Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Forum İslam > İslami Genel Konular

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
külliyatı, nur, risalei

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı

Eski 03-29-2009   #16
meLankoLik_asaLet
Varsayılan

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı



Birinci Nokta: Hapiste geçen ömür günleri, herbir gün on gün kadar bir ibâdet kazandırabilir ve fâni saatleri, meyveleri cihetiyle mânen bâki saatlere çevirebilir ve beş-on sene ceza ile, milyonlar sene haps-i ebedîden kurtulmağa vesile olabilir İşte ehl-i îmân için bu pek büyük ve çok kıymetdar kazanç şartı, farz namazını kılmak ve hapse sebebiyet veren günahlardan tövbe etmek ve sabır içinde şükretmektir Zâten hapis çok günahlara mânidir, meydan vermiyor

İkinci Nokta: Zeval-i lezzet elem olduğu gibi, zeval-i elem dahi lezzettir Evet herkes geçmiş lezzetli, safalı günlerini düşünse; teessüf ve tahassür elem-i mânevîsini hissedip «Eyvah!» der ve geçmiş musibetli, elemli günlerini tahattur etse; zevalinden bir mânevî


(Orjinal Sayfa:157)

lezzet hisseder ki: «Elhamdülillah şükür, o bela sevabını bıraktı gitti" der Ferah ile teneffüs eder Demek bir saat muvakkat elem, zevaliyle ruhta bir mânevî lezzet bırakır ve lezzetli saat, bilakis elem bırakır Mâdem hakikat budur ve mâdem geçmiş musibet saatleri, elemleri ile beraber madum ve yok olmuş ve gelecek bela günleri şimdi madum ve yoktur ve yoktan elem yok ve madumdan elem gelmez Meselâ, birkaç gün evvel aç ve susuz olmasından, bir-iki gün sonra aç ve susuz olmak ihtimalinden, bugün onlar niyetiyle mütemadiyen ekmek yese ve su içse, ne derece divaneliktir Aynen öyle de, geçmiş ve gelecek elemli saatleri -ki hiç ve madum ve yok olmuşlar- şimdi onları düşünüp sabırsızlık göstermek ve kusurlu nefsini bırakıp, Allah'tan şekva etmek gibi «oof! of!» demek divaneliktir Eğer sağa-sola yâni geçmiş ve geleceğe karşı sabır kuvvetini dağıtmazsa ve hâzır saate ve o güne karşı tutsa, tam kâfi gelir Sıkıntı ondan bire iner Hattâ şekva olmasın, ben bu üçüncü Medrese-i Yusufiyede, birkaç gün zarfında, hiç ömrümde görmediğim maddî ve mânevî sıkıntılı, hastalıklı musibetimde, hususan Nur'un hizmetinden mahrumiyetimden gelen me'yusiyet ve kalbî ve ruhî sıkıntılar beni ezdiği sırada, inâyet-i İlahiye bu mezkûr hakikatı gösterdi Ben de sıkıntılı hastalığımdan, hapsimden razı oldum Çünki: « benim gibi kabir kapısında bir bîçareye, gafletle geçebilir bir saati, on saat ibâdet saatleri yapmak büyük bir kârdır» diye şükreyledim

Üçüncü Nokta: Şefkatkârane hizmetiyle yardım etmek ve muhtaç oldukları rızıklarını ellerine vermek ve mânevî yaralarına tesellilerle merhem sürmek, az bir amel ile büyük bir kazanç var Ve dışarıdan gelen yemeklerini onlara vermek, aynı yemek kadar o gardiyan ve gardiyan ile beraber dâhilde ve hariçte bîçare mahpuslara çalışanlara -bir sadaka hükmünde- defter-i hasenatına yazılır Hususan musibetzede, ihtiyar veya hasta veya fakir veya garib olsa, o sadaka-i mâneviyenin sevabını çok ziyadeleştirir İşte bu kıymetli kazancın şartı, farz namazını kılmaktır Tâ ki o hizmeti, lillah için olsun Hem bir şartı da sadakat ve şefkat ve sevinçle ve minnet etmemek tarzda yardımlarına koşmaktır

* * *




(Orjinal Sayfa:158)



اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا


Ey hapis arkadaşlarım ve din kardeşlerim!

Size hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikatı Beyân etmek, kalbime ihtar edildi O da şudur:

Meselâ: Birisi birisinin kardeşini veya akrabasını öldürmüş Bir dakika o hiddet yüzünden milyonlar dakika hem kalbî sıkıntı, hem hapis azabını çeker Ve maktulün akrabası dahi intikam endişesiyle ve karşısında düşmanını düşünmesiyle, hayatının lezzetini ve ömrünün zevkini kaçırır Hem korku, hem hiddet azabını çekiyor Bunun tek bir çaresi var: O da, Kur'anın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat ve insâniyet ve İslâmiyet iktiza ve teşvik ettikleri olan barışmak ve Mûsalaha etmektir

Evet, hakikat ve maslahat sulhtur Çünki: Ecel birdir, değişmez O maktul, herhalde ecel geldiğinden daha dünyada kalmayacaktı O katil ise, o kaza-i İlâhiyeye vasıta olmuş Eğer barışmak olmazsa, iki taraf da daima korku ve intikam azabını çekerler Onun içindir ki, «Üç günden fazla bir mü'min diğer bir mü'mine küsmemek» İslâmiyet emrediyor Eğer o katl, bir adavetten ve bir kinli garazdan gelmemişse ve bir münafık o fitneye vesile olmuş ise; çabuk barışmak elzemdir Yoksa o cüz'î musibet büyük olur, devam eder Eğer barışsalar ve öldüren tövbe etse ve maktule her vakit dua etse, o halde her iki taraf çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar Bir gitmiş kardeşe bedel, birkaç dindar kardeşleri kazanır Kazâ ve kader-i İlâhîye teslim olup düşmanını afveder ve bilhassa mâdem Risale-i Nur dersini dinlemişler, elbette mabeynlerinde bulunan bütün küsmekleri bırakmağa hem maslahat ve istirahat-ı şahsiye ve umumiye iktiza ediyorlar


(Orjinal Sayfa:159)

Nasılki Denizli hapsinde birbirine düşman bütün mahpuslar, Nurlar dersiyle birbirlerine kardeş oldular ve bizim beraetimize bir sebeb olup (hattâ dinsizlere, serserilere de) o mahpuslar hakkında "Maşâallah, bârekâllah" dedirttiler, o mahpuslar tam teneffüs ettiler Ben burada gördüm ki, birtek adamın yüzünden yüz adam sıkıntı çekip beraber teneffüse çıkmıyorlar Onlara zulüm olur Merd, vicdanlı bir mü'min, küçük ve cüz'î bir hatâ veya menfaatle yüzer zararı ehl-i imânâ vermez Eğer hatâ etse verse, çabuk tövbe etmek lâzımdır

* * *





Aziz yeni kardeşlerim ve eski mahpuslar!

Benim kat'î kanaatım gelmiş ki; buraya girmemizin inâyet-i İlâhiye cihetinde bir ehemmiyetli sebebi sizsiniz Yâni sizi, Nurlar tesellileriyle ve îmanın hakikatlariyle sizi bu hapis musibetinin sıkıntılarından ve dünyevî çok zararlarından ve boşuboşuna gam ve hüzün ile giden hayatınızı faidesizlikten, bâdiheva zâyi' olmasından ve dünyanızın ağlaması gibi âhiretinizi ağlamaktan kurtarıp tam bir teselli size vermektir Mâdem hakikat budur Elbette siz dahi, Denizli mahpusları ve Nur talebeleri gibi birbirinize karşı kardeş olmanız lâzımdır Görüyorsunuz ki: Bir bıçak içinize girmemek ve birbirinize tecavüz etmemek için dışarıdan gelen bütün eşyanız ve yemek ve ekmeğinizi ve çorbanızı karıştırıyorlar Size sadakatla hizmet eden gardiyanlar çok zahmet çekiyorlar Hem siz beraber teneffüse çıkmıyorsunuz, gûya canavar ve vahşî gibi birbirinize saldıracaksınız İşte şimdi sizin gibi fıtrî kahramanlık damarını taşıyan yeni arkadaşlar, bu zamanda mânevî büyük bir kahramanlık ile heyet'e deyiniz ki: «Değil elimize bıçak, belki mavzer ve rovelver verilse, hem emir de verilse, biz bu bîçâre ve bizim gibi musibetzede arkadaşlarımıza dokunmayacağız Eskide yüz düşmanlık ve adavetimiz dahi olsa da, onları helâl edip hatırlarını kırmamağa çalışacağımıza, Kur'anın ve îmânın ve uhuvvet-i İslâmiyenin ve maslahatımızın emriyle ve irşadıyla karar verdik» diyerek, bu hapsi bir mübarek dershaneye çeviriniz

* * *

(Orjinal Sayfa:160)

LEYLE-İ KADİRDE İHTAR EDİLEN BİR

MES'ELE-İ MÜHİMME


Onüçüncü Sözün İkinci Makamının Zeyli


Leyle-i Kadir'de kalbe gelen pek geniş ve uzun bir hakikate, pek kısaca bir işaret edeceğiz Şöyle ki:


Nev'-i beşer bu son harb-i umumînin eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadı ile ve merhametsiz tahribatı ile ve birtek düşmanın yüzünden yüzer mâsumu perişan etmesiyle ve mağlûbların dehşetli me'yusiyetleriyle ve galiblerin dehşetli telâş ve hâkimiyyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tâmir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azablariyle ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olduğu umuma görünmesiyle ve fıtrat-ı beşeriyyedeki yüksek istidadatın ve mahiyet-i insâniyyesinin umumî bir Sûrette dehşetli yaralanmasiyle ve gaflet ve dalâletin, sert ve sağır olan tabiatın, Kur'anın elmas kılıncı altında parçalanmasiyle ve gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı ve en geniş perdesi olan siyaset-i ruy-i zeminin pek çirkin, pek gaddarâne hakikî Sûreti görünmesiyle elbette ve elbette hiç şüphe yok ki: Şimalde, Garpta, Amerika'da emâreleri göründüğüne binaen nev-i beşerin mâşuk-u mecâzîsi olan hayat-ı dünyeviyye, böyle çirkin ve geçici olmasından fıtrat-ı beşerin hakikî sevdiği, aradığı hayat-ı bâkıyyeyi bütün kuvvetiyle arayacak ve elbette hiç şüphe yok ki: Bin üçyüzaltmış senede, her asırda üçyüzelli milyon şâkirdi bulunan ve her hükmüne ve dâvasına milyonlar ehl-i hakikakt tasdik ile imza basan ve her dakikada milyonlar hâfızların kalbinde kudsiyyet ile bulunup lisanlariyle beşere ders veren ve hiç bir kitafta emsali bulunmıyan bir tarzda, beşer için hayat-ı bâkıyeyi ve saadet-i ebediyyeyi müjde veren ve bütün beşerin yaralarını tedâvi eden Kur'an-ı Mu'cizül-Beyânın şiddetli, kuvvetli ve tekrarlı binler âyâtiyle, belki sarihan ve işareten onbinler defa dâva edip haber veren ve sarsılmaz kat'î delillerle, şüphe getirmez hadsiz hüc-



(Orjinal Sayfa:161)

cetleriyle hayat-ı bâkıyeyi kat'iyyetle müjde ve saadet-i ebediyyeyi ders vermesi, elbette nev-i beşer, bütün bütün aklını kaybetmezse, maddi veya mânevî bir kıyamet başlarına kopmazsa; İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere'nin Kur'anı kabûl etmeğe çalışan meşhur hatipleri ve Amerikanın dîn-i hakkı arayan ehemmiyetli cem'iyyeti gibi rûy-i zeminin geniş kıt'aları ve büyük hükümetleri Kur'an-ı Mu'cizül-Beyânı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlariyle sarılacaklar Çünkü bu hakikat noktasında kat'iyyen Kur'anın misli yoktur ve olamaz ve hiçbir şey bu mu'cize-i ekberin yerini tutamaz

Sâniyen: Mâdem Risale-i Nur, bu mu'cize-i kübrânın elinde bir elmas kılınç hükmünde hizmetini göstermiş ve muannid düşmanlarını teslime mecbur etmiş Hem kalbi, hem ruhu, hem hissiyatı tam tenvir edecek ve ilâçlarını verecek bir tarzda hazine-i Kur'aniyyenin dellâllığını yapan ve Ondan başka me'hazı ve mercii olmayan ve bir mu'cize-i mâneviyyesi bulunan Risale-i Nur o vazifeyi tam yapıyor ve aleyhindeki dehşetli propagandalara ve gâyet muannid zındıklara tam galebe çalmış ve dalâletin en sert kuvvetli kalesi olan tabiatı, «Tabiat Risalesi» yle parça parça etmiş ve gafletin en kalın ve boğucu ve geniş daire-i âfâkında ve fennin en geniş perdelerinde «Asâ-yı Mûsa» daki Meyvenin Altıncı Mes'elesi ve Birinci, İkinci, Üçüncü, Sekizinci Hüccetleriyle gâyet parlak bir tarzda gafleti dağıtıp nur-u tevhidi göstermiş


* * *

(Orjinal Sayfa:162)

Meyve Risalesinden Altıncı Mes'ele

Risale-i Nur'un çok yerlerinde izahı ve kat'î hadsiz hüccetleri bulunan îmân-ı billah rüknünün binler küllî bürhânlarından birtek bürhâna kısaca bir işarettir

Kastamonu'da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler "Bize Hâlıkımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar" dediler Ben dedim: Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah'tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar Muallimleri değil, onları dinleyiniz

Meselâ: Nasılki mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda hârika ve hassas mizanlarla alınmış hayatdar macunlar ve tiryaklar var Şübhesiz gâyet meharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir Öyle de, küre-i arz eczahanesinde bulunan dörtyüz bin çeşit nebâtat ve hayvanat kavanozlarındaki zîhayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle, bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nisbetinde, okuduğunuz fenn-i tıp mikyasıyla küre-i arz eczahane-i kübrâsının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâl'i hattâ kör gözlere de gösterir, tanıttırır

Hem meselâ: Nasıl bir hârika fabrika ki, binler çeşit çeşit kumaşları basit bir maddeden dokuyor Şeksiz, bir fabrikatörü ve meharetli bir makinisti tanıttırır Öyle de, küre-i arz denilen yüzbinler başlı, her başında yüzbinler mükemmel fabrika bulunan bu seyyar makine-i Rabbâniye, ne derece bu insan fabrikasından büyükse, mükemmelse, o derecede okuduğunuz fenn-i makine mikyasıyla küre-i arzın ustasını ve sahibini bildirir ve tanıttırır

Hem meselâ, nasılki gâyet mükemmel binbir çeşit erzak etrafından celbedip içinde muntâzaman istif ve ihzâr edilmiş depo ve iaşe anbarı ve dükkân, şeksiz bir fevkalâde iaşe ve erzak mâlikini ve sahibini ve memurunu bildirir Öyle de, bir senede yirmidört bin senelik bir dairede muntâzaman seyahat eden ve yüzbinler ve ayrı ayrı erzak isteyen taifeleri içine alan ve seyahatıyla mevsimlere uğrayıp,


(Orjinal Sayfa:163)

baharı bir büyük vagon gibi, binler ayrı ayrı taamlarla doldurarak, kışta erzakı tükenen bîçare zîhayatlara getiren ve küre-i arz denilen bu Rahmanî iaşe anbarı ve bir sefine-i Sübhaniye ve binbir çeşit cihazatı ve malları ve konserve paketleri taşıyan bu depo ve dükkân-ı Rabbanî, ne derece o fabrikadan büyük ve mükemmel ise; okuduğunuz ve okuyacağınız fenn-i iaşe mikyasıyla, o kat'iyette ve o derecede küre-i arz deposunun sahibini, mutasarrıfını, müdebbirini, bildirir, tanıttırır, sevdirir

Hem nasılki: Dörtyüz bin millet içinde bulunan ve her milletin istediği erzakı ayrı ve istimal ettiği silâhı ayrı ve giydiği elbisesi ayrı ve tâlimatı ayrı ve terhisatı ayrı olan bir ordunun mu'cizekâr bir kumandanı, tek başıyla bütün o ayrı ayrı milletlerin ayrı ayrı erzaklarını ve çeşit çeşit eslihalarını ve elbiselerini ve cihazatlarını, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak verdiği o acib ordu ve ordugâh, şübhesiz bedâhetle o hârika kumandanı gösterir, takdirkârane sevdirir Aynen öyle de, zemin yüzünün ordugâhında ve her baharda yeniden silâh altına alınmış bir yeni ordu-yu Sübhanîde, nebâtat ve hayvanat milletlerinden dörtyüz bin nev'in çeşit çeşit elbise, erzak, esliha, tâlim, terhisleri gâyet mükemmel ve muntâzam ve hiç birini unutmayarak ve şaşırmayarak bir tek kumandan-ı âzam tarafından verilen küre-i arzın bahar ordugâhı, ne derece mezkûr insan ordu ve ordugâhından büyük ve mükemmel ise, sizin okuyacağınız fenn-i askerî mikyasıyla, dikkatli ve aklı başında olanlara o derece küre-i arzın Hâkimini ve Rabbini ve Müdebbirini ve Kumandan-ı Akdes'ini hayretler ve takdislerle bildirir ve tahmid ve tesbihle sevdirir

Hem nasılki: Bir hârika şehirde milyonlar elektrik lâmbaları hareket ederek her yeri gezerler, yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbaları ve fabrikası, şeksiz, bedâhetle elektriği idare eden ve seyyar lâmbaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştial maddelerini getiren bir mu'cizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır, yaşasınlar ile sevdirir Aynen öyle de, bu âlem şehrinde dünya sarayının damındaki yıldız lâmbaları, bir kısmı -kozmoğrafyanın dediğine bakılsa- küre-i arzdan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa sür'atli hareket ettikleri halde, intizâmını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor, yanmak maddeleri tükenmiyor Okuduğunuz kozmoğrafyanın dediğine göre, küre-i arzdan bir milyon defadan ziyade

(Orjinal Sayfa:164)

büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan ve bir misafirhane-i Rahmâniyede bir lâmba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için, her gün küre-i arzın denizleri kadar gazyağı ve dağları kadar kömür veya bin arz kadar odun yığınları lâzımdır ki sönmesin Ve onu ve onun gibi ulvî yıldızları gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen ve beraber ve çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı, ışık parmaklarıyla gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektrik lâmbaları ve idareleri ne derece o misâlden daha büyük, daha mükemmeldir, o derecede sizin okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i elektrik mikyasıyla bu meşher-i âzam-ı kâinatın Sultanını, Münevvirini, Müdebbirini, Sâniini, o nuranî yıldızları şahid göstererek tanıttırır Tesbihatla, takdisatla sevdirir, perestiş ettirir

Hem meselâ, nasılki bir kitab bulunsa ki: Bir satırında bir kitab ince yazılmış ve herbir kelimesinde ince kalemle bir Sûre-i Kur'aniye yazılmış, gâyet mânidar ve bütün mes'eleleri birbirini teyid eder ve kâtibini ve müellifini fevkalâde meharetli ve iktidarlı gösteren bir acib mecmua, şeksiz, gündüz gibi, kâtib ve Mûsannifini Kemâlâtıyla, hünerleriyle bildirir, tanıttırır Mâşâallah, Bârekâllah cümleleriyle takdir ettirir Aynen öyle de, bu kâinat kitab-ı kebiri ki, birtek sahifesi olan zemin yüzünde ve birtek forması olan baharda, üçyüz bin ayrı ayrı kitablar hükmündeki üçyüz bin nebatî ve hayvanî taifeleri beraber, birbiri içinde, yanlışsız hatâsız, karıştırmayarak, şaşırmayarak; mükemmel, muntâzam ve bazen ağaç gibi bir kelimede bir kasideyi; ve çekirdek gibi bir noktada bir kitabın tamam bir fihristesini yazan bir kalem işlediğini gözümüzle gördüğümüz bu nihayetsiz mânidar ve her kelimesinde çok hikmetler bulunan şu mecmua-i kâinat ve bu mücessem Kur'an-ı Ekber-i Âlem, mezkûr misâldeki kitabdan ne derece büyük ve mükemmel ve mânidar ise, o derecede sizin okuduğunuz fenn-i hikmet-ül eşya ve mektebde bilfiil mübaşeret ettiğiniz fenn-i kıraat ve fenn-i kitabet, geniş mikyaslarıyla ve dürbün gözleriyle bu kitab-ı kâinatın nakkaşını, kâtibini hadsiz Kemâlâtıyla tanıttırır Allahü Ekber cümlesiyle bildirir, Sübhanallah takdisiyle târif eder, Elhamdülillah senalarıyla sevdirir

İşte bu fenlere kıyasen, yüzer fünundan herbir fen, geniş mikyasıyla ve hususî aynasıyla ve dürbünlü gözüyle ve ibretli nazarıyla bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelâl'ini Esmâsıyla bildirir; sıfâtını, Kemâlâtını tanıttırır


(Orjinal Sayfa:165)

İşte bu muhteşem ve parlak bir bürhân-ı vahdâniyet olan mezkûr hücceti ders vermek içindir ki; Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân çok tekrar ile en ziyade رَبُّالسَّموَاتِوَاْلاَرْضِ ve خَلَقَالسَّموَاتِوَاْلاَرْضَ âyetleriyle Hâlıkımızı bize tanıttırıyor, diye o mektebli gençlere dedim Onlar dahi tamamıyla kabûl edip tasdik ederek: "Hadsiz şükür olsun Rabbimize ki, tam kudsî ve ayn-ı hakikat bir ders aldık Allah senden razı olsun" dediler Ben de dedim:

İnsan binler çeşit elemler ile müteellim ve binler nevi lezzetler ile mütelezziz olacak bir zîhayat makine ve gâyet derece acziyle beraber hadsiz maddî, mânevî düşmanları ve nihayetsiz fakrıyla beraber hadsiz zâhirî ve bâtınî ihtiyaçları bulunan ve mütemadiyen zeval ve firak tokatlarını yiyen bir bîçare mahluk iken, birden îmân ve ubûdiyetle böyle bir Padişah-ı Zülcelâl'e intisab edip bütün düşmanlarına karşı bir nokta-i istinad ve bütün hâcâtına medâr bir nokta-i istimdad bularak, herkes mensub olduğu efendisinin şerefiyle, makamıyla iftihar ettiği gibi, o da böyle nihayetsiz Kadîr ve Rahîm bir padişaha îmân ile intisab etse ve ubûdiyetle hizmetine girse ve ecelin idam ilânını kendi hakkında terhis tezkeresine çevirse ne kadar memnun ve minnetdar ve ne kadar müteşekkirane iftihar edebilir, kıyas ediniz

O mektebli gençlere dediğim gibi musibetzede mahpuslara da tekrar ile derim: Onu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır Onu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır Hattâ bir bahtiyar mazlum idam olunurken bedbaht zalimlere demiş: "Ben idam olmuyorum Belki terhis ile saadete gidiyorum Fakat ben, de sizi idam-ı ebedî ile mahkûm gördüğümden sizden tam intikamımı alıyorum" Lâ ilahe illallah diyerek sürur ile teslim-i ruh eder



* * *

(Orjinal Sayfa:166)


Hüve Nüktesi




اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللَّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Çok aziz ve sıddık kardeşlerim;

Kardeşlerim, لآَاِلَهَاِلاَّهُوَ ve قُلْهُوَاللَّهُ deki هُوَ lâfzında yalnız maddî cihette bir seyahat-ı hayaliyye-i fikriyyede hava sahifesinin mütalâasıyla âni bir Sûrette görünen bir zarif nükte-i tevhidde; meslek-i îmâniyyenin hadsiz derece kolay ve vücub derecesinde sühuletli bulunmasını ve şirk ve dalaletin mesleğinde hadsiz derecede müşkilâtlı, mümteni' binler muhal bulunduğunu müşahede ettim Gâyet kısa bir işaretle o geniş ve uzun nükteyi Beyân edeceğim

Evet nasılki bir avuç toprak, yüzer çiçeklere nöbetle saksılık eden kabında eğer; tabiata, esbaba havale edilse lâzımgelir ki; ya o kabda küçük mikyasta yüzer, belki çiçekler adedince mânevî makineler, fabrikalar bulunsun veyahut o parçacık topraktaki herbir zerre, bütün o ayrı ayrı çiçekleri, muhtelif hâsiyetleriyle ve hayattar cihazatıyla yapmalarını bilsin; âdeta bir ilâh gibi hadsiz ilmi ve nihayetsiz iktidarı bulunsun Aynen öyle de: Emr ve iradenin bir arşı olan havanın, rüzgârın her bir parçası ve bir nefes ve tırnak kadar olan هُوَ lâfzındaki havada; küçücük mikyasta, bütün dünyada mevcûd telefonların, telgrafların, radyoların ve hadsiz ve muhtelif konuşmaların merkezleri, santralları, âhize ve nâki-

(Orjinal Sayfa:167)

leleri bulunsun ve o hadsiz işleri beraber ve bir anda yapabilsin veyahut o هُوَ deki havanın belki unsur-u havanın herbir parçasının herbir zerresi, bütün telefoncular ve ayrı ayrı umum telgrafçılar ve radyo ile konuşanlar kadar mânevî şahsiyetleri ve kabiliyetleri bulunsun ve onların umum dillerini bilsin ve aynı zamanda başka zerrelere de bildirsin, neşretsin Çünki bilfiil o vaziyet kısmen görünüyor ve havanın bütün eczasında o kabiliyet var İşte ehl-i küfrün ve tabiiyyun ve maddiyyunların mesleklerinde değil bir muhal, belki zerreler adedince muhaller ve imtinalar ve müşkülâtlar âþþşikâre görünüyor Eğer Sâni'-i Zülcelâl'e verilse, hava bütün zerratıyla onun emirber neferi olur Birtek zerrenin muntâzam birtek vazifesi kadar kolayca, hadsiz küllî vazifelerini Hâlıkının izniyle ve kuvvetiyle ve Hâlıka intisab ve istinad ile ve Sâniinin cilve-i kudreti ile bir anda şimşek sür'atinde ve هُوَ telâffuzu ve havanın temevvücü sühuletinde yapılır Yâni, kalem-i kudretin hadsiz ve hârika ve muntâzam yazılarına bir sahife olur ve zerreleri, o kalemin uçları ve zerrelerin vazifeleri dahi, kalem-i kaderin noktaları bulunur Birtek zerrenin hareketi derecesinde kolay çalışır

İşte ben لآَاِلَهَاِلاَّهُو ve قُلْهُوَاللَّهُ deki hareket-i fikriye ile seyahatimde hava âlemini temaşa ve o unsurun sahifesini mütalâa ederken, bu mücmel hakikatı tam vâzıh ve mufassal aynelyakîn müşahede ettim ve هُوَ nin lâfzında, havasında böyle parlak bir bürhân ve bir lem'a-yı vâhidiyyet bulunduğu gibi; mânâsında ve işaretinde gâyet nurani bir cilve-i Ehadiyyet ve çok kuvvetli bir hüccet-i tevhid ve هُوَ zamirinin mutlak ve mübhem işareti hangi zâta bakıyor işaretine bir karine-i taayyün o hüccette bulunması içindir ki, hem Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân hem ehl-i zikir makam-ı tevhidde bu kudsî kelimeyi çok tekrar ederler diye ilmelyakîn ile bildim Evet meselâ: bir nokta beyaz kâğıtta, iki-üç nokta konulsa



(Orjinal Sayfa:168)

karıştığı ve bir adam, muhtelif çok vazifeleri beraber yapmasıyla şaşıracağı ve bir küçük zîhayata, çok yükler yüklenmesiyle altında ezildiği ve bir lisan ve bir kulak, aynı anda müteaddid kelimelerin beraber çıkması ve girmesi intizâmını bozup karışacağı halde; aynelyakîn gördüm ki: هُوَ nin anahtarı ile ve pusulasıyla fikren seyahat ettiğim hava unsurunda herbir parçası hattâ herbir zerresi içine muhtelif binler noktalar, harfler, kelimeler konulduğu veya konulabileceği halde, karışmadığını ve intizâmını bozmadığını; hem ayrı ayrı pek çok vazifeler yaptığı halde, hiç şaşırmadan yapıldığını ve o parçaya ve zerreye pek çok ağır yükler yüklendiği halde hiç za'f göstermeyerek, geri kalmayarak intizâm ile taşıdığını; hem binler ayrı ayrı kelime, ayrı ayrı tarzda, mânâda o küçücük kulak ve lisanlara Kemâl-i intizâmla gelip çıkıp, hiç karışmayarak bozulmayarak o küçücük kulaklara girip, o gâyet incecik lisanlardan çıktığı ve o her zerre ve her parçacık, bu acîb vazifeleri görmekle beraber Kemâl-i serbestiyet ile cezbedârâne hal dili ile ve mezkûr hakikatın şehadeti ve lisanıyla لآَاِلَهَاِلاَّهُوَ ve قُلْهُوَاللَّهُاَحَدٌ deyip gezer ve fırtınaların ve şimşek ve berk ve gök gürültüsü gibi havayı çarpıştırıcı dalgalar içerisinde intizâmını ve vazifelerini hiç bozmuyor ve şaşırmıyor ve bir iş diğer bir işe mâni olmuyor Ben aynelyakîn müşahede ettim

Demek ya herbir zerre ve herbir parça havada nihayetsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilmi, iradesi ve nihayetsiz bir kuvveti, kudreti ve bütün zerrata hâkim-i mutlak bir hassaları bulunmak lâzımdır ki; bu işlere medâr olabilsin Bu ise, zerreler adedince muhal ve bâtıldır Hiçbir şeytan dahi bunu hatıra getiremez Öyle ise bu sahife-i havanın; hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn derecesinde bedâhetle Zât-ı Zülcelâl'in hadsiz gayr-ı mütenahî ilmi ve hikmetle çalıştırdığı kalem-i kudret ve kaderin mütebeddil sahifesi ve bir levh-i mahfuzun âlem-i tegayyürde ve mütebeddil şuunatında bir levh-i mahv-isbat namında yazar bozar tahtası hükmündedir

İşte hava unsurunun yalnız nakl-i asvat vazifesinde mezkûr cilve-i Vahdaniyyeti ve mezkûr acaibi gösterdiği ve dalaletin had-


(Orjinal Sayfa:169)

siz muhaliyetini izhar ettiği gibi, unsur-u havâînin sâir ehemmiyetli vazifelerinden biri de elektrik, câzibe, dâfia, ziya gibi sâir letâifin naklinde şaşırmadan muntâzaman, asvat naklindeki vazifeyi gördüğü aynı zamanda, bu vazifeleri dahi gördüğü aynı zamanında, bütün nebâtat ve hayvanata teneffüs ve telkîh gibi hayata lüzumu bulunan levazımatı Kemâl-i intizâm ile yetiştiriyor Emir ve İrade-i İlahiyyenin bir arşı olduğunu kat'î bir Sûrette isbat ediyor Ve serseri tesadüf ve kör kuvvet ve sağır tabiat ve karışık, hedefsiz esbab ve âciz, câmid, câhil maddeler bu sahife-i havaiyyenin kitabetine ve vazifelerine karışması hiçbir cihetle ihtimal ve imkânı bulunmadığını aynelyakîn derecesinde isbat ettiğini kat'î kanaat getirdim ve herbir zerre ve herbir parça lisan-ı hal ile لآَاِلَهَاِلاَّهُوَ ve قُلْهُوَاللَّهُاَحَدٌ dediklerini bildim ve bu هُوَ anahtarı ile havanın maddî cihetindeki bu acaibi gördüğüm gibi, hava unsuru da bir هُوَ olarak âlem-i misâl ve âlem-i mânâya bir anahtar oldu

Mütebâkisi şimdilik yazdırılmadı Umuma binler selâm
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ وَلِلّهِاْلمَثَلُاْلاَعْلَى -temsilde kusur yok- Esmâ ve Sıfât-ı İlâhiyyeyi, şuun ve ef'âl-i Rabbâniyyeyi, bir şecere-i tûba-i nur hükmünde temsil edelim ki; o şecere-i nuraniyenin daire-i âzameti, ezelden ebede uzanıp gidiyor Hudud-u kibriyâsı, gayr-ı mütenahî fezâ-yı ıtlakta yayılıp îhatâ ediyor اَللّهُمَّ يَا مُنْزِلَ الْقُرْآنِ بِحَقِّ الْقُرْآنِ وَ بِحَقِّ مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْقُرْآنُ نَوِّرْ قُلُوبَنَا وَ قُبُورَنَا بِنُورِاْلاِيمَانِ وَ الْقُرْآنِ آمِينَ يَا مُسْتَعَانُ بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ بِاسْمِهِسُبْحَانَهُ Risale-i Nur'daki hakikî teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar Hususan gençlik darbesini yeyip, taze ve şirin ömrünü hapiste geçirenlerin, Nurlara ekmek kadar ihtiyaçları var Evet gençlik damarı, akıldan ziyade hissiyatı dinler His ve heves ise kördür Âkibeti görmez Bir dirhem hâzır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder Bir dakika intikam lezzeti ile katleder Seksen bin saat hapis elemlerini çeker ve bir saat sefahet keyfiyle bir namus mes'elesinde- binler gün hem hapsin, hem düşmanının endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur Bunlara kıyasen bîçare gençlerin çok vartaları var ki: En tatlı hayatını en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar ve bilhassa şimalde koca bir devlet, gençlik hevesâtını elde ederek, bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor Çünki: Âkibeti görmeyen kör hissiyatla hareket eden gençlere, ehl-i namusun güzel kızlarını ve karılarını ibahe eder Belki hamamlarında erkek kadın beraber çıplak olarak girmelerine izin vermeleri cihetinde bu fuhşiyatı teşvik eder Hem serseri ve fakir olanlara zenginlerin mallarını helâl eder ki: Bütün beşer bu musibete karşı titriyor

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı

Eski 03-29-2009   #17
meLankoLik_asaLet
Varsayılan

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı



Ondördüncü Söz sözler 14 söz




آلرَ كِتَابٌاُحْكِمَتْآيَاتُهُثُمَّفُصِّلَتْمِنْلَدُنْح َكِيمٍخَبِيرٍ


[Kur'an-ı Hakîm'in ve Kur'anın müfessir-i hakikîsi olan hadîsin bir kısım yüksek ve ulvî hakaikına çıkmak için teslim ve inkıyâdı noksan olan kalblere yardım edecek basamaklar hükmünde o hakikatların bir kısım nazîrelerine işâret edeceğiz ve hâtimesinde bir ders-i ibret ve bir sırr-ı inâyet Beyân edilecek O hakikatlardan Haşir ve Kıyametin nazîreleri, Onuncu Söz'de, bilhassa Dokuzuncu Hakikatında zikredildiği için tekrara lüzum yoktur Yalnız sâir hakikatlardan nümune olarak "Beş Mes'ele" zikrederiz]

Birincisi: Meselâ: خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ

"Altı günde gökleri ve yerleri yarattık" demek olan; hem belki bin ve elli bin sene gibi uzun zamandan ibâret olan eyyâm-ı Kur'aniyye ile insan dünyası ve hayvan âlemi altı günde yaşıyacağına işaret eden hakikat-ı ulviyyesine kanaat getirmek için, birer gün hükmünde olan herbir asırda, herbir senede, herbir günde Fâtır-ı Zülcelâl'in halkettiği seyyal âlemleri, seyyar kâinatları, geçici dünyaları; nazar-ı şuhûdâ gösteriyoruz Evet güyâ insanlar gibi dünyalar dahi, birer misafirdir Her mevsimde Zât-ı Zülcelâl'in emriyle âlem dolar, boşanır




(Orjinal Sayfa:171)

İkincisi: Meselâ: وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ وَكُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فِى اِمَامٍ مُبِينٍ لاَ يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّموَاتِ وَلاَ فِى اْلاَرْضِ وَلآَ اَصْغَرُ مِنْ ذلِكَ وَلآَ اَكْبَرُ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ

gibi âyetlerin ifade ettikleri ki: "Bütün eşya, bütün ahvâliyle vücuda gelmeden ve geldikten sonra ve gittikten sonra yazılıdır ve yazılır ve yazılıyor" demek olan hakikat-ı âliyesine kanaat getirmek için Nakkaş-ı Zülcelâl, rûy-i zeminin sahifesinde, her mevsimde, bâhusus baharda değiştirdiği nihayetsiz muntâzam mahlûkatın fihriste-i vücudlarını, tarihçe-i hayatlarını, desâtir-i hareketlerini; çekirdeklerinde, tohumlarında, köklerinde mânevî bir Sûrette derc ve muhafaza ettiğini ve zevalden sonra semerelerinde aynen kalem-i kaderiyle, mânevî bir tarzda basit tohumcuklarında yazdığını, hattâ her geçici baharda, yaş-kuru ne varsa, mahdud zerrecikler ve kemikler hükmünde olan tohumlarda, ölmüş odunlarda, kemâl-i intizâm ile muhafaza ettiğini nazar-ı şuhuda gösteriyoruz Güya her bir bahar, birtek çiçek gibi, gâyet muntâzam ve mevzun olarak, zeminin yüzüne bir Cemil ve Celil'in eliyle takılıp koparılıyor; konup kaldırılıyor Hakikat böyle iken, beşerin en acîb bir dalâleti budur ki: Kader kaleminin sahifesi olan Levh-i Mahfuz'un yalnız bir cilve-i aksi olarak, fihriste-i san'at-ı Rabbâniyye olup, ehl-i gafletin lisanında tabiat denilen bu kitabet-i fıtriyyeyi, bu nakş-ı san'atı, bu münfail mistar-ı hikmeti, tabiat-ı müessire diyerek masdar ve fâil telâkki etmesidir اَيْنَالثَّرَامِنَالثُّرَيَّا Hakikat nerede Ehl-i gafletin telâkkileri nerede

Üçüncüsü: Meselâ, hamele-i arş ve yer ve göklerin melâike-i müekkelleri ve sâir bir kısım melekler hakkında Muhbir-i Sâdık'ın tasvir ettiği, meselâ: kırkbinler başlı, herbir başta kırkbinler lisan ve her lisanda kırkbinler tarzda tesbihat ettiklerini ve intizâm ve külliyet ve vüs'at-i ubûdiyyetlerini ifâde eden hakikata çıkmak için, şuna dikkat et ki:

Zât-ı Zülcelâl تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَ سَخَّرْنَا اْلجِبَالَ مَعَهُيُسَبِّحْنَ

(Orjinal Sayfa:172)



-gibi âyetlerle tasrih ediyor ki: Mevcûdâtın en büyüğü ve küllîsi dahi, kendi külliyetine göre ve âzametine münâsib bir tarzda tesbihat ettiğini gösteriyor ve öyle de görünüyor Evet bir bahr-ı müsebbih olan şu semâvâtın kelimât-ı tesbihiyyesi; güneşler, aylar, yıldızlar olduğu gibi, bir tayr-ı müsebbih ve hâmid olan şu zeminin dahi elfâz-ı tahmîdiyyesi; hayvanlar, nebatlar ve ağaçlardır Demek herbir ağacın, herbir yıldızın cüz'î birer tesbihâtı olduğu gibi; zeminin de ve zeminin herbir kıt'asının da ve herbir dağ ve derenin de ve berr ve bahrının da ve göklerin herbir feleğinin de ve her bir burcunun da birer tesbih-i küllîsi vardır Şu binler başları olan zeminin her başında yüzbinler lisanlar bulunan ve her lisanda yüzbin tarzda tesbihat çiçeklerini, tahmidat meyvelerini, âlem-i misâlde tercümanlık edip gösterecek ve âlem-i ervahta temsil edip ilân edecek, ona göre elbette bir melek-i müekkeli vardır

Evet müteaddid eşya bir Cemâat şekline girse, bir şahs-ı mânevîsi olacaktır Eğer o cem'iyet, imtizaç edip ittihad şeklini alsa, onu temsil edecek bir şahs-ı mânevîsi, bir nevi ruh-u mânevîsi ve vazife-i tesbîhîyyesini görecek bir melek-i müekkeli olacaktır İşte bak, misâl olarak bu Barla ağzının, şu dağ lisânının bir muazzam kelimesi olan bu odamızın önündeki çınar ağacına bak, gör: Ağacın şu üç başının her başında kaç yüz dal dilleri var ve her dilde bak, kaç yüz mevzun ve muntâzam meyve kelimeleri var ve her meyvede dikkat et; kaç yüz kanatlı mevzun tohumcuk harfleri, Emr-i كُنْفَيَكُونُ e mâlik Sâni'-i Zülcelâl'ine ne kadar belîğ bir medih ve fasîh bir tesbih ettiğini işittiğin, gördüğün gibi; ona müekkel melek dahi, ona göre âlem-i mânâda müteaddid diller ile tesbihatını temsil ediyor ve hikmeten öyle olmak gerektir

Dördüncüsü: Meselâ: اِنَّمَآ اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ وَمَآ اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ وَ نَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

(Orjinal Sayfa:173)



gibi âyetlerin ifade ettikleri hakikat-ı ulviyyesine ki, Kadîr-i Mutlak o derece sühûlet ve sür'atle ve mualecesiz ve mübaşeretsiz eşyayı halkeder ki, yalnız sırf bir emir ile îcad eder gibi görünüyor, fehmediliyor Hem o Sâni'-i Kadîr nihayet derecede masnûata karîb olduğu halde, masnuat nihayet derecede ondan baîddir Hem nihâyetsiz kibriyâsıyla beraber, gâyet cüz'î ve hakîr umûru dahi, ehemmiyetle tanzim ve hüsn-ü san'attan hariç bırakmıyor İşte bu hakikat-ı Kur'aniyyenin vücuduna, mevcûdâtta meşhud sühûlet-i mutlak içinde intizâm-ı ekmel şehadet ettiği gibi, gelecek temsil dahi, onun sırr-ı hikmetini gösterir Meselâ:وَلِلّهِاْلمَثَلُاْلاَعْلَى Sâni'-i Zülcelâl'in Esmâ-i Hüsnâsından Nur isminin bir kesif âyinesi hükmünde olan güneşin, emr-i Rabbânî ve teshir-i İlâhî ile mazhar olduğu vazifeler, şu hakikatı fehme takrib eder Şöyle ki:

Güneş ulviyyetiyle beraber bütün şeffaf ve parlak şeylere nihayet derecede yakın, belki onların zatlarından onlara daha yakın olduğu, cilvesiyle ve timsâliyle ve tasarrufa benzer çok cihetlerle onları müteessir ettiği halde; o şeffaf şeyler ise, binler sene ondan uzaktırlar Onu hiçbir vecihle müteessir edemezler; kurbiyet dâva edemezler Hem o Güneş, her şeffaf zerreye, hattâ ziyası nereye girmiş ise orada hâzır ve nâzır gibi olduğu, o zerrenin kabiliyet ve rengine göre Güneşin aksi ve bir nevi timsâli görünmesiyle anlaşılır Hem Güneşin âzamet-i nûraniyeti derecesinde ihâtası, nüfûzu ziyâdeleşir Nûrâniyyet âzametindendir ki, en küçük ufak şeyler, ondan gizlenip kaçamazlar Demek âzamet-i kibrîyâsı, cüz'î ve ufak şeyleri, nuraniyyet sırrıyla harice atmak değil; bilâkis daire-i ihâtasına alıyor Hem güneşi, mazhar olduğu cilvelerde ve vazifelerde farz-ı muhal olarak fâil-i muhtar farzetsek, o derece sühulet ve sür'at ve vüs'at içinde, zerreden katreden deniz yüzünden seyyârata kadar izn-i İlâhî ile öyle işliyor ki, şu tasarrufat-ı azîmeyi yalnız bir mahz-ı emir ile yapar, tahayyül edilebilir Zerre ile seyyâre, emrine karşı müsavâdirler Deniz yüzüne verdiği feyzi, zerreye de kabiliyetine göre kemâl-i intizâm ile verir İşte, semâ denizinin yüzünde ziyâdar bir kabarcık ve Kadîr-i Mutlak'ın Nûr isminin cilvesine kesif bir âyinecik olan şu güneşin, bilmüşahede şu haki-

(Orjinal Sayfa:174)

katın üç esâsının nümunelerine mazhar olduğunu görüyoruz Elbette güneşin nur ve harareti, ilim ve kudretine nisbeten toprak gibi kesif hükmünde, نُورَالنُّورِمُنَوِّرَالنُّورِمُقَدِّرَالنُّو رِ olan Zât-ı Zülcelâl, herşey'e, ilim ve kudretiyle nihayetsiz yakın ve hâzır ve nâzır ve eşya Ondan gâyet uzak olduğuna, hem o derece külfetsiz, muâlecesiz, sühuletle işleri yapar ki, yalnız mahz-ı emrin sür'at ve sühûletiyle îcad eder gibi anlaşıldığına; hem hiçbir şey, cüz'î-küllî, küçük-büyük, daire-i kudretinden hârice çıkmadığına ve kibriyâsı ihâta ettiğine şuhud derecesinde bir yakîn-i îmanî ile îmân ederiz ve îmân etmek gerektir

Beşincisi: وَمَا قَدَرُوا اللَّهَ حَقَّ قَدْرِهِ وَاْلاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَالسَّموَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ

den tut, tâ وَاعْلَمُوآ اَنَّ اللَّهَ يَحُولُ بَيْنَ اْلمَرْءِ وَقَلْبِهِ ye kadar hem اَللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ den tut, tâ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ e kadar hem خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ dan tut, tâ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ e kadar hem مَاشَآءَاللَّهُلاَقُوَّةَاِلاَّبِاللَّهِ den tut, tâ وَمَاتَشَآؤُنَاِلآَّاَنْيَشَآءَاللَّهُ ya kadar hudud-u âzamet-i rubûbiyyeti ve kibriyâ-i ulûhiyyeti tutmuş olan Ezel ve Ebed Sultanı, şu âciz ve nihayetsiz zaîf ve nihayetsiz fakir ve nihayetsiz muhtaç ve yalnız cüz'î bir ihtiyar ile icada kabiliyeti olmayan zaîf bir kisb ile mücehhez benî-âdeme karşı şedid şikâyat-ı Kur'aniyyesi ve azîm tehdidatı ve müdhiş vaîdleri ne hikmete binâendir ve ne vecihle tevfik edilir? Ne Sûretle münâsib düşer? demek olan derin ve yüksek hakikata kanaat getirmek için şu gelecek iki temsile bak:

(Orjinal Sayfa:175)

Birinci Temsil: Meselâ; şâhane bir bağ var ki, nihayetsiz meyvedâr ve çiçekdar masnu'lar içinde bulunuyorlar Ona nezaret etmek için pek çok hademeler tâyin edilmiş Bir hizmetkârın vazifesi dahi, yalnız o bağa yayılacak ve içilecek suyun mecrasındaki deliğin kapağını açmaktır ve şu hizmetkâr ise tenbellik etti, deliğin kapağını açmadı O bağın tekemmülüne halel geldi veyahut kurudu O vakit Hâlık'ın san'at-ı Rabbâniyyesinden ve Sultân'ın nezaret-i şahanesinden ve ziya ve hava ve toprağın hizmet-i bendegânesinden başka bütün hademelerin, o sersemden şekvaya hakları vardır Zira hizmetlerini akîm bıraktı veya zarar verdi

İkinci Temsil: Meselâ; cesîm bir sefine-i Sultaniyyede, âdi bir adam cüz'î vazifesini terketmesiyle, bütün gemideki vazifedârların netâic-i hidematına halel getirdiğinden ve Bâzı da mahvettiğinden, bütün o vazifedârlar nâmına gemi sahibi ondan şedid şikâyet eder Kusur sahibi ise, diyemez ki: "Ben bir âdi adamım, ehemmiyetsiz ihmalimden şu şiddete müstehak değildim" Çünki tek bir adem, hadsiz ademleri intac eder Fakat vücud kendine göre semere verir Çünki bir şeyin vücudu, bütün şerâit ve esbâbın vücuduna mütevakkıf olduğu halde; o şeyin ademi, intifası, tek bir şartın intifâsıyla ve tek bir cüz'ün ademiyle netice itibariyle mün'adim olur Bundandır ki: "Tahrib, tamirden pek çok defa eshel olduğu" bir düstur-u müteârife hükmüne geçmiştir Mâdem küfür ve dâlâlet, tuğyan ve mâsiyet esâsları, inkârdır ve reddir, terktir ve adem-i kabûldür Sûret-i zâhiriyede ne kadar müsbet ve vücudlu görünse de, hakikatta intifadır, ademdir Öyle ise cinâyet-i sâriyedir Sâir mevcûdâtın netâic-i amellerine halel verdiği gibi Esmâ-i İlâhiyyenin cilve-i cemâllerine perde çeker

İşte bu hadsiz şikâyete hakları olan mevcûdat namına o mevcûdatın sultanı, şu âsi beşerden azîm şikâyet eder ve etmesi, ayn-ı hikmettir ve o âsi, şiddetli tehdidata elbette müstehaktır ve dehşetli vaîdlere, bilâşübhe sezâdır

* * *


(Orjinal Sayfa:176)



Hâtime



وَمَا اْلحَيَاةُ الدُّنْيَا اِلاَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ


[Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir]

Ey gaflete dalıp ve bu hayatı tatlı görüp ve âhireti unutup, dünyaya talib bedbaht nefsim! Bilir misin neye benzersin? Deve kuşuna Avcıyı görür, uçamıyor; başını kuma sokuyor, tâ avcı onu görmesin Koca gövdesi dışarda Avcı görür Yalnız o, gözünü kum içinde kapamış, görmez

Ey nefis! Şu temsile bak gör: Nasıl dünyaya hasr-ı nazar, aziz bir lezzeti, elîm bir eleme kalb eder

Meselâ; şu karyede (yâni Barla'da) iki adam bulunur Birisinin yüzde doksandokuz ahbabı İstanbul'a gitmişler Güzelce yaşıyorlar Yalnız birtek burada kalmış O dahi oraya gidecek Bunun için şu adam İstanbul'a müştaktır, orayı düşünür Ahbaba kavuşmak ister Ne vakit ona denilse "Oraya git", sevinip gülerek gider İkinci adam ise, yüzde doksandokuz dostları buradan gitmişler Bir kısmı mahvolmuşlar Bir kısmı, ne görür, ne de görünür yerlere sokulmuşlar Perişan olup gitmişler, zanneder Şu bîçare adam ise, bütün onlara bedel yalnız bir misafire ünsiyyet edip teselli bulmak ister Onunla o elîm âlâm-ı firakı kapamak ister

Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbabın kabrin öbür tarafındadırlar

Burada kalan bir-iki tane ise, onlar da gidiyorlar Ölümden ürküp, kabirden korkup, başını çevirme Merdane kabre bak,

(Orjinal Sayfa:177)

dinle ne taleb eder Erkekçesine ölümün yüzüne gül; bak ne ister Sakın gafil olup ikinci adama benzeme

Ey nefsim! Deme: "Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder Derd-i maişetle sarhoştur" Çünki: Ölüm değişmiyor Firak, bekaya kalbolup başkalaşmıyor Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür'at peyda ediyor

Hem deme: "Ben de herkes gibiyim" Çünki herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder Herkesle musîbette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esâssızdır Hem kendini başıboş zannetme Zira şu misafirhane-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan; hiçbir şey'i nizâmsız gayesiz göremezsin Nasıl sen nizâmsız, gayesiz kalabilirsin? Zelzele gibi vâkıalar olan şu hâdisat-ı kevniyye, tesadüf oyuncağı değiller Meselâ: Zemine nebâtat ve hayvanat enva'ından giydirilen birbiri üstünde, birbiri içinde, gâyet muntâzam ve gâyet münakkaş gömlekler; baştan aşağıya kadar gayelerle, hikmetlerle müzeyyen, mücehhez olduklarını gördüğün ve gâyet âlî gayeler içinde kemâl-i intizâm ile meczup mevlevî gibi devredip döndürmesini bildiğin halde, nasıl oluyor ki, küre-i arzın benî-Âdemden, bâhusus ehl-i îmândan beğenmediği bir kısım etvâr-ı gafletin sıklet-i mâneviyyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzele gibi (Haşiye) mevt-âlûd hâdisat-ı hayâtiyyesini; bir mülhidin neşrettiği gibi gayesiz, tesadüfî zannederek bütün musibetzedelerin elîm zâyiatını bedelsiz hebâen-mensur gösterip, müdhiş bir ye'se atarlar Hem büyük bir hatâ, hem büyük bir zulüm ederler Belki öyle hâdiseler, bir Hakîm-i Rahîm'in emriyle ehl-i îmânın fâni malını, sadaka hükmüne çevirip ibka etmektir ve küfran-ı nimetten gelen günahlara keffarettir Nasılki bir gün gelecek, şu müsahhar zemin yüzünün zîneti olan âsâr-ı beşeriyyeyi şirk-âlûd, şükürsüz görüp, çirkin bulur Hâlık'ın emriyle büyük bir zelzele ile bütün yüzünü siler, temizler Allah'ın emriyle ehl-i şirki Cehennem'e döker Ehl-i şükre "Haydi, Cennet'e buyurun" der


(Haşiye): İzmir'in zelzelesi münasebetiyle yazılmıştır

* * *


(Orjinal Sayfa:178)


Ondördüncü Sözün Zeyli




اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَآ وَاَخْرَجَتِ اْلاَرْضُ اَثْقَالَهَا وَ قَالَ اْلاِنْسَانُ مَالَهَا يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحَى لَهَا الخ

Şu sûre kat'iyyen ifade ediyor ki: Küre-i Arz, hareket ve zelzelesinde vahy ve ilhama mazhar olarak emir tahtında depreniyor Bâzan da titriyor

[Mânevî ve ehemmiyetli bir canibden şimdiki zelzele münâsebetiyle altı-yedi cüz'î suale karşı yine mânevî ihtar yardımıyla cevabları kalbe geldi Tafsilen yazmak kaç def'a niyyet ettimse de izin verilmedi Yalnız icmâlen kısacık yazılacak]

Birinci Sual: Bu zelzelenin maddî musibetinden daha elîm mânevî bir musibeti olarak, şu zelzelenin devamından gelen korku ve me'yusiyet ekser halkın ekser memlekette gece istirahatını selbederek dehşetli bir azab vermesi nedendir?

Yine mânevî cevab: Şöyle denildi ki: Ramazan-ı Şerifin teravih vaktinde Kemâl-i neş'e ve sürur ile sarhoşçasına gâyet heveskârane şarkıları ve bâzan kızların sesleriyle radyo ağzıyla bu mübarek merkez-i İslâmiyetin her köşesinde câzibedârane işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi

İkinci Sual: Niçin gâvurların memleketlerinde bu semâvî tokat başlarına gelmiyor? Bu bîçare müslümanlara iniyor?


Elcevab: Büyük hatâlar ve cinâyetler te'hir ile büyük merkezlerde ve küçücük cinâyetler tâcil ile küçük merkezlerde verildiği gibi; mühim bir hikmete binâen ehl-i küfrün cinâyetlerinin kısm-ı âzamı, Mahkeme-i Kübrâ-yı Haşre te'hir edilerek ehl-i îmanın hatâları, kısmen bu dünyada cezası verilir(Haşiye)

(Haşiye): Hem Rus gibi olanlar, mensuh ve tahrif edilmiş bir dini terk etmekle, hak ve ebedî ve kabil-i nesh olmayan bir dine ihanet etmek derecesinde gayretullaha dokunmadığından, zemin şimdilik onları bırakıp, bunlara hiddet ediyor


(Orjinal Sayfa:179)

Üçüncü Sual: Bâzı eşhasın hatâsından gelen bu musibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?

Elcevab: Umumî musibet, ekseriyetin hatâsından ileri gelmesi cihetiyle ekser nâsın o zâlim eşhasın harekâtına fiilen veya iltizâmen veya iltihaken taraftar olmasıyla mânen iştirâk eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir

Dördüncü Sual: Mâdem bu zelzele musibeti, hatâların neticesi ve keffaret-üz zünûbdur Mâsumların ve hatâsızların o musibet içinde yanması nedendir? Adâlet ullah nasıl müsaade eder?

Yine mânevî canibden elcevab: Bu mes'ele sırr-ı kadere taallûk ettiği için, Risâle-i Kader'e havale edip yalnız burada bu kadar denildi:



Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydân-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücahededir İmtihan ve teklif iktizâ ederler ki, hakikatlar perdeli kalıp, tâ müsabaka ve mücahede ile Ebubekirler â'lâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebûcehiller esfel-i sâfilîne girsinler Eğer masumlar böyle musîbetlerde sağlam kalsaydılar, Ebûcehiller aynen Ebubekirler gibi teslim olup, mücahede ile mânevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı

Mâdem mazlum, zâlim ile beraber musîbete düşmek, hikmet-i İlâhîce lâzım geliyor Acaba o bîçâre mazlumların rahmet ve adâletten hisseleri nedir?

Bu suale karşı cevaben denildi ki: O musibetteki gazab ve hiddet içinde onlara bir rahmet cilvesi var Çünki o mâsumların fâni malları, onların hakkında sadaka olup, bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni hayatları dahi bir bâki hayatı kazandıracak derecede bir nev'i şehâdet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azabdan büyük ve dâimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında ayn-ı gazab içinde bir rahmettir

Beşinci Sual: Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, neden hususî hatâlara hususî ceza vermeyip, koca bir unsuru Mûsallat eder Bu hal cemâl-i rahmetine ve şümûl-ü kudretine nasıl muvafık düşer?

(Orjinal Sayfa:180)

Elcevab: Kadîr-i Zülcelâl, herbir unsura çok vazifeler vermiş ve herbir vazifede çok neticeler verdiriyor Bir unsurun birtek vazifesinde, birtek neticesi çirkin ve şer ve musîbet olsa da, sâir güzel neticeler, bu neticeyi de güzel hükmüne getirir Eğer bu tek çirkin netice vücuda gelmemek için, insana karşı hiddete gelmiş o unsur, o vazifeden men'edilse; o vakit o güzel neticeler adedince hayırlar terkedilir ve lüzumlu bir hayrı yapmamak, şer olması haysiyetiyle, o hayırlar adedince şerler yapılır Tâ birtek şer gelmesin gibi; gâyet çirkin ve hilâf-ı hikmet ve hilâf-ı hakikat bir kusurdur Kudret ve hikmet ve hakikat kusurdan münezzehtirler

Mâdem bir kısım hatâlar, unsurları ve arzı hiddete getirecek derecede bir şümûllü isyandır ve çok mahlûkatın hukukuna bir tahkirli tecavüzdür Elbette o cinâyetin fevkalâde çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura, küllî vazifesi içinde "Onları terbiye et" diye emir verilmesi ayn-ı hikmettir ve adâlet tir ve mazlumlara ayn-ı rahmettir

Altıncı Sual: Zelzele, küre-i arzın içinde inkılâbat-ı mâdeniyenin neticesi olduğunu ehl-i gaflet işaa edip, âdeta tesadüfî ve tabiî ve maksadsız bir hâdise nazarıyla bakarlar Bu hâdisenin mânevî esbabını ve neticelerini görmüyorlar; tâ ki intibaha gelsinler Bunların istinad ettiği maddenin bir hakikatı var mıdır?

Elcevab: Dalâletten başka hiçbir hakikatı yoktur Çünki her sene elli milyondan ziyade münakkaş, muntâzam gömlekleri giyen ve değiştiren küre-i arzın üstünde binler envâ'ın birtek nev'i olan, meselâ sinek taifesinden hadsiz efradından birtek ferdin yüzer a'zâsından birtek uzvu olan kanadının kasd ve irade ve meşiet ve hikmet cilvesine mazhariyeti ve ona lâkayd kalmaması ve başıboş bırakmaması gösteriyor ki, değil hadsiz zîşuurun beşiği ve anası ve mercii ve hamisi olan koca küre-i arzın ehemmiyetli ef'al ve ahvâli belki hiçbir şeyi, -cüz'î olsun küllî olsun- irade ve ihtiyar ve kasd-ı İlahî hâricinde olmaz Fakat Kadîr-i Mutlak hikmetinin muktezasıyla zâhir esbabı tasarrufâtına perde ediyor Zelzeleyi irade ettiği vakit, bâzan da bir madeni harekete emredip, ateşlendiriyor Haydi mâdenî inkılâbât dahi olsa, yine emir ve hikmet-i İlâhî ile olur; başka olamaz Meselâ: Bir adam bir tüfek ile birisini vurdu Vuran adama hiç bakılmasa, yalnız fişekteki barutun ateş alması noktasına hasr-ı nazar edip, bîçare maktûlün büsbütün hukukunu zayi' etmek; ne derece belâhet ve divâneliktir Aynen öyle de: Kadîr-i Zülcelâl'in müsahhar bir memuru, belki bir gemisi, bir tayya-

(Orjinal Sayfa:181)

resi olan Küre-i arzın içinde bulunan ve hikmet ve irâde ile iddihar edilen bir bombayı, ehl-i gaflet ve tuğyânı uyandırmak için "ateşlendir" diye olan emr-i Rabbânîyi unutmak ve tabiata sapmak, hamakatın en eşneidir

Altıncı Sualin Tetimmesi ve Hâşiyesi: Ehl-i dalâlet ve ilhad, mesleklerini muhâfaza ve ehl-i îmânın intibahlarına mukabele ve mümânâat etmek için, o derece garib bir temerrüd ve acîb bir hamakat gösteriyorlar ki, insanı insâniyetten pişman eder Meselâ: Bu âhirde beşerin bir derece umumiyet şeklini alan zulümlü, zulümatlı isyânından, kâinat ve anâsır-ı külliye kızdıklarından ve Hâlık-ı Arz ve Semâvat dahi, değil hususî bir rubûbiyet, belki bütün kâinatın, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâkimi haysiyetiyle, küllî ve geniş bir tecelli ile kâinatın heyet-i mecmuasında ve rubûbiyetin daire-i külliyesinde nev'-i insanı uyandırmak ve dehşetli tuğyanından vazgeçirmek ve tanımak istemedikleri kâinat sultanını tanıttırmak için emsalsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten; zelzeleyi, fırtınayı ve harb-i umumî gibi umumî ve dehşetli âfâtı nev'-i insanın yüzüne çarparak onunla hikmetini, kudretini, adâletini, kayyumiyetini, irâdesini ve hâkimiyetini pek zâhir bir Sûrette gösterdiği halde; insan Sûretinde bir kısım ahmak şeytanlar ise, o küllî işârât-ı Rabbâniyyeye ve terbiye-i İlâhiyyeye karşı eblehane bir temerrüd ile mukabele edip diyorlar ki: "Tabiattır; bir mâdenin patlamasıdır, tesadüfîdir Güneşin harareti elektrikle çarpmasıdır ki, Amerika'da beş saat bütün makinaları durdurmuş ve Kastamonu vilâyeti cevvinde ve havasında semâyı kızartmış, yangın Sûretini vermiş" diye mânâsız hezeyanlar ediyorlar Dalâletten gelen hadsiz bir cehâlet ve zındıkadan neş'et eden çirkin bir temerrüd sebebiyle bilmiyorlar ki: Esbab yalnız birer bahanedirler, birer perdedirler Dağ gibi bir çam ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve tezgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir: "İşte bu ağaç bundan çıkmış" diye Sâniinin o çamdaki gösterdiği bin mu'cizâtı inkâr eder misillü Bâzı zâhirî sebebleri irae eder Hâlık'ın ihtiyar ve hikmet ile işlenen pek büyük bir fiil-i Rubûbiyetini hiçe indirir Bâzan gâyet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikata fennî bir nam takar Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, mânâsız kaldı

İşte gel! Belâhet ve hamakatın nihayetsiz derecelerine bak ki: Yüz sahife ile târif edilse ve hikmetleri Beyân edilse ancak tama-

(Orjinal Sayfa:182)

mıyla bilinecek derin ve geniş bir hakikat-ı meçhuleye bir nam takar; mâlûm bir şey gibi: "Bu budur" der Meselâ: "Güneşin bir maddesi, elektrikle çarpmasıdır Hem birer irade-i külliye ve birer ihtiyar-ı âmm ve birer hâkimiyyet-i nev'iyyenin ünvanları bulunan ve «âdetullah» namıyla yâdedilen fıtrî kanunların birisine, hususî ve kasdî bir hâdise-i rubûbiyyeti irca' eder O irca' ile, onun nisbetini irade-i ihtiyariyyeden keser; sonra tutar tesadüfe, tabiata havale eder Ebûcehil'den ziyade muzaaf bir eçheliyet gösterir Bir neferin veya bir taburun zaferli harbini bir nizâm ve kanun-u askeriyeye isnad edip; kumandanından, padişahından, hükûmetinden ve kasdî harekâttan alâkasını keser misillü âsi bir divane olur Hem meyvedâr bir ağacın bir çekirdekten icâdı gibi, bir tırnak kadar bir odun parçasından çok mu'cizâtlı bir usta, yüz okka muhtelif taamları, yüz arşın muhtelif kumaşları yapsa; bir adam o odun parçasını gösterip dese: "Bu işler, tabiî ve tesadüfî olarak bundan olmuş" O ustanın hârika san'atlarını, hünerlerini hiçe indirse, ne derece bir hamakattır Aynen öyle de

Yedinci Sual: Bu hâdise-i arziyye, bu memleketin ahâli-i İslâmiyesine bakması ve onları hedef etmesi, ne ile anlaşılıyor ve neden Erzincan ve İzmir taraflarına daha ziyade ilişiyor?

Elcevab: Bu hâdise, hem şiddetli kışta, hem karanlıklı gecede, hem dehşetli soğukta, hem Ramazanın hürmetini tutmayan bu memlekete mahsus olması; hem tahribatından intibaha gelmediklerinden, hafifçe gafilleri uyandırmak için, o zelzelenin devam etmesi gibi çok emârelerin delâletiyle bu hâdise ehl-i îmanı hedef edip, onlara bakıp namaza ve niyaza uyandırmak için sarsıyor ve kendisi de titriyor Bîçâre Erzincan gibi yerlerde daha ziyade sarsmasının iki vechi var:

Biri: Hatâları az olmak cihetiyle temizlemek için tâcil edildi

İkincisi: O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatlı îmân muhafızları ve İslâmiyet hâmileri az veya tam mâğlub olmak fırsatıyla, ehl-i zındıkanın orada tesirli bir merkez-i faaliyet tesisleri cihetiyle en evvel oraları tokatladı, ihtimali var
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ اِنَّا عَرَضْنَا اْلاَمَانَةَ عَلَى السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاْلجِبَالِ تَعْرُجُ اْلمَلاَئِكَةُ وَالرُّوحُ اِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ اَلْفَ سَنَةٍ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ وَاتَّقُوا فِتْنَةً لاَ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَآصَّةً Yâni: "Bir belâ, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zâlimlere mahsus kalmayıp mâsumları da yakar"

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı

Eski 03-29-2009   #18
meLankoLik_asaLet
Varsayılan

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı



Onbeşinci Söz sözler 15 söz



وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَآءَ الدُّنْيَا ِبمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ


Ey kozmoğrafyanın ruhsuz mes'eleleriyle zihni darlaşan ve aklı gözüne inen ve şu âyetin âzametli sırrını, o sıkışmış zihninde yerleştiremeyen mektebli efendi! Şu âyetin semâsına yedi basamaklı bir merdivenle çıkılabilir Gel, beraber çıkacağız!

Birinci Basamak: Hakikat ve hikmet ister ki: Zemin gibi, semâvatın da kendine münâsib sekeneleri bulunsun Lisan-ı şer'îde o ecnâs-ı muhtelifeye, melâike ve ruhaniyyat tesmiye edilir Evet, hakikat öyle iktiza eder Zira zemin küçüklüğü ve hakaretiyle beraber, zîhayat ve zîşuur mahlûklardan doldurulması ve arasıra boşaltılıp yeniden zîşuurlarla şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrih eder ki: Şu muhteşem burçlar sahibi, müzeyyen kasırlar hükmünde olan semâvat dahi, zîşuur ve zevil-idrâk mahlûklarla doludur Onlar dahi ins ve cin gibi, şu âlem sarayının seyircileri ve şu kâinat kitabının mütalâacıları ve şu saltanat-ı Rububiyyetin dellâllarıdırlar Çünki kâinatı hadd ve hesaba gelmeyen tezyinat ve mehâsin ve nukuş ile süslendirip tezyin etmesi; bilbedâhe mütefekkir istihsan edici ve mütehayyir takdir edicilerin enzârını ister Evet, hüsün elbette bir âşık ister; taam ise, aç olana verilir Halbuki ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye, şu haşmetli nezarete ve şu vüs'atli ubûdiyyete karşı milyondan birisini ancak yapabilir Demek bu nihayetsiz ve mütenevvi vezaife ve ibâdata, nihayetsiz Melâike enva'ı ve Ruhâniyyat ecnâsı lâzımdır Bâzı rivayatın işârâtıyla ve intizâm-ı âlemin hikmetiyle denilebilir ki: Bir kısım ecsam-ı seyyare, seyyarattan tut tâ katarata kadar, bir kısım Melâikenin merakibidirler Onlar bunlara izn-i İlahî ile binerler, âlem-i şehâdeti seyredip gezerler Hem denilebilir ki, bir kısım ecsam-ı hayvâniyye, Hadîste "Tuyurun Hudrun" tesmiye edilen cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar bir cins ervahın tayyareleridirler Onlar, bunların içine emr-i Hak ile girerler, âlem-i cismâniyatı seyran edip o cesedlerdeki hasselerin

(Orjinal Sayfa:184)

pencereleriyle, cismanî mu'cizât-ı fıtratı temâşa ederler Elbette kesafetli topraktan ve küdûretli sudan mütemadiyen letâfetli hayatı ve nuraniyyetli zevil-idrâki halkeden Hâlık'ın, elbette ruha ve hayata münâsib şu nur denizinden ve hattâ zulmet bahrinden bir kısım zîşuur mahlukları vardır Hem çok kesretli olarak vardır Melâike ve ruhâniyatın vücudlarına dâir "Nokta" namında bir risalemde ve Yirmidokuzuncu Söz'de iki kerre iki dört eder derecesinde bir kat'iyyetle isbat edilmiştir Eğer istersen ona müracaat et

İkinci Basamak: Zemin ile gökler, bir hükûmetin iki memleketi gibi birbirine alâkadardırlar Ortalarında ehemmiyetli irtibat ve mühim muameleler vardır Zemine lâzım olan ziya, hararet ve bereket ve rahmet gibi şeyler semâdan geliyor, yâni gönderiliyor Vahye istinad eden bütün Edyan-ı Semâviyyenin icmâı ile ve şuhuda istinad eden bütün ehl-i keşfin tevatürüyle, Melâike ve ervah semâdan zemine geliyorlar Bundan, hisse karib bir hads-i kat'î ile bilinir ki: Sekene-i arz için, semâya çıkmak için bir yol vardır Evet nasıl herkesin akıl ve hayal ve nazarı her vakit semâya gider Öyle de: Ağırlıklarını bırakan ervah-ı enbiya ve evliya veya cesedlerini çıkaran ervah-ı emvat, izn-i İlâhî ile oraya giderler Mâdem hiffet ve letâfet bulanlar oraya giderler Elbette cesed-i misâlî giyen ve ervah gibi hafif ve lâtif bir kısım sekene-i arz ve hava, semâya gidebilirler

Üçüncü Basamak: Semânın sükût ve sükûneti ve intizâm ve ıttıradı ve vüs'at ve nuraniyeti gösterir ki: Sekenesi, zeminin sekenesi gibi değiller; belki bütün ahalisi mutî'dirler Ne emrolunsa onu işlerler Müzâhame ve münâkaşayı îcab edecek bir sebeb yoktur Zira memleket geniş, fıtratları safi, kendileri masum, makamları sabittir Evet zeminde ezdad içtimâ etmiş, eşrar ahyara karışmış, içlerinde münâkaşat başlamış; o sebebden ihtilafat ve ızdırabat düşmüş ve ondan imtihânat ve müsabakat teklif edilmiş ve ondan terakkiyât ve tedenniyât çıkmış Şu hakikatın hikmeti şudur ki:

Beşer, şecere-i hilkatin en son cüz'ü olan meyvesidir Mâlûmdur ki, bir şeyin semeresi en uzak, en cem'iyetli, en nâzik, en ehemmiyetli cüz'üdür İşte bunun için semere-i âlem olan insan en câmi', en bedi', en âciz, en zaîf ve en lâtif bir mu'cize-i kudret olduğundan, beşiği ve meskeni olan zemin, âsumânâ nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber mânen ve san'aten bütün kâinatın kalbi, merkezi, bütün mu'cizât-ı san'atın meşheri, sergisi ve bütün tecelliyat-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakıyesi ve nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri ve ma'kesi ve hadsiz Hallâkıyet-i

(Orjinal Sayfa:185)

İlâhiyenin, hususan nebâtat ve hayvanâtın kesretli enva'-i sağîresinde, cevâdâne îcadın medâr ve çarşısı; ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümûnegâhı ve mensucât-ı ebediyenin sür'atle işleyen tezgâhı ve menaâzır-ı sermediyenin sür'atle değişen taklidgâhı ve besatîn-i dâimenin tohumcuklarına sür'atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur İşte arzın (Haşiye) bu âzamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i san'aviyesindendir ki, Kur'an-ı Hakîm, semâvata nisbeten, büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semâvata denk tutuyor Onu bir kefede, bütün semâvâtı bir kefede koyuyor Mükerreren رَبُّ السَّمَوَاتِ وَ اْلاَرْضِ der Hem arzın şu mezkûr hikmetlerden neş'et eden sür'atli tahavvülü ve devamlı tegayyürü iktiza eder ki; sekenesi de ona göre mazhar-ı tahavvülat olsun Hem şu mahdud arz, hadsiz mu'cizât-ı kudrete mazhar olduğundandır ki, en mühim sekeneleri olan ins ve cinnin kuvalarına, sâir zîhayatlar gibi fıtrî bir had ve hulkî bir kayıt konulmadığı için nihayetsiz terakki ve nihayetsiz tedenniye mazhar olmuştur Enbiyadan, evliyadan tut, tâ nemrudlara, tâ şeytanlara kadar uzun bir meydan-ı imtihanları peyda olmuştur Mâdem öyledir, elbette firâvunlaşmış şeytanlar, hadsiz şeraretiyle semâya ve ehline taş atacaklar

Dördüncü Basamak: Bütün âlemlerin Rabbi ve Müdebbiri ve Hâlıkı olan Zât-ı Zülcelâl'in, ahkâmları ayrı ayrı pek çok namları ve ünvanları ve Esmâ-i Hüsnâsı vardır Meselâ: Ashâb-ı Nebi safın-

___________________

(Haşiye): Evet, küre-i arz küçüklüğüyle beraber semâvata karşı gelebilir Çünki nasılki dâimî bir çeşme, varidatsız büyük bir gölden daha büyük denilebilir Hem bir ölçek ile bir şey ölçerek başka yere nakledilen ve onun elinden geçmiş ve ona girmiş çıkmış bir mahsulâtla, zâhiren binler defa ölçekten büyük ve dağ gibi bir cisimle o ölçek müvaâzeneye çıkabilir Aynen öyle de: Küre-i arz, Cenâb-ı Hak onu san'atına bir meşher ve îcadına bir mahşer ve hikmetine medâr ve kudretine mazhar ve rahmetine mezher ve Cennetine mezraa ve hadsiz kâinata ve mahlukat âlemlerine ölçek ve mâzi denizlerine ve gayb âlemine akacak bir çeşme hükmünde îcad etmiş Her sene kat kat ve katmerli yüzbin tarzda, masnuattan dokunmuş gömleklerini değiştirdiği ve çok defa dolup mâziye boşaltarak gayb âlemine döktüğü bütün o müteceddid âlemleri ve arzın müteaddid gömleklerini nazara al; yâni, bütün mâzisini hâzır farzet Sonra yeknesak ve bir derece basit semâvata karşı müvazene et Göreceksin ki: Arz, ziyade gelmezse, noksan da kalmaz İşte رَبُّ السَّمَوَاتِ وَ اْلاَرْضِ sırrını anla


(Orjinal Sayfa:186)

da küffara karşı muharebe etmek için melâikeleri göndermesini iktiza eden hangi isim ve ünvan ise, o isim ve ünvan iktiza eder ki, melâike ile şeyâtîn ortasında muharebe bulunsun ve ahyar-ı semâviyyîn ve eşrar-ı arzîn mabeynlerinde mübareze olsun Evet küffârın nüfus ve enfasları kabza-i kudretinde olan Kadîr-i Zülcelâl, bir emir ile, bir sayha ile onları mahvetmiyor Rubûbiyet-i âmme ünvanıyla, Hakîm ve Müdebbir ismiyle bir meydan-ı imtihan ve mübareze açıyor Temsilde hatâ olmasın, görüyoruz ki: Nasılki bir padişahın daire-i hükûmeti itibariyle ayrı ayrı pek çok ünvanları, isimleri bulunur Meselâ: Daire-i adliye onu "Hâkim-i Âdil" nâmıyla yâd eder Dâire-i askeriye onu "Kumandan-ı A'zam" nâmıyla bilir Daire-i meşihat onu "Halife" ismiyle zikreder Daire-i mülkiye onu "Sultan" nâmıyla tanır Muti' ahali ona "Merhametkâr Padişah" derler Âsi insanlar ona "Kahhar Hâkim" derler Daha bunlara kıyas et İşte Bâzı vakit oluyor ki, bütün ahali onun elinde olan o padişah-ı âlî; âciz, zelil bir âsiyi bir emir ile idam etmiyor Belki Hâkim-i Âdil ismiyle onu mahkemeye gönderir Hem muktedir, hem sadık bir memurunu taltife liyâkatını biliyor Fakat hususî ilmiyle, hususî telefonuyla onu taltif etmiyor Belki haşmet-i saltanat ve tedbir-i hükûmet ünvanıyla mükâfata istihkakını teşhir etmek için bir meydan-ı müsabaka açar; vezirine emreder, ahaliyi temaşaya dâvet eder Bir istikbâl-i siyâsî yaptırır Muhteşem bir imtihan-ı ulvî neticesinde bir mecma-ı âlîde onu taltif eder Liyakatını ilân eder Daha başka cihetleri bunlara kıyas et

İşte وَلِلَّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى ezel ve ebed sultanının pek çok Esmâ-i hüsnâsı vardır Tecelliyat-ı celâliye ve tezahürat-ı cemâliye ile pek çok şuunatı ve ünvanları vardır Nur ve zulmet, yaz ve kış, Cennet ve Cehennem'in vücudunu iktiza eden isim ve ünvan ve şe'n ise; kanun-u tenâsül, kanun-u müsabaka, kanun-u teavün gibi pek çok umumî kanunlar misillü, kanun-u mübarezenin dahi bir derece tâmimini isterler Kalb etrafındaki ilhâmât ve vesveselerin mübarezelerinden tut, tâ semâ âfâkında melâike ve şeytanların mübarezesine kadar o kanunun şümûlünü iktiza eder

Beşinci Basamak: Mâdem arzdan semâya gidip gelmek var Semâdan arza inip çıkmak oluyor Ehemmiyetli levazımat-ı arziye, oradan gönderiliyor ve mâdem ervah-ı tayyibeler semâya gidiyorlar Elbette ervah-ı habîse dahi, ahyârı taklîden semâvat memleke-

(Orjinal Sayfa:187)

tine gitmeğe teşebbüs edecekler Çünki vücutça letâfet ve hiffetleri var Hem şübhesiz tard ve ref'edilecekler Çünki mahiyetçe şeraret ve nühusetleri vardır Hem bilâşek velâ şübhe, şu muamele-i mühimmenin ve şu mübareze-i mâneviyenin âlem-i şehadette bir alâmeti, bir işareti bulunacaktır Çünki Saltanat-ı Rubûbiyetin hikmeti iktiza eder ki: Zîşuur için, bâhusus en mühim vazifesi müşahede ve şehadet ve dellâllık ve nezaret olan insan için tasarrufat-ı gaybiyenin mühimlerine bir işaret koysun, birer alâmet bıraksın Nasılki nihayetsiz bahar mu'cizâtına yağmuru işaret koymuş ve havârik-ı san'atına esbab-ı zâhiriyeyi alâmet etmiş Tâ, âlem-i şehadet ehlini işhad etsin Belki o acib temaşaya, umum ehl-i semâvat ve sekene-i arzın enzar-ı dikkatlerini celbetsin Yâni o koca semâvâtı, etrafında nöbettarlar dizilmiş, burçları tezyin edilmiş bir kal'a hükmünde, bir şehir Sûretinde gösterip haşmet-i Rubûbiyetini tefekkür ettirsin Mâdem şu mübareze-i ulviyenin ilânı, hikmeten lâzımdır Elbette ona bir işaret vardır Halbuki hâdisat-ı cevviye ve semâviye içinde şu ilâna münasib hiçbir hâdise görünmüyor Bundan daha ensebi yoktur Zira yüksek kalelerin muhkem burçlarından atılan mancınıklar ve işaret fişeklerine benzeyen şu hâdisat-ı necmiye, bu recm-i şeytana ne kadar enseb düştüğü bedâheten anlaşılır Halbuki şu hâdisenin, bu hikmetten ve şu gayeden başka ona münasib bir hikmeti bilinmiyor Sâir hâdisat öyle değil Hem şu hikmet, zaman-ı Âdem'den beri meşhurdur ve ehl-i hakikat için meşhuddur

Altıncı Basamak: Beşer ve cin, nihayetsiz şerre ve cühuda müstaid olduklarından, nihayetsiz bir temerrüd ve bir tuğyan yaparlar İşte bunun için Kur'an-ı Kerim, öyle i'câzkâr bir belâgatla ve öyle âlî ve bâhir üslûblarla ve öyle gâlî ve zâhir temsiller ve mesellerle ins ve cinni isyandan ve tuğyandan zecreder ki; kâinatı titretir Meselâ:

Ey ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi hudud-u mülkümden elinizden gelirse çıkınız, meseline işaret eden




يُرْسَلُ عَلَيْكُمَا شُوَاظٌ مِنْ نَارٍ وَ نُحَاسٌ فَلاَ تَنْتَصِرَانِ

(Orjinal Sayfa:188)

âyetindeki âzametli inzara ve dehşetli tehdide ve şiddetli zecre dikkat et Nasıl, ins ve cinnin gâyet mağrurane temerrüdlerini, gâyet mu'cizane bir belâgatla kırar Aczlerini ilân eder Saltanat-ı Rubûbiyetin genişliği ve âzameti nisbetinde ne kadar âciz ve bîçâre olduklarını gösterir Gûya şu âyetle, hem وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ âyetiyle böyle diyor ki:

"Ey hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve ey za'f ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan cin ve ins! Nasıl cesaret edersiniz ki isyanınızla öyle bir Sultan-ı Zîşan'ın evâmirine karşı geliyorsunuz ki; yıldızlar, aylar, güneşler emirber neferleri gibi emirlerine itaat ederler Hem tuğyanınızla öyle bir Hâkim-i Zülcelâl'e karşı mübareze ediyorsunuz ki, öyle âzametli muti' askerleri var; faraza şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerle recmedebilirler Hem küfranınızla öyle bir Mâlik-i Zülcelâl'in memleketinde isyan ediyorsunuz ki, ibâdından ve cünudundan öyleleri var ki, değil sizin gibi küçücük âciz mahlûkları, belki farz-ı muhal olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kâfir olsaydınız, arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri, şüvazlı nühasları size atabilirler, sizi dağıtırlar Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki, o kanun ile öyleler bağlıdır, eğer lüzum olsa, arzınızı yüzünüze çarpar Gülleler gibi küreniz misillü yıldızları üstünüze yağdırabilirler"

Evet Kur'anda Bâzı mühim tahşidat vardır ki, düşmanların kuvvetli olduğundan ileri gelmiyor Belki haşmetin izharı ve düşman şenaatinin teşhiri gibi sebeblerden ileri geliyor Hem bâzan Kemâl-i intizâmı ve nihayet adli ve gâyet ilmi ve kuvvet-i hikmeti göstermek için, en büyük ve kuvvetli esbabı, en küçük ve zaîf bir şeye karşı tahşid eder ve üstünde tutar; düşürtmez, tecavüz ettirmez Meselâ şu âyete bak: وَاِنْ تَظَاهَرَا عَلَيْهِ فَاِنَّ اللَّهَ هُوَ مَوْلاَهُ وَجِبْرِيلُ وَصَالِحُ اْلمُؤْمِنِينَ وَاْلمَلاَئِكَةُ بَعْدَ ذَلِكَ ظَهِيرٌ Ne kadar Nebi hakkına hürmet ve ne kadar ezvacın hukukuna merhamet var Şu mühim tahşidat, yalnız hürmet-i Nebinin âzametini ve iki zaîfenin şekvalarının ehemmiyetini ve haklarının riayetini, rahîmâne ifade etmek içindir

Yedinci Basamak: Melekler ve semekler gibi, yıldızların dahi

(Orjinal Sayfa:189)

gâyet muhtelif efradları vardır Bir kısmı nihayet küçük, bir kısmı gâyet büyüktür Hattâ gök yüzünde her parlayana yıldız denilir İşte bu yıldız cinsinden bir nev'i de, nâzenin semâ yüzünün murassa zînetleri ve o ağacın

münevv'er meyveleri ve o denizin müsebbih balıkları hükmünde, Fâtır-ı Zülcelâl, Sâni'-i Zülcemâl onları yaratmış ve meleklerine mesîreler, binekler, menziller yapmıştır ve yıldızların küçük bir nev'ini de, şeyâtînin recmine âlet etmiş İşte bu recm-i şeyatîn için atılan şahabların üç mânâsı olabilir:

Birincisi: Kanun-u mübareze, en geniş dairede dahi cereyan ettiğine remz ve alâmettir

İkincisi: Semâvatta hüşyar nöbettarlar, mutî' sekeneler var Arzlı şerirlerin ihtilatından ve istima'larından hoşlanmayan cünudullah bulunduğuna ilân ve işarettir

Üçüncüsü: Müzahrafat-ı arziyenin mümessilât-ı habiseleri olan casus şeytanları, temiz ve temizlerin meskeni olan semâyı telvis etmemek ve nüfus-u habîse hesabına tecessüs ettirmemek için, edebsiz casusları korkutmak için atılan mancınıklar ve işaret fişekleri misillü, o şeytanları ebvâb-ı semâdan o şahablarla red ve tarddır

İşte yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine îtimad eden ve Kur'an güneşinden gözünü yuman kozmoğrafyacı efendi! Şu yedi basamaklarda işaret edilen hakikatlara birden bak Gözünü aç, kafa fenerini bırak, gündüz gibi i'câz ışığı içinde şu âyetin mânâsını gör! O âyetin semâsından bir hakikat yıldızı al, senin başındaki şeytana at, kendi şeytanını recmet! Biz dahi etmeliyiz ve رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ beraber demeliyiz



سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَآ اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَآ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ


* * *


(Orjinal Sayfa:190)

Onbeşinci Sözün Zeyli

( Yirmialtıncı Mektub'un Birinci Mebhası)




بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

وَاِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللَّهِ اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ


Hüccet-ül Kur'an Aleşşeytan ve Hizbihî İblisi ilzam, şeytanı ifham, ehl-i tuğyanı iskât eden «Birinci Mebhas:» bîtarâfâne muhakeme içinde şeytanın müdhiş bir desisesini kat'î bir Sûrette reddeden bir vakıadır O vakıanın mücmel bir kısmını on sene evvel lemaât'ta yazmıştım Şöyle ki:

Bu risalenin te'lifinden onbir sene evvel Ramazan-ı Şerifte İstanbul'da Bayezid Câmi-i Şerifinde hâfızları dinliyordum Birden şahsını görmedim, fakat mânevî bir ses işittim gibi bana geldi Zihnimi kendine çevirdi Hayalen dinledim, baktım ki bana der:

-«Sen Kur'anı pek âlî, çok parlak görüyorsun Bîtarâfâne muhakeme et, öyle bak Yâni bir beşer kelâmı farzet bak Acaba o meziyetleri, o zînetleri görecek misin?» dedi Hakikaten ben de ona aldandım Beşer kelâmı farzedip, öyle baktım Gördüm ki: Nasıl Bayezid'in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer Öyle de o farz ile Kur'anın parlak ışıkları gizlenmeğe


(Orjinal Sayfa:191)

başladı O vakit anladım ki, benim ile konuşan şeytandır Beni vartaya yuvarlandırıyor Kur'andan istimdad ettim Birden bir nur kalbime geldi Müdafaaya kat'î bir kuvvet verdi O vakit şöylece şeytana karşı münazara başladı Dedim:

-Ey şeytan! Bîtarâfâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir Halbuki hem senin, hem insandaki senin şâkirdlerin, dediğiniz bîtarâfâne muhakeme ise; taraf-ı muhalifi iltizâmdır, bîtaraflık değildir Muvakkaten bir dinsizliktir Çünki: Kur'ana kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esâs tutmaktır Bâtılı iltizâmdır, bîtarâfâne muhakeme değildir, belki bâtıla tarafgirliktir Şeytan dedi ki:

-Öyle ise ne Allah'ın kelâmı, ne de beşerin kelâmı deme Ortada farzet, bakBen dedim:

-O da olamaz Çünki münâzaun-fîh bir mal bulunsa, eğer iki müddeî birbirine yakın ise ve kurbiyet-i mekân varsa; o vakit o mal, ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir Sûrette bir yere bırakılacak Hangisi isbat etse o alır Eğer o iki müddeî birbirinden gâyet uzak, biri maşrıkta, biri mağribde ise; o vakit kaideten sahib-ül yed kim ise onun elinde bırakılacaktır Çünki ortada bırakmak kabil değildir İşte Kur'an kıymettar bir maldır Beşer kelâmı Cenâb-ı Hakk'ın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır İşte, seradan süreyyaya kadar birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir Hem ortası yoktur Çünki vücud ve adem gibi ve iki nakızeyn gibi iki zıddırlar Ortası olamaz Öyle ise, Kur'an için sahib-ül yed, taraf-ı İlâhîdir Öyle ise, onun elinde kabûl edilip, öylece delâil-i isbata bakılacak Eğer öteki taraf onun Kelâmullah olduğuna dair bütün bürhânları birer birer çürütse, elini ona uzatabilir Yoksa uzatamaz Heyhat! Binler berahin-i kat'iyenin mıhlarıyla Arş-ı âzam'a çakılan bu muazzam pırlantayı hangi el bütün o mıhları söküp, o direkleri kesip onu düşürebilir?

İşte ey şeytan! Senin rağmına ehl-i hak ve insaf bu Sûretteki hakikatlı muhakeme ile muhakeme ederler Hattâ en küçük bir delilde dahi Kur'ana karşı îmanını ziyadeleştirirler Senin ve şâkirdlerinin gösterdiği yol ise: Bir kere beşer kelâmı farzedilse, yâni Arş'a bağlanan o muazzam pırlanta yere atılsa; bütün mıhların kuvvetinde ve çok bürhânların metânetinde birtek bürhân lâzım ki, onu yer-


(Orjinal Sayfa:192)

den kaldırıp arş-ı mânevîye çaksın Tâ küfrün zulümatından kurtulup, îmanın envarına erişsin

Halbuki buna muvaffak olmak pek güçtür Onun için senin desisen ile şu zamanda, bîtarâfâne muhakeme Sûreti altında çokları îmanını kaybediyorlar

Şeytan döndü ve dedi: Kur'an beşer kelâmına benziyor Onların muhaveresi tarzındadır Demek, beşer kelâmıdır Eğer Allah'ın kelâmı olsa; ona yakışacak, her cihetçe hârikulâde bir tarzı olacaktı Onun san'atı nasıl beşer san'atına benzemiyor, kelâmı da benzememeli?

Cevaben dedim:

-Nasılki Peygamberimiz (ASM) mu'cizâtından ve hasaisinden başka, ef'al ve ahvâl ve etvârında beşeriyette kalıp, beşer gibi âdet-i İlâhiyyeye ve evâmir-i tekviniyesine münkad ve mutî' olmuş O da soğuk çeker, elem çeker ve hâkezâ Herbir ahvâl ve etvârında hârikulâde bir vaziyet verilmemiş Tâ ki ümmetine ef'aliyle îmam olsun, etvârıyla rehber olsun, umum harekâtıyla ders versin Eğer her etvârında hârikulâde olsa idi, bizzât her cihetçe imam olamazdı Herkese mürşid-i mutlak olamazdı Bütün ahvâliyle Rahmeten lil-âlemîn olamazdı Aynen öyle de: Kur'an-ı Hakîm ehl-i şuura îmamdır, cin ve inse mürşiddir, ehl-i kemâle rehberdir, ehl-i hakikata muallimdir Öyle ise, beşerin muhâveratı ve üslûbu tarzında olmak zarurî ve kat'îdir Çünki cin ve ins münacatını ondan alıyor, duâsını ondan öğreniyor, mesâilini onun lisanıyla zikrediyor, edeb-i muaşeretini ondan taallüm ediyor ve hâkezâ Herkes onu merci yapıyor Öyle ise, eğer Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm'ın Tur-i Sina'da işittiği Kelâmullah tarzında olsa idi, beşer bunu dinlemekte, işitmekte tahammül edemezdi ve merci' edemezdi Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm gibi bir ulül-azm, ancak birkaç kelâmı işitmeye tahammül etmiştir Mûsâ Aleyhisselâm demiş: اَهَكَذَا كَلاَمُكَ قَالَ اللَّهُ لِى قُوَّةُ جَمِيعِ اْلاَلْسِنَةِ

Şeytan döndü, yine dedi ki:

Kur'anın mesâili gibi çok zâtlar o çeşit mes'eleleri din namına söylüyorlar Onun için, bir beşer, din namına böyle bir şey yapmak mümkün değil mi?


(Orjinal Sayfa:193)

Cevaben Kur'anın nuruyla dedim ki:

Evvelâ, dindar bir adam din muhabbeti için "Hak böyledir Hakikat budur Allah'ın emri böyledir" der Yoksa, Allah'ı kendi keyfine konuşturmaz Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah'ın taklidini yapıp, onun yerinde konuşmaz فَمَنْاَظْلَمُمِمَّنْكَذَبَعَلَىاللَّهِ düsturundan titrer

Ve sâniyen, bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir Belki, yüz derece muhaldir Çünki birbirine yakın zâtlar birbirini taklid edebilirler Bir cinsten olanlar, birbirinin Sûretine girebilirler Mertebece birbirine yakın zatlar birbirini taklid edebilirler Muvakkaten insanları iğfal ederler, fakat daimî iğfal edemezler Çünki ehl-i dikkat nazarında alâküllihal etvâr ve ahvâli içindeki tasannuatlar ve tekellüfatlar sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmeyecek Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan; ötekinden gâyet uzaksa, meselâ âdi bir adam, İbn-i Sina gibi bir dâhîyi ilimde taklid etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa elbette hiç kimseyi aldatamayacak Belki kendi maskara olacak Herbir hali bağıracak ki: Bu sahtekârdır İşte, hâşâ yüzbin defa hâşâ! Kur'an, beşer kelâmı farzedildiği vakit: Nasıl bir yıldız böceği bin sene tekellüfsüz hakikî bir yıldız olarak rasad ehline görünsün hem bir sinek bir sene tamamen tavus Sûretini tasannu'suz, temaşa ehline göstersin hem sahtekâr, âmi bir nefer; namdar, âlî bir müşirin tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini ihsas etmesin hem müfteri, itikadsız bir adam; müddet-i ömründe daima en sâdık, en emin, en mu'tekid bir zâtın keyfiyetini ve vaziyetini en müdakkik nazarlara karşı telaşsız göstersin, dâhîlerin nazarında tasannu'u saklansın? Bu ise yüz derece muhaldir, ona hiçbir zîakıl mümkün diyemez ve öyle de farzetmek dahi, bedihî bir muhali vâki farzetmek gibi bir hezeyandır

Aynen öyle de, Kur'anı kelâm-ı beşer farzetmek; lâzım gelir ki: Âlem-i İslâm'ın semâsında bilmüşahede pek parlak ve daima envar-ı hakaiki neşreden bir yıldız-ı hakikat, belki bir şems-i Kemâlât telakki edilen Kitab-ı Mübin'in mahiyeti; hâşâ bir yıldız böceği hükmünde tasannu'cu bir beşerin hurafatlı bir düzmesi olsun ve en ya-


(Orjinal Sayfa:194)

kınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın ve onu daima âlî ve menba-ı hakaik bir yıldız bilsin Bu ise yüz derece muhal olmakla beraber, sen ey şeytan yüz derece şeytaniyette ileri gitsen buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın! Yalnız mânen pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun! Yıldızı, yıldız böceği gibi böyle küçük gösteriyorsun

Sâlisen: Hem Kur'anı beşer kelâmı farzetmek, lâzımgelir ki; âsârıyla, tesiratıyla, netâiciyle âlem-i insâniyetin bilmüşahede en ruhlu ve hayat-feşan, en hakikatlı ve saadet-resan, en cem'iyetli ve mu'cizBeyân, âlî meziyetleriyle yaldızlı bir Furkan'ın gizli hakikatı; hâşâ muavenetsiz, ilimsiz birtek insanın sahtekâr, âdi fikrinin tasannuatı olsun ve yakınında onu temaşa eden ve merakla dikkat eden büyük zekâlar, ulvî dehalar onda hiçbir zaman hiçbir cihette sahtekârlık ve tasannu' eserini görmesin daima ciddiyeti, samimiyeti, ihlası bulsun! Bu ise yüz derece muhal olmakla beraber, bütün ahvâliyle, akvaliyle, harekâtıyla bütün hayatında emaneti, îmanı, emniyeti, ihlası, ciddiyeti, istikameti gösteren ve ders veren ve sıddıkînleri yetiştiren en yüksek, en parlak, en âlî haslet telakki edilen ve kabûl edilen bir zâtı; en emniyetsiz, en ihlassız, en itikadsız farzetmekle, muzaaf bir muhali vâki görmek gibi şeytanı dahi utandıracak bir hezeyan-ı küfrîdir Çünki şu mes'elenin ortası yoktur Zira farz-ı muhal olarak Kur'an Kelâmullah olmazsa, arştan ferşe düşer gibi sukut eder Ortada kalmaz Mecma-i hakaik iken, menba-ı hurafat olur ve o hârika fermanı gösteren zât, hâşâ sümme hâşâ eğer Resulullah olmazsa; a'lâ-yı illiyyînden esfel-i safilîne sukut etmek ve menba-ı Kemâlât derecesinden maden-i desais makamına düşmek lâzımgelir Ortada kalamaz Zira Allah namına iftira eden, yalan söyleyen en edna bir dereceye düşer Bir sineği, daimî bir Sûrette tavus görmek ve tavusun büyük evsafını onda her vakit müşahede etmek ne kadar muhal ise, şu mes'ele de öyle muhaldir Fıtraten akılsız, sarhoş bir divane lâzım ki, buna ihtimal versin

Râbian: Hem Kur'anı kelâm-ı beşer farzetmek lâzımgelir ki; Benî Âdem'in en büyük ve muhteşem ordusu olan ümmet-i Muhammediyenin (ASM) mukaddes kumandanı olan Kur'an, bilmüşahede kuvvetli kanunlarıyla, esâslı düsturlarıyla, nafiz emirleriyle o pek büyük orduyu, iki cihanı fethedecek bir derecede bir intizâm verdiği ve bir inzibat altına aldığı ve maddî-mânevî teçhiz ettiği ve

(Orjinal Sayfa:195)

umum o efradın derecatına göre akıllarını tâlim ve kalblerini terbiye ve ruhlarını teshir ve vicdanlarını tathir, âza ve cevarihlerini istimal ve istihdam ettiği halde; hâşâ, yüzbin defa hâşâ kuvvetsiz, kıymetsiz, asılsız bir düzme farzedip yüz derece muhali kabûl etmek lâzım gelmekle beraber müddet-i hayatında ciddî harekâtıyla Hakk'ın kanunlarını Benî Âdem'e ders veren ve samimî ef'aliyle hakikatın düsturlarını beşere tâlim eden ve hâlis ve makul akvaliyle istikametin ve saadetin usûllerini gösteren ve tesis eden ve bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle Allah'ın azabından çok havf eden ve herkesten ziyade Allah'ı bilen ve bildiren ve nev'-i beşerin beşten birisine ve küre-i arzın yarısına bin üçyüzelli sene Kemâl-i haşmetle kumandanlık eden ve cihanı velveleye veren ve şöhretşiar şuunatıyla nev'-i beşerin belki kâinatın elhak medâr-ı fahri olan bir zâtı; hâşâ yüzbin defa hâşâ sahtekâr, Allah'tan korkmaz ve bilmez ve haysiyetini tanımaz, insaniyyetin âdi derecesinde farzetmekle yüz derece muhali birden irtikâb etmek lâzım gelir Çünki şu mes'elenin ortası yoktur Zira farz-ı muhal olarak Kur'an Kelâmullah olmazsa; arştan düşse, orta yerde kalamaz Belki yerde en yalancı birinin malı olduğunu kabûl etmek lâzımgelir Bu ise ey şeytan, yüz derece sen katmerli bir şeytan olsan bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın ve çürümemiş hiçbir kalbi ikna edemezsin

Şeytan döndü, dedi:

Nasıl kandıramam? Ekser insanlara ve insanın meşhur âkıllerine Kur'anı ve Muhammed'i inkâr ettirdim

Elcevap: Evvelâ, gâyet uzak mesâfeden bakılsa, en büyük şey, en küçük şey gibi görünebilir Bir yıldız, bir mum kadardır denilebilir

Sâniyen: Hem tebeî ve sathî bir nazarla bakılsa, gâyet muhal bir şey, mümkün görünebilir Bir zaman bir ihtiyar adam Ramazan hilâlini görmek için semâya bakmış Gözüne bir beyaz kıl inmiş O kılı Ay zannetmiş "Ay'ı gördüm" demiş İşte muhaldir ki; hilâl, o beyaz kıl olsun Fakat kasden ve bizzât Ay'a baktığı ve o saçı tebeî ve dolayısıyla ve ikinci derecede göründüğü için o muhali mümkün telakki etmiş

Sâlisen: Hem kabûl etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır Adem-i kabûl bir lâkaydlıktır, bir göz kapamaktır ve câhilane bir hükümsüzlüktür Bu Sûrette çok muhal şeyler onun içinde gizlenebilir Onun aklı onlarla uğraşmaz Amma inkâr ise; o adem-i


(Orjinal Sayfa:196)

kabûl değil, belki o kabûl-ü ademdir, bir hükümdür Onun aklı hareket etmeye mecburdur O halde senin gibi bir şeytan onun aklını elinden alır Sonra inkârı ona yutturur Hem ey şeytan! Bâtılı hak ve muhali mümkün gösteren gaflet ve dalâlet ve safsata ve inad ve muğalata ve mükâbere ve iğfal ve görenek gibi şeytanî desiselerle, çok muhalâtı intaç eden inkâr ve küfrü o bedbaht insan Sûretindeki hayvanlara yutturmuşsun

Râbian: Hem Kur'anı kelâm-ı beşer farzetmek, lâzımgelir ki: Âlem-i insâniyetin semâsında yıldızlar gibi parlayan asfiyalara, sıddıkînlere, aktablara bilmüşahede rehberlik eden ve bilbedâhe mütemadiyen hakk ve hakkaniyeti, sıdk ve sadakatı, emn ve emaneti umum tabakat-ı ehl-i Kemâle tâlim eden ve erkân-ı îmâniyenin hakaikiyle ve erkân-ı İslâmiyenin desatiriyle iki cihanın saadetini temin eden ve bu icraatının şehadetiyle bizzarure hak hâlis ve sâfi hakikat ve gâyet doğru ve pek ciddî olmak lâzım gelen bir kitabı; kendi evsafının ve tesiratının ve envarının zıddıyla muttasıf tasavvur edip, -hâşâ sümme hâşâ- bir sahtekârın tasniat ve iftiraların mecmuası nazarıyla bakmak; Sofestaîleri ve şeytanları dahi utandıracak ve titretecek şenî' bir hezeyan-ı küfrî olmakla beraber; izhar ettiği din ve şeriat-ı İslâmiyenin şehadetiyle ve müddet-i hayatında gösterdiği bilittifak fevkalâde takvâsının ve hâlis ve safi ubûdiyetinin delaletiyle ve bilittifak kendinde görünen ahlâk-ı hasenesinin iktizasıyla ve yetiştirdiği bütün ehl-i hakikatın ve sahib-i Kemâlâtın tasdikiyle en mu'tekid, en metin, en emin, en sadık bir zâtı; -hâşâ sümme hâşâ, yüzbin kerre hâşâ- itikadsız, en emniyetsiz, Allah'tan korkmaz, bir vaziyette farzetmek, muhalâtın en çirkin ve menfur bir Sûretini ve dalaletin en zulümlü ve zulümatlı bir tarzını irtikâb etmek lâzımgelir

Elhasıl: Ondokuzuncu Mektub'un Onsekizinci İşaretinde denildiği gibi; nasıl kulaklı âmi tabakası i’câz-ı Kur'an fehminde demiş: Kur'an, bütün dinlediğim ve dünyada mevcûd kitablara kıyas edilse, hiçbirisine benzemiyor ve onların derecesinde değildir Öyle ise ya Kur'an, umumun altındadır veya umumun fevkinde bir derecesi vardır Umumun altındaki şık ise, muhal olmakla beraber, hiçbir düşman hattâ şeytan dahi diyemez ve kabûl etmez Öyle ise Kur'an, umum kitabların fevkindedir Öyle ise mu'cizedir

Aynen öyle de, biz de ilm-i usûl ve fenn-i mantıkça sebr ve tak-


(Orjinal Sayfa:197)

sim denilen en kat'î bir hüccetle deriz: Ey şeytan ve ey şeytanın şâkirdleri! Kur'an, ya arş-ı âzamdan ve ism-i âzamdan gelmiş bir kelâmullahtır veyahut -hâşâ sümme hâşâ, yüzbin kerre hâşâ- yerde sahtekâr Allah'tan korkmaz ve Allah'ı bilmez, itikadsız bir beşerin düzmesidir Bu ise ey şeytan! Sâbık hüccetlere karşı bunu sen diþyemedin ve diyemezsin ve diyemeyeceksin Öyle ise bizzarure ve bilâ-şübhe Kur'an, Hâlık-ı Kâinat'ın kelâmıdır Çünki ortası yoktur ve muhaldir ve olamaz Nasılki kat'î bir Sûrette isbat ettik, sen de gördün ve dinledin

Hem Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, ya Resulullahtır ve bütün Resullerin ekmeli ve bütün mahlukatın efdalidir veyahut -hâşâ yüzbin defa hâşâ- Allah'a iftira ettiği ve Allah'ı bilmediği ve azabına inanmadığı için itikadsız, esfel-i safilîne sukut etmiş bir beşer farzetmek (Haşiye) lâzımgelir Bu ise ey İblis! Ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa feylesofları ve Asya münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz Çünki bu şıkkı dinleyecek ve kabûl edecek dünyada yoktur Onun içindir ki, güvendiğin o feylesofların en müfsidleri ve o münafıkların en vicdansızları dahi diyorlar ki: "Muhammed-i Arabî (ASM) çok akıllı idi ve çok güzel ahlâklı idi" Mâdem şu mes'ele iki şıkka münhasırdır ve mâdem ikinci şıkk muhaldir ve hiçbir kimse buna sahib çıkmıyor ve mâdem kat'î hüccetlerle isbat ettik ki, ortası yoktur Elbette ve bizzarure senin ve hizb-üş şeytanın rağmına olarak bilbedâhe ve bihakkalyakîn, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm Resulullahtır ve bütün Resullerin ekmelidir ve bütün mahlukatın efdalidir



_____________________

(Haşiye): Kur'an-ı Hakîm, kâfirlerin küfriyâ tlarını ve galiz tâbiratlarını ibtal etmek için zikrettiğine istinaden, ehl-i dalaletin fikr-i küfrîlerinin bütün bütün muhaliyetini ve bütün bütün çürüklüğünü göstermek için şu tâbiratı farz-ı muhal Sûretinde titreyerek kullanmağa mecbur oldum


(Orjinal Sayfa:198)

ŞEYTANIN İKİNCİ KÜÇÜK BİR İTİRAZI

Sûre-i ق وَ الْقُرْاَنِ الْمَجِيدِ i okurken



مِنْهُ تَحِيدُ وَ نُفِخَ فِى الصُّورِ ذَلِكَ يَوْمُ الْوَعِيدِ وَ جَآءَتْ كُلُّ نَفْسٍ مَعَهَا سَآئِقٌ وَ شَهِيدٌ لَقَدْ كُنْتَ فِى غَفْلَةٍ مِنْ هذَا فَكَشَفْنَا عَنْكَ غِطَآءَكَ فَبَصَرُكَ الْيَوْمَ حَدِيدٌ وَ قَالَ قَرِينُهُ هَذَا مَا لَدَىَّ عَتِيدٌ اَلْقِيَا فِى جَهَنَّمَ كُلَّ كَفَّارٍ عَنِيدٍ

Şu âyetleri okurken şeytan dedi ki: "Kur'anın en mühim fesahatını, siz onun selasetinde ve vuzuhunda buluyorsunuz Halbuki şu âyette nereden nereye atlıyor? Sekerattan tâ kıyamete atlıyor Nefh-i Sur'dan muhasebenin hitamına intikal ediyor ve ondan Cehennem'e idhali zikrediyor Bu acib atlamaklar içinde hangi selaset kalır? Kur'anın ekser yerlerinde, böyle birbirinden uzak mes'eleleri birleştiriyor Böyle münasebetsiz vaziyetiyle selaset, fesahat nerede kalır?"

Elcevap: Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân'ın esâs-ı i’câzı, en mühimlerinden belâgatından sonra îcazdır Îcaz, i’câz-ı Kur'anın en metin ve en mühim bir esâsıdır Kur'an-ı Hakîm'de şu mu'cizane îcaz,

(Orjinal Sayfa:199)

o kadar çoktur ve o kadar güzeldir ki; ehl-i tedkik, karşısında hayrettedirler Meselâ:



Kısa birkaç cümle ile, Tufan hâdise-i azîmesini netâiciyle öyle îcazkârane ve mu'cizane Beyân ediyor ki; çok ehl-i belâgatı, belâgatına secde ettirmiş

Hem meselâ:



İşte Kavm-i Semud'un acib ve mühim hâdisatını ve netâicini ve sû'-i akibetlerini, böyle kısa birkaç cümle ile î'caz içinde bir icâz ile selasetli ve vuzuhlu ve fehmi ihlâl etmez bir tarzda Beyân ediyor

Hem meselâ:



İşte اَنْ لَنْ نَقْدِرَعَلَيْهِ cümlesinden فَنَادَى فِى الظُّلُمَاتِ cümlesine kadar çok cümleler matvîdir O mezkûr olmayan cümleler, fehmi ihlâl etmiyor, selasete zarar vermiyor Hazret-i Yûnus Aleyhisselâm'ın kıssasından mühim esâsları zikreder Mütebâkisini akla havale eder

Hem meselâ: Sûre-i Yûsuf'a اَرِْلُونِ kelimesinden

(Orjinal Sayfa:200)



Amma Sûre-i Kaf'ın âyeti ise, ondaki îcaz pek acib ve mu'cizanedir Çünki kâfirin pek müdhiş ve çok uzun ve bir günü elli bin sene olan istikbaline ve o istikbalin dehşetli inkılabatında kâfirin başına gelecek elîm ve mühim hâdisata birer birer parmak basıyor Şimşek gibi fikri, onlar üstünde gezdiriyor O pek çok uzun zamanı, hâzır bir sahife gibi nazara gösterir Zikredilmeyen hâdisatı hayale havale edip, âli bir selasetle Beyân eder



İşte ey şeytan! Şimdi bir sözün daha varsa söyle

Şeytan der: Bunlara karşı gelemem, müdafaa edemem Fakat çok ahmaklar var, beni dinliyorlar ve insan Sûretinde çok şeytanlar var, bana yardım ediyorlar ve feylesoflardan çok firavunlar var, enaniyetlerini okşayan mes'eleleri benden ders alıyorlar Senin bu gibi sözlerin neşrine sed çekerler Bunun için sana teslim-i silâh etmem!



* * *
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ يَا مَعْشَرَ اْلجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ فَانْفُذُوا لاَ تَنْفُذُونَ اِلاَّ بِسُلْطَانٍ فَبِاَىِّ اَلآَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ فَلِلَّهِ اْلحُجَّةُ الْبَالِغَةُ وَ الْحِكْمَةُ الْقَاطِعَةُ بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ بِعَدَدِ الْمَلَكِ وَاْلاِنْسِ وَالْجَآنِّ مَا يَلْفِظُ مِنْ قَوْلٍ اِلاَّ لَدَيْهِ رَقِيبٌ عَتِيدٌ وَجَآءَتْ سَكْرَةُ الْمَوْتِ بِالْحَقِّ ذَلِكَ مَا كُنْتَ وَ قِيلَ يَآ اَرْضُ ابْلَعِى مَآءَ كِ وَيَا سَمَآءُ اَقْلِعِى وَغِيضَ اْلمَآءُ وَقُضِىَ اْلاَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى اْلجُودِىِّ وَقِيلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّاِلمِينَ كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِطَغْوَيهَا اِذِ انْبَعَثَ اَشْقَيهَا فَقَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللَّهِ نَاقَةَ اللَّهِ وَسُقْيَيهَافَكَذَّبُوهُ فَعَقَرُوهَا فَدَمْدَمَ عَلَيْهِمْ رَبُّهُمْ بِذَنْبِهِمْ فَسَوَّيهَا وَلاَ يَخَافُ عُقْبَيهَا وَذَا النُّونِ اِذْ ذَهَبَ مُغَاضِبًا فَظَنَّ اَنْ لَنْ نَقْدِرَ عَلَيْهِ فَنَادَى فِى الظُّلُمَاتِ اَنْ لآَ اِلهَ اِلآَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّاِلمِينَ يُوسُفُاَيُّهَاالصِّدِّيقُ ortasında yedi-sekiz cümle îcaz ile tayyedilmiş Hiç fehmi ihlâl etmiyor, selasetine zarar vermiyor Bu çeşit mu'cizane îcazlar Kur'anda pek çoktur Hem pek güzeldir وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı

Eski 03-29-2009   #19
meLankoLik_asaLet
Varsayılan

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı



Onaltıncı Söz sözler 16 söz



اِنَّمَآ اَمْرُهُ اِذَآ اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ


(İtminan-ı nefsime medâr olacak, zulmeti dağıtacak şu âyetin nurundan dört şuaı göstermekle kör nefsime bir basîret vermek için yazılmıştır)

BİRİNCİ ŞUA: Ey nefs-i nâdan! Diyorsun ki: "Ehadiyet-i Zât-ı İlâhiye ile külliyet-i ef'âli ve vahdet-i şahsiyyesiyle muinsiz umumiyet-i rububiyyeti ve ferdâniyyeti ile şeriksiz şümûl-ü tasarrufatı ve mekândan münezzehiyyetiyle her yerde hâzır bulunması ve nihayetsiz ulviyyetiyle herşeye yakın olması ve birliği ile her işi bizzât elinde tutması; hakaik-i Kur'aniyyedendir Kur'an ise hakîmdir Hakîm ise, akıl kabûl etmeyen şeyleri akla tahmil etmez Akıl ise, zâhirî bir münâfatı görüyor Aklı teslime sevkedecek bir izah isterim"

Elcevab: Mâdem öyledir, itminan için istersen, biz de Kur'an'ın feyzine istinaden diyoruz: İsm-i Nur, çok müşkilâtımızı halletmiş; inşâallah bunu da halleder Akla vâzıh, kalbe nuranî olacak temsil yolunu ihtiyar ile İmam-ı Rabbânî (RA) gibi deriz:



Temsil, i'câz-ı Kur'an'ın en parlak bir âyinesi olduğundan, biz dahi bir temsil ile şu sırra bakacağız Şöyle ki:

Bir tek zât, muhtelif merâya vasıtasıyla külliyet kesbeder Cüz'î-yi hakikî iken, umumî şuunata mâlik bir küllî hükmüne geçer Meselâ: Şems bir cüz'î-yi müşahhas iken, eşya-yı şeffafe vasıtasıyla


(Orjinal Sayfa:202)

öyle bir küllî hükmüne geçer ki, rûy-i zemini timsalleriyle, akisleriyle dolduruyor Hattâ katarat ve parlak zerrat adedince cilveleri bulunuyor Güneşin harareti ve ziyası ve ziyanın içinde olan yedi renkli elvan-ı seb'ası, herbirisi mukabilindeki eşyaya muhit, âmm ve şâmil oldukları halde; herbir şeffaf şey dahi güneşin timsaliyle beraber harareti, hem ziyayı, hem elvan-ı seb'ayı göz bebeğinde saklıyor Ve sâfi kalbini ona bir taht yapıyor Demek Şems, vâhidiyyet haysiyyetiyle ona mukabil umum eşyaya muhit olduğu gibi, ehadiyyet cihetiyle herbir şeyde Güneş çok vasıflarıyla beraber bir nevi cilve-i zâtıyla bulunur Mâdem temsilden temessül bahsine geçtik Temessülün çok enva'ından şu mes'eleye medâr olacak üç nev'ine işaret ederiz

Birincisi: Kesif, maddî şeylerin akisleridir O akisler hem gayrdır, ayn değil Hem mevattır, ölüdür Hüviyet-i suriyesinden başka hiçbir hâsiyete mâlik değil Meselâ: sen âyineler mahzenine girsen, bir Said binler Said olur Fakat zîhayat yalnız sensin, ötekiler ölüdürler Hayat hassaları onlarda yoktur

İkincisi: Maddî nuranînin akisleridir Şu akis ayn değil, fakat gayr da değil Mahiyeti tutmuyor, fakat o nuranînin ekser hasiyetlerine mâliktir Onun gibi hay sayılıyor Meselâ: Şems dünyaya girdi Herbir âyinede aksini gösterdi O akislerin herbirinde, Güneş'in hassaları hükmünde olan ziya ve ziyadaki elvan-ı seb'a bulunuyor Eğer faraza Güneş zîşuur olsa idi, harareti ayn-ı kudreti, ziyası ayn-ı ilmi, elvan-ı seb'ası sıfat-ı seb'ası olsa idi; o vakit o tek ve yekta bir güneş, bir anda herbir âyinede bulunur, herbirisini kendine bir arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi Birbirine mâni olmazdı Herbirimizle âyinemiz vasıtasıyla görüşebilirdi Biz ondan uzak iken, o bize bizden daha yakın olurdu

Üçüncüsü: Nurani ruhların aksidir Şu akis, hem haydır hem ayndır Fakat âyinelerin kabiliyeti nisbetinde tezahür ettiğinden, o ruhun mahiyet-i nefs-ül emriyesini tamamen tutmuyor Meselâ: Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm, Dıhye Sûretinde huzur-u Nebevîde bulunduğu bir anda, Huzur-u İlahîde haşmetli kanatlarıyla Arş-ı âzam'ın önünde secdeye gider Hem o anda hesabsız yerlerde bulunur, Evâmir-i İlahiyeyi tebliğ ederdi Bir iş bir işe mâni olmazdı İşte şu sırdandır ki; mahiyeti nur ve hüviyeti nuraniye olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyada bütün ümmetinin salâvatlarını birden işitir ve kıyamette bütün asfiya ile bir anda görüşür Birbirisine mâni olmaz Hattâ evliyâdan, ziyade nura-

(Orjinal Sayfa:203)

niyyet kesbeden ve adâl denilen bir kısmı, bir anda birçok yerlerde müşahede ediliyormuş Aynı zât, ayrı ayrı çok işleri görüyormuş Evet nasıl cismâniyata cam ve su gibi şeyler âyine olur Öyle de, ruhaniyata dahi hava ve esir ve âlem-i misâlin Bâzı mevcûdâtı âyine hükmünde ve berk ve hayal sür'atinde bir vasıta-i seyr ve seyahat Sûretine geçerler ve o ruhânîler hayal sür'atiyle o merâya-yı nazîfede, o menâzil-i lâtifede gezerler Bir anda binler yerlere girerler Mâdem Güneş gibi âciz ve müsahhar mahlûklar ve ruhânî gibi madde ile mukayyed nim-nuranî masnu'lar, nuraniyet sırrıyla bir yerde iken pekçok yerlerde bulunabilirler Mukayyed bir cüz'î iken, mutlak bir küllî hükmünü alırlar Bir anda cüz'î bir ihtiyar ile pek çok işleri yapabilirler

Acaba, maddeden mücerred ve muallâ; ve tahdid-i kayd ve zulmet-i kesafetten münezzeh ve müberra ve şu umum envar ve bütün nuraniyyat Onun envar-ı kudsiye-i Esmâsının bir kesif zılali ve umum vücud ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i misâl nim-şeffaf bir âyine-i cemâli ve sıfâtı muhîta; ve şuunatı külliye olan bir Zât-ı Akdes'in irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhitle tecelli-i sıfâtı ve cilve-i ef'âli içindeki Teveccüh-ü Ehadiyetinden hangi şey saklanabilir hangi iş ağır gelebilir hangi şey gizlenebilir hangi ferd uzak kalabilir hangi şahsiyet külliyet kesbetmeden ona yanaşabilir?

Evet nasıl Güneş; kayıdsız nuru, maddesiz aksi vasıtasıyla sana, senin göz bebeğinden daha yakın olduğu halde; sen mukayyed olduğun için ondan gâyet uzaksın Ona yanaşmak için, çok kayıdlardan tecerrüd etmek, çok merâtib-i külliyeden geçmek lâzım gelir Âdeta mânen yer kadar büyüyüp, Kamer kadar yükselip, sonra doğrudan doğruya Güneşin mertebe-i asliyesine bir derece yanaşabilir ve perdesiz görüşebilirsin Öyle de: Celil-i Zülcemâl, Cemil-i ZülKemâl sana gâyet yakındır, sen ondan gâyet uzaksın Kalbin kuvveti, aklın ulviyeti varsa; temsildeki noktaları, hakikata tatbike çalış

İKİNCİ ŞUA: Ey nefs-i bîhuş! Diyorsun ki: اِنَّمَآ اَمْرُهُ اِذَآ اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ hem



(Orjinal Sayfa:204)

gibi âyetler, vücud-u eşya, sırf bir emr ile ve def'î olduğunu ve صُنْعَاللَّهِالَّذِىاَتْقَنَكُلَّشَيْءٍ hem اَحْسَنَكُلَّشَيْءٍخَلَقَهُ gibi âyetler; vücud-u eşya, ilim içinde azîm bir kudretle, hikmet içinde dakik bir san'atla tedricî olduğunu gösteriyorlar Vech-i tevfiki nedir?

Elcevab: Kur'anın feyzine istinaden deriz: Evvelâ, münâfat yoktur Bir kısım öyledir: İbtidadaki îcad gibi Bir kısmı böyledir: Mislini iade gibi

Sâniyen: Mevcûdatta meşhud olan sühûlet ve sür'at ve kesret ve vüs'at içinde nihayet intizâm, gâyet ittikan ve hüsn-ü san'at ve kemâl-i hilkat, şu iki kısım âyetlerin vücud-u hakikatlarına kat'iyen şehadet eder Öyle ise, şunların hariçte tahakkukları medâr-ı bahs olması lüzumsuzdur Belki yalnız "sırr-ı hikmeti nedir? denilebilir Öyle ise, biz dahi: bir kıyas-ı temsilî ile şu hikmete işaret ederiz Meselâ: Nasılki terzi gibi bir san'atçı, birçok külfetler, meharetlerle Mûsanna birşey'i îcad eder ve ona bir model yapar Sonra onun emsalini külfetsiz çabuk yapabilir Hattâ bâzan öyle bir derece sühûlet peyda eder ki, güya emreder yapılır ve öyle kuvvetli bir intizâm kesbeder; (saat gibi) güya bir emrin dokunmasıyla işlenir ve işler Öyle de: Sâni'-i Hakîm ve Nakkaş-ı Alîm, şu âlem sarayını müştemilâtıyla beraber bedi' bir Sûrette yaptıktan sonra cüz'î ve küllî, cüz ve küll herşey'e bir model hükmünde bir nizâm-ı kaderî ile bir mikdâr-ı muayyen vermiştir İşte bak o Nakkaş-ı Ezelî, herbir asrı bir model yaparak mu'cizât-ı kudreti ile murassa, taze bir âlemi ona giydiriyor Herbir seneyi bir mikyas ederek, hâvârik-ı rahmetiyle Mûsanna, taze bir kâinatı o kamete göre dikiyor Herbir günü bir satır yaparak dekaik-i hikmetiyle müzeyyen, mücedded mevcûdâtı onda yazıyor Hem o Kadîr-i Mutlak, herbir asrı, herbir seneyi, herbir günü bir model yaptığı gibi, rûy-i zemini, herbir dağ ve sahrayı, bağ ve bostanı, herbir ağacı birer model yapmıştır Vakit-bevakit, taze taze birer kâinatı zeminde kuruyor, birer yeni dünyayı îcad ediyor Birer âlemi alıp da diğer muntâzam bir âlemi getiriyor Mevsim be-mevsim her bağ ve bostanda taze taze mu'cizât-ı kudretini ve hedâya-yı rahmetini gösterir Yeni birer kitab-ı hikmet-nümâ yazıyor Taze taze birer matbaha-i rahmetini kuruyor Mücedded bir hulle-i san'at-nümâ giydiriyor Her bahar-

(Orjinal Sayfa:205)

da, herbir ağaca sündüs-misâl taze bir çarşaf giydiriyor Lü'lü-misâl yeni bir murassaatla süslendiriyor Yıldız-misâl rahmet hediyeleriyle ellerini dolduruyor İşte şu işleri nihayet hüsn-ü san'at ve Kemâl-i intizâm ile yapan ve şu birbiri arkasında gelen ve zaman ipine takılan seyyar âlemleri, nihayet hikmet ve inâyet ve Kemâl-i kudret ve san'at ile değiştiren Zât; elbette gâyet Kadîr ve Hakîm'dir Nihayet derecede Basîr ve Alîm'dir Tesadüf onun işine karışamaz İşte o Zât-ı Zülcelâl'dir ki, şöyle ferman ediyor:



وَمَآ اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ

deyip, hem Kemâl-i kudretini ilân, hem kudretine nisbeten Haşir ve Kıyâmet gâyet sehl ve külfetsiz olduğunu Beyân ediyor Emr-i tekvinîsi, kudret ve iradeyi tâzammun ettiğini ve bütün eşya, evâmirine gâyet müsahhar ve münkad olduklarını ve mübaşeretsiz, muâlecesiz halkettiği için icadındaki sühulet-i mutlakayı ifade için, sırf bir emirle işler yaptığını, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân ile ferman ediyor

Hasıl-ı kelâm: Bir kısım âyetler eşyada hususan bidâyet-i icadında gâyet derecede hüsn-ü san'atı ve nihayet derecede kemâl-i hikmeti ilân ediyor Diğer kısmı; eşyada, hususan tekrar icadında ve iadesinde gâyet derecede sühulet ve sür'atini nihayet derecede inkıyad ve külfetsizliğini Beyân eder

ÜÇÜNCÜ ŞUA: Ey haddinden tecavüz etmiş nefs-i pürvesvas! Diyorsun ki: بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ مَا مِنْ دَآبَّةٍ اِلاَّ هُوَ اَخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا وَ نَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ gibi âyetler, nihayet derecede kurbiyet-i İlâhiyyeyi gösteriyor وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ تَعْرُجُ اْلمَلاَئِكَةُ وَالرُّوحُ اِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ اَلْفَ سَنَةٍ ve hadîste vârid olan: "Cenâb-ı Hak yetmiş bin hicab arkasında-

(Orjinal Sayfa:206)

dır" ve Mi'rac gibi hakikatler, nihayet derecede bu'diyetimizi gösteriyor Şu sırr-ı gamızı fehme takrib edecek bir izah isterim?"

Elcevab: Öyle ise dinle:

Evvelâ, Birinci Şua'nın âhirinde demiştik: Nasılki Güneş, kayıdsız nuruyla ve maddesiz aksi cihetiyle; sana, senin ruhun penceresi ve onun âyinesi olan gözbebeğinden daha yakın olduğu halde; sen, mukayyed ve maddede mahpus olduğun için ondan gâyet uzaksın Onun, yalnız bir kısım akisleriyle, gölgeleriyle temas edebilirsin ve bir nevi cilveleriyle ve cüz'î tecellileriyle görüşebilirsin ve bir sınıf sıfatları hükmünde olan elvanlarına ve bir taife isimleri hükmünde olan şualarına ve mazharlarına yanaşabilirsin Eğer, Güneşin mertebe-i aslîsine yanaşmak ve bizzât doğrudan doğruya güneşin zâtı ile görüşmek istersen, o vakit pek çok kayıtlardan tecerrüd etmekliğin ve pek çor merâtib-i külliyetten geçmekliğin lâzımgelir Âdeta sen, mânen tecerrüd cihetiyle Küre-i Arz kadar büyüyüp, hava gibi ruhen inbisat edip ve Kamer kadar yükselip, Bedir gibi mukabil geldikten sonra bizzât perdesiz onunla görüşüp, bir derece yanaşmak dâva edebilirsin Öyle de: O Celil-i PürKemâl, o Cemil-i Bîmisâl, o Vâcib-ül Vücud, o Mûcid-i Küll-i Mevcûd, o Şems-i Sermed, o Sultan-ı Ezel ve Ebed, sana senden yakındır Sen, Ondan nihayetsiz uzaksın Kuvvetin varsa, temsildeki dekaikı tatbik et

Sâniyen: Meselâ: وَلِلَّهِاْلمَثَلُاْلاَعْلَى Bir padişahın çok isimleri içinde "kumandan" ismi çok mütedâhil dairelerde tezahür eder Serasker daire-i külliyesinden tut, müşiriyyet ve ferikiyyet, tâ yüzbaşı, tâ onbaşıya kadar geniş ve dar, küllî ve cüz'î dairelerde de zuhur ve tecellisi vardır Şimdi, bir nefer hizmet-i askeriyesinde onbaşı makamında tezahür eden cüz'î kumandanlık noktasını mercî tutar, kumandan-ı âzamına şu cüz'î cilve-i ismiyle temas eder ve münasebettar olur Eğer asıl ismiyle temas etmek, ona o ünvan ile görüşmek istese, onbaşılıktan tâ serasker mertebe-i külliyesine çıkmak lâzımgelir Demek padişah, o nefere ismiyle, hükmüyle, kanunuyla ve ilmiyle, telefonuyla ve tedbiriyle ve eğer o padişah, evliya-i abdaliyyeden nuranî olsa, bizzât huzuruyla gâyet yakındır Hiçbir şey mâni olup, hâil olamaz Halbuki o nefer, gâyet uzaktır Binler mertebeler hâil, binler hicablar fâsıldır Fakat bâzan merhamet eder, hilaf-ı âdet; bir neferi huzuruna alır, lütfuna mazhar eder Öyle de:

(Orjinal Sayfa:207)

Emr-i كُنْفَيَكُونُ e mâlik; güneşler ve yıldızlar, emirber nefer hükmünde olan Zât-ı Zülcelâl, herşeye herşeyden daha ziyade yakın olduğu halde, herşey Ondan nihayetsiz uzaktır Onun huzur-u Kibriyâ sına perdesiz girmek istenilse, zulmanî ve nuranî, yâni maddî ve ekvanî ve Esmâî ve sıfatî yetmiş binler hicabdan geçmek, her ismin binler hususî ve küllî derecât-ı tecellisinden çıkmak, gâyet yüksek tabakat-ı sıfatında mürur edip tâ ism-i âzamına mazhar olan arş-ı âzamına uruc etmek; eğer cezb ve lütuf olmazsa, binler seneler çalışmak ve sülûk etmek lâzım gelir Meselâ: Sen, Ona Hâlık ismiyle yanaşmak istersen; senin Hâlıkın hususiyetiyle, sonra bütün insanların Hâlıkı cihetiyle, sonra bütün zîhayatların Hâlıkı ünvanıyla, sonra bütün mevcûdâtın Hâlıkı ismiyle münasebettarlık lâzım gelir Yoksa zılde kalırsın, yalnız cüz'î bir cilveyi bulursun

Bir ihtar: Temsildeki padişah, aczi için, kumandanlık isminin merâtibinde müşir ve ferik gibi vasıtalar koymuştur Fakat بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ olan Kadîr-i Mutlak, vasıtalardan müstağnidir Vasıtalar, sırf zâhirîdirler; perde-i izzet ve âzamettirler Ubûdiyet ve hayret ve acz ve iftikar içinde saltanat-ı Rubûbiyetine dellâldırlar, temaşâgerdirler Muini değiller, şerik-i saltanat-ı Rubûbiyet olamazlar

DÖRDÜNCÜ ŞUA: İşte ey tenbel nefsim! Bir nevi Mi'rac hükmünde olan namazın hakikatı; sâbık temsilde bir nefer, mahz-ı lütuf olarak Huzur-u şâhâneye kabûlü gibi; mahz-ı rahmet olarak Zât-ı Celîl-i Zülcemâl ve Mâbud-u Cemil-i Zülcelâl'in huzuruna kabûlündür "Allahü Ekber" deyip, mânen ve hayalen veya niyeten iki cihandan geçip, kayd-ı maddiyattan tecerrüd edip bir mertebe-i külliye-i ubûdiyete veya küllînin bir gölgesine veya bir Sûretine çıkıp, bir nevi huzura müşerref olup, اِيَّاكَنَعْبُدُ hitabına (herkesin kabiliyeti nisbetinde) bir mazhariyet-i azîmedir Âdeta, harekât-ı salâtiyede tekrarla "Allahu Ekber" "Allahu Ekber" demekle kat-ı merâtib ve terakkiyat-ı mâneviyeye ve cüz'iyattan devair-i külliyeye çıkmasına bir işarettir ve mârifetimiz haricindeki kemâlât-ı kibriyâ sının mücmel bir ünvanıdır Güya herbir "Allahü

(Orjinal Sayfa:208)

Ekber" bir basamak-ı mi'raciyeyi kat'ına işarettir İşte şu hakikat-ı salâttan mânen veya niyeten veya tasavvuren veya hayalen bir gölgesine, bir şuaına mazhariyet dahi, büyük bir saadettir İşte Hacda pek kesretli "Allahü Ekber" denilmesi, şu sırdandır Çünki: Hacc-ı Şerif bil'asale herkes için bir mertebe-i külliyede bir ubûdiyettir Nasılki bir nefer, bayram gibi bir yevm-i mahsusta ferik dairesinde bir ferik gibi padişahın bayramına gider ve lütfuna mazhar olur Öyle de: Bir Hacı, ne kadar ami de olsa, kat'-ı merâtib etmiş bir veli gibi umum aktar-ı arzın Rabb-ı Azîmi ünvanıyla Rabbine müteveccihtir Bir ubûdiyet-i külliye ile müşerreftir Elbette hac miftahıyla açılan merâtib-i külliye-i Rubûbiyet ve dürbünüyle nazarına görünen âfâk-ı âzamet-i Ulûhiyet ve şeâiriyle kalbine ve hayaline gittikçe genişlenen devâir-i ubûdiyet ve merâtib-i kibriyâ ve ufk-u tecelliyâtın verdiği hararet, hayret ve dehşet ve heybet-i Rubûbiyet "Allahü Ekber"

"Allahü Ekber" ile teskin edilebilir ve onunla o merâtib-i münkeşife-i meşhude veya mutasavvire ilân edilebilir Hacdan sonra şu mânâyı, ulvî ve küllî muhtelif derecelerde bayram namazında, yağmur namazında, husuf küsuf namazında, Cemâatle kılınan namazda bulunur İşte şeair-i İslâmiyenin velev sünnet kabilinden dahi olsa ehemmiyeti şu sırdandır



فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَآ اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَآ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَآ اِنْ نَسِينَآ اَوْ اَخْطَاْنَا رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ وَصَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى رَسُولِكَ اْلاَكْرَمِ مَظْهَرِ اِسْمِكَ اْلاَعْظَمِ وَ عَلَى اَلِهِ وَ اَصْحَابِهِ وَ اِخْوَانِهِ وَ اَتْبَاعِهِ آمِينَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ

* * *


(Orjinal Sayfa:209)

KÜÇÜK BIR ZEYL

Kadîr-i Alîm ve Sâni'-i Hakîm, kanuniyet şeklindeki âdâtının gösterdiği nizâm ve intizâmla, kudretini ve hikmetini ve hiçbir tesadüf işine karışmadığını izhar ettiği gibi; şuzûzat-ı kanuniye ile, âdetinin hârikalarıyla, tegayyürat-ı sûriye ile, teşahhusatın ihtilâfâtıyla, zuhur ve nüzul zamanının tebeddülüyle meşietini, iradetini, fâil-i muhtar olduğunu ve ihtiyarını ve hiçbir kayıd altında olmadığını izhar edip yeknesak perdesini yırtarak ve herşey, her anda, her şe'nde, her şeyinde Ona muhtaç ve Rubûbiyyetine münkad olduğunu i'lâm etmekle gafleti dağıtıp, ins ve cinnin nazarlarını esbabdan Müsebbib-ül esbâb'a çevirir Kur'anın Beyânâtı şu esâsa bakıyor

Meselâ: Ekser yerlerde bir kısım meyvedâr ağaçlar bir sene meyve verir, yâni rahmet hazinesinden ellerine verilir, o da verir Öbür sene, bütün esbâb-ı zâhiriyye hâzırken meyveyi alıp vermiyor Hem meselâ: Sâir umûr-u lâzımeye muhalif olarak yağmurun evkat-ı nüzûlü o kadar mütehavvildir ki, mugâyyebat-ı hamsede dâhil olmuştur Çünki: Vücudda en mühim mevki, hayat ve rahmetindir Yağmur ise, menşe-i hayat ve mahz-ı rahmet olduğu için elbette o âb-ı hayat, o mâ-i rahmet, gaflet veren ve hicab olan yeknesak kaidesine girmeyecek, belki doğrudan doğruya Cenâb-ı Mün'im-i Muhyî ve Rahman ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl perdesiz, elinde tutacak; tâ her vakit dua ve şükür kapılarını açık bırakacak Hem meselâ: Rızık vermek ve muayyen bir sîma vermek, birer ihsân-ı mahsus eseri gibi ummadığı tarzda olması; ne kadar güzel bir Sûrette meşîet ve ihtiyar-ı Rabbâniyyeyi gösteriyor Daha tasrîf-i hava ve teshîr-i sehab gibi Şuûnat-ı İlâhiyeyi bunlara kıyas et
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ نَه شَبَمْ نَه شَ َرَسْتَمْ مَنْ غُلاَمِ شَمْسَمْ اَزْ شَمْسِ مِى ُويَمْ خَبَرْ اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَاهُمْ جَمِيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ اِنَّمَآ اَمْرُهُ اِذَآ اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ سُبْحَانَ مَنْ جَعَلَ خَزَآئِنُهُ بَيْنَ الْكَافِ وَ النُّونِ

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı

Eski 03-29-2009   #20
meLankoLik_asaLet
Varsayılan

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı



Onyedinci Söz sözler 17 söz



اِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى اْلاَرْضِ زِينَةً لَهَا ِلنَبْلُوَهُمْ اَيُّهُمْ اَحْسَنُ عَمَلاً وَاِنَّا َلجَاعِلُونَ مَا عَلَيْهَا صَعِيدًا جُرُزًا وَمَا اْلحَيَاةُ الدُّنْيَآ اِلاَّ لَعِبٌ وَلَهْوٌ


(Bu söz, iki âlî makam ve bir parlak zeylden ibarettir)

Hâlık-ı Rahîm ve Rezzak-ı Kerim ve Sâni'-i Hakîm; şu dünyayı, Âlem-i Ervah ve ruhâniyyat için bir bayram, bir şehrâyin Sûretinde yapıp bütün esmâsının garâib-i nukuşuyla süslendirip küçük-büyük, ulvî-süflî herbir ruha, ona münasib ve o bayramdaki ayrı ayrı hesabsız mehâsin ve in'amattan istifade etmeğe muvafık ve havas ile mücehhez bir cesed giydirir, bir vücud-u cismanî verir, bir defa o temâşâgâha gönderir Hem zaman ve mekân cihetiyle pek geniş olan o bayramı; asırlara, senelere, mevsimlere hattâ günlere, kıt'alara taksim ederek herbir asrı, herbir seneyi, herbir mevsimi, hattâ bir cihette herbir günü, herbir kıt'ayı, birer taife ruhlu mahlukatına ve nebatî masnuatına birer resm-i geçit tarzında bir ulvî bayram yapmıştır ve bilhassa rûy-i zemin, hususan bahar ve yaz zamanında masnuat-ı sagîrenin taifelerine öyle şaşaalı ve birbiri arkasında bayramlardır ki, tabakat-ı âliyede olan ruhâniyyatı ve melâikeleri ve sekene-i semâvatı seyre celbedecek bir cazibedârlık görünüyor ve ehl-i tefekkür için öyle şirin bir mütalaagâh oluyor ki, akıl târifinden âcizdir Fakat bu ziyafet-i İlâhiye ve bayram-ı Rabbaniyyedeki İsm-i Rahmân ve Muhyî'nin tecellilerine mukabil İsm-i Kahhar ve Mümît, firak ve mevt ile karşılarına çıkıyorlar Şu ise: رَحْمَتِى وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ rahmetinin vüs'at-i şümûlüne zâhiren muvafık düşmüyor Fakat hakikatte birkaç cihet-i muvafakatı var-

(Orjinal Sayfa:211)

dır Bir ciheti şudur ki:

Sâni'-i Kerîm, Fâtır-ı Rahîm, herbir taifenin resm-i geçit nöbeti bittikten ve o resm-i geçitten maksud olan neticeler alındıktan sonra, ekseriyyet itibariyle dünyadan, merhametkârane bir tarz ile tenfir edip usandırıyor, istirahatâ bir meyil ve başka bir âleme göçmeğe bir şevk ihsan ediyor ve vazife-i hayattan terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslîlerine bir meyelân-ı şevk-engiz, ruhlarında uyandırıyor Hem o Rahman'ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda, mücahede işinde telef olan bir nefere şehadet rütbesini veriyor ve kurban olarak kesilen bir koyuna, Âhirette cismanî bir vücud-u bâki vererek Sırat üstünde, sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor Öyle de, sâir zîruh ve hayvanatın dahi, kendilerine mahsus vazife-i fıtriyye-i Rabbâniyyelerinde ve evâmir-i Sübhâniyyenin itaatlerinde telef olan ve şiddetli meşakkat çeken zîruhların, onlara göre bir çeşit mükâfat-ı ruhaniyye ve onların istidadlarına göre bir nevi ücret-i mâneviyye, o tükenmez hazine-i rahmetinde baîd değil ki bulunmasın Dünyadan gitmelerinden pek çok incinmesinler, belki memnun olsunlar لاَيَعْلَمُالْغَيْبَاِلاَّاللَّهُ Lâkin zîruhların en eşrefi ve şu bayramlarda kemmiyet ve keyfiyet cihetiyle en ziyade istifade eden insan, dünyaya pek çok meftun ve mübtelâ olduğu halde, dünyadan nefret ve âlem-i bekaya geçmek için eser-i rahmet olarak iştiyak-engiz bir hâlet verir Kendi insâniyyeti dalâlette boğulmayan insan, o hâletten istifade eder Rahat-ı kalb ile gider Şimdi, o hâleti intac eden vecihlerden, nümune olarak ''Beşini'' Beyân edeceğiz

Birincisi: İhtiyarlık mevsimiyle; dünyevî, güzel ve cazibedâr şeyler üstünde fena ve zevalin damgasını ve acı mânâsını göstererek o insanı dünyadan ürkütüp, o fâniye bedel, bir bâki matlubu arattırıyor

İkincisi: İnsanın alâka peyda ettiği bütün ahbablardan yüzde doksandokuzu, dünyadan gidip diğer bir âleme yerleştikleri için, o ciddî muhabbet sâikasıyla o ahbabın gittiği yere bir iştiyak ihsan edip, mevt ve eceli mesrurane karşılattırıyor

Üçüncüsü: İnsandaki nihayetsiz zaîflik ve âcizliği, Bâzı şeylerle ihsas ettirip, hayat yükü ve yaşamak tekâlifi ne kadar ağır olduğunu anlattırıp, istirahatâ ciddî bir arzu ve bir diyar-ı âhere gitmeye samimî bir şevk veriyor

(Orjinal Sayfa:212)

Dördüncüsü: İnsan-ı mü'mine nur-u îmân ile gösterir ki: Mevt, idam değil; tebdil-i mekândır Kabir ise, zulümatlı bir kuyu ağzı değil; nuraniyetli âlemlerin kapısıdır Dünya ise, bütün şaşaasıyla âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir Elbette; zindan-ı dünyadan bostan-ı cinâna çıkmak ve müz'iç dağdağa-i hayat-ı cismâniyyeden âlem-i rahatâ ve meydan-ı tayeran-ı ervaha geçmek ve mahlukatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp Huzur-u Rahman'a gitmek; bin can ile arzu edilir bir seyahattir, belki bir saadettir

Beşincisi: Kur'anı dinleyen insana, Kur'andaki ilm-i hakikatı ve nur-u hakikatle dünyanın mahiyetini bildirmekliği ile dünyaya aşk ve alâka pek mânâsız olduğunu anlatmaktır Yâni, insana der ve isbat eder ki: "Dünya, bir kitab-ı Samedânîdir Huruf ve kelimâtı nefislerine değil, belki başkasının zât ve sıfât ve esmâsına delâlet ediyorlar Öyle ise mânâsını bil al, nukuşunu bırak git

Hem bir mezraadır, ek ve mahsulünü al, muhafaza et; müzahrafatını at, ehemmiyet verme

Hem birbiri arkasında daim gelen geçen âyineler mecmuasıdır Öyle ise, onlarda tecelli edeni bil, envarını gör ve onlarda tezahür eden esmânın tecelliyatını anla ve müsemmalarını sev ve zevale ve kırılmaya mahkûm olan o cam parçalarından alâkanı kes

Hem seyyar bir ticaretgâhtır Öyle ise alış-verişini yap, gel ve senden kaçan ve sana iltifat etmeyen kafilelerin arkalarından beyhude koşma, yorulma

Hem muvakkat bir seyrangâhtır Öyle ise, nazar-ı ibretle bak ve zâhirî çirkin yüzüne değil; belki Cemîl-i Bâki'ye bakan gizli, güzel yüzüne dikkat et, hoş ve faideli bir tenezzüh yap, dön ve o güzel manzaraları irae eden ve güzelleri gösteren perdelerin kapanmasıyla akılsız çocuk gibi ağlama, merak etme

Hem bir misafirhanedir Öyle ise, onu yapan Mihmandar-ı Kerim'in izni dairesinde ye, iç, şükret Kanunu dairesinde işle, hareket et Sonra arkana bakma, çık git Herzekârane fuzulî bir Sûrette karışma Senden ayrılan ve sana ait olmayan şeylerle mânâsız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma" gibi zâhir hakikatlarla dünyanın iç yüzündeki esrarı gösterip dünyadan müfarakatı gâyet hafifleştirir, belki hüşyar olanlara sevdirir ve rahmetinin herşeyde ve her şe'ninde bir izi bulunduğunu gösterir İşte Kur'an şu beş veche işaret ettiği gibi, başka hususî vecihlere dahi âyât-ı Kur'aniye işaret ediyor

Veyl o kimseye ki, şu beş vecihten bir hissesi olmaya

* * *


(Orjinal Sayfa:213)

ONYEDİNCİ SÖZ'ÜN İKİNCİ MAKAMI

(Hâşiye)

Bırak bîçare feryadı, beladan gel tevekkül kıl!

Zira feryad, belâ-ender, hatâ-ender beladır bil!

Belâ vereni buldunsa, atâ-ender, safâ-ender belâdır bil!

Bırak feryadı, şükür kıl mânend-i belâbil, dema keyfinden güler hep gül mül

Ger bulmazsan, bütün dünya cefâ-ender, fena-ender hebadır bil!

Cihan dolu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan, gel tevekkül kıl!

Tevekkül ile bela yüzünde gül, tâ o da gülsün

O güldükçe küçülür, eder tebeddül

Bil ey hodgâm! Bu dünyada saadet, terk-i dünyada

Hudabîn isen, o kâfidir, bıraksan da bütün eşya lehinde

Ger hodbîn isen, helâkettir, ne yaparsan bütün eşya aleyhinde

Demek terki gerektir her iki halde bu dünyada

Terki demek: Huda mülkü, Onun izni, Onun namıyla bakmakta

Ticaret istiyorsan ger, şu fâni ömrünü bâkiye tebdilde

Eğer nefsine talib isen, çürüktür hem temelsiz de

Eğer âfâkı ister isen, fena damgası üstünde

Demek değmez ki alınsa, çürük maldır hep bu çarşıda

Öyle ise geç, iyi mallar dizilmiş arkasında

* * *

_____________________

(Hâşiye): Bu ikinci makamdaki parçalar şiire benzer, fakat şiir değiller Kasdî nazmedilmemişler Belki hakikatların Kemâl-i intizâmı cihetinde, bir derece manzum Sûretini almışlar


(Orjinal Sayfa:214)

SİYAH DUTUN BİR MEYVESİ

[O mübarek dut başında Eski Said, Yeni Said lisanıyla söylemiştir]

Muhatâbım Ziya Paşa değil, Avrupa meftunlarıdır

Mütekellim nefsim değil, tilmiz-i Kur'an namına kalbimdir

Geçen sözler hakikattır, sakın şaşma, hududundan hazer aşma,

Ecânib fikrine sapma, dalâlettir kulak asma, eder elbet seni nâdim

Görürsün en ziyâdârın, zekâvette alemdârın,

O hayretten der daim: "Eyvah, kimden kime şekva edeyim ben dahi şaştım!"

Kur'an dedirtir ben de derim, hiç de çekinmem

Ondan Ona şekva ederim sen gibi şaşmam

Hak'tan Hakk'a feryad ederim, sen gibi aşmam,

Yerden göğe dâva ederim, sen gibi kaçmam

Ki, Kur'anda hep dâva nurdan nuradır, sen gibi caymam

Kur'andadır hak hikmet, isbat ederim, muhalif felsefeyi beş paraya saymam

Furkan'dadır elmas hakikat, dercan ederim, sen gibi satmam

Halktan Hakk'a seyran ederim, sen gibi sapmam

Dikenli yolda tayran ederim, sen gibi basmam

Ferşten arşa şükran ederim, sen gibi asmam

Mevte, ecele dost bakarım, sen gibi korkmam

Kabre gülerekten girerim, sen gibi ürkmem


(Orjinal Sayfa:215)

Ejder ağzı, vahşet yatağı, hiçlik boğazı; sen gibi görmem

Ahbaba kavuşturur beni, kabirden darılmam, sen gibi kızmam

Rahmet kapısı, Nur kapısı, Hak kapısı, ondan sıkılmam, geri çekilmem

Bismillah diyerek çalıyorum, (Haşiye-1) arkama bakmam, dehşet de almam

Elhamdülillah diyerek rahat bulup yatacağım, zahmeti çekmem, vahşette kalmam

Allahü Ekber diyerek Ezan-ı Haşri işitip kalkacağım, (Haşiye-2) mahşer-i ekberden çekinmem, Mescid-i Âzamdan çekilmem

Lütf-u Yezdan, nur-u Kur'an, Feyz-i İman sayesinde hiç üzülmem

Durmayıp koşacağım, arş-ı Rahmân zılline uçacağım, sen gibi şaşmam inşâallah


* * *

_________________________________

(Haşiye-1): Eyvah diyerek kaçmıyorum

(Haşiye-2): İsrafil'in ezanını fecr-i haşirde işitip Allahü Ekber diyerek kalkacağım Salât-ı Kübrâdan çekilmem, Mecma-ı Ekberden çekinmem



(Orjinal Sayfa:216)

KALBE FÂRİSÎ OLARAK TAHATTUR EDEN BİR MÜNÂCÂT



[Yâni bu münacât, kalbe Farisî olarak tahattur ettiğinden Fârisî yazılmıştır Evvelce matbu olan "Hubab Risalesi"nde dercedilmişti]



Ya Rab! Tevekkülsüz, gafletle, iktidar ve ihtiyarıma dayanıp derdime derman aramak için cihat-ı sitte denilen altı cihette nazar gezdirdim Maatteessüf derdime derman bulamadım Mânen bana denildi ki: "Yetmez mi derd, derman sana"



Evet, gafletle sağımdaki geçmiş zamandan teselli almak için baktım Fakat gördüm ki: Dünkü gün, pederimin kabri ve geçmiş zaman, ecdadımın bir mezar-ı ekberi Sûretinde göründü Teselli yerine vahşet verdi:(Hâşiye-3)

(Hâşiye-3) (İman, o vahşetli mezar-ı ekberi, ünsiyetli bir meclis-i münevver ve bir mecma-ı ahbab gösterir)



Sonra soldaki istikbale baktım Derman bulamadım Belki yarınki gün, benim kabrim ve istikbal ise, emsalimin ve nesl-i âtinin bir kabr-i ekberi Sûretinde görünüp ünsiyyet değil, belki vahşet verdi(Hâşiye-4)

(Hâşiye-4) (Îman ve huzur-u îmân, o dehşetli kabr-i ekberi sevimli saadet saraylarında bir dâvet-i Rahmâniye gösterir)



Soldan dahi hayır görünmediği için, hâzır güne baktım Gördüm ki: Şu gün, güya bir tabuttur Hareket-i mezbuhanede olan cismimin cenazesini taşıyor(Hâşþiye -5)

(Hâşþiye -5)(İman, o tabutu, bir ticaretgâh ve şaşaalı bir misafirhane gösterir)

(Orjinal Sayfa:217)




İşbu cihetten dahi deva bulamadım Sonra başımı kaldırıp, şecere-i ömrümün başına baktım Gördüm ki: O ağacın tek meyvesi, benim cenazemdir ki, o ağacın üstünde duruyor, bana bakıyor(Hâşiye- 6)

(Hâşiye-6) (İman, o ağacın meyvesini cenaze değil, belki ebedî hayata mazhar ve ebedî saadete namzed olan ruhumun eskimiş yuvasından yıldızlarda gezmek için çıktığını gösterir)



O cihetten dahi me'yus olup başımı aşağıya eğdim Baktım ki: Aşağıda ayak altında kemiklerimin toprağı ile mebde-i hilkatimin toprağı birbirine karışmış gördüm Derman değil, derdime dert kattı(Hâşiye-7)

(Hâşiye-7) (İman, o toprağı rahmet kapısı ve Cennet salonunun perdesi olduğunu gösterir)



Ondan dahi nazarı çevirip arkama baktım Gördüm ki: Esâssız, fâni bir dünya, hiçlik derelerinde ve adem zulümatında yuvarlanıp gidiyor Derdime merhem değil, belki vahşet ve dehşet zehirini ilâve etti(Hâşiye-8)

(Hâşiye-8) (İman o zulümatta yuvarlanan dünyayı, vazifesi bitmiş, manâsını ifade etmiş, neticelerini kendine bedel vücudda bırakmış mektûbat-ı Samedâniyye ve sahâif-i nukuş-u Sübhâniye olduğunu gösterir)



وَرَاهِ اَبَدْبَدُورِوِزازْبَدِيدَاارَسْت


Onda dahi hayır görmediğim için ön tarafıma, ileriye nazarımı gönderdim Gördüm ki: Kabir kapısı yolumun başında açık görünüp; onun arkasında ebede giden cadde, uzaktan uzağa nazara çarpıyor(Hâşiye-9)

(Hâşiye-9)(İman, o kabir kapısını, âlem-i nur kapısı ve o yol dahi, saadet-i ebediye yolu olduğunu gösterdiğinden dertlerime hem derman, hem merhem olur)


(Orjinal Sayfa:218)




İşte şu altı cihette ünsiyyet ve teselli değil, belki dehşet ve vahşet aldığım onlara mukabil benim elimde bir cüz'-i ihtiyârîden başka hiçbir şey yoktur ki, ona dayanıp onunla mukabele edeyim(Hâşiye-10)

(Hâşiye-10) (İman, o cüz'-i lâyetecezza hükmündeki cüz'-i ihtiyârî yerine, ayr-ı mütenahî bir kudrete istinad etmek için bir vesika verir; ve belki îmân bir vesikadır)



Halbuki o cüz'-i ihtiyârî denilen silâh-ı insanî hem âciz, hem kısadır Hem ayarı noksandır İcad edemez, kesbden başka hiçbir şey elinden gelmez(Hâşiye-11)

(Hâşiye-11) (İman, o cüz'-i ihtiyârîyi, Allah namına istimal ettirip, her şey'e karşı kâfi getirir Bir askerin cüz'î kuvvetini devlet hesabına istimal ettiği vakit, binler kuvvetinden fazla işler görmesi gibi)



Ne geçmiş zamânâ hulûl edebilir, ne de gelecek zamânâ nüfuz edebilir Mâzi ve müstakbele ait emellerime ve elemlerime faidesi yoktur(Hâşiye-12)

(Hâşiye-12)(İman, dizginini cism-i hayvanînin elinden alıp kalbe, ruha teslim ettiği için; mâziye nüfuz ve müstakbele hulûl edebilir Çünki kalb ve ruhun daire-i hayatı geniştir)



O cüz'-i ihtiyârînin meydan-ı cevelânı, kısacık şu zaman-ı hâzır ve bir ân-ı seyyaldir



نُوِشْتَه اَسْت , دَرْفِطْرَتِ مَا مَيْلِ اَبَدْ وَ اَمَلِ سَرْمَدْ

İşte şu bütün ihtiyaçlarımla ve zaîfliğimle ve fakr ve aczimle beraber altı cihetten gelen dehşetler ve vahşetlerle perişan bir hal-


(Orjinal Sayfa:219)

de iken; Kalem-i Kudretle sahife-i fıtratımda ebede uzanan arzular ve sermede yayılan emeller aşikâre bir Sûrette yazılmıştır, mahiyetimde dercedilmiştir



Belki dünyada ne varsa, nümûneleri fıtratımda vardır Umum onlara karşı alâkadarım Onlar için çalıştırıyorum, çalışıyorum




İhtiyaç dairesi, nazar dairesi kadar büyüktür, geniştir



دَرْ دَسْت هَرحِي نِيسْتْ دَرْاِحْتِيَاجْ هَسْتْ

Hattâ hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider Orada da hâcet vardır Belki her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır Elde olmayan, ihtiyaçta vardır Elde bulunmayan ise hadsizdir



Halbuki daire-i iktidar, kısa elimin dairesi kadar kısa ve dardır



Demek fakr ve ihtiyaçlarım, dünya kadardır



Sermayem ise, cüz'-i lâyetecezza gibi cüz'î bir şeydir



İşte şu cihan kadar ve milyarlar ile ancak istihsal edilen hâcet nerede


Ve bu beş paralık cüz'-i ihtiyârî nerede Bununla onların mübayaasına gidilmez Bununla onlar kazanılmaz Öyle ise başka bir çare aramak gerektir



O çare ise şudur ki: O cüz'-i ihtiyârîden dahi vazgeçip, İrade-i İlahiyeye işini bırakıp, kendi havl ve kuvvetinden teberri edip, Ce


(S:220)

nâb-ı Hakk'ın havl ve kuvvetine iltica ederek hakikat-ı tevekküle yapışmaktır ''Ya Rab! Mâdem çare-î necat budur Senin yolunda o cüz'-i ihtiyârîden vazgeçiyorum ve enaniyyetimden teberri diyorum



Tâ senin inâyetin, acz ve za'fıma merhameten elimi tutsun Hem tâ senin rahmetin, fakr ve ihtiyacıma şefkat edip bana istinadgâh olabilsin, kendi kapısını bana açsın



Evet, herkim ki rahmetin nihayetsiz denizini bulsa, elbette bir katre serab hükmünde olan cüz'-i ihtiyarına îtimad etmez; rahmeti bırakıp ona müracaat etmez



وِينْ عُمْرِ بِى بُنْيَادْ هَمْ ُحوبَادَسْت

Eyvah! Aldandık Şu hayat-ı dünyeviyeyi sâbit zannettik O zan sebebiyle bütün bütün zâyi' ettik Evet şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rü'ya gibi geçti Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider



Kendine güvenen ve ebedî zanneden mağrur insan, zevale mahkûmdur Sür'atle gidiyor Hâne-i insan olan dünya ise, zulümat-ı ademe sukut eder Emeller bekasız, elemler ruhta bâki kalır




خَالِقِ خُدْرَا كِه اِينْ هَستِى وَدِيعَه هَسْتْ


(Orjinal Sayfa:221)

Mâdem hakikat böyledir; gel ey hayata çok müştak ve ömre çok talib ve dünyaya çok âşık ve hadsiz emeller ile ve elemler ile mübtelâ bedbaht nefsim! Uyan aklını başına al! Nasılki yıldız böceği, kendi ışıkçığına îtimad eder Gecenin hadsiz zulümatında kalır Bal arısı, kendine güvenmediği için, gündüzün güneşini bulur Bütün dostları olan çiçekleri, Güneşin ziyasıyla yaldızlanmış müşahede eder Öyle de: Kendine, vücuduna ve enâniyetine dayansan; yıldız böceği gibi olursun Eğer sen, fâni vücudunu, o vücudu sana veren Hâlıkın yolunda fedâ etsen, bal arısı gibi olursun Hadsiz bir nur-u vücud bulursun Hem fedâ et Çünki Şu vücud, sende vedia ve emanettir



اَزْآنْ سِرِّى كِه ; نَفْىِ نَفْىْ اِثْبَاتَسْتْ

Hem Onun mülküdür Hem O vermiştir Öyle ise, minnet etmeyerek ve çekinmeyerek fena et, fedâ et; tâ beka bulsun Çünki: Nefy-i nefy, isbattır Yâni: Yok, yok ise; o vardır Yok, yok olsa; var olur



بَهَاىِ نِىِ كَرَانْ دَادَه بَرَاىِ تُو نِكَاَهْ دَارَسْتْ

Hâlık-ı Kerîm, kendi mülkünü senden satın alıyor Cennet gibi büyük bir fiatı verir Hem o mülkü senin için güzelce muhafaza ediyor Kıymetini yükselttiriyor Yine sana, hem bâki, hem mükemmel bir Sûrette verecektir Öyle ise, ey nefsim! Hiç durma Birbiri içinde beş kârlı bu ticareti yap Tâ beş hasâretten kurtulup, beş rıbhi birden kazanasın

* * *


(Orjinal Sayfa:222)



فَلَمَّآاَفَلَ قَالَ لآَاُحِبُّ اْلآفِلِينَ

لَقَدْ اَبْكَانِى نَعْىُ ( لآَ اُحِبُّ اْلآفِلِينَ ) مِنْ خَلِيلِ اللَّهِ

İbrahim Aleyhisselâm'dan sudûr ile, kâinatın zeval ve ölümünü ilân eden na'y-i لآَاُحِبُّ اْلاَفِلِينَ beni ağlattırdı



Onun için kalb gözü ağladı ve ağlayıcı katreleri döktü Kalb gözü ağladığı gibi, döktüğü herbir damlası da, o kadar hazîndir Ağlattırıyor, güya kendisi de ağlıyor O damlalar, gelecek fârisî fıkralardır



İşte o damlalar ise, Nebiyy-i Peygamber olan bir Hakîm-i İlâhî'nin Kelâmullah içinde bulunan bir kelâmının bir nevi tefsiridir



Güzel değil batmakla gaib olan bir mahbub Çünki: Zevale mahkûm, hakikî güzel olamaz Aşk-ı Ebedî için yaratılan ve âyine-i Sâmed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli



Bir matlub ki, gurubda gaybûbet etmeye mahkûmdur; kalbin


(Orjinal Sayfa:223)

alâkasına, fikrin merakına değmiyor Âmâle merci olamıyor Arkasında gam ve kederle teessüf etmeye lâyık değildir Nerede kaldı ki kalb ona perestiş etsin ve ona bağlansın kalsın



Bir maksud ki, fenada mahvoluyor; o maksudu istemem Çünki, fâniyim, fâni olanı istemem; neyleyeyim?



Bir Mâbud ki, zevalde defnoluyor; onu çağırmam, ona iltica etmem Çünki nihayetsiz muhtacım ve âcizim Âciz olan, benim pek büyük derdlerime deva bulamaz Ebedî yaralarıma merhem süremez Zevalden kendini kurtaramayan nasıl mâbud olur?
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ هَذِهِ الْمُنَاجَاةُ تَخَطَّرَتْ فِى الْقَلْبِ هَكَذَا بِالْبَيَانِ الْفَارِسِى يَارَبْ بَشَشْ جِهَتْ نَظَرْ مِيكَرْدَمْ دَرْدِ خُودْرَا دَرْمَانْ نَمِى دِيدَمْ دَرْرَاسْت مِى دِيدَمْ كِه دِى رُوزْ مَزَارِ َدَرِ مَنَسْت وَ رَاهِ اَبَدْ بَدُورِ دِرَازْ بَدِيدَا رَسْتْ وَدَرْحَندِيدَمْكِفَرْدَاقَبْرمَتَسْت و اِيمْرُوزْ تَابُوتِ جِسْمِ ُرْ اِضْطِرَابِ مَنَسْت بَرْسَرِ عُمُزِ جَنَازَهءِ مَنْ ايسْتَادَه اسْت دَز قَدَمْ آبِ خَاكِ خِلْقَتِ منْ و خَاكِسْتَرِ عِظَامِ مَنَسْت نْ دَرْ سَسْ مِينِكَرَمْ بِينَمْ اِينْ دُنْيَاءِ بِى بُنْيَادْ هِيحْ ْ دَرْ هِيحَسْتحُو وَ دَرْ ِييشْ اَنْدَازَهءِ نَظَرْ مِيكُنَمْ دَرِقَبِرْ كُشَادَه اَسْت مَرَا جُزْ جُزْءِ اِخْتِيَارِى حِيزِى نِيسْت دَرْدَسْت كِه اُو جُزْءْ هَمْ عَجِزْ هَمْ كُوتَاهْ هَمْ كَمْ عَيَارَسْت نَه دَرْ مَاضِى مَجَالِ حُلُولْ نَه دَرْ مُسْتَقْبَلْ مَدَارِ نُفُوذَاسْت مَيْدَانِ اُواِينْ زَمَانِ حَالْ وَ يَكْآنِ سَيَّالَسْت بَا اِينْ هَمَه فَقْرَهَا وَ ضَعْفَهَا قَلَمِ قُدْرَتِ تُو آشِكَارَه بَلْكِه هَرْ حِم هَسْتْ , هَسْتْ دَآئِرَهءِ اِحْتِيَاجْ مَانَنْدِ دَائِرَهءِ مَدِّ نَظَرْ بُزُرْ كَىِ دَارَسْتْ خَيَالْ كُدَامْ رَسَدْ اِحْتِيَاجْ نِيزْرَسَدْ دَآئِرَهءِ اِقْتِدَارْ هَمْ حُو دَآئِرَهءِ دَسْتِ كُوتَاهِ كُوتَاهَسْت َينْ فَقْرُ و حَاجَاتِ مَا بَقَدَرِ جِهَانَسْت سَرْمَايَهءِ مَا هَمْ ُحو جُزْءِ لاَيَتَجَزَّا اَسْت اِينْ جُزْءِ كُدَامْ وَ اِينْ كَآئِنَاتِ حَاجَاتِ كُدَامَسْت َيسْ دَرْرَاهِ تُوَازْ اِينْجُزُءْ نِيزْنَازْمِىَكُذَشْتَنْ َحارَهءِ مَنْ اَسْت تَا عِنَايَتِ تُودَسْتْ ِكير مَنْ شَوَدْ رَحْمَتِ بِى نِهَايَتِ تُو َينَاهِ مَنْ اَسْت آنْ كََسْ كِه بَحْرِ بِى نِهَايَتْ رَحْمَتْ يَافْتَ اسْتْ تَكْيَه نَه كُنَدْ بَرْ اِينْ جُزْءِ اِخْتِيَارِى كِه يَكْ قَطْرَه سَرَا بَسْت اَيْوَاهْ اِيْنْ زِنْدِ كَانِى هَمْ ُحوخَابَسْت اِنْسَانْ بَزَوَالْ دُنْيَا بَفَنَا اَسْتْ آمَالْ بِى بَقَا آلاَمْ بَبَقَااَسْتْ بِيَا اَىْ نَفْسِ نَافَرْجَامْ وُجُودِ فَانِى خُودْرَا فَدَا كُنْ وَ مُلْكِ اُو وَ اُودَادَهِ فَنَاكُنْ تَا بَقَايَابَدْ خُدَاىِ ُيرْكَرَمْ خُودْ مُلْكِ خُودْرَا مِى خَرَدْ اَزْتُو بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ فَصَبَّتْ عَيْنُ قَلْبِى قَطَرَاتٍ بَاكِيَاتٍ مِنْ شُئُونِ اللَّهِ لِتَفْسِيرِ كَلاَمٍ مِنْ حَكِيمِ اَىْ نَبِىِّ فِى كَلامِ اللَّهِ نَمِى زِيبَاسْتْ اُفُولْدَ هَ كُمْ شُدَنْ مَحْبُوبْ نَمِى اَرْزَدْ غُرُوبْدَه غَيْبْ شُدَنْ مَطْلُوبْ نَمِى خَوَاهَمْ فَنَادَهَ مَحْوْ شُدَنْ مَقْصُودْ نَمِى خَوَانَمْ زَوَالْدَه دَفْنْ شُدَنْ مَعْبُودْ

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı

Eski 03-29-2009   #21
meLankoLik_asaLet
Varsayılan

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı



(Bu sözün iki makamı var İkinci Makamı daha yazılmamıştır Birinci Makamı üç noktadır)

BİRİNCİ NOKTA:



لاَ َتحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَفْرَحُونَ ِبمَآ اَتَوْا وَيُحِبُّونَ اَنْ يُحْمَدُوا ِبمَا لَمْ يَفْعَلُوا فَلاَ َتحْسَبَنَّهُمْ ِبمَفَازَةٍ مِنَ الْعَذَابِ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ

Nefs-i emmâreme bir sille-i tedib:

Ey fahre meftun, şöhrete mübtelâ, medhe düşkün, hodbinlikte bîhemta sersem nefsim! Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu; bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medh ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir dâva ise; senin dahi sana yüklenen nimetler için fahre, gurura belki bir hakkın var Halbuki sen, daim zemme müstehaksın Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin Senin bir cüz'-i ihtiyarın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrin ile tenkîs ediyorsun Gururunla tahrib ediyorsun ve küfranınla ibtal ediyorsun ve temellükle gasbediyorsun Senin vazifen

(Orjinal Sayfa: 239)

fahr değil, şükürdür Sana lâyık olan şöhret değil, tevazudur, hacâlettir Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedâmettir Senin kemâlin hodbinlik değil, hüdâbinliktedir Evet sen benim cismimde, âlemdeki tabiata benzersin İkiniz, hayrı kabûl etmek, şerre merci olmak için yaratılmışsınız Yâni fâil ve masdar değilsiniz, belki münfail ve mahalsiniz Yalnız bir tesiriniz var: O da hayr-ı mutlaktan gelen hayrı, güzel bir Sûrette kabûl etmemenizden şerre sebeb olmanızdır Hem siz birer perde yaratılmışsınız Tâ güzelliği görülmeyen zâhirî çirkinlikler size isnad edilip, Zât-ı Mukaddese-i İlahiyenin tenzihine vesile olasınız Halbuki bütün bütün vazife-i fıtratınıza zıd bir Sûret giymişsiniz Kabiliyetsizliğinizden hayrı şerre kalbettiğiniz halde, Hâlıkınızla güya iştirak edersiniz Demek nefisperest, tabiatperest gâyet ahmak, gâyet zâlimdir

Hem deme ki: "Ben mazharım Güzele mazhar ise, güzelleşir" Zira, temessül etmediğinden mazhar değil, memer olursun

Hem deme ki: «Halk içinde ben intihab edildim Bu meyveler benim ile gösteriliyor Demek bir meziyetim var» Hâyır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünki herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi (Haşiye)

İKİNCİ NOKTA:



Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır Evet kâinattaki herşey, her hâdise ya bizzât güzeldir, ona hüsn-ü bizzât denilir Veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir Bir kısım hâdiseler var ki, zâhirî çirkin, müşevveştir Fakat o zâhirî perde altında gâyet parlak güzellikler ve intizâmlar var Ezcümle:

Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında nihayetsiz güzel çiçek ve muntâzam nebâtatın tebessümleri saklanmış ve güz mevsiminin haşin tahribatı, hazîn firak perdeleri arkasında tecelliyat-ı Celaliye-i Sübhaniyenin mazharı olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve tazibinden muhafaza etmek için nazdar

__________________

(Haşiye): Hakikaten ben de bu münazarada Yeni Said, nefsini bu derece ilzam ve iskat etmesini çok beğendim ve «Bin Bârekâllah» dedim


(Orjinal Sayfa: 240)

çiçeklerin dostları olan nazenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nazenin taze güzel bir bahara yer ihzâr etmektir Fırtına, zelzele, veba gibi hâdiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı vardır Tohumlar gibi neşv ü nemâsız kalan birçok istidad çekirdekleri, zâhirî çirkin görünen hâdiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir Güya umum inkılâblar ve küllî tahavvüller, birer mânevî yağmurdur Fakat insan, hem zâhirperest, hem hodgâm olduğundan zâhire bakıp çirkinlikle hükmeder Hodgâmlık cihetiyle yalnız kendine bakan netice ile muhakeme ederek şer olduğuna hükmeder Halbuki: Eşyanın insana aid gayesi bir ise, Sâniinin Esmâsına aid binlerdir Meselâ: Kudret-i Fâtıranın büyük mu'cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, mânâsız telakki eder Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar Meselâ: Atmaca kuşu serçelere tasliti, zâhiren rahmete uygun gelmez Halbuki serçe kuşunun istidadı, o taslit ile inkişaf eder Meselâ: Kar'ı, pek bâridane ve tatsız telâkki ederler Halbuki o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, târif edilmez Hem insan hodgâmlık ve zâhirperestliğiyle beraber, herşeyi kendine bakan yüzüyle muhakeme ettiğinden, pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri, hilaf-ı edeb zanneder Meselâ: âlet-i tenasül-i insan, insan nazarında bahsi hacalet-âverdir Fakat şu perde-i hacalet, insana bakan yüzdedir Yoksa hilkate, san'ata ve gayât-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edebdir, hacalet ona hiç temas etmez

İşte menba-ı edeb olan Kur'an-ı Hakîm'in Bâzı tâbiratı bu yüzler ve perdelere göredir Nasılki bize görünen çirkin mahlukların ve hâdiselerin zâhirî yüzleri altında gâyet güzel ve hikmetli san'at ve hilkatine bakan güzel yüzler var ki, Sâniine bakar ve çok güzel perdeler var ki, hikmetleri saklar ve pek çok zâhirî intizâmsızlıklar ve karışıklıklar var ki, pek muntâzam bir kitabet-i kudsiyedir

ÜÇÜNCÜ NOKTA: اِنْ كُنْتُمْ ُتحِبُّونَ اللَّهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ

Mâdem kâinatta hüsn-ü san'at, bilmüşahede vardır ve kat'îdir Elbette Risâlet-i Ahmediyye (ASM), şuhud derecesinde bir kat'iyetle sübûtu lâzımgelir Zira şu güzel masnuattaki hüsn-ü san'at

(Orjinal Sayfa: 241)

ve zînet-i Sûret gösteriyor ki: Onların san'atkârında ehemmiyetli bir irade-i tahsin ve kuvvetli bir taleb-i tezyîn vardır ve şu irade ve taleb ise; o Sâni'de, ulvî bir muhabbet ve masnu'larında izhar ettiği Kemâlât-ı san'atına karşı kudsî bir rağbet var olduğunu gösteriyor ve şu muhabbet ve rağbet ise, masnuat içinde en münevver ve mükemmel ferd olan insana daha ziyade müteveccih olup temerküz etmek ister İnsan ise, şecere-i hilkatin zîşuur meyvesidir Meyve ise, en cem'iyetli ve en uzak ve en ziyade nazarı âmm ve şuuru küllî bir cüz'üdür Nazarı âmm ve şuuru küllî zât ise, o San'atkâr-ı Zülcemâl'e muhatâb olup görüşen ve küllî şuurunu ve âmm nazarını tamamen Sâniinin perestişliğine ve san'atının istihsanına ve nimetinin şükrüne sarfeden en yüksek, en parlak bir ferd olabilir

Şimdi iki levha, iki daire görünüyor Biri: Gâyet muhteşem, muntâzam bir daire-i rubûbiyet ve gâyet Mûsanna, murassa bir levha-i san'at Diğeri: Gâyet münevver, müzehher bir daire-i ubûdiyet ve gâyet vâsi', câmi' bir levha-i tefekkür ve istihsan ve teşekkür ve îmân vardır ki, ikinci daire bütün kuvvetiyle birinci dairenin namına hareket eder

İşte o Sâniin bütün makasıd-ı san'atperveranesine hizmet eden o daire reisinin ne derece o Sâni' ile münasebettar ve onun nazarında ne kadar mahbub ve makbul olduğu bilbedâhe anlaşılır

Acaba hiç akıl kabûl eder mi ki: Şu güzel masnuatın bu derece san'atperver, hattâ ağzın her çeşit tadını nazara alan in'amperver san'atkârı, Arş ve Ferşi çınlattıracak bir velvele-i istihsan ve takdir içinde, berr ve bahri cezbeye getirecek bir zemzeme-i şükran ve tekbir ile perestişkârâne Ona müteveccih olan en güzel masnuuna karşı lâkayd kalsın ve Onunla konuşmasın ve alâkadarane Onu Resul yapıp, güzel vaziyetinin başkalara da sirayet etmesini istemesin? Kellâ! Konuşmamak ve Onu Resul yapmamak mümkün değil



* * *


(Orjinal Sayfa: 242)

[FİRKATLİ VE GURBETLİ BİR ESARETTE, FECİR VAKTİNDE AĞLAYAN BİR KALBİN AĞLAYAN AĞLAMALARIDIR]


Seherlerde eser bâd-ı tecelli

Seherdir ehl-i zenbin tövbegâhı

Uyan ey gözlerim vakt-i seherde

İnayet hah zidergâh-ı İlahî

Uyan ey kalbim vakt-i fecirde

Bikün tövbe, becû gufran zidergâh-ı İlahî
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ âyetinin bir sırrını izah eder Şöyle ki: اِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللَّهِ اْلاِسْلاَمُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللَّهِ وَالَّذِينَ مَعَهُ

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı

Eski 03-29-2009   #22
meLankoLik_asaLet
Varsayılan

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı



Ondokuzuncu Söz sözler 19 söz

[Risâlet-i Ahmediye'ye Dairdir]



وَ لَكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِى مُحَمَّدٍ {عصم}

Evet şu söz güzeldir Fakat onu güzelleştiren, güzellerin güzeli olan evsaf-ı Muhammediyedir

"ONDÖRT REŞEHAT"ı tâzammun eden Ondördüncü Lem'anın

BİRİNCİ REŞHASI: Rabbimizi bize târif eden üç büyük, küllî muarrif var Birisi: Şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini onüç lem'a ile arabî Nur Risalesinden Onüçüncü dersten işittik Birisi: Şu kitab-ı kebirin âyet-i kübrâsı olan Hâtem-ül Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm'dır Birisi de Kur'an-ı Azîmüşşan'dır Şimdi şu ikinci bürhân-ı nâtıkî olan Hâtem-ül Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm'ı tanımalıyız, dinlemeliyiz

Evet, o bürhânın şahs-ı mânevîsine bak: Sath-ı Arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber O bürhân-ı bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i îmânâ imam, bütün insanlara hatib, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzâkiri Bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya taravettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki; herbir dâvasını, mu'cizâtlarına istinad eden bütün enbiya ve kerametlerine itimad eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar Zira o, لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ der, dâva eder Bütün sağ ve sol, yâni mâzi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nuranî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ' ile mânen "Sadakte ve bil-hakkı natakte" derler Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesabsız imzalarla teyid edilen

bir müddeaya parmak karıştırsın

(Orjinal Sayfa:244)

İKİNCİ REŞHA: O nûrânî bürhân-ı tevhid, nasılki iki cenahın icmâ' ve tevatürüyle teyid ediliyor Öyle de, Tevrat ve İncil gibi Kütüb-ü Semâviyenin (Haşiye) yüzler işaratı ve irhasatın binler rumuzatı ve hâtiflerin meşhur beşâratı ve kâhinlerin mütevâtir şehâdâtı ve şakk-ı Kamer gibi binler mu'cizâtının delâlâtı ve şeriatın hakkaniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri gibi, zâtında gâyet Kemâldeki ahlâk-ı hamîdesini ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secâya-yı galiyesini ve kemâl-i emniyetini ve kuvvet-i îmânını ve gâyet itminanını ve nihayet vüsûkunu gösteren fevkalâde takvâsı, fevkalâde ubûdiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metâneti; dâvâsında nihayet derecede sâdık olduğunu güneş gibi âşikâre gösteriyor

ÜÇÜNCÜ REŞHA: Eğer istersen gel Asr-ı Saadet'e, Ceziret-ül Arab'a gideriz Hayâlen olsun onu vazife başında görüp ziyaret ederiz İşte bak: Hüsn-ü sîret ve cemâl-i sûret ile mümtaz bir zâtı görüyoruz ki; elinde mu'ciznümâ bir kitab, lisanında hakaik-âşina bir hitab, bütün benî-Âdeme, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcûdata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor Sırr-ı hilkat-ı âlem olan muamma-i acîbânesini hal ve şerh edip ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlâkını fetih ve keşfederek, bütün mevcûdâttan sorulan, bütün ukûlü hayret içinde meşgul eden üç müşkil ve müdhiş sual-i azîm olan "Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?" suallerine mukni, makbul cevab verir

DÖRDÜNCÜ REŞHA: Bak! Öyle bir ziya-yı hakikat neşreder ki: Eğer onun o nuranî daire-i hakikat-ı irşadından hariç bir Sûrette kâinata baksan; elbette kâinatın şeklini bir matemhâne-i umumî hükmünde ve mevcûdatı birbirine ecnebi, belki düşman ve câmidâtı dehşetli cenazeler ve bütün zevil-hayatı zeval ve firakın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün Şimdi bak: Onun neşrettiği nur ile o matemhâne-i umumî, şevk u cezbe içinde bir zikirhâneye inkılâb etti O ecnebi, düşman mevcûdat, birer dost ve kardeş şekline girdi O câmidât-ı meyyite-i samite; birer munis memur, birer müsahhar hizmetkâr vaziyetini aldı ve o ağlayıcı ve şekva edici kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zâkir veya vazife paydosundan şâkir sûretine girdi

_____________________

(Haşiye): Hüseyin-i Cisrî "Risale-i Hamîdiye"sinde yüzondört işârâtı, o kitablardan çıkarmıştır Tahriften sonra bu kadar bulunsa, elbette daha evvel çok tasrihat varmış


(Orjinal Sayfa:245)

BEŞİNCİ REŞHA: Hem o nur ile; kâinattaki harekât, tenevvüât, tebeddülât, tegayyürât mânâsızlıktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp birer Mektûbât-ı Rabbâniye, birer sahife-i âyât-ı tekviniye, birer meraya-yı Esmâ-i İlahiye ve âlem dahi bir kitab-ı hikmet-i Samedâniye mertebesine çıktılar Hem insanı bütün hayvanâtın mâdûnuna düşüren hadsiz za'f ve aczi, fakr ve ihtiyacatı ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vasıta-i nakl-i hüzün ve elem ve gam olan aklı, o nur ile nurlandığı vakit, insan bütün hayvanat, bütün mahlukat üstüne çıkar O nurlanmış acz, fakr, akıl ile niyaz ile nâzenin bir sultan ve fizar ile nazdar bir halife-i zemin olur Demek o nur olmazsa kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi hiçe iner Evet elbette böyle bedi' bir kâinatta, böyle bir zât lâzımdır Yoksa kâinat ve eflâk olmamalıdır

ALTINCI REŞHA: İşte o zât, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihayenin kâşifi ve ilâncısı ve saltanat-ı Rubûbiyetin mehâsininin dellâlı, seyircisi ve künûz-u Esmâ-i İlahiyenin keşşâfı, göstericisi olduğundan; böyle baksan -yâni ubûdiyeti cihetiyle- onu bir misâl-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir şeref-i insâniyet, en nuranî bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin Şöyle baksan, -yâni Risâleti cihetiyle- bir bürhân-ı Hak, bir sirâc-ı hakikat, bir şems-i hidâyet, bir vesile-i saadet görürsün İşte bak nasıl berk-i hâtif gibi onun nuru, şarktan garbı tuttu ve nısf-ı arz ve hums-u beşer, onun hediye-i hidâyetini kabûl edip hırz-ı can etti Bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki; böyle bir Zâtın bütün dâvalarının esâsı olan "Lâ ilahe illallah"ı, bütün merâtibiyle beraber kabûl etmesin?

YEDİNCİ REŞHA: İşte bak: Şu cezire-i vasiâda vahşî ve âdetlerine mutaassıb ve inadçı muhtelif akvamı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def'aten kal' ve ref' ederek bütün ahlâk-ı hasene ile techiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi Bak! Değil zâhirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor Mahbûb-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbi-i nüfûs, sultan-ı ervah oldu

SEKİZİNCİ REŞHA: Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak daimî kaldırabilir Halbuki bak bu zât, büyük ve çok âdetleri; hem inadçı, mutaassıb büyük kavimlerden, zâhirî küçük bir kuvvetle, kü-

(Orjinal Sayfa:246)

çük bir himmetle, az bir zamanda ref'edip yerlerine öyle secayâ-yı âliyeyi ki, dem ve damarlarına karışmış derecede sâbit olarak vaz' ve tesbit eyliyor Bunun gibi daha pek çok hârika icraatı yapıyor İşte şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Ceziret-ül Arab'ı gözlerine sokuyoruz Haydi yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler Yüz sene çalışsınlar O Zâtın, o zamânâ nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?

DOKUZUNCU REŞHA: Hem bilirsin: Küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir Cemâatte, küçük bir mes'elede, münazaralı bir dâvâda hicabsız, pervasız; küçük, fakat hacaletâver bir yalanı, düşmanları yanında hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telâş göstermeden söyleyemez Şimdi bak bu Zâta; pek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedâr, pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir Cemâatte, pek büyük husumet karşısında, pek büyük mes'elelerde, pek büyük dâvâda, pek büyük bir serbestiyetle, bilâ-perva, bilâ-tereddüd, bilâ-hicab, telâşsız, samimî bir safvetle, büyük bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokunduracak şedid, ulvî bir Sûrette söylediği sözlerinde hiç hilaf bulunabilir mi? Hiç hile karışması mümkün müdür? Kellâ! اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحَى Evet, hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz Hak olan mesleği hileden müstağnidir; hakikatbînin gözüne hayâlin ne haddi var ki, hakikat görünsün aldatsın

ONUNCU REŞHA: İşte bak: Ne kadar merak-âver, ne kadar câzibedâr, ne kadar lüzumlu, ne kadar dehşetli hakaikı gösterir ve mesâili isbat eder

Bilirsin ki: En ziyade insanı tahrik eden meraktır Hattâ eğer sana denilse: "Yarı ömrünü, yarı malını versen; Kamer'den ve Müşteri'den biri gelir, Kamer'de ve Müşteri'de ne var ne yok, ahvâlini sana haber verecek Hem doğru olarak senin istikbalini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek" Merakın varsa vereceksin Halbuki şu Zât, öyle bir Sultan'ın ahbarını söylüyor ki: Memleketinde Kamer bir sinek gibi bir pervane etrafında döner O Arz olan o pervane ise, bir lâmba etrafında pervaz eder ve o Güneş olan lâmba ise, o Sultan'ın binler menzillerinden bir misafirhanesinde binler misbahlar içinde bir lâmbasıdır Hem öyle acaib bir âlemden hakikî olarak bahsediyor ve öyle bir inkılâbdan haber veriyor ki: Bin-

(Orjinal Sayfa:247)

ler Küre-i Arz bomba olsa patlasalar, o kadar acib olmaz Bak! Onun lisanında اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ اَلْقَارِعَةُ

gibi Sûreleri işit Hem öyle bir istikbalden doğru olarak haber veriyor ki: Şu dünyevî istikbal, ona nisbeten bir katre serab hükmündedir Hem öyle bir saadetten pek ciddî olarak haber veriyor ki: Bütün saadet-i dünyeviye ona nisbeten bir berk-i zâilin, bir şems-i sermede nisbeti gibidir

ONBİRİNCİ REŞHA: Böyle acib ve muamma-âlûd şu kâinatın perde-i zâhiriyesi altında elbette ve elbette böyle acaib bizi bekliyor Böyle acaibi haber verecek, böyle hârika ve fevkalâde mu'ciznümâ bir Zât lâzımdır Hem bu Zâtın gidişatından görünüyor ki; O görmüş ve görüyor ve gördüğünü söylüyor Hem «Bizi nimetleriyle perverde eden şu Semâvat ve Arzın İlahı bizden ne istiyor, marziyatı nedir?» Pek sağlam olarak bize ders veriyor Hem bunlar gibi daha pekçok merak-âver, lüzumlu hakaikı ders veren bu Zâta karşı herşeyi bırakıp Ona koşmak, onu dinlemek lâzım gelirken; ekser insanlara ne olmuş ki: Sağır olup, kör olmuşlar, belki divane olmuşlar ki; bu hakkı görmüyorlar bu hakikatı işitmiyorlar, anlamıyorlar!

ONİKİNCİ REŞHA: İşte şu Zât, şu mevcûdat Hâlıkının vahdâniyetinin hakkaniyeti derecesinde hak bir bürhân-ı nâtık, bir delil-i sâdık olduğu gibi; haşrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir bürhân-ı kâtıı, bir delil-i sâtııdır Belki nasılki o Zât; hidâyetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husûlü ve vesile-i vusûlüdür Öyle de; duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i îcâdıdır Haşir mes'elesinde geçen şu sırrı, makam münasebetiyle tekrar ederiz:

İşte bak: O Zât öyle bir salât-ı kübrâda dua ediyor ki: Güya şu cezire, belki Arz, Onun âzametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder Bak, hem öyle bir Cemâat-ı uzmâda niyaz ediyor ki: Güya benî-Âdemin zaman-ı Âdem'den asrımıza, kıyamete kadar bütün nuranî kâmil insanlar, Ona ittiba ile iktida edip duasına âmîn diyorlar Hem bak, öyle bir hacet-i âmme için dua ediyor ki: Değil ehl-i arz, belki ehl-i semâvat, belki bütün mevcûdât, niyazına "Evet yâ Rabbena ver, biz dahi istiyoruz" deyip iştirak ediyorlar Hem öyle fakirâne, öyle hazînâne, öyle mahbubâne, öyle müştakâne, öyle tazarrukârâne niyaz ediyor ki; bütün kâinatı ağlattırıyor, duasına iştirâk ettiriyor

(Orjinal Sayfa:248)

Bak! Hem öyle bir maksad, öyle bir gaye için dua ediyor ki: İnsanı ve âlemi, belki bütün mahlûkatı esfel-i sâfilînden, sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan a'lâ-yı illiyyîne, yâni kıymete, bekaya, ulvî vazifeye çıkarıyor

Bak! Hem öyle yüksek bir fîzar-ı istimdadkârane ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârane ile istiyor, yalvarıyor ki: Güya bütün mevcûdâta ve Semâvata ve Arşa işittirip, vecde getirip duasına "Âmîn Allahümme âmîn" dedirtiyor Bak! Hem öyle Semi', Kerim bir Kadîr'den, öyle Basîr, Rahîm bir Alîm'den hacetini istiyor ki: Bilmüşahede en hafî bir zîhayatın en hafî bir hacetini, bir niyâzını görür, işitir, kabûl eder, merhamet eder Çünki: istediğini, -velev lisan-ı hal ile olsun- verir ve öyle bir Sûret-i hakîmane, basîrâne, rahîmânede verir ki, şübhe bırakmaz Bu terbiye ve tedbir öyle bir Semi' ve Basîr ve öyle bir Kerim ve Rahîm'e hastır

ONÜÇÜNCÜ REŞHA: Acaba bütün efâzıl-ı benî-Âdemi arkasına alıp, Arz üstünde durup, Arş-ı âzama müteveccihen el kaldırıp dua eden şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman ve bihakkın fahr-ı kâinat ne istiyor? Bak dinle: Saadet-i ebediye istiyor, beka istiyor, Lika istiyor, Cennet istiyor Hem meraya-yı mevcûdâtta ahkâmını ve cemâllerini gösteren bütün Esmâ-i Kudsiye-i İlahiye ile beraber istiyor Hattâ eğer rahmet, İnayet, Hikmet, Adâlet gibi hesabsız o matlubun esbab-ı mûcibesi olmasa idi; şu Zâtın tek duası, baharımızın îcadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennet'in binasına sebebiyet verecekti Evet nasılki Onun Risâleti şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi Öyle de, Onun ubûdiyeti dahi öteki dârın açılmasına sebebdir Acaba ehl-i akıl ve tahkika لَيْسَفِىاْلاِمْكَانِاَبْدَعُمِمَّاكَانَ dediren şu meşhud intizâm-ı faik, şu rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san'at ve misilsiz Cemâl-i Rubûbiyet; hiç böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizâmsızlığı kabûl eder mi ki: En cüz'î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip îfâ etsin En ehemmiyetli, en lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ! Yüzbin defa hâşâ! Böyle bir cemâl, böyle bir çirkinliği kabûl etmez Çirkin olmaz

Yahu ey hayâlî arkadaşım! Şimdilik kâfidir, geri gitmeliyiz Yoksa yüz sene şu zamanda, şu cezirede kalsak, yine O Zâtın garâib-i

(Orjinal Sayfa:249)

icraatını ve acaib-i vezaifini, yüzden birisine tamamen ihâta edip temaşasında doyamayız

Şimdi gel! Üstünde döneceğimiz her asra birer birer bakacağız Bak nasıl her asır, o Şems-i Hidâyet'ten aldıkları feyz ile çiçek açmışlar! Ebu Hanife, Şafiî, Bayezid-i Bistamî, Şah-ı Geylanî, Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Gazâlî, İmam-ı Rabbânî gibi milyonlar münevver meyveler veriyor

Meşhudatımızın tafsilâtını başka vakte ta'lik edip, o mu'ciznümâ ve hidâyet-edâ'ya bir kısım kat'î mu'cizâtına işaret eden bir salavat getirmeliyiz:



الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَّحْمَنِ فِى مَرَايَا تَمَوُّجَاتِ الْهَوَآءِ عِنْدَ قِرَآئَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْاَنِ مِنْ كُلِّ قَارِءٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ آِلَى اَخِرِ الزَّمَانِ وَاغْفِرْلَنَا وَارْحَمْنَا يَآ اِلَهَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا آمِينَ

(Orjinal Sayfa:250)

[Şuaat-ı mârifet-ün Nebi namındaki Türkçe bir risalede ve Ondokuzuncu Mektub'da ve şu sözde icmâlen işaret ettiğimiz delâil-i Nübüvvet-i Ahmediyeyi (ASM) Beyân etmişim Hem onda Kur'an-ı Hakîm'in vücuh-u i’câzı icmâlen zikredilmiş Yine "Lemaat" namında Türkçe bir risalede ve Yirmibeşinci Söz'de Kur'anın kırk vecihle mu'cize olduğunu icmâlen Beyân ve kırk vücuh-u i’câzına işaret etmişim O kırk vecihte, yalnız nazımda olan belâgatı, "İşarat-ül İ'caz" namındaki bir tefsir-i arabîde kırk sahife içinde yazmışım Eğer ihtiyacın varsa şu üç kitaba müracaat edebilirsin]

ONDÖRDÜNCÜ REŞHA: Mahzen-i mu'cizât ve mu'cize-i kübrâ olan Kur'an-ı Hakîm; nübüvvet-i Ahmediye (ASM) ile Vahdâniyet-i İlahiyeyi, o derece kat'î isbat ediyor ki: Başka bürhâna hacet bırakmıyor Biz de Onun târifine ve medâr-ı tenkid olmuş bir-iki lem'a-i i’câzına işaret ederiz

İşte, Rabbimizi bize târif eden Kur'an-ı Hakîm; şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi Şu sahaif-i Arz ve Semâda müstetir künuz-u Esmâ-i İlahiyenin keşşafı Şu sutûr-u hâdisatın altında muzmer hakaikın miftâhı Şu âlem-i şehadet perdesi arkasındaki âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatât-ı Rahmâniye ve hitabât-ı ezeliyenin hazinesi Şu âlem-i mâneviye-i İslâmiyenin Güneşi, temeli, hendesesi Âlem-i uhreviyenin haritası Zât ve Sıfât ve şuun-u İlahiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhân-ı nâtıkı, tercüman-ı sâtıı Şu âlem-i insâniyetin mürebbisi, hikmet-i hakikîsi, mürşid ve hâdîsi Hem bir kitab-ı hikmet ve şeriat, hem bir kitab-ı dua ve ubûdiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir ve mârifet gibi; bütün hâcât-ı mâneviyesine karşı birer kitab ve bütün muhtelif ehl-i mesâlik ve meşârib olan evliya ve sıddıkînin, asfiya ve muhakkikînin (her birinin) meşreblerine lâyık birer risale ibraz eden bir "Kütübhane-i Mukaddese"dir

Sebeb-i kusur tevehhüm edilen tekrârâtındaki lem'a-i i’câza bak ki: Kur'an hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı dâvet olduğundan içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir ve eblâğdır Ehl-i kusurun zannı gibi değil Zira zikrin şe'ni; tekrar ile tenvirdir Duânın şe'ni; terdâd ile takrirdir Emir ve davetin

(Orjinal Sayfa:251)

şe'ni; tekrar ile te'kiddir Hem herkes her vakit bütün Kur'anı okumağa muktedir olamaz Fakat bir sûreye galiben muktedir olur Onun için en mühim makasıd-ı Kur'aniye ekser uzun Sûrelerde derc edilerek her bir Sûre bir küçük Kur'an hükmüne geçmiş Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için Tevhid ve Haşir ve Kıssa-i Mûsa gibi Bâzı maksadlar tekrar edilmiş Hem cismanî ihtiyaç gibi, mânevî hâcat dahi muhteliftir Bazısına insan her nefes muhtaç olur (Cisme Hava, ruha Hû gibi) Bâzısına her saat (Bismillâh gibi) ve hâkezâ Demek tekrar-ı âyet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmiş ve o ihtiyaca işaret ederek uyandırıp teşvik etmek, hem iştiyakı ve iştihayı tahrik etmek için tekrar eder Hem Kur'an müessistir Bir Din-i Mübin'in esâsıdır ve şu âlem-i İslâmiyet'in temelleridir ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi değiştirip, muhtelif tabakata, mükerrer suallerine cevabdır Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzımdır Te'kid için terdad lâzımdır Te'yid için takrir, tahkik, tekrir lâzımdır Hem, öyle mesâil-i azîme ve hakaik-i dakikadan bahsediyor ki: Umumun kalblerinde yerleştirmek için çok defa muhtelif Sûretlerde tekrar lâzımdır Bununla beraber; Sûreten tekrardır, fakat mânen herbir âyetin çok mânâları, çok faideleri, çok vücuh ve tabakatı vardır Herbir makamda ayrı bir mânâ ve faide ve maksadlar için zikrediliyor Hem Kur'anın, mesâil-i kevniyenin bâzısında ibham ve icmâli ise; irşadî bir lem'a-i i’câzdır Ehl-i ilhâdın tevehhüm ettikleri gibi medâr-ı tenkid olamaz ve sebeb-i kusur değildir

Eğer desen: «Acaba neden Kur'an-ı Hakîm felsefenin mevcûdattan bahsettiği gibi etmiyor? Bâzı mesâili mücmel bırakır, bazısını nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avâmı tâciz edip yormayacak bir sûret-i bâsitâne-i zâhirânede söylüyor?»

Cevaben deriz ki: Felsefe, hakikatın yolunu şaşırmış onun için Hem, geçmiş derslerden ve Sözlerden elbette anlamışsın ki: Kur'an-ı Hakîm, şu kâinattan bahsediyor; tâ, Zât ve Sıfât ve Esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin Yâni; bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın Demek mevcûdâta kendileri için değil, bel-

(Orjinal Sayfa:252)

ki Mûcidleri için bakıyor Hem umuma hitab ediyor İlm-i hikmet ise, mevcûdata mevcûdat için bakıyor Hem hususan ehl-i fenne hitab ediyor Öyle ise mâdemki Kur'an-ı Hakîm, mevcûdatı delil yapıyor, bürhân yapıyor Delil zâhirî olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir Hem mademki Kur'an-ı Mürşid, bütün tabakat-ı beşere hitab eder Kesretli tabaka ise, tabaka-i avâmdır Elbette irşâd ister ki; lüzumsuz şeyleri ibham ile icmâl etsin ve dakik şeyleri temsil ile takrîb etsin ve mugalâtalara düşürmemek için zâhirî nazarlarında bedihî olan şeyleri, Lüzumsuz belki zararlı bir Sûrette tağyir etmemektir

Meselâ Güneşe der: "Döner bir siracdır, bir lâmbadır" Zira Güneşten, Güneş için, mahiyeti için bahsetmiyor Belki bir nevi intizâmın zenbereği ve nizâmın merkezi olduğundan, intizâm ve nizâm ise Sâniin âyine-i mârifeti olduğundan bahsediyor Evet der: اَلشَّمْسُ َتجْرِى «Güneş döner» Bu döner tâbiriyle; kış yaz, gece gündüzün deveranındaki muntâzam tasarrufat-ı kudreti ihtar ile âzamet-i Sânii ifham eder İşte bu dönmek hakikatı ne olursa olsun, maksud olan ve hem mensuc, hem meşhud olan intizâma tesir etmez Hem der: وَجَعَلَالشَّمْسَسِرَاجًا Şu sirac tâbiriyle, âlemi bir kasır Sûretinde, içinde olan eşya ise; insana ve zîhayata ihzâr edilmiş müzeyyenat ve mat'umat ve levazımat olduğunu ve Güneş dahi müsahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile rahmet ve ihsan-ı Hâlıkı ifham eder Şimdi bak şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak diyor ki:

«Güneş, bir kitle-i azîme-i mayia-yi nâriyedir Ondan fırlamış olan seyyaratı etrafında döndürüp, cesameti bu kadar, mahiyeti böyledir şöyledir» Muvahhiş bir dehşetten, müdhiş bir hayretten başka, ruha bir Kemâl-i ilmî vermiyor Bahs-i Kur'an gibi etmiyor Buna kıyasen bâtınen kof, zâhiren mutantan felsefî mes'elelerin ne

(Orjinal Sayfa:253)

kıymette olduğunu anlarsın Onun şâşaa-i sûriyesine aldanıp, Kur'anın gâyet mu'ciznümâ Beyânına karşı hürmetsizlik etme!



اَللَّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْفُرْقَانُ الْحَكِيمُ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينََ آمِينَ آمِينَ


İHTAR: Arabî Risale-i Nur'da Ondördüncü Reşha'nın Altı Katresi, bâhusus Dördüncü Katre'nin Altı Nüktesi; Kur'an-ı Hakîm'in kırk kadar enva'-ı i'cazından onbeşini Beyân eder Ona iktifaen burada ihtisar ettik İstersen ona müracaat et, bir hazine-i mu'cizât bulursun
وَ مَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتِى عَلَى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْفُرْقَانُ الْحَكِيمُ مِنَ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ مِنَ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ عَلَى مَنْ بَشَّرَ بِرِسَالَتِهِ التَّوْرَيةُ وَ اْلاِنْجِيلُ وَ الزَّبُورُ وَ بَشَّرَ بِنُبُوَّتِهِ اْلاِرْهَاصَاتُ وَ هَوَاتِفُ الْجِنِّ وَ اَوْلِيَآءُ اْلاِنْسِ وَ كَوَاهِنُ الْبَشَرِ وَ انْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ سَلاَمٍ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ اُمَّتِهِ عَلَى مَنْ جَآئَتْ لِدَعْوَتِهِ الشَّجَرُ وَ نَزَلَ سُرْعَةً بِدُعَآئِهِ الْمَطَرُ وَ اَظَلَّتْهُ الْغمَامَةُ مِنَ الْحَرِّ وَ شَبَعَ مِنْ صَاعٍ مِنْ طَعَامِهِ مِاءَةٌ مِنَ الْبَشَرِ وَ نَبَعَ الْمَآءُ مِنْ بَيْنِ اَصَابِعِهِ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ كَالْكَوْثَرِ وَ اَنْطَقَ اللَّهُ لَهُ الضَّبَّ وَ الظَّبْىَ وَ الْجِذْعَ وَ الذِّرَاعَ وَ الْجَمَلَ وَ الْجَبَلَ وَ الْحَجَرَ وَ الْمَدَرَ صَاحِبِ الْمِعْرَاجِ وَ مَازَاغَ الْبَصَرُ سَيِّدِنَا وَ شَفِيعِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ سَلاَمٍ بِعَدَدِ كُلِّ الْحُرُوفِ الْمُتَشَكِّلَةِ فِى الْكَلِمَاتِ اَللَّهُمَّ اجْعَلِ الْقُرْاَنَ شِفَآءً لَنَا وَ لِكَاتِبِهِ وَ اَمْثَالِهِ مِنْ كُلِّ دَآءٍ وَ مُونِسًا لَنَا وَ لَهُمْ فِى حَيَاتِنَا وَ بَعْدَ مَوْتِنَا وَ فِى الدُّنْيَا قَرِينًا وَ فِى الْقَبْرِ مُونِسًا وَ فِى االْقِيَامَةِ شَفِيعًا وَ عَلَى الصِّرَاطِنُورًا وَ مِنَ النَّارِ سِتْرًا وَ حِجَابًا وَ فِى الْجَنَّةِ رَفِيقًا وَ اِلَى الْخَيْرَاتِ كُلِّهَا دَلِيلاً وَ اِمَامًا وَ بِفَضْلِكَ وَ جُودِكَ وَ كَرَمِكَ وَ رَحْمَتِكَ يَآ اَكْرَمَ اْلاَكْرَمِينَ وَ يَآ اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَ

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı

Eski 03-29-2009   #23
meLankoLik_asaLet
Varsayılan

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı



Yirminci Söz Sözler 20 Söz -A-

Yirminci Söz



[İki Makamdır]

Birinci Makam





وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلآَئِكَةِ اسْجُدُوا ِلاَدَمَ فَسَجَدُوآ اِلآَّ اِبْلِيسَ

اِنَّ اللَّهَ يَاْمُرُكُمْ اَنْ تَذْبَحُوا بَقَرَةً

(ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ فَهِىَ كَاْلحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً)



Bir gün şu âyetleri okurken İblis'in ilkaatına karşı Kur'an-ı Hakîm'in feyzinden üç nükte ilham edildi Vesvesenin Sûreti şudur:

Dedi ki: "Dersiniz: Kur'an mu'cizedir Hem nihayetsiz belâgattadır Hem, umuma her vakitte hidâyettir Halbuki, şöyle bâzı hâdisat-ı cüz'iyeyi tarihvârî bir Sûrette musırrane tekrar etmekte ne mânâ var? Bir ineği kesmek gibi bir vâkıa-i cüz'iyeyi, o kadar mühim tavsifât ile böyle zikretmek, hattâ o Sûre-i azîmeye de «El-Bakara» tesmiye etmekte ne münasebet var? Hem de « Âdem'e secde' olan hâdise, sırf bir emr-i gaybîdir Akıl ona yol bulamaz Kavî bir

sh: » (S: 255)

îmandan sonra teslim ve iz'an edilebilir Halbuki Kur'an, umum ehl-i akla ders veriyor Çok yerlerde اَفَلاَ يَعْقِلُونَ der, akla havale eder Hem taşların tesadüfî olan Bâzı hâlât-ı tabiiyesini ehemmiyetle Beyân etmekte ne hidâyet var?»

İlham olunan nüktelerin Sûreti şudur:

Birinci Nükte: Kur'an-ı Hakîm'de çok hâdisat-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor Nasılki, عَلَّمَ اَدَمَ اْلاَسْمَآءَ كُلَّهَا Hazret-i Âdem'in melâikelere karşı kabiliyet-i hilâfet için bir mu'cizesi olan tâlim-i esmâdır ki, bir hâdise-i cüz'iyedir Şöyle bir düstur-u küllînin ucudur ki: Nev-i beşere câmiiyet-i istidad cihetiyle tâlim olunan hadsiz ulûm ve kâinatın enva'ına muhit pek çok fünun ve Hâlıkın şuunat ve evsafına şamil kesretli mâarifin tâlimidir ki; nev'-i beşere değil yalnız melâikelere, belki Semâvat ve Arz ve dağlara karşı Emanet-i kübrâyı haml dâvasında bir rüchâniyet vermiş ve heyet-i mecmuasıyla arzın bir halife-i mânevîsi olduğunu Kur'an ifham ettiği misillü; «Melâikelerin Âdem'e secdesiyle beraber, Şeytan'ın secde etmemesi olan'» hâdise-i cüz'iye-i gaybiye, pek geniş bir düstur-u külliye-i meşhudenin ucu olduğu gibi, pek büyük bir hakikatı ihsas ediyor Şöyle ki: Kur'an, şahs-ı Âdem'e Melâikelerin itaat ve inkıyâdını ve Şeytan'ın tekebbür ve imtinâını zikretmesiyle; nev'-i beşere kâinatın ekser maddî enva'ları ve enva'ın mânevî mümessilleri ve müekkelleri müsahhar olduklarını ve nev'-i beşerin hassalarının bütün istifadelerine müheyya ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber, o nev'in istidadatını bozan ve yanlış yollara sevkeden mevadd-ı şerîre ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri, o nev'-i beşerin tarîk-i kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müdhiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân, bir tek Âdem'le (AS) cüz'î hâdiseyi konuşurken bütün kâinatla ve bütün nev'-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor

İkinci Nükte: Mısır Kıt'ası, kumistan olan Sahra-yı Kebîr'in bir parçası olduğundan Nil-i Mübarek'in feyziyle gâyet mahsuldâr

sh: » (S: 256)

bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahra komşuluğunda şöyle cennet-misâl bir mevki-i mübarekin bulunması, felâhat ve zirâatı ahalisinde pek mergub bir Sûrete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraatı kudsiye ve vasıta-i ziraat olan «bakar»ı ve «sevri» mukaddes, belki Mâbud derecesine çıkarmış Hattâ o zamandaki Mısır milleti sevre, bakara ibâdet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler İşte o zamanda benî-İsrail dahi, o kıt'ada neş'et ediyordu ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, «İc» mes'elesinden anlaşılıyor

İşte Kur'an-ı Hakîm, Hazret-i Mûsa Aleyhisselâm'ın Risâletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidadlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkuresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhi ile ifham ediyor

İşte şu hâdise-i cüz'iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gâyet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu ulvî bir i'câz ile Beyân eder

Buna kıyasen bil ki: Kur'an-ı Hakîm'de Bâzı hâdisat-ı tarihiyye Sûretinde zikredilen cüz'î hâdiseler, küllî düsturların uçlarıdır Hattâ çok Sûrelerde zikr ve tekrar edilen Kıssa-i Mûsa'nın yedi cümlelerine misâl olarak lemaât'ta İ'caz-ı Kur'an Risalesinde o cüz'î cümlelerin herbir cüz'ünün nasıl mühim bir düstur-u küllîyi tâzammun ettiğini Beyân etmişiz İstersen o risaleye müracaat et

Üçünü Nükte:



Şu âyeti okurken, müvesvis dedi ki: "Herkese mâlûm ve âdi olan taşların şu fıtrî Bâzı hâlât-ı tabiiyesini, en mühim ve büyük mes'eleler Sûretinde bahis ve Beyânda ne mânâ var, ne münasebet var, ne ihtiyaç var?"

Şu vesveseye karşı feyz-i Kur'andan şöyle bir nükte ilham edildi:

Evet, münasebet var ve ihtiyaç var Hem o derece büyük bir

sh: » (S: 257)

münasebet ve ehemmiyetli bir mânâ ve o derece muazzam ve lüzumlu bir hakikat var ki, ancak Kur'anın îcaz-ı mu'cizi ve lütf-u irşadıyla bir derece basitleştirilmiş ve ihtisar edilmiş Evet i’câz-ı Kur'anın bir esâsı olan îcaz, hem hidâyet-i Kur'anın bir nuru olan lütf-u irşad ve hüsn-ü ifham, iktiza ediyorlar ki: Kur'anın muhatâbları içinde ekseriyeti teşkil eden avâma karşı küllî hakikatları ve derin ve umumî düsturları, me'luf ve cüz'î Sûretler ile gösterilsin ve fikirleri basit olan umumî avâma karşı, muazzam hakikatların yalnız uçları ve basit bir Sûreti gösterilsin Hem âdet perdesi tahtında ve zeminin altında hârikulâde olan tasarrufat-ı İlahiye, icmâlen gösterilsin İşte bu sırra binaendir ki, Kur'an-ı Hakîm şu âyetle diyor:

Ey Benî-İsrail ve ey Benî-Âdem! Sizlere ne olmuş ki: Kalbleriniz taştan daha câmid ve daha ziyade katılaşmıştır Zira görmüyor musunuz ki, o pek sert ve pek câmid ve toprak altında bir tabaka-i azîme teşkil eden o koca taşlar, o kadar evâmir-i İlahiyeye karşı muti' ve müsahhar ve icraat-ı Rabbâniye altında o kadar yumuşak ve emirberdir ki, havada ağaçların teşkilinde tasarrufat-ı İlahiye ne derece sühuletle cereyan ediyor Öyle de; taht-ez zemin ve o sert, sağır taşlarda o derece sühulet ve intizâm ile, hattâ damarlara karşı kanın cevelanı gibi muntâzam su cedvelleri (Haşiye) ve su damarları, kemâl-i hikmetle o taşlarda mukavemet görmeyerek cereyan ediyor Hem havada nebâtat ve ağaçların dallarının sühuletle Sûret-i intişarı gibi; o derece sühuletle köklerin nazik damarları, yer altındaki taşlarda mümânâat görmeyerek evâmir-i İlahî ile muntâzam intişar ettiğini Kur'an işaret ediyor ve geniş bir hakikatı, şu âyetle ders veriyor ve o ders ile, o kasavetli kalblere bu mânâyı veriyor ve remzen diyor:

____________________

(Haşiye): Evet, zemin denilen muhteşem ve seyyar sarayın temel taşı olan taş tabakasının Fâtır-ı Zülcelâl tarafından tavzif edilen en mühim üç vazifeyi Beyân etmek, ancak Kur'an'a yakışır

İşte birinci vazifesi: Toprağın, kudret-i Rabbâniye ile nebâtata analık edip yetiştirdiği gibi, Kudret-i İlahiye ile taş dahi toprağa dâyelik edip yetiştiriyor

İkinci vazifesi: Zeminin bedeninde deveran-ı dem hükmünde olan suların muntâzam cevelânına hizmetidir

Üçüncü Vazife-i Fıtriyesi: Çeşmelerin ve ırmakların, uyûn ve enharın muntâzam bir mizan ile zuhur ve devamlarına hazinedârlık etmektir Evet taşlar, bütün kuvvetiyle ve ağızlarının dolusuyla akıttıkları âb-ı hayat Sûretinde, Delâil-i Vahdâniyeti zemin yüzüne yazıp serpiyor

sh: » (S: 258)

Ey Benî-İsrail ve ey benî-Âdem! Zaaf ve acziniz içinde nasıl bir kalb taşıyorsunuz ki, öyle bir Zâtın evâmirine karşı o kalb kasavetle mukavemet ediyor Halbuki o koca sert taşların tabaka-i muazzaması, o Zâtın evâmiri önünde Kemâl-i inkıyadla karanlıkta nazik vazifelerini mükemmel îfâ ediyorlar İtaatsizlik göstermiyorlar Belki o taşlar, toprak üstünde bulunan bütün zevilhayata, âb-ı hayatla beraber sâir medâr-ı hayatlarına öyle bir hazinedârlık ediyor ve öyle bir adâlet le taksimata vesiledir ve öyle bir hikmetle tevziata vasıta oluyor ki, Hakîm-i Zülcelâl'in dest-i kudretinde, balmumu gibi ve belki hava gibi yumuşaktır, mukavemetsizdir ve âzamet-i kudretine karşı secdededir Zira toprak üstünde müşahede ettiğimiz şu masnuat-ı muntâzama ve şu hikmetli ve inâyetli tasarrufat-ı İlâhiye misillü, zemin altında aynen cereyan ediyor Belki hikmeten daha acib ve intizâmca daha garib bir Sûrette hikmet ve inâyet-i İlâhiye tecelli ediyor Bakınız! En sert ve hissiz o koca taşlar, nasıl balmumu gibi evâmir-i tekviniyeye karşı yumuşaklık gösteriyorlar ve me'mur-u İlâhî olan o lâtif sulara, o nazik köklere, o ipek gibi damarlara o derece mukavemetsiz ve kasavetsizdir Güya bir âşık gibi, o lâtif ve güzellerin temasıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor

Hem وَاِنَّ مِنْهَا لمَاَ يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللَّهِ ile şöyle bir hakikat-ı muazzamanın ucunu gösteriyor ki: «Taleb-i Rü'yet» hâdisesinde, meşhur dağın tecelli ile parçalanması ve taşlarının dağılması gibi; umum rûy-i zeminde aslı sudan incimad etmiş âdeta yekpare taşlardan ibaret olan ekser dağların zelzele veya Bâzı hâdisat-ı arziye Sûretinde tecelliyat-ı Celaliyye ile o dağların yüksek zirvelerinden o haşyet verici tecelliyat-ı Celaliyyenin zuhuruyla taşlar parçalanarak, bir kısmı ufalanıp toprağa kalbolup, nebâtata menşe' olur Diğer bir kısmı taş kalarak, yuvarlanıp derelere, ovalara dağılıp, sekene-i zeminin meskeni gibi birçok işlerinde hizmetkârlık ederek ve mahfî Bâzı hikem ve menafi' için kudret ve hikmet-i İlahiyeye secde-i itaat ederek, desâtir-i Hikmet-i Sübhaniyeye emirber şeklini alıyor-

sh: » (S: 259)

lar Elbette o haşyetten, o yüksek mevkii terkedip mütevâziâne aşağı yerleri ihtiyar etmek ve o mühim menfaatlere sebeb olmak beyhude olmayıp, başıboş değil ve tesadüfî dahi olmadığını, belki bir Hakîm-i Kadîr'in tasarrufat-ı Hakîmânesiyle, o intizâmsızlık içinde zâhir nazara görünmeyen bir intizâm-ı hakîmane bulunduğuna delil ise; o taşlara müteallik faideler, menfaatler ve onlar üstünde yuvarlandıkları dağın cesedine giydirilen ve çiçek ve meyvelerin murassaatıyla münakkaş ve müzeyyen olan gömleklerin Kemâl-i intizâmı ve hüsn-ü san'atı; kat'î, şübhesiz şehadet eder

İşte şu üç âyetin, hikmet nokta-i nazarında ne kadar kıymettar olduğunu gördünüz Şimdi bakınız Kur'anın letafet-i Beyânına ve i'câz-ı belâgatına; nasıl şu zikrolunan büyük ve geniş ve ehemmiyetli hakikatların uçlarını üç fıkra içinde üç vakıâ-yı meşhure ve meşhude ile gösteriyor ve medâr-ı ibret üç hâdise-i uhrâyı hatırlatmakla lâtif bir irşad yapar, mukavemetsûz bir zecreder

Meselâ: İkinci fıkrada der: وَاِنَّ مِنْهَا لمَاَ يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ اْلمَآءُ

Şu fıkra ile Hazret-i Mûsa Aleyhisselâm'ın asâsına karşı Kemâl-i şevk ile inşikak edip oniki gözünden oniki çeşme akıtan taşa işaret etmekle, şþþþþöyle bir mânâyı ifham ediyor ve mânen diyor: Ey Benî-İsrail! Bir tek mu'cize-i Musâ'ya (AS) karşı koca taşlar yumuşar, parçalanır Ya haşyetinden veya sürurundan ağlayarak sel gibi yaş akıttığı halde, hangi insafla bütün mu'cizât-ı Museviyeye (AS) karşı temerrüd ederek ağlamayıp, gözünüz cümûd ve kalbiniz katılık ediyor

Hem üçüncü fıkrada der: وَاِنَّ مِنْهَا لمَاَ يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللَّهِ

Şu fıkra ile Tûr-i Sîna'daki münacat-ı Museviyede (AS) vuku bulan tecelliye-i Celâliyye heybetinden koca dağ parçalanıp dağılması ve o haşyetten taşların etrafa yuvarlanması olan vâkıa-yı meşhûreyi ihtar ile şöyle bir mânâyı ders veriyor ki: Ey Kavm-i Mûsa (AS)! Nasıl, Allah'tan korkmuyorsunuz? Halbuki taşlardan ibaret

sh: » (S: 260)

olan dağlar, onun haşyetinden ezilip dağılıyor ve sizden ahz-ı misak için üstünüzde Cebel-i Tûr'u tuttuğunu, hem taleb-i rü'yet hâdisesinde dağın parçalanmasını bilip ve gördüğünüz halde, ne cesaretle onun haşyetinden titremeyip, kalbinizi katılık ve kasavette bulunduruyorsunuz?

Hem birinci fıkrada diyor: وَاِنَّ مِنَ اْلحِجَارَةِ لمَاَ يَتَفَجَّرُ مِنْهُ اْلاَنْهَارُ

Bu fıkra ile dağlardan nebean eden Nil-i Mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evâmir-i tekviniyeye karşı ne kadar hârika-nümâ ve mu'cizevari bir Sûrette mazhar ve müsahhar olduğunu ifham eder ve onunla böyle bir mânâyı müteyakkız kalblere veriyor ki: Şöyle azîm ırmakların elbette mümkün değil, şu dağlar hakikî menbaları olsun Çünki: Faraza o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle sür'atli ve kesretli cereyanlarına müvazeneyi kaybetmeden, birkaç ay ancak dayanabilirler ve o kesretli masarife karşı galiben bir metre kadar toprakta nüfuz eden yağmur, kâfi varidat olamaz Demek ki, şu enhârın nebeanları, âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir Belki pek hârika bir Sûrette Fâtır-ı Zülcelâl, onları sırf hazine-i gaybdan akıttırıyor

İşte bu sırra işareten bu mânâyı ifade için hadîste rivayet ediliyor ki: «O üç nehrin herbirine Cennet'ten birer katre her vakit damlıyor ve ondan bereketlidirler» Hem bir rivayette denilmiş ki: «Şu üç nehrin menbaları Cennet'tendirG Şu rivayetin hakikatı şudur ki: Mâdem esbab-ı maddiyye, şunların bu derece kesretli nebeanına kabil değildir Elbette menbaları, bir âlem-i gaybdadır ve gizli bir hazine-i Rahmetten gelir ki, masarif ile varidatın müvazenesi devam eder

İşte Kur'an-ı Hakîm, şu mânâyı ihtar ile şöyle bir ders veriyor ki, der: Ey Benî-İsrail ve ey Benî-Âdem! Kalb katılığı ve kasavetinizle öyle bir Zât-ı Zülcelâl'in evâmirine karşı itaatsizlik ediyorsunuz ve öyle bir Şems-i Sermedî'nin ziya-yı mârifetine gafletle gözlerinizi yumuyorsunuz ki, Mısır'ınızı Cennet Sûretine çeviren Nil-i Mübarek gibi koca nehirleri, âdi câmid taşların ağızlarından akıtıp mu'cizât-ı kudretini, şevâhid-i vahdâniyetini o koca nehirlerin kuvvet ve zuhur ve ifazeleri derecesinde kâinatın kalbine ve zeminin dima-

sh: » (S: 261)

ğına vererek, cin ve insin kulûb ve ukûlüne isale ediyor Hem hissiz, câmid Bâzı taşları böyle acib bir tarzda (Haşiye) mu'cizât-ı kudretine mazhar etmesi; Güneşin ziyası Güneşi gösterdiği gibi, o Fâtır-ı Zülcelâl'i gösterdiği halde, nasıl Onun o nur-u mârifetine karşı kör olup görmüyorsunuz?

İşte şu üç hakikate nasıl bir belâgat giydirilmiş gör Ve belâgat-ı irşadiyeye dikkat et Acaba hangi kasavet ve katılık vardır ki, böyle hararetli şu belâgat-ı irşada karşı dayanabilsin, ezilmesin!

İşte baştan buraya kadar anladınsa, Kur'an-ı Hakîm'in irşadî bir lem'a-i i'câzını gör, Allah'a şükret



اَللَّهُمَّ فَهِّمْنَا اَسْرَارَ الْقُرْاَنِكَمَاتُحِبُّ وَتَرْضَىوَ وَفِّقْنَا لِحِزِْمَتِهِ آمِينْ بِرَحْمَتِكَ يَآ اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَاَللَّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْقُرْاَنُ االْحَكِيمُ وَ عَلَى اَلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينْ



* * *



________________________

(Haşiye): Nil-i Mübarek, Cebel-i Kamer'den çıktığı gibi, Dicle'nin en mühim bir şubesi, Van Vilayetinden Müküs nahiyesinde bir kayanın mağarasından çıkıyor Fırat'ın da mühim bir şubesi, Diyadin taraflarında bir dağın eteğinden çıkıyor Dağların aslı, hilkaten bir madde-i mayiâdan incimad etmiş taşlar olduğu fennen sabittir Tesbihat-ı Nebeviyeden olan سُبْحَانَ مَنْ بَسَطَ اْلاَرْضَ عَلَىَ مَآءٍ جَمَدْ kat'î delâlet ediyor ki: Asl-ı hilkat-ı arz şöyledir ki: Su gibi bir madde, Emr-i İlahî ile incimad eder, taş olur Taş, izn-i İlahî ile toprak olur Tesbihteki Arz lafzı, toprak demektir Demek o su, çok yumuşaktır; üstünde durulmaz Taş çok serttir, ondan istifade edilmez Onun için Hakîm-i Rahîm, toprağı taş üstünde serer, zevilhayata makarr eder

sh: » (S: 262 )

Yirminci Söz'ün İkinci Makamı

[Mu'cizât-ı Enbiyâ yüzünde parlayan bir lem'a-i i’câz-ı Kur'an]

Âhirdeki iki sual ve iki cevaba dikkat et





وَلاَ وَلاَرَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍٍ

Ondört sene evvel, (şimdi otuz seneden geçti) şu âyetin bir sırrına dair İşarat-ül İ'caz namındaki tefsirimde arabiyy-ül ibâre bir bahis yazmıştım Şimdi arzuları bence ehemmiyetli olan iki kardaşım, o bahse dair Türkçe olarak bir parça izah istediler Ben de Cenâb-ı Hakk'ın tevfikine itimaden ve Kur'anın feyzine istinâden diyorum ki:

Bir kavle göre Kitab-ı Mübin, Kur'andan ibarettir Yaş ve kuru, herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime Beyân ediyor Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur Fakat herkes herşeyi içinde göremez Zira muhtelif derecelerde bulunur Bâzân çekirdekleri, bâzân nüveleri, bâzân icmâlleri, bâzân düsturları, bâzân alâmetleri; ya sârâhaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhamen, ya ihtar tarzında bulunurlar Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur'ana münasib bir tarzda ve iktiza-yı makam münasebetinde şu tarzların birisiyle ifade ediliyor Ezcümle:

sh: » (S: 263)

Beşerin san'at ve fen cihetindeki terakkiyatlarının neticesi olan havarik-ı san'at ve garâib-i fen olarak tayyare, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevki almışlar Elbette umum nev'-i beşere hitab eden Kur'an-ı

Hakîm, şunları mühmel bırakmaz Evet bırakmamış ''İki Cihet'' ile onlara da işaret etmiştir:

Birinci cihet: Mu'cizât-ı Enbiyâ Sûretiyle

İkinci kısım şudur ki: Bâzı hâdisat-ı târihiyye Sûretinde işaret eder Ezcümle:



(HAŞİYE-1)Keza: فِىا الْفُلْكِ اْلمَشْحُونِ وَخَلَقْنَا لَهُمْ مِنْ مِثْلِهِ مَا يَرْكَبُونَ gibi âyetlerle şimendifere işaret ettiği gibi,اَللَّهُ نُورُ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ

(Haþsiye-2)



âyeti, pek çok envara, esrara işaretle beraber elektriğe dahi remz ediyor

________________________

(Haşiye-1): Şu cümle işaret ediyor ki: Şimendiferdir Âlem-i İslâm'ı esaret altına almıştır Kâfirler onunla İslâm'ı mağlub etmiştir

(Haşiye-2):يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ َتمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلَى نُورٍ cümlesi, o remzi ışıklandırıyor

sh: » (S: 264)

ediyor Şu ikinci kısım, hem çok zâtlar onlarla uğraştığından, hem çok dikkat ve izaha muhtaç olduğundan ve hem çok olduğundan; şimdilik şimendifer ve elektriğe işaret eden şu âyetlerle iktifa edip o kapıyı açmayacağım

Birinci kısım ise, mu'cizât-ı Enbiyâ Sûretinde işaret ediyor Biz dahi o kısımdan bâzı nümuneleri misâl olarak zikredeceğiz

MUKADDEME: İşte Kur'an-ı Hakîm; enbiyaları, insanın Cemâatlerine terakkiyat-ı mâneviye cihetinde birer pişdâr ve imam gönderdiği gibi; yine insanların terakkiyat-ı maddiye sûretinde dahi o enbiyanın herbirisinin eline bâzı hârikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstâd etmiştir Onlara mutlak olarak ittibaa emrediyor İşte enbiyaların mânevî Kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu'cizâtlarından bahis dahi; onların nazîrelerine yetişmeye ve taklidlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor Hattâ denilebilir ki: Mânevî kemâlât gibi maddî kemâlâtı ve hârikaları dahi en evvel mu'cize eli nev'-i beşere hediye etmiştir İşte Hazret-i Nuh'un (Aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf'un (Aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan saatı; en evvel beşere hediye eden, dest-i mu'cizedir Bu hakikate lâtif bir işarettir ki: San'atkârların ekseri, herbir san'atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh'u (Aleyhisselâm), saatçılar Hazret-i Yusuf'u (Aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris'i (Aleyhisselâm)

Evet mâdem Kur'anın herbir âyeti, çok vücuh-u irşadî ve müteaddid cihat-ı hidâyeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belâgat ittifak etmişler Öyle ise Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân'ın en parlak âyetleri olan mu'cizât-ı Enbiyâ âyetleri; birer hikâye-i tarihiyye olarak değil, belki onlar çok maânî-i irşadiyeyi tâzammun ediyorlar Evet, mu'cizât-ı Enbiyâyı zikretmesiyle fen ve san'at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor En ileri gâyatına parmak basıyor En nihayet hedeflerini tâyin ediyor Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevkediyor Zaman-ı mâzi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuunatının âyinesi olduğu gibi; müstakbel dahi mâzinin tarlası ve ahvâlinin âyinesidir Şimdi misâl olarak o çok vâsi' menba'dan yalnız birkaç nümunelerini Beyân edeceğiz:

sh: » (S: 265)

Meselâ: Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm'ın bir mu'cizesi olarak teshir-i havayı Beyân eden: وَلِسُلَيْمَانَ الرِّيحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ âyeti; «Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesâfeyi kat'etmiştir» der İşte bunda işaret ediyor ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesâfeyi kat'etsin Öyle ise ey beşer! Mâdem sana yol açıktır Bu mertebeye yetiş ve yanaş Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisanıyla mânen diyor: «Ey insan! Bir abdim, hevâ-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim Siz de nefsin tenbelliğini bırakıp bâzı kavânîn-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz»

Hem Hazret-i Mûsa Aleyhisselâm'ın bir mu'cizesini Beyân eden:



Hem meselâ: Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın bir mu'cizesine dair:



sh: » (S: 266)

dermanı mümkündür Arayınız, bulunuz Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür» Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle mânen diyor ki: «Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim Biri, mânevî dertlerin dermanı; biri de, maddî dertlerin ilâcı İşte ölmüş kalbler nûr-u hidâyetle diriliyor Ölmüş gibi hastalar dahi, onun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor Sen de benim eczahâne-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin Çalış, bul! Elbette ararsan bulursun»

İşte beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyatından çok ilerideki hududunu, şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor

Hem meselâ Hazret-i Davud Aleyhisselâm hakkında:



Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm hakkında: وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ االْقِطْرِ âyetleri işaret ediyorlar ki: Telyin-i hadid, en büyük bir nimet-i İlahiyedir ki; büyük bir peygamberinin fazlını, onunla gösteriyor Evet telyin-i hadid, yâni demiri hamur gibi yumuşatmak ve nühası eritmek ve mâdenleri bulmak, çıkarmak; bütün maddî sanayi-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esâsı ve madenidir İşte şu âyet işaret ediyor ki: «Büyük bir resule, büyük bir halife-i zemine, büyük bir mu'cize Sûretinde, büyük bir nimet olarak; telyin-i hadiddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanayi-i umumiyeye medâr olmaktır» Mâdem bir resule, hem halife yâni hem mânevî hem maddî bir hâkime, lisanına hikmet ve eline san'at vermiş Lisanındaki hikmete sarihan teşvik eder Elbette elindeki san'ata dahi tergib işareti var Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle mânen diyor:

«Ey benî-Âdem! Evâmir-i teklifiyeme itâat eden bir abdimin lisanına ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki; Herşeyi kemâl-i vuzuh ile fasledip hakikatını gösteriyor ve eline de öyle bir san'at verdim ki; elinde balmumu gibi demiri her şekle çevirir Halifelik ve pâdişahlığına mühim kuvvet elde eder Mâdem bu mümkündür, veriliyor Hem ehemmiyetlidir Hem hayat-ı içtimâiyenizde ona çok muhtaçsınız Siz de evâmir-i tekviniyeme itâat etseniz, o hikmet ve o san'at size de verilebilir Mürur-u zamanla yetişir ve yanaşabilirsiniz» İşte beşerin san'at cihetinde en ileri gitmesi ve maddî

sh: » (S: 267)


Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı

Eski 03-29-2009   #24
meLankoLik_asaLet
Varsayılan

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı



kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi; telyin-i hadîd iledir ve izabe-i nühas iledir Âyette nühas, «kıtr» ile tâbir edilmiş Şu âyetler, umum nev'-i beşerin nazarını şu hakikate çeviriyor ve şu hakikatın ne kadar ehemmiyetli olduğunu takdir etmeyen eski zaman insanlarına ve şimdiki tenbellerine şiddetle ihtar ediyor

Hem meselâ: Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm taht-ı Belkîs'i yanına celbetmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celb dedi: «Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hâzır ederim» olan hâdise-i hârikaya delâlet eden şu âyet:





«Ey ehl-i saltanat! Adâlet -i tâmme yapmak isterseniz; Süleymanvari, rûy-i zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız Çünki bir hâkim-i adâlet-pîşe, bir padişah-ı raiyet-perver; aktâr-ı memleketine, her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes'uliyet-i mânevîyeden kurtulur veya tam adâlet yapabilir» Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle mânen diyor ki: «Ey benî-Âdem! Bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adâlet -i tâmme yapmak için; ahvâl ve vukuat-ı zemine bizzât ıttıla veriyorum ve mâdem herbir insana fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini ver

sh: » (S: 268)

mişim Elbette o kabiliyete göre rûy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidâdını dahi vermesini, hikmetim iktiza ettiğinden vermişim Şahsen o noktaya yetişmezse de, nev'an yetişebilir Maddeten erişemezse de, ehl-i velâyet misillü, mânen erişebilir Öyle ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz Haydi göreyim sizi, vazife-i ubûdiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rûy-i zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz



deki ferman-ı Rahmanîyi dinleyiniz» İşte beşerin nâzik san'atlarından olan celb-i sûret ve savtların çok ilerisindeki nihayet hududunu şu âyet, remzen gösteriyor ve teşviki işmam ediyor

Hem meselâ: Yine Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervâh-ı habiseyi teshîr edip, şerlerini men ve umûr-u nafiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler: مُقَرَّنِينَ فِى اْلاَصْفَادِ ilâ âhir وَمِنَ الشَّيَاطِينِ مَنْ يَغُوصُونَ لَهُ وَيَعْمَلُونَ عَمَلاً دُونَ ذَلِكَ ilâ âhir âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra, zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir Onlarla temas edilebilir Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup, ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenâb-ı Hakk'ın evâmirine müsahhar olan bir abdine, onları müsahhar etmiştir Cenâb-ı Hak mânen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: «Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum Sen de benim emrime müsahhar olsan, çok mevcûdât, hattâ cin ve şeytan dahi sana müsahhar olabilirler»

İşte beşerin, san'at ve fennin imtizâcından süzülen, maddî ve mânevî fevkalâde hassasiyetinden tezâhür eden ispirtizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi şu âyet, en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli Sûretlerini tâyin ediyor ve ona yolu dahi açıyor Fakat şimdiki gibi; bâzan kendine emvat namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervâh-ı habîseye müsahhar ve maskara olup oyuncak olmak

sh: » (S: 269)

değil, belki tılsımat-ı Kur'aniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır

Hem temessül-ü ervâha işaret eden Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm'ın ifritleri celb ve teshirine dair âyetler, hem فَاَرْسَلْنَآ اِلَيْهَا رُوحَنَا فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا misillü Bâzı âyetler, ruhânîlerin temessülüne işaret etmekle beraber celb-i ervâha dahi işaret ediyorlar Fakat işaret olunan celb-i ervâh-ı tayyibe ise, medenîlerin yaptığı gibi hezeliyat Sûretinde bâzı oyuncaklara o pek ciddî ve ciddî bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerine ve oyuncaklara celbetmek değil, belki ciddî olarak ve ciddî bir maksad için Muhyiddin-i Arabî gibi zâtlar ki, istediği vakit ervâh ile görüşen bir kısım ehl-i velâyet misillü onlara müncelib olup münasebet peyda etmek ve onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhâniyetlerinden mânevî istifade etmektir ki, âyetler ona işaret eder ve işaret içinde bir teşviki ihsas ediyorlar ve bu nevi san'at ve fünûn-u hafîyenin en ileri hudûdunu çiziyor ve en güzel Sûretini gösteriyorlar

Hem meselâ: Hazret-i Davud Aleyhisselâm'ın mu'cizelerine dair:



âyetler delâlet ediyor ki: Cenâb-ı Hak, Hazret-i Davud Aleyhisselâm'ın tesbihâtına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir edâ vermiştir ki: Dağları vecde getirip birer muazzam fonoğraf misillü ve birer insan gibi bir serzâkirin etrafında ufkî halka tutup; bir daire olarak tesbihat ediyorlardı Acaba bu mümkün müdür, hakikat mıdır?

Evet hakikattır Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle papağan gibi konuşabilir Çünki aks-i sada vasıtasıyla dağın önünde sen «Elhamdülillah» de Dağ da aynen senin gibi «Elhamdülillâh» diyecek Mâdem bu kabiliyeti, Cenâb-ı Hak dağlara ihsan etmiştir Elbette o kabiliyet, inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sünbüllenir

sh: » (S: 270)

İşte Hazret-i Davud Aleyhisselâm'a Risâletiyle beraber hilâfet-i rûy-i zemini müstesna bir Sûrette ona verdiğinden, o geniş Risâlet ve muazzam saltanata lâyık bir mu'cize olarak o kabiliyet çekirdeğini öyle inkişaf ettirmiş ki; çok büyük dağlar; birer nefer, birer şâkird, birer mürid gibi Hazret-i Dâvud'a iktida edip onun lisanıyla, onun emriyle Hâlık-ı Zülcelâl'e tesbihat ediyorlardı Hazret-i Dâvud Aleyhisselâm ne söylese, onlar da tekrar ediyorlardı Nasılki şimdi vesait-i muhabere ve vesâil-i irtibâtın kesret ve tekemmülü sebebiyle haşmetli bir kumandan, dağlara dağılan azîm ordusuna bir anda «Allahü Ekber» dedirir ve o koca dağları konuşturur, velveleye getirir Mâdem insanın bir kumandanı, dağları sekenelerinin lisanıyla mecâzî olarak konuşturur Elbette Cenâb-ı Hakk'ın haşmetli bir kumandanı, hakikî olarak konuşturur, tesbihat yaptırır Bununla beraber her cebelin bir şahs-ı mânevîsi bulunduğunu ve ona münasib birer tesbih ve birer ibâdeti olduğunu, eski Sözlerde Beyân etmişiz Demek her dağ, insanların lisânıyla aks-i sada sırrıyla tesbihat yaptıkları gibi, kendi elsine-i mahsusalarıyla dahi Hâlık-ı Zülcelâl'e tesbihatları vardır



sh: » (S: 271)

parmakla işaret ediyor ve bir nevi teşvik eder İşte Cenâb-ı Hak şu âyetlerin lisan-ı remziyle mânen diyor ki:

«Ey insanlar! Bana tam abd olan bir hemcinsinize, onun nübüvvetinin ismetine ve saltanatının tam adâletine medâr olmak için, mülkümdeki muazzam mahlûkatı ona müsahhar edip konuşturuyorum ve cünûdumdan ve hayvanatımdan çoğunu ona hizmetkâr veriyorum Öyle ise, herbirinize de mâdem gök ve yer ve dağlar hamlinden çekindiği bir emanet-i kübrâyı tevdi etmişim, halife-i zemin olmak istidadını vermişim Şu mahlûkatın da dizginleri kimin elinde ise, ona râm olmanız lâzımdır Tâ onun mülkündeki mahlûklar da size râm olabilsin ve onların dizginleri elinde olan zâtın nâmına elde edebilseniz ve istidadlarınıza lâyık makama çıksanız Mâdem hakikat böyledir Mânâsız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektub postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel; en hoş, en yüksek, en ulvî bir eğlence-i mâsumâneye çalış ki, dağlar sana Dâvudvâri birer muazzam fonoğraf olabilsin ve hava-i nesîminin dokunmasıyla eşcar ve nebâtattan birer tel-i musikî gibi nağamat-ı zikriye kulağına gelsin ve dağ, binler dilleriyle tesbihat yapan bir acâib-ül mahlukat mahiyetini göstersin ve ekser kuşlar, Hüdhüd-ü Süleymânî gibi birer munis arkadaş veya muti' birer hizmetkâr sûretini giysin Hem seni eğlendirsin, hem müstaid olduğun Kemâlâta da seni şevk ile sevk etsin Öteki lehviyat gibi, insâniyetin iktiza ettiği makamdan seni düşürtmesin

Hem meselâ: Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm'ın bir mu'cizesi hakkında olan قُلْنَا يَا نَارُ كُونِى بَرْدًا وَسَلاَمًا عَلَى اِبْرَاهِيمَ âyetinde üç işaret-i lâtife var:

Birincisi: Ateş dahi, sâir esbab-ı tabiiye gibi kendi keyfiyle, tabiatıyla, körükörüne hareket etmiyor Belki emir tahtında bir vazife yapıyor ki; Hazret-i İbrahim'i (Aleyhisselâm) yakmadı ve ona, yakma emrediliyor

İkincisi: Ateşin bir derecesi var ki, bürudetiyle ihrâk eder Yâni ihrâk gibi bir tesir yapar Cenâb-ı Hak, سَلاَمًا (Haşiye) lâf-

(Haşiye): Bir tefsir diyor: سَلاَمًا demese idi, bürudetiyle ihrak edecekti

sh: » (S: 272)

zıyla bürudete diyor ki: «Sen de hararet gibi bürudetinle ihrak etme» Demek, o mertebedeki ateş, soğukluğuyla yandırır gibi tesir gösteriyor Hem ateştir, hem berddir Evet, hikmet-i tabiiyede nâr-ı beyza halinde ateşin bir derecesi var ki; harareti etrafına neşretmiyor ve etrafındaki harareti kendine celbettiği için, şu tarz bürudetle, etrafındaki su gibi mâyi şeyleri incimad ettirip, mânen bürûdetiyle ihrak eder İşte zemherir, bürudetiyle ihrak eden bir sınıf ateştir Öye ise, ateşin bütün derecâtına ve umum envâ'ına câmi' olan Cehennem içinde, elbette «Zemherir» in bulunması zarurîdir

Üçüncüsü: Cehennem ateşinin tesirini men'edecek ve eman verecek îmân gibi bir madde-i mâneviye, İslâmiyet gibi bir zırh olduğu misillü; dünyevî ateşinin dahi tesirini men'edecek bir madde-i maddiyye vardır Çünki Cenâb-ı Hak, İsm-i Hakîm iktizasıyla; bu dünya dâr-ül hikmet olmak hasebiyle, esbab perdesi altında icraat yapıyor Öyle ise Hazret-i İbrahim'in cismi gibi, gömleğini de ateş yakmadı ve ateşe karşı mukavemet hâletini vermiştir İbrahim'i yakmadığı gibi, gömleğini de yakmıyor İşte bu işaretin remziyle mânen şu âyet diyor ki: «Ey Millet-i İbrahim! İbrahimvari olunuz Tâ maddî ve mânevî gömlekleriniz, en büyük düşmanınız olan ateşe hem burada, hem orada bir zırh olsun Ruhunuza îmânı giydirip, cehennem ateşine karşı zırhınız olduğu gibi; Cenâb-ı Hakk'ın zeminde sizin için sakladığı ve ihzâr ettiği bâzı maddeler var Onlar sizi ateşin şerrinden muhafaza eder Arayınız, çıkarınız, giyiniz» İşte beşerin mühim terakkiyatından ve keşfiyatındandır ki, bir maddeyi bulmuş ateş yakmayacak ve ateşe dayanır bir gömlek giymiş Şu âyet ise, ona mukabil bak ne kadar ulvî, lâtif ve güzel ve ebede kadar yırtılmayacak «Hanîfen Müslimen» tezgâhında dokunacak bir hulleyi gösteriyor

Hem meselâ: وَعَلَّمَ اَدَمَ اْلاَسْمَآءَ كُلَّهَا «Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'ın dâva-yı hilafet-i kübrâda mu'cize-i kübrâsı, tâlîm-i esmâdır» diyor İşte sâir enbiyanın mu'cizeleri, birer hususî hârika-i beşeriyeye remzettiği gibi, bütün enbiyanın pederi ve divân-ı nübüvvetin fâtihası olan Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'ın mu'cizesi umum Kemâlât ve terakkiyât-ı beşeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine sarahate yakın işaret ediyor Cenâb-ı Hak (Celle Celâlühü), mânen şu âyetin lisan-ı işaretiyle diyor ki: «Ey benî-Âdem! Sizin pederinize, Melâikelere karşı hilafet dâvasında rüchaniyetine

sh: » (S: 273)

hüccet olarak, bütün Esmâyı tâlim ettiğimden, siz dahi mâdem onun evlâdı ve vâris-i istidadısınız Bütün esmâyı taallüm edip, mertebe-i emânet-i kübrâda, bütün mahlûkata karşı, rüchaniyetinize liyâkatınızı göstermek gerektir Zira kâinat içinde, bütün mahlukat üstünde en yüksek makamata gitmek ve zemin gibi büyük mahlûktlar size müsahhar olmak gibi mertebe-i âliyeye size yol açıktır Haydi ileri atılınız ve birer ismime yapışınız, çıkınız Fakat sizin pederiniz bir defa şeytana aldandı, cennet gibi bir makamdan rûy-i zemine muvakkaten sukût etti Sakın siz de terakkiyatınızda şeytana uyup hikmet-i İlahiyenin semâvatından, tabiat dalaletine sukuta vasıta yapmayınız Vakit be-vakit başınızı kaldırıp Esmâ-i hüsnâma dikkat ederek, o semâvata uûuc etmek için fünununuzu ve terakkiyâtınızı merdiven yapınız Tâ fünun ve Kemâlâtınızın menbâları ve hakikatları olan Esmâ-i Rabbâniyeme çıkasınız ve o esmânın dürbünüyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız

Bir nükte-i mühimme ve bir sırr-ı ehem

Şu âyet-i acibe, insanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün Kemâlât-ı ilmiye ve terakkiyât-ı fenniye ve havarik-ı sun'iyeyi «tâlim-i esmâ» ünvanıyla ifade ve tâbir etmekte şöyle lâtif bir remz-i ulvî var ki: Herbir Kemâlin, herbir ilmin, herbir terakkiyatın, herbir fennin bir hakikat-ı âliyesi var ki; o hakikat, bir ism-i İlahîye dayanıyor Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o Kemâlât, o san'at kemâlini bulur, hakikat olur Yoksa yarım yamalak bir Sûrette nâkıs bir gölgedir

Meselâ: Hendese bir fendir Onun hakikatı ve nokta-i müntehâsı, Cenâb-ı Hakk'ın İsm-i Adl ve Mukaddir'ine yetişip, hendese âyinesinde o ismin hakîmane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir

Meselâ: Tıb bir fendir, hem bir san'attır Onun da nihayeti ve hakikatı; Hakîm-i Mutlak'ın Şâfi ismine dayanıp, eczahâne-i kübrâsı olan rûy-i zeminde rahîmâne cilvelerini edviyelerde görmekle tıb Kemâlâtını bulur, hakikat olur

Meselâ: Hakikat-ı mevcûdâttan bahseden Hikmet-ül Eşya, Cenâb-ı Hakk'ın (Celle Celalühü) «İsm-i Hakîm»inin tecelliyat-ı kübrâsını müdebbirâne, mürebbiyâne; eşyada, menfaatlarında ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu

sh: » (S: 274)

hikmet hikmet olabilir Yoksa, ya hurafata inkılâb eder ve malayâniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalalete yol açar

İşte sana üç misâl Sâir Kemâlât ve fünunu bu üç misâle kıyas et

İşte Kur'an-ı Hakîm, şu âyetle beşeri, şimdiki terakkiyatında pek çok geri kaldığı en yüksek noktalara, en ileri hududa, en nihayet mertebelere, arkasına dest-i teşviki vurup, parmağıyla o mertebeleri göstererek «Haydi arş ileri» diyor Bu âyetin hazine-i uzmasından şimdilik bu cevherle iktifa ederek o kapıyı kapıyoruz

Hem meselâ: Hâtem-i divân-ı nübüvvet ve bütün enbiyanın mu'cizeleri onun dâva-i Risâletine birtek mu'cize hükmünde olan enbiyanın serveri ve şu kâinatın mâ-bihil iftiharı ve Hazret-i Âdem'e (Aleyhisselâm) icmâlen tâlim olunan bütün esmânın bütün merâtibiyle tafsilen mazharı (Aleyhissalâtü Vesselâm) yukarıya celâl ile parmağını kaldırmakla şakk-ı Kamer eden ve aşağıya cemâl ile indirmekle yine o parmağından kevser gibi su akıtan ve bin mu'cizât ile Mûsaddak ve müeyyed olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın mu'cize-i kübrâsı olan Kur'an-ı Hakîm'in vücuh-u i'câzının en parlaklarından olan hak ve hakikata dair Beyânâtındaki cezâlet, ifadesindeki belâgat, maânîsindeki câmiiyyet, üslûblarındaki ulviyyet ve halâveti ifade eden:



gibi çok âyât-ı beyyinatla ins ve cinnin enzarını, şu mu'cize-i ebediyenin vücuh-u i’câzından en zâhir ve en parlak vechine çeviriyor Bütün ins ve cinnin damarlarına dokunduruyor Dostlarının şevklerini, düşmanlarının inadını tahrik edip, azîm bir teşvik ile, şiddetli bir tergib ile dost ve düşmanları onu tanzire ve taklide, yâni nazîrini yapmak ve kelâmını ona benzetmek için sevk ediyor, hem öyle bir Sûrette o mu'cizeyi nazargâh-ı enama koyuyor; güya insanın bu dünyaya gelişinden gaye-i yegânesi; o mu'cizeyi hedef ve düstur ittihaz edip, ona bakarak, netice-i hilkat-ı insâniyeye bilerek yürümektir

Elhasıl: Sâir Enbiya Aleyhimüsselâm'ın mu'cizâtları, birer havarik-ı san'ata işaret ediyor ve Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'ın

sh: » (S: 275)

mu'cizesi ise; esâsat-ı san'at ile beraber, ulûm ve fünunun, havarik ve Kemâlâtının fihristesini bir Sûret-i icmâlîde işaret ediyor ve teşvik ediyor Amma mu'cize-i kübrâ-i Ahmediye (ASM) olan Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân ise, tâlim-i Esmânın hakikatına mufassalan mazhariyetini; hak ve hakikat olan ulûm ve fünûnun doğru hedeflerini ve dünyevî, uhrevî Kemâlâtı ve saadâtı vâzıhan gösteriyor Hem pek çok azîm teşvikatla, beşeri onlara sevkediyor Hem öyle bir tarzda sevkeder, teşvik eder ki; o tarz ile şöyle anlattırıyor: «Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı a'lâ; tezahür-ü rubûbiyete karşı, ubûdiyet-i külliye-i insâniyedir ve insanın gaye-i aksâsı, o ubûdiyete ulûm ve Kemâlât ile yetişmektir» Hem öyle bir Sûrette ifade ediyor ki, o ifade ile şöyle işaret eder ki: «Elbette nev'-i beşer, âhir vakitte ulûm ve fünûna dökülecektir Bütün kuvvetini ilimden alacaktır Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir» Hem o Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân, cezâlet ve belâgat-ı Kur'aniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden remzen anlattırıyor ki: «Ulûm ve fünunun en parlağı olan belâgat ve cezâlet, bütün enva'ıyla âhirzamanda en mergub bir Sûret alacaktır Hattâ insanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabûl ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için, en keskin silâhını cezâlet-i Beyândan ve en mukavemet-sûz kuvvetini belâgât-ı edâdan alacaktır»

Elhasıl: Kur'anın ekser âyetleri, herbiri birer hazine-i Kemâlâtın anahtarı ve birer define-i ilmin miftahıdır

Eğer istersen Kur'anın semâvatına ve âyâtının nücumlarına yetişesin;

geçmiş olan yirmi aded Sözleri, yirmi basamaklı (Haşiye-1) bir merdiven yaparak çık Onunla gör ki: Kur'an ne kadar parlak bir güneştir Hakaik-i İlâhiyyeye ve hakaik-i mümkinat üstüne nasıl safi bir nur serpiyor ve parlak bir ziya neşrediyor bak

Netice: Mâdem enbiyaya dair olan âyetler, şimdiki terakkiyat-ı beşeriyenin hârikalarına birer nevi işaretle beraber, daha ilerideki hududunu çiziyor gibi bir tarz-ı ifadesi var ve mâdem herbir âyetin müteaddid mânâlara delâleti muhakkaktır, belki müttefekun aleyhtir ve mâdem enbiyaya ittiba etmek ve iktida etmeye dair evâmir-i mutlaka var Öyle ise, şu geçmiş âyetlerin maânî-i sarihalarına delâletle beraber, san'at ve fünun-u beşeriyenin mühimlerine işarî bir tarzda delâlet, hem teşvik ediliyor denilebilir

(Haşiye-1): Belki otuzüç aded Sözleri, otuzüç aded Mektubları, otuzbir Lem'aları, onüç Şuaları; yüzyirmi basamaklı bir merdivendir بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ فَهِىَ كَاْلحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً وَاِنَّ مِنَ اْلحِجَارَةِ َلمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ اْلاَنْهَارُ وَاِنَّ مِنْهَا لمَاَ يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ اْلمَآءُ وَاِنَّ مِنْهَا لمَاَ يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللَّهِ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَآ اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَآ اِنَّكَ اَنْتَ االْعَلِيمُ الْحَكِيمُ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ قُتِلَ اَصْحَابُ اْلاُخْدُودِ اَلنَّارِ ذَاتِ االْوَقُودِ اِذْ هُمْ عَلَيْهَا قُعُودٌ وَهُمْ عَلَى مَا يَفْعَلُونَ بِاْلمُؤْمِنِينَ شُهُودٌ وَمَا نَقَمُوا مِنْهُمْ اِلآَّ اَنْ يُؤْمِنُوا بِاللِّهِ الْعَزِيزِ اْلحَمِيدِ لاَ شَرْقِيَّةٍ وَ لاَ غَرْبِيَّةٍيَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ َتمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِى اللَّهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَآءُ فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ االْحَجَرَ فَانْفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْنًا ilâ âhir Bu âyet işaret ediyor ki: Zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden, basit âletlerle istifade edilebilir Hattâ taş gibi bir sert yerde, bir asâ ile âb-ı hayat celbedilebilir İşte şu âyet, bu mânâ ile beşere der ki: «Rahmetin en lâtif feyzi olan âb-ı hayatı, bir asâ ile bulabilirsiniz Öyle ise haydi çalış bul!» Cenâb-ı Hak şu âyetin lisan-ı remziyle mânen diyor ki: «Ey insan! Mâdem bana itimad eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki: Her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker Sen de benim kavânîn-i rahmetime istinad etsen; şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir âleti elde edebilirsin, haydi et!» İşte beşer terakkiyatının mühimlerinden birisi; bir âletin icadıdır ki: Ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor Şu âyet, ondan daha ileri, nihayat ve gayât-ı hududunu çizmiştir Nasılki evvelki âyet, şimdiki hal-i hâzır tayyareden çok ileri nihayetlerinin noktalarını tâyin etmiştir وَاُبْرِئُ اْلاَكْمَهَ وَاْلاَبْرَصَ وَاُحْيِى اْلمَوْتَى بِاِذْنِ اللَّهِ Kur'an, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın nasıl ahlâk-ı ulviyyesine ittibaa beşeri sarihan teşvik eder Öyle de, şu elindeki san'at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbanîye, remzen tergib ediyor İşte şu âyet işaret ediyor ki: «En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir Öyle ise ey insan ve ey musibetzede benî-Âdem! Me'yus olmayınız Her dert, -ne olursa olsun- وَاَلَنَّا لَهُ اْلحَدِيدَ وَاَتَيْنَاهُ اْلحِكْمَةَ وَفَصْلَ اْلخِطَابِ قَالَ الَّذِى عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ اْلكِتَابِ اَنَا اَتِيكَ بِهِ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا رَاَهُ مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ ilâ âhir İşaret ediyor ki: Uzak mesâfelerden eşyayı aynen veya sûreten ihzâr etmek mümkündür Hem vâkidir ki; Risâletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, hem mâsûmiyetine, hem de adâletine medâr olmak için pek geniş olan aktar-ı memleketine bizzât zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvâlini görmek ve dertlerini işitmek; bir mu'cize sûretinde Cenâb-ı Hak ihsan etmiştir Demek, Cenâb-ı Hakka itimad edip Süleyman Aleyhisselâm'ın lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadıyla Cenâb-ı Hak'tan istese ve kavanin-i âdetine ve inâyetine tevfîk-i hareket etse; ona dünya, bir şehir hükmüne geçebilir Demek taht-ı Belkıs Yemen'de iken, Şam'da aynıyla veyahut Sûretiyle hâzır olmuştur, görülmüştür Elbette taht etrafındaki adamların Sûretleri ile beraber sesleri de işitilmiştir İşte uzak mesâfede, celb-i sûrete ve savta haşmetli bir Sûrette işaret ediyor ve mânen diyor: هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِهِ وَاِلَيْهِ النُّشُورُ اِنَّا سَخَّرْنَا اْلجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِىِّ وَاْلاِشْرَاق عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ يَا جِبَالُ اَوِّبِى مَعَهُ وَالطَّيْرَ وَاَلَنَّا لَهُ اْلحَدِيدَ وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ cümleleriyle Hazret-i Davud ve Süleyman Aleyhisselâm'a, kuşlar enva'ının lisanlarını, hem istidadlarının dillerini, yâni hangi işe yaradıklarını, onlara Cenâb-ı Hakk'ın ihsan ettiğini şu cümleler gösteriyorlar Evet mâdem hakikattır Mâdem rûy-i zemin, bir sofra-i Rahman'dır İnsanın şerefine kurulmuştur Öyle ise, o sofradan istifade eden sâir hayvanat ve tuyûrun çoğu insana müsahhar ve hizmetkâr olabilir Nasılki en küçüklerinden bal arısı ve ipek böceğini istihdam edip ilham-ı İlahî ile azîm bir istifade yolunu açarak ve güvercinleri bâzı işlerde istihdam ederek ve papağan misillü kuşları konuşturarak, medeniyet-i beşeriyenin mehâsinine güzel şeyleri ilâve etmiştir Öyle de, başka kuş ve hayvanların istidad dili bilinirse, çok taifeleri var ki; karındaşları hayvanat-ı ehliye gibi, birer mühim işde istihdam edilebilirler Meselâ: Çekirge âfetinin istilâsına karşı; çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar faideli bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir İşte kuşlardan şu nevi istifâde ve teshîri ve telefon ve fonoğraf gibi câmidâtı konuşturmak ve tuyurdan istifâde etmek; en münteha hududunu şu âyet çiziyor En uzak hedefini tâyin ediyor En haşmetli Sûretine قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَاْلجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا ِبمِثْلِ هَذَا اْلقُرْاَنِ لاَ يَاْتُونَ ِبمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı

Eski 03-29-2009   #25
meLankoLik_asaLet
Varsayılan

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı



Yirmibirinci Söz
[İki Makamdır]
Birinci Makam

اِنَّ الصَّلاَةَ كَانَتْ عَلَى اْلمُؤْمِنِينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا
Bir zaman sinnen, cismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi: «Namaz iyidir Fakat hergün hergün beşer defa kılmak çoktur Bitmediğinden usanç veriyor»
O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim İşittim ki, aynı sözleri söylüyor ve ona baktım gördüm ki; tenbellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor O vakit anladım: O zât o sözü, bütün nüfus-u emmârenin namına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir O zaman ben dahi dedim: «Mâdem nefsim emmâredir Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez Öyle ise, nefsimden başlarım»
Dedim: Ey nefis! Cehl-i mürekkeb içinde, tenbellik döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil «beş ikaz»ı benden işit
Birinci ikaz: Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedî midir! Hiç kat'î senedin var mı ki, gelecek seneye belki yarına kadar
(Orjinal Sayfa: 280)
kalacaksın? Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir Keyf için, ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun Eğer anlasa idin ki, ömrün azdır hem faidesiz gidiyor Elbette onun yirmidörtten birisini, hakikî bir hayat-ı ebediyenin saadetine medâr olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarfetmek; usanmak şöyle dursun, belki ciddî bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebeb olur
İKİNCİ İKAZ: Ey şikem-perver nefsim! Acaba hergün hergün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu? Mâdem vermiyor; çünki ihtiyaç tekerrür ettiğinden, usanç değil belki telezzüz ediyorsun Öyle ise: hâne-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayâtı ve lâtife-i Rabbâniyemin havâ-yı nesimini cezb ve celbeden namaz dahi, seni usandırmamak gerektir Evet nihayetsiz teessürat ve elemlere maruz ve mübtelâ ve nihayetsiz telezzüzata ve emellere meftun ve pürsevda bir kalbin kut ve kuvveti; herşeye kadir bir Rahîm-i Kerîm'in kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir Evet şu fâni dünyada Kemâl-i sür'atle vaveylâ-yı firakı koparan giden ekser mevcûdâtla alâkadar bir ruhun âb-ı hayâtı ise; herşeye bedel bir Mâbûd-u Bâki'nin, bir Mahbûb-u Sermedî'nin çeşme-i rahmetine namaz ile teveccüh etmekle içilebilir Evet fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halkolunan ve ezelî ve ebedî bir Zâtın âyinesi olan ve nihayetsiz derecede nazik ve letafetli bulunan zîşuur bir sırr-ı insanî, zînur bir lâtife-i Rabbâniye; şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahvâl-i dünyeviye içinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir
ÜÇÜNCÜ İKAZ: Ey sabırsız nefsim! Acaba geçmiş günlerdeki ibâdet külfetini ve namazın meşakkatini ve musibet zahmetini, bugün düşünüp muzdarib olmak, hem gelecek günlerdeki ibâdet vazifesini ve namaz hizmetini ve musibet elemini, bugün tasavvur edip sabırsızlık göstermek hiç kâr-ı akıl mıdır? Şu sabırsızlıkta misâlin şöyle bir sersem kumandana benzer ki: Düşmanın sağ cenah kuvveti onun sağındaki kuvvetine iltihak etmiş ve ona taze bir kuvvet olduğu halde; o tutar mühim bir kuvvetini sağ cenâha gönderir, merkezi zayıflaştırır Hem sol cenahta düşmanın askeri yok iken ve daha gelmeden, büyük bir kuvvet gönderir, «Ateş et!» emrini verir Merkezi bütün bütün kuvvetten düşürtür Düşman işi anlar, merkeze hücum eder; tar ü mar eder Evet buna benzersin Çünki:
(Orjinal Sayfa: 281)
Geçmiş günlerin zahmeti, bugün rahmete kalbolmuş; elemi gitmiş, lezzeti kalmış Külfeti, kerâmete iltihak ve meşakkati, sevaba inkılab etmiş Öyle ise ondan usanç almak değil, belki yeni bir şevk, taze bir zevk ve devama ciddî bir gayret almak lâzımgelir Gelecek günler ise mâdem gelmemişler Şimdiden düşünüp usanmak ve fütur getirmek; aynen o günlerde açlığı ve susuzluğu ile bugün düşünüp bağırıp çağırmak gibi bir divâneliktir Mâdem hakikat böyledir Âkıl isen, ibâdet cihetinde yalnız bugünü düşün ve onun bir saatini, ücreti pek büyük, külfeti pek az, hoş ve güzel ve ulvî bir hizmete sarfediyorum, de O vakit senin acı bir füturun, tatlı bir gayrete inkılâb eder
İşte ey sabırsız nefsim! Sen üç sabır ile mükellefsin Birisi: Tâat üstünde sabırdır Birisi: Mâsiyetten sabırdır Diğeri: Musibete karşı sabırdır Aklın varsa, şu üçüncü ikazdaki temsilde görünen hakikatı rehber tut Merdâne «Ya Sabur » de, üç sabrı omuzuna al Cenâb-ı Hakk'ın sana verdiği sabır kuvvetini eğer yanlış yolda dağıtmazsan, her meşakkate ve her musîbete kâfi gelebilir ve o kuvvetle dayan
DÖRDÜNCÜ İKAZ: Ey sersem nefsim! Acaba şu vazife-i ubûdiyet neticesiz midir, ücreti az mıdır ki, sana usanç veriyor? Halbuki bir adam sana birkaç para verse veyahut seni korkutsa, akşama kadar seni çalıştırır ve fütursuz çalışırsın Acaba bu misafirhane-i dünyada âciz ve fakir kalbine kût ve gınâ ve elbette bir menzilin olan kabrinde gıdâ ve ziya ve herhalde mahkemen olan Mahşer'de sened ve berat ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat Köprüsü'nde nur ve burak olacak bir namaz, neticesiz midir veyahut ücreti az mıdır? Bir adam sana yüz liralık bir hediye va'detse, yüz gün seni çalıştırır Hulf-ul va'd edebilir o adama îtimad edersin, fütursuz işlersin Acaba hulf-ul va'd hakkında muhal olan bir zât, Cennet gibi bir ücreti ve saadet-i ebediye gibi bir hediyeyi sana va'd etse, pek az bir zamanda, pek güzel bir vazifede seni istihdam etse; sen hizmet etmezsen veya isteksiz, suhre gibi veya usançla, yarım yamalak hizmetinle Onu va'dinde ittiham ve hediyesini istihfaf etsen, pek şiddetli bir tedibe ve dehşetli bir tazibe müstehak olacağını düşünmüyor musun? Dünyada hapsin korkusundan en ağır işlerde fütursuz hizmet ettiğin halde; Cehennem gibi bir haps-i ebedînin havfı, en hafif ve lâtif bir hizmet için sana gayret vermiyor mu?
(Orjinal Sayfa: 282)
BEŞİNCİ İKAZ: Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibâdetteki füturun ve namazdaki kusurun meşâgil-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun! Sen istidad cihetiyle bütün hayvanatın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levâzımatını tedârikte iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil; belki hakikî bir insan gibi, hakikî bir hayat-ı dâime için sa'y etmektir Bununla beraber meşâgil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzûli bir Sûrette karıştığın ve karıştırdığın malâyâni meşgalelerdir En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz mâlûmat ile vakit geçiriyorsun Meselâ: Zühal'in etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır ve Amerika tavukları ne kadardır? gibi kıymetsiz şeylerle kıymettar vaktini geçiriyorsun Güya kozmoğrafya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemâl alıyorsun
Eğer desen: «Beni namazdan ve ibâdetten alıkoyan ve fütur veren öyle lüzumsuz şeyler değil, belki derd-i maişetin zarurî işleridir» Öyle ise ben de sana derim ki: Eğer yüz kuruş bir gündelik ile çalışsan; sonra biri gelse, dese ki: «Gel on dakika kadar şurayı kaz, yüz lira kıymetinde bir pırlanta ve bir zümrüt bulacaksın» Sen ona: «Yok, gelmem Çünki on kuruş gündeliğimden kesilecek, nafakam azalacak » desen; ne kadar divanece bir bahane olduğunu elbette bilirsin Aynen onun gibi; sen şu bağında, nafakan için işliyorsun Eğer farz namazı terketsen, bütün sa'yin semeresi, yalnız dünyevî ve ehemmiyetsiz ve bereketsiz bir nafakaya münhasır kalır Eğer sen istirahat ve teneffüs vaktini, ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne medâr olan namaza sarfetsen; o vakit, bereketli nafaka-i dünyeviyye ile beraber, senin nafaka-i uhreviyene ve zâd-ı âhiretine ehemmiyetli bir menba olan, iki mâden-i mânevî bulursun:
Birinci Mâden: Bütün bağındaki (Haşiye) yetiştirdiğin -çiçekli olsun, meyveli olsun- her nebâtın, her ağacın tesbihatından, güzel bir niyyet ile, bir hisse alıyorsun
İkinci maden: Hem bu bağdan çıkan mahsulattan kim yese
___________________________
(Haşiye): Bu makam, bir bağda bir zâta bir derstir ki, bu tarz ile Beyân edilmiş
(Orjinal Sayfa: 283)
-hayvan olsun, insan olsun; inek olsun, sinek olsun; müşteri olsun, hırsız olsun- sana bir sadaka hükmüne geçer Fakat o şart ile ki: Sen, Rezzak-ı Hakikî nâmına ve izni dairesinde tasarruf etsen ve Onun malını, Onun mahlûkatına veren bir tevziat memuru nazarıyla kendine baksan
İşte bak, namazı terk eden ne kadar büyük bir hâsâret eder, ne kadar ehemmiyetli bir serveti kaybeder ve sa'ye pek büyük bir şevk veren ve amelde büyük bir kuvve-i mânevî temin eden o iki neticeden ve o iki mâdenden mahrum kalır, iflâs eder Hattâ ihtiyarlandıkça bahçecilikten usanır, fütur gelir «Neme lâzım» der «Ben zâten dünyadan gidiyorum Bu kadar zahmeti ne için çekeceğim?» diyecek, kendini tenbelliğe atacak Fakat evvelki adam der: «Daha ziyade ibâdetle beraber sa'y-i helâle çalışacağım Tâ, kabrime daha ziyade ışık göndereceğim âhiretime daha ziyade zahîre tedârik edeceğim»
Elhasıl: Ey nefis! Bil ki dünkü gün senin elinden çıktı Yarın ise senin elinde sened yok ki, ona mâliksin Öyle ise hakikî ömrünü, bulunduğun gün bil Lâakal günün bir saatini, ihtiyat akçesi gibi, hakikî istikbal için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviye olan bir mescide veya bir seccâdeye at Hem bil ki: Her yeni gün, sana hem herkese, bir yeni âlemin kapısıdır Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümatlı ve perişan bir halde gider, senin aleyhinde Alem-i Misâlde şehadet eder Zira herkesin, her günde, şu âlemden bir mahsus âlemi var Hem o âlemin keyfiyyeti, o adamın kalbine ve ameline tâbidir Nasılki âyinende görünen muhteşem bir saray, âyinenin rengine bakar Siyah ise, siyah görünür Kırmızı ise, kırmızı görünür Hem onun keyfiyyetine bakar O âyine şişesi düzgün ise, sarayı güzel gösterir Düzgün değil ise, çirkin gösterir En nâzik şeyleri kaba gösterdiği misillü; sen kalbinle, aklınla, amelinle, gönlünle, kendi âleminin şeklini değiştirirsin Ya aleyhinde, ya lehinde şehadet ettirebilirsin Eğer namazı kılsan, o namazın ile o âlemin Sâni'-i Zülcelâl'ine müteveccih olsan; birden, sana bakan âlemin tenevvür eder Âdeta namazın bir elektrik lâmbası ve namaza niyyetin, onun düğmesine dokunması gibi, o âlemin zulümatını dağıtır ve o herc ü merc-i dünyyeviyedeki karmakarışık perişaniyyet içindeki tebeddülât ve harekât, hikmetli bir intizâm ve mânidar bir kitabet-i kudret olduğunu gösterir اَللَّهُ نُورُ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ âyet-i pür
(Orjinal Sayfa: 284)
-envârından bir nûrû, senin kalbine serper Senin o günkü âlemini, o nurun in'ikâsıyla ışıklandırır Senin lehinde nuraniyyetle şehâdet ettirir
Sakın deme: «Benim namazım nerede, şu hakikat-ı namaz nerede» Zira bir hurma çekirdeği, bir hurma ağacı gibi, kendi ağacını tavsif eder Fark yalnız icmâl ve tafsil ile olduğu gibi; senin ve benim gibi bir âminin -velev hissetmezse- namazı, büyük bir velînin namazı gibi şu nurdan bir hissesi var, şu hakikattan bir sırrı vardır -velev şuurun taallâk etmezse- Fakat derecâta göre inkişaf ve tenevvürü ayrı ayrıdır Nasıl bir hurma çekirdeğinden, tâ mükemmel bir hurma ağacına kadar ne kadar merâtib bulunur Öyle de: Namazın derecâtında da daha fazla merâtib bulunabilir Fakat bütün o merâtibde, o hakikat-ı nûrâniyyenin esâsı bulunur

* * *
(Orjinal Sayfa: 285)
Yirmibirinci Söz'ün İkinci Makamı
[Kalbin beş yarasına beş merhemi tâzammun eder]

قُلْ رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ
Ey maraz-ı vesvese ile mübtelâ! Biliyor musun vesvesen neye benzer? Musibete benzer Ehemmiyet verdikçe şişer Ehemmiyet vermezsen söner Ona büyük nazarıyla baksan büyür Küçük görsen, küçülür Korksan ağırlaşır, hasta eder Havf etmezsen hafif olur, mahfî kalır Mahiyetini bilmezsen devam eder, yerleşir Mahiyetini bilsen, onu tanısan gider Öyle ise, şu musibetli vesvesenin aksâm-ı kesîresinden kesîr-ül vuku olan yalnız beş vechini Beyân edeceğim Belki sana ve bana şifa olur Zira şu vesvese öyle bir şeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tardeder Tanımazsan gelir, tanısan gider
BİRİNCİ VECİH - Birinci Yara: Şeytan evvelâ şübheyi kalbe atar Eğer kalb kabûl etmezse, şübheden şetme döner Hayale karşı şetme benzer Bâzı pis hâtıraları ve münâfî-i edeb çirkin halleri tasvir eder Kalbe «Eyvâh» dedirtir Ye'se düşürtür Vesveseli adam zanneder ki kalbi, Rabbine karşı sû'-i edebde bulunuyor Müdhiş bir halecan ve heyecan hisseder Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister Bu yaranın merhemi budur:
(Orjinal Sayfa: 286)
Bak ey bîçare vesveseli adam! Telâş etme Çünki senin hatırına gelen şetm değil, belki tahayyüldür Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi; tahayyül-ü şetm dahi, şetm değildir Zira mantıkça tahayyül, hüküm değildir Şetm ise, hükümdür Hem bununla beraber o çirkin sözler, senin kalbinin sözleri değil Çünki senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor Vesvesenin zararı, tevehhüm-ü zarardır Yâni onu zararlı tevehhüm etmekle, kalben mutazarrır olmaktır Çünki hükümsüz bir tahayyülü hakikat tevehhüm eder Hem şeytanın işini kendi kalbine mal eder Onun sözünü, ondan zanneder Zarar anlar, zarara düşer Zâten şeytanın da istediği odur
İKİNCİ VECİH: Budur ki: Mânâlar kalbden çıktıkları vakit, Sûretlerden çıplak olarak hayale girerler; oradan Sûretleri giyerler Hâyâl ise, her vakit bir sebeb tahtında bir nevi Sûretleri nesceder Ehemmiyet verdiği şeyin Sûretlerini yol üstünde bırakır Hangi mânâ geçse ya ona giydirir, ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder Eğer mânâlar münezzeh ve temiz iseler, Sûretler mülevves ve rezil ise giymek yoktur, fakat temas var Vesveseli adam, teması telebbüsle iltibas eder «Eyvâh!» der « Kalbim ne kadar bozulmuş Bu sefillik, bu hısset-i nefs, beni matrud eder » Şeytan onun şu damarından çok istifade eder Şu yaranın merhemi şudur:
Dinle ey bîçâre! Nasılki, senin namazın edeb-i nezihânesinin vesilesi olan zâhirî taharete, batnının bâtınındaki necaset ona tesir etmez ve bozmaz Öyle de: Maânî-i mukaddesenin, Sûret-i mülevveseye mücâvereti zarar etmez Meselâ sen âyât-ı İlâhiyeyi tefekkür ediyorsun Birden bir maraz, ya bir iştiha, ya bevl gibi bir emr-i müheyyic şiddetle senin hissine dokunuyor Elbette senin hayalin, devâ-i illet ve kazâ-i hacetin levâzımatını görecek, bakacak, onlara münasib süflî Sûretleri nescedecek ve gelen mânâlar ortalarından geçecekler Geçeceklere ne beis vardır, ne televvüs var ve ne zarar var ve ne hatâr var Yalnız hatâr ise hasr-ı nazardır, zann-ı zarardır
ÜÇÜNCÜ VECİH:Budur ki: Eşya mabeynlerinde, Bâzı münasebât-ı hafiyye bulunur Hattâ hiç ümid etmediğin şeyler içinde münasebet ipleri bulunur Ya bizzât bulunur veya senin hayâlin, meşgul olduğu san'ata göre o ipleri yapmış, onları birbiriyle bağlamış Şu sırr-ı münasebettendir ki, bâzan bir mukaddes şeyi görmek, bir mülevves şeyi hatıra getirir Fenn-i Beyân'da Beyân olunduğu
(Orjinal Sayfa: 287)
gibi, «Hariçte uzaklık sebebi olan zıddiyet ise, hayalde sebeb-i kurbiyettir» Yâni: İki zıddın Sûretlerinin cem'ine vasıta, bir münasebet-i hayaliyyedir Bu münasebetle gelen tahattura, tedâi-yi efkâr tâbir edilir Meselâ: Sen namazda, münâcatta, Kâ'be karşısında, huzur-u İlâhîde iken, âyâtı tefekkürde olduğun bir halde; şu tedâi-yi efkâr, seni tutup en uzak malâyâniyyat-ı rezileye sevkeder Senin başın, böyle bir tedâi-yi efkâra mübtelâ ise, sakın telâş etme Belki intibaha geldiğin anda, dön «Aman ne kusur ettim» deyip tedkikle meşgul olup durma Tâ o zaîf münasebet, senin dikkatinle kuvvet peyda etmesin Zira teessür gösterdikçe, ehemmiyet verdikçe, senin o zaîf tahatturun melekeye döner Bir maraz-ı hayalî olur Korkma, maraz-ı kalbî değil Şu nevi tahattur ise, galiben ihtiyarsızdır Hususan hassas asabilerde daha galibdir Şeytan, şu nevi vesvesenin mâdenini çok işlettirir Şu yaranın merhemi şudur ki:
Tedâi-yi efkâr, galiben ihtiyarsızdır Onda mes'uliyet yoktur Hem tedâîde, mücâveret var; temas ve ihtilât yoktur Onun için, efkârın keyfiyetleri, birbirine sirayet etmez, birbirine zarar vermez Nasılki şeytan ile melek-i ilham, kalb taraflarında mücâveretleri var ve füccar ve ebrarın karabetleri ve bir meskende durmaları, zarar vermez Öyle de, tedâi-yi efkâr sâikasıyla istemediğin pis hayalât, gelip nezih efkârın içine girse; zarar vermez Meğer kasden olsa veya zarar zannıyla onunla ziyade meşgul olsa Hem bâzan kalb yoruluyor Fikir, kendini eğlendirmek için rastgele bir şeyle meşgul olur Şeytan fırsat bulur, pis şeyleri önüne serpiyor, sürüyor
DÖRDÜNCÜ VECİH: Amelin en iyi Sûretini taharriden neş'et eden bir vesvesedir ki, takvâ zannıyla teşeddüd ettikçe hal ona şiddetlenir Hattâ bir dereceye varır ki, o adam amelin daha evlâsını ararken, harama düşer Bâzan bir sünnetin araması, bir vâcibi terkettiriyor «Acaba amelim sahih oldu mu?» der, iade eder Bu hal devam eder Gâyet ye'se düşer Şeytan şu halinden istifade eder, onu yaralar Şu yaranın iki merhemi var:
Birinci merhem: Bu gibi vesvese ehl-i Îtizale lâyıktır Çünki onlar derler: «Medâr-ı teklif olan ef'al ve eşya, kendi zâtında, âhiret itibariyle ya hüsnü var; sonra o hüsne binaen emredilmiş veya kubhu var; sonra ona binaen nehyedilmiş Demek eşyada, âhiret ve hakikat nokta-i nazarında olan hüsün ve kubh zâtîdir; emir ve nehy-i İlâhî ona tabidir» Bu mezhebe göre, insan her işlediği amelde şöyle bir vesvese gelir: «Acaba amelim nefs-ül emirdeki güzel
(Orjinal Sayfa: 288)
Sûrette yapılmış mıdır?» Amma mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemâat derler ki: «Cenâb-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur Nehyeder, sonra kabih olur Demek emir ile güzellik, nehy ile çirkinlik tahakkuk eder Hüsün ve kubh mükellefin ıttılaına bakar ve ona göre takarrür eder Şu hüsün ve kubh ise, sûrî ve dünyaya bakan yüzünde değil, belki âhirete bakan yüzdedir Meselâ, sen namaz kıldın veya abdest aldın Halbuki namazını ve abdestini fesada verecek bir sebeb, nefs-ül emirde varmış Lâkin sen ona hiç muttali olmadın Senin namazın ve abdestin hem sahihtir, hem hasendir Mu'tezile der: «Hakikatte kabih ve fâsîddir Lâkin senden kabûl edilir Çünki cehlin var, bilmedin ve özrün var Öyle ise Ehl-i Sünnet mezhebine göre, zâhir-i şeriate muvafık olarak işlediğin ameline: » «Acaba sahih olmuş mu?» deyip vesvese etme Fakat, «Kabûl olmuş mu?» de Gururlanma, ucbe girme
İkinci merhem: Dinde harec yoktur لاَ حَرَجَ فِى الدِّينِ Mâdem dört mezheb haktır Mâdem istiğfara müncer olan derk-i kusur ise, gurura müncer olan hüsn-ü amelin rü'yetine -böyle vesveseli adama- müreccahtır Yâni böyle vesveseli adam, amelini güzel görüp gurura düşmektense, amelini kusurlu görse, istiğfar etse, daha evlâdır Mâdem böyledir, sen vesveseyi at Şeytana de ki: Şu hal, bir harecdir Hakikat-ı hale muttali olmak güçtür Dindeki yüsre münafîdir يُسْرٌاَلدِّينُ لاَ حَرَجَ فِى الدِّينِ esâsına muhaliftir Elbette böyle amelim bir mezheb-i hakka muvafık gelir O bana kâfidir Hem lâakal ben aczimi itiraf ederek ibâdeti lâyık-ı veçhile edâ edemediğimden istiğfar ve tazarru' ile merhamet-i İlahiyyeye dehâlet edip, kusurum affolunmak, kusurlu amelim kabûl olunmak için mütezellilane bir niyaza vesiledir
BEŞİNCİ VECİH: Mesâil-i îmâniyede şübhe Sûretinde gelen vesvesedir Bîçare vesveseli adam, bâzan tahayyülü, taakkul ile iltibas eder Yâni: Hayale gelen bir şübheyi, akla girmiş bir şübhe tevehhüm edip, îtikadına halel gelmiş zanneder Hem bâzan tevehhüm ettiği bir şübheyi, îmânâ zarar veren bir şek zanneder Hem bâzan tasavvur ettiği bir şübheyi, tasdik-ı aklîye girmiş bir şübhe zanneder Hem bâzan bir emr-i küfrîde tefekkürü, küfür zanneder Yâni dalaletin esbabını anlamak Sûretinde kuvve-i müfekkirenin
(Orjinal Sayfa: 289)
cevelânını ve tedkikatını ve bîtarâfâne muhakemesini, hilâf-ı îmân zanneder İşte telkinat-ı şeytaniyenin eseri olan şu zanlardan ürkerek, «Eyvah! Kalbim bozulmuş, îtikadıma halel gelmiş » der O haller, galiben ihtiyarsız olduğundan, cüz'-i ihtiyârîsiyle ıslah edemediğinden ye'se düşer Bu yaranın merhemi şudur ki:
Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi; tevehhüm-ü küfür dahi, küfür değildir Tasavvur-u dalâlet dalâlet olmadığı gibi; tefekkür-ü dalâlet dahi, dâlalet değildir Çünki hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür; tasdik-ı aklîden ve iz'ân-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar Onlar bir derece serbesttirler Cüz'-i ihtiyariyeyi pek dinlemiyorlar Teklif-i dinî altına çok giremiyorlar Tasdik ve iz'an, öyle değiller Bir mizana tabidirler Hem tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, nasılki tasdik ve iz'an değiller Öyle de şübhe ve tereddüd sayılmazlar Fakat eğer lüzumsuz tekrar ede ede müstakar bir hale gelse, o vakit hakikî bir nevi şübhe, ondan tevellüd edebilir Hem bîtarâfâne muhakeme namıyla veya insaf namına deyip, şıkk-ı muhalifi iltizâm ede ede, tâ öyle bir hale gelir ki, ihtiyarsız taraf-ı muhalifi iltizâm eder Ona vâcib olan hakkın iltizâmı kırılır O da tehlikeye düşer Hasmın veya şeytanın bir vekil-i fuzulîsi olacak bir hâlet, zihninde takarrür eder
Şu nevi vesvesenin en mühimi budur ki: Vesveseli adam, imkân-ı zâtî ile imkân-ı zihnîyi birbiriyle iltibas eder Yâni: Bir şeyi zâtında mümkün görse, o şeyi zihnen dahi mümkün ve aklen meşkûk tevehhüm eder Halbuki İlm-i Kelâm'ın kaidelerindendir ki: İmkân-ı zâtî ise, yakîn-i ilmiye münafî değil ve zaruret-i zihniyeye zıddiyeti yoktur Meselâ: Şu dakikada Karadeniz'in yere batması, zâtında mümkündür ve o imkân-ı zâtî ile muhtemeldir Halbuki yakînen, o denizin yerinde olduğunu hükmediyoruz, şübhesiz biliyoruz ve o ihtimal-i imkânî ve o imkân-ı zâtî, bize şek vermez, bir şübhe getirmez, yakînimizi bozmaz Meselâ: Şu güneş zâtında mümkündür ki, bugün gurub etmesin veya yarın tulû' etmesin Halbuki bu imkân yakînimize zarar vermez, şübhe getirmez İşte bunun gibi, meselâ hakaik-i îmâniyeden olan hayat-ı dünyeviyenin gurubuna ve hayat-ı uhreviyenin tulûuna, imkân-ı zâtî cihetinde gelen vehimler, yakîn-i îmânîye zarar vermez Hem لاَ عِبْرَةَ ِلْلاِحْتِمَالِ الْغَيْرِ النَّاشِئِ عَنْ دَلِيلٍ yâni: "Bir delilden
(Orjinal Sayfa: 290)
neş'et etmeyen bir ihtimalin hiç ehemmiyeti yoktur" olan kaide-i meşhûre; hem usûl-üd din, hem usûl-ül fıkhın kaide-i mukarreresindendir
Eğer desen: Bu derece mü'minlere muzır ve müz'ic olan vesvese, ne hikmete binaen bize belâ olmuş?"
Elcevab: İfrata varmamak, hem galebe çalmamak şartıyla, asl-ı vesvese teyakkuza sebebdir, taharriye dâîdir, ciddiyete vesiledir Lâkaydlığı atar, tehâvünü def'eder Onun için Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı imtihanda, şu meydân-ı müsabakada bize bir kamçı-yı teşvik olarak, vesveseyi şeytanın eline vermiş Beşerin başına vuruyor Şayet ziyade incitse, Hakîm-i Rahîm'e şekva etmeli, اَعُوزُ بِاللَّهِ مِنَ الشَيْطَانِ الرَّجِيمِdemeli
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ اَللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى مَنْ قَالَ اَلصَّلَوةُ عِمَادُ الدِّينِ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı

Eski 03-29-2009   #26
meLankoLik_asaLet
Varsayılan

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı



Yirmiikinci Söz
[İki makamdır]
Birinci Makam

وَيَضْرِبُ اللَّهُ اْلاَمْثَالَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ وَ تِلْكَ اْلاَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
Bir zaman iki adam, bir havuzda yıkandılar Fevkalâde bir tesir altında kendilerinden geçtiler Gözlerini açtıkları vakit gördüler ki; acib bir âleme götürülmüşler Öyle bir âlem ki, Kemâl-i intizâmından bir memleket hükmünde, belki bir şehir hükmünde, belki bir saray hükmündedir Kemâl-i hayretlerinden etraflarına baktılar Gördüler ki: Bir cihette bakılsa azîm bir âlem görünüyor Bir cihette bakılsa, muntâzam bir memleket Bir cihette bakılsa, mükemmel bir şehir Diğer bir cihette bakılsa, gâyet muhteşem bir âlemi içine almış bir saraydır Şu acaib âlemde gezerek seyran ettiler Gördüler ki: Bir kısım mahlûklar var; bir tarz ile konuşuyorlar, fakat bunlar onların dillerini bilmiyorlar Yalnız işaretlerinden anlaşılıyor ki, mühim işler görüyorlar ve ehemmiyetli vazifeler yapıyorlar
(Orjinal Sayfa: 292)
O iki adamdan birisi, arkadaşına dedi ki: «Şu acib âlemin elbette bir müdebbiri ve şu muntâzam memleketin bir mâliki, şu mükemmel şehrin bir sahibi, şu Mûsanna sarayın bir ustası vardır Biz çalışmalıyız, onu tanımalıyız Çünki anlaşılıyor ki, bizi buraya getiren odur Onu tanımazsak kim bize meded verecek? Dillerini bilmediğimiz ve onlar bizi dinlemedikleri şu âciz mahlûklardan ne bekleyebiliriz! Hem koca bir âlemi bir memleket sûretinde, bir şehir tarzında, bir saray şeklinde yapan ve baştan başa hârika şeylerle dolduran ve müzeyyenâtın envâ'ıyla tezyin eden ve ibretnümâ mu'cizâtlarla donatan bir zât, elbette bizden ve buraya gelenlerden bir istediği vardır Onu tanımalıyız Hem ne istediğini bilmekliğimiz lâzımdır» Öteki adam dedi: «İnanmam, böyle bahsettiğin gibi bir zât bulunsun ve bütün bu âlemi tek başıyla idare etsin» Arkadaşı cevaben dedi ki: «Bunu tanımazsak, lâkayd kalsak, menfaati hiç yok; zararı olsa pek azîmdir Eğer tanımasına çalışsak, meşakkati pek hafiftir, menfaati olursa pek azîmdir Onun için ona karşı lâkayd kalmak, hiç kâr-ı akıl değildir» O serseri adam dedi: « Ben bütün rahatımı, keyfimi; onu düşünmemekte görüyorum Hem böyle aklıma sığışmayan şeylerle uğraşmayacağım Bütün bu işler, tesadüfî ve karmakarışık işlerdir, kendi kendine dönüyor; benim neme lâzım» Akıllı arkadaşı ona dedi: «Senin bu temerrüdün beni de, belki çokları da belaya atacaktır Bir edebsizin yüzünden, bâzan olur ki, bir memleket harab olur» Yine o serseri dönüp dedi ki: «Ya kat'iyen bana isbat et ki; bu koca memleketin tek bir mâliki, tek bir sâni'i vardır Yahut bana ilişme» Cevaben arkadaşı dedi: «Mâdem inadın divanelik derecesine çıkmış; o inadınla bizi ve belki memleketi bir kahre giriftar edeceksin Ben de sana oniki bürhân ile göstereceğim ki: Bir saray gibi şu âlemin, bir şehir gibi şu memleketin, tek bir ustası vardır ve o usta, herşeyi idare eden yalnız odur Hiçbir cihette noksaniyeti yoktur Bize görünmeyen o usta, bizi ve herşeyi görür ve sözlerini işitir Bütün işleri mu'cize ve hârikadır Bütün bu gördüğümüz ve dillerini bilmediğimiz şu mahluklar onun memurlarıdır»
BİRİNCİ BüRHâN
Gel her tarafa bak, herşeye dikkat et! Bütün bu işler içinde gizli bir el işliyor Çünki bak, bir dirhem (Haşiye-1) kadar kuv-
__________________
(Haşiye-1): Ağaçları başlarında taşıyan çekirdeklere işarettir
(Orjinal Sayfa: 293)
veti olmayan bir çekirdek küçüklüğünde bir şey, binler batman yükü kaldırıyor Zerre kadar şuuru (Haşiye-2) olmayan, gâyet hakîmane işler görüyor Demek bunlar kendi kendilerine işlemiyorlar Onları işlettiren gizli bir kudret sahibi vardır Eğer kendi başına olsa, bütün baştan başa bu gördüğümüz memlekette her iş mu'cize, herşey mu'cizekâr bir hârika olmak lâzımgelir Bu ise, bir safsatadır
İKİNCİ BÜRHÂN
Gel bütün bu ovaları, bu meydanları, bu menzilleri süslendiren şeyler üstünde dikkat et Herbirisinde o gizli Zâtt'an haber veren işler var Âdeta herbiri birer turra, birer sikke gibi, o gaybî zâttan haber veriyorlar İşte gözünün önünde, bak; bir dirhem pamuktan (Haşiye-3) ne yapıyor Bak, kaç top çuha ve patiska ve çiçekli kumaş çıktı Bak, ondan ne kadar şekerlemeler, yuvarlak tatlı köfteler yapılıyor ki, bizim gibi binler adam giyse ve yese, kâfi gelir Hem de bak, bu demiri, toprağı, suyu, kömürü, bakırı, gümüşü, altunu gaybî avucuna aldı, bir et parçası (Haşiye-4) yaptı; bak gör İşte ey akılsız adam! Bu işler öyle bir zâta mahsustur ki; bütün bu memleket, bütün eczasıyla onun mu'cize-i kuvveti altında duruyor, her arzusuna râm oluyor
ÜÇÜNCÜ BÜRHÂN
Gel, bu müteharrik antika (Haşiye-5) san'atlarına bak! Herbirisi öyle bir tarzda yapılmış; âdeta bu koca sarayın bir küçük
__________________________
(Haşiye-2): Kendi kendine yükselmeyen ve meyvelerin sıkletine dayanmayan üzüm çubukları gibi nazenin nebâtatın, başka ağaçlara lâtif eller atıp sarmalarına ve onlara yüklenmelerine işarettir
(Haşiye-3): Tohuma işarettir Meselâ: Zerre gibi bir afyon büzrü, bir dirhem gibi bir zerdali nüvatı, bir kavun çekirdeği, nasıl çuhadan daha güzel dokunmuş yapraklar, patiskadan daha beyaz ve sarı çiçekler, şekerlemeden daha tatlı ve köftelerden ve konserve kutularından daha lâtif, daha leziz, daha şirin meyveleri hazine-i rahmetten getiriyorlar, bize takdim ediyorlar
(Haşiye-4): Unsurlardan cism-i hayvanîyi halk ve nutfeden zîhayatı icad etmeye işarettir
(Haşiye-5): Hayvanlara ve insanlara işarettir Zira hayvan, şu âlemin küçük bir fihristesi ve mahiyet-i insâniye, şu kâinatın bir misâl-i Mûsaggarı olduğundan; âdeta âlemde ne varsa, insanda nümunesi vardır
(Orjinal Sayfa: 294)
nüshasıdır Bütün bu sarayda ne varsa, o küçücük müteharrik makinelerde bulunuyor Hiç mümkün müdür ki, bu sarayın ustasından başka birisi gelip, bu acib sarayı küçük bir makinede dercetsin! Hem hiç mümkün müdür ki, bir kutu kadar bir makine bütün bir âlemi içine aldığı halde, tesadüfî veyahut abes bir iş içinde bulunsun! Demek bütün gözün gördüğü ne kadar antika makineler var, o gizli zâtın birer sikkesi hükmündedirler Belki birer dellâl, birer ilânname hükmündedirler Lisan-ı halleriyle derler ki: «Biz öyle bir zâtın san'atıyız ki: Bütün bu âlemimizi, bizi yaptığı ve sühuletle icad ettiği gibi kolaylıkla yapabilir bir zâttır»
DÖRDÜNCÜ BÜRHÂN
Ey muannid arkadaş! Gel, sana daha acibini göstereceğim Bak, bu memlekette bütün bu işler, bu şeyler değişti, değişiyor, bir hâlette durmuyor Dikkat et ki, bu gördüğümüz câmid cisimler, hissiz kutular; birer hâkim-i mutlak Sûretini aldılar; âdeta herbir şey, bütün eşyaya hükmediyor İşte bu yanımızdaki bu makineye bak; (Haşiye-6) güya emrediyor İşte onun tezyinatına ve işlemesine lâzım levazımat ve maddeler, uzak yerlerden koşup geliyorlar İşte oraya bak: O şuursuz cisim (Haşiye-7) güya bir işaret ediyor, en büyük bir cismi, kendine hizmetkâr ediyor, kendi işlerinde çalıştırıyor Daha başka şeyleri bunlara kıyas et Âdeta herbir şey, bütün bu âlemdeki hilkatleri müsahhar ediyor Eğer o gizli zâtı kabûl etmezsen, bütün bu memleketteki taşında, toprağında, hayvanında, insana benzer mahluklarda; o zâtın bütün hünerlerini, san'atlarını, Kemâlâtlarını, birer birer (o şeylere) vereceksin İşte aklın uzak gördüğü birtek mu'ciznümâ zâtın bedeline, milyarlar onun gibi mu'ciznümâ, hem birbirine zıd, hem birbirine misil, hem birbiri içinde bulunsun; bu intizâm bozulmasın, ortalığı karıştırmasınlar
______________________
(Haşiye-6): Makine, meyvedâr ağaçlara işarettir Çünki yüzer tezgâhları, fabrikaları incecik dallarında taşıyor gibi; hayretnümâ yaprakları, çiçekleri, meyveleri dokuyor, süslendiriyor, pişiriyor, bizlere uzatıyor Halbuki çam ve katran gibi muhteşem ağaçlar, kuru bir taşta tezgâhını atmış, çalışıp duruyorlar
(Haşiye-7): Hububata, tohumlara, sineklerin tohumcuklarına işarettir Meselâ bir sinek bir kara ağacın yaprağında yumurtasını bırakır Birden o koca kara ağaç, yapraklarını o yumurtalara bir rahm-ı mâder, bir beşik, bal gibi bir gıda ile dolu bir mahzene çeviriyor Âdeta o meyvesiz ağaç, o Sûrette zîruh meyveler veriyor
(Orjinal Sayfa: 295)
Halbuki bu koca memlekette iki parmak karışsa, karıştırır Çünki bir köyde iki müdür, bir şehirde iki vali, bir memlekette iki padişah bulunsa, karıştırır Nerede kaldı, hadsiz hâkim-i mutlak beraber bulunsun!
BEŞİNCİ BÜRHÂN
Ey vesveseli arkadaş! Gel, bu azîm sarayın nakışlarına dikkat et ve bütün bu şehrin zînetlerine bak ve bütün bu memleketin tanzimatını gör ve bütün bu âlemin san'atlarını tefekkür et! İşte bak: Eğer nihayetsiz mu'cizeleri ve hünerleri olan gizli bir zâtın kalemi işlemezse, bu nakışları sâir şuursuz sebeblere, kör tesadüfe, sağır tabiata verilse, o vakit ya bu memleketin herbir taşı, herbir otu, öyle mu'ciznümâ nakkaş, öyle bir hârikulâde kâtib olması lâzımgelir ki, bir harfte bin kitabı yazabilsin, bir nakışta milyonlar san'atı dercedebilsin Çünki bak bu taşlardaki nakşa, (Haşiye-8) herbirisinde bütün sarayın nakışları var, bütün şehrin tanzimat kanunları var, bütün memleketin teşkilât proğramları var Demek bu nakışları yapmak, bütün memleketi yapmak kadar hârikadır Öyle ise herbir nakış, herbir san'at, o gizli zâtın bir ilânnamesidir, bir hâtemidir
Mâdem bir harf, kâtibini göstermeksizin olmaz San'atlı bir nakış, nakkaşını bildirmemek olmaz Nasıl olur ki: Bir harfte koca bir kitabı yazan, bir nakışta bin nakşı nakşeden nakkaş, kendi kitabıyla ve nakşıyla bilinmesin
ALTINCI BÜRHÂN
Gel, bu geniş ovaya çıkacağız (Haşiye-9) İşte o ova içinde yüksek bir dağ var Üstüne çıkacağız, tâ bütün etrafı görülsün Hem herşeyi yakınlaştıracak güzel dürbünleri de beraber alacağız
________________________
(Haşiye-8): Şecere-i hilkatin meyvesi olan insana ve kendi ağacının proğramını ve fihristesini taşıyan meyveye işarettir Zira kalem-i kudret, âlemin kitab-ı kebirinde ne yazmış ise, icmâlini mahiyet-i insâniyede yazmıştır Kalem-i kader, dağ gibi bir ağaçta ne yazmış ise, tırnak gibi meyvesinde dahi dercetmiştir
(Haşiye-9): Bahar ve yaz mevsiminde zeminin yüzüne işarettir Zira yüzbinler muhtelif mahlûkatın taifeleri, birbiri içinde beraber îcad edilir, rûy-i zeminde yazılır Galatsız, kusursuz, Kemâl-i intizâmla değiştirilir Binler sofra-i Rahman açılır, kaldırılır, taze taze gelir Herbir ağaç birer tablacı, herbir bostan birer kazan hükmüne geçer
(Orjinal Sayfa: 296)
Çünki bu acib memlekette, acib işler oluyor Her saatte hiç aklımıza gelmeyen işler oluyor İşte bak! Bu dağlar ve ovalar ve şehirler, birden değişiyor Hem nasıl değişiyor öyle bir tarzda ki: Milyonlarla birbiri içinde işler gâyet muntâzam Sûrette değişiyor Âdeta milyonlar mütenevvî kumaşlar birbiri içinde beraber dokunuyor gibi, pek acib tahavvülât oluyor Bak, o kadar ünsiyyet ettiğimiz ve tanıdığımız çiçekli-miçekli şeyler kayboldular Muntâzaman yerlerine ve mahiyetçe onlara benzer, fakat Sûretçe ayrı, başkaları geldiler Âdeta şu ova, dağlar birer sahife; yüzbinlerle ayrı ayrı kitablar içinde yazılıyor Hem hatâsız, noksansız olarak yazılıyor İşte, bu işler yüz derece muhaldir ki; kendi kendine olsun Evet nihayet derecede san'atlı, dikkatli şu işler, kendi kendine olmak bin derece muhaldir ki: Kendilerinden ziyade, san'atkârlarını gösteriyorlar Hem bunları işleyici öyle mu'ciznümâ bir zâttır ki, hiçbir iş, ona ağır gelmez Bin kitab yazmak, bir harf kadar ona kolay gelir Bununla beraber her tarafa bak ki, hem öyle bir hikmetle herşeyi yerli yerine koyuyor ve öyle mükrimâne herkese lâyık oldukları lütûfları yapıyor; hem öyle ihsan-perverane umumî perdeler ve kapılar açıyor ki, herkesin arzularını tatmin ediyor Hem öyle sehavet-perverane sofralar kuruyor ki, bütün bu memleketin halklarına, hayvanlarına, herbir taifesine has ve lâyık, belki herbir ferdine mahsus ismiyle ve resmiyle bir tabla-yı nîmet veriliyor İşte dünyada bundan muhal bir şey var mı ki, bu gördüğümüz işler içinde tesadüfî işler bulunsun veya abes ve faidesiz olsun veya müteaddid eller karışsın veya ustası herşeye muktedir olmasın veya herşey ona müsahhar olmasın! İşte ey arkadaş! Haddin varsa buna karşı bir bahane bul!
YEDİNCİ BÜRHÂN
Ey arkadaş gel! Şimdi bu cüz'iyatı bırakıp, saray şeklindeki bu acib âlemin eczalarının birbirine karşı olan vaziyetlerine dikkat edeceğiz İşte bak: Bu âlemde o derece intizâm ile küllî işler yapılıyor ve umumî inkılâblar oluyor ki, âdeta bütün bu saraydaki mevcûd taşlar, topraklar, ağaçlar, herbir şey, birer fâil-i muhtar gibi bütün bu âlemin nizâmât-ı külliyesini gözetip, ona göre tevfik-ı hareket ediyor Birbirinden en uzak şeyler, birbirinin imdadına koşuyor İşte bak: Gaibden acib bir kafile (Haşiye-10) çıkıp geliyor Merkeb-
(Haşiye-10): Umum hayvanatın erzakını taşıyan, nebâtat ve eşcar kafileleridir
(Orjinal Sayfa: 297)
leri ağaçlara, nebatlara, dağlara benzerler Başlarında birer tabla-yı erzak taşıyorlar İşte bak: Bu tarafta bekleyen muhtelif hayvanatın erzaklarını getiriyorlar Hem de bak: Bu kubbede o azîm elektrik lâmbası (Haşiye-11) onlara ışık verdiği gibi, bütün taamlarını öyle güzel pişiriyor; yalnız, pişirilecek taamlar bir dest-i gaybî tarafından birer ipe takılıp (Haşiye-12) ona karşı tutuluyor Bu tarafa da bak: Bu bîçâre zaîf, nahif, kuvvetsiz hayvancıklar Nasıl onların başı önünde, lâtif gıda ile dolu iki tulumbacık (Haşiye-13) takılmış, iki çeşme gibi; yalnız o kuvvetsiz mahlûk, onu ağzına yapıştırması kâfidir
Elhasıl: Bütün bu âlemin bütün eşyası, birbirine bakar gibi, birbirine yardım eder Birbirini görür gibi, birbirine el-ele verir Birbirinin işini tekmil için, birbirine omuz-omuza veriyor Bel-bele verip beraber çalışıyorlar Her şeyi buna kıyas et; tâ'dad ile bitmez İşte bütün bu haller, iki kere iki dört eder derecesinde kat'î gösterir ki; şu saray-ı acîbin ustasına yâni şu garib âlemin sahibine herşey müsahhardır Herşey onun hesabına çalışır Herşey ona bir emirber nefer hükmündedir Herşey onun kuvvetiyle döner Herşey onun emriyle hareket eder Herşey onun hikmetiyle tanzim olur Herşey onun keremiyle muavenet eder Herşey onun merhametiyle başkasının imdadına koşar, yâni koşturulur Ey arkadaş! Haddin varsa buna karşı bir söz söyle!
SEKİZİNCİ BÜRHÂN
Gel, ey nefsim gibi kendini âkıl zanneden akılsız arkadaş! Şu saray-ı muhteşemin sahibini tanımak istemiyorsun! Halbuki herşey onu gösteriyor, ona işaret ediyor, ona şehadet ediyor Bütün bu şeylerin şehadetini nasıl tekzib ediyorsun! Öyle ise, bu sarayı da inkâr et ve "Âlem yok, memleket yok" de ve kendini de inkâr et, ortadan çık Yahut aklını başına al, beni dinle! İşte bak: Şu saray içinde bulunan ve memleketi ihâta eden yeknesak unsurlar, mâdenler var (Haşiye-14) Âdeta memleketten çıkan herşey, o maddelerden yapılıyor Demek o maddeler kimin mülkü ise, bütün ondan
(Haşiye-11): O azîm elektrik lâmbası, Güneş'e işarettir
(Haşiye-12): İp ve ipe takılan taam ise, ağacın ince dalları ve leziz meyveleridir
(Haşiye-13): İki tulumbacık ise, validelerin memelerine işarettir
(Haşiye-14): Unsurlar, madenler ise pek çok muntâzam vazifeleri bulunan ve izn-i Rabbanî ile her muhtacın imdadına koşan ve emr-i İlahî ile herbir yere giren, meded veren ve hayatın levazımatını yetiştiren ve zîhayatı emziren ve masnuat-ı İlahiyenin nescine, nakşına menşe ve müvellid ve beşik olan hava, su, ziya, toprak unsurlarına işarettir
(Orjinal Sayfa: 298)
yapılan şeyler de onundur Tarla kimin ise, mahsulat da onundur Deniz kimin ise, içindekiler de onundur Hem bak, bu dokunan şeyler, bu nescolunan münakkaş kumaşlar, birtek maddeden yapılıyor O maddeyi getiren, ihzâr eden ve ip haline getiren, elbette bilbedâhe birdir Çünki o iş, iştirâk kabûl etmez Öyle ise bütün nescolunan san'atlı şeyler, ona mahsustur Hem de bak, bu dokunan, yapılan şeylerin herbir cinsi, bütün memleketin her tarafında bulunuyor; bütün ebnâ-yı cinsleriyle öyle intişar etmiş; beraber olarak birbiri içinde, bir tarzda, bir anda yapılıyor, nescediliyor Demek birtek zâtın işidir, birtek emirle hareket ediyor Yoksa böyle bir anda, bir tarzda, bir keyfiyette, bir heyette ittifak ve muvafakat, muhaldir Öyle ise bu san'atlı şeylerin herbirisi, o gizli zâtın bir ilânnâmesi hükmünde, onu gösteriyor Güya herbir çiçekli kumaş, herbir san'atlı makine, herbir tatlı lokma, o mu'ciznümâ zâtın birer sikkesi, birer hâtemi, birer nişanı, birer turrası hükmünde; lisan-ı hal ile herbirisi der: «Ben kimin san'atıyım, bulunduğum sandıklar ve dükkânlar da onun mülküdür» Ve herbir nakış der: «Beni kim dokudu ise, bulunduğum top da onun dokumasıdır» Herbir tatlı lokma der: «Beni kim yapıyor, pişiriyorsa bulunduğum kazan dahi onundur» Herbir makine der: «Beni kim yapmış ise, memlekette intişar eden bütün emsalimi de o yapıyor ve bütün memleketin her tarafında bizi yetiştiren, odur Demek memleketin mâliki de odur Öyle ise, bütün bu memlekete, bu saraya mâlik kimse, o bize mâlik olabilir» Meselâ, nasıl mîrîye mahsus tek bir palaska veyahut birtek düğmeye mâlik olmak için, onları yapan bütün fabrikalara mâlik olmak lâzımdır ki, onlara hakikî mâlik olsun Yoksa o boşboğaz başıbozuktan, «mîrî malıdır» diye elinden alınıp, tecziye edilir
Elhasıl: Nasıl bu memleketin anâsırı, memlekete muhit birer maddedir Onların mâliki de, bütün memlekete mâlik birtek zât olabilir Öyle de, bütün memlekette intişar eden san'atlar, birbirine benzediği ve birtek sikke izhar ettikleri için, bütün memleket yüzünde intişar eden masnûlar, herbir şeye hükmeden tek bir zâtın san'atları olduğunu gösteriyorlar
İşte ey arkadaş! Mâdem şu memlekette, yâni şu saray-ı muh
(Orjinal Sayfa: 299)
teşemde bir birlik alâmeti vardır; bir vahdet sikkesi var Çünki bir kısım şeyler, bir iken; ihâtası var Bir kısım, müteaddid ise -fakat birbirine benzediği ve her tarafta bulunduğu için- bir vahdet-i nev'iye gösteriyor Vahdet ise, bir vâhidi gösterir Demek ustası da, mâliki de, sahibi de, sânii de bir olmak lâzımgelir Bununla beraber sen buna dikkat et ki, bir perde-i gaybdan kalınca bir ip çıkıyor (Haşiye-15) Bak, sonra binler ipler ondan uzanmış Herbir ipin başına bak: Birer elmas, birer nişan, birer ihsan, birer hediye takılmış Herkese göre birer hediye veriyor Acaba bilir misin ki, böyle garib bir gayb perdesinden, böyle acib ihsanatı, hedâyâyı şu mahlûklara uzatan zâtı tanımamak, ona teşekkür etmemek, ne kadar divanece bir harekettir Çünki onu tanımazsan bilmecburiye diyeceksin ki: «Bu ipler; uçlarındaki elmasları, sâir hediyeleri kendileri yapıyorlar, veriyorlar» O vakit her ipe, bir padişahlık mânâsını vermek lâzımgelir Halbuki gözümüzün önünde bir dest-i gaybî, o ipleri dahi yapıp o hedâyâyı onlara takıyor Demek bütün bu sarayda herşey, kendi nefsinden ziyade, o mu'ciznümâ zâtı gösteriyor Onu tanımazsan, bütün bu şeyleri inkâr etmekle, hayvandan yüz derece aşağı düşeceksin
(Haşiye-15): Kalınca bir ip, meyvedâr ağaca; binler ipler ise, dallarına ve ipler başındaki elmas, nişan, ihsan, hediyeler ise, çiçeklerin aksamına ve meyvelerin enva'ına işarettir
DOKUZUNCU BÜRHÂN
Gel, ey muhakemesiz arkadaş! Sen şu sarayın sahibini tanımıyorsun ve tanımak da istemiyorsun Çünki istib'ad ediyorsun Onun acib san'atlarını ve hâlâtını, akla sığıştıramadığından inkâra sapıyorsun Halbuki asıl istib'ad, asıl müşkilât ve hakikî suubetler ve dehşetli külfetler, onu tanımamaktadır Çünki onu tanısak, bütün bu saray, bu âlem birtek şey gibi kolay gelir, rahat olur; bu ortadaki ucuzluk ve mebzuliyete medâr olur Eğer tanımazsak ve o olmazsa, o vakit herbir şey, bütün bu saray kadar müşkilâtlı olur Çünki herşey, bu saray kadar san'atlıdır O vakit ne ucuzluk ve ne de mebzuliyet kalır Belki bu gördüğümüz şeylerin birisi, değil elimize, hiç kimsenin eline geçmezdi Sen, yalnız şu ipe takılan tatlı konserve kutusuna bak (Haşiye-16) Eğer onun gizli matbaha-i mu'
__________________
(Haşiye-16): Konserve kutusu; kudret konserveleri olan kavun, karpuz, nar, süt kutusu hindistan cevizi gibi rahmet hediyelerine işarettir (Orjinal Sayfa: 300)
ciznümâsından çıkmasa idi, şimdi kırk para ile aldığımız halde, yüz liraya alamazdık
Evet bütün istib'âd, müşkilât, suubet, helâket belki muhâliyet, onu tanımamaktadır Çünki nasıl bir ağaca bir kökte, bir kanunla, bir merkezde hayat veriliyor Binler meyvelerin teşekkülü, bir meyve gibi sühulet peyda eder Eğer o ağacın meyveleri, ayrı ayrı merkeze ve köke, ayrı ayrı kanunla rabtedilse, herbir meyve bütün ağaç kadar müşkilâtlı olur Hem nasıl bütün ordunun teçhizatı bir merkezde, bir kanunda, bir fabrikadan çıksa; kemmiyetçe bir neferin teçhizatı kadar kolaylaşır Eğer herbir neferin ayrı ayrı yerlerde teçhizatı yapılsa, alınsa; herbir neferin teçhizâtı için, bütün ordunun teçhizatına lâzım fabrikalar bulunması lâzımdır
Aynen bu iki misâl gibi: Şu muntâzam sarayda, şu mükemmel şehirde, şu müterakki memlekette, şu muhteşem âlemde, bütün bu şeylerin icadı birtek zâta verildiği vakit o kadar kolay olur, o kadar hiffet peyda eder ki; gördüğümüz nihayetsiz ucuzluğa ve mebzuliyyete ve sehavete sebebiyet verir Yoksa herşey o kadar pahalı, o kadar müşkilâtlı olacak ki, dünya verilse birisi elde edilemez
ONUNCU BÜRHÂN
Gel, ey bir parça insafa gelmiş arkadaş! Onbeş gündür (Haşiye-17) biz buradayız Eğer şu âlemin nizâmlarını bilmezsek, padişahını tanımazsak; cezaya müstehak oluruz Özrümüz kalmadı Zira onbeş gün (güya bize mühlet verilmiş gibi) bize ilişmiyorlar Elbette biz başıboş değiliz Bu derece nazik san'atlı, mizanlı, letafetli, ibretli masnular içinde hayvan gibi gezip bozamayız, bize bozdurmazlar Şu memleketin haşmetli mâlikinin elbette cezası da dehşetlidir O zât ne kadar kudretli, haşmetli bir zât olduğunu şununla anlayınız ki: Şu koca âlemi, bir saray gibi tanzim ediyor, bir dolap gibi çeviriyor Şu büyük memleketi; bir hâne gibi, hiçbirşey noksan bırakmayarak idare ediyor İşte bak, vakit-bevakit bir kabı doldurup boşaltmak gibi şu sarayı, şu memleketi, şu şehri kemâl-i intizâmla doldurup, kemâl-i hikmetle boşalttırıyor Bir sofrayı da kaldırıp indirmek gibi, koca memleketi baştan başa, çeşit çeşit sofralar, (Haşiye-18) bir dest-i gaybî tarafından kaldırır, indirir tar-
(Haşiye-17): Onbeş gün, sinn-i teklif olan onbeş seneye işarettir
(Haşiye-18): Sofralar ise, yazda zeminin yüzüne işarettir ki, yüzer taze taze ve ayrı ayrı olarak matbaha-i rahmetten çıkan Rahmanî sofralar serilir, değişirler Herbir bostan bir kazan, herbir ağaç bir tablacıdır
(Orjinal Sayfa: 301)
zında mütenevvi yemekleri sıra ile getirip yedirir Onu kaldırıp başkasını getirir, sen de görüyorsun ve aklın varsa anlarsın ki, o dehşetli haşmet içinde hadsiz sehavetli bir kerem var Hem de bak ki, o gaybî zâtın saltanatına, birliğine bütün bu şeyler şehadet ettiği gibi; öyle de kafile kafile arkasından gelip geçen, o hakikî perde perde arkasından açılıp kapanan bu inkılablar, bu tahavvülâtlar; o zâtın devamına, bekasına şehadet eder Çünki zeval bulan eşya ile beraber esbabları dahi kayboluyor
Halbuki onların arkasından, onlara isnad ettiğimiz şeyler, tekrar oluyor Demek o eserler, onların değilmiş; belki zevalsiz birinin eserleri imiş Nasılki bir ırmağın kabarcıkları gidiyor, arkasından gelen kabarcıklar, gidenler gibi parladığından anlaşılıyor ki; onları parlattıran, daimî ve yüksek bir ışık sahibidir Öyle de: Bu işlerin sür'atle değişmesi, arkalarından gelenlerin aynı renk alması gösteriyor ki; zevalsiz daimî birtek zâtın cilveleridir, nakışlarıdır, âyineleridir, san'atlarıdır
ONBİRİNCİ BÜRHÂN
Gel ey arkadaş! Şimdi sana geçmiş olan on bürhân kuvvetinde kat'î bir bürhân daha göstereceğim Gel, bir gemiye bineceğiz; (Haşiye-19) şu uzakta bir cezire var, oraya gideceğiz Çünki bu tılsımlı âlemin anahtarları orada olacak Hem herkes o cezireye bakıyor, oradan birşeyler bekliyor, oradan emir alıyorlar İşte bak gidiyoruz Şimdi şu cezireye çıktık Bak pek büyük bir içtima var Şu memleketin bütün büyükleri buraya toplanmış gibi, mühim ihtifal görünüyor İyi dikkat et Bu cem'iyet-i azîmenin bir reisi var Gel daha yakın gideceğiz O reisi tanımalıyız İşte bak ne kadar parlak ve binden (Haşiye-20) ziyade nişanları var Ne kadar kuvvetli söylüyor Ne kadar tatlı bir sohbet ediyor Şu onbeş gün zarfında, bunların dediklerini ben bir parça öğrendim Sen de benden
_______________________
(Haşiye-19): Gemi tarihe ve cezire ise Asr-ı Saadet'e işarettir Şu asrın zulümatlı sahilinde, mimsiz medeniyetin giydirdiği libastan soyunup, zamanın denizine girip, tarih ve siyer sefinesine binip, Asr-ı Saadet ceziresine ve Ceziret-ül Arab meydanına çıkıp, Fahr-i Âlem'i (ASM) iş başında ziyaret etmekle biliriz ki, o zât o kadar parlak bir bürhân-ı tevhiddir ki, zeminin baştan başa yüzünü ve zamanın geçmiş ve gelecek iki yüzünü ışıklandırmış, küfür ve dalâlet zulümatını dağıtmıştır
(Haşiye-20): Bin nişan ise, ehl-i tahkik yanında bine baliğ olan mu'cizât-ı Ahmediyedir (ASM)
(Orjinal Sayfa: 302)
öğren Bak o zât, şu memleketin mu'ciznümâ sultanından bahsediyor O sultan-ı zîşan, beni sizlere gönderdi söylüyor Bak, öyle hârikalar gösteriyor; şübhe bırakmıyor ki, bu zât o padişahın bir memur-u mahsusudur Sen dikkat et ki, bu zâtın söylediği sözü, değil yalnız şu ceziredeki mahluklar dinliyorlar, belki hârikulâde Sûretinde bütün memlekete işittiriyor Çünki uzaktan uzağa herkes buradaki nutkunu işitmeye çalışıyor Değil yalnız insanlar dinliyor, belki hayvanlar da hattâ bak dağlar da onun getirdiği emirlerini dinliyorlar ki, yerlerinden kımıldanıyorlar Şu ağaçlar, işaret ettiği yere gidiyorlar Nerede istese su çıkarıyor Hattâ parmağını da bir âb-ı kevser memesi gibi yapar; ondan âb-ı hayat içiriyor Bak, şu sarayın kubbe-i âlîsinde mühim lâmba, (Hâşiye-21) onun işaretiyle, bir iken ikileşiyor Demek, bu memleket bütün mevcûdâtıyla Onun memuriyetini tanıyor Onu «gaybî bir zât-ı mu'ciz-nümânın en has ve doğru bir tercümanıdır, bir dellâl-ı saltanatı ve tılsımının keşşâfı ve evâmirinin tebliğine emin bir elçisi» olduğunu biliyor gibi, Onu dinleyip itaat ediyorlar İşte bu Zâtın her söylediği sözü, etrafındaki bütün aklı başında olanlar: «Evet, evet doğrudur» derler, tasdik ederler Belki şu memlekette dağlar, ağaçlar, bütün memleketleri ışıklandıran büyük nur lâmbası, (Hâşiye-22) O Zâtın işaret ve emirlerine baş eğmesiyle, «Evet, evet her dediğin doğrudur» derler
İşte ey sersem arkadaş! Şu padişahın hazine-i hassasına mahsus bin nişan taşıyan şu nuranî ve muhteşem ve pek ciddî zâtın bütün kuvvetiyle bütün memleketin ileri gelenlerinin taht-ı tasdikinde bahsettiği bir Zât-ı Mu'ciznümâdan ve zikrettiği evsafından ve tebliğ ettiği evâmirinde, hiçbir vecihle hilaf ve hile bulunabilir mi! Bunda hilâf-ı hakikat kabilse; şu sarayı, şu lâmbaları, şu Cemâati hem vücudlarını, hem hakikatlarını tekzib etmek lâzım gelir Eğer haddin varsa buna karşı îtiraz parmağını uzat gör, nasıl parmağın bürhân kuvvetiyle kırılıp, senin gözüne sokulacak
________________________
(Hâşiye-21): Mühim lâmba Kamer'dir ki, onun işaretiyle iki parça olmuş Yâni: Mevlânâ Câmî'nin dediği gibi; «Hiç yazı yazmayan o ümmî zât, parmak kalemiyle sahife-i semâvîde bir elif yazmış; bir kırkı, iki elli yapmış» Yâni; şaktan evvel, kırk olan mime benzer; şaktan sonra iki hilâl oldu, elliden ibaret olan iki nuna benzedi
(Haşiye-22): Büyük bir nur lâmbası Güneş'tir ki; arzın şarktan geri dönmesiyle yeniden Güneş'in görünmesi, kucağında Peygamber'in (ASM) yatmasıyla ikindi namazını kılmayan İmam-ı Ali (RA) o mu'cizeye binaen ikindi namazını edâen kılmış

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı

Eski 03-29-2009   #27
meLankoLik_asaLet
Varsayılan

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı



(Orjinal Sayfa: 303)
ONİKİNCİ BüRHâN
Gel, ey bir parça aklı başına gelen birader! Bütün onbir bürhân kuvvetinde bir bürhân daha göstereceğim İşte bak: Yukarıdan inen ve herkes ona hayretinden veya hürmetinden Kemâl-i dikkatle bakan, şu nuranî fermânâ (Haşiye-23) bak O bin nişanlı Zât, onun yanına durmuş, o fermanın mealini umuma Beyân ediyor İşte şu fermanın üslûbları öyle bir tarzda parlıyor ki, herkesin nazar-ı istihsanını celbediyor ve öyle ciddî, ehemmiyetli mes'eleleri zikrediyor ki, herkes kulak vermeye mecbur oluyor Çünki bütün bu memleketi idare eden ve bu sarayı yapan ve bu acaibi izhar eden Zâtın şuunatını, ef'alini, evâmirini, evsafını birer birer Beyân ediyor O fermanın heyet-i umumiyesinde bir turra-i âzam olduğu gibi, bak herbir satırında, herbir cümlesinde taklid edilmez bir turra olduğu misillü, ifade ettiği mânâlar, hakikatlar, emirler, hikmetler üstünde dahi, O zâta mahsus birer mânevî hâtem hükmünde ona has bir tarz görünüyor
Elhasıl: O Ferman-ı âzam, güneş gibi O Zât-ı âzam'ı gösterir; kör olmayan görür
İşte ey arkadaş! Aklın başına gelmiş ise, bu kadar kâfi Eğer bir sözün varsa, şimdi söyle O inadçı adam cevaben dedi ki: «Ben, senin bu bürhânlarına karşı yalnız derim: « Elhamdülillâh » inandım Hem güneş gibi parlak ve gündüz gibi aydın bir tarzda inandım ki: Şu memleketin tek bir Mâlik-i ZülKemâli, şu âlemin tek bir Sahib-i Zülcelâli, şu sarayın tek bir Sâni'-i Zülcemâli bulunduğunu kabûl ettim Allah senden razı olsun ki, beni eski inadımdan ve divaneliğimden kurtardın Getirdiğin bürhânların herbirisi tek başıyla bu hakikati göstermeye kâfi idi Fakat herbir bürhân geldikçe daha revnakdar, daha şirin, daha hoş, daha nuranî, daha güzel mârifet tabakaları, tanımak perdeleri, muhabbet pencereleri açıldığı için bekledim, dinledim»
Tevhîdin hakikât-ı uzmâsına ve «Amentü Billâh» îmanına işaret eden hikâye-i temsiliye tamam oldu Fazl-ı Rahman, feyz-i Kur'an, nûr-u îmân sayesinde tevhîd-i hakikînin güneşinden, hikâye-i temsiliyyedeki oniki bürhâna mukabil, oniki lem'a ile bir mukaddemeyi göstereceğiz

* * *
_____________________
(Haşiye-23): Nuranî ferman Kur'ana ve üstündeki turra ise i’câzına işarettir
(Orjinal Sayfa: 304)
Yirmiikinci Sözün İkinci Makamı
Mukaddeme

اَللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَىْءٍ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ وَكِيلٌ لَهُ مَقَالِيدُ السَّمَوَاتِ وَ اْلاَرْضِ فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَآئِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ مَا مِنْ دَآبَّةٍ اِلاَّ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا اِنَّ رَبِّى عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ
Erkân-ı imâniyenin kutb-u âzamı olan îmân-ı billaha dair «Katre Risalesi»nde, şu mevcûdâtın herbirisi, ellibeş lisanla Cenâb-ı Hakk'ın vücub-u vücûduna ve vahdâniyetine delâlet ve şehadetlerini icmâlen Beyân etmişiz Hem «Nokta Risalesi»nde, Cenâb-ı Hakk'ın delâil-i vücûb ve vahdâniyetinden,
(Orjinal Sayfa: 305)
herbirisi bin bürhân kuvvetinde dört bürhân-ı küllî zikretmişiz Hem oniki kadar arabî risâlelerimde, Cenâb-ı Hakk'ın vücub-u vücudunu ve vahdâniyetini gösteren yüzler kat'î bürhânları zikrettiğimizden, şimdi onlara iktifaen derin tedkikata girişmeyeceğiz Yalnız şu Yirmi ikinci Söz'de Risâlet-ün Nur'da icmâlen yazdığım oniki lem'ayı, îmân-ı billah güneşinden göstermeğe çalışacağız
BİRİNCİ LEM'A: Tevhid iki kısımdır Meselâ: Nasılki bir çarşıya ve bir şehre büyük bir zâtın mütenevvi malları gelse, iki çeşitle onun malı olduğu bilinir Biri; icmâlî, âmiyanedir ki: «Bu kadar azîm mal, ondan başka kimsenin haddi değil ki sahib olabilsin» Fakat böyle âmi bir adamın nezaretinde çok hırsızlık olabilir Parçalarına çok adamlar sahib çıkabilir İkinci çeşit odur ki; her denk üzerinde yazıyı okur, her bir top üstünde turrayı tanır, herbir ilân üstünde mührünü bilir bir Sûrette «Herşey o zâtındır» der İşte şu halde herbir şey o zâtı mânen gösterir
Aynen öyle de: Tevhid dahi iki çeşittir
Biri: Tevhid-i âmi ve zâhirîdir ki, «Cenâb-ı Hak birdir, şeriki nazîri yoktur, bu kâinat onundur»
İkincisi: Tevhid-i hakikîdir ki, herşey üstünde sikke-i kudretini ve hâtem-i rubûbiyetini ve nakş-ı kalemini görmekle doğrudan doğruya herşeyden Onun nuruna karşı bir pencere açıp Onun birliğine ve her şey Onun dest-i kudretinden çıktığına ve ulûhiyetinde ve rubûbiyetinde ve mülkünde hiçbir vechile, hiçbir şeriki ve muini olmadığına, şuhuda yakın bir yakîn ile tasdik edip îman getirmektir ve bir nevi huzur-u daimî elde etmektir Biz dahi şu Söz'de, o hâlis ve âlî tevhid-i hakikîyi gösterecek şuaları zikredeceğiz
Birinci nükte içinde bir ihtar: Ey esbab-perest gafil! Esbab, bir perdedir Çünki izzet ve âzamet öyle ister Fakat iş gören, Kudret-i Samedâniyedir Çünki tevhid ve celal öyle ister ve istiklali iktiza eder Sultan-ı Ezelî'nin memurları, saltanat-ı rubûbiyetin icraatçıları değillerdir Belki o saltanatın dellâllarıdırlar ve o rubûbiyetin temâşâger nâzırlarıdırlar Ve o memurlar, o vasıtalar; kudretin izzetini, Rubûbiyetin haşmetini izhar içindir Tâ umûr-u hasise ile kudretin mübaşereti görünmesin Acz-âlûd, fakr-pişe olan insanî bir sultan gibi, acz ve ihtiyaç için memurları şerik ittihaz etmiş değildir Demek esbab vaz'edilmiş, tâ aklın nazar-ı zâhirîsine karşı kudretin izzeti muhafaza edilsin Zira âyinenin iki veçhi gibi, herşeyin bir «mülk» ciheti var ki, âyinenin mülevven yüzüne benzer Muhtelif renklere ve hâlâta medâr olabilir Biri «melekût»dur
(Orjinal Sayfa: 306)
ki, âyinenin parlak yüzüne benzer Mülk ve zâhir veçhinde, Kudret-i Samedâniyenin izzetine ve kemâline münafî hâlât vardır Esbab, o hâlâta hem merci, hem medâr olmak için vaz'edilmişler Fakat melekûtiyet ve hakikat cânibinde, herşey şeffaftır, güzeldir Kudretin bizzât mübaşeretine münasibdir, izzetine münâfî değildir Onun için esbab sırf zâhirîdir, melekûtiyette ve hakikatte tesir-i hakikîleri yoktur
Hem esbab-ı zâhiriyenin diğer bir hikmeti şudur ki: Haksız şekvaları ve bâtıl itirazları Âdil-i Mutlak'a tevcih etmemek için, o şekvalara, o itirazlara hedef olacak esbab vaz'edilmiştir Çünki kusur onlardan çıkıyor, onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor Bu sırra bir misâl-i lâtif Sûretinde bir temsil-i mânevî rivayet ediliyor ki: Hazret-i Azrail Aleyhisselâm, Cenâb-ı Hakk'a demiş ki: «Kabz-ı ervah vazifesinde Senin ibâdın benden şekva edecekler, benden küsecekler» Cenâb-ı Hak lisan-ı hikmetle ona demiş ki: «Seninle ibâdımın ortasında, musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım Tâ şekvaları onlara gidip senden küsmesinler» İşte bak, nasıl hastalıklar perdedir; ecelde tevehhüm olunan fenalıklara mercidirler ve kabz-ı ervahta hakikat olarak olan hikmet ve güzellik, Azrail Aleyhisselâm'ın vazifesine mütealliktir Öyle de: Hazret-i Azrail dahi bir perdedir Kabz-ı ervahta zâhiren merhametsiz görünen ve rahmetin Kemâline münasib düşmeyen Bâzı hâlâta merci olmak için, o memuriyete bir nâzır ve Kudret-i İlahiyeye bir perdedir Evet izzet ve âzamet ister ki, esbab perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında Tevhid ve celâl ister ki; esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden
İKİNCİ LEM'A: Bak şu kâinat bostanına, şu zeminin bağına, şu semânın yıldızlarla yaldızlanmış güzel yüzüne dikkat et! Göreceksin ki, bir Sâni'-i Zülcelâl'in, bir Fâtır-ı Zülcemâl'in, o serilmiş ve serpilmiş masnuattan herbir masnu üstünde Hâlık-ı Küll-i Şey'e mahsus bir sikkesi ve herbir mahluku üstünde Sâni'-i Küll-i Şey'e has bir hâtemi ve kalem-i kudretin birer menşûru olan sahâif-i leyl ve nehar, yaz ve baharda yazılan tabakat-ı mevcûdat üstünde taklid kabûl etmez bir turrâ-i garrâsı vardır Şimdi o sikkelerden, o hâtemlerden, o turralardan nümune olarak birkaçını zikredeceğiz Meselâ: Hesabsız sikkelerinden, hayat üzerinde koyduğu çok sikkelerinden şu sikkeye bak ki: «Bir şeyden herşey yapar, hem herşeyden birtek şey yapar» Çünki: Nutfe suyundan ve hem içilen basit bir sudan, hesabsız âza ve cihazât-ı hayvâniyeyi yapar İşte birşeyi
(Orjinal Sayfa: 307)
herşey yapmak elbette bir Kadîr-i Mutlak'ın işidir Hem yenilen hadsiz taamlardan, -o taam ise hayvanî olsun, nebatî olsun- o müteaddid maddeleri, has bir cisme Kemâl-i intizâm ile çeviren ve ondan mahsus bir cild nesceden ve ondan basit cihazları yapan; elbette bir Kadîr-i Küll-i Şey'dir ve Alîm-i Mutlak'tır Evet, Hâlık-ı Mevt ve Hayat, şu destgâh-ı dünyada, hikmetiyle hayatı öyle bir kanun-u emriye-i mu'ciz-nümâ ile idare ediyor ki, o kanunu tatbik ve icra etmek; bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutan bir Zâta mahsustur
İşte eğer aklın sönmemiş ise, kalbin kör olmamış ise anlarsın ki; bir şeyi kemâl-i sühulet ve intizâmla herşey yapan ve herşeyi kemâl-i mizan ve intizâmla san'atkârane birtek şey yapan, herşeyin Sâniine has ve Hâlık-ı Küll-i Şey'e mahsus bir sikkedir Meselâ görsen: Hârika-pişe bir zât, bir dirhem pamuktan yüz top çuha ve ipek veya patiska gibi mütenevvi sâir kumaşları o tek dirhem pamuktan nescetmekle beraber; helva, baklava gibi çok taamları dahi ondan yapıyor Sonra görsen ki o zât, demiri ve taşı, balı ve yağı, suyu ve toprağı avucuna alır, bir güzel altun yapar Elbette kat'iyen hükmedeceksin ki o zât, öyle kendine has bir san'ata mâliktir; bütün anasır-ı arziye, Onun emrine müsahhar ve bütün mevalid-i türabiye, Onun hükmüne bakar Evet hayattaki tecelli-i kudret ve hikmet, bu misâlden bin derece daha acibdir
İşte hayat üstündeki çok sikkelerden birtek sikke
ÜÇÜNCÜ LEM'A: Bak, şu kâinat-ı seyyalede, şu mevcûdât-ı seyyarede cevelan eden zîhayatlara! Göreceksin ki: Bütün zîhayatlardan herbir zîhayat üstünde Hayy-ı Kayyum'un koyduğu çok hâtemleri vardır O hâtemlerden bir hâtemi şudur ki: O zîhayat, meselâ şu insan, âdeta kâinatın bir misâl-i Mûsaggarı, şecere-i hilkatin bir semeresi ve şu âlemin bir çekirdeği gibi ki, envâ'-ı âlemin ekser nümunelerini câmi'dir Güya o zîhayat bütün kâinattan gâyet hassas mîzanlarla süzülmüş bir katredir Demek, şu zîhayatı halketmek ve ona Rab olmak, bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutmak lâzımgelir
İşte, eğer aklın evhamda boğulmamış ise anlarsın ki: Bir kelime-i kudreti, meselâ «bal arısını» ekser eşyaya bir nevi küçük fihriste yapmak ve bir sahifede meselâ «insanda» şu kitab-ı kâinatın ekser mes'elelerini yazmak, hem bir noktada meselâ küçücük «incir çekirdeğinde» koca incir ağacının proğramını dercetmek ve bir harf-
(Orjinal Sayfa: 308)
de meselâ «Kalb-i beşerde» şu âlem-i kebirin safahatında tecelli ve ihâta eden bütün Esmânın âsârını göstermek ve bir mercimek tanesi kadar mevki tutan «Kuvve-i hâfıza-i insâniyede» bir kütübhane kadar yazı yazdırmak ve bütün hâdisat-ı kevniyenin mufassal fihristesini o kuvvecikte dercetmek, elbette ve elbette Hâlık-ı Küll-i Şey'e has ve bu kâinatın Rabb-i Zülcelâl'ine mahsus bir hâtemdir
İşte zîhayat üstünde olan pek çok hâtem-i Rabbanîden birtek hâtem, böyle nurunu gösterse ve onun âyâtını şöyle okuttursa, acaba birden bütün o hâtemlere bakabilsen, görebilsen: سُبْحَانَمَنِاخْتَفَىبِشِدَّةِالظُّهُورِ demeyecek misin?
DÖRDÜNCÜ LEM'A: Bak, şu semâvatın denizinde yüzen ve şu zeminin yüzünde serpilen rengârenk mevcûdâta ve çeşit çeşit masnuata dikkat et! Göreceksin ki; herbiri üstünde Şems-i Ezelî'nin taklid kabûl etmez turraları vardır Nasıl hayatta sikkeleri, zîhayatta hâtemleri görünüyor ve bir-ikisini gördük İhya üstünde dahi öyle turraları vardır Temsil, derin mânâları fehme yakınlaştırdığından bir temsil ile şu hakikatı göstereceğiz
Meselâ, Güneş Seyyarelerden tut tâ katrelere kadar, tâ camın küçük parçalarına kadar ve kar'ın parlak zerreciklerine kadar şu Güneş'in misâliyesinden ve in'ikâsından bir turrası, Güneş'e mahsus bir eser-i nurânisi görünüyor Şayet o hadsiz şeylerde görünen güneşçiklerini, Güneş'in cilve-i in'ikâsı ve tecelli-i aksi olduğunu kabûl etmezsen, o vakit herbir katrede ve ziyaya maruz herbir cam parçasında ve ışığa mukabil her şeffaf bir zerrecikte; tabiî, hakikî bir Güneş'in vücudunu bil'asâle kabûl etmek gibi gâyet derece bir dîvanelikle, nihayetsiz bir belâhete düşmekliğin lâzım gelir Öyle de: Şems-i Ezelî'nin tecelliyat-ı nuraniyesinden «İhya» yâni «Hayat vermek» cihetinde, herbir zîhayat üstünde öyle bir turrası vardır ki; faraza bütün esbab toplansa ve birer fâil-i muhtar kesilseler, yine o turrayı taklid edemezler Zira herbiri birer Mu'cize-i Kudret olan zîhayatlar, herbiri o Şems-i Ezelî'nin şuaları hükmünde olan Esmâsının nokta-i mihrakıyesi Sûretindedir Eğer zîhayat üstünde görünen o nakş-ı acib-i san'atı, o nazm-ı garib-i hikmeti ve o tecelli-i sırr-ı ehadiyeti, Zât-ı Ehad-i Samed'e verilmediği vakit; herbir zîhayatta, hattâ bir sinekte, bir çiçekte nihayetsiz bir kudret-i fâtıra içinde saklandığını ve herşeyi muhit bir ilim bulunduğunu
(Orjinal Sayfa: 309)
ve kâinatı idare edecek bir İrade-i mutlaka onda mevcûd olduğunu, belki Vâcib-ül Vücud'a mahsus bâki sıfatları dahi onların içinde bulunduğunu kabûl etmek, âdeta o çiçeğin, o sineğin herbir zerresine bir Ulûhiyet vermek gibi dalaletin en eblehçesine, hurafatın en ahmakçasına bir derekesine düşmek lâzım gelir Zira o şeyin zerrelerine, hususan tohum olsalar, öyle bir vaziyet verilmiş ki; o zerre, cüz'ü olduğu zîhayata bakar, onun nizâmına göre vaziyet alır Belki o zîhayatın bütün nev'ine bakar gibi, o nev'in devamına yarayacak her yerde zer'etmek ve nev'inin bayrağını dikmek için kanatçıklarla kanatlanmak gibi bir keyfiyet alır Belki o zîhayat alâkadar ve muhtaç olduğu bütün mevcûdata karşı muamelâtını ve münasebat-ı rızkıyesini devam ettirecek bir vaziyet tutuyor
İşte eğer o zerre, bir Kadîr-i Mutlak'ın memuru olmazsa ve nisbeti o Kadîr-i Mutlak'tan kesilse; o vakit o zerreye, herşeyi görür bir göz, herşeye muhit bir şuur vermek lâzımdır
Elhasıl: Nasıl şu katrelerde ve camın zerreciklerinde olan güneşçikler ve çeşit çeşit renkler, Güneş'in cilve-i aksine ve in'ikâsının tecellisine verilmezse, birtek Güneş'e mukabil nihayetsiz güneşleri kabûl etmek lâzım gelir Muhal ender muhal bir hurâfeyi kabûl etmek iktiza eder Aynen bunun gibi, eğer herşey Kadîr-i Mutlak'a verilmezse, birtek Allah'a mukabil nihayetsiz belki zerrat-ı kâinat adedince ilâhları kabûl etmek gibi, yüz derece muhal içindeki bir muhali mevcûd kabûl etmek gibi bir divanelik hezeyanına düşmek lâzım gelir
Elhasıl: Herbir zerreden üç pencere, Şems-i Ezelî'nin nur-u Vahdâniyetine ve Vücub-u Vücuduna açılır
Birinci Pencere: Herbir zerre; bir nefer gibi askerî dairelerinin herbirinde, yâni takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında, ordusunda herbirisinde bir nisbeti, o nisbete göre bir vazifesi ve o vazifeye göre nizâmı dairesinde bir hareketi olduğu gibi
Hem meselâ: Senin gözbebeğindeki o câmid zerrecik dahi, senin gözünde, başında, vücudunda ve kuvve-i müvellide, kuvve-i câzibe, kuvve-i dâfia, kuvve-i Mûsavvire gibi deveran-ı deme ve his ve harekeye hizmet eden evride ve şerâyin ve sâir âsâblarda, hem senin nev'inde, ilâ âhir birer nisbeti, birer vazifesi bulunduğunu, bilbedâhe bir Kadîr-i Ezelî'nin eser-i sun'u ve memur-u muvazzafı ve taht-ı tedbirinde olduğunu, kör olmayan göze gösterir
(Orjinal Sayfa: 310)
İkinci Pencere: Havadaki herbir zerre, herbir çiçeği, herbir meyveyi ziyaret edebilir Hem her çiçeğe, her meyveye girer işleyebilir Eğer herşeyi görür ve bilir bir Kadîr-i Mutlak'ın memur-u müsahharı olmasa, o serseri zerre, bütün meyvelerin, çiçeklerin cihazatını ve yapılmasını ve ayrı ayrı san'atlarını ve onlara giydirilen Sûretlerin terziliğini ve hıyatat-ı kâmile-i muhita-i san'atını bilmek lâzım gelir İşte şu zerre, bir güneş gibi bir nur-u tevhidin şuaını gösteriyor Ziyâyı, havaya; mâi, türâba kıyas et
Zâten eşyanın asıl menşe'leri, şu dört maddedir: Yeni hikmetle müvellid-ül ma, müvellid-ül humuza, karbon, azottur ki, bu anasır evvelki unsurların eczalarıdır
Üçüncü Pencere: Zerrelerden mürekkeb bir parça toprak, herbir çiçekli ve meyveli nebâtatın neşv ü nemasına menşe olabilir bir kâseyi o zerreciklerden doldursan, bütün dünyadaki her nevi çiçek ve meyveli nebâtatın tohumcukları ki, o tohumcuklar hayvanatın nutfeleri gibi ayrı ayrı şeyler değil, nutfeler bir su olduğu gibi, o tohumlar da karbon, azot, müvellid-ül mâ, müvellid-ül humuzadan mürekkeb, mahiyetçe birbirinin misli, keyfiyetçe birbirinden ayrı, yalnız kader kalemiyle sırf mânevî olarak aslının proğramı tevdi edilmiş İşte o tohumları nöbetle o kaseye koysak, herbiri hârika cihazatıyla, eşkâl ve vaziyetiyle zuhur edeceğini, vuku bulmuş gibi inanırsın Eğer o zerreler herbir şeyin herbir hal ve vaziyetini bilen ve herşeye (ona) lâyık vücudu ve vücudun levazımatını vermeye kadir ve kudretine nisbeten herşey kemâl-i sühuletle müsahhar olan bir zâtın memuru ve emirber bir vazifedârı olmazlarsa, o toprağın herbir zerresinde, ya bütün çiçekli ve meyvedârların adedince mânevî fabrikalar ve matbaalar içinde bulunması lâzım gelir ki, o cihazatları ve eşkalleri birbirinden uzak ve birbirinden ayrı mevcûdât-ı muhtelifeye menşe' olabilsin Veya bütün o mevcûdâta muhit bir ilim ve bütün onların teşkilâtına muktedir olacak bir kudret vermek lâzımdır Tâ bütün onların teşkilatına medâr olsun Demek Cenâb-ı Hak'tan nisbet kesilse, toprağın zerrâtı adedince ilahlar kabûl edilmesi lâzım gelir Bu ise bin defa muhal içinde muhal bir hurâfedir Fakat memur oldukları vakit çok kolaydır Nasıl bir sultan-ı azîmin bir âdi neferi, o padişahın namıyla ve onun kuvvetiyle bir memleketi hicret ettirebilir, iki denizi birleştirebilir, bir şâhı esir edebilir Öyle de; Ezel ve Ebed Sultanı'nın emriyle, bir sinek bir Nemrud'u yere serer, bir karınca bir Firavun'un sarayını harab eder,
(Orjinal Sayfa: 311)
yere atar Bir incir çekirdeği, bir incir ağacını yüklenir
Hem herbir zerrede, vücub ve vahdet-i Sâni'a iki şahid-i sadık daha var Birisi; herbir zerre, acz-i mutlakıyla beraber pek büyük ve pek mütenevvi vazifeleri kaldırıyor ve cümûdiyeti ile beraber bir şuur-u küllî gösteren intizâmperverane nizâm-ı umumîye tevfik-i hareket eder Demek herbir zerre, lisan-ı acziyle Kadîr-i Mutlak'ın vücub-u vücuduna ve nizâm-ı âlemi gözetmesiyle vahdetine şehadet eder

Evet herbir zîhayatta; biri Ehadiyet sikkesi, diğeri Samediyet turrası bulunuyor Zira bir zîhayat ekser kâinatta cilveleri görünen Esmâyı birden kendi âyinesinde gösteriyor Âdeta bir nokta-i mihrâkıye hükmünde, Hayy-ı Kayyum'un tecelli-i ism-i âzamını gösteriyor İşte Ehadiyet-i Zâtiyeyi, Muhyî perdesi altında bir nevi gölgesini gösterdiğinden, bir sikke-i ehadiyeti taşıyor Hem o zîhayat, bu kâinatın bir misâl-i Mûsaggarı ve şecere-i hilkatın bir meyvesi hükmünde olduğu için, kâinat kadar ihtiyacatını birden kolaylıkla küçücük daire-i hayatına yetiştirmek, Samediyet turrasını gösteriyor Yâni o hal gösteriyor ki, onun öyle bir Rabbi var ki; ona, herşeye bedel bir teveccühü var ve bütün eşyanın yerini tutar bir nazarı var Bütün eşya, Onun bir teveccühünün yerini tutamaz

Hem o hal gösteriyor ki: Onun o Rabbi, hiçbir şeye muhtaç olmadığı gibi, hazinesinden hiçbir şey eksilmez ve kudretine de hiç bir şey ağır gelmez İşte Samediyetin gölgesini gösteren bir nevi turrası
Demek herbir zîhayatta; bir Sikke-i Ehadiyet, bir Turra-i Samediyet vardır Evet herbir zîhayat, hayat lisanıyla قُلْ هُوَ اللَّهُ اَحَدٌ اَللَّهُ الصَّمَدُ okuyor Bu iki sikkeden başka, birkaç pencere-i mühimme de var
(Orjinal Sayfa: 312)
Başka bir yerde tafsil edildiği için burada ihtisar edildi
Mâdem şu kâinatın herbir zerresi böyle üç pencereyi ve iki deliği ve hayat dahi iki kapıyı birden Vâcib-ül Vücud'un vahdâniyetine açıyor, zerreden tâ Şemse kadar tabakat-ı mevcûdât, Zât-ı Zülcelâl'in envar-ı mârifetini ne Sûretle neşrettiğini kıyas edebilirsin
İşte mârifetullahta terakkiyat-ı mâneviyyenin derecatını ve huzurun merâtibini bundan anla ve kıyas et
BEŞİNCİ LEM'A: Nasılki bir kitab eğer yazma ve mektub olsa, onun yazmasına bir kalem kâfidir Eğer basma ve matbu olsa, o kitabın hurufatı adedince kalemler, yâni demir harfler lâzımdır Tâ o kitab tab'edilip vücud bulsun Eğer o kitabın Bâzı harflerinde gâyet ince bir hat ile o kitabın ekseri yazılmış ise -Sûre-i Yâsin, lâfz-ı Yâsin'de yazıldığı gibi- o vakit bütün o demir harflerin küçücükleri, o tek harfe lâzım, tâ tab'edilsin Aynen öyle de: Şu kitab-ı kâinatı, kalem-i kudret-i Samedâniyenin yazması ve Zât-ı Ehadiyet'in mektubu desen, vücub derecesinde bir sühulet ve lüzum derecesinde bir mâkuliyet yoluna gidersin
Eğer tabiata ve esbaba isnad etsen, imtina derecesinde suûbetli ve muhal derecesinde müşkilâtlı ve hiçbir vehim kabûl etmeyen hurafatlı şöyle bir yola gidersin ki; tabiat için herbir cüz' toprakta, herbir katre suda, herbir parça havada, milyarlarca mâdenî matbaalar ve hadsiz mânevî fabrikalar bulunması lâzım Tâ ki, hesabsız çiçekli, meyveli masnuatın teşekkülâtına mazhar olabilsin Yahut herşeye muhit bir ilim, herşeye muktedir bir kuvvet, onlarda kabûl etmek lâzım gelir Tâ şu masnuata hakikî masdar olabilsin Çünki toprağın ve suyun ve havanın herbir cüz'ü, ekser nebâtata menşe olabilir Halbuki herbir nebat -meyveli olsa, çiçekli olsa- teşekkülâtı o kadar muntâzamdır, o kadar mevzundur, o kadar birbirinden mümtazdır, o kadar keyfiyetçe birbirinden ayrıdır ki; herbirisine, yalnız ona mahsus birer ayrı mânevî fabrika veya ayrı birer matbaa lâzımdır Demek tabiat, mistarlıktan masdarlığa çıksa; herbir şeyde bütün şeylerin makinelerini bulundurmağa mecburdur İşte bu tabiatperestlik fikrinin esâsı, öyle bir hurafâttır ki, hurafeciler dahi ondan utanıyorlar Kendini âkıl zanneden ehl-i dalâletin, nasıl nihayetsiz hezeyanlı bir akılsızlık iltizâm ettiklerini gör, ibret al!
(Orjinal Sayfa: 313)
Elhasıl: Nasıl bir kitabın herbir harfi, kendi nefsini bir harf kadar gösterip ve kendi vücuduna tek bir Sûretle delâlet ediyor ve kendi kâtibini on kelime ile târif eder ve çok cihetlerle gösterir Meselâ: «Benim kâtibimin hüsn-ü hattı var: Kalemi kırmızıdır, şöyledir böyledir» der Aynen öyle de: Şu kitab-ı kebir-i âlemin herbir harfi, kendine cirmi kadar delâlet eder ve kendi Sûreti kadar gösterir Fakat Nakkaş-ı Ezelî'nin esmâsını, bir kaside kadar târif eder ve keyfiyetleri adedince işaret parmaklarıyla o esmâyı gösterir, müsemmasına şehadet eder Demek hem kendini, hem bütün kâinatı inkâr eden safsatacı gibi bir ahmak, yine Sâni'-i Zülcelâl'in inkârına gitmemek gerektir!
ALTINCI LEM'A: Hâlık-ı Zülcelâl'in nasılki mahlukatının her bir ferdinin başında ve masnuatının herbir cüz'ünün cebhesinde, ehadiyetinin sikkesini koymuştur (Nasılki geçmiş lem'alarda bir kısmını gördün) Öyle de; herbir nev'in üstünde çok Sikke-i Ehadiyet, herbir küll üstünde müteaddid Hâtem-i Vâhidiyet, tâ mecmu-u âlem üstünde mütenevvi turra-i vahdet, gâyet parlak bir Sûrette koymuştur İşte pek çok sikkelerden ve hâtemlerden ve turralardan, sath-ı Arz sahifesinde bahar mevsiminde vaz'edilen bir sikke, bir hâtemi göstereceğiz Şöyle ki:
Nakkaş-ı Ezelî, zeminin yüzünde yaz, bahar zamanında en az üçyüzbin nebâtat ve hayvanatın enva'ını, nihayetsiz ihtilat, karışıklık içinde nihayet derecede imtiyaz ve teşhis ile ve gâyet derecede intizâm ve tefrik ile haşir ve neşretmesi, bahar gibi zâhir ve bâhir parlak bir sikke-i tevhiddir Evet bahar mevsiminde ölmüş arzın ihyası içinde, üçyüzbin haşrin nümunelerini Kemâl-i intizâm ile îcad etmek ve Arzın sahifesinde birbiri içinde üçyüzbin muhtelif enva'ın efradını hatâsız ve sehivsiz, galatsız, noksansız, gâyet mevzun, manzum, gâyet muntâzam ve mükemmel bir Sûrette yazmak, elbette nihayetsiz bir kudrete ve muhit bir ilme ve kâinatı idare edecek bir iradeye mâlik bir Zât-ı Zülcelâl'in, bir Kadîr-i ZülKemâl'in ve bir Hakîm-i Zülcemâl'in sikke-i mahsusası olduğunu zerre miktar şuuru bulunanın derketmesi lâzımgelir Kur'an-ı Hakîm ferman ediyor ki:

(Orjinal Sayfa: 314)
Evet zeminin diriltilmesinde, üçyüz bin haşrin nümunelerini, birkaç gün zarfında yapan, gösteren Kudret-i Fâtıraya; elbette insanın haşri ona göre kolay gelir Meselâ: Gelincik Dağı'nı ve Sübhan Dağı'nı bir işaretle kaldıran bir Zât-ı Mu'ciznümâya, «Şu dereden, yolumuzu kapayan şu koca taşı kaldırabilir misin?» denilir mi? Öyle de: Gök ve dağ ve yeri altı günde îcad eden ve onları vakit-bevakit doldurup boşaltan bir Kadîr-i Hakîm'e, bir Kerîm-i Rahîm'e: «Ebed tarafından ihzâr edilip serilmiş, kendi ziyafetine gidecek yolumuzu seddeden şu toprak tabakasını üstümüzden kaldırabilir misin? Yeri düzeltip bizi ondan geçirebilir misin?» İstib'âd Sûretinde söylenir mi?
Şu zeminin yüzünde yaz zamanında bir sikke-i tevhidi gördün Şimdi bak! Gâyet basîrane ve hakîmane zeminin yüzündeki şu tasarrufat-ı azîme-i bahariye üstünde, bir hâtem-i Vâhidiyet gâyet âşikâre görünüyor Çünki şu icraat, bir vüs'at-i mutlaka içinde ve o vüs'atle beraber bir sür'at-i mutlaka ile ve o sür'at ile beraber bir sehavet-i mutlaka içinde görünen intizâm-ı mutlak ve kemâl-i hüsn-ü san'at ve mükemmeliyyet-i hilkat; öyle bir hâtemdir ki, gayr-ı mütenahî bir ilim ve nihayetsiz bir kudret sahibi ona sahib olabilir Evet görüyoruz ki; bütün yeryüzünde bir vüs'at-i mutlaka içinde bir îcad, bir tasarruf, bir faaliyet var Hem o vüs'at içinde, bir sür'at-i mutlaka ile işleniyor Hem o sür'at ve vüs'atle beraber teksir-i efrâdda bir sehavet-i mutlaka görünüyor Hem o sehavet ve vüs'at ve sür'atle beraber bir sühulet-i mutlaka görünüyor Hem o sehavet ve sühulet ve sür'at ve vüs'atle beraber; herbir nevide, herbir ferdde görünen bir intizâm-ı mutlak ve gâyet mümtaz bir hüsn-ü san'at ve nihayet ihtilat içinde bir imtiyaz-ı etem ve gâyet mebzuliyet içinde gâyet kıymetdar eserler ve gâyet geniş daire içinde tam bir muvafakat ve gâyet sühulet içinde gâyet san'atkârane bediaları icad etmek, bir anda, her yerde, bir tarzda, her ferdde bir san'at-ı hârika, bir faaliyet-i mu'ciz-nümâ göstermek; elbette ve elbette öyle bir zâtın hâtemidir ki, hiçbir yerde olmadığı halde, heryerde hâzır, nâzırdır Hiç bir şey ondan gizlenmediği gibi, hiçbir şey Ona ağır gelmez Zerrelerle yıldızlar, Onun kudretine nisbeten müsavidirler
Meselâ: O Rahîm-i Zülcemâl'in bağistan-ı kereminden, mu'cizâtının salkımlarından bir tanecik hükmünde gördüğüm iki parmak kalınlığında bir üzüm asmasına asılmış olan salkımları saydım: Yüz
(Orjinal Sayfa: 315)
ellibeş çıktı Bir salkımın tanesini saydım: Yüzyirmi kadar oldu Düşündüm, dedim: «Eğer bu asma çubuğu, ballı su musluğu olsa, daim su verse, şu hararete karşı o yüzer rahmetin şurub tulumbacıklarını emziren salkımlara ancak kifayet edecek Halbuki, bâzan az bir rutubet ancak eline geçer İşte bu işi yapan, herşeye kadir olmak lâzımgelir سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ فِى صُنْعِهِ الْعُقُولُ
YEDİNCİ LEM'A: Bak, nasıl sahife-i Arz üstünde Zât-ı Ehad-i Samed'in hâtemlerini az dikkatle görebilirsin Başını kaldır, gözünü aç, şu kâinat kitab-ı kebîrine bir bak; göreceksin ki: O kâinatın heyet-i mecmuası üstünde, büyüklüğü nisbetinde bir vuzuh ile Hâtem-i Vahdet okunuyor Çünki şu mevcûdât bir fabrikanın, bir kasrın, bir muntâzam şehrin eczaları ve efradları gibi bel-bele verip, birbirine karşı muavenet elini uzatıp, birbirinin suâl-i hâcetine «Lebbeyk! Baş üstüne» derler Elele verip, bir intizâm ile çalışırlar Başbaşa verip, zevilhayata hizmet ederler Omuz-omuza verip, bir gayeye müteveccihen bir Müdebbir-i Hakîm'e itaat ederler Evet Güneş ve Ay'dan, gece ve gündüzden, kış ve yazdan tut, tâ nebatâtın, muhtaç ve aç hayvanların imdadına gelmelerinde ve hayvanların zaîf, şerîf insanların imdadına koşmalarında, hattâ mevadd-ı gıdâiyenin lâtif, nahîf yavruların ve meyvelerin imdadına uçmalarında, tâ zerrat-ı taamiyenin hüceyrat-ı beden imdadına geçmelerinde câri olan bir düstur-u teavünle hareketleri, bütün bütün kör olmayana gösteriyorlar ki; gâyet kerim birtek Mürebbî'nin kuvvetiyle, gâyet hakîm birtek Müdebbir'in emriyle hareket ediyorlar
İşte şu kâinat içinde câri olan bu tesanüd, bu teâvün, bu tecâvüb, bu teânuk, bu müsahhariyyet, bu intizâm, birtek Müdebbir'in tertibiyle idare edildiklerine ve birtek Mürebbi'nin tedbiriyle sevk edildiklerine kat'iyen şehadet etmekle beraber; şu bilbedâhe san'at-ı eşyada görünen hikmet-i âmme içindeki inâyet-i tâmme ve o inâyet içinde parlayan rahmet-i vasia ve o rahmet üstünde serilen ve rızka muhtaç herbir zîhayata onun hacetine lâyık bir tarzda iâşe etmek için serpilen erzak ve iaşe-i umumî, öyle parlak bir Hâtem-i Tevhiddir ki, bütün bütün aklı sönmeyen anlar ve bütün bütün kör olmayan görür Evet, kasd ve şuur ve iradeyi gösteren bir perde-i hikmet, umum kâinatı kaplamış ve o perde-i hikmet üstünde lütuf ve tezyin ve tahsin ve ihsanı gösteren bir perde-i inâyet seril-
(Orjinal Sayfa: 316)
miştir ve o müzeyyen perde-i inâyet üstünde kendini sevdirmek ve tanıttırmak, in'am ve ikram etmek lem'alarını gösteren bir hulle-i rahmet, kâinatı içine almıştır ve o münevver perde-i rahmet-i âmme üstüne serilen ve terahhumu ve ihsan ve ikramı ve kemâl-i şefkat ve hüsn-ü terbiyeyi ve lütf-u rubûbiyeti gösteren bir sofra-i erzak-ı umumiye dizilmiştir
Evet şu mevcûdât, zerrelerden güneşlere kadar; ferdler olsun neviler olsun, küçük olsun büyük olsun, semerat ve gayâtla ve faideler ve maslahatlarla münakkaş bir kumaş-ı hikmetten muhteşem bir gömlek giydirilmiş ve o hikmet-nümâ Sûret gömleği üstünde lütuf ve ihsan çiçekleriyle müzeyyen bir hulle-i inâyet her şeyin kametine göre biçilmiş ve o müzeyyen hulle-i inâyet üzerine tahabbüb ve ikram ve tahannün ve in'am lem'alarıyla münevver, rahmet nişanları takılmış ve o münevver ve murassa nişanları ihsan etmekle beraber, zeminin yüzünde bütün zevilhayatın taifelerine kâfi, bütün hacetlerine vâfi bir sofra-i rızk-ı umumî kurulmuştur İşte şu iş, Güneş gibi âşikâre, nihayetsiz Hakîm, Kerim, Rahîm, Rezzak bir Zât-ı Zülcemâl'e işaret edip gösteriyor
Öyle mi? Herşey rızka muhtaç mıdır?
Evet, bir ferd rızka ve devam-ı hayata muhtaç olduğu gibi, görüyoruz ki: Bütün mevcûdât-ı âlem, bâhusus zîhayat olsa, küllî olsun cüz'î olsun, küll olsun cüz' olsun; vücudunda, bekasında, hayatında ve idame-i hayatta maddeten ve mânen çok metâlibi var, çok levâzımâtı var İftikaratı ve ihtiyacatı öyle şeylere var ki, en ednasına o şeyin eli yetişmediği, en küçük matlubuna o şeyin kuvveti kâfi gelmediği bir halde, görüyoruz ki: Bütün metâlibi ve erzâk-ı maddiye ve mâneviyesi مِنْحَيْثُلاَيَحْتَسِبُ ummadığı yerlerden kemâl-i intizâmla ve vakt-i münâsibde ve lâyık bir tarzda kemâl-i hikmetle ellerine veriliyor

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı

Eski 03-29-2009   #28
meLankoLik_asaLet
Varsayılan

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı



Yirmiüçüncü Söz
[Şu sözün iki mebhası vardır]

لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ اِلاَّ الَّذِينَ اَمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
Birinci Mebhas
İmanın binler mehâsininden yalnız beşini "BEŞ NOKTA" içinde Beyân ederiz
BİRİNCİ NOKTA: İnsan, nur-u îmân ile a'lâ-yı illiyyîne çıkar; Cennet'e lâyık bir kıymet alır Ve zulmet-i küfür ile, esfel-i sâfilîne düşer; Cehennem'e ehil (olacak) bir vaziyete girer Çünki îmân, insanı Sâni'-i Zülcelâl'ine nisbet ediyor; îman, bir intisabdır Öyle ise însan, îmân ile insanda tezahür eden san'at-ı İlahiye ve nukuş-u Esmâ-i Rabbâniye îtibariyle bir kıymet alır Küfür, o nisbeti kat'eder O kat'dan san'at-ı Rabbâniye gizlenir Kıymeti dahi yalnız
(Orjinal Sayfa:325)
madde îtibariyle olur Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayât-ı hayvânî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir
Bu sırrı bir temsil ile Beyân edeceğiz Meselâ: İnsanların san'atları içinde nasılki maddenin kıymeti ile san'atın kıymeti ayrı ayrıdır Bâzan müsavi, bâzan madde daha kıymettar, bâzan oluyor ki; beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san'at bulunuyor Belki bâzan, antika olan bir san'at, bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor İşte öyle antika bir san'at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pişe ve pek eski hünerver san'atkârına nisbet ederek o san'atkârı yâd etmekle ve o san'atla teşhir edilse, bir milyon fiatla satılır Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir
İşte insan, Cenâb-ı Hakk'ın böyle antika bir san'atıdır ve en nazik ve nâzenin bir mu'cize-i kudretidir ki; insanı, bütün Esmâsının cilvesine mazhar ve nakışlarına medâr ve kâinata bir misâl-i Mûsaggar Sûretinde yaratmıştır
Eğer nur-u îmân, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar, o ışıkla okunur O mü'min, şuur ile okur ve o intisabla okutur Yâni: «Sâni'-i Zülcelâl'in masnuuyum, mahlukuyum, rahmet ve keremine mazharım» gibi mânâlarla İnsandaki san'at-ı Rabbâniye tezahür eder Demek Sâniine intisabdan ibaret olan îman; insandaki bütün âsâr-ı san'atı izhar eder İnsanın kıymeti, o san'at-ı Rabbâniyeye göre olur ve âyine-i Samedâniye itibariyledir O halde şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlukat üstünde bir muhatâb-ı İlâhî ve Cennet'e lâyık bir misafir-i Rabbanî olur
Eğer kat'-ı intisabdan ibaret olan küfür, insanın içine girse; o vakit bütün o mânidar nukuş-u Esmâ-i İlâhiye karanlığa düşer, okunmaz Zira Sâni' unutulsa, Sânia müteveccih mânevî cihetler de anlaşılmaz Âdeta baş aşağı düşer O mânidar âlî san'atların ve mânevî âlî nakışların çoğu gizlenir Bâki kalan ve göz ile görülen bir kısmı ise; süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder Herbiri birer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvaniyeye bakar Maddenin gayesi ve meyvesi ise; -dediğimiz gibi- kısacık bir ömürde hayvanatın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde yalnız cüz'î bir hayat geçirmektir Sonra tefessüh eder gider İşte küfür, böyle mahiyet-i insâniyeyi yıkar, elmastan kömüre kalbeder
(Orjinal Sayfa:326)
İKİNCİ NOKTA: İman nasılki bir nurdur, insanı ışıklandırıyor, üstünde yazılan bütün mektûbât-ı Samedâniyeyi okutturuyor Öyle de, kâinatı dahi ışıklandırıyor Zaman-ı mâzi ve müstakbeli, zulümattan kurtarıyor Şu sırrı, bir vâkıada اَللَّهُ وَلِىُّ الَّذِينَ اَمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ âyet-i kerîmesinin bir sırrına dair gördüğüm bir temsil ile Beyân ederiz Şöyle ki:
Bir vakıa-i hayâliyede gördüm ki: İki yüksek dağ var birbirine mukabil Üstünde dehşetli bir köprü kurulmuş Köprünün altında pek derin bir dere Ben o köprünün üstünde bulunuyorum Dünyayı da, her tarafı karanlık, kesif bir zulümat istilâ etmişti Ben sağ tarafıma baktım; nihayetsiz bir zulümat içinde bir mezar-ı ekber gördüm, yâni tahayyül ettim Sol tarafıma baktım; müdhiş zulümat dalgaları içinde azîm fırtınalar, dağdağalar, dâhiyeler hâzırlandığını görüyor gibi oldum Köprünün altına baktım; gâyet derin bir uçurum görüyorum zannettim Bu müdhiş zulümata karşı sönük bir cep fenerim vardı Onu istimâl ettim, yarım yamalak ışığıyla baktım Pek müdhiş bir vaziyet bana göründü Hattâ önümdeki köprünün başında ve etrafında öyle müdhiş ejderhalar, arslanlar, canavarlar göründü ki; keşke bu cep fenerim olmasa idi, bu dehşetleri görmese idim, dedim O feneri hangi tarafa çevirdim ise, öyle dehşetler aldım «Eyvâh! Şu fener, başıma belâdır» dedim Ondan kızdım; o cep fenerini yere çarptım, kırdım Güya onun kırılması, dünyayı ışıklandıran büyük elektrik lâmbasının düğmesine dokundum gibi birden o zulümat boşandı Her taraf o lâmbanın nuru ile doldu Herşeyin hakikatını gösterdi Baktım ki: O gördüğüm köprü, gâyet muntâzam yerde, ova içinde bir caddedir Ve sağ tarafımda gördüğüm mezar-ı ekber; baştan başa güzel, yeşil bahçelerle nuranî insanların taht-ı riyâ setinde ibâdet ve hizmet ve sohbet ve zikir meclisleri olduğunu farkettim Ve sol tarafımda, fırtınalı, dağdağalı zannettiğim uçurumlar, şâhikalar ise; süslü, sevimli cazibedâr olan dağların arkalarında azîm bir ziyafetgâh, güzel bir seyrangâh, yüksek bir nüzhetgâh bulunduğunu hayal meyal gördüm Ve o müdhiş canavarlar, ejderhalar zannettiğim mahlûklar ise, mûnis deve, öküz, koyun, keçi gibi
(Orjinal Sayfa:327)
hayvanat-ı ehliye olduğunu gördüm اَلْحَمْدُلِلَّهِ عَلَنُورْالاٍيمَنَ diyerek اَللَّهُ وَلِىُّ الَّذِينَ اَمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ âyet-i kerimesini okudum, o vâkıadan ayıldım
İşte o iki dağ; mebde-i hayat, âhir-i hayat yâni âlem-i arz ve âlem-i berzahtır O köprü ise, hayat yoludur O sağ taraf ise, geçmiş zamandır Sol taraf ise, istikbaldir O cep feneri ise, hodbin ve bildiğine îtimad eden ve vahy-i semâvîyi dinlemeyen enaniyet-i insâniyedir O canavarlar zannolunan şeyler ise âlemin hâdisatı ve acib mahlûkatıdır
İşte enaniyetine îtimad eden, zulümat-ı gaflete düşen, dalâlet karanlığına mübtelâ olan adam; o vâkıada evvelki halime benzer ki: O cep feneri hükmünde nâkıs ve dalalet-âlûd mâlûmât ile zaman-ı mâziyi, bir mezar-ı ekber Sûretinde ve adem-âlûd bir zulümat içinde görüyor İstikbali, gâyet fırtınalı ve tesadüfe bağlı bir vahşetgâh gösterir Hem herbirisi, bir Hakîm-i Rahîm'in birer memur-u müsahharı olan hâdisat ve mevcûdatı, muzır birer canavar hükmünde bildirir وَالَّذِينَ كَفَرُوآ اَوْلِيَآؤُهُمُ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ اِلَى الظُّلُمَاتِ hükmüne mazhar eder Eğer hidâyet-i İlahiye yetişse, îman kalbine girse, nefsin firavuniyeti kırılsa, Kitabullah'ı dinlese, o vâkıâda ikinci halime benzeyecek O vakit birden kâinat bir gündüz rengini alır, nur-u İlâhî ile dolar Âlem اَللَّهُ نُورُ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetini okur O vakit zaman-ı mâzi, bir mezar-ı ekber değil, belki herbir asrı bir nebinin veya evliyanın taht-ı riyâ setinde vazife-i ubûdiyeti îfâ eden ervah-ı sâfiye Cemâatlarının vazife-i hayatlarını bitirmekle «Allahu Ekber» diyerek makamat-ı âliyeye uçmalarını ve müstakbel tarafına geçmelerini kalb gözü ile görür Sol tarafına bakar ki; dağlar-misâl bâzı inkılâbat-ı berzahiye ve uhreviye arkalarında Cennet'in bağlarındaki saadet saraylarında kurulmuş bir ziyafet-i Rahmâniyeyi o nûr-u imân ile uzaktan uzağa fark eder Ve fırtına ve zelzele, tâun gibi hâdiseleri, birer müsahhar memur bilir Bahar fırtınası ve yağmur gibi hâdisatı; Sûreten hâşin, mânen çok lâtif hikmetlere medâr görüyor Hattâ mevti, hayât-ı ebediyenin
(Orjinal Sayfa:328)
mukaddemesi ve kabri, saadet-i ebediyenin kapısı görüyor Daha sâir cihetleri sen kıyas eyle Hakikatı temsile tatbik et
ÜÇÜNCÜ NOKTA: İman hem nurdur, hem kuvvettir Evet hakikî îmânı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve îmânın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir «Tevekkeltü alallah» der, sefine-i hayatta Kemâl-i emniyetle hâdisâtın dağlarvârî dalgaları içinde seyran eder Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlak'ın yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder Sonra saadet-i ebediyeye girmek için Cennet'e uçabilir Yoksa tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları uçmasına değil, belki esfel-i sâfilîne çeker Demek îmân tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder Fakat yanlış anlama Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek
değildir Belki esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-i fiilî telâkki ederek; müsebbebatı yalnız Cenâb-ı Hak'tan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibarettir
Tevekkül eden ve etmeyenin misâlleri, şu hikâyeye benzer:
Vaktiyle iki adam hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir sefineye bir bilet alıp girdiler Birisi girer girmez yükünü gemiye bırakıp, üstünde oturup nezaret eder Diğeri hem ahmak, hem mağrur olduğundan yükünü yere bırakmıyor Ona denildi: «Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et» O dedi: «Yok, ben bırakmayacağım Belki zâyî' olur Ben kuvvetliyim Malımı, belimde ve başımda muhafaza edeceğim» Yine ona denildi: «Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i Sultaniye daha kuvvetlidir Daha ziyade iyi muhafaza eder Belki başın döner, yükün ile beraber denize düşersin Hem gittikçe kuvvetten düşersin Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın gittikçe ağırlaşan şu yüklere takat getiremeyecek Kaptan dahi eğer seni bu halde görse, ya divânedir diye seni tardedecek Ya haindir, gemimizi ittiham ediyor, bizimle istihza ediyor, hapis edilsin, diye emredecektir Hem herkese maskara olursun Çünki ehl-i dikkat nazarında, za'fı gösteren tekebbürün ile, aczi gösteren gururun ile, riyâ yı ve zilleti gösteren tasannuun ile kendini halka mudhike yaptın Herkes sana gülüyor» denildikten sonra o bîçârenin aklı başına geldi Yükünü yere koydu, üstünde oturdu «Oh! Allah
(Orjinal Sayfa:329)
senden razı olsun Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum» dedi
İşte ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisenin karşısında titremekten ve hodfüruşluktan ve maskaralıktan ve şekavet-i uhreviyeden ve tazyikat-ı dünyeviye hapsinden kurtulasın
DÖRDÜNCÜ NOKTA: İman, insanı insan eder Belki insanı sultan eder Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, îmân ve duadır Küfür, insanı gâyet âciz bir canavar hayvan eder
Şu mes'elenin binler delillerinden yalnız hayvan ve insanın dünyaya gelmelerindeki farkları, o mes'eleye vâzıh bir delildir ve bir bürhân-ı kâtî'dır Evet insâniyet, îman ile insâniyyet olduğunu; insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir Çünki hayvan dünyaya geldiği vakit âdeta başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi istidadına göre mükemmel olarak gelir, yâni gönderilir Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda, bütün şerait-i hayatiyesini ve kâinatla olan münasebetini ve kavanin-i hayatını öğrenir, meleke sahibi olur İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yâni ona ilham olunur Demek hayvanın vazife-i asliyesi; taallümle tekemmül etmek değildir ve mârifet kesbetmekle terakki etmek değildir ve aczini göstermekle meded istemek, dua etmek değildir Belki vazifesi; istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubûdiyet-i fiiliyedir İnsan ise dünyaya gelişinde herşeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına câhil, hattâ yirmi senede tamamen şerait-i hayatı öğrenemiyor Belki âhir-i ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç, hem gâyet âciz ve zaîf bir Sûrette dünyaya gönderilip bir-iki senede ancak ayağa kalkabiliyor Onbeş senede ancak zarar ve menfaatı farkeder Hayat-ı beşeriyenin muavenetiyle, ancak menfaatlarını celb ve zararlardan sakınabilir Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi; taallümle tekemmüldür, dua ile ubûdiyyettir Yâni: "Kimin merhametiyle böyle hakîmane idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninane besleniyorum ve idare ediliyorum?" bilmektir ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına dair Kadı-ül Hâcât'a lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir Yâni aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı a'lâ-yı ubudiyyete uçmaktır
(Orjinal Sayfa:330)
Demek insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir Mahiyet ve istidad itibariyle herşey ilme bağlıdır Ve bütün ulûm-u hakikiyyenin esâsı ve madeni ve nuru ve ruhu; Mârifetullahtır ve onun üss-ül esâsı da İman-ı Billahtır
Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyata maruz ve hadsiz a'danın hücumuna mübtelâ ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz metâlibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, îmândan sonra «dua»dır Dua ise, esâs-ı ubûdiyettir Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için, ya ağlar, ya ister Yâni ya fiilî, ya kavlî lisan-ı acziyle bir dua eder Maksûduna muvaffak olur Öyle de: İnsan bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nâzenin, nâzdar bir çocuk hükmündedir Rahmanürrahîm'in dergâhında; ya za'f ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla dua etmek gerektir Tâ ki, makasıdı ona müsahhar olsun veya teshirin şükrünü edâ etsin Yoksa bir sinekten vaveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi; «Ben kuvvetimle bu kabil-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acib şeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum» deyip küfrân-ı nimete sapmak, insâniyyetin fıtrat-ı asliyyesine zıd olduğu gibi, şiddetli bir azaba kendini müstehak eder
BEŞİNCİ NOKTA: İman duayı bir vesile-i kat'iye olarak iktiza ettiği ve fıtrat-ı insâniyye, onu şiddetle istediği gibi; Cenâb-ı Hak dahi «Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?» mealinde

Eğer desen: «Bir çok defa dua ediyoruz, kabûl olmuyor Halbuki, âyet umumîdir her duaya cevab var ifade ediyor»
Elcevab: Cevab vermek ayrıdır, kabûl etmek ayrıdır Her dua için cevab vermek var; fakat kabûl etmek, hem ayn-ı matlubu vermek Cenâb-ı Hakk'ın hikmetine tâbi'dir Meselâ: Hasta bir çocuk çağırır: «Ya Hekim! Bana bak» Hekim: «Lebbeyk» der «Ne istersin cevab ver?» Çocuk: «Şu ilâcı ver bana» der Hekim ise; ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binaen ondan daha iyi-
(Orjinal Sayfa:331)
sini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez İşte Cenâb-ı Hak, Hakîm-i Mutlak hâzır, nâzır olduğu için, abdin duasına cevab verir Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir Fakat insanın hevaperestane ve heveskârane tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbâniyenin iktizasıyla ya matlûbunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez


Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı

Eski 03-29-2009   #29
meLankoLik_asaLet
Varsayılan

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı



Hem, dua bir ubûdiyyettir Ubudiyyet ise semeratı uhreviyyedir Dünyevî maksadlar ise, o nevi dua ve ibâdetin vakitleridir O maksadlar, gayeleri değil Meselâ: Yağmur namazı ve duası bir ibâdettir Yağmursuzluk, o ibâdetin vaktidir Yoksa o ibâdet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir Eğer sırf o niyyet ile olsa; o dua, o ibâdet hâlis olmadığından kabûle lâyık olmaz Nasılki güneşin gurubu, akşam namazının vaktidir Hem Güneş'in ve Ay'ın tutulmaları, küsuf ve husuf namazları denilen iki ibâdet-i mahsusanın vakitleridir Yâni gece ve gündüzün nuranî âyetlerinin nikablanmasıyla bir âzamet-i İlahiyeyi ilâna medâr olduğundan, Cenâb-ı Hak ibâdını o vakitte bir nevi ibâdete davet eder Yoksa o namaz, (açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesabıyla muayyen olan) Ay ve Güneş'in husuf ve küsuflarının inkişafları için değildir Aynı onun gibi; yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, Bâzı duaların evkât-ı mahsusalarıdır ki; insan o vakitlerde aczini anlar, dua ile niyaz ile Kadîr-i Mutlak'ın dergâhına iltica eder Eğer dua çok edildiği halde beliyyeler def'olunmazsa denilmeyecek ki: «Dua kabûl olmadı» Belki denilecek ki: «Duanın vakti, kazâ olmadı» Eğer Cenâb-ı Hak fazl ve keremiyle belayı ref'etse; nurun alâ nur o vakit dua vakti biter, kaza olur Demek dua, bir sırr-ı ubudiyyettir
Ubudiyyet ise, hâlisen livechillah olmalı Yalnız aczini izhar edip, dua ile ona iltica etmeli Rububiyyetine karışmamalı Tedbiri ona bırakmalı Hikmetine itimad etmeli Rahmetini ittiham etmemeli Evet hakikat-ı halde âyât-ı beyyinâtın beyânıyla sâbit olan: Bütün mevcûdât, herbirisi birer mahsus tesbih ve birer husûsî ibâdet, birer has secde ettikleri gibi; bütün kâinattan dergâh-ı İlahiyeye giden, bir duadır Ya istidad lisaniyledir (Bütün nebâtatın duaları gibi ki; herbiri lisan-ı istidadıyla Feyyaz-ı Mutlak'tan bir Sûret taleb ediyorlar ve Esmâsına bir mazhariyyet-i münkeşife istiyorlar) Veya ihtiyac-ı fıtrî lisanıyladır (Bütün zîhayatın, iktidarları dâhilinde olmayan hâcât-ı zaruriyyeleri için dualarıdır ki; her
(Orjinal Sayfa:332)
birisi o ihtiyâc-ı fıtrî lisanıyla Cevvad-ı Mutlak'tan idame-i hayatları için bir nevi rızık hükmünde Bâzı metâlibi istiyorlar) Veya lisan-ı ızdırarıyla bir duadır ki: Muztar kalan herbir zîruh; kat'î bir iltica ile dua eder, bir hâmi-i meçhulüne iltica eder, belki Rabb-ı Rahîm'ine teveccüh eder Bu üç nevi dua, bir mâni olmazsa daima makbuldür
Dördüncü nevi ki; en meşhurudur, bizim duamızdır Bu da iki kısımdır; Biri, fiilî ve hâlî; diğeri, kalbî ve kâlîdir Meselâ: Esbaba teşebbüs, bir dua-yı fiilîdir Esbabın içtimaı; müsebbebi îcad etmek için değil, belki lisan-ı hal ile müsebbebi Cenâb-ı Hak'tan istemek için bir vaziyyet-i marziyye almaktır Hattâ çift sürmek hazine-i rahmet kapısını çalmaktır Bu nevi dua-yı fiilî, Cevvad-ı Mutlak'ın isim ve ünvanına müteveccih olduğundan, kabûle mazhariyyeti ekseriyyet-i mutlakadır İkinci kısım; lisan ile kalb ile dua etmektir Eli yetişmediği bir kısım metâlibi istemektir Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: «Dua eden adam anlar ki: Birisi var; onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder»
İşte ey âciz insan ve ey fakir beşer! Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medârı olan bir vesileyi elden bırakma, ona yapış, â'lâ-yı illiyyîn-i insâniyete çık Bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını, kendi duan içine al Bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumî gibi اِيَّاكَنَسْتَعِينُ de Kâinâtın güzel bir takvimi ol
* * *
(Orjinal Sayfa:333)
İkinci Mebhas
İNSANIN SAADET VE ŞEKAVETİNE MEDâR BEŞ NÜKTEDEN İBARETTİR
[İnsan ahsen-i takvimde yaratıldığı ve ona gâyet câmi' bir istidad verildiği için; esfel-i sâfilînden tâ a'lâ-yı illiyyîne, ferşten tâ arşa, zerreden tâ şemse kadar dizilmiş olan makamâta, merâtibe, derecâta, derekâta girebilir ve düşebilir bir meydan-ı imtihana atılmış, nihayetsiz sukut ve suûda giden iki yol onun önünde açılmış bir mu'cize-i kudret ve netice-i hilkat ve acube-i san'at olarak şu dünyaya gönderilmiştir İşte insanın şu dehşetli terakki ve tedennisinin sırrını «Beş Nükte»de Beyân edeceğiz]
BİRİNCi NÜKTE: İnsan, kâinatın ekser enva'ına muhtaç ve alâkadardır İhtiyâcâtı âlemin her tarafına dağılmış, arzuları ebede kadar uzanmış Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cennet'i de arzu eder Bir dostunu görmeğe müştak olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelâl'i de görmeye müştaktır Başka bir menzilde duran bir sevdiğini ziyaret etmek için o menzilin kapısını açmaya muhtaç olduğu gibi; berzaha göçmüş yüzde doksandokuz ahbabını ziyaret etmek ve firak-ı ebedîden kurtulmak için koca dünyanın kapısını kapayacak ve bir mahşer-i acâib olan âhiret kapısını açacak, dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadîr-i Mutlak'ın dergâhına ilticaya muhtaçtır İşte şu vaziyette bir insana hakikî Mâbud olacak; yalnız, herşeyin dizgini elinde, herşeyin hazinesi yanında, herşeyin yanında nâzır, her mekânda hâzır, mekândan münezzeh, acizden müberra, kusurdan mukaddes, nakıstan muallâ bir Kadîr-i Zülcelâl, bir Rahîm-i Zülcemâl, bir Hakîm-i Zülkemâl olabilir Çünki nihayetsiz hâcât-ı insâniyyeyi ihsan edecek, ancak nihayetsiz bir kudret ve muhit bir ilim sahibi olabilir Öyle ise, Mâbudiyyete lâyık yalnız Odur
(Orjinal Sayfa:334)
İşte ey insan! Eğer yalnız Ona abd olsan, bütün mahlûkat üstünde bir mevki kazanırsın Eğer ubûdiyetten istinkâf etsen, âciz mahlûkata zelil bir abd olursun Eğer enaniyyetine ve iktidarına güvenip tevekkül ve duayı bırakıp, tekebbür ve dâvaya sapsan; o vakit iyilik ve icad cihetinde arı ve karıncadan daha aşağı, örümcek ve sinekten daha zaîf düşersin Şer ve tahrib cihetinde; dağdan daha ağır, tâundan daha mûzır olursun
Evet ey insan! Sende iki cihet var: Birisi, icad ve vücud ve hayır ve müsbet ve fiil cihetidir Diğeri; tahrib, adem, şer, nefy, infial cihetidir Birinci cihet îtibariyle; arıdan, serçeden aşağı sinekten, örümcekten daha zaîfsin İkinci cihet îtibariyle; dağ, yer, göklerden geçersin Onların çekindiği ve izhâr-ı acz ettikleri bir yükü kaldırırsın Onlardan daha geniş, daha büyük bir daire alırsın Çünki sen iyilik ve îcad ettiğin vakit, yalnız vüs'atin nisbetinde, elin ulaşacak derecede, kuvvetin yetişecek mertebede iyilik ve icad edebilirsin Eğer fenalık ve tahrib etsen, o vakit fenalığın tecavüz ve tahribin intişar eder:
Meselâ: Küfür bir fenalıktır, bir tahribdir, bir adem-i tasdiktir Fakat o tek seyyie; bütün kâinatın tahkirini ve bütün Esmâ-i İlahiyenin tezyifini, bütün insâniyyetin terzilini tâzammun eder Çünki şu mevcûdâtın âlî bir makamı, ehemmiyetli bir vazifesi vardır Zira onlar, mektûbât-ı Rabbâniye ve meraya-yı Sübhaniye ve memurîn-i İlahiyedirler Küfür ise; onları âyinedârlık ve vazifedârlık ve mânidarlık makamından düşürüp, abesiyyet ve tesadüfün oyuncağı derekesine ve zeval ve firakın tahribiyle çabuk bozulup değişen mevadd-ı fâniyeye ve ehemmiyetsizlik, kıymetsizlik, hiçlik mertebesine indirdiği gibi bütün kâinatta ve mevcûdâtın âyinelerinde nakışları ve cilveleri ve cemâlleri görünen Esmâ-i İlahiyyeyi inkâr ile tezyif eder Ve insanlık denilen, bütün Esmâ-i Kudsiye-i İlahiyenin cilvelerini güzelce ilân eden bir kaside-i manzume-i hikmet ve bir şecere-i bâkiyenin cihazatını câmi' çekirdek-misâl bir mu'cize-i kudret-i bâhire ve emanet-i kübrâyı uhdesine almakla yer, gök, dağa tefevvuk eden ve melâikeye karşı rüchaniyyet kazanan bir sahib-i mertebe-i hilâfet-i arziyeyi; en zelil bir hayvân-ı fâni-i zâilden daha zelil, daha zaîf, daha âciz, daha fakir bir derekeye atar Ve mânâsız, karmakarışık, çabuk bozulur bir âdi levha derekesine indirir
(Orjinal Sayfa:335)
Elhasıl: Nefs-i emmâre tahrib ve şer cihetinde nihayetsiz cinâyet işleyebilir, fakat îcad ve hayırda iktidarı pek azdır ve cüz'îdir Evet, bir hâneyi bir günde harab eder, yüz günde yapamaz Lâkin eğer enaniyyeti bıraksa, hayrı ve vücudu tevfik-i İlahiyyeden istese, şer ve tahribden ve nefse itimaddan vazgeçse, istiğfar ederek tam abd olsa; o vakit يُبَدِّلُاللَّهُسَيِّئَاتِهِمْحَسَنَاتٍ sırrına mazhar olur Ondaki nihayetsiz kabiliyet-i şer, nihayetsiz kabiliyet-i hayra inkılâb eder Ahsen-i takvim kıymetini alır, a'lâ-yı illiyyîne çıkar
İşte ey gafil insan! Bak Cenâb-ı Hakk'ın fazlına ve keremine! Seyyieyi bir iken bin yazmak, haseneyi bir yazmak veya hiç yazmamak adâlet olduğu halde; bir seyyieyi bir yazar, bir haseneyi on, bâzan yetmiş, bâzan yediyüz, bâzan yedi bin yazar Hem şu nükteden anla ki; o müdhiş Cehennem'e girmek ceza-yı ameldir, ayn-ı adildir Fakat Cennet'e girmek, mahz-ı fazıldır
İKİNCİ NÜKTE: İnsanda iki vecih var Birisi, enaniyyet cihetinde şu hayat-ı dünyeviyyeye nâzırdır Diğeri ubûdiyet cihetinde hayat-ı ebediyeye bakar Evvelki vecih itibariyle öyle bir bîçare mahluktur ki; sermayesi yalnız ihtiyardan bir şa're (saç) gibi cüz'î bir cüz'-i ihtiyârî ve iktidardan zaîf bir kesb ve hayattan çabuk söner bir şu'le ve ömürden çabuk geçer bir müddetçik ve mevcûdiyetten çabuk çürür küçük bir cisimdir O hâliyle beraber kâinatın tabakatında serilmiş hadsiz envâ'ın hesabsız efradından nazik zaîf bir ferd olarak bulunuyor
İkinci vecih îtibariyle ve bilhassa ubudiyyete müteveccih acz ve fakr cihetinde pek büyük bir vüs'ati var Pek büyük bir ehemmiyeti bulunuyor Çünki Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i mâneviyyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr dercetmiştir Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerîm bir Zâtın hadsiz tecelliyatına câmi' geniş bir âyine olsun
Evet insan bir çekirdeğe benzer Nasılki o çekirdeğe kudretten mânevî ve ehemmiyetli cihazat ve kaderden ince ve kıymetli proğram verilmiş Tâ ki, toprak altında çalışıp, tâ o dar âlemden çıkıp, geniş olan hava âlemine girip, Hâlıkından istidad lisanıyla bir ağaç
(Orjinal Sayfa:336)
olmasını isteyip, kendine lâyık bir kemâl bulsun Eğer o çekirdek, sû'-i mizacından dolayı ona verilen cihâzât-ı mânevîyyeyi, toprak altında Bâzı mevadd-ı muzırrâyı celbine sarfetse; o dar yerde kısa bir zamanda faidesiz tefessüh edip çürüyecektir Eğer o çekirdek, o mânevî cihazatını فَالِقُاْلحَبِّوَالنَّوَى nın emr-i tekvinîsini imtisâl edip hüsn-ü istimâl etse; o dar âlemden çıkacak, meyvedâr koca bir ağaç olmakla küçücük cüz'î hakikatı ve ruh-u mânevîsi, büyük bir hakikat-ı külliye Sûretini alacaktır İşte aynen onun gibi; insanın mahiyetine, kudretten ehemmiyetli cihâzât ve kaderden kıymetli proğramlar tevdi edilmiş Eğer insan, şu dar âlem-i arzîde, hayat-ı dünyyeviye toprağı altında o cihazat-ı mâneviyyesini nefsin hevesâtına sarfetse; bozulan çekirdek gibi bir cüz'î telezzüz için kısa bir ömürde, dar bir yerde ve sıkıntılı bir halde çürüyüp tefessüh ederek, mes'uliyyet-i mâneviyyeyi bedbaht ruhuna yüklenecek, şu dünyadan göçüp gidecektir
Eğer o istidad çekirdeğini İslâmiyet suyu ile, îmânın ziyâsıyla ubûdiyet toprağı altında terbiye ederek, evâmir-i Kur'aniyeyi imtisâl edip cihâzât-ı mânevîyyesini hakikî gayelerine tevcih etse, elbette âlem-i misâl ve berzahta dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennet'te hadsiz kemâlât ve nimetlere medâr olacak bir şecere-i bâkiyenin ve bir hakikât-ı dâimenin cihâzâtına câmi' kıymettar bir çekirdek ve revnakdar bir makine ve bu şecere-i kâinatın mübarek ve münevver bir meyvesi olacaktır
Evet hakikî terakki ise; insana verilen kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sâir kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubûdiyyet ile meşgul olmaktadır Yoksa ehl-i dalaletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyýenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflisini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye müsahhar edip yardımcı verse; o terakki değil, sukuttur Şu hakikati bir vâkıa-i hayâliyyede, şöyle bir temsilde gördüm ki:
Ben büyük bir şehre giriyorum Baktım ki, o şehirde büyük saraylar var Bâzı sarayların kapısına bakıyorum, gâyet şenlik, parlak bir tiyatro gibi nazar-ı dikkati celbeder, herkesi eğlendirir bir cazibedârlık vardı Dikkat ettim ki, o sarayın efendisi kapı-
(Orjinal Sayfa:337)
ya gelmiş, it ile oynuyor ve oynamasına yardım ediyor Hanımlar, yabanî gençlerle tatlı sohbetler ediyorlar Yetişmiş kızlar dahi, çocukların oynamasını tanzim ediyorlar Kapıcı da onlara kumandanlık eder gibi bir aktör tavrını almış O vakit anladım ki, o koca sarayın içerisi bomboş Hep nazik vazifeler muattal kalmış Ahlâkları sukut etmiş ki, kapıda bu Sûreti almışlardır
Sonra geçtim, bir büyük saraya daha rast geldim Gördüm ki; kapıda uzanmış vefadar bir it ve kaba, sert, sâkin bir kapıcı ve sönük bir vaziyet vardı Merak ettim Ne için o öyle? Bu böyle? İçeriye girdim Baktım ki, içerisi çok şenlik Daire daire üstünde, ayrı ayrı nazik vazifeler ile saray ehli meşguldürler Birinci dairedeki adamlar sarayın idaresini, tedbirini görüyorlar Üstündeki dairede kızlar, çocuklar ders okuyorlar Daha üstünde hanımlar, gâyet lâtif san'atlar, güzel nakışlarla iştigal ediyorlar En yukarıda efendi, padişahla muhabere edip halkın istirahâtını temin için ve kendi kemâlâtı ve terakkiyâtı için kendine has ve ulvî vazifeler ile iştigal ediyor gördüm Ben onlara görünmediğim için, «Yasak» demediler, gezebildim Sonra çıktım, baktım O şehrin her tarafında bu iki kısım saraylar var Sordum dediler: «O kapısı şenlik ve içi boş saraylar, kâfirlerin ileri gelenlerinindir ve ehl-i dalâletindir Diğerleri, namuslu müslüman büyüklerinindir» Sonra bir köşede bir saraya rast geldim Üstünde «SAİD» ismini gördüm Merak ettim Daha dikkat ettim, Sûretimi üstünde gördüm gibi bana geldi Kemâl-i taaccübümden bağırarak, aklım başıma geldim, ayıldım
İşte o vakıa-i hayaliyyeyi sana tâbir edeceğim Allah hayır etsin
İşte o şehir ise, hayat-ı içtimaiyye-i beşeriye ve medine-i medeniyyet-i insâniyyedir O sarayların herbirisi, birer insandır O saray ehli ise; insandaki göz, kulak, kalb, sır, ruh, akıl gibi letâif ve nefs ve heva ve kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gazabiyye gibi şeylerdir Herbir insanda her bir lâtifenin ayrı ayrı vazife-i ubûdiyetleri var Ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var Nefis ve heva, kuvve-i şeheviyye ve gazabiyye, bir kapıcı ve it hükmündedirler İşte o yüksek letâifi, nefis ve hevaya müsahhar etmek ve vazife-i asliyyelerini unutturmak, elbette sukuttur, terakki değildir Sâir cihetleri sen tâbir edebilirsin
ÜÇÜNCÜ NÜKTE: İnsan, fiil ve amel cihetinde ve sa'y-i maddî itibariyle zaîf bir hayvandır, âciz bir mahluktur Onun o cihette-
(Orjinal Sayfa:338)
ki daire-i tasarrufatı ve mâlikiyeti o kadar dardır ki; elini uzatsa ona yetişebilir Hattâ, insanın eline dizginini veren hayvanât-ı ehliye, insanın za'f ve acz ve tenbelliğinden birer hisse almışlardır ki; yâbâni emsallerine kıyas edildikleri vakit, azîm fark görünür (Ehlî keçi ve öküz, yabanî keçi ve öküz gibi) Fakat o insan, infial ve kabûl ve dua ve sual cihetinde, şu düya hanında aziz bir yolcudur Ve öyle bir Kerîm'e misafir olmuş ki nihayetsiz rahmet hazinelerini ona açmış Ve hadsiz bedi' masnuatını ve hizmetkârlarını ona müsahhar etmiş Ve o misafirin tenezzühüne ve temaşasına ve istifadesine öyle büyük bir daire açıp müheyya etmiştir ki; o dairenin nısf-ı kutru -yâni merkezden muhit hattına kadar- gözün kestiği miktar, belki hayalin gittiği yere kadar geniştir ve uzundur
İşte eğer insan, enaniyetine istinad edip hayat-ı dünyeviyyeyi gaye-i hayâl ederek derd-i maişet içinde muvakkat Bâzı lezzetler için çalışsa, gâyet dar bir daire içinde boğulur gider Ona verilen bütün cihâzât ve âlât ve letâif, ondan şikâyet ederek haşirde onun aleyhinde şehadet edeceklerdir
Ve dâvacı olacaklardır Eğer kendini misafir bilse, misafir olduğu Zât-ı Kerim'in izni dairesinde sermaye-i ömrünü sarfetse, öyle geniş bir daire içinde uzun bir hayat-ı ebediye için güzel çalışır ve teneffüs edip istirahat eder Sonra, a'lâ-yı illiyyîne kadar gidebilir Hem de bu insana verilen bütün cihazat ve âlât, ondan memnun olarak âhirette lehinde şehadet ederler Evet insana verilen bütün cihâzât-ı acîbe, bu ehemmiyetsiz hayat-ı dünyyeviye için değil; belki, pek ehemmiyetli bir hayat-ı bâkiye için verilmişler Çünki insanı hayvana nisbet etsek görüyoruz ki: İnsan, cihâzât ve âlât itibariyle çok zengindir Yüz derece hayvandan daha ziyadedir Hayat-ı dünyeviye lezzetinde ve hayvanî yaşayışında yüz derece aşağı düşer Çünki her gördüğü lezzetinde, bir elem izi vardır Geçmiş zamanın elemleri ve gelecek zamanın korkuları ve herbir lezzetin dahi elem-i zevali, onun zevklerini bozuyor ve lezzetinde bir iz bırakıyor Fakat hayvan öyle değil Elemsiz bir lezzet alır, kedersiz bir zevk eder Ne geçmiş zamanın elemleri onu incitir, ne de gelecek zamanın korkuları onu ürkütür Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına şükreder
Demek Ahsen-i Takvim Sûretinde yaratılan insan, hayat-ı dünyeviyeye hasr-ı fikr etse; yüz derece sermayece hayvandan yüksek olduğu halde, yüz derece serçe kuşu gibi bir hayvandan aşağı dü-
(Orjinal Sayfa:339)
şer Başka bir yerde bir temsil ile bu hakikatı Beyân etmiştim Münasebet geldi, yine o temsili tekrar ediyorum Şöyle ki:
Bir adam, bir hizmetkârına on altın verip «Mahsus bir kumaştan bir kat elbise yaptır» emreder İkincisine, bin altın verir, bir pusula içinde Bâzı şeyler yazılı o hizmetkârın cebine koyar, bir pazara gönderir Evvelki hizmetkâr on altın ile a'lâ kumaştan mükemmel bir elbise alır İkinci hizmetkâr, divânelik edip, evvelki hizmetkâra bakıp, cebine konulan hesab pusulasını okumayarak bir dükkâncıya bin altın vererek bir kat elbise istedi İnsafsız dükkâncı da kumaşın en çürüğünden bir kat elbise verdi O bedbaht hizmetkâr, seyyidinin huzuruna geldi ve şiddetli bir tedib gördü ve dehşetli bir azab çekti İşte edna bir şuuru olan anlar ki, ikinci hizmetkâra verilen bin altın, bir kat elbise almak için değildir Belki mühim bir ticaret içindir
Aynen onun gibi: İnsandaki cihazat-ı mâneviye ve letâif-i insâniye ki, herbirisi hayvana nisbeten yüz derece inbisat etmiş Meselâ; güzelliğin bütün merâtibini farkeden insan gözü ve taamların bütün çeşit çeşit ezvâk-ı mahsusalarını temyiz eden insanın zâika-i lisaniyesi ve hakaikın bütün inceliklerine nüfuz eden insanın aklı ve kemâlâtın bütün enva'ına müştak insanın kalbi gibi sâir cihazları, âletleri nerede Hayvanın pek basit yalnız bir-iki mertebe inkişaf etmiş âletleri nerede Yalnız şu kadar fark var ki; hayvan, kendine has bir amelde (münhasıran o hayvanda bir cihaz-ı mahsus) ziyade inkişaf eder Fakat o inkişaf, hususîdir
İnsanın cihazat cihetiyle zenginliği şu sırdandır ki: Akıl ve fikir sebebiyle insanın hasseleri, duyguları fazla inkişaf ve inbisat peyda etmiştir Ve ihtiyacatın kesreti sebebiyle çok çeşit çeşit hissiyat peyda olmuştur Ve hassasiyeti çok tenevvü etmiş Ve fıtratın câmiiyeti sebebiyle pek çok makasıda müteveccih arzulara medâr olmuş ve pek çok vazife-i fıtriyesi bulunduğu sebebiyle, âlât ve cihazatı ziyade inbisat peyda etmiştir Ve ibâdâtın bütün enva'ına müstaid bir fıtratta yaratıldığı için bütün Kemâlâtın tohumlarına câmi' bir istidad verilmiştir İşte şu derece cihazatça zenginlik ve sermayece kesret, elbette ehemmiyetsiz muvakkat şu hayat-ı dünyeviyenin tahsili için verilmemiştir Belki şöyle bir insanın vazife-i asliyesi, nihayetsiz makasıda müteveccih vezaifini görüp, acz ve fakr ve kusurunu ubûdiyet Sûretinde ilân etmek ve küllî nazarıyla mevcûdâtın tesbihatını müşahede ederek şehadet etmek ve ni'metler için-
(Orjinal Sayfa:340)
de imdadat-ı Rahmâniyyeyi görüp şükretmek ve masnuatta kudret-i Rabbaniyyenin mu'cizâtını temaşa ederek nazar-ı ibretle tefekkür etmektir
Ey dünya-perest ve hayat-ı dünyeviyeye âşık ve sırr-ı ahsen-i takvimden gafil insan! Şu hayat-ı dünyeviyenin hakikatını bir vâkıâ-i hayâliyyede Eski Said görmüş Onu Yeni Said'e döndürmüş olan şu vâkıâ-i temsiliyeyi dinle:
Gördüm ki, ben bir yolcuyum Uzun bir yola gidiyorum Yâni gönderiliyorum Seyyidim olan zât, bana tahsis ettiği altmış altından tedricen birer miktar para veriyordu Ben de sarfedip pek eğlenceli bir hana geldim O handa bir gece içinde on altını kumara mumara, eğlencelere ve şöhret-perestlik yoluna sarfettim Sabahleyin elimde hiç bir para kalmadı Bir ticaret edemedim Gideceğim yer için bir mal alamadım Yalnız o paradan bana kalan elemler, günahlar ve eğlencelerden gelen yaralar, bereler, kederler benim elimde kalmıştı Birden ben o hazîn hâlette iken orada bir adam peyda oldu Bana dedi: "Bütün bütün sermayeni zayi' ettin Tokata da müstehak oldun Gideceğin yere de müflis olarak elin boş gideceksin Fakat aklın varsa, tövbe kapısı açıktır Bundan sonra sana verilecek bâki kalan onbeş altından her eline geçtikçe yarısını ihtiyaten muhafaza et Yâni gideceğin yerde sana lâzım olacak Bâzı şeyleri al" Baktım nefsim razı olmuyor "Üçte birisini" dedi Ona da nefsim itaat etmedi Sonra dörtte birisini dedi Baktım nefsim mübtelâ olduğu âdetini terkedemiyor O adam hiddetle yüzünü çevirdi gitti
Birden o hâl değişti Baktım ki; ben, tünel içinde sukut eder gibi bir sür'atle giden bir şimendifer içindeyim Telâş ettim Fakat ne çare ki, hiç bir tarafa kaçılmaz Garâibden olarak o şimendiferin iki tarafında pek cazibedâr çiçekler, leziz meyveler görünüyordu Ben de akılsız acemiler gibi onlara bakıp elimi uzattım O çiçekleri koparmak, o meyveleri almak için çalıştım Fakat o çiçekler ve meyveler, dikenli mikenli, mülâkatında elime batıyor, kanatıyor Şimendiferin gitmesiyle müfarakatından elimi parçalıyorlar Bana pek pahalı düşüyorlardı Birden şimendiferdeki bir hademe dedi: "Beş kuruş ver, sana o çiçek ve meyvelerden istediğin kadar vereceğim Beş kuruş yerine elin parçalanmasıyla yüz kuruş zarar ediyorsun Hem de ceza var, izinsiz koparamazsın" Birden sıkıntıdan ne vakit tünel bitecek diye başımı çıkarıp ileriye baktım Gördüm ki, tünel kapısı yerine çok delikler görünüyor O uzun şimendiferden o
(Orjinal Sayfa:341)
deliklere adamlar atılıyorlar Bana mukabil bir delik gördüm İki tarafında iki mezar taşı dikilmiş Merak ile dikkat ettim O mezar taşında büyük harflerle "SAİD" ismi yazılmış gördüm Teessüf ve hayretimden "Eyvah!" dedim Birden o han kapısında bana nasihat eden zâtın sesini işittim Dedi: "Aklın başına geldi mi?" Dedim: "Evet geldi fakat kuvvet kalmadı, çare yok" Dedi: "Tövbe et, tevekkül et" Dedim: "Ettim!"
Ayıldım Eski Said kaybolmuş Yeni Said olarak kendimi gördüm
İşte o vâkıâ-i hayâliyyeyi, -Allah hayr etsin- bir-iki kısmını ben tâbir edeceğim, sâir cihetleri sen kendin tâbir et
O yolculuk ise; âlem-i ervahtan, rahm-ı maderden, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen ebed-ül âbâd tarafına bir yolculuktur O altmış altın ise, altmış sene ömürdür ki; bu vâkıâyı gördüğüm vakit kendimi kırkbeş yaşında tahmin ediyordum Senedim yok, fakat bâki kalan onbeşinden yarısını âhirete sarfetmek için Kur'ân-ı Hakîm'in hâlis bir tilmizi beni irşad etti O han ise, benim için İstanbul imiş O şimendifer ise, zamandır Herbir yıl bir vagondur O tünel ise, hayat-ı dünyeviyedir O dikenli çiçekler ve meyveler ise, lezaiz-i nâmeşruadır ve lehviyat-ı muharremedir ki; mülâkat esnasında tasavvur-u zevaldeki elem, kalbi kanatıyor Müfarakatında parçalıyor Cezayı dahi çektiriyor Şimendifer hademesi demişti: "Beş kuruş ver, onlardan istediğin kadar vereceğim" Onun tâbiri şudur ki: İnsanın helâl sa'yiyle meşrû dairede gördüğü zevkler, lezzetler, keyfine kâfidir Harama girmeye ihtiyaç bırakmaz Sâir kısımları sen tâbir edebilirsin
DÖRDÜNCÜ NÜKTE: İnsan şu kâinat içinde pek nazik ve nazenin bir çocuğa benzer Za'fında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır Çünki o za'fın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, şu mevcûdât ona müsahhar olmuş Eğer insan za'fını anlayıp, kâlen, hâlen, tavren dua etse ve aczini bilip istimdad eylese; o teshirin şükrünü edâ ile beraber matlubuna öyle muvaffak olur ve maksadları ona öyle müsahhar olur ki, iktidar-ı zâtîsiyle onun öşr-i mi'şârına muvaffak olamaz Yalnız bâzı vakit lisan-ı hal duasıyla hasıl olan bir matlûbunu yanlış olarak kendi iktidarına hamleder Meselâ: Tavuğun yavrusunun za'fındaki kuvvet, tavuğu ars-
(Orjinal Sayfa:342)
lana saldırtır Yeni dünyaya gelen arslanın yavrusu, o canavar ve aç arslanı kendine müsahhar edip onu aç bırakıp kendi tok oluyor İşte cây-i dikkat, zaaftaki bir kuvvet ve şâyân-ı temaşa bir cilve-i rahmet
Nasılki nazdar bir çocuk ağlâmasıyla, ya istemesiyle, ya hazîn haliyle matlûblarına öyle muvaffak olur ve öyle kavîler ona müsahhar olurlar ki; o matlublardan binden birisine bin defa kuvvetçiğiyle yetişemez Demek za'f ve acz, onun hakkında şefkat ve himayeti tahrik ettikleri için küçücük parmağıyla kahramanları kendine müsahhar eder Şimdi böyle bir çocuk, o şefkati inkâr etmek ve o himayeti ittiham etmek Sûretiyle ahmakane bir gurur ile «Ben kuvvetimle bunları teshir ediyorum» dese, elbette bir tokat yiyecektir
İşte insan dahi Hâlıkının rahmetini inkâr ve hikmetini ittiham edecek bir tarzda küfran-ı nimet Sûretinde Kârun gibi اِنَّمَااُوتِيتُهُعَلَىعِلْمٍ yâni: «Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım» dese, elbette sille-i azaba kendini müstehak eder Demek şu meşhud saltanat-ı insâniyyet ve terakkiyat-ı beşeriye ve Kemâlât-ı medeniyet; celb ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil, belki ona onun za'fı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş Ve o saltanatın sebebi, kuvvet ve iktidar-ı ilmî değil, belki şefkat ve re'fet-i Rabbaniyye ve rahmet ve hikmet-i İlahiyedir ki; eşyayı ona teshir etmiştir Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerâta mağlûb olan insana, bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren; onun iktidarı değil, belki onun za'fının semeresi olan teshir-i Rabbanî ve ikram-ı Rahmanîdir
Ey insan! Mâdem hakikat böyledir; gururu ve enaniyyeti bırak Ulûhiyetin dergâhında acz ve za'fını, istimdad lisanıyla; fakr ve hâcâtını, tazarru' ve dua lisanıyla ilân et ve abd olduğunu göster Ve حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ de, yüksel
Hem deme ki: «Ben hiçim; ne ehemmiyetim var ki, bu kâinat bir Hakîm-i Mutlak tarafından kasdî olarak bana teshir edilsin, benden bir şükr-ü küllî istenilsin?»
(Orjinal Sayfa:343)
Çünki sen çendan, nefsin ve Sûretin itibariyle hiç hükmündesin Fakat vazife ve mertebe noktasında, sen şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcûdâtın belâgatlı bir lisan-ı nâtıkı ve şu kitab-ı âlemin anlayışlı bir mütalâacısı ve şu tesbih eden mahlûkatın hayretli bir nâzırı ve şu ibâdet eden masnuatın hürmetli bir ustabaşısı hükmündesin
Evet ey insan! Sen, nebatî cismâniyyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibariyle; sagîr bir cüz, hakir bir cüz'î, fakîr bir mahluk, zaîf bir hayvansın ki; bütün dehşetli mevcûdât-ı seyyalenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun Fakat muhabbet-i İlahiyyenin ziyasını tâzammun eden îmânın nuruyla münevver olan İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül edip; insâniyyet cihetinde, abdiyyetin içinde bir sultansın ve cüz'iyyetin içinde bir küllîsin, küçüklüğün içinde bir âlemsin ve hakaretin içinde öyle makamın büyük ve daire-i nezaretin geniş bir nâzırsın ki, diyebilirsin: «Benim Rabb-ı Rahîm'im dünyayı bana bir hâne yaptı Ay ve güneşi, o hâneme bir lâmba; ve baharı, bir deste gül; ve yazı, bir sofra-i nîmet; ve hayvanı, bana hizmetkâr yaptı Ve nebatâtı, o hânemin zînetli levâzımâtı yapmıştır»
Netice-i kelâm: Sen eğer nefis ve şeytanı dinlersen, esfel-i sâfilîne düşersin Eğer Hak ve Kur'an'ı dinlersen, a'lâ-yı illiyyîne çıkar, kâinatın bir güzel takvimi olursun
BEŞİNCİ NÜKTE: İnsan, şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş, çok ehemmiyetli istidad ona verilmiş Ve o istidadata göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş Ve insanı, o gayeye ve o vazifelere çalıştırmak için, şiddetli teşvikler ve dehşetli tehdidler edilmiş Başka yerde izah ettiğimiz vazife-i insâniyyetin ve ubudiyyetin esâsâtını şurada icmâl edeceğiz Tâ ki, «Ahsen-i takvim» sırrı anlaşılsın
İşte insan, şu kâinata geldikten sonra «iki cihet ile» ubûdiyeti var: Bir ciheti; gaibane bir Sûrette bir ubûdiyeti, bir tefekkürü var Diğeri; hâzırâne, muhatâba Sûretinde bir ubûdiyyeti, bir münacatı vardır
Birinci vecih şudur ki: Kâinatta görünen saltanat-ı rubûbiyyeti, itaatkârane tasdik edip Kemâlâtına ve mehâsinine hayretkârane nezaretidir
Sonra, Esmâ-i Kudsiye-i İlahiyenin nukuşlarından ibaret olan bedi' san'atları, birbirinin nazar-ı ibretlerine gösterip dellâllık ve ilâncılıktır
(Orjinal Sayfa:344)
Sonra, herbiri birer gizli hazine-i mâneviye hükmünde olan Esmâ-i Rabbâniyenin cevherlerini idrâk terazisiyle tartmak, kalbin kıymet-şinaslığı ile takdirkârane kıymet vermektir
Sonra kalem-i kudretin mektâbatı hükmünde olan mevcûdât sahifelerini, arz ve semâ yapraklarını mütalâa edip hayretkârane tefekkürdür
Sonra, şu mevcûdâttaki zînetleri ve lâtif san'atları istihsankârâne temaşa etmekle onların Fâtır-ı Zülcemâl'inin mârifetine muhabbet etmek ve onların Sâni'-i Zülkemâl'inin huzuruna çıkmağa ve iltifatına mazhar olmaya bir iştiyaktır
İkinci Vecih, huzur ve hitab makamıdır ki; eserden müessire geçer, görür ki: Bir Sâni'-i Zülcelâl, kendi san'atının mu'cizeleri ile kendini tanıttırmak ve bildirmek ister O da îman ile mârifet ile mukabele eder
Sonra görür ki: Bir Rabb-ı Rahîm, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister O da Ona hasr-ı muhabbetle, tahsis-i taabbüdle kendini ona sevdirir
Sonra görüyor ki: Bir Mün'im-i Kerîm, maddî ve mânevî nimetlerin lezizleriyle onu perverde ediyor O da ona mukabil; fiiliyle, hâliyle, kâliyle, hattâ elinden gelse bütün hasseleri ile, cihâzâtı ile şükür ve hamd ü senâ eder
Sonra görüyor ki: Bir Celil-i Cemil, şu mevcûdâtın âyinelerinde kibriyâ ve Kemâlini ve celâl ve cemâlini izhar edip nazar-ı dikkati celbediyor O da ona mukabil: «Allahu Ekber, Sübhanallâh» deyip, mahviyet içinde hayret ve muhabbet ile secde eder
Sonra görüyor ki: Bir Ganiyy-i Mutlak, bir sehavet-i mutlak içinde nihayetsiz servetini, hazinelerini gösteriyor O da ona mukabil, tazim ve sena içinde kemâl-i iftikar ile sual eder ve ister
Sonra görüyor ki: O Fâtır-ı Zülcelâl, yeryüzünü bir sergi hükmünde yapmış Bütün antika san'atlarını orada teşhir ediyor O da ona mukabil: «Mâşâallah» diyerek takdir ile, «Bârekâllah»diyerek tahsin ile, «Sübhânallah» diyerek hayret ile, «Allahü Ekber»diyerek istihsan ile mukabele eder
Sonra görüyor ki: Bir Vâhid-i Ehad, şu kâinat sarayında taklid edilmez sikkeleriyle, ona mahsus hâtemleriyle, ona münhasır turralarıyla, ona has fermanlarıyla bütün mevcûdâta damga-i vahdet koyuyor ve tevhidin âyâtını nakşediyor Ve âfâk-ı âlemin aktarında Vahdâniyetin bayrağını dikiyor ve Rubûbiyetini ilân edi-
(Orjinal Sayfa:345)
yor O da ona mukabil; tasdik ile, îmân ile, tevhid ile, iz'an ile, şehadet ile, ubûdiyet ile mukabele eder
İşte bu çeşit ibâdat ve tefekküratla hakikî insan olur, ahsen-i takvimde olduğunu gösterir İmanın yümnüyle emanete lâyık, emin bir halife-i arz olur
Ey ahsen-i takvimde yaratılan ve sû'-i ihtiyarıyla esfel-i sâfilîn tarafına giden insan-ı gâfil! Beni dinle Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla gaflet içinde dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim âhirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakikî yüzü ne kadar güzel olduğunu, Onyedinci Söz'ün İkinci Makamının 227-228'nci sahifelerinde yazılan iki levha-i hakikate bak, sen de gör:
Birinci Levha: Ehl-i dalâlet gibi, fakat sarhoş olmadan gaflet perdesiyle eskiden gördüğüm ehl-i gaflet dünyasının hakikatını tasvir eder
İkinci Levha: Ehl-i hidâyet ve huzûrun hakikat-ı dünyalarına işaret eder Eskiden ne tarzda yazılmış, o tarzda bıraktım Şiire benzer, fakat şiir değillerdir بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَآؤُكُمْferman ediyor Hem اُدْعُونِى اَسْتَجِبْ لَكُمْ emrediyor

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.