan etti (1885) Mirza Gulam Ahmet, kendisini müceddid ilan ettikten bir süre sonra taraftarlarından bey'at alarak müslümanlardan ayrı bir cemaat oluşturdu (1888) On madde halinde açıklanan bey'at şartlarına göre Mirza Gulam'a bey'at eden kimse şirkten ve her türlü büyük günahtan sakınacak, namazlarını, hatta gece namazını (teheccüd) aksatmadan kılacak, bütün insanlara iyi davranacak, her durumda Allah'a bağlı kalarak kendini O'na adayacak, Kur'ân'ın gösterdiği yolda yürüyecek, İslâm'a bağlılığa her şeyden çok değer verecek, dinini dünyanın üstünde tutacak ve kendisini her konuda Mirza Gulam'a bağlayarak ölünceye kadar ona itaat edecekti Bir süre sonra Mirza Gulam Ahmet, Kadiyânîlik'in temel düşüncelerinden birisini oluşturacak olan kendisine ilişkin iddialarını genişletti ve buna bağlı düşüncelerini geliştirdi (1891) Buna göre Hz İsa çarmıha gerilince ölmemiş, öldüğü sanılarak bırakıldığı mağara biçimindeki mezarında kendisine gelerek yaralarını "merhem-i İsa" denilen bir ilaçla iyileştirmiş ve İncil'i öğretmek için Keşmir'e gelmiştir Burada yüzyirmi yaşında vefat eden Hz İsa, Srinagar'da gömülmüştür Bu nedenle, Kıyamet öncesinde gelmesi beklenen Mesih, Hz İsa değil, Hz Muhammed'in ümmetinden yaratılış bakımından ona çok benzeyen birisi olacaktır Müslümanların beklediği Mehdî de ayrı bir kişi olmayacak, Mesih'le aynı kişi olacaktır Bu kişi de Mirza Gulam Ahmet'ten başkası değildir Mesih ve Mehdi olan Mirza Gulam, hem Hz İsa'nın, hem de Hz Muhammed'in ruhsal gücünü taşımaktadır Bu nedenle barışçıdır, cihadını kılıçla değil propaganda ile yapacak ve böylece İslâm'ı yayacaktır Bu aşamadan sonra Mirza Gulam, iddiasına yeni bir boyut daha katarak kendisinin nebî ve resûl olduğunu iddia etti (1902) Ne var ki bu nebîlik ve resûllük mecâzî anlamda anlaşılmalıdır Çünkü kendisi yeni bir din ve şeriat getirmemektedir Bir kaç yıl sonra da Mirza Gulam mesihlik, mehdilik, nebîlik ve resûllük niteliklerine Krişnalık niteliğini de ekleyerek kendisinin aynı zamanda Hinduların beklediği Krişna olduğunu açıkladı (1904) Bu tutumu ile Hindistan'da bulunan tüm dinleri birleştirme düşüncesine sahip olduğu söylenebilirse de bunda başarısız olduğu görülecektir Halkın eğilim ve beklentilerini iyi değerlendirerek düşüncelerini bu doğrultuda geliştiren ve bu nedenle birtakım insanların kendisine bağlanmasını sağlayan Mirza Gulam Ahmet'in ani ölümünden sonra hareketin başına Hakim Nureddin getirildi Bu sırada hareket içinde görüş ayrılıkları belirmekle birlikte Hakim, bir parçalanmaya imkân tanımadı Ortaya çıkan iki görüşten birine göre, Mirza Gulam'ın nebîliğini tanımayan müslümanlar kâfir sayılmalıdır; diğer görüş ise müslümanların tekfirine şiddetle karşı çıkıyordu Görüş ayrılıklarının giderek derinleşmesi ve Hakim Nureddin'in de ölümü üzerine Kadiyânîler Lahor ve Kadiyân kolu halinde ikiye ayrıldılar Kadiyân kolu kendisine "Mesih'in İkinci Halîfesi" ünvanıyla Mirza Gulam Ahmet'in oğlu Mirza Beşirüddin Mahmud Ahmet'i (d 1889-ö 1965) başkan seçti Mahmud Ahmet, babasının kâmil bir nebî olduğunu, ancak onun nebîliğinin Hz Peygamber'in Hatemü'l-enbiya oluşunu zedelemeyeceğini öne sürdü Merkezi 1947 yılında Kadiyân'dan Rabva'ya taşınan bu kolun başında şimdi Mirza Nasır Ahmet (d 1909) bulunmaktadır Kadiyânîlik'in Lahor kolu ise Hakim Nureddin'in ölümünden kısa bir süre sonra Lahor'a yerleşerek Mevlana Muhammed Ali'nin önderliğinde Ahmediye Encümen-i İşa'at-ı İslâm adlı bir örgüt kurarak çalışmalarını sürdürdü Lahor kolu Mirza Gulam Ahmet'in nebîlik iddialarını reddetti; mesihlik ve mehdilik iddiası üzerinde de hemen hiç durmadı Bu kol, özellikle kültürel çalışmalarıyla Afrika ve Avrupa'da İslâm'ın yayılmasına önemli katkıları oldu Lahor kolunun başında halen Mevlana Sadreddin bulunmaktadır (d 1881)
Kadiyânîlik'in temel görüşleri, Mirza Gulam Ahmet'in mesihlik, mehdilik, nebilik gibi iddiaları çevresinde toplanır Bu iddialar, kendi bağlılarının bile ancak bir bölümünce kabul görebilmiştir İman esaslarına ilişkin görüşleri Eş'ari ve Maturidi kelâmcılarının görüşlerinden bir ayrılık taşımaz Onlara göre iman, Kur'ân'da kullanıldığı gibi Allah'ın birliğini dil ile ikrar ya da kalb ile tasdik etmek, Hz Muhammed'in getirdiği hakikatlere sağlam bir şekilde inanmak veya hayırlı amellerde bulunmak, kabul edilen esasları hayata tatbik etmek yahut bu üçünün birliğine işaret eden inançtır Amentüde ifade edilen iman esasları aynen kabul edilir İslâm'ın şartları konusunda da tamamen Hanefi mezhebine uyarlar Lahor kolu, fıkıh alanında farklı olarak ictihad kapısının sürekli açık olduğu görüşünü benimsemiştir Sünnî mezheplerle en önemli ayrılık konularından birisini cihad konusundaki düşünceleri oluşturur Buna göre kılıçla cihad devri geçmiştir İslâm'ın yayılması için cihad kalem ve dua ile yapılmalıdır Bu konudaki tutumları İngilizlerin önemli ölçüde işlerine yaramış, bağımsızlık mücadelesi veren müslümanların ise zararına olmuştur
Kadiyânîlik'in Lahor kolu, Mirza Gulam Ahmet'in nebîlik iddialarını şiddetle eleştirmesi ve İslâm dışı görüşlere iltifat etmemesi nedeniyle İslâm sınırları içinde kalan bir hareket olarak değerlendirilmelidir Bu kolun düşünceleri için, ilk liderlerinden Mevlana Muhammed Ali'nin, Naciye Hamdi Akseki tarafından Türkçe'ye çevrilen ve Ahmet Hamdi Akseki'nin notlarıyla zenginleştirilerek İslam Dini adıyla iki cilt halinde basılan (İstanbul 1942-1946) eserine bakılabilir) Buna karşılık Kadiyân kolu, ibadet konusundaki titizliklerine rağmen nübüvvet konusundaki inançları nedeniyle İslâm dışı bir çizgiye düşmüştür Nitekim bu nedenle Kadiyânîlik Pakistan'da parlamentonun aldığı bir kararla (7 Eylül 1974) "İslâm dışı azınlık" ilan edilmiştir
Kadiyânîler 1913 yılından başlayarak Avrupa'da çeşitli misyonlar kurdular İngiltere, Hollanda, Batı Almanya, Danimarka, ispanya ve İsviçre'de, daha sonra Güney Amerika ve Birleşik Devletler'de, Asya ve Pasifik adalarında ve özellikle Afrika'nın hemen her bölgesinde çalışmalarını sürdüren oldukça etkili misyonları vardır Bugün dünyada iki-on milyon arasında Kadiyâni olduğu sanılmaktadır
Ahmet ÖZALP

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : (¯`*» ♥ Mezhepler Tarihi ♥ «*´¯)

Eski 10-18-2011   #20
karamela
Varsayılan

Cevap : (¯`*» ♥ Mezhepler Tarihi ♥ «*´¯)



MATURİDİ MEZHEBİ

İslâm akaidinde imam Ebu Mansur Muhammed b Muhammed b Mahmud el-Matüridiyye nisbet edilen mezhep İmam Ebu Mansur el-Mâturidinin akaiddeki mezhebine mensub olanların meydana getirdiği topluluğa Matüridiyye denilir
Alemü'l-Hudâ, İmamü'l-Huda ve el-Mütekellim lakablarıyla da anılan Matüridi takriben 238/852'de Maveraünnehir'de bulunan Semerkand'ın Matürid köyünde doğmuştur 333/944'te Semerkand'da vefat etmiştir O, İslama çok değerli hizmetler vermiş öncü İslâm âlimlerinin başında gelir Maveraünnehir'de Ehli Sünnet'e nisbet edilen Kelâm ekolünün kurucusu ve mümessilidir Ehli Sünnet kelâmının Irak'taki mümessili ise Ebul Hasen el-Eş'arî'dir (v 324/936) Maturîdinin yaşadığı çağda, ilim ve edebiyata hizmet etmiş olan Samanoğulları devleti (844-999) hüküm sürmekteydi Bize kadar gelen Te'vilâtu'l-Kur'an ve Kitâbü't-Tevhîd gibi eserlerinden anlıyoruz ki, Matüridi, Kelâm, Tefsir, Mezhebler Tarihi, Fıkıh ve Fıkıh usulünde derin bilgi sahibiydi Mâturidinin hocaları, ilimleri İmam A'zam Ebu Hanife'ye uzanan Ebu'n-Nasr el-İyazi, Ebu Bekr Ahmed el-Cürcânî ve Muhammed b Mukatil er-Râzî'dir Bunların hocası ise İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'den okumuş olan Ebu Süleyman b Musa el-Cürcânî'dir İmameyn lakabıyla tanınan İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed, İmam A'zam'ın en seçkin talebeleriydi Matüridi, hocalarından İmam A'zam'ın akaide dair el-Fıkhü'l-Ekber, er-Risale, el-Vasiyye, el-Fıkhü'l-Ebsat, el-Âlim ve'l-Müteallim isimli risalelerini de okuyup rivayet etmiştir Matürîdî, imam ismini almaya lâyık Hâkim es-Semerkandî (340/951), Ebul-Hasen er-Rustuğfeni (v 345/956), Ebu'l-Leys el-Buhârî, Ebu Muhammed Abdülkerim b Musa el-Pezdevî (v 390/999) gibi büyük afimler de yetiştirmiştir İmamları Mâtürîdiyye büyük bir sevgi ve saygı ile bağlı olan bu âlimler, Maveraünnehir'de Matüridiyye mezhebini delilleri ile kuvvetlendirerek açıklıyorlar ve yaymaya çalışıyorlardı

Eş'ariyye Kelâm mektebinin doğup geliştiği yer olan Irak, pek çok bid'at mezhebinin çıktığı bir bölgeydi İmam Eş'arî, Revâfız, Karamita ve özellikle Mu'tezile ile çok şiddetli ve gürültülü cedel ve münakaşalarda bulunmuştu Matüridî'nin yetiştiği Maveraünnehir ise Irak'tan uzak olduğu için az da olsa bid'at akımlarından uzak kalmıştı Fakat sonunda bu akımlardan bir kısmı Maveraünnehir'e sızmış, Mu'tezile'nin sesi buralara kadar aksetmişti Nisbi de olsa, bid'at mezheblerinin mensubları buralarda da bulunuyordu İmam Matüridî, Maveraünnehir'e kadar gelen Mu'tezile'den başka, Dehriye, Seneviyye ve Karâmita'ya karşı mantıklı ve istikrarlı mücadeleler vermişti Onun Kitâbü't Tevhid'i bunlar gibi sapık fikir ve bid'at cereyanlarını içine alan ve bunları gereği gibi çürütmeye çalışan en değerli ve en eski vesika mahiyetini taşımaktadır

Metodu:

Gerek Eş'arî gerekse Matüridî, Mu'tezile ve diğer bid'at mezheblerine galebe çalabilmek için, hasımlarının metodlarının akl-ı selime uygun taraflarını almışlar ve Ehli Sünnet Kelâmı'nın kurucusu olmuşlardır Fakat, Ehl-i Sünnet'in Kelâm metodunu daha ziyade doğru ve ilmi bir şekilde başlatan, akla ve nakle de lâyık oldukları değeri vererek bu iki asla bağlı kalan ve bu şekilde İslâm akaidini açıklamaya çalışan, imam Matüridî olmuştur Çünkü, dinde akla uymayan bir şey yoktur Allah'ın varlığı, hayat, ilim, kudret, irade gibi sıfatları ve Hz Muhammed (sas)'in peygamberliği akılla isbat edilir Yine naklin bildirdiği ahiret ve ahvali gibi gayb haberlerinin imkânı akıl ile gösterilir ve Resulün haber verdiği şekilde bunlara iman edilir Kelâm metodunda iman edilecek esas ve konuların hepsi haber-i sadık (sahih bir şekilde bize kadar gelen haber-i Resul ile) tesbit edilir Bunları isbat etmeye yarayacak delillere gelince Bunlardan duyulur âleme ait olanlar için duyular ve bunun ötesinde kalanlar için akıl kullanılır Bu şekilde bilgilerimizin üç temel kaynağı ve bunların değerleri hakkında gerekli açıklamayı yapan, İmam Matüridî olmuştur O, bilgilerimizin sebepleri ve değeri hakkında söz edilen ilk İslâm âlim ve mütekellimi olduğu için bu konularda kendisinden sonra gelen kelâmcılara çığır açmıştır Ondan sonra gelen kelâmcılar da yazdıkları eserlerin mukaddimelerinde bilgilerimizin kaynağı ve değeri hakkındaki görüşlerini yazmışlardır

Matüridî, Kitabü't-Tevhidinde, insanı ilme ulaştıran yolların iz'an (sağlam duyu organları ve bunlarla yapılan deney ve gözlem), haberler ve aklî istidlal olduğunu ve bilgiye ulaşabilmek için bu yolların hiç birisinden müstağni olunamayacağını söylüyor Ona göre bunlardan her birinin sahasına giren bilgiler grubu vardır Her bilgi alanına ancak kendisine ***üren yolla gidilir Duyularla elde edilen bilgiyi inkâr eden, inatçı ve kendisini beğenmiştir (Kitabü't-Tevhid Beyrut, 1970 s 7-8)

Matüridî iki çeşit haber olduğunu söyler: 1- Mütevatir haber Bunun doğru olduğunu tesbit etmek için konuyu araştırıp tetkik etmek lâzımdır 2- Peygamberlerin haberleri Yanlarında doğruluklarını gösteren ayetler (mûcizeler) bulunduğu için, onların verdikleri haberlerden daha doğru bir haber yoktur Çünkü doğruluklarının açıklık ve seçikliği bakımından kalbin ısınıp yatışacağı sözler peygamberlerin haberleridir

Matüridî akıl hakkında şöyle der:

Aklın istidlâline gelince; bunun ilmin sebebi olduğunu kabul etmek gerekir Çünkü duyular vasıtası ile elde edilen bilgileri düşünüp tertipleyerek hüküm veren odur Duyulardan uzak olan ve bunların dışında kalan şeyleri anlayan, haberlerle bilinen şeyler de yanlışlık olup olmadığı ihtimali üzerinde duran, sonra peygamberlerin mucizeleri ile sihirbazların aldatmacalarını ayırdeden ve başka şeylerin doğruluğunu veya yanlışlığını anlayan akıldır Aklın tefekkürü ile mahlukattaki hikmeti ve yaratıcı olan Allah'ın varlığına delâlet eden delilleri anlarız

Nitekim akıl ile, Kadîm olan Allah'ı bilir ve onu hâdis olan mahlukattan ayırdederiz (Kitabü'l-Tevhid,s 78) Matüridî, Tevilatü'l-Kur'an ve Kitabü't-Tevhid isimli eserlerinde aklî tefekkür ve istidlâli müdafaa eder; vahyin aklî delil getirmesini mutlaka gerekli görür Akıl şaşar veya doğruyu bulamaz korkusuyla, sadece nakle dayanmayı gerekli gören fukaha ve hadisçilere karşı çıkar ve şöyle der:

"İnsana aklını kullanmaktan vazgeçmeyi telkin eden, şeytanî vesveseden başka bir şey değildir Çünkü şeytan, kişiyi aklının semeresinden alıkoyar, iyi fırsatlara nail olmak ve istediğini elde etmek için güvencelerini sarsar Aklı kullanarak eşyayı düşünmek, onun prensip ve sonuçlarından gizli olanları bilmek içindir Sonra bunlarda, eşyanın hâdis olduğuna ve bunları yaratanın varlığına, nefislerini şehvetlerine uymaktan alıkoyanlar için deliller vardır Bilinsin ki, aklı kullanmaya engel olan, şeytanın vesvesesi ve işidir" (Kitabu't-Tevhid s 136)

Yine Matüridi'ye göre aklı hata ve sürçmelerden korumak için ihtiyatlı davranmak, makûlün yanında nakle de dayanmak gerekir O bu konuda şöyle der: "Kim nakle dayanarak aklı kullanmada dikkatli ve ihtiyatlı bulunmayı inkâr eder ve akıldan gizli kalan şeylerin mahiyet ve künhünü anlamak ister ve Hz Peygamber'den bir işaret olmaksızın nakıs ve sınırlı aklıyla Allah'ın hikmetlerinin tamamını ihata etmeye çalışırsa, aklına zulmeder ve ona kaldıramayacağı şeyleri yüklemiş olur" (M Ebu Zehra Tarihul-Mezahibil-İslamiyye fi's-Siyaset-i Vel-Akaid, s 212-213)

Matüridî'nin elinde hocalarından okuyup rivayet ettiği İmam A'zam'ın risaleleri, Akaid'den, İlm-i kelama dönüştü Bu risaleler inanılması lâzım gelen Ehli Sünnet akidesini açıklayan bilgiler idiler Matüridî bunlarda beyan edilen akaidi başka nakli delillerle takviye etti ve aklı kesin delillerle destekledi Akâid'in teferruâtını bürhanlarla kesinleştirip kuvvetlendirdi O Maveraünnehir ülkesi ve diğer İslam bölgelerinde Ebu Hanife ekolünün kelamcısı Ehl-i Sünnet Vel-Cemaatın reisi oldu Bu sebeple akaidte Hanefî mezhebi, Matüridi'ye nisbet edildi Böylece, az bir kısmı hariç, Hanefî mezhebinde bulunan kelâmcılara Matüridiyye denildi Ebu Hanife'nin ismi ancak Hanefî fıkıhçılarına nisbet edilmekle yetinildi Bir çok kelâmcı ve araştırıcılar, Matüridiyye diye anılan bu Ehli Sünnet mezhebinin asıl kurucusunun İmam Matüridi değil, İmam A'zam Ebu Hanife olduğunu, Matüridî'nin ise onun yazdığı akaid esaslarını aklî ve naklî delillerle destekleyerek açıkladığını ifade ederler Bazılarının iddia ettiği gibi Matüridî, İmam Eş'arî'ye bağlı bir kimse değil, İmam A'zam ve arkadaşlarının esaslarını tedvin ettiği Ehli Sünnet mezhebini açıklayan ve destekleyerek devam ettirenlerdendir

İmam Ebul-Hasen el-Eş'arî ile İmam Ebu Mansur el-Matüridî, Ehli Sünnet akidesini yayma gayesinde ve pek çok izahlarının neticelerinde birleşiyorlarsa da; her ikisinin Kelâm metodları birbirlerininkinden az çok farklıdır Şüphesiz her iki kelâmcı da Kur'an'ın ihtiva ettiği akaidi, akıl ve mantığı bürhanlarla isbat etmeye çalışıyorlardı Çünkü selim akıl ile sahih nakil asla çatışmazdı Fakat Matüridî, Eş'arî'nin verdiği önemden daha fazla akla değer veriyordu Ona göre aklın daha çok değeri olduğuna şu örnekler delâlet etmektedir:

1- Her iki mezhebe göre; Allah'ın varlığını aklî delil getirerek bilmek farzdır Matüridiyye'ye göre peygamber gönderilmezse bile Allah'ı aklen bilmek gereklidir Allah'ı bilmenin vücubunu idrak eden akıldır Akıl tek başına Allah'ın varlığını ve bunun vacib oluşunu bilebilirse de, peygamber gönderilmeden, Allah tarafından yapılması teklif edilen hükümleri tek başına bilemez Allah'ı akılla bilmenin aklen vacib olduğu görüşü, Matüridilere İmam A'zam Ebu Hanife'den geçmiştir Beyazî'nin (1098/1687) açıklamasına göre, Ebu Hanife "Akıl yaratıklara bakarak Büyük Yaratıcıyı bilmenin aleti olduğu için Allah'ı bilmemekte kimsenin mazereti olamaz" demiştir (Ebu Hanife'nin bu görüşleri için bk Kemaleddin el-Beyazî, İşaratü'l-Meram, Mısır 1949/1368, s 78)

Eş'arîler ise; akıl, Allah'ın varlığını ve birliğini bilmede alet olduğu halde, ona bu bilmenin vücubunu emreden akıl değil, Allah'tır Allah'ın emri de vahiy ve şeriatla bilinir, diyorlar

Matürîdîler de; Allah'ı bilmenin vücubunu emreden Allah ise de, akıl, Allah'ın koyup emrettiği bu vücubu bilebilir, diyorlar Fakat, "akıllı bir kimsenin mazeretsiz olarak Allah'ın varlığına ve birliğine dair akli delil getirmeyi terketmesi haramdır Aklî delili bir özrü olmadan terkeden günahkâr olur Akıl tek başına Allah'ı bilebilir Fakat teklifi hükümleri (insanların Allah tarafından mükellef tutulduklârı hükümleri) bilemez" düşüncesinde her iki mezheb de birleşiyorlar

2- Matüridî, yine, hüsün ve kubuh meselesinde der ki: "Allah bir işi haddi zatında ve aslında güzel olduğu için veya faydası zararından daha çok olduğu için emreder (Hüsün emrin medluldür) Allah'ın bir işi emretmesi, o işin aslında güzelliğine delâlet eder Bir şey mahiyeti itibarıyla çirkin olduğu için Allah o şeyden nehyeder Allah'ın bir şeyi nehyetmesi, o şeyin aslında çirkinliğine veya zararının faydasından daha çok olduğuna delâlet eder" Matüridi'ye göre hüsün ve kubuh açısından eşya ve işler üç kısımdır: a) İnsan aklının tek başına güzelliğini anladığı şeyler, b) Tek başına aklın çirkinliğini idrak ettiği şeyler, c) Tek başına insan aklının ne güzelliğini ne de çirkinliğini anlayamadığı şeyler, ki, bunların da güzelliği ve çirkinliği ancak Allah'ın emretmesiyle anlaşılır Şu kadar var ki; aklın güzelliğini bildiği şeyleri bile Allah emreder, çirkinliğini bildiği şeylerden de Allah nehy eder Aklın tek başına mükellef kılma ve sorumlu tutma hakkı yoktur Dini sorumluluklarda sorumlu tutma hakkı yalnız Allah'ındır Yegâne hüküm veren ve insanları mükellef tutan O'dur

Eş'arîler ise; "eşyanın aslında ve fiillerin mahiyetinde güzellik ve çirkinlik yoktur Allah emrettiği için bir şey güzeldir, nehyettiği için de çirkindir", derler Aklın, fiillerin aslında güzellik ve çirkinliği idrak ettiğini kabul etmezler

Mutezileye göre ise; aklın güzelliğini idrak ettiği şeyler, yine aklın mükellef kılmasıyla vacib olur Çirkinliği anlaşılan işten de kaçınmak aklın teklifiyle vacib olur

3- Eş'arî; "Allah Teâlâ, bir sebeb ve maksattan dolayı fiillerini işlemez (Allah'ın fiilleri, maksat, gaye ve illetlerle muallel değildir) Yani, Cenab-ı Hak bir şeyi sebeb, maslahat ve gayesiz olarak işler de; bir sebebe müstenid ve bir maslahata mebni işlemez Çünkü o işlediğinden sorumlu tutulmaz Ayetlerde geçen Allah'ın hikmetini de ilim ve iradesine irca eder

Matüridi'ye göre, Allah kendisine hakim (hikmet sahibi) diyor O halde O'nun hikmet sıfatı da vardır Allah boş ve abes işlerden münezzehtir Her işinde hikmet vardır Yüce Allah, gerek teklifi hükümlerinde, gerekse yarattığı işlerinde bir zorlayan ve vacip kılan olmaksızın bu hikmeti murat etmiş ve kasdetmiştir Çünkü O muhtar, serbestçe dileyen ve dilediğini işleyendir Mutezile'nin dediği gibi, kullarının mesalihine riayet etmesi O'na vacip olmaz Çünkü, vücub ve gerekli olma, iradeye aykırı olur ve başkasının O'nda hakkının olduğunu hatırlatır ve O'nun yaptığı şeylerden sorumlu olmasını gerektirir Allah yaptığından sorumlu değildir

4- Matüridiler, Allah'ın tekvin (halk) sıfatını, kudret sıfatından başka ezeli ve hakiki sıfat kabul ederler Çünkü Allah, Kur'an'da kendisini halık (yaratıcı) olarak vasıflandırmıştır Allah eşyayı kudret sıfatıyla değil, tekvin sıfatıyla yaratır, derler

Eş'arîler ise, tekvin sıfatını, Allah'ın kudret sıfatının yaratacağı şeylere hadis olan bir taallûku olarak kabul ederler

Görülüyor ki Matüridi'ler nakle bağlı kalmışlar ve bu başlılıktan taviz vermeksizin, nassların özüne uygun akli açıklamalarda bulunmuşlardır İzmirli İsmail Hakkı'nın "Yeni ilm-i Kelâm" isimli eserinde Eş'ariyye ile Matüridiyye arasındaki farkları belirtirken; "Eş'ariyye indinde, tevbe-i ye's (bir kimsenin ölüm esnasında ilâhi azabı görürken tövbekâr olup iman etmesi) makbul değildir; Matüridiyye'ye göre ise makbuldür" (Yeni İlm-i Kelâm, I, 115) demesi tamamen yanlıştır Çünkü Matüridilere göre de tevbe-i ye's asla makbul değildir

Matüridî, Te'vilâtında; Ebul-Mu'in en-Nesefi, et-Tabsira' adlı eserin de tevbe-i ye'sin makbul olmayışının sebeplerini açıklarlar: "Çünkü bu iman korku ve azabı gidermek için inanmadır; çalışma ile erişilen iman değildir ki onun (ölenin) inanması ictihad (emek ve gayret ile husule gelen iman olsun" (Te'vilat li-Ebi Mansur el-Matüridî, Kayseri Raşid Ef Kütüphanesi No: 47 vr 1829)

"Bir kimsenin ye's halinde veya ahirette azabı görürken iman etmesi geçersiz ve faydasız olur (Tabsıratül-Edille, Raşid Ef Küt No: 496, vr 86)

Tevbe-i ye'sin makbul olmayacağı hakkında Kötülükleri işleyip dururken ölüm bunlardan birine geldiği zaman şimdi tevbe ettim, diyenlerin tevbesi yoktur " (en-Nisa, 4/18) Azabımızı gördükleri vakit iman etmeleri kendilerine fayda verecek değildir" (el-Mü'min, 40/85) gibi âyetler vardır Matüridîler ayetlerin zahirine aykırı düşecek görüşlerde bulunmazlar

İslâm tarihinde akaidi açıklayan itikadî mezhebler başlıca dörttür Bunlar, Resulullah'ın ve Ashab-ı kirâmın akâidine ve üzerinde bulundukları yola yakınlıkları itibarıyla şöyle sıralanırlar:

a) Ehl-i Sünneti hassa denilen Selefiyye: Bunlar nassların zahirine bağlılığı ve teslimiyeti prensip edinmişlerdir Kur'an'da bildirilen iman esaslarını akılla fazla irdeleyip kurcalamadan iman ederler

b) Eş'ariyye: Nassları esas olarak alıp akli delillerle bunları desteklerler

c) Matüridiyye: Bunlar da Eş'ariyye gibi kelâm metodunu kabul ederler Kur'an ve sahih sünnette bildirilen akaidi daha fazla aklî ve kuvvetli delillerle desteklerler

d) Mutezile: Bunlar aklı esas alıp nakil ile bunu desteklemeye çalışırlardı Bazı araştırıcılar, akla bu kadar önem verdiği için Matüridiyye, Selefiyye'den daha çok Mutezile'ye yakındır demişlerdir Dikdörtgen şeklinde bir alanın ucunda Selefiyye yani Ehl-i hadis; öteki ucunda Mutezile bulunur Alanın Mutezileye bitişik 1/4'ünde Matüridiyye; Muhaddislerin yanında Eş'ariyye mevcuttur, demişlerdir

Matüridî, nassların yardımıyla akli istidlalin gerekli oluşu prensibini tefsirinde de uygulamıştır O "Tevilatü'l-Kur'an"isimli eserinde müteşabihleri muhkem ayetlere hamletmektedir Yol bulabildiği vakitte Kur'an'ı Kur'an ile tefsir etmektedir Çünkü Kur'an'ın bir kısmı diğer bir kısmıyla çelişmez Eğer o (Kur'an) Allah'tan başkası tarafından olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan bir çok şeyler bulurlardı" (en-Nisa, 4/82) Matüridî, müteşâbih ayeti, dayanacağı bir muhkem ayet veya kat'i bir delil bulamazsa te'vil etmekten kaçar Müteşabih ayetleri te'vil hususunda takib edilen bu metodu Eş'ari de kullanmıştır Ancak Eş'ariyye ve Matüridiyye kelamcılarının müteahhirini, halk yanlış yorumlayarak teşbihe düşmesinler diye müteşabih ayetleri te'vil etmişlerdir Bu te'villerinde bu ayetlerin kesin anlamı olmadığını, ihtimal dairesi içinde olduğunu belirtmişlerdir

Matüridiyye Mezhebini Geliştirenler:

Matüridi'nin akaid ve kelam metodu bizzat bu ekole bağlı olan müelliflerin eserlerinden öğrenilmektedir Matüridî pek çok eser telif etmiştir Ancak bunlardan pek çoğu kaybolmuş, günümüze kadar ancak iki tanesi gelebilmiştir:

Bunlardan birisi "Tevilâtü'l-Kurân "diğeri adı "Te'vilatü Ehli's-Sünne"dir Dünya kütüphanelerinde elli tane kadar nüshası olduğu sanılmaktadır Hemen hemen İstanbul'un her kütüphanesinde bir nüshası mevcuttur Dirayet usulünü takip eden çok kıymetli bir Kur'an tefsiridir Müellif münasebet düştükçe akaid konularına çok yer ayırır ve bid'at mezheblerinin görüşlerini reddeder Bu bakımdan Matüridiyye akaidine ait kıymetli bir kaynak sayılır Bu eser, Ebu Bekir Muhammed b Ahmed es-Semerkandî (v 533/1158) tarafından şerh edilmiştir Bir nüshası şehid Ali Paşa kütüphanesinde No: 283 mevcuttur Matüridi'nin diğer eseri Kitabü't-Tevhid olup, dünyadaki tek nüshası Cambridge Üniversitesi kütüphanesinde 3651 numarada kayıtlıdır Dr Fetullah Huleyf tarafından tahkik edilerek 1970 de Beyrut'ta bastırılmıştır

Matüridiyye mezhebini geliştiren ve zirvesine çıkaran alim Ebul-Mu'in Meymun b Muhammed en-Nesefi'dir (417-508/1024-1115) Matûridiyye'nin yetiştirdiği en büyük kelamcıdır Nesefi, İmam Matüridi'nin görüşlerine (Mukallidin imanı hakkındaki görüşü hariç) bağlı kalmıştır Eş'ari kelamında Ebu Bekir el-Bakıllani (v 403/1013) ve Gazzali (505/1111)'nin değeri ne ise Matüridi kelamında da, Nesefi'nin değeri aynıdır Matüridi'nin kitablarının özellikle Kitâbü't Tevhîdinin iyi anlaşılması için Nesefi'nin Tabsiratül-Edille, isimli kitabı bir anahtar mesanesindedir

Nesefi'nin diğer bir kitabının ismi "et-Temhid li-Kavaidi't-Tevhid"tir Bu kitabın İstanbul Kütüphanelerinde bir kaç nüshası vardır Mesela Beyazıd Küt No: 3078,158 (vr) Nesefî'nin Bahrul-Kelâm fi Akaidi Ehli'l İslâm isimli kitabı ise Konya'dan Ali Ramazan Hadimi tarafından 1327-1329/1911 de bastırılmıştır Bu kitap yine aynı yılda Kahire'de de basılmıştır

Matüridiyye kelâmına hizmet eden başka Nesefîler de yetişmiştir Nesefi Semerkant ile Ceyhun nehri arasında bulunan bir şehirdir Ortaçağda bu şehirde İslâmî ilimlerin her dalında eser telif etmiş pek çok alim yetişmiştir Ebu Hafs Necmeddin Ömer en-Nesefi (v 537/1142) Burhanuddin en-Nesefi (687/1289) Ebul-Berekat en-Nesefi, Matüridiyye mezhebine hizmet eden büyük âlimlerdendir Bu sonuncusunun "Medariku't-Tenzil ve Hakaiku't Te'vil" isimli tefsiri pek meşhurdur Tefsirin muhtelif yerlerinde Matüridî kelâmına ait görüşler yer alır

İmam Ebu Mansur Matüridî, bir müminin inancını akli delile dayanmadan körü körüne taklid eden kimsenin (mukallidin) imanının, kuvvetli bir temele dayanmadığı için, makbul olmadığını söylemiştir Matüridînin bu konudaki görüşleri, Nesefi'nin Tabsiratül-Edille'sinde şöyle dile getirilir: "Delilsiz olduğu için mukallidin tasdiki faydalı olmaz Çünkü sevap kulun çektiği meşakkat karşılığında verilir Mukallidin, imanın aslını kazanmasında sıkıntısı yoktur Bilakis, imana ulaşmada delil getirme ve şüphe ile kesin delilleri ayırdetmede düşünmenin kaidelerini gözetip nazar ve teemmüle alışarak karşılaşılan kuşkuları gidermek için sıkıntı çekilir Kişi emek ve gayretini sadece peşin lezzetleri elde etmek için harcar, yalnız kendisini geçici dünya ile faydalanmaya terkeder, sonra hiç bir sıkıntıya göğüs germeksizin külfet ve meşakkate katlanmaksızın iman ederse, sevap elde edemez ve bu imanının faydasını görmez Nitekim önceden istidlali olmadığından dolayı, azabı görürken inananın bu imanı kendisine fayda vermez" (Tabsıratü'l-Edille, Raşid Ef Küt No: 496, vr 86; Fatih Küt No: 2907, vr 96-10) Matüridi'nin bu görüşüne başta Nesefi olmak üzere hiç bir Matüridiyye kelâmcısı katılmamıştır Çünkü iman Allah'ı ve Resulünün Allah tarafından getirdiklerini tasdik etmektir Kalbte şüphesiz kesin tasdik bulunup bunun zıddı tekzib gelmediği müddetçe iman makbuldur Gücü yettiği halde Allah'ın varlığına deliller getirmeyi terkeden mümin, günahkâr olur

Muhiddin BAĞÇECİ

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : (¯`*» ♥ Mezhepler Tarihi ♥ «*´¯)

Eski 10-18-2011   #21
karamela
Varsayılan

Cevap : (¯`*» ♥ Mezhepler Tarihi ♥ «*´¯)



MELAMİYYE

Bir tarikat adı Melâmet, sözlükte kınamak, ayıplamak ve sitem etmek manalarına gelir Melâmîlik yoluna bağlanan kimseye de "Melâmî" denir
Melâmîliğin bir tarikat olduğunu söyleyenler yanında; kuralları belli bir tarikat olmadığını, her türlü gösterişten ve dünya kaygısından uzak kalmayı benimseyenlerin genel adı olduğunu ileri sürenler de vardır Melâmîliğin bir tarikat olmadığı düşüncesi, kurucusunun ve kuruluş tarihinin bilinmediğinden dolayıdır Birinci dönem Melâmîlik, "Melâmetiye" adıyla tanınır İlk defa Nişabur'da hicrî III asrın başlarında Ebu Salih Hamdun b Ahmet b Ammâr el-Kassâr, Melâmîliğin yayılmasında büyük rol oynamıştır Melâmîlik, Hamdun Kassar'dan önce varsa da, bir tarikat haline onun zamanında gelmiştir
Melâmîlikte Muhyiddin İbnü-l Arabî'nin "Vahdet-i vücud" görüşünün derin etkisi vardır Melâmîler kaçınılması mümkün olmayan cemaatle namaz dışındaki ibadetlerini ve Allah'a yakınlıkla ilgili hallerini halktan gizlerler Bunları açığa çıkarırlarsa kendilerini kınarlar Gerçek durumlarını sezdirmemek için halk içinde sıradan bir insan gibi giyinip kendilerini belli etmeden yaşamaya çalışırlar Görünüş ve gösterişe değer vermezler İnsanlara yalnız kötü taraflarını gösterip iyiliklerini gizlemede çok ileri gittiklerinden, çevresindekiler onları kusurlu kimseler sanarak ayıplar ve kınarlar En hoşlanmadıkları şey, kibir ve gösteriştir Bu kötü huylardan korunmak, Melâmîlikte bir kuraldır Özel giysileri ve tekkeleri yoktur Melâmîler kimseye dertlerini açmazlar
Çünkü kula ihtiyacı bildirmek, muhtaçtan yardım istemektir Bu sebeple ihtiyacı Allah'tan dilemek ve Peygamber'in yolundan gitmek, kulluğun iki esasıdır Birbirlerinin yardımına koşarlar Bu konuda Hamdun Kassar; "Mümin, kardeşi için gece kandil, gündüz asa olmalıdır" der
Melâmîlik başta Mevlevîlik olmak üzere IV asrın sonlarında oluşmaya başlayan, V ve VI asırlarda gelişen tarikatları etkilemiş, birçok bâtınî mezhep ve mesleklerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur
Melâmîlik tarihi bakımından üç devreye ayrılır
1 Devre: Kassariye Melâmîliği Hamdun Kassar'a ait olan ve Melâmetiyye denen ilk devre melâmîliği Hicri III yüzyılda Nişabur'da ortaya çıkmıştır
2 Devre: Bayramiyye Melâmîliği İlk devre melâmîliği zamanla bâtınî grupların Melâmîliğe girmesiyle asıl sağlığını kaybetmiştir Bunun yerini, hicri IX asırda Bolu Göynük'de Hacı Bayram Veli ile ortaya çıkan ve ilk Melâmîlerin bütün özelliklerini taşıyan Bayramî Melâmîliği almıştır Anadolu'da Melâmîliğin yayılması, Hacı Bayram Velî vasıtasıyla olmuştur
3 Devre: Nuriyye Melâmîliği Seyyid Muhammed Nur el-Arabî'ye ait olan bu kol, hicri XIII asırda Üsküp'te ortaya çıkmıştır
Abdüsselam ARI

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : (¯`*» ♥ Mezhepler Tarihi ♥ «*´¯)

Eski 10-18-2011   #22
karamela
Varsayılan

Cevap : (¯`*» ♥ Mezhepler Tarihi ♥ «*´¯)



MÜŞEBBİHE

Allah'ı yaratıklarına benzeten fırkaya verilen isim Cehm b Safvan (öl 128/746) Allah'ın sıfatlarını inkâr edip tatile saptıktan sonra buna bir tepki olarak Allah'ı insanlara benzetme hareketi başlamıştır
Abdu'l-Kahir el-Bağdadî (öl 429/1037) Müşebbihe'yi iki kısma ayırır Biri; Allah'ın zatını O'nun dışındakilere benzetmiştir Öteki ise; O'nun sıfatlarını, O'nun dışındakilerinin sıfatlarına benzetmiştir (el-Bağdadî, el-Farku Beyne'l-Fırak, Beyrut (ty), s 225) Allah'ın zatını insanlara benzetenler, Şia'nın gulat fırkalarıdır Bunlardan Abdullah b Sebe' Hz Ali'yi ilâh olarak vasıflandırmıştır Müşebbihe'nin bir çok fırkaları vardır En meşhurları ise, Hişâmiyye fırkasıdır Müşebbihe denildiğinde ilk akla gelen bu fırkadır Bu fırkanın ilk kurucusu Hişâm b el-Hakem'dir Daha sonra gelen Hişâm b Sâlim el-Cevâlikî de aynı yolu izlemiştir Her iki Hişâm da Gulât-ı Şiâ'dandır (Şehristânî, el-Milal ve'n-Nihal, Beyrut 1975, II, 21 el-Fisal'in kenarında basılmıştır)

Hişâm b el-Hakem, Mutezilî Ebu'l-Hüzeyl ile aralarında geçen bir tartışmada Allah'ın cisim olup boyutlarının bulunduğunu, boyunun kendi karışıyla yedi karış olduğunu iddia etmiştir (Şehristânî, age, II, 21)

Gulat-ı Şiâ'dan olan Hişâm, Peygamber(sas)'in "Kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır" "Senin benim yanımda durumun, Hârun'un Mûsâ'nın yanındaki durumu gibidir Ne var ki benden sonra peygamber yoktur" "Ben ilim şehriyim, Ali de onun kapısıdır" gibi sözleriyle Hz Ali'yi kendisinden sonra halife tayin ettiğini iddia etmiştir Ayrıca Hz Ali'nin masum olduğunu, yanılma ve bilgisizlikten, gafletten tamamen uzak bulunduğunu ileri sürmüştür (el-Malatî, Ebu'l-Huseyn Muhammed b Ahmed, et-Tenbih ve'r-Redd alâ Ehli'l-Ehvâi ve'l-Bida ; Beyrut 1968, s 25)

Allah'ın sıfatlarını insanların sıfatlarına benzetenler ise, Mutezile'den Basralı ekolden bazı kimselerdir ki bunlar, Allah'ın iradesinin insanların iradesi gibi olduğunu, Allah'ın konuşmasının da insanların konuşması gibi ve aynı nitelikleri taşıdığını söylemişlerdir (el-Bağdâdî, age, s, 229-230)

Müşebbihe fırkaları genelde gulat-ı şîa denilen aşırı şiîler arasında çıkmıştır

Bu inanlarıyla Müşebbihe'nin sapık bir fırka olduğu açıktır Gerçek Müşebbihe Allah'ın zat ya da sıfatlarını yaratıkların zat ve sıfatlarına benzetip bunların aynı niteliklere sahip olduğunu söyleyen fırka olmakla birlikte; bir takım mütâlaalarla ban fırkalar diğerlerini Müşebbihe olmakla şuçlamışlardır Meselâ, Mutezile, Ehl-; Sünnet mensuplarını âhirette Allah'ın görüleceğini söylemeleri ve Allah'ın sıfatlarını kabul etmeleri sebebiyle Müşebbihe olmakla suçlamışlardır Onlara göre Allah'ın görüleceğini söylemek, aynı zamanda Allah'ın cisim olduğunu, belli bir mekânda ve belli bir yönde olduğunu söylemekle eş anlamlıdır ve bu sebeple de Allah'ın görüleceğini söyleyenler hem Müşebbihe ve hem de Mücessimedirler (İbnu Ebi'l-Hadîd, Şerhu Nehci'l-Belağe, Beyrut (ty), I, 19)

Yine Mutezile'nin etkisinde kalan ban Kelâm ehli ile onlara tabi olanlar, Allah'ın yukarıda olduğunu; arşının üzerinde istivâ ettiğini kabul eden ve nüzûlünün olduğunu söyleyenleri "teşbih" ile itham etmişlerdir Meselâ, Zahid el-Kevserî, bu tür endişelerle İbnu Kuteybe ve bemerlerini Müşebbihe olmakla suçlamıştır (Zahid el-Kevserî'nin tahkik ettiği el-Malatî'nin age, s 75'te 1 nolu dipnot, s 97'de 2 nolu dipnot, s 113'te 2 nolu dipnot) Yine Fahruddin er-Râzî (öl 606 h) Kur'ân'da Allah hakkında kullanılan yed, vech gibi haberî sıfatlarını te'vil etmemenin kişiyi Mücessime'ye sürükleyeceğini söylemektedir (Râzî, Esasu't-Takdîs, Mısır 1935, s172-173) Oysa Selef-i Salihin'in bu sıfatları te'vil etmedikleri bir vakıadır

Bu nedenle teşbih ile itham edilen kişilerin gerçekten Müşebbihe olup olmadıklarını iyi tahkik etmek gerekir

Yüce Allah, kendisine benzer hiç bir şeyin olamayacağını Kur'ân'da ifade etmektedir: "O'na benzer hiç bir şey yoktur O, işitendir, görendir" (eş-Şûrâ, 42/11) Yaratıklarından hiç bir şey O'na benzemez O da yaratıklarına benzemez Allah'ın zatı yaratıklarına benzemediği gibi, sıfatları da yaratıklarına benzemez Allah, hayat, ilim, kudret, semi', basar vs gibi subûtî sıfatlarla muttasıftır İnsanlarda da hayat, ilim, kudret, semi' ve basar gibi sıfatlar vardır Ancak Allah'ın sıfatlarıyla insanların sıfatları arasında sadece isimlendirme yönüyle bir benzerlik vardır Mahiyet açısından bir benzerlik asla söz konusu değildir Allah'ın hayatı vardır ama bizim hayatımıza benzemez; kudreti vardır ama bizim kudretimize benzemez; ilmi vardır ama bizim ilmimize benzemez O'nun sıfatlarında kemal vardır; bizim sıfatlarımızda yoktur O'nun sıfatları ezelî ve ebedîdir; ama bizim sıfatlarımız böyle değildir O'nun sıfatları için bir sınır sözkonusu değildir; ama bizim sıfatlarımız sınırlıdır

M Sait ŞİMŞEK

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : (¯`*» ♥ Mezhepler Tarihi ♥ «*´¯)

Eski 10-18-2011   #23
karamela
Varsayılan

Cevap : (¯`*» ♥ Mezhepler Tarihi ♥ «*´¯)



NUSAYRİLİK

Çoğunluğu Suriye'de yaşayan aşırı bir Şiî-Batinî fırkası Bunlara günümüzde Numeyrîler ismi de verilmektedir Nusayrî isminin ise geçmişte kalan bir isim olduğunu ve fırka kurucusuna nisbeten bu ismin verildiğini ileri sürerler Fırkanın ismini, kurucusu olan Muhammed b Nusayr en-Nemiri'ye (270/883) nisbeten aldığı bilinmektedir Zaten itikadi fırkaların hemen hemen bir çoğunun kurucularına nisbeten tanındıkları ve buna uygun isim aldıkları bilinen ve sık rastlanan bir durumdur
Batinî karakterli fırkalarda ortak olarak görülen husus, bunların genel olarak çift hayatları olmasıdır Yani birisi, kendi içlerinde ve çevrelerinde yaşadıkları ve yaşattıkları hayat seyri, diğeri de toplum içinde yaşamaları itibariyle toplumsal hayatlarıdır İşte Nusayrilik de genel anlamda bu özellikleri taşımakla birlikte, batınî fırkalar arasında, önemli eserlerinden bir kısmı elde edilebilmiş ve dolayısıyla görüşlerine vakıf olunabilmiş fırkalardan birisi olma özelliğini taşımaktadır

Nusayriliğin kurucusu İbn Nusayr, Şiî-İmamiyyenin onuncu imamı Ali en-Nakî'nin hayatında onun tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu iddia ediyor; onun hakkında aşırı görüşler ileri sürerek tenasuhtan söz ediyordu Onun ilahlığını söylüyor ve haramları helal kılıyordu Bir rivayete göre de, İbn Nusayr, İmamiyye'nin onbirinci imamı Hasan el-Askeri'nin (260-873) "bab"ı olduğunu ileri sürmüş ve onun vefatıyla da oğlu Muhammed b el-Hasan'ın mehdiliğini kabul etmiştir (ERuhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhebleri, s 143, en-Nevbahtî, Fırakuş-Şî'a, nşr MSadık, Necef 1936, s 193)

Genellikle Suriye bölgesinde yayılmış bulunan Nusayriler, Karmatilerin 291 (903) yılında Suriye'yi ele geçirmesi üzerine, bir kısmı Suriye'de kalırken bir diğer kısmı ise, Antakya civarına çekildiler Özellikle Nusayrilik Hamdanilerin Suriye'ye egemen olmasıyla bu dönemde büyük bir güç kazandılar Zira Hamdani emirleri bu mezhebe girmiş ve yaygınlaşması için uğraşmışlardır Selçuklular döneminde Malazgirt savaşını (463/1071) takiben de Nusayriler Antakya'yı ele geçirmişlerdi Frankların 492 (1098) yılında bölgeyi işgal etmeleri üzerine bir süre onların hakimiyetleri altında kaldılar Haçlı seferleri esnasında Haçlı ordularına yardım etmiş ve müslümanların aleyhinde Hristiyanlara destek olmuşlardı Bundan dolayı Selahaddin Eyyubî tarafından cezalandırılmışlardır Aynı şekilde Memluklular aleyhinde Moğollara yardım ettikleri için Memluklu Sultanı Baybars'tan da baskı gönnüşlerdi Nusayriler, bölgede sırasıyla hüküm süren, Selahaddin Eyyubi, Haçlılar, İsmaililer ve Moğollar'dan sonra Yavuz Sultan Selim'in 922 (1516) yılındaki Mercidabık Zaferi ile Suriye'yi ele geçirmesi ile daha sonraki devirlerde de aynı bölgede varlıklarını sürdürürler Nusayrilerin hemen hemen her devirde ve özellikle Osmanlı Döneminde varlıklarını sürdürmelerindeki en önemli faktör, Osmanlı Devletinin, hükmü altındaki bölgelerde her inanç ve ırktan olan kavimlere gösterdiği müsamaha anlayışı ve tavrı gösterilmektedir Zira, Osmanlı Devleti, bu tavrını devletin bağlayıcı ve birleştirici bir felsefesi olarak telakki etmekte idi Zaman zaman Osmanlılara karşı isyan etmelerine rağmen II Abdülhamid onları resmen bir mezheb olarak kabul etmişti

Bugün Suriye'de çeşitli bölgelerde, Hatay, Tarsus, Adana, Fırat boyları ve Lübnan'da yaygın olarak yerleşmiş bulunan Nusayrilerin sayısı bir kısım araştırmacılara göre yaklaşık 325-400 bin kişi civarındadır (LMassignon, "Nusayriler" Maddesi, İA) Bir kısım araştırmacılara göre ise, yalnız Hatay Bölgesi'nde yaklaşık yüz kırk dokuz bin Nusayri bulunmaktadır (Ahmet Turan, Les Nusayris de Turquie dans la Religion d'Hatay, Doctorat de III e cylcle Paris 1973, s 21)

Diğer bir çok itikadî fırkada olduğu gibi Nusayrilik de kendi arasında çeşitli fırkalara ayrılmıştır Bunlar genel olarak dört kola ayrılmışlardır ki, bunlar; Haydariyye, Şimaliyye (veya Şemsiyye) Kilaziyye (veya Kameriyye) ve Gaybiyye'dir Ancak bunlar, esas itibariyle, Şimafiyye ve Kıbliyye olmak üzere iki ana kol halinde yaygınlık kazanmışlardır

Nusayrilerin itikadi görüşlerine gelince:

Bunların görüşleri kısmen İslâm'dan kaynaklanmış olsa da ağırlıklı olarak batıni tevillere dayanmakta ve hatta zaman zaman hristiyan kültürünün etkisi görülmektedir Hüseyin b Hamdân el-Hasıbî'nin (346 veya 358/957 veya 968) Kitâbül-Mecmû'u ile önce nusayri iken daha sonra hristiyan olan Adanalı Süleyman Efendi'nin Kitâbul-Bakürati's-Süleymaniyye fi Keşfi Esrâri'd-Diyânâti'n-Nusayriyye isimli eserleri Nusayriliğin itikadı ile ilgili önemli bilgiler ihtiva ederler

Bir çok itikadi fırkada gördüğümüz gibi, fırkaların görüşlerini temel bazı hususlar teşkil etmekte ve diğer görüşler bu görüşün etrafında odaklanmaktadır Nusayrilerin görüşlerinin temelini de Hz Alinin ilahlaştırılması teşkil etmektedir Bundan dolayı Nusayriler Şia fırkaları arasında gulat kısmından telakki edilmektedir Bu fırkanın bütün kollarına göre Hz Ali mabudtur, tanrıdır Yüce Allah için sayılan sıfat ve özellikler Hz Ali için sayılmaktadır O nurun nurudur, ilahi zatı itibariyle gizlidir O manadır Görünüşte imam olmasına rağmen, batını cihetiyle O, Allah'tır Buna göre onların şehadet kelimesi "Ben Ali'den başka ilah bulunmadığına şehadet ederim "şeklindedir

Bu anlayışa göre Ali, Tanrıdır Kendi ruhundan Muhammed'i, O da Selman-ı Farisî'yi yaratmıştır Ali "mana", Muhammed "isim", Selman ise "bab"dır Bu üçlü A(ayn), M (Mim) ve S (Sin) sembolleriyle ifade edilir Bu üçlü sembolize sistemi Süleyman Hasbi tarafından Hristiyanlıktaki "Baba-Oğul-Ruhul-Kudüs" sistemiyle açıklanır Ayrıca Selman'dan sonra beş tane de eytam vardır ki, bunlar; Mikdad b el-Esved (Tabiat olayları ve zelzeleyi yürütür), Ebû Zerril-Gifâril-Gifâri (Yıldızların hareketini idare eder), Abdullah b Revâha (Canlıların hayatlarıyla uğraşır), Osman b Maz'un (Rızık ve hastalıklarla uğraşır) ve Kanber b Kadân ed-Devrî (Ruhları cesetlere gönderir) Bu beş eytam, aynı zamanda beş büyük yıldızdır

Tenasüh ve ruh göçüne inanırlar Onlara göre, insanlar ilk kez semâvî varlıklar olarak yaratılmışlar; fakat düşüşlerinin bir sonucu olarak bu günkü şekillerini kabullenmek zorunda kalmışlardır Sürekli tenasüh ve ruh göçü, insanların tekrar semavi varlıklara dönmesiyle son bulacaktır Yine Hz Ali (ra)'in yıldızların prensi olduğunu ve güneş veya ay ile cisimlenmiş bulunduğuna inanırlar

Kendileri Ali'nin uluhiyyetine inanmak ve onun yüceliğinin nimetine ermek şerefine ulaşan kişilerdir Aliye inanan Nusayrilerin ruhla, hareket yoluyla yıldızlar haline dönüşerek nurlar alemine yükselir Nusayri olmayanların ruhları ise, hayvan cesetlerine girer Onlara göre kadınların ruhları yoktur Şeytanlar insanların günahlarından, kadınlar da şeytanların günahlarından yaratılmışlardır Bu bakımdan kadınlara onların mezheblerinin sırları açıklanmaz Bu taassuplarından ötürü Fâtıma'nın ismini kullanmayıp, metinlerinde bu kelimenin müzekkeri olan Fâtır'ı kullanmayı tercih ederler Ayrıca onlara göre, diğer halifelerle birlikte bir kısım sahabe ile Muaviye, Yezid ve Haccac da şeytanın sembolleridir ve lanetlidirler

Tanrı olarak kabul ettikleri Ali'nin bulunduğu yer konusunda iki gruba ayrılırlar Haydariler'e göre Ali, göktedir Güneş Muhammed'i, ay da Selman'ı temsil eder Ali güneşte oturmaktadır Bu yüzden bunlara "Şemsiler" de denilmektedir İkinci kol olan Kilaziler'e göre ise Ali'nin yeri ay'dır Bu yüzden bunlara da "Kameriler" ismi verilmektedir

Onlara göre şarap, uluhiyyetin sembolüdür Bundan dolayı şarabı ve şarabın aslı olan üzüm asmalarını aşırı bir şekilde yüceltirler

İslamın beş şartı ise şöyle bir tevil esasına göre anlaşılır:

1 Şehadet: Nusayriliğe girişte yukarıda sözü edilen şehadet kelimesi tekrar edilir Sonra da "Nusayri dininden, Cundebî görüşünden, Cunbulanî tarikatından, Hasibî akidesinden, Cillî inancından, Meymunî fıkhından olduğuma şehadet ederim" şeklindeki söz söylenir

2 Namaz: Namaz sesle yapılan bir ibadet olup, sadece duadır Namazın başında "Ali, Muhammed ve Selman'ı yüceltiriz" demek, namazı eda etmek olarak anlaşılır Namaz Ali'ye açılan bir kalbin niyazı olarak anlaşıldığından ferdi yapılır, ancak, bayram ve mukaddes günlerde cemaat hafinde de yapılabilmektedir Namazdan önce abdest alınmaz Namazın şartları beştir:

a) Beş seçkini bilmek, Bunlar; Muhammed, Fâtır, Hasan, Hüseyin ve Muhsin'dir

b) Gülmeden ve konuşmadan dua etmek,

c) Namazı, Abbasi rengi olduğu için siyah takkesiz kılmak,

d) İbadeti başkaları görmeden gizli yapmak,

el Namazı, "Ey Yüce, Büyük ve Arıların Efendisi Ali, bize merhamet et" diyerek bitirmek

Namazın sayısı yine beştir ve beş masuma tahsis edilmiştir Namazda Mekke'ye dönmek şart değildir Öğleye kadar güneşin doğuş yönüne, öğleden sonra ise batıya doğru yönelinir

3 Oruç: Oruç, Resulullah'ın babası Abdullah b Abdulmuttalib'in sessizliğini temsil eder Buna göre Ramazan Abdullah, Kur'an Hz Muhammed'dir Ramazan günleri ise, Nusayrilerin kutsal kişilerini temsil eder

4 Zekat: Zekatın manası dini öğrenmek ve aktarmaktır Her aile malî şartlarına göre, şeyhe para vermek zorundadır Bu zekat yerine geçer

5 Ziyaretler: Ziyaret yerleri çok önemlidir Buralar beyaza boyanır ve aynı zamanda ibadet yerleridir Ziyaret yerleri ya su kenarlarında ya da ağaçlık yerlerdedir Bu anlayışları eski Fenikelilerden kalan bir inançtır

Nusayrilerde, şeyhler tabir edilen din işlerini organize eden dört ayrı sınıf vardır ki, bunlar onlara göre büyük önem arzetmektedir

Bunları da sırasıyla şöyle sıralayabiliriz;

A- Büyük Şeyh: Ali'nin yeryüzündeki gölgesi durumunda olup, geniş ve büyük bir otoritesi vardır İnsanüstü gücü bulunduğuna inanılır, bu yüzden büyük itibar görür Vazifesi, şeyh ve imam adaylarını seçmektir Her bölgede ancak bir büyük şeyh bulunur

B- Şeyh: Cemaatın manevi önderleri durumunda bulunan şeyhlerin sayıları çoktur ve atalarının melekler olduğuna inanılır Melekler onlara hulul etmiştir Ahiret aleminde şefaat hakkına sahiptirler Merasim ve ziyaretleri idare edip, hastalara dua ederler, onlardan izinsiz doktora bile gidilmez En güzel ve zengin kızlarla evlenirler ve evleri herkese açıktır Şeyh olabilmek için şeyh ailesinden gelmek şart olduğu gibi geniş bir kültüre de sahip olmak zorunludur

C- Nüvvab: Bir nevi şeyh yardımcısı durumundadırlar Şeyh olabilmeleri büyük şeyhin kararına bağlıdır Bunun için geniş bir tecrübeden geçmesi gereklidir, şeyh olabileceği kanaatı oluşuğunda bir başka bölgeye şeyh olarak atanır

D- İmam: Daha alt tabakadan görevlilerdir

Nusayriliğe giriş bir kaç merhaleden oluşmaktadır Kadınlar bu mezhebe giremezler Erkekler ise mezhebe girmekle yükümlüdürler Giriş için, esas şart ana-babanın Nusayri olmasıdır Erkek, sağlığı yerinde, 8-10 yaşından büyük ve ölümle karşı karşıya kalsa bile sır saklayabilecek kabiliyet ve olgunlukta olmak da Nusayriliğe giriş için gerekli şartlardandır

Nusayriliğe giriş genel olarak üç merhaleden oluşmaktadır

Sırasıyla bu merhaleleri görmeye çalışalım;

Birinci merhale: Mezhebe girecek yaşa gelen ****** babası, güvendiği bir nusayriye ***ürür ve ona tavassut etmesini ister O şahıs onun manevi babası haline gelerek onu iyice tanır Çocuğun durumu hakkında şahitler ve şeyhin huzurunda teminat alınır, çocuk eğer sır verirse öldürülür Daha sonra o kişi ******n eğitimini sağlar Müslümanların gözünde iyi bir müslüman intibası bırakmak için namaz kılıp, oruç tutmasına özen göstermesi istenir Zira bu safhada o çocuk bir nevi ilk imtihandan geçmektedir

Bu ön hazırlık safhasından sonra çocuk, "Meşveret Cemiyeti" adı verilen bir toplantıya alınır ki, bu toplantı şeyhin veya ileri gelen bir nusayrinin evinde yapılır Çocuk içeri alınır ve nefsini alçaltma, itaatkâr olmanın bir nişanesi olarak, şeyhin ve orada bulunanların ayakkabılarını başına koyar Uluhiyyet sembolü olan bir kadeh şarabı içtikten sonra, o, "Abdu'n-Nur" (Nurun kulu) adını alır Bu arada a(ayın), m(mim), s(sin) harfleri, manaları anlatılmadan bir mühür şeklinde tekrar ettirilir, tekrar el ve ayaklar öpülür Sonunda da bu merasimin ay, gün ve senesi kaydedilir

İkinci merhale: İlk merhaleden kırk gün sonra yapılan bu toplantının adı "Melik Cemiyeti"dir Çok zengin ve görkemli bir toplantıdır Nakib, çocuğa tekrar bir kadeh içki sunar ve a(ayın), m(mim), s(sin) harflerinin sırrını öğreterek bunları her gün 500 defa tekrar etmesini emreder Bu arada "Kitâbül-Mecmu" dan da bazı bölümler kendisine öğretilir

Üçüncü merhale: Bu ikinciden daha görkemlidir Nusayriliğe giren çocuk eğer ileri gelen bir aileden veya şeyh ailesinden birisi ise ikinciden yedi ay, eğer halkdan birisi ise dokuz ay sonra icra edilir Geniş bir salonda yapılan bu merasim bir hayli kurallara bağlıdır Salonda ortada büyük şeyhi temsilen bir imam oturur, sağında nakib, solunda ise necîb vardır Bu şekil aynı zamanda a(ayın), m(mim), s(sin) harflerini yani Ali, Muhammed ve Selman üçlüsünü temsil etmektedir Nakibin sağında da havarileri temsilen on iki kişi bulunur Necibin solunda ise yirmi dört kişi yer almaktadır Bu kişiler Kitabul-Mecmu'un beş defa tekrar edildiğine şahitlik ederler Merasimin başında imam tekrar, sır saklayacağına dair söz ister, havariler de onun sözüne şahitlik ederler Bu sırada on iki havari önlerindeki on iki bardaktan birer yudum içki alırlar, aday da alır ve böylece uluhiyyete erilmiş olur

Nusayrilere göre kutsal kabul edilen bayram ve merasimler şunlardır:

1 Fıtr (Ramazan) 2 Adhâ (Kurban) 3 Gadîr (18 Zilhicce; Hz Peygamberin Hz Ali'yi imam tayin ettiğine inanılan gün) 4 Mubahale (21 Zilhicce, Necranlı Hristiyanlarla Hz Muhammed arasındaki lânetleşme olayı) 5 Firaş (29 Zilhicce; Hz Peygamberin Medine'ye hicret ettiği gece Hz Ali'nin O'nun yatağına yatması) 6 Aşüre (10 Muharrem; Nusayrilere göre Hz Hüseyin, Kerbela'da ölmemiş, Hz İsa gibi göğe çekilmiştir) 7 9 Rebiulevvel (Hz Ömer'in şehid edildiği gün) 8 15 Şaban (Selman'ın ölümü) 9 Nevruz ve Mihrican bayramları 10 24/25 Aralık gecesi Hz İsa'nın doğumu ve "son yemek" ayini

Onlar bayramlarda özellikle uluhiyyetin sağlanması için şarap içer ve buhur yakarlar Onlara göre bu hareket bir uluhiyyet göstergesidir Zira şarap kutsaldır

Nusayriler, burada görüldüğü üzere, kendilerince kutsal kabul ettikleri bir takım bayram ve merasimlere çok bağlıdırlar ve bunları dikkatlice icra ederler Zira bir çok batıl fırkada görüldüğü gibi, onlar kendi otorite ve ağırlıklarını ancak bu şekildeki resmi ve görkemli merasimlerle ve mensupları huzurundaki söz vermelerle sağlamaktadırlar Yani bunun ancak ve ancak kollektif şuurla sağlanabileceği kanaatindedirler Kollektif şuur, bir bakıma oldukça önemli ve zaman zaman da kullanılması lüzumludur Ancak, bunun bir taassup ve hedef şeklinde kullanılması yanlış kanaat ve izlenimlere ***ürmektedir İslâmda da bir takım merasim ve kollektif şuura ***üren vesileler vardır, fakat bunların hiç birisinde esas itibariyle bir aşırılık gözlenmediği gibi daima itidal tavsiye ve tasvib edilmiştir Ayrıca akıl ve mantık ölçüleri hiç bir şekil ve surette ihmal edilmemiştir Önemli olan da budur ve bu tür merasimlere taassup ve ifrat-tefritin karışmamasıdır Ve bu tür merasimlerin hiç bir şekilde hedef ve amaç olarak görülmemesidir

Nusayrilerin buraya kadar anlatılan inanış, davranış, hal ve hareketleri dikkatlice izlenip gözönüne alındığında, bu mezhebin söz konusu bölgelerde zaman süreci içinde hüküm süren eski dinler ve inanışlardan, özellikle totemcilikten, Sabiîlik'ten, Mecusîlikten, Musevilik ve Hristiyanlıktan ve ilkel inanışlardan oldukça büyük oranda etkilendiğini görmek ve müşahede etmek mümkündür Bu inanış biçimi ve tezahürleri aynı zamanda bâtınilik perdesi ile de örtülerek bir gizlilik içinde, takdim edilmiştir Zira, sözü edilen tutarsız görüş ve inanç biçimleri ancak bu şekilde idame ettirilebilmiştir Dikkat edilirse mezhebe ilk girenden, ilk alınan söz, sır saklama hususudur

Şu ana kadar inançlarını özetlemeye çalıştığımız Nusayriler, aslında inançlarını son derece gizli tutarlar Öyle ki, büyük bir çoğunluğu inançların tamamı ve sırları hakkında bilgi sahibi olamazlar Bu, ancak seçkin bir zümreye aittir Öğretiler uzun bir üyeliğe kabul süreci içinde öğretilir Bu, ancak uygun görülen 19 yaşına basmış erkekler için başlar Sırlarını, başkalarına açma korkusuyla kadınlara öğretmedikleri gibi, kadınlar ayinlere de katılamazlar Üyeliğe kabul töreni masonların üyeliğe kabul törenlerine şaşırtıcı bir biçimde benzemektedir

Nusayrilere Fransız işgalcileri Eylül 1920'de Alevî ismini verdiler Böylece Hz Ali (ra)'nin ismini kullanarak İslamı yıkmak daha kolay olacaktı Dolayısıyla o günden bu güne Alevî ismiyle çağrılmayı tercih ettiler İran'daki Bahâiler ve Pakistan'daki Kadiyâniler gibi Nusayriler de emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda kendilerine düşen rolü layıkiyle oynamışlar ve bu gün Suriye'de bu rollerini oynamaya devam etmektedirler

Bu gün Suriye bu insanlar tarafından idare edilmekte olup, tarih boyunca Müslümanları devamlı katletmişlerdir Sadece 1982 yılında Hama şehrinde gerçekleştirdikleri katliamda otuz bin sivil insan şehit olmuştur

Sonuç olarak; gerçekte bir mezhep gibi görünmesine rağmen Nusayrilik, ne Hristiyanlıkla, ne Yahudilikle, ne de İslam ile ilgisi olmayan; gerek inanç, gerekse ibadet yöntemleriyle ayrı bir din olarak ortaya çıkmaktadır Bunların kâfir, müşrik, mülhid olduklarında bütün Ehl-i sünnet ve Şia uleması ittifak etmiştir Hatta İbn Teymiyye, bunların kestiklerinin yenilemeyeceğini, kadınlarının nikâh edilemeyeceğini söyledikten sonra; mürted olduklarından Cizye ödemekle hayat hakkına sahip olamayacaklarını bildirmektedir

Nusayrilik bu tepkiyi görmesine rağmen bir ara Lübnan'daki İmamiye mezhebi mensupları tarafından Şiî bir mezhep olarak kabul edildi Nusayrîler Suriye halkının dörtte biri olmalarına rağmen 1971'den beri ülke yönetimine hakim olmuşlardır Böylelikle yirmi yıldır bütün ülke diktatör hafız Esad tarafından baskı altında tutulmaktadır

Abdürrahim GÜZEL

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : (¯`*» ♥ Mezhepler Tarihi ♥ «*´¯)

Eski 10-18-2011   #24
karamela
Varsayılan

Cevap : (¯`*» ♥ Mezhepler Tarihi ♥ «*´¯)



ŞİA

Hz Peygamber'in vefatından sonra İmametin Hz Ali ve evlatlarına ait bir hak olup nass ve tayinle gerçekleşeceğini iddia eden birbirlerinden farklı mezheplerin müşterek adı
Şîa kelimesi Arapcada şe-ye-a kökünden fırka, bölük, taraftar, yardımcı, bir kimseye uyan ve yardımcı olan manalarına gelen bir kelimedir Kur'ân-ı Kerîm'de değişik yerlerde geçen bu kelime (bk el-En'am, 6/65, 159; el-Hicr, 15/10; Meryem, 19/69; el-Kasas, 28/4, 15; er-Rûm, 30/32; Sebe, 34/54; el-Kamer,54/-51; es-Saffât, 37/83) Arapçada daha çok taraftar anlamında kullanılmıştır Genel olarak halife Osman b Affan'ın öldürülmesinden sonra meydana gelen olaylarda Ali b Ebi Talib tarafını tutan, onunla birlikte düşmanlarına karşı savaşan ve mücadele edenlere Ali b Ebi Talib'in taraftarları (Şatu Ali b Ebi Talib) denildiği görülmektedir (eş-Şehristan, el-Milel ve'nNihal, I, 146) Şîa kelimesinin bu manada kullanılışı genel olarak Hz Hüseyin'in 10 Muharrem 61/10 Ekim 681 tarihinde Kerbelâ'da şehid edilişinden sonraya kadar devam etmiştir Kerbelâ hadisesinden bir süre sonra Şîa kelimesi bir terim olarak Emevilere karşı Hz Hüseyin'in intikamını almak, Hz Ali ve soyunun haklarını aramak, onun nesline yardım etmek için bir araya gelenleri ve onlara taraftar olanları ifâde etmeye başlamıştır
Şîa'nın ne zaman doğduğu konusu oldukça ihtilaflıdır Şii kaynaklar, Hz Peygamber zamanında, Ali b Ebî Talib'i diğer sahabelerden üstün gören ve onu halifeliğe en layık sahabi olarak kabul eden Ebu Zer el-Gıfarî, Selmân el-Farisî, Mikdad b el-Esved gibi ashabın ilk şiîler olduğunu, bu bakımdan Şîa'nın Hz Peygamber devrinde doğduğunu belirtmektedir (bk En-Nevbaht, Firaku'ş-şîa, Necef 1368, 39-40) Fakat Hz Ali'yi üstün ve faziletli gören bu grup ile daha sonra mezhep olarak teşekkül etmiş olan Şîa'nın Hz Peygamberin vefatını takiben, Hz Ali'nin meşru halife olduğu iddiasıyla doğan tamamen bir siyasi hareket olarak çıktığı iddiası (bk Bernard Lewis, the Origins of İsmailism, Cambridge 1940, 23 ve Ahmed Emin, Fecrul-İslâm, Kahire 1964, 266 vd) yanında Hz Osman'ın öldürülmesinden sonra (bk J Wellhausen, el-Havâric ve'ş-Şa, Kahire 1968, 146) veya Hz Ali'nin halifeliği esnasında özellikle Camel ve Sıffın savaşlarını takiben (bk İbnü'n-Nedim, el-Fihrist, Beyrut 1954, 175) yahut Hz Ali'nin öldürülmesi ve cemaatin Muaviye b Ebi Süfyan'a beyat etmesi ile doğduğu (bk Taha Hüseyin, el-Fitnetu'l-Kübra, II, Kahire 1966, 175) ileri sürülür Bütün bu olaylar Şîa'nın ortaya çıkış zamanını kesin olarak belirtmeseler de olayların hepsinin Şîa'nın gelişmesinde müessir olduğu görülmektedir
Şîa diger fırkalar gibi, İslâm'da ana bünye diyebileceğimiz cemaatten ayrılarak, yine İslâm içinde ortaya çıkan bir zümreleşme hareketidir Hz Ali'nin, Hz Peygamber tarafından takdir edilen, yiğitlik, kahramanlık, ilim ve takva gibi şahsî meziyetleri bize kadar intikal eden özellikleridir Onun bu özelliklerinden dolayı bazı sahabîler tarafından beğenilip takdir edilmesi ve üstün görülmesi manevi bir bağlılık ve samimi bir dostluk ifade etmektedir
Hz Peygamber'in ashabından bazılarını takdir eden ifâdeler kullanması ve onlara iltifatı düşünüldüğünde sadece Hz Ali'nin özelliklerini takdir etmediği de görülür Bütün bunlar dikkate alındığı takdirde Hz Ali devri de dahil Hulefâyı Raşidin devrinde, dostluk ve sevgi izharı ötesinde bir mezhebî gruplaşma olmadığı anlaşılır Bu açıdan Şîa'nın Hz Peygamber devrinde teşekkülü mümkün görülmemektedir
Şîa en erken, Hz Hüseyin'in şehâdetinden sonra siyasî bir eğilim olarak kamuoyu oluşturmaya başlamıştır Özellikle 65/684 yıllarında ortaya çıkan ve Hz Hüseyin'in intikamını almak üzere toplanan, onu davet ettikleri halde yardımsız bıraktıkları için ızdırap duyan ve tevbe eden Kûfelilerin oluşturduğu Tevvâbin hareketi, Şîa'nın bir terim haline gelişinin ve İslâm içinde bir kitleleşme hareketinin başlamasının ilk belirtilerinden biri olarak kabul edilebilir Tevvâbin hareketinin Emeviler karşısında başarı kazanamaması sonucunda, kurtulanlarla birlikte, Ehl-i Beyt'in intikamını almak için ortaya çıkan Hz Ali'nin Havle binti'l-Hanefiyye'den doğan oğlu Muhammed b el-Hanefiyye'nin imametini savunan, İslâm tarihinde Mehdilik, gaib imam, ric'at ve bedâ gibi görüşlerle esaslı yankılar uyandıran Muhtar b Ebi Ubeyd es-Sakaf (67/687) gibi kimseler de Hz Ali'nin neslinin adını kullanarak toplumun içinde itibar kazanmaya çalışmışlardır Keysaniyye veya Muhtariyye ismi ile ortaya çıkan ve Muhammed b el-Hanefiye'nin imametinini savunan bu fırka günümüze ulaşmamıştır
Şia'nın bütün fırkalarında ilk ve ihtilafsız İmam Hz Ali'dir Onun ölümünden sonra imamet görevi oğulları Hasan ve Hüseyin'e intikal etti Hüseyin b Ali'nin ölümünden sonra imamet oğlu Ali b Hüseyin Zeynü'lAbidin'e geçti Emevilere karşı Muhammed b el-Hanefiyye'nin imametini savunanlar da, onun ölümünden sonra Ali b Hüseyin'e bağlandılar
Böylece imamet hemen tamimiyle Hz Ali'nin, Hz Hüseyin'den gelen evlâtlarına intikal etmiş oldu
Kerbelâ'da katliamdan kurtulan Ali b Hüseyin, Medine'ye intikal ettikten sonra siyasetten tamamen uzaklaşarak ölümüne kadar (95/713) ilimle meşgul oldu ve çevresindeki insanları yetiştirmeye gayret etti Daha sonra imâmeti devam ettiren büyük oğlu Muhammed el-Bâkır ölümüne kadar (114/733) babasının prensiplerini izleyerek ilmî konularla meşgul oldu ve çevresindeki mensuplarını korumak için siyasetten uzak kalmaya çaba sarfetti Altıncı İmam Ca'fer es-Sâdık gerçekten alim ve faziletli bir kişidir (bk Mustafa Öz, "Ca'fer es-Sadık", TDV İslâm Ansiklopedisi, VII, I, 3) Devrinde birçok kimse kendisinden istifâde etmiştir Bu imamın devrinde, İslâm tarihinde, Hz Hüseyin'in şehadetinden sonra Emevilere karşı, Ehl-i Beyt adına ilk defa ayaklanan Zeyd b Zeynü'l-Abidin'dir Ali b Hüseyin Zeynü'l-Abidin'in küçük oğlu, Muhammed el-Bâkır'ın kardeşi ve Ca'fer es-Sadık'ın amcası ve akranı olan Zeyd, Emevi halifelerinden Hişam b Abdulmelik'e karşı Kûfe'de isyan etti Kendisine bey'at eden onbeşbin kişi ile Hişam'ın Kûfe-Basra (Irakeyn) valisi Yusuf b Ömer es-Sakafi ile giriştiği savaşta (122/740) başarısızlığa uğradı ve öldürüldü Zeyd'den sonra fikirlerini sürdüren oğlu Yahya (ö 125/743) ile Zeydîyye fırkası ortaya çıkmıştır
Zeyd b Zeynelâbidin'in ölümünden sonra Carudiyye, Süleymaniyye, Batriyye gibi çeşitli fırkalara ayrılan Zeydîyye mensupları uzun süre dağınık halde kalmışlardır Abbasi halifelerinin siyasî otoritelerinin zayıflamasından faydalanarak Yemen ve Taberistan'da ayaklanarak muhtelif devletler kurmuşlardır Hazar denizinin güneyinde Taberistan'da kurulan zeydî devleti 305 (917) yılına kadar varlığını sürdürmüştür Yemen Zeydîliği ise günümüze kadar varlığını muhafaza edebilmiştir VI/XII yüzyıldan itibâren sınırlarını Tihâme'ye kadar genişleten Zeydler daha sonra Osmanlı hakimiyetine girmişlerdir Günümüzde Yemen'in resmî mezhebi Zeydîyedir İmâmet konusunda daha mutedil bir yol izleyen bu fırka mensupları büyük günah işleyenler hakkında daha çok Haricilik ve Mutezile'nin tesiri altında bulundukları için bu tip kimselerin tam anlamıyla tevbe etmedikçe Cehennemde ebedi kalacakları görüşündedirler Fıkıh konusunda genel olarak, Ehl-i Sünnet mezheplerinden Hanefiliğe yakın bir yol izlerler İsnaaşeriyye'den * farklı olarak mut'a nikahını meşru olarak kabul etmezler (Konu ile ilgili geniş bilgi için bk Zeydîyye Mad)
Ca'fer es-Sadık'ın imamet devresinde önceleri oğlu İsmail'in kendisine halef olacağını kesin olarak belirtmişken daha sonra bazı sebeplerle onu halifelikten çekti İsmail babasının sağlığında vefat etti 148 (765) yılında, Ca'fer es-Sadık'ın ölümü üzerine, İsmail'in taraftarları onun adına oğlu Muhammed b İsmail'e bey'at ettiler Böylece Şîa bünyesinde İsmailiyye adı ile anılan yeni bir fırka ortaya çıkmış oldu
Aşırı bir Şiî mezhebi olan İsmailiyye kuruluşundan itibaren bir buçuk asır süre ile gizli imamlar ve dâiler tarafından idâre edildi Basra, Kûfe, İran, Yemen, Bahreyn ve Kuzey Afrika'ya gönderilen dâiler, mezhebi yaymak için büyük çaba gösterdiler Ali b el-Fadl ve İbn Havşeb, Yemen'de Ebu Said el-Cennâbî ve oğlu Ebu Tahir el-Cennâbî Bahreyn'de, Ebu Abdulah eş-Şiî ise Kuzey Afrika'da devlet kurmaya muvaffak oldular III/IX asrın sonuna doğru Suriye'nin Selemiyye şehrinden Kuzey Afrika'ya intikal ederek burada mehdiligini ilan eden İsmaili imamı Ubeydullah 297 (909) yılında Fatimîler Devletini kurmayı başardı Kısa zamanda Mısır'ı ele geçiren Fatımler, burada kurdukları müesseselerle yaklaşık üç asır süreyle mezheplerini yaymaya çalıştılar Fatımî halifelerinden el-Mustansır'ın 487 (1094) yılında ölümü ile birlikte İsmailiyye, Nizâriyye ve Müsta'liyye diye iki büyük kola ayrıldı Doğu ve Batı İsmailiyyesi diyebileceğimiz bu iki koldan birincisi İran'da Hasan Sabbah'ın şahsında büyük bir himayeci bulmuş, özellikle Kazvin yakınında başta Alamut kalesi olmak üzere diğer kalelerde yerleşen Nizarî fedaileri İslâm hükümdar ve devletleri için daima bir korku unsuru olmuşlardır İsmailiyye'nin bu kolu 1254 yılında Hülagu tarafından, Suriye Nizârleri ise 1273 yılında Sultan Baybars tarafından ortadan kaldırılmıştır İsmailiyye'nin Musta'liyye kolu ise kısa bir müddet Mısır'da hâkimiyetini sürdürmüş, daha sonra birbirinden farklı kollara ayrılarak Yemen'e intikal etmiştir Buradan Hindistan'a geçen Müsta'liler, günümüzde Davudler ve Süleymanîler olmak üzere iki kısma bölünmüşlerdir Müsta'lî İsmailleri Hindistan'da Bohra adıyla anılmaktadırlar
Hülagu'dan sonra daha çok İran Azerbaycan'ında kalan Nizarî İsmailîler, tasavvufi bir görünüm altında varlıklarını sürdürmüşlerdir 1718 yılında öldürülen 45 Nizarî imamı Halilullah Şah'tan sonra İran Kaçar sarayında Ağa Han ünvanı ile damat olan 46 İsmailî imamı Hasan Ali Şah'tan itibaren Nizârî imamları Ağa Han ünvanı ile anılmışlardır Ali Şah ve Sultan Muhammed Şah'dan sonra günümüzdeki Nizârî İsmailîyyenin 49 imamı olan Kerim Ağa Han bu görüşü sürdürmektedir
Tarih boyunca Batıniyye, Sebiyye, Talimiyye, Melâhide vb isimlerle anılan İsmâilîyye'nin Behvalar hariç günümüzde ilmî çalışmaları, bir tefsir ve fıkıh sistemleri mevcut değildir Daha çok ticâretle uğraşan İsmailiyye mensuplarına göre dinin en önemli özelliği imâmettir İbadetler konusunda diğer Şîa fırkalarından oldukça farklı özellik gösterirler (Geniş bilgi için bk İsmilyye mad)
Ca'fer es-Sadık'tan sonra taraftarlarının ekseriyeti oğlu Musa el-Kâzım'a tabi oldular Harun er-Reşid zamanında isyan edebileceği endişesiyle Medine'den Bağdad'a celbedilen Musa el-Kâzım uzun süre hapis hayatı yaşamıştır Kendisinin 183 (799) yılında ölümü üzerine imam olan Ali er-Rıza, Abbasi halifelerinden el-Me'mun tarafından Irak'a getirilerek veliahd tayin edilmiş daha sonra 203 (818) yılında zehirlenmek suretiyle öldürülmüştür Bundan sonraki imamlar sırasıyla Muhammed et-Takî (ö 220/835), Ali en-Nakî (ö 254/868), Hasan el-Askerî (ö 260/873) ve Muhammed el-Mehdi'dir el-Mehdiyyü'l-Muntazar, Hüccet, Sahibuzzaman lakaplarıyla anılan Sâmarra'da bir mahzende kaybolduğuna, yeniden dünyaya gelip dünyayı ıslâh edeceğine inanılan bu imamla, imamların sayısı onikiye ulaştığı için Şîa'nın bu fırkası İsnaaşeriyye (onikiciler) diye anılır Ayrıca imameti dinin en önemli rüknü saymaları hasebiyle İmamiyye, İmam Ca'fer es-Sadık'ın fıkhını uygulamaları sebebiyle de Caferiyye diye bilinirler
İmamiyye bir fırka olarak 260 (873) yılından sonra teessüs etmiştir Bu bakımdan Zeydiyye ve İsmiliyye'den daha geç oluşmuş bir fırkadır 12 imamın 260 (873) - 328 (940) yılına kadar süren gaybet devresinde Ebu Amr Osman b Said, Ebu Cafer Muhammed, Hüseyin b Ruh ve Ali b Muhammed gibi sefirler aracılığıyla imamla irtibat kurulduğu için bu devreye küçük gaybet devresi denilir 238 (940) yılında son sefirin ölümü ile birlikte imamla irtibat kesildiği için günümüze kadar olan devre büyük gaybet devresi olarak adlandırılmaktadır
İmamiyye Şîası gaybet-i kübra yani büyük gaybetin başlamasından itibaren İran'ın resmi mezhebi olduğu 10 (16) asra kadar İslâm dünyasında güçlü bir varlık göstermemiştir Ancak Safevilerin kurulmasıyla İmamiyye 907 (1501) 1149 (1736-37) yılları arasında kendisini himaye eden bir devlete sahip olmuştur Şah İsmail devrinden itibaren İran'da camilerde ilk üç halifeye lânet edilmesi kararlaştırılmış, ezana ilaveler yapılmıştır Safevilerin Şiîlik üzerine kurulu siyaseti ile Sünnilik üzerine kurulu Osmanlı siyaseti arasındaki farklılık sebebiyle Osmanlılarla İran ordusu arasında 1514 yılında cereyan eden Çaldıran savaşında İran ordusunun mağlup olması sonucunda Osmanlı-İran münasebetleri normal mecrasında yürümemiştir 12/18 yüzyıldan 14/20 yüzyıla kadar sağlanan bir devlet desteği olmadan kendi seyri içinde gelişme kaydeden İmamiyye şîasının temsilcileri olan ulema 1905-6 yıllarındaki anayasa faaliyetlerinde önemli rol oynamışlardır Kaçar hanedanının 1925 yılında yıkılışından sonra İran'da idareyi ele geçiren Pehleviler devrinde ulema kısmî nüfuz kaybına uğramıştır Uzun bir hazırlık döneminden sonra Şîa yetullah Humeynî'nin çabalarıyla 1979 yılından itibaren İran'da hakim kılınmış ve mezhebin prensipleri devletin yürütülmesinde esas olarak kabul edilmiş bulunmaktadır Tevhid, nübüvvet, imamet, adl ve mead esaslarını usuluddin olarak kabul eden bu fırka Zeydiyye'den sonraki mutedil bir şii firkası olarak kabul edilir
Kitap, sünnet, icma ve aklı, şer'i deliller olarak kabul eden bu fırka, ibâdet ve muameleler konusunda mut'a nikahı hariç Ehl-i Sünnet fıkhı ile cüz'i ayrılıklar göstermektedir Günümüzde İran, Irak ve Pakistan'da bulunan bu mezhebin mensupları Şîa'nın büyük ekseriyetini teşkil etmektedirler (bk Ca'feriyye mad)
Bu üç fırkanın ötesinde kendilerini şiî sayan ve fakat mutedil Şîa'nın kendileri ile ilgileri bulunmadığını belirttikleri gulat, galiye yahut aşırı şiî fırkalar vardır İslâm mezhepler tarihi ile ilgili eserlerde belirtilen Sebeiyye, Beyâniyye, Muğiriyye, Harbiyye, Mansuriyye, Cenâhiyye, Nusayriyye, Hattabiyye ve Gurâbiyye gibi fırkalar Hz Ali'yi ilâh yahut Allah'ın ona hulûl ettiğini iddia ettikleri için mutedil Şîa tarafından İslâm ve Şîa dışı aşırı cereyan olarak değerlendirilmektedir
Şîa fırkaları arasında müşterek nokta İmamet esasıdır Düşüncelerine göre Cenab-ı Hak Hz Peygamber'i İslâm dinini yaymak için göndermiş, o da peygamberlik görevini yerine getirerek yirmi üç sene süreyle Allah'ın dinin neşretmiştir Hz Peygamber'in inanç ve amel yönünden yirmi üç sene zarfında gerçekleştirdiği ıslah hareketinin O'nun ölümü ile ortadan kalkması Allah'ın hikmetine uygun düşmez Bu sebeple Hz Peygamber'in faaliyetlerinin boşa gitmemesi ve devam etmesi için nübüvvetle eş değer olan bir imamet müessesesi gereklidir İslâm dünya durdukça devam edecek bir ilahî din olduğuna göre bütün zamanlar boyunca, Hz Peygamber adına dinî konulara çözüm getirecek ve İslâm ümmetini yönetecek bir imama zaruri olarak ihtiyaç vardır Bu imamın Hz Peygamber'in neslinden olması gereklidir İmamların ilki Ali b Ebi Talib'dir O, sadece Hz Peygamber'in yakını ve damadı olduğu için değil Allah'ın emrinin gereği olarak imam tayin edilmiştir Kendisinden sonra imâmet, -Keysaniyye hariç- Hz Fâtıma'dan olan neslinden devam edecektir Hz Peygamber'e bu manada naib olan imamlar, onun ümmet üzerindeki velâyetini hâizdirler İmamların tayini hiç bir zaman ölümlü, ihtirasına ve menfaatine tutkun olan insanlar tarafından değil, Allah, Peygamber ve bir önceki imam tarafından gerçekleştirilir İmamlar Hz Peygamberin ilminin hamilleri ve onun gibi masum kimselerdir Aksi halde onların sözlerine itimad edilemez
Şîa'nın imamet konusunda böyle düşüncesine rağmen aralarında en çok ihtilaf edilen konunun yine imâmet olduğu söylenebilir Hemen her imamın ölümünden sonra o imâmın oğulları arasında cereyan eden mücâdelelerde İmam olan kişinin güçlü ve itibarlı olması sebebiyle mi yoksa Allah'ın onu İmam tayin ettiğinden dolayı mı İmam olduğu konusu daima tartışılabilir Yukarıda İmamet konusu ile ilgili esaslar genellikle günümüzde en güçlü olan İmamiyye yahut İsnaaşeriyye tarafından benimsenen hususlardır
İmamet konusunda en mutedil davranan Şiî mezhebi Zeydiyye'dir Onlar yukarıda belirtildiği gibi, imamın Hz Peygamber'in kızı Fatıma neslinden gelmesini kabul etmekle birlikte masumiyetini ve ismen tayinini benimsememektedirler İmamın vasfen tayin edilmesi gereği üzerinde duran bu fırkaya göre, Hz Fatıma neslinden gelen cömert, âlim ve takva sahibi olması gereken imam, kendini izhar edip imamlığını ilan etmelidir Takıyye veya mestur imam düşüncesi Zeydiyye'de mevcut değildir
İsmail b Ca'fer es-Sâdık'ı imam tanımakla İsmailiyye, nasların bâtınî manası bulunduğunu iddia ettikleri için Batıniyye ve bilginin akıl ve duyularla değil ancak masum imamın öğretmesiyle elde edileceğini iddia ettikleri için Ta'limiyye adını alan bu fırka imamet konusunda gerek ilk devrede gerekse Fâtımîler devrinde farklı özellikler göstermiştir İmamı bilme ve ona bağlanma dinin aslı olduğu, dünya ve ahiret saadetine ancak bu şekilde ulaşılacağı, genel olarak İsmailiyye'nin prensipleri arasında bulunmaktadır Bu fırka günümüzde imamet konusundaki müfrit düşüncelerini sürdürmektedir İmametin dışında takıyye, bedâ, rec'at gibi talî esaslar Şîa fırkalarının ekseriyeti tarafından benimsenmektedir
Günümüzde İslâm dünyasının muhtelif yerlerinde Şîa mevcudu kesin bir istatistik bulunmamasına rağmen %7 - %9 arasında tahmin edilmektedir
Mustafa ÖZ

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : (¯`*» ♥ Mezhepler Tarihi ♥ «*´¯)

Eski 10-18-2011   #25
karamela
Varsayılan

Cevap : (¯`*» ♥ Mezhepler Tarihi ♥ «*´¯)



VEHHABİLİK

eş-Şeyhu'n-Necdî lakabıyla bilinen Muhammed bin Abdülvehhab'ın (d 1703 Uyeyne - ö1787 Deriye, Riyad) düşünceleri çevresinde oluşan dinî, siyasî hareket Harekete Vehhabilik adı karşıtlarınca yakıştırıldı Hareket içinde yer alanlar, kendilerine Muvahhidun (tevhidciler) derler ve Hanbelî mezhebini İbn Teymiye yorumuna uygun biçimde sürdürdüklerini söylerler Vehhabilik bir inanç hareketi olarak başlamakla birlikte, kısa zamanda siyasî bir nitelik kazandı Arap yarımadasında etkinlik kurarak devlet durumuna geldi Günümüzde, Suudi Arabistan'ın resmî mezhebi durumundadır
Muhammed İbn Abdülvehhab'ın düşünceleri, Deriye Emiri olan Muhammed bin Suud ile tanışmasıyla (1744) siyasi bir hareket niteliği kazandı İbn Abdülvehhab, Deriye'de düşüncelerini Emir Muhammed'in gücü ile yayarken, Emir Muhammed bu düşüncelerle Arabistan'a hakim olma imkânını kazanıyordu Çünkü İbn Abdülvehhab, insanların şirk içinde bulunduğunu, bunların mal ve canlarının kendisine inanan kişilere helal olduğunu söylüyor, Emir Muhammed bu fetvanın getirdiği ganimet olgusuyla yandaşlarını çoğaltıyor, gücünü artırıyordu İbn Abdülvehhab'ın ölümünden sonra hareketin siyasî niteliği daha da ağırlık kazandı Muhammed bin Suud döneminde başlayan toprak kazanma faaliyetleri, ölümünden (1766) sonra oğlu Abdülaziz zamanında da sürdürüldû19 yüzyılın başlarına gelindiğinde (1811) Vehhabilik adına hareket eden Suud Emirliği Haleb'ten Hind Okyanusuna, Basra Körfezi ve Irak sınırından Kızıl Deniz'e kadar yayılmış bulunuyordu
Vehhabilik hareketinin Osmanlılar için önemli bir sorun durumuna gelmesi üzerine II Mahmud, Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa'yı sorunu çözmekle görevlendirdi Mehmet Ali Paşa, oğlu Tosun komutasındaki orduyla Mekke, Medine ve Taif'i Vehhabilerin elinden kurtardı (181213) Daha sonra bizzat Emir Abdûlaziz'in üzerine yürüdü Emir Abdulaziz'in ölümü (1814) üzerine Vehhabiler ağır bir yenilgiye uğradı Nihayet Mehmet Afi Paşa'nın kumandanı ibrahim paşa, Abdulaziz'in yerine geçen oğlu Abdullah ve çocuklarını esir ederek İstanbul'a gönderdi Bunların İstanbul'da asılarak öldürülmeleri (17121819) ile Vehhabilik hareketinin ilk dönemi kapandı
Savaş sırasında kaçarak kurtulmayı başaran Suud hanedanından Türki bin Abdullah, Necd bölgesinde yeniden faaliyete girişerek 1821'den 1891'e kadar sürecek ikinci Vehhabi devletini kurmayı başardı Daha sonraları bir takım çekişmeler olmuşsa da Suud hanedanından Abdülaziz bin Suud, Vehhabi devletini yeniden kurdu (1901) Hindistan İngiliz yönetiminin de desteğini sağlayan Abdülaziz bin Suud 26 Aralık 1916 tarihli anlaşma ile İngilizlerce Necd, Hasa, Katif, Cubeyl ve kendisine bağlı diğer bölgelerin hükümdar olarak tanındı Bu anlaşmaya göre Abdülaziz, bu yerleri kendisinden sonra miras yoluyla çocuklarına bırakacak ve kendisinin seçtiği veliaht da İngilizlere bağlı kalacaktı
Osmanlıların yenik düşmesiyle sonuçlanan1 Dünya Savaşı'nın arkasından Vehhabiler Hail, Taif, Mekke, Medine ve Cidde'yi de ele geçirdiler (1921-1926) Abdülaziz bin Suud, Necd ve Hicaz Kralı olarak kabul edildi (1926) 20 Mayıs 1927 tarihinde İngiltere ile yapılan Cidde anlaşmasının arkasından da tam bağımsızlığını ilan etti Böylece Abdulaziz bin Suud, suudi Arabistan Kralı olarak tüm Hicaz'ı egemenliği altına altı Bu devlet, Suudi Arabistan Krallığı adıyla varlığını sürdürmektedir
Vehhabiliğin din anlayışı, Muhammed bin Abdülvehhab'ın üzerinde önemle durduğu tevhid (Allah'ın birlenmesi) konusundaki yorumu çevresinde toplanır İbn Abdülvehhab'a göre tevhid, kullukta Allah'ı bir tanımaktır Tevhid kelimesini (lâ ilâhe ilallâh) söylemek Allah'tan başka tapınılan şeyleri tanımadıkça bir anlam taşımaz Allah kalble, dille ve davranışlarla birlenmelidir Bunlardan birisinin eksik olması durumunda kişi Müslüman olamaz Tevhid üçe ayrılır İlki, Allah'ı isim ve sıfatlarında birlemek (tevhid-i esma ve sıfat), ikincisi Allah'ı rablıkta birlemek (tevhid-i rububiyet), üçüncüsü de Allah'ı ilahlığında birlemektir (tevhid-i uluhiya) Allah'ı bu üç biçimde birleme, ancak amellerle mümkündür Buna göre Kur'an ve Sünnet'in dışında emir ve yasak tanımamak, Hz Muhammed'in döneminde bulunmayan şeyleri ve tevessülü terkederek Allah'ı birlemek gerekir Bu tevhide ameli tevhid denir Herhangi bir hüküm koyucu tanımak, Allah'tan başkasından yardım dilemek, Peygamber için bile olsa, Allah dışındaki bir varlık için kurban kesmek, adakta bulunmak kişiyi küfre düşürür, can ve mal dokunulmazlığını ortadan kaldırır
Bu tevhid anlayışının getirdiği önemli sonuçlar vardır Bunlardan birisi, Hz Muhammet'ten şefaat talebinde bulunulamayacağıdır Şefaat, Allah'a özel bir haktır Bu nedenle Hz Muhammet'ten doğrudan şefaat talep etmek, onu Allah'a ortak tutmaktır Nitekim müşrikler de Allah'ı kabul ettikleri halde, melekleri, putları şefaatçi kabul ettikleri için müşrik olmuşlardır Şefaat inancı gibi yaygın olan tevessül inancı da şirktir Tevessül inancı, daha çok mutasavvıflar arasında yaygındır Bir takım şeyhlerin, velilerin hem hayatlarında, hem de öldükten sonra tasarruf sahibi olduklarına inanılmakta, onların himmetleri dilenmekte ve aracı kılınmaktadırlar Bu da açık bir şirktir Çünkü günah'ın yaratmada, yönetmede, tasarruf etmede, işleri düzenleme ve belirlemede ortağı yoktur
Vehhabiliği en önemli özelliklerinden birisi de bid'adlar karşısındaki tutumudur İbn Abdülvehhab'a göre Kur'an ve Sünnet'te olmayan her şey bid'attır Bir bid'at çıkaran mel'undur ve çıkardığı şey reddedilmelidir Bid'adların çoğu insanları şirke düşürmektedir Bunların başında mezarlar, türbeler ve bunların ziyaretleri gelir Mezarlarda yapılan ibadetler şirktir Sevap umarak Hz Muhammed'in kabrini ziyaret bile şirke neden olabilir Şirke neden olmamaları için, mezar ziyaretleri, türbe yapımı kesin olarak yasaklanmalıdır Ölülere niyaz, tevessül, falcılara, müneacimlere inanmak, Hz Peygamber'in anısını yüceltmek, hırka-i şerif, sakal-ı şerif ziyaretleri yapmak, Allah'tan başkasına ibadet etmek, şirk koşmatır Mevfit toplantıları düzenlemek, bu toplantılarda mevlid okumak, sünnet ya da nafile namazlar kılmak yasaklanmalıdır Göz değmemesi için nazar boncuğu takmak, muska takınmak, ağaç, taş vb şeyleri kutsal saymak, bir hastalık ya da beladan kurtulmak, güzel görünmek vb için boncuk, ip, hamayı gibi şeyler takınmak, sihir, büyü, yıldız falı gibi şeylere inanmaz, iyi kişilere, velilere tazimde bulunmak, onlara dua etmek, onlardan yardım dilemek gibi şeyler de tamamıyle şirke neden olan bid'adlardandır Riya için namaz kılmak, sofuluk etmek, iyi insan gibi görünerek çıkar sağlamak da şirktir Cami ve mescidlerin süslenmesi, minare yapılması da terkedilmesi gereken bid'adlardır
Vehhabiliği oluşturan düşünceler, birçok çağdaş Müslüman düşünürü etkilemiş, onlara esin kaynağı olmuştur Günümüzde ise, önemli ölçüde değişime uğramış biçimde, Suud Krallığının resmî görüşü olmaktan öte bir anlam taşımamaktadır
Ahmet ÖZALP

tamamı kendi arşivimden alıntıdır

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.