Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Forum İslam > İslami Genel Konular

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
külliyatı, nur, risalei

Risale-i Nur Külliyatı

Eski 03-29-2009   #1
meLankoLik_asaLet
Icon1861

Risale-i Nur Külliyatı



Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin Sen bir asker olduğun için askerlik temsilâtıyla, sekiz hikâyecikler ile birkaç hakikatı nefsimle beraber dinle Çünki ben nefsimi herkesten ziyade nasihâta muhtaç görüyorum Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim sekiz sözü biraz uzunca nefsime demiştim Şimdi kısaca ve avâm lisanıyla nefsime diyeceğim Kim isterse beraber dinlesin

Birinci Söz

Bismillah her hayrın başıdır Biz dahi başta ona başlarız Bil ey nefsim, şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcûdâtın lisan-ı haliyle vird-i zebanıdır Bismillah ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak dinle! Şöyle ki:

Bedevî Arab çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın ve himeyesine girsin Tâ şakîlerin şerrinden kurtulup hâcâtını tedârik edebilsin Yoksa tek başıyle hadsiz düşman ve ihtiyâcatına karşı perişan olacaktır İşte böyle bir seyahat için iki adam, sahraya çıkıp gidiyorlar Onlardan birisi mütevazi idi Diğeri mağrur Mütevazii, bir reisin ismini aldı Mağrur, almadı Alanı, her yerde selâmetle gezdi Bir katı-üt tarîke rast gelse, der: "Ben, filân reisin ismiyle gezerim" Şakî defolur, ilişemez Bir çadıra girse, o nam ile hürmet görür Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belalar çeker ki, târif edilmez Daima titrer, daima dilencilik ederdi Hem zelil, hem rezil oldu

İşte ey mağrur nefsim! Sen o seyyahsın Şu dünya ise, bir çöldür Aczin ve fakrın hadsizdir Düşmanın, hâcâtın nihayetsizdir Mâdem öyledir; şu sahranın Mâlik-i Ebedî'si ve Hâkim-i Ezelî'sinin ismini al Tâ, bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisatın karşısında titremeden kurtulasın

Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki: Senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabtedip Kadîr-i Rahîm'in dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçı yapar Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki: Askere kaydolur Devlet namına hareket eder Hiçbir kimseden pervası kalmaz Kanun namına, devlet namına der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır

Başta demiştik: Bütün mevcûdât, lisan-ı hal ile Bismillah der Öyle mi?

Evet, nasılki görsen: Bir tek adam geldi Bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevketti ve cebren işlerde çalıştırdı Yakînen bilirsin; o adam kendi namıyla, kendi kuvvetiyle hareket "etmiyor Belki o bir askerdir Devlet namına hareket eder Bir padişah kuvvetine istinad eder Öyle de her şey, Cenâb-ı Hakk'ın namına hareket eder ki; zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar Demek herbir ağaç, Bismillah der Hazine-i Rahmet meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık ediyor Her bir bostan, Bismillah der Matbaha-i Kudret'ten bir kazan olur ki: Çeşit çeşit pekçok muhtelif leziz taamlar, içinde beraber pişiriliyor Herbir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar Bismillah der Rahmet feyzinden bir süt çeşmesi olur Bizlere, Rezzak namına en lâtif, en nazif, âb-ı hayat gibi "bir gıdayı takdim ediyorlar Herbir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları, Bismillah der Sert olan taş ve toprağı deler geçer Allah namına, Rahman namına der, her şey ona müsahhar olur Evet havada dalların intişarı ve meyve vermesi gibi, o sert taş ve topraktaki köklerin kemâl-i sühuletle intişar etmesi ve yer altında yemiş vermesi; hem şiddet-i hararete karşı aylarca nâzik, yeşil yaprakların yaş kalması; tabiiyunun ağzına şiddetle tokat vuruyor Kör olası gözüne parmağını sokuyor ve diyor ki: En güvendiğin salabet ve hararet dahi, emir tahtında hareket ediyorlar ki; o ipek gibi yumuşak damarlar, birer asâ-yı Mûsa (AS) gibi emrine imtisâl ederek taşları şakk eder Ve o sigara kâğıdı gibi ince nazenin yapraklar, birer aza-yı İbrahim (AS) gibi ateş saçan hararete karşıâyetini okuyorlar

Mâdem her şey mânen Bismillah der Allah namına Allah'ın ni'etlerini getirip bizlere veriyorlar Biz dahi Bismillah demeliyiz Allah nâmına vermeliyiz Allah nâmına almalıyız Öyle ise, Allah nâmına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız

Sual: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiat veriyoruz Acaba asıl mal sahibi olan Allah, ne fiat istiyor?

Elcevab: Evet o Mün'im-i Hakikî, bizden o kıymettar ni'metlere, mallara bedel istediği fiat ise; üç şeydir Biri: Zikir Biri: Şükür Biri: Fikir'dir Başta "Bismillah" zikirdir Âhirde "Elhamdülillah" şükürdür Ortada, bu kıymettar hârika-i san'at olan nimetler Ehad-i Samed'in mu'cize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derketmek fikirdir Bir pâdşahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise, öyle de; zâhirî mün'imleri medih ve muhabbet edip, Mün'im-i Hakikî'yi unutmak; ondan bin derece daha belâhettir

Ey nefis! böyle ebleh olmamak istersen; Allah nâmına ver, Allah nâmına al, Allah nâmına başla, Allah nâmına işle Vesselâm

Bedîüzzaman
Said Nursî
(RA)
***

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı

Eski 03-29-2009   #2
meLankoLik_asaLet
Varsayılan

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı



İkinci Söz

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

اَلَّذِينَيُؤْمِنُونَبِالْغَيْبِ

Îmanda ne kadar büyük bir saadet ve ni'met ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulunduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:

Bir vakit iki adam, hem keyif, hem ticaret için seyahate giderler Biri hodbin, talihsiz bir tarafa; diğeri hudabin, bahtiyar diğer tarafa süluk eder, giderler

Hodbîn adam, hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer Bakar ki: Her yerde âciz bîçareler, zorba müdhiş adamların ellerinden ve tahrîbatlarından vâveylâ ediyorlar Bütün gezdiği yerlerde böyle hazîn, elîm bir hâli görür Bütün memleket, bir matemhane-i umumî şeklini almış Kendisi, şu elîm ve muzlim haleti hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz Çünki: Herkes ona düşman ve ecnebi görünüyor Ve ortalıkta dahi, müthiş cenâzeleri ve me'yusâne ağlayan yetimleri görür Vicdanı, azab içinde kalır Diğeri Hüdâbîn, hudâperest ve hak-endiş, güzel ahlâklı idi ki: Nazarında pek güzel bir memlekete düştü İşte bu iyi adam, girdiği memlekette bir umumî şenlik görüyor Her tarafta bir sürur , bir şehr-âyin, bir cezbe ve neş'e içinde zikirhâneler herkes ona dost ve akrabâ görünür Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisat-ı umumiye şenliği görüyor Hem, tekbir ve tehlil ile mesrurâne ahz-ı asker için bir davul, bir musiki sesi işitiyor Evvelki bedbahtın hem kendi, hem umum halkın elemi ile müteellim olmasına bedel; şu bahtiyar, hem kendi, hem umum halkın süruru ile mesrur ve müferrah olur Hem güzelce bir ticaret eline geçer Allah'a şükreder Sonra döner, öteki adama rastgelir Halini anlar Ona der: "Yâhu sen divâne olmuşsun Batnındaki çirkinlikler, zâhirine aksetmiş olmalı ki; gülmeyi ağlamak, terhisatı, soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin Aklını başına al Kalbini temizle



Tâ, şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikatı görebilesin Zira, nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyet-perver, muktedir, intizam-perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği Sûrette olamaz" Sonra o bedbahtın aklı başına gelir nedâmet eder "Evet, ben işretten dîvâne olmuştum Allah senden razı olsun ki, Cehennemî bir hâletten beni kurtardın" der

Ey nefsim! Bil ki: Evvelki adam kâfirdir Veya fasık gafildir Şu dünya, onun nazarında bir mâtemhâne-i umumiyyedir Bütün zîhayat, firak ve zeval sillesiyle ağlayan yetimlerdir Hayvan ve insan ise; ecel pençesiyle parçalanan kimsesiz başıbozuklardır Dağlar ve denizler gibi büyük mevcûdât, ruhsuz, müdhiş cenazeler hükmündedirler Daha bunun gibi çok elîm, ezici, dehşetli evham, küfründen ve dalâletinden neş'et edip, onu mânen ta'zip eder Diğer adam ise; mü'mindir Cenâb-ı Hâlikı tanır, tasdik eder Onun nazarında şu dünya, bir zikirhane-i Rahman, bir talimgah-ı beşer ve hayvan ve meydan-ı imtihan-ı ins ü cândır Bütün vefiyat-ı hayvâniye ve insanîye ise; terhisattır Vazife-i hayatını bitirenler, bu dâr-ı faniden, mânen mesrurâne, dağdağasız diğer bir âleme giderler Ta yeni vazifedarlara yer açılsın, gelip çalışsınlar Bütün tevellüdat-ı hayvaniye ve insaniyye ise; ahz-ı askere, silâh altına, vazife başına gelmektir Bütün zîhayat, birer muvazzaf mesrur asker, birer müstakkim memnun memurlardır Bütün sadalar ise, ya vazife başlamasındaki zikir ve tesbih ve paydostan gelen şükür ve tefrih veya işlemek neş'esinden neş'et eden nağamâttır Bütün mevcûdât, o mü'minin nazarında, Seyyid-i Kerim'inin ve Mâlik-i Rahim'inin birer mûnis hizmetkârı, birer dost memuru, birer şirin kitabıdır Daha bunun gibi pek çok latif, ulvî ve leziz, tatlı hakikatlar, îmanından tecelli eder, tezâhür eder

Demek îman, bir mânevî Tûba-yi Cennet çekirdeğini taşıyor Küfür ise mânevî bir Zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor Demek selâmet ve emniyet, yalnız İslâmiyette ve îmandadır Öyle ise, biz daima:

اَلْحَمْدُ ِللّهِ عَلَى دِينِ اْلاِسْلاَمِ وَ كَمَالِ اْلاِيمَانِ demeliyiz

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı

Eski 03-29-2009   #3
meLankoLik_asaLet
Varsayılan

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı



Üçüncü Söz



بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

يَآ اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا



İbadet, ne büyük bir ticaret ve saadet Fısk ve sefahet, ne büyük bir hasâret ve helâket olduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle

Bir vakit iki asker, uzak bir şehire gitmek için emir alıyorlar Beraber giderler; tâ, yol ikileşir Bir adam orada bulunur, onlara der: «Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan, ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür Soldaki yol ise, menfaatı olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür Hem ikisi, kısa ve uzunlukta birdirler Yalnız bir fark var ki, intizâmsız, hükûmetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silâhsız gider Zâhirî bir hiffet, yalancı bir rahatlık görür İntizâm-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddî hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûb edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur»

O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra şu bahtiyar nefer, sağa gider Bir batman ağırlığı omuzuna ve beline yükler Fakat kalbi ve ruhu, binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur Öteki bedbaht nefer ise, askerliği bırakır Nizâma tâbi olmak istemez, sola gider Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur, fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir Hem herkese dilenci, hem her şeyden, her hâdiseden titrer bir Sûrette gider Tâ, mahall-i maksûda yetişir Orada, âsi ve kaçak cezasını görür

Askerlik nizâmını seven, çanta ve silâhını muhafaza eden ve



sağa giden nefer ise, kimseden minnet almayarak, kimseden havf etmeyerek rahat-ı kalb ve vicdan ile gider Tâ o matlûb şehire yetişir Orada, vazifesini güzelce yapan bir namuslu askere münasib bir mükâfat görür

İşte ey nefs-i serkeş! Bil ki: O iki yolcu, biri mutî-i kanun-u İlâhî, birisi de; âsi ve hevâya tâbi insanlardır O yol ise, hayat yoludur ki: Âlem-i Ervahtan gelip kabirden geçer; âhirete gider O çanta ve silâh ise, ibâdet ve takvâdır İbadetin çendan zâhirî bir ağırlığı var Fakat,

mânâsında öyle bir rahatlık ve hafiflik var ki, târif edilmez Çünki: Âbid, namazında der:



Evet insan, nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde; sermayesi hiç hükmünde Hem nihayetsiz musibetlere maruz olduğu halde; iktidarı, hiç hükmünde bir şey Âdeta sermaye ve iktidarının dairesi, eli nereye yetişirse o kadardır Fakat, emelleri, arzuları ve elemleri ve belâları ise; dairesi, gözü, hayali nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir Bu derece âciz ve zaîf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere ibâdet, tevekkül, tevhid, teslim; ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir ni'met olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk eder Mâlûmdur ki: Zararsız yol, zararlı yola -velev on ihtimalden bir ihtimal ile olsa- tercih edilir Halbuki: mes'elemiz olan ubû-



diyyet yolu, zararsız olmakla beraber ondan dokuz ihtimal ile bir saadet-i ebediyye hazinesi vardır Fısk ve sefahet yolu ise: -hattâ fâsıkın itirafıyla dahi- menfaatsız olduğu halde, ondan dokuz ihtimal ile şekavet-i ebediyye helâketi bulunduğu; icmâ ve tevâtür derecesinde hadsiz ehl-i ihtisasın ve müşâhedenin şehadetiyle sabittir Ve ehl-i zevkin ve keşfin ihbaratıyla muhakkaktır

Elhasıl: Âhiret gibi, dünya saadeti dahi, ibâdette ve ALLAH'a asker olmaktadır Öyle ise, biz daima: اَلْحَمْدُ ِللّهِ عَلَى الطَّاعَةِ وَالتَّوْفِيقِ demeliyiz Ve müslüman olduğumuza şükretmeliyiz

* * *
اَشْهَدُ اَنْ لآَ اِلَهَ اِلاَّ اللّهُ Yâni: "Hâlık ve Rezzak, ondan başka yoktur Zarar ve menfaat, onun elindedir O hem Hakîm'dir; abes iş yapmaz Hem Rahîm'dir; ihsanı, merhameti çoktur" diye îtikad ettiğinden her şeyde bir hazine-i rahmet kapısını bulur Dua ile çalar Hem her şey'i kendi Rabbisinin emrine müsahhar görür, Rabbisine iltica eder Tevekkül ile istinad edip her musibete karşı tahassun eder Îmanı, ona bir emniyet-i tâmme verir Evet her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, îmândır, ubûdiyettir Her seyyiat gibi cebânetin dahi menbaı, dalâlettir Evet, tam münevverül kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz Belki; hârika bir kudret-i Samedâniyeyi, lezzetli bir hayret ile seyredecek Fakat meşhur bir münevverül- akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise; gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer "Acaba bu serseri yıldız Arzımıza çarpmasın mı?" der; evhâma düşer (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi Çokları gece vakti hânelerini terkettiler)

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı

Eski 03-29-2009   #4
meLankoLik_asaLet
Varsayılan

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı



Üçüncü Söz




يَآ اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا


İbadet, ne büyük bir ticaret ve saadet Fısk ve Sefahet, ne büyük bir hasaret ve helâket olduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle

Bir vakit iki asker, uzak bir şehire gitmek için emir alıyorlar Beraber giderler; tâ, yol ikileşir Bir adam orada bulunur, onlara der: «Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan, ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür Soldaki yol ise, menfaatı olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür Hem ikisi, kısa ve uzunlukta birdirler Yalnız bir fark var ki, intizâmsız, hükûmetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silâhsız giderZahirî bir hiffet, yalancı bir rahatlık görür İntizam-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddî hülâsardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûb edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur»

O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra şu bahtiyar nefer, sağa gider Bir batman ağırlığı omuzuna ve beline yükler Fakat kalbi ve ruhu, binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur Öteki bedbaht nefer ise, askerliği bırakır Nizâma tâbi olmak istemez, sola gider Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur, fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir Hem herkese dilenci, hem her şeyden, her hâdiseden titrer bir Sûrette gider Tâ, mahall-i maksuda yetişir Orada, âsi ve kaçak cezasını görür

Askerlik nizâmını seven, çanta ve silâhını muhafaza eden ve

(Orjinal Sayfa:19)

sağa giden nefer ise, kimseden minnet almayarak, kimseden havf etmeyerek rahat-ı kalb ve vicdan ile gider Tâ o matlup şehire yetişir Orada, vazifesini güzelce yapan bir namuslu askere münasib bir mükâfat görür

İşte ey nefs-i serkeş! Bil ki: O iki yolcu, biri mutî-i kanun-i İlâhî, birisi de; âsi ve hevâya tâbi insanlardır O yol ise, hayat yoludur ki: Âlem-i Ervahtan gelip kabirden geçer; âhirete gider O çanta ve silâh ise, ibâdet ve takvâdır İbadetin çendan zâhirî bir ağırlığı var Fakat,

mânâsında öyle bir rahatlık ve hafiflik var ki, târif edilmez Çünki: Âbid, namazında der:



Evet insan, nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde; sermayesi hiç hükmünde Hem nihayetsiz musibetlere maruz olduğu halde; iktidarı, hiç hükmünde bir şey Âdeta sermaye ve iktidarının dairesi, eli nereye yetişirse o kadardır Fakat, emelleri, arzuları ve elemleri ve belâları ise; dairesi, gözü, hayali nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir Bu derece âciz ve zaîf, fakir ve muhtaç olan ruh-i beşere ibâdet, tevekkül, tevhid , teslim; ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir ni'met olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk eder Mâlûmdur ki: Zararsız yol, zararlı yola -velev on ihtimalden bir ihtimal ile olsa- tercih edilir Halbuki: mes'elemiz olan ubû-

(Orjinal Sayfa:20)

diyyet yolu, zararsız olmakla beraber ondan dokuz ihtimal ile bir saadet-i ebediye hazinesi vardır Fısk ve sefahet yolu ise: -hattâ fâsıkın itirafıyla dahi- menfaatsız olduğu halde, ondan dokuz ihtimal ile Şekavet-i ebediye helâketi bulunduğu; icmâ ve tevâtür derecesinde hadsiz Ehl-i ihtisas ve müşahedenin şehadetiyle sabittir Ve ehl-i zek ve keşfin ihbaratıyla muhakkaktırElhasıl: Âhiret gibi, dünya saadeti dahi, ibâdette ve Allah'a asker olmaktadır Öyle ise, biz daima: اَلْحَمْدُِللّهِ عَلَى الطَّاعَةِ وَالتَّوْفِيقِ demeliyiz Ve müslüman olduğumuza şükretmeliyiz

* * *
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ اَشْهَدُ اَنْ لآَ اِلَهَ اِلاَّ اللّهُ Yâni: "Hâlık ve Rezzak, ondan başka yoktur Zarar ve menfaat, onun elindedir O hem Hakîm'dir; abes iş yapmaz Hem Rahîm'dir; ihsanı, merhameti çoktur" diye itikat ettiğinden her şeyde bir hazine-i rahmet kapısını bulur Dua ile çalar Hem her şey'i kendi Rabbisinin emrine musahhar görür, Rabbisine iltica eder Tevekkül ile istinad edip her musibete karşı tahassun eder Îmanı, ona bir emniyet-i tâmme verir Evet her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, îmândır, ubûdiyettir Her seyyiât gibi cebânet dahi menbaı, dalâlettir Evet, tam münevverü'l kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz Belki; hârika bir Kudret-i Samedâniyeyi , lezzetli bir hayret ile seyredecek Fakat meşhur bir münevverü'l - akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise; gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer "Acaba bu serseri yıldız Arzımıza çarpmasın mı?" der; evhama düşer (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi Çokları gece vakti hânelerini terkettiler)

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı

Eski 03-29-2009   #5
meLankoLik_asaLet
Varsayılan

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı



Dördüncü Söz




اَلصَّلاَةُعِمَادُالدِّينِ




Namaz, ne kadar kıymetdar ve mühim, hem ne kadar ucuz ve az bir masraf ile kazanılır, hem namazsız adam ne kadar dîvâne ve zararlı olduğunu, iki kerre iki dört eder derecesinde kat'î anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, gör:

Bir zaman bir büyük hâkim, iki hizmetkârını, -herbirisine yirmidört altın verip- iki ay uzaklıkta has ve güzel bir çiftliğine ikamet etmek için gönderiyor Ve onlara emreder ki: "Şu para ile yol ve bilet masrafı yapınız Hem oradaki meskeninize lâzım bâzı şeyleri mübâyaa ediniz Bir günlük mesâfede bir istasyon vardır Hem araba, hem gemi, hem şimendifer, hem tayyare bulunur Sermayeye göre binilir"

İki hizmetkâr, ders aldıktan sonra giderler Birisi bahtiyar idi ki, istasyona kadar bir parça para masraf eder Fakat, o masraf içinde efendisinin hoşuna gidecek öyle güzel bir ticaret elde eder ki: Sermayesi, birden bine çıkar Öteki hizmetkâr bedbaht, serseri olduğundan; istasyona kadar yirmiüç altınını sarfeder Kumara-mumara verip zayi' eder, birtek altını kalır Arkadaşı ona der: "Yahu, şu liranı bir bilete ver Tâ, bu uzun yolda yayan ve aç kalmayasın Hem bizim efendimiz kerîmdir; belki merhamet eder; ettiğin kusuru afveder Seni de tayyareye bindirirler Bir günde mahall-i ikametimize gideriz Yoksa iki aylık bir çölde aç, yayan, yalnız gitmeye mecbur olursun" Acaba şu adam inad edip, o tek lirasını bir define anahtarı hükmünde olan bir bilete vermeyip, muvakkat bir

(OrjinalSayfa:22)


lezzet için sefahete sarfetse; gâyet akılsız, zararlı, bedbaht olduğunu, en akılsız adam dahi anlamaz mı?

İşte ey namazsız adam ve ey namazdan hoşlanmayan nefsim!

O hâkim ise; Rabbimiz,HâlıkımızdırO iki hizmetkâr yolcu ise; biri mütedeyyin, namazını şevk ile kılar Diğeri gafil, namazsız insanlardır O yirmidört altrn ise, yirmidört saat her gündeki ömürdür O has çiftlik ise, Cennet'tir O istasyon ise, kabirdir O seyahat ise kabre, haşre, ebede gidecek beşer yolculuğudur Amele göre, takvâ kuvvetine göre, o uzun yolu mütefâvit derecede kat'ederler Bir kısım ehl-i takvâ, berk gibi bin senelik yolu, bir günde keser Bir kısmı da, hayal gibi ellibin senelik bir mesâfeyi bir günde kat'eder Kur'an-ı Azîmüşşan, şu hakikate iki âyetiyle işaret eder O bilet ise, namazdır Birtek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir Acaba yirmiüç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarfeden ve o uzun hayat-ı ebediyeye birtek saatini sarfetmeyen; ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder, ne kadar hilâf-ı akıl hareket eder Zira bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına yarı malını vermek, akıl kabûl ederse; halbuki kazanç ihtimali binde birdir Sonra yirmidörtten bir malını, yüzde doksandokuz ihtimal ile kazancı Mûsaddak bir hazine-i ebediyeye vermemek; ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü, kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı?

Halbuki namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir Hem namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyyet ile ibâdet hükmünü alır Bu Sûrette bütün sermaye-i ömürünü, âhirete mal edebilir Fâni ömrünü, bir cihette ibkâ eder


* * *
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı

Eski 03-29-2009   #6
meLankoLik_asaLet
Varsayılan

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı



Beşinci Söz sözler 5 söz



اِنَّ اللّهَ مَعَ الَّذِينَ اتَّقَوْا وَالَّذِينَ هُمْ مُحْسِنُوَن




Namaz kılmak ve büyük günahları işlememek, ne derece hakikî bir vazife-i insâniye ve ne kadar fıtrî, münasib bir netice-i hilkat-i beşeriye olduğunu görmek istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:

Seferberlikte bir taburda biri muallem, vazifeperver; diğeri acemi, nefisperver iki asker beraber bulunuyordu Vazifeperver nefer, tâlime ve cihâda dikkat eder, erzak ve tayinâtını hiç düşünmezdi Çünki anlamış ki; onu beslemek ve cihâzâtını vermek, hasta olsa tedâvi etmek, hattâ indel- hâce lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir Ve onun asıl vazifesi, tâlim ve cihaddır Fakat Bâzı erzak ve cihâzât işlerinde işler Kazan kaynatır, karavanayı yıkar, getirir Ona sorulsa: Ne yapıyorsun?

-Devletin angaryasını çekiyorum, der Demiyor: Nafakam için çalışıyorum

Diğer şikem-perver ve acemi nefer ise, tâlime ve harbe dikkat etmezdi "O, devlet işidir Bana ne?" derdi Dâim nafakasını düşünüp onun peşine dolaşır, taburu terkeder, çarşıya gider, alış-veriş ederdi Bir gün, muallem arkadaşı ona dedi:

-Birader, asıl vazifen, tâlim ve muharebedir Sen, onun için

(Orjinal Sayfa: 24)

buraya getirilmişsin Padişaha itimad et O, seni aç bırakmaz O, onun vazifesidir Hem sen, âciz ve fakirsin; her yerde kendini beslettiremezsin Hem mücâhede ve seferberlik zamanıdır Hem sana âsidir der, ceza verirler Evet iki vazife, peşimizde görünüyor Biri, pâdişahın vazifesidir Bâzan biz onun angaryasını çekeriz ki, bizi beslemektir Diğeri, bizim vazifemizdir Pâdişah bize teshîlât ile yardım eder ki,ta'lîm ve harbdir Acaba o serseri nefer, o mücâhid mualleme kulak vermezse, ne kadar tehlikede kalır anlarsın!

İşte ey tenbel nefsim! O dalgalı meydan-ı harb , bu dağdağalı dünya hayatıdır O taburlara taksim edilen ordu ise, cem'iyet-i beşeriyedir Ve o tabur ise, şu asrın Cemaat-ı İslâmiye'sidir O iki nefer ise; biri: Ferâiz-i dîniyesini bilen ve işleyen ve kebâiri terk ve günahları işlememek için nefis ve şeytanla mücahede eden müttakî müslümandır Diğeri: Rezzâk-ı Hakikî'yi ittiham etmek derecesinde derd-i maîşete dalıp, feraizi terk ve maişet yolunda rastgelen günahları işleyen fâsık-ı hâsirdir Ve o tâlim ve tâlimat ise, (başta namaz) ibâdettir Ve o harb ise; nefis ve heva, cin ve İns şeytanlarına karşı mücahede edip günahlardan ve ahlâk-ı rezileden kalb ve ruhunu helâket-i ebediyeden kurtarmaktır Ve o iki vazife ise; birisi, hayâtı verip beslemektir Diğeri, hayâtı verene ve besleyene perestiş edip yalvarmaktır Ona tevekkül edip emniyet etmektir

Evet en parlak bir mu'cize-i san'at-ı samedaniye ve bir harika-yi hikmet-i Rabbaniyye olan hayatı kim vermiş, yapmış ise; rızıkla o hayatı besleyen ve idâme eden de odur Ondan başka olmaz Delil mi istersin? En zaîf, en aptal hayvan; en iyi beslenir (Meyve kurtları ve balıklar gibi) En âciz, en nâzik mahluk; en iyi rızkı o yer (Çocuklar ve yavrular gibi)

Evet vasıta-yi rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile olmadığını; belki, acz ve za'f ile olduğunu anlamak için balıklar ile tilkileri, yavrular ile canavarları, ağaçlar ile hayvanları muvazene etmek kâfidir Demek derd-i maişet için namazını terkeden, o nefere benzer ki: Tâlimi ve siperini bırakıp, çarşıda dilencilik eder Fakat namazını kıldıktan sonra cenab-ı Rezzak-ı Kerim'in matbaha-yi rahmetinden tayinatını aramak, başkalara bâr olmamak için bizzat gitmek; güzeldir, mertliktir, o dahi bir ibâdettir Hem insan ibâdet için halk olunduğunu, fıtratı ve cihazat-ı mâneviyesi gösteriyor Zira hayat-ı dünyeviyesine


(Orjinal Sayfa: 25)

lâzım olan amel ve iktidar cihetinde en ednâ bir serçe kuşuna yetişmez Fakat Hayat-ı mâneviye ve uhreviyesine lâzım olan ilim ve iftikar ile tazarru ve ibâdet cihetinde hayvanâtın sultanı ve kumandanı hükmündedir

Demek ey nefsim! Eğer hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i maksad yapsan ve ona daim çalışsan, en edna bir serçe kuşunun bir neferi hükmünde olursun Eğer hayat-ı uhreviyeyi gaye-i maksad yapsan ve şu hayatı dahi ona vesile ve mezraa etsen ve ona göre çalışsan; o vakit hayvanâtın büyük bir kumandanı hükmünde ve şu dünyada Cenâb-ı Hakk'ın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri olursun

İşte sana iki yol, istediğini İntihap edilirsin Hidâyet ve tevfikı Erhamürrâhimîn'den iste


* * *
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı

Eski 03-29-2009   #7
meLankoLik_asaLet
Varsayılan

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı



Altıncı Söz sözler 6 söz



اِنَّ اللّهَ اشْتَرَى مِنَ اْلمُؤْمِنِينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ




Nefis ve malını Cenâb-ı Hakk'a satmak ve ona abd olmak ve asker olmak; ne kadar kârlı bir ticaret, ne kadar şerefli bir rütbe olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciği dinle:

Bir zaman bir pâdişah, raiyetinden iki adama, her birisine emaneten birer çiftlik verir ki; içinde fabrika, makine, at, silâh gibi her şey var Fakat fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan, hiçbir şey kararında kalmaz Ya mahvolur veya tebeddül eder gider Pâdişah, o iki nefere kemal-i merhametinden bir Yaver-i ekremini gönderdi Gâyet merhametkâr bir ferman ile onlara diyordu: Elinizde olan emanetimi bana satınız Tâ, sizin için muhafaza edeyim, beyhûde zâyi olmasın Hem, muharebe bittikten sonra size daha güzel bir Sûrette iade edeceğim Hem, gûya o emanet malınızdır; pek büyük bir fiat size vereceğim Hem, o makine ve fabrikadaki âletler, benim namımla ve benim tezgâhımda işlettirilecek Hem fiatı, hem ücretleri, birden bine yükselecek Bütün o kârı size vereceğim Hem de siz, âciz ve fakirsiniz O koca işlerin masârifâatını tedârik edemezsiniz Bütün masârifâtı ve levâzımâtı, ben deruhde ederim Bütün vâridatı ve menfaatı size vereceğim Hem de terhisat zamanına kadar elinizde bırakacağım İşte beş mertebe kâr

(Orjinal Sayfa: 27)

içinde kâr Eğer bana satmazsanız, zâten görüyorsunuz ki, hiç kimse elindekini muhafaza edemiyor Herkes gibi elinizden çıkacaktır Hem beyhude gidecek, hem o yüksek fiattan mahrum kalacaksınız Hem o nâzik, kıymetdar âletler, mîzanlar, istimal edilecek şâhâne madenler ve işler bulmadığından; bütün bütün kıymetten düşecekler Hem idare ve muhafaza zahmeti ve külfeti başınıza kalacak Hem emanette hıyanet cezasını göreceksiniz İşte beş derece hasaret içinde hasaret

Hem de bana satmak ise, bana asker olup benim namımla tasarruf etmek demektir Âdi bir esir ve başı bozuğa bedel, âlî bir pâdişahın has, serbest bir yaver-i askeri olursunuz

Onlar, şu iltifâtı ve fermanı dinledikten sonra, o iki adamdan aklı başında olanı dedi:

-Baş üstüne, ben mal-iftihar satarım Hem, bin teşekkür ederim

Diğeri mağrur, nefsi firavunlaşmış, hodbîn, ayyaş, güya ebedî o çiftlikte kalacak gibi, dünya zelzelelerinden dağdağalarından haberi yok Dedi:

-Yok! Pâdişah kimdir? Ben mülkümü satmam, keyfimi bozmam

Biraz zaman sonra birinci adam öyle bir mertebeye çıktı ki, herkes haline gıbta ederdi Pâdişahın lütfuna mazhar olmuş, has sarayında saadetle yaşıyor Diğeri, öyle bir hale giriftar olmuş ki: Hem herkes ona acıyor, hem de "müstehak!" diyor Çünki hatâsının neticesi olarak hem saadeti ve mülkü gitmiş, hem ceza ve azab çekiyor

İşte ey nefs-i pürheves! Şu misâlin dürbünü ile hakikatın yüzüne bak Amma o pâdişah ise, ezel-ebed Sultânı olan Rabbin, Hâlıkındır Ve o çiftlikler, makineler, âletler, mizanlar ise, senin daire-i hayatın içindeki mâmelekin ve o mâmelekin içindeki cisim, ruh ve kalbin ve onlar içindeki göz ve dil, akıl ve hayal gibi zahirî ve bâtırî hâsselerindir Ve o Yâver-i Ekrem ise, Resul-i Kerim'dir Ve o Ferman-ı ahkem ise, Kur'an-ı Hakîm'dir ki, bahsinde bulunduğumuz ticaret-î azîmeyi, şu âyetle ilân ediyor:




Ve o dalgalı muharebe meydanı ise, şu fırtınalı dünya yüzüdür ki;

(Orjinal Sayfa: 28)

durmuyor, dönüyor, bozuluyor ve her insanın aklına şu fikri veriyor: "Mâdem herşey elimizden çıkacak, fâni olup kaybolacak Acaba bâkiye tebdil edip ibkâ etmek çaresi yok mu?" deyip, düşünürken birden semavî Sadâ-yi Kur'ân işitiliyor Der: "Evet var Hem, beş mertebe kârlı bir Sûrette güzel ve rahat bir çaresi var"

Sual: Nedir?

Elcevab: Emaneti, sahib-i hakikîsine satmak İşte o satışta, beş derece kâr içinde kâr var

Birinci kâr: Fâni mal, bekâ bulur Çünki Kayyûm-u Baki olan Zât-ı Zülcelâl'e verilen ve onun yolunda sarfedilen şu ömr-i zâil, bâkiye İnkılâp eder, bâki meyveler verir O vakit ömür dakikaları, âdeta tohumlar, çekirdekler hükmünde zâhiren fena bulur, çürür Fakat Âlem-i bekâda, saadet çiçekleri açarlar ve sünbüllenirler Ve Âlem-i berzah'ta ziyadar, mûnis birer manzara olurlar

İkinci kâr: Cennet gibi bir fiat veriliyor

Üçüncü kâr: Her â'zâ ve hasselerin kıymeti, birden bine çıkar Meselâ: Akıl bir âlettir Eğer Cenâb-ı Hakk'a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, öyle meş'ûm ve müz'iç ve muacciz bir âlet olur ki; geçmiş zamanın âlâm-ı hazînânesini ve gelecek zamanın ehvâl-i muhavvifânesini senin bu bîçare başına yükletecek, yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner İşte bunun içindir ki: Fâsık adam, aklın iz'ac ve tâcizden kurtulmak için, gâliben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar Eğer Mâlik-i Hakikî'sine satılsa ve onun hesabına çalıştırsan; akıl, öyle tılsımlı bir anahtar olur ki: Şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar Ve bununla sahibini, Saadet-i ebediyeye müheyya eden bir Mürşid-i Rabbânî derecesine çıkar Meselâ: Göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder Eğer Cenâb-ı Hakk'a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan; geçici, devamsız Bâzı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsaniyeye bir kavvad derekesinde bir hizmetkâr olur Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîr'ine satsan ve onun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan; o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir Mütâlâacısı ve şu âlemdeki Mu'cizat-ı san'at-ı rabbaniyenin bir seyircisi ve şu Küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar Meselâ: Dildeki kuvve-i zâikayı, Fâtır-ı Hakîm'ine satmazsan, belki nefis hesabına, mide nâmına çalıştırsan; o vakit midenin tavlasına ve fabri-

(Orjinal Sayfa: 29)

kasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder Eğer Rezzak-ı Kerim'e satsan; o zaman dildeki kuvve-i zâika, Rahmet-i İlâhiye hazinelerinin bir nâzır-i mahiri ve Kudret-i Samedaniyye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar

İşte ey akıl, dikkat et! Meş'um bir âlet nerede Kâinat anahtarı nerede Ey göz, güzel bak! Âdi bir kavvâd nerede Kütüphane-i ilâhînin mütefennin bir nâzırı nerede Ve ey dil, iyi tad! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede Hazine-i hâssa-yi Rahmet nâzırı nerede

Ve daha bunlar gibi başka âletleri ve âzaları kıyas etsen anlarsın ki: Hakikaten mü'min Cennet'e lâyık ve kâfir Cehennem'e muvafık bir mâhiyet kesbeder Ve onların herbiri, öyle bir kıymet almalarının sebebi: Mü'min, îmanıyla Hâlıkının emanetini, onun namına ve izni dairesinde istimal etmesidir Ve kâfir, hıyânet edip nesf-i emmâre hesabına çalıştırmasıdır

Dördüncü Kâr: İnsan zaîftir, belaları çok Fâkirdir, ihtiyacı pek ziyâde Âcizdir, hayat yükü pek ağır Eğer Kadîr-i Zülcelâl'e dayanıp tevekkül etmezse ve îtimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azâb içinde kalır Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar Ya sarhoş veya canavar eder

Beşinci kâr: Bütün o âza ve âletlerin ibâdeti ve tesbihâtı ve o yüksek ücretleri, en muhtaç olduğun bir zamanda, Cennet yemişleri Sûretinde sana verileceğine; ehl-i zevk ve keşif ve ehl-i ihtisas ve müşahede ittifak etmişler

İşte bu beş mertebe kârlı ticareti yapmazsan, şu kârlardan mahrumiyetten başka, beş derece hasâret içinde hasârete düşeceksin

Birinci hasâret : O kadar sevdiğin mal ve evlâd ve perestiş ettiğin nefis ve hevâ ve meftun olduğun gençlik ve hayat zayi olup kaybolacak, senin elinden çıkacaklar Fakat günahlarını, elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler

İkinci hasâret: Emanette hıyânet cezasını çekeceksin Çünki en kıymetdar âletleri, en kıymetsiz şeylerde sarfedip nefsine zulmettin

Üçüncü hasâret: Bütün o kıymetdar cihâzât-ı insâniyeyi,

(Orjinal Sayfa: 30)

hayvanlıktan çok aşağı bir derekeye düşürüp hikmet-i ilâhiyeye iftira ve zulmettin

Dördüncü hasâret: Acz ve fakrın ile beraber, o pek ağır hayat yükünü, zaîf beline yükleyip zevâl ve firak sillesi altında daim vâveylâ edeceksin

Beşinci hasâret: Hayat-ı ebediyye esâsâtını ve Saadet-i uhreviye levazımatını tedârik etmek için verilen akıl, kalb, göz ve dil gibi güzel Hediye-i Rahmaniyeyi, Cehennem kapılarını sana açacak çirkin bir Sûrete çevirmektir Şimdi satmağa bakacağız Acaba o kadar ağır bir şey midir ki, çokları satmaktan kaçıyorlar Yok, kat'â ve aslâ! Hiç öyle ağırlığı yoktur Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir Harama girmeye hiç lüzum yoktur Ferâiz-i ilâhiyye ise hafiftir, azdır Allah'a abd ve asker olmak, öyle lezzetli bir şereftir ki, târif edilmez Vazife ise: Yalnız bir asker gibi Allah nâmına işlemeli, başlamalı Ve Allah hesabıyla vermeli ve almalı Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı Kusur etse, istiğfar etmeli Yâ Rab! Kusurumuzu afvet, bizi kendine kul kabûl et, emanetini kabz etmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl Âmîn demeli ve ona yalvarmalı

* * *
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ اِنَّ اللّهَ اشْتَرَى مِنَ اْلمُؤْمِنِينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı

Eski 03-29-2009   #8
meLankoLik_asaLet
Varsayılan

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı



Yedinci Söz sözler 7 söz

Şu kâinatın tılsım-ı muğlakını açan آمَنْتُبِاللّهِوَبِالْيَوْمِاْلآخِرِ rûh-i beşer için saadet kapısını fetheden ne kadar kıymetdar iki tılsım-ı müşkil-küşâ olduğunu ve sabır ile Hâlıkına tevekkül ve iltica ve şükür ile Rezzâkk'ından suâl ve dua; ne kadar nâfi ve tiryak gibi iki ilâç olduğunu; ve Kur'an'ı dinlemek, hükmüne inkıyad etmek, namazı kılmak,kebâiri terk etmek; ebedü'l âbâd yolculuğunda ne kadar mühim, değerli revnakdâr bir bilet, bir zâd-ı âhiret, bir nur-i kabir olduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:

Bir zaman bir asker,meydan-ı harb ve imtihanda, kâr ve zarar deverânında pek müthiş bir vaziyete düşer Şöyle ki:

Sağ ve sol iki tarafından dehşetli derin iki yara ile yaralı ve arkasında cesîm bir arslan, ona saldırmak için bekliyor gibi duruyor Ve gözü önünde bir darağacı dikilmiş, bütün sevdiklerini asıp mahvediyor, onu da bekliyor Hem bu hâli ile beraber uzun bir yolculuğu var,nefyediliyor O bîçare, şu dehşet içinde,me'yusane düşünürken; sağ cihetinde Hızır gibi bir hayırhah, nuranî bir zât peyda olur Ona der: "Me'yus olma! Sana iki tılsım verip öğreteceğim Güzelce istimal etsen, o arslan, sana müsahhar bir at olur Hem o darağacı, sana keyif ve tenezzüh için hoş bir salıncağa döner Hem sana iki ilâç vereceğim Güzelce istîmal etsen; o iki müteaffin yaraların, iki güzel kokulu Gül-ü Muhammedî (Aleyhissalâtü Vesselâm) denilen lâtif çiçeğe inkılâb ederler Hem sana bir bilet vereceğim Onunla, uçar gibi bir senelik bir yolu, bir günde kesersin İşte eğer inanmıyorsan, bir parça tecrübe et Tâ doğru olduğunu anlayasın" Hakikaten bir parça tecrübe etti Doğru olduğunu tasdik etti Evet ben, yâni şu bîçare Said dahi bunu tasdik ederim Çünki biraz tecrübe ettim, pek doğru gördüm Bundan sonra birden gördü ki: Sol cihetinden Şeytan gibi dessas, ayyaş aldatıcı bir adam, çok zînetler, süslü Sûretler,fantaziyeler, müskirler beraber olduğu halde geldi Karşısında durdu Ona dedi:

(Orjinal Sayfa: 32)

-Hey arkadaş! Gel gel, beraber işret edip keyfedelim Şu güzel kız Sûretlerine bakalım Şu hoş şarkıları dinleyelim Şa tatlı yemekleri yiyelim

Sual: Hâ hâ, nedir ağzında gizli okuyorsun?

Cevap: Bir tılsım

-Bırak şu anlaşılmaz işi Hâzır keyfimizi bozmayalım

S- Hâ, şu ellerindeki nedir?

C- Bir ilâç

- At şunu Sağlamsın Neyin var Alkış zamanıdır

S- Hâ, şu beş nişanlı kâğıt nedir?

C- Bir bilet Bir tâyinat senedi

- Yırt bunları Şu güzel bahar mevsiminde yolculuk bizim nemize lâzım! der Herbir desise ile onu iknaa çalışır Hattâ o bîçâre, ona biraz meyleder Evet, insan aldanır Ben de öyle bir dessasa aldandım

Birden sağ cihetinden ra'd gibi bir ses gelir Der: "Sakın aldanma Ve o dessâsa de ki: Eğer arkamdaki arslanı öldürüp, önümdeki darağacını kaldırıp, sağ ve solumdaki yaraları def'edip peşimdeki yolculuğu men'edecek bir çare sende varsa, bulursan; haydi yap, göster, görelim Sonra de: Gel keyfedelim Yoksa sus hey sersem! Tâ Hızır gibi bu zât-ı semavî dediğini desin"

İşte ey gençliğinde gülmüş, şimdi güldüğüne ağlayan nefsim! Bil: O bîçare asker ise, sensin ve insandır Ve o arslan ise, eceldir Ve o darağacı ise, ölüm ve zeval ve firak ki; gece gündüzün dönmesinde her dost vedâ eder, kaybolur Ve o iki yara ise, birisi müz'ic ve hadsiz bir acz-i beşerî; diğeri elîm, nihayetsiz bir fakr-ı insanîdir Ve o nefy ve yolculuk ise, âlem-i ervahtan, rahm-ı mâderden, sabâvetten, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden, Sırat'tan geçer bir uzun sefer-i imtihandır Ve o iki tılsım ise, Cenâb-ı Hakk'a îmân ve âhirete îmandır

Evet şu kudsî tılsım ile ölüm; insan-ı mü'mini, zindan-ı dünyadan bostan-ı cinâna, huzur-i Rahman'a götüren bir müsahhar at ve burak Sûretini alır Onun içindir ki: Ölümün hakikatını gören kâmil insanlar, ölümü sevmişler Daha ölüm gelmeden ölmek istemişler Hem zeval ve firak, memat ve vefat ve darağacı olan mürur-u zaman, o îmân tılsımı ile, Sâni-i Zülcelâl'in taze taze, renk renk, çeşit çeşit mu'cizat-ı nakşını,havarik-ı kudretini, tecelliyat-ı Rahmetini, Kemâl-i lezzetle seyr ve temaşaya vasıta Sûretini alır Evet Güneşin nurundaki renkleri gösteren âyinelerin tebeddül edip

(Orjinal Sayfa: 33)

tazelenmesi ve sinema perdelerinin değişmesi, daha hoş, daha güzel manzaralar teşkil eder Ve o iki ilâç ise, biri sabır ile tevekküldürHâlıkının kudretine istinad, hikmetine îtimaddır

Öyle mi? Evet emr-i كُنْفَيَكُونُ e mâlik bir Sultan-ı Cihân'a acz tezkeresiyle istinad eden bir adamın ne pervası olabilir? Zira en müdhiş bir musibet karşısında اِنَّا لِلّهِ وَاِنَّآ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ deyip İtmi'nan-ı kalb ile Rabb-i Rahîm'ine îtimad eder Evet ârif-i billâh, aczden, Mehâfetullahtan telezzüz eder Evet havfta lezzet vardır Eğer bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan sual edilse: "En leziz ve en tatlı hâletin nedir?" Belki diyecek: "Aczimi, za'fımı anlayıp, vâlidemin tatlı tokatından korkarak yine vâlidemin şefkatli sinesine sığındığım hâlettir" Halbuki bütün vâlidelerin şefkatleri, ancak bir lem'a-yi tecelli-i rahmettir Onun içindir ki: Kâmil insanlar, aczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki; kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberri edip, Allah'a acz ile sığınmışlar Aczi ve havfı, kendilerine şefaatçı yapmışlar

Diğer ilâç ise, şükür ve kanaat ile taleb ve dua ve Rezzâk-ı Rahîm'in rahmetine îtimaddır Öyle mi? Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-yi nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevvâd-ı Kerîm'in misâfirine fakr ve ihtiyaç, nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştiha Sûretini alır İştiha gibi fakrın tezyidine çalışır Onun içindir ki: Kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler Sakın yanlış anlama! Allah'a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir Yoksa fakrını halka gösterip, dilencilik vaziyetini almak demek değildir Ve o bilet, sened ise; başta namaz olarak edâ-yi ferâiz ve terk-i kebâirdir Öyle mi? Evet bütün ehl-i ihtisas ve müşahedenin ve bütün ehl-i zevk ve keşfin ittifakıyla; o uzun ve karanlıklı ebed-ül âbâd yolunda zâd ve zahîre, ışık ve burak; ancak Kur'anın evâmiriden imtisal ve nevâhisinden içtinab ile elde edilebilir Yoksa fen ve felsefe, san'at ve hikmet, o yolda beş para etmez Onların ışıkları, kabrin kapısına kadardır

İşte ey tenbel nefsim!

Beş vakit namazı kılmak, yedi kebâiri terketmek; ne kadar az ve rahat ve hafiftir Neticesi ve meyvesi ve faidesi ne kadar çok mühim ve büyük olduğunu; aklın varsa, bozulmamış ise anlarsın

(Orjinal Sayfa: 34)

Ve fısk ve sefahete seni teşvik eden şeytana ve o adama dersin: Eğer ölümü öldürüp, zevâli dünyadan izâle etmek ve aczi ve fakrı, beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle, dinleyelim Yoksa sus Kâinat Mescid-i Kebirinde Kur'an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim O nur ile nurlanalım, Hidâyetiyle amel edelim ve Onu vird-i zeban edelim Evet söz Odur ve Ona derler Hak olup, Hak'tan gelip Hak diyen ve hakikatı gösteren ve nuranî hikmeti neşreden Odur




اَللّهُمَّ نَوِّرْ قُلُوبَنَا بِنُورِ اْلاِيمَانِ وَ الْقُرْآنِ اَللّهُمَّ اَغْنِنَا بِاْلاِفْتِقَارِ اِلَيْكَ وَ لاَ تَفْقُرْنَا بِاْلاِسْتِغْنَآءِ عَنْكَ تَبَرَّاْنَا اِلَيْكَ مِنْ حَوْلِنَا وَ قُوَّتِنَا وَ الْتَجَئْنَآ اِلَى حَوْلِكَ وَ قُوَّتِكَ فَاجْعَلْنَا مِنَ الْمُتَوَكِّلِينَ عَلَيْكَ وَ لاَتَكِلْنَآ اِلَى اَنْفُسِنَا وَاحْفَظْنَا بِحِفْظِكَ وَارْحَمْنَا وَ ارْحَمِ الْمُؤْمِنِينَ وَ الْمُؤْمِنَاتِ وَ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمّدٍ عَبْدِكَ وَ نَبِيِّكَ وَ صَفِيِّكَ وَ خَلِيلِكَ وَ جَمَالِ مُلْكِكَ وَ مَلِيكِ صُنْعِكَ وَ عَيْنِ عِنَايَتِكَ وَ شَمْسِ هِدَايَتِكَ وَ لِسَانِ حُجَّتِكَ وَ مِثَالِ رَحْمَتِكَ وَ نُورِ خَلْقِكَ وَ شَرَفِ مَوْجُودَاتِكَ وَ سِرَاجِ وَحْدَتِكَ فِى كَثْرَةِ مَخْلُوقَاتِكَ وَ كَاشِفِ طِلْسِمِ كَآئِنَاتِكَ وَ دَلاََّلِ سَلْطَنَةِ رُبُوبِيَّتِكَ وَ مُبَلِّغِ مَرْضِيَّاتِكَ وَ مُعَرِّفِ كُنُوزِ اَسْمَآئِكَ وَ مُعَلِّمِ عِبَادِكَ وَ تَرْجُمَانِ آيَاتِكَ وَمِرْآتِ جَمَالِ رُبُوبِيّتِكَ وَ مَدَارِ شُهُودِكَ وَ اِشْهَادِكَ وَ حَبِيبِكَ وَ رَسُولِكَ الَّذِى اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَ عَلَى اَلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ وَ عَلَى اِخْوَانِهِ مِنَ النَّبِيِّنَ وَ الْمُرْسَلِينَ وَ عَلَى مَلئِكَتِكَ الْمُقَرَّبِينَ وَ عَلَى عِبَادِكَ الصَّالِحِينَ آمِين

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı

Eski 03-29-2009   #9
meLankoLik_asaLet
Varsayılan

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı



Sekizinci Söz sözler 8 söz



اَلَلّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ اْلحَىُّ الْقَيُّومُ اِنَّ الدِينَ عِنْدَ اللّهِ اْلاِسْلاَمُ





Şu dünya ve dünya içindeki ruh-i insanî ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini ve eğer Din-i Hak olmazsa, dünya bir zindan olması ve dinsiz insan, en bedbaht mahlûk olduğunu ve şu âlemin tılsımını açan, Ruh-i beşerîyî zulümattan kurtaran يَآاَللّه ve لآَاِلهَاِلاَّاللّهُ olduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:

Eski zamanda iki kardeş, uzun bir seyahate beraber gidiyorlar Gitgide tâ yol ikileşti O iki yol başında ciddî bir adamı gördüler Ondan sordular: "Hangi yol iyidir?" O dahi onlara dedi ki: Sağ yolda kanun ve nizâma tebaiyet mecburiyeti vardır Fakat o külfet içinde bir emniyet ve saadet vardır Sol yolda ise, serbestiyet ve hürriyet vardır Fakat o serbestiyet içinde bir tehlike ve şekavet vardır Şimdi intihabdaki ihtiyar sizdedir

Bunu dinledikten sonra güzel huylu kardeş sağ yola تَوَكَّلْتُعَلَىاللّهِ deyip gitti ve nizâm ve intizâma tebaiyeti kabûl etti Ahlâksız ve serseri olan diğer kardeş, sırf serbest-

(Orjinal Sayfa: 36)

lik için sol yolu tercih etti Zâhiren hafif, mânen ağır vaziyette giden bu adamı hayâlen tâkib ediyoruz:

İşte bu adam, dereden tepeden aşıp, git gide tâ hâli bir sahraya girdi Birden müdhiş bir sadâ işitti Baktı ki: Dehşetli bir arslan, meşelikten çıkıp ona hücum ediyor O da kaçtı Tâ altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rastgeldi Korkusundan kendini içine attı Yarısına kadar düşüp, elleri bir ağaca rastgeldi, yapıştı Kuyunun duvarında göğermiş olan o ağacın iki kökü var İki fare, biri beyaz biri siyah, o iki köke Mûsallat olup kesiyorlar Yukarıya baktı gördü ki: Arslan, nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor Aşağıya baktı gördü ki: Dehşetli bir ejderha, içindedir Başını kaldırmış, otuz arşın yukarıdaki ayağına Takarrüb etmiş Ağzı kuyu ağzı gibi geniştir Kuyunun duvarına baktı gördü ki: Isırıcı muzır haşerat, etrafını sarmışlar Ağacın başına baktı gördü ki: Bir incir ağacıdır Fakat hârika olarak muhtelif çok ağaçların meyveleri, cevizden nara kadar başında yemişleri var İşte şu adam, sû-i fehminden, akılsızlığından anlamıyor ki, bu âdi bir iş değildir Bu işler tesadüfî olamaz Bu acib işler içinde garib esrar var Ve pek büyük bir işleyici var olduğunu intikal etmedi Şimdi bunun kalbi ve ruh ve aklı, şu elîm vaziyetten gizli feryad u figan ettikleri halde; nefs-i emmaresi, güya bir şey yokmuş gibi tecâhül edip, ruh ve kalbin ağlamasından kulağını kapayıp, kendi kendini aldatarak, bir bahçede bulunuyor gibi o ağacın meyvelerini yemeğe başladı Halbuki o meyvelerin bir kısmı zehirli ve muzır idi Bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hak buyurmuş: اَنَاعِنْدَظَنِّعَبْدِىبِى Yâni "Kulum beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim"

İşte bu bedbaht adam, sû'-i zan ile ve akılsızlığı ile, gördüğünü, âdi ve ayn-ı hakikat telâkki etti ve öyle de muamele gördü ve görüyor ve görecek! Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor, böylece azab çekiyor Biz de şu meş'umu, bu azabda bırakıp döneceğiz Tâ, öteki kardeşin hâlini anlayacağız

İşte şu mübarek akıllı zât gidiyor Fakat biraderi gibi sıkıntı çekmiyor Çünki güzel ahlâklı olduğundan güzel şeyleri düşünür, güzel hülyâlar eder Kendi kendine ünsiyet eder Hem biraderi gibi zahmet ve meşakkat çekmiyor Çünki nizâmı bilir, tebaiyet eder, teshilat görür Asayiş ve emniyet içinde serbest gidiyor İşte bir bahçeye rastgeldi İçinde hem güzel çiçek ve meyveler var Hem

(Orjinal Sayfa: 37)

bakılmadığı için murdar şeyler de bulunuyor Kardeşi dahi böyle birisine girmişti Fakat murdar şeylere dikkat edip meşgul olmuş, mîdesini bulandırmış Hiç istirahat etmeden çıkıp gitmişti Bu zât ise, "Her şeyin iyisine bak" kaidesiyle amel edip murdar şeylere hiç bakmadı İyi şeylerden iyi istifade etti Güzelce istirahat ederek çıkıp gidiyor Sonra gitgide bu dahi evvelki biraderi gibi bir sahra-yi azîmeye girdi Birden hücum eden bir arslanın sesini işitti Korktu, fakat biraderi kadar korkmadı Çünki hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle; "Şu sahranın bir Hâkimi var Ve bu arslan, o Hâkim taht-ı emrinde bir hizmetkâr olması ihtimali var" diye düşünüp teselli buldu Fakat yine kaçtı Tâ altmış arşın derinliğinde bir susuz kuyuya rastgeldi, kendini içine attı Biraderi gibi ortasında bir ağaca eli yapıştı; havada muallak kaldı Baktı iki hayvan, o ağacın iki kökünü kesiyorlar Yukarıya baktı arslan, aşağıya baktı bir ejderha gördü Aynı kardeşi gibi bir acib vaziyet gördü Bu dahi tedehhüş etti Fakat kardeşinin dehşetinden bin derece hafif Çünki güzel ahlâkı, ona güzel fikir vermiş ve güzel fikir ise, ona her şeyin güzel cihetini gösteriyor İşte bu sebebden şöyle düşündü ki: Bu acib işler, birbiriyle alâkadardır Hem bir emir ile hareket ederler gibi görünüyor Öyle ise, bu işlerde bir tılsım vardır Evet bunlar, bir gizli Hâkimin emriyle dönerler Öyle ise ben yalnız değilim, o gizli Hâkim bana bakıyor; beni tecrübe ediyor, bir maksad için beni bir yere sevkedip dâvet ediyor Şu tatlı korku ve güzel fikirden bir merak neş'et eder ki: Acaba beni tecrübe edip kendini bana tanıttırmak isteyen ve bu acib yol ile bir maksada sevkeden kimdir? Sonra, tanımak merakından tılsım sahibinin muhabbeti neş'et etti ve şu muhabbetten, tılsımı açmak arzusu neş'et etti ve o arzudan, tılsım sahibini râzı edecek ve hoşuna gidecek bir güzel vaziyet almak iradesi neş'et etti Sonra ağacın başına baktı, gördü ki, incir ağacıdır Fakat başında, binlerle ağacın meyveleri vardır O vakit bütün bütün korkusu gitti Çünki kat'î anladı ki bu incir ağacı, bir listedir, bir fihristedir, bir sergidir O mahfî Hâkim, bağ ve bostanındaki meyvelerin nümunelerini, bir tılsım ve bir mu'cize ile o ağaca takmış ve kendi misafirlerine ihzar ettiği et'imeye birer işaret Sûretinde o ağacı tezyin etmiş olmalı Yoksa bir tek ağaç, binler ağaçların meyvelerini vermez Sonra niyaza başladı Tâ, tılsımın anahtarı ona ilhâm oldu Bağırdı ki: "Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm Sana dehalet ediyorum ve sana hizmetkârım ve senin rızanı istiyorum ve seni arıyorum" Ve bu niyazdan son-

(Orjinal Sayfa: 38)

ra, birden kuyunun duvarı yarılıp, şâhâne, nezih ve güzel bir bahçeye bir kapı açıldı Belki ejderha ağzı, o kapıya inkılâp etti ve arslan ve ejderha, iki hizmetkâr Sûretini giydiler ve onu içeriye dâvet ediyorlar Hattâ o arslan, kendisine musahhar bir at şekline girdi

İşte ey tenbel nefsim! Ve ey hayâlî arkadaşım!

Geliniz! Bu iki kardeşin vaziyetlerini muvazene edelim Tâ, iyilik nasıl iyilik getirir ve fenalık, nasıl fenalık getirir; görelim, bilelim

Bakınız, sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye muntazırdır; titriyor ve şu bahtiyar ise, meyvedâr ve revnakdar bir bahçeye dâvet edilir Hem o bedbaht, elîm bir dehşette ve azîm bir korku içinde kalbi parçalanıyor ve şu bahtiyar ise lezîz bir ibret, tatlı bir havf, mahbub bir mârifet içinde garib şeyleri seyir ve temâşâ ediyor Hem o bedbaht, vahşet ve me'yusiyet ve kimsesizlik içinde azab çekiyor Ve şu bahtiyar ise, ünsiyet ve ümid ve iştiyak içinde telezzüz ediyor Hem o bedbaht, kendini vahşi canavarların hücumuna mâruz bir mahpus hükmünde görüyor ve şu bahtiyar ise, bir aziz misafirdir ki, misafiri olduğu Mihmandar-ı Kerim'in acib hizmetkârları ile ünsiyet edip eğleniyor Hem o bedbaht zâhiren leziz, mânen zehirli yemişleri yemekle azâbını ta'cil ediyor Zira o meyveler, nümunelerdir Tatmaya izin var, tâ asıllarına tâlib olup müşteri olsun Yoksa, hayvan gibi yutmaya izin yoktur Ve şu bahtiyar ise tadar, işi anlar Yemesini tehir eder ve intizar ile telezzüz eder Hem o bedbaht, kendi kendine zulmetmiş Gündüz gibi güzel bir hakikatı ve parlak bir vaziyeti, basiretsizliği ile kendisine muzlüm ve zulümatlı bir evham, bir cehennem şekline getirmiş Ne şefkate müstehaktır ve ne de kimseden şekvaya hakkı vardır

Meselâ: Bir adam, güzel bir bahçede, ahbablarının ortasında, yaz mevsiminde hoş bir ziyafetteki keyfe kanaat etmeyip kendini pis müskirlerle sarhoş edip; kendisini kış ortasında, canavarlar içinde aç, çıplak tahayyül edip bağırmaya ve ağlamaya başlasa, nasıl şefkate lâyık değil, kendi kendine zulmediyor Dostlarını canavar görüp, tahkir ediyor İşte bu bedbaht dahi öyledir ve şu bahtiyar ise, hakikatı görür Hakikat ise güzeldir Hakikatın hüsnünü derk etmekle, hakikat sahibinin kemaline hürmet eder Rahmetine müstehak olur İşte "Fenalığı kendinden, iyiliği Allah'tan bil" olan

(Orjinal Sayfa: 39)

hükm-i kur'anînin sırrı zahir oluyor Daha bunlar gibi sâir farkları müvâzene etsen anlayacaksın ki: Evvelkisinin nefs-i emmâresi, ona bir mânevî cehennem ihzar etmiş Ve ötekisinin hüsn-i niyeti ve hüsn-ü zannı ve hüsn-i hasleti ve hüsn-i fikir, onu büyük bir ihsan ve saadete ve parlak bir fazilete ve feyze mazhar etmiş

Ey nefsim ve ey nefsimle beraber bu hikâyeyi dinleyen adam!

Eğer bedbaht kardeş olmak istemezsen ve bahtiyar kardeş olmak istersen, Kur'an'ı dinle ve hükmüne muti ol ve ona yapış ve ahkâmıyla amel et

Şu hikâye-i temsiliyyede olan hakikatları eğer fehmettin ise; hakikat-i din ve dünyayı ve insanı ve imanı ona tatbik edebilirsin Mühimlerini ben söyleyeceğim İncelerini sen kendin istihraç et

İşte bak! O iki kardeş ise, biri ruh-i mü'min ve kalb-i salihtir Diğeri, ruh-i kâfir ve kalb-i fâsıktır ve o iki tarîkten sağ ise, tarîk-i kur'an ve iman'dır Sol ise, tarîk-i isyan ve küfrandır Ve o yoldaki bahçe ise, cemiyet-i beşeriyye ve medeniyet-i insaniyye içinde muvakkat hayat-ı içtimaiyyedir ki; hayır ve şer, iyi ve fena, temiz ve pis şeyler beraber bulunur Âkıl odur ki:



(Orjinal Sayfa: 40)

hâtemine ve saltanat-ı ulûhiyetin turrasına işarettir Çünki "Bir tek şeyden her şeyi yapmak" yâni bir topraktan bütün nebatat ve meyveleri yapmak; hem bir sudan bütün hayvanâtı halk etmek; hem basit bir yemekten bütün cihazat-ı hayvaniyyeyi icad etmek; bununla beraber "Her şeyi bir tek şey yapmak" Yâni zîhayatın yediği gâyet muhtelifü'l-cins taamlardan o zîhayata bir lamh-ı mahsus yapmak, bir cild-i basit dokumak gibi san'atlar; zât-ı ehad ü samed olan sultan-ı ezel ve ebed'in sikke-i hâssasıdır, hâtem-i mahsusudur, taklid edilmez bir turrasıdır Evet, bir şeyi her şey ve her şeyi bir şey yapmak; her şeyin Hâlıkına has ve Kâdir-i Külli şey'e mahsus bir nişandır, bir âyettir Ve o tılsım ise, sırrı-ı iman ile açılan sırr-ı hikmet-i hilkattir ve o miftah ise,



Elhâsıl: Her kim hayat-ı faniyeyi esâs maksad yapsa, zâhiren bir Cennet içinde olsa da mânen cehennemdedir ve her kim hayat-ı bâkiyeye

(Orjinal Sayfa: 41)

ciddî müteveccih ise, saadet-i dâreyne mazhardır Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da; Dünyasını, Cennet'in intizar salonu hükmünde gördüğü için hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder




بِعَدَدِ جَمِيعِ الْحُرُوفَاتِ الْمُتَشَكِّلَةِ فِى جَمِيعِ الْكَلِمَاتِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَّحْمنِ فِى مَرَايَا تَمَوُّجَاتِ الْهَوَآءِ عِنْدَ قِرَآئَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْاَنِ مِنْ كُلِّ قَارِءٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلَى اَخِرِ الزَّمَانِ وَ ارْحَمْنَا وَ وَالِدَيْنَا وَارْحَمِ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ بِعَدَدِهَا بِرَحْمَتِكَ يَآ اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَ وَالْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
بِسْمِ الَلّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ خُذْمَاصَفَادَعْمَاكَدَرْ kaidesiyle amel eder, selâmet-i kalb ile gider Ve o sahra ise, şu Arz ve Dünyadır ve o arslan ise, ölüm ve eceldir ve o kuyu ise, bedeni insan ve zaman-ı hayattır ve o altmış arşın derinlik ise, ömr-i vasatî ve ömr-i gâlibî olan altmış seneye işarettir ve o ağaç ise, müddet-i ömür ve madde-i hayattır Ve o siyah ve beyaz iki hayvan ise, gece ve gündüzdür ve o ejderha ise, ağzı kabir olan tarîk-i berzahiyye ve revak-ı uhrevîdir Fakat o ağız, mü'min için, zindandan bir bahçeye açılan bir kapıdır ve o haşerat-ı muzırra ise, musibat-ı dünyeviyedir Fakat mü'min için, gaflet uykusuna dalmamak için tatlı ikazat-ı ilâhiye ve iltifatat-ı rahmaniyye hükmündedir ve o ağaçtaki yemişler ise, dünyevî nimetlerdir ki; Cenab-ı Kerim-i mutlak, onları âhiret nimetlerine bir liste, hem ihtar edici, hem müşabihleri, hem Cennet meyvelerine müşterileri dâvet eden nümuneler Sûretinde yapmış Ve o ağacın birliğiyle beraber muhtelif başka başka meyveler vermesi ise, kudret-i samedaniyyenin sikkesine ve rububiyet-i ilâhiyyenin
يَا اَللّهُ لآَ اِلهَ اِلاَّ اللّهْ اَللّهُ لآَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ اْلحَىُّ الْقَيُّومُ dur Ve o ejderha ağzı bahçe kapısına inkılâb etmesi ise, işarettir ki: Kabir ehl-i dalâlet ve tuğyan için vahşet ve nisyan içinde zindan gibi sıkıntılı ve bir ejderha batnı gibi dar bir mezara açılan bir kapı olduğu halde, Ehl-i Kur'an ve iman için Zindan-ı dünyadan bostan-ı bekaya ve meydan-ı imtihandan ravza-yi cinâna ve zahmet-i hayattan rahmet-i Rahmân'a açılan bir kapıdır ve o vahşî arslanın dahi mûnis bir hizmetkâra dönmesi ve müsahhar bir at olması ise, işarettir ki: mevt, ehl-i dalâlet için bütün mahbûbâtından elîm bir firak-ı ebedî Hem kendi cennet-i kâzibe-i dünyeviyesinden ihraç ve vahşet ve yalnızlık içinde zindan-ı mezar idhal ve hapis olduğu halde, ehl-i hidayet ve ehl-i Kur'an için, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbablarına kavuşmaya vesiledir Hem hakikî vatanlarına ve ebedî makam-ı saadetlerine girmeye vasıtadır Hem zindan-ı dünyadan bostan-ı cinâna bir dâvettir Hem Rahmân-ı Rahîm'in fazlından kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir Hem vazifey-i hayat külfetinden bir terhistir Hem ubûdiyet ve imtihanın tâlim ve tâlimatından bir paydostur اَللّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ اَهْلِ السَّعَادَةِ وَ السَّلاَمَةِ وَ الْقُرْاَنِ وَ اْلاِيمَانِ آمِينْ اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı

Eski 03-29-2009   #10
meLankoLik_asaLet
Varsayılan

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı



Dokuzuncu Söz sözler 9 söz



فَسُبْحَانَ اللّهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ وَلَهُ اْلحَمْدُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ


Ey birader! Benden, namazın şu muayyen beş vakte hikmet-i tahsisini soruyorsun Pek çok hikmetlerinden yalnız birisine işaret ederiz

Evet, herbir namazın vakti, mühim bir inkılâb başı olduğu gibi, azîm bir tasarruf-u ilâhînin âyinesi ve o tasarruf içinde ihsanat-ı külliye-i ilâhiyenin birer ma'kesi olduğundan, Kadir-i Zülcelâl'e o vakitlerde daha ziyade tesbih ve tâzim ve hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnuna karşı şükür ve hamd demek olan namaza emredilmiştir Şu ince ve derin mânâyı bir parça fehmetmek için «Beş Nükte»yi nefsimle beraber dinlemek lâzım

BİRİNCİ NÜKTE: Namazın mânâsı, Cenâb-ı Hakkı tesbih ve tâzim ve şükürdür Yâni, celâline karşı kavlen ve fiilen "Sübhânallah" deyip takdis etmek Hem kemaline karşı, lâfzan ve amelen "Allahü Ekber" deyip tâzim etmek Hem cemaline karşı, kalben ve lisanen ve bedenen "Elhamdülillâh" deyip şükretmektir Demek tesbih ve tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler Ondandır ki, namazın harekât ve ezkârında bu üç şey, her tarafında bulunuyorlar Hem ondandır ki, namazdan sonra, namazın mânâsını te'kid ve takviye için şu kelimât-ı mübareke , otuzüç defa tekrar edilir Namazın mânâsı, şu mücmel hülâsalarla te'kid edilir


(Orjinal Sayfa: 43)

İKİNCİ NÜKTE: İbâdetin mânâsı şudur ki: Dergâh-ı ilâhîde abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp Kemal-i rububiyetin ve Kudret-i Samedaniyyenin ve Rahmet-i ilâhiyyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir Yâni rubûbiyetin saltanatı, nasılki ubudiyeti ve itaati ister; rububiyetin kudsiyeti, pâklığı dahi ister ki: Abd, kendi kusurunu görüp istiğfar ile ve Rabbını bütün nekâisten pâk ve müberra ve ehl-i dalâletin efkâr -ı bâtılasından münezzeh ve muallâ ve Kâinatın bütün kusurâtından mukaddes ve muarrâ olduğunu; tesbih ile Sübhanallah ile ilân etsin

Hem de rubûbiyetin Kemal-i kudreti dahi ister ki: Abd, kendi za'fını ve mahlûkatın aczini görmekle Kudret-i Samedâniyyenin âzamet-i âsârına karşı istihsan ve hayret içinde Allahü Ekber deyip huzû ile rükûa gidip ona iltica ve tevekkül etsin

Hem rubûbiyetin nihayetsiz hazine-i rahmeti de ister ki: Abd, kendi ihtiyacını ve bütün mahlûkatın fakr ve ihtiyacatını sual ve dua lisanıyla izhar ve Rabbının ihsan ve in'âmâtını, şükür ve sena ile ve Elhamdülillah ile ilân etsin Demek, namazın ef'âl ve akvâli, bu mânâları tazammun ediyor ve bunlar için taraf-ı ilâhîden vaz'edilmiştirler

ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Nasılki insan, şu âlem-i kebirin bir misal-i Musaggarıdır ve Fâtiha-i Şerîfe, şu Kur'an-ı Azîmüşşân'ın bir timsal-i münevveridir Namaz dahi bütün ibâdâtın envâ'ını şamil bir fihriste-i nuraniyyedir ve bütün esnâf-ı mahlukatın elvân-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-yi kudsiyedir

DöRDÜNCÜ NÜKTE: Nasılki haftalık bir saatin sâniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan milleri birbirine bakarlar, birbirinin misâlidirler ve birbirinin hükmünü alırlar Öyle de; Cenâb-ı Hakk'ın bir saat-i kübrâsı olan şu âlem-i dünyanın sâniyesi hükmünde olan gece ve gündüz deverânı ve dakikaları sayan seneler ve saatleri sayan tabakat-ı ömr-i insan ve günleri sayan edvâr-ı ömr-i âlem birbirine bakarlar, birbirinin misâlidirler ve birbirinin hükmündedirler ve birbirini hatırlatırlar Meselâ:

Fecir zamanı, tulûa kadar, evvel-i bahar zamanına, hem insanın rahım-ı madere düştüğü âvânına, hem semavat ve arzın altı

(Orjinal Sayfa: 44)

gün hilkatinden birinci gününe benzer ve hatırlatır ve onlardaki şuûnât-ı ilâhiyeyi ihtar eder

Zuhr zamanı ise, yaz mevsiminin ortasına, hem gençlik kemâline, hem Ömr-i dünyadaki hilkat-ı insan devrine benzer ve işaret eder ve onlardaki tecelliyat-ı rahmeti ve füyuzat-ı nimeti hatırlatır

Asr zamanı ise, güz mevsimine, hem ihtiyarlık vaktine, hem âhirzaman Peygamberinin (Aleyhissalâtü Vesselâm) asr-ı saadetine benzer ve onlardaki şuûnât-ı İlahiyeyi ve in'amat-ı Rahmaniyeyi ihtar eder

Mağrib zamanı ise, güz mevsiminin âhirinde pekçok mahlukatın gurubunu, hem insanın vefatını, hem dünyanın kıyamet ibtidasındaki harâbiyetini ihtar ile, tecelliyat-ı celâliyeyi ifham ve beşeri gaflet uykusundan uyandırır, ikaz eder

İşâ' vakti ise, alem-i zulümat, nehâr âleminin bütün âsârını siyah kefeni ile setretmesini, hem kışın beyaz kefeni ile ölmüş yerin yüzünü örtmesini, hem vefat etmiş insanın bakiye-i âsârı dahi vefat edip nisyan perdesi altına girmesini, hem bu dâr-ı imtihan olan dünyanın bütün bütün kapanmasını ihtar ile Kahhâr-ı Zülcelâl'in celâlli tasarrufatını ilân eder

Gece vakti ise, hem kışı, hem kabri, hem âlem-i Berzahı ifham ile, ruh-i beşer rahmet-i Rahmân'a ne derece muhtaç olduğunu insana hatırlatır Ve gecede teheccüd ise, kabir gecesinde ve Berzah karanlığında ne kadar lüzumlu bir ışık olduğunu bildirir, îkâz eder ve bütün bu inkılâbat içinde Cenab-ı Mün'im-i Hakiki'nin nihayetsiz nimetlerini ihtar ile ne derece hamd ve senaya müstehak olduğunu ilân eder

İkinci sabah ise, sabah-ı haşri ihtar eder Evet şu gecenin sabahı ve şu kışın baharı, ne kadar mâkul ve lâzım ve kat'î ise, haşrin sabahı da, Berzahın baharı da o kat'iyettedir

Demek bu beş vaktin herbiri, bir mühim inkılâb başında olduğu ve büyük inkılâbları ihtar ettiği gibi; Kudret-i Samedâniyyenin tasarrufat-ı azime-i yevmiyesinin işaretiyle; hem senevi, hem asrî, hem dehrî, kudretin mu'cizatını ve rahmetin hedâyâsını hatırlatır Demek asıl vazife-i fıtrat ve esas-ı ubudiyyet ve kat'î borç olan farz namaz, şu vakitlerde lâyıktır ve ensebdir

(Orjinal Sayfa: 45)

BEŞİNCI NÜKTE: İnsan fıtraten gâyet zaîftir Halbuki her şey ona ilişir, onu müteessir ve müteellim eder Hem gâyet âcizdir Halbuki belâları ve düşmanları pek çoktur Hem gâyet fâkirdir Halbuki ihtiyâcâtı pek ziyadedir Hem tenbel ve iktidarsızdır Halbuki hayatın tekâlifi gâyet ağırdır Hem insâniyet onu kâinatla alâkadar etmiştir Halbuki sevdiği, ünsiyet ettiği şeylerin zevâl ve firakı, mütemadiyen onu incitiyor Hem akıl ona yüksek maksadlar ve bâki meyveler gösteriyor Halbuki eli kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa, sabrı kısadır

İşte bu vaziyette bir ruh, fecir zamanında bir Kadir-i Zülcelâl'in, bir Rahîm-i Zülcemal'in dergâhına niyaz ile namaz ile müracaat edip arz-ı hâl etmek, tevfik ve meded istemek ne kadar elzem ve peşindeki gündüz âleminde başına gelecek, beline yüklenecek işleri, vazifeleri tahammül için ne kadar lüzumlu bir nokta-yi istinad olduğu bedâheten anlaşılır

Ve zuhr zamanında ki, o zaman, gündüzün kemâli ve zevale meyli ve yevmi işlerin Âvân-ı tekemmüllü ve meşâğilin tazyikkindan muvakkat bir istirahat zamanı ve fâni dünyanın bekasız ve ağır işlerin verdiği gaflet ve sersemlikten ruhun teneffüse ihtiyaç vakti ve İn'amat -ı ilâhiyyenin tezahür ettiği bir andır Ruh-u beşer, o tazyikten kurtulup, o gafletten sıyrılıp, o mânâsız ve bekasız şeylerden çıkıp Kayyûm u Bâki olan Mün'im-i Hakikî'nin dergâhına gidip el bağlayarak, yekûn nimetlerine şükür ve hamd edip ve istiâne etmek ve Celâl ve âzametine karşı rükû ile aczini izhar etmek ve Kemal-i Bizevaline ve Cemal-i Bimisaline karşı secde edip hayret ve muhabbet ve mahviyetini ilân etmek demek olan zuhr namazını kılmak; ne kadar güzel, ne kadar hoş, ne kadar lâzım ve münasib olduğunu anlamayan insan, insan değil

Asr vaktinde, ki o vakit, hem güz mevsim-i hazînanesini ve ihtiyarlık hâlet-i mahzunanesini ve âhirzaman mevsim-i elîmanesini andırır ve hatırlattırır Hem yevmî işlerin neticelenmesi zamanı, hem o günde mazhar olduğu sıhhat ve selâmet ve hayırlı hizmet gibi niam-ı ilâhiyenin bir yekûn-i azim teşkil ettiği zamanı, hem o koca Güneşin ufûle meyletmesi işaretiyle; insan bir misafir memur ve her şey geçici, bikarar olduğunu ilân etmek zamanıdır Şimdi ebediyeti isteyen ve ebed için halketmek ve ihsana karşı perestiş eden ve firaktan müteellim olan ruh-i insan, kalkıp abdest alıp şu

(Orjinal Sayfa: 46)

asr vaktinde ikindi namazını kılmak için Kadîm i Bâki ve Kayyûm u Sermedi'nin Dergâh-ı Samedaniyesini arz-ı münacat ederek, zevalsiz ve nihayetsiz rahmetinin iltifatına iltica edip, hesabsız nimetlerine karşı şükür ve hamd ederek, İzzet-i Rububiyetine karşı zelilâne rükûa gidip, Sermediyet-i Ulûhiyetine karşı mahviyetkârane secde ederek, hakikî bir teselli-i kalb, bir rahat-ı ruh bulup huzur-i Kibriyasında kemerbeste-i ubudiyet olmak olmak demek olan asr namazını kılmak, ne kadar ulvî bir vazife, ne kadar münâsib bir hizmet, ne kadar yerinde bir borc-i fıtrat edâ etmek, belki gâyet hoş bir saadet elde etmek olduğunu; insan olan anlar

Mağrib vaktinde, ki o zaman, hem kışın başlamasından yaz ve güz âleminin nazenin ve güzel mahlûkatının veda-yi hazînanesi içinde gurub etmesinin zamanını andırır Hem insanın vefatıyla bütün sevdiklerinden bir firak-ı elîmane içinde ayrılıp kabre girmek zamanını hatırlatır Hem dünyanın zelzele-ı sekerat içinde vefatıyla, bütün sekenesi başka âlemlere göçmesi ve bu dâr-ı imtihan lâmbasının söndürülmesi zamanını andırır, hatırlatır ve zevâlde gurub eden mahbublara perestiş edenleri şiddetle îkaz eder bir zamandır İşte akşam namazı için böyle bir vakitte, fıtraten bir Cemal-i Bâki'ye âyine-i müstak olan ruh-u beşer, şua azîm işleri yapan ve bu cesîm âlemleri çeviren, tebdil eden Kadîm-i Lemyezel ve Bâkî-i Lâyezât'in arş -ı azametine yüzünü çevirip bu fânilerin üstünde «Allahü Ekber» deyip onlardan ellerini çekip hizmet-i Mevlâ için el bağlayıp Daim ü Bâki'nin huzurunda kıyam edip «Elhamdülillah» demekle; kusursuz Kemâline, misilsiz cemâline, nihayetsiz rahmetine karşı hamd ü sena edip اِيّاكَنَعْبُدُوَاِيّاكَنَسْتَعِين demekle, Muinsiz Rububiyetine, şeriksiz Ulûhiyetine, vezirsiz Saltanatına karşı arz-ı ubudiyet ve istiane etmek, hem nihayetsiz kibriyâsına, hadsiz kudretine ve acizsiz izzetine karşı rükûa gidip bütün kâinatla beraber za'f ve aczini, fakr ve zilletini izhar etmekle, سُبْحَانَرَبّىَالْعَظِيمِ deyip Rabb-i Azim'ini tesbih edip; hem zevalsiz Cemal-i zâtına, tegayyürsüz Sıfât-ı Kudsiyesine, tebeddülsüz Kemal-i Sermediyyetine karşı secde edip hayret ve mahviyet içinde terk-i mâsivâ ile muhabbet ve ubudiyetini ilân edip, hem

(Orjinal Sayfa: 47)

bütün fânilere bedel bir Cemil-i Bâki, bir Rahîm -i Sermedi bulup, سُبْحَانَرَبِّىَاْلاَعْلَى demekle zevalden münezzeh, kusurdan müberra Rabb-i A'lasını takdis etmek; sonra teşehhüd edip, oturup bütün mahlukatın tahiyyat-ı mübarekelerini ve salavat-ı tayyibelerini kendi hesabına o Cemil-i Lemyezel ve Celil-i Lâyezâle hediye edip ve Resul-i Ekrem'ine selâm etmekle biatını tecdid ve evamirine itaatını izhar edip ve îmânını tecdid ile tenvir etmek için şu Kasr-ı kâinatın intizam-ı hakîmanesini müşahede edip Sâni'-i Zülcelâl'in Vahdaniyetine şehadet etmek; hem saltanat-ı rububiyetin dellâlı ve mübelliğ-i marziyatı ve kitab-ı kâinatın tercüman-ı âyâtı olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ın risaletine şehadet etmek demek olan mağrib namazını kılmak ne kadar latif, nazif bir vazife, ne kadar aziz, leziz bir hizmet, ne kadar hoş ve güzel bir ubûdiyet, ne kadar ciddî bir hakikat ve bu fâni misafirhanede bâkıyâne bir sohbet ve daimâne bir saadet olduğunu anlamayan adam, nasıl adam olabilir!

İşâ' vaktinde ki o vakit, gündüzün ufukta kalan bakiye-i âsârı dahi kaybolup, gece âlemi kâinatı kaplar


(Orjinal Sayfa: 48)

eden bir vaziyettir İşte nihayetsiz âciz, zaîf, hem nihayetsiz fakir, muhtaç, hem nihayetsiz bir istikbâl zulümatına dalmakta, hem nihayetsiz hâdisat içinde çalkanmakta olan ruh-u beşer, yatsı namazını kılmak için şu mânâdaki işâ'da ibrahimvari لآَاُحِبُّاْلاَفِلِين deyip Ma'bûd-i Lemyezel, Mahbûb-i Lâyazâl'in dergâhına namaz ile iltica edip ve şu fâni âlemde ve fâni ömürde ve karanlık dünyada ve karanlık istikbalde, bir Bâki-i sermedi ile münacat edip bir parçacık bir Sohbet-i bâkiye, birkaç dakikacık bir Ömr-i bâki içinde dünyasına nur serpecek, istikbalini ışıklandıracak, mevcudatın ve ahbabının firak ve zevalinden neş'et eden yaralarına merhem sürecek olan rahman ü rahîm'in iltifat-ı rahmetini ve nur-i hidayetini görüp istemek; hem muvakkaten onu unutan ve gizlenen dünyayı, o dahi unutup, dertlerini kalbin ağlamasıyla Dergâh-ı rahmette döküp; hem ne olur ne olmaz, ölüme benzeyen uykuya girmeden evvel, son vazife-i ubudiyet yapıp, yevmiye defter-i amelini hüsn-i hâtime ile bağlamak için salâte kıyam etmek, yâni bütün fâni sevdiklerine bedel bir Mâbud ve Mahbub-u Bâki'nin ve bütün dilencilik ettiği âcizlere bedel bir Kadîr u Kerim'in ve bütün titrediği muzırların şerrinden kurtulmak için bir Hafîz u Rahım'in huzuruna çıkmak hem Fatiha ile başlamak, yâni bir şeye yaramayan ve yerinde olmayan nâkıs, fakir mahlukları medih ve minnettarlığa bedel, bir Kâmil-i Mutlak ve Ganiyy-i mutlak ve Rahîm ve Kerim olan Rabbü'l âlemin'i medh ü sena etmek; hem اِيّاكَنَعْبُدُ hitabına terakki etmek, yâni küçüklüğü, hiçliği, kimsesizliği ile beraber, ezel ve ebed sultanı olan Mâlik-i Yevmi'd-dîn'e intisabıyla şu kâinatta nazdar bir misafir ve ehemmiyetli bir vazifedar makamına girip, اِيّاكَنَعْبُدُوَاِيّاكَنَسْتَعِينُ demekle bütün mahlukat namına kâinatın Cemaat-i kübrâ ve cemiyet-i uzmâsındaki ibadât ve istianatı ona takdim etmek; hem اِهْدِنَاالصِّرَاطَاْلمُسْتَقِيمَ demekle, istikbal karanlığı içinde saadet-i ebediyeye giden, nuranî yolu olan sırat-ı müstakime hidâyeti istemek; hem şimdi yatmış nebatat, hayvanat gibi gizlenmiş

(Orjinal Sayfa: 49)

Güneşler, hüşyar yıldızlar, birer nefer misillü emre musahhar ve bu misafirhane-i âlemde birer lâmbası ve hizmetkârı olan Zât-ı Zülcelâl'in kibriyâ sını düşünüp "Allahü Ekber" deyip rükûa varmak; hem bütün mahlukatın secde-i kübrasına düşünüp, yâni şu gecede yatmış mahlukat gibi her senede, her asırdaki envâ-ı mevcudat, hattâ Arz, hattâ Dünya, birer muntâzam ordu, belki birer mutî nefer gibi vazife-i ubudiyet-i dünyeviyesinden emr-i كُنْفَيَكُونُ ile terhis edildiği zaman, yâni Alem-i gayba gönderildiği vakit, nihayet intizâm ile zevalde gurub seccadesinde "Allahü Ekber" deyip secde ettikleri; hem emr-i كُنْفَيَكُونُ den gelen bir sayha-yi ihya ve ikaz ile yine baharda kısmen aynen, kısmen mislen haşrolup, kıyam edip, kemerbeste-i hizmet-i mevlâ oldukları gibi, şu insancık onlara iktidâen o Rahman-ı ZülKemâl'in, o Rahîm-i Zülcemâl'in bâr-gâh-ı huzurunda hayret-âlûd bir muhabbet, beka-âlûd bir mahviyet, izzet-âlûd bir tezellül içinde "Allahü Ekber" deyip sücûda gitmek, yâni bir nevi mi'raca çıkmak demek olan işâ namazını kılmak, ne kadar hoş, ne kadar güzel, ne kadar şirin, ne kadar yüksek, ne kadar aziz ve leziz, ne kadar makul ve münasib bir vazife, bir hizmet, bir ubûdiyet, bir ciddî hakikat olduğunu elbette anladın

Demek şu beş vakit, herbiri birer inkılab-ı azîmin işârâtı ve icraat-ı cesîme-i rabbaniyenin emarat ve in'âmât-ı külliye-i ilâhiyenin alâmâtı olduklarından; borç ve zimmet olan farz namazın o zamanlara tahsisi, nihayet hikmettir



اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اَرْسَلْتَهُ مُعَلِّمًا لِعِبَادِكَ لِيُعَلِّمَهُمْ كَيْفِيَّةَ مَعْرِفَتِكَ وَ الْعُبُودِيَّةَ لَكَ وَ مُعَرِّفًا لِكُنُوزِ اَسْمَآئِكَ وَ تَرْجُمَانًا ِلاَيَاتِ كِتَابِ كَآئِنَاتِكَ وَ مِرْآتاً بِعُبُودِيَّتِهِ لِجَمَالِ رُبُوبِيَّتِكَ وَ عَلَى اَلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ وَ ارْحَمْنَا وَ ارْحَمِ الْمُؤْمِنِينَ وَ الْمُؤْمِنَاتِ آمِينَ بِرَحْمَتِكَ يَآ اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ


* * *
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ مُقَلِّبُالَّيْلِوَالنَّهَارِ olan Kadir-i Zülcelâl'in o beyaz sahifeyi bu siyah sahifeye çevirmesindeki tasarrufat-ı rabbaniyesiyle yazın müzeyyen yeşil sahifesini, kışın bârid beyaz sahifesine çevirmesindeki مُسَخِّرُالشَّمْسِوَالْقَمَرِ olan Hakîm -i zülkemal'in icraat-ı ilâhiyesini hatırlatır Hem mürûr-i zamanla ehl-i kubûrun bâkiye-i âsârı dahi şu dünyadan kesilmesiyle bütün bütün başka âleme geçmesindeki Hâlik-ı mevt ve hayat'ın Şuunat-ı ilâhiyesini andırır Hem dar ve fâni ve hakir dünyanın tamamen harab olup, azîm sekeratıyla vefat edip, geniş ve bâki ve âzametli âlem-i âhiretin inkişafında hâlik arz ve semâvât'ın tasarrufat-ı celâliyesini ve tecelliyat-ı cemâliyesini andırır, hatırlattırır bir zamandır Hem şu kâinatın Mâlik ve Mutasarrıf-ı Hakikîsi, Mabud ve Mahbub-i Hakikîsi o zât olabilir ki; gece gündüzü, kış ve yazı, dünya ve âhireti, bir kitabın sahifeleri gibi sühûletle çevirir, yazar bozar, değiştirir Bütün bunlara hükmeder bir kadîr-i mutlak olduğunu isbat سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَآ اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَآ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı

Eski 03-29-2009   #11
meLankoLik_asaLet
Varsayılan

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı



Onuncu Söz sözler 10söz-A-

Haşir Bahsi


İHTAR: (Şu risalelerde teşbih ve temsilleri, hikâyeler Sûretinde yazdığımın sebebi; hem teshil, hem hakaik-i İslâmiye ne kadar makul, mütenasib, muhkem, mütesanid olduğunu göstermektir Hikâyelerin mânâları, sonlarındaki hakikatlerdir Kinaiyat kabilinden yalnız onlara delâlet ederler Demek, hayalî hikâyeler değil, doğru hakikatlerdir)



فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَآ اِنَّ ذَلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ



Birader, haşir ve âhireti basit ve avâm lisanıyla ve vâzıh bir tarzda Beyânını ister isen, öyle ise şu temsilî hikâyeciğe nefsimle beraber bak, dinle:

Bir zaman iki adam, Cennet gibi güzel bir memlekete (şu dünyaya işarettir) gidiyorlar Bakarlar ki: Herkes ev, hâne, dükkân kapılarını açık bırakıp muhafazasına dikkat etmiyorlar Mal ve para, meydanda sahibsiz kalır O adamlardan birisi, her istediği şeye elini uzatıp, ya çalıyor, ya gasbediyor Hevesine tebaiyet edip her nevi zulmü, sefaheti irtikâb ediyor Ahali de ona çok ilişmiyorlar Diğer arkadaşı ona dedi ki:

"Ne yapıyorsun? Ceza çekeceksin; beni de belaya sokacaksın Bu mallar mîrî malıdır Bu ahali çoluk çocuğuyla asker olmuşlar veya memur olmuşlar Şu işlerde sivil olarak istihdam ediliyorlar


(Orjinal Sayfa: 51)

Onun için sana çok ilişmiyorlar Fakat intizâm şediddir Padişahın her yerde telefonu var ve memurları bulunur Çabuk git, dehâlet et" dedi Fakat o sersem inad edip dedi:

"Yok, mîrî malı değil, belki vakıf malıdır, sahibsizdir Herkes istediği gibi tasarruf edebilir Bu güzel şeylerden istifadeyi men'edecek hiçbir sebeb görmüyorum Gözümle görmezsem inanmayacağım" dedi Hem feylesofane çok safsatiyatı söyledi İkisi arasında ciddî bir münazara başladı Evvelâ o sersem dedi:

"Padişah kimdir? Tanımam"

Sonra arkadaşı ona cevaben: "Bir köy muhtarsız olmaz Bir iğne ustasız olmaz, sahibsiz olamaz Bir harf kâtibsiz olamaz, biliyorsun Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntâzam şu memleket hâkimsiz olur? Ve bu kadar çok servet ki, her saatte bir şimendifer (Haşiye) gaibden gelir gibi kıymettar, Mûsanna' mallarla dolu gelir Burada dökülüyor gidiyor Nasıl sahibsiz olur? Ve her yerde görünen ilânnameler ve Beyânnameler ve her mal üstünde görünen turra ve sikkeler, damgalar ve her köşesinde sallanan bayraklar nasıl mâliksiz olabilir? Sen anlaşılıyor ki, bir parça firengî okumuşsun Bu İslâm yazılarını okuyamıyorsun Hem de bilenden sormuyorsun İşte gel, en büyük fermanı sana okuyacağım"

O sersem döndü dedi:

"Haydi padişah var; fakat benim cüz'î istifadem ona ne zarar verebilir Hazinesinden ne noksan eder? Hem burada hapis mapis yoktur, ceza görünmüyor"

Arkadaşı ona cevaben dedi:

"Yahu şu görünen memleket bir manevra meydanıdır Hem sanayi-i garibe-i sultaniyenin meşheridir Hem muvakkat temelsiz misafirhaneleridir Görmüyor musun ki, her gün bir kafile gelir, biri gider, kaybolur Daima dolar boşanır Bir zaman sonra şu memleket tebdil edilecek Bu ahali başka ve daimî bir memlekete nakledilecek Orada herkes hizmetine mukabil ya ceza, ya mükâfat görecek" dedi

Yine o hain sersem, temerrüd edip: "İnanmam Hiç mümkün müdür ki, bu memleket harab edilsin; başka bir memlekete göç etsin" dedi Bunun üzerine emin arkadaşı dedi:

"Mâdem bu derece inad ve temerrüd edersin Gel, hadd ve hesa-

____________________

(Haşiye): Seneye işarettir Evet bahar, mahzen-i erzak bir vagondur Gaibden gelir


(Orjinal Sayfa: 52)

bı olmayan delâil içinde Oniki Sûret ile sana göstereceğim ki: Bir mahkeme-i kübrâ var, bir dâr-ı mükâfat ve ihsan ve bir dâr-ı mücâzat ve zindan var ve bu memleket her gün bir derece boşandığı gibi, bir gün gelir ki, bütün bütün boşanıp harab edilecek

BİRİNCİ SûRET: Hiç mümkün müdür ki: Bir saltanat, bâhusus böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden mutilere mükâfatı ve isyan edenlere mücâzatı bulunmasın Burada yok hükmündedir Demek başka yerde bir mahkeme-i kübrâ vardır

İKİNCİ SûRET: Bu gidişata, icraata bak! Nasıl en fakir, en zaîften tut, tâ herkese mükemmel, mükellef erzak veriliyor; kimsesiz hastalara çok güzel bakılıyor Hem gâyet kıymetdar ve şahane taamlar, kaplar, murassa nişanlar, müzeyyen elbiseler, muhteşem ziyafetler vardır Bak senin gibi sersemlerden başka, herkes vazifesine gâyet dikkat eder Kimse zerrece haddinden tecavüz etmez En büyük şahıs, en büyük bir itaatle mütevâziyane bir havf ve heybet altında hizmet eder Demek şu saltanat sahibinin pek büyük bir keremi, pek geniş bir merhameti var Hem pek büyük izzeti, pek celâlli bir haysiyeti, nâmusu vardır Halbuki kerem ise, in'am etmek ister Merhamet ise, ihsansız olamaz İzzet ise gayret ister Haysiyet ve nâmus ise, edebsizlerin tedibini ister Halbuki şu memlekette o merhamet, o nâMûsa lâyık binden biri yapılmıyor Zâlim izzetinde, mazlûm zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar

Demek bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor

ÜÇÜNCÜ SûRET: Bak ne kadar âlî bir hikmet, bir intizâmla işler dönüyor Hem ne kadar hakikî bir âdalet, bir mizanla muameleler görülüyor Halbuki hikmet-i hükûmet ise, saltanatın cenah-ı himayesine iltica eden mültecilerin taltifini ister Adâlet ise, raiyetin hukukunun muhafazasını ister; tâ hükûmetin haysiyeti, saltanatın haşmeti muhafaza edilsin

Halbuki şu yerlerde o hikmete, o adâlet e lâyık binden biri icra edilmiyor Senin gibi sersemler, çoğu ceza görmeden buradan göçüp gidiyorlar

Demek bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor

DöRDÜNCÜ SûRET: Bak hadd ü hesaba gelmeyen şu sergilerde olan misilsiz mücevherat, şu sofralarda olan emsalsiz mat'umat gösteriyorlar ki: Bu yerlerin pâdişahının hadsiz bir sehaveti, hesabsız dolu hazineleri vardır Halbuki böyle bir sehavet ve tükenmez hazineler, daimî ve istenilen her şey içinde bulunur bir dâr-ı ziyafet ister Hem ister ki, o ziyafetten telezzüz edenler ora-


(Orjinal Sayfa: 53)


da devam etsinler Tâ zeval ve firak ile elem çekmesinler Çünki zeval-i elem, lezzet olduğu gibi, zeval-i lezzet dahi elemdir Bu sergilere bak! Ve şu ilânlara dikkat et! Ve bu dellâllara kulak ver ki, mu'ciznümâ bir padişahın antika san'atlarını teşkil ve teşhir ediyorlar Kemâlâtını gösteriyorlar Misilsiz cemâl-i mânevîsini Beyân ediyorlar Hüsn-ü mahfîsinin letâifinden bahsediyorlar Demek onun pek mühim, hayret verici Kemâlât ve cemâl-i mânevîsi vardır Gizli, kusursuz Kemâl ise; takdir edici, istihsan edici, mâşâallah deyip müşahede edicilerin başlarında teşhir ister Mahfî, nazîrsiz cemâl ise; görünmek ve görmek ister Yâni, kendi cemâlini iki vecihle görmek: Biri, muhtelif âyinelerde bizzât müşahede etmek Diğeri, müştak seyirci ve mütehayyir istihsan edicilerin müşahedesi ile müşahede etmek ister Hem görmek, hem görünmek, hem daimî müşahede, hem ebedî işhad ister Hem o daimî cemâl, müştak seyirci ve istihsan edicilerin devam-ı vücudlarını ister Çünki daimî bir cemâl, zâil müştaka razı olamaz Zira dönmemek üzere zevale mahkûm olan bir seyirci, zevalin tasavvuruyla muhabbeti adavete döner, hayret ve hürmeti tahkire meyleder Çünki insan, bilmediği ve yetişmediği şeye düşmandır Halbuki şu misafirhanelerden herkes çabuk gidip, kayboluyor O Kemâl ve o cemâlin bir ışığını belki zayıf bir gölgesini, bir anda bakıp doymadan gidiyor

Demek bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor

BEŞNCI SûRET: Bak bu işler içinde görünüyor ki, o misilsiz zâtın pek büyük bir şefkati vardır Çünki her musibetzedenin imdadına koşturuyor Her suale ve matluba cevab veriyor Hattâ bak, en edna bir hacet, en edna bir raiyetten görse, şefkatle kaza ediyor Bir çobanın bir koyunu, bir ayağı incinse, ya merhem, ya baytar gönderiyor

Gel gidelim, şu adada büyük bir içtima var Bütün memleket eşrafı orada toplanmışlar Bak, pek büyük bir nişanı taşıyan bir yâver-i ekrem bir nutuk okuyor O şefkatli padişahından bir şeyler istiyor Bütün ahali: "Evet, evet biz de istiyoruz" diyorlar Onu tasdik ve teyid ediyorlar Şimdi dinle, bu padişahın sevgilisi diyor ki:

"Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menba'larını göster Ve bizi makarr-ı saltanatına celbet Bizi bu çöllerde mahvettirme Bizi huzuruna al Bize merhamet et Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir Bizi zeval ve teb'îd ile tazib etme Sana müştak ve müteşekkir şu mutî raiyetini başı boş bırakıp îdam etme"


(Orjinal Sayfa: 54)

diyor ve pek çok yalvarıyor Sen de işitiyorsun Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir pâdişah, hiç mümkün müdür ki; en edna bir adamın en edna bir merâmını ehemmiyetle yerine getirsin, en sevgili bir yâver-i ekreminin en güzel bir maksûdunu yerine getirmesin? Halbuki o sevgilinin maksudu, umumun da maksududur Hem padişahın marzîsi, hem merhamet ve adâletinin muktezasıdır Hem ona rahattır, ağır değil Bu misafirhânelerdeki muvakkat nüzhetgâhlar kadar ağır gelmez Mâdem nümûnelerini göstermek için beş-altı gün seyrangâhlara bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu Elbette hakikî hazinelerini, kemâlâtını, hünerlerini makarr-ı saltanatında öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar açacak ki, akılları hayrette bırakacak

Demek bu meydan-ı imtihanda olanlar, başı boş değiller; saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar

ALTINCI SûRET: İşte gel bak, bu muhteşem şimendiferler, tayyareler, techizatlar, depolar, sergiler, icraatlar gösteriyorlar ki, perde arkasında pek muhteşem bir saltanat vardır, (Haşiye) hük

________________________
(Haşiye): Meselâ: Nasıl şu zamanda manevra meydanında harb usûlünde, "Silâh al, süngü tak" emriyle koca bir ordu baştan başa dikenli bir meşegâha benzediği gibi; her bir bayram gününde resm-i geçit için: "Formalarınızı takıp, nişanlarınızı asınız" emrine karşı ordugâh, serâser rengârenk çiçek açmış müzeyyen bir bahçeyi temsil ettiği misillü; öyle de rûy-i zemin meydanında, Sultân-ı Ezelî'nin nihayetsiz envâ'-ı cünudundan melek ve cinn ve ins ve hayvanlar gibi şuursuz nebâtat taifesi dahi, hıfz-ı hayat cihadında Emr-i كُنْفَيَكُونُ ile: "Müdafaa için silâhlarınızı ve cihazatınızı takınız" emr-i İlahîyi aldıkları vakit, zemin baştan aşağıya bütün ondaki dikenli ağaçlar ve nebatlar süngücüklerini taktıkları zaman, aynen süngülerini takmış muhteşem bir ordugâha benziyor

Hem baharın herbir günü, herbir haftası, birer taife-i nebatâtın birer bayramı hükmünde olduğu için, herbir taifesi dahi kendi Sultanının o taifeye ihsan ettiği güzel hediyeleri teşhir için ona taktığı murassa nişanları birer resm-i geçit tarzında o Sultan-ı Ezelî'nin nazar-ı şuhud ve işhâdına arzettiğinden ve öyle bir vaziyet gösterdiğinden, bütün nebatât ve eşcar gûya "San'at-ı Rabbâniye murassaatını ve çiçek ve meyve denilen fıtrat-ı İlahiyenin nişanlarını takınız, çiçekler açınız" emr-i Rabbâniyeyi dinliyorlar ki, rûy-i zemin dahi gâyet muhteşem bir bayram gününde, şahane resm-i geçitte, sürmeli formaları ve murassa nişanları parlayan bir ordugâhı temsil ediyor

İşte şu derece hikmetli ve intizâmlı teçhizat ve tezyinât; elbette nihayetsiz kadîr bir sultanın, nihayet derecede hakîm bir hâkimin emriyle olduğunu kör olmayanlara gösterir


(Orjinal Sayfa: 55)

mediyor Böyle bir saltanat, kendisine lâyık bir raiyet ister Halbuki görüyorsun, bütün raiyet bu misâfirhanede toplanmışlar Misâfirhane ise her gün dolar, boşanır Hem bütün râiyet manevra için bu meydan-ı imtihanda bulunuyorlar Meydan ise, her saat tebdil ediliyor Hem bütün raiyet, padişahın kıymettar ihsânâtının nümunelerini ve hârika san'atlarının antikalarını sergilerde temâşa etmek için şu teşhirgâhta birkaç dakika durup seyrediyorlar Meşher ise, her dakika tahavvül ediyor Giden gelmez, gelen gider İşte bu hâl, şu vaziyet kat'î gösteriyor ki: Şu misâfirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin arkasında daimî saraylar, müstemir meskenler, şu nümûnelerin ve sûretlerin hâlis ve yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineler vardır

Demek burada çabalamak onlar içindir Şurada çalıştırır, orada ücret verir Herkesin istidâdına göre orada bir saadeti var

YEDİNCİ SÛRET: Gel, bir parça gezelim Şu medenî ahali içinde ne var, ne yok görelim İşte bak! Her yerde, her köşede, müteaddid fotoğraflar kurulmuş, sûret alıyorlar Bak, her yerde müteaddid kâtibler oturmuşlar, bir şeyler yazıyorlar Her şeyi kaydediyorlar En ehemmiyetsiz bir hizmeti, en âdi bir vukûâtı zabtediyorlar Hâ, şu yüksek dağda padişaha mahsus bir büyük fotoğraf kurulmuş ki (Haşiye); bütün bu yerlerde ne cereyan eder, Sûretini alıyorlar Demek o zât emretmiş ki; mülkünde cereyan eden bütün muamele ve işler zabtedilsin Demek oluyor ki; o zât-ı muazzam bütün hâdisatı kaydettirir, Sûretini alır İşte şu dikkatli hıfz ve muhafaza, elbette bir muhasebe içindir Şimdi, en âdi raiyetin en âdi muamelelerini ihmal etmeyen bir Hâkim-i Hafîz, hiç

(Haşiye): Şu Sûretin işaret ettiği mânâların bir kısmı Yedinci Hakikat'te Beyân edilmiş Yalnız burada padişaha mahsus bir büyük fotoğraf işareti ve hakikatı "Levh-i Mahfûz" demektir Levh-i Mahfûz'un tahakkuk-u vücudu Yirmialtıncı Söz'de şöyle isbat edilmiş ki: Nasıl küçük küçük cüzdanlar, büyük bir kütüğün vücudunu ihsas eder ve küçük küçük senedler, bir defter-i kebirin bulunduğunu iş'ar eder ve küçük kesretli tereşşuhatlar, büyük bir su menbaını işmâm eder Aynen öyle de: Küçük küçük cüzdanlar hükmünde; hem birer küçük Levh-i Mahfûz mânâsında; hem büyük Levh-i Mahfûz'u yazan kalemden tereşşuh eden küçük küçük noktalar sûretinde olan benî-beşerin kuvve-i hâfızaları, ağaçların meyveleri, meyvelerin çekirdekleri, tohumları; elbette bir hâfıza-i kübrâyı, bir defter-i ekberi, bir levh-i mahfûz-u âzamı ihsas eder, iş'ar eder ve isbat eder Belki keskin akıllara gösterir


(Orjinal Sayfa: 56)

mümkün müdür ki raiyetin en büyüklerinden en büyük amellerini muhafaza etmesin, muhasebe etmesin, mükâfat ve mücâzat vermesin Halbuki o zâtın izzetine ve gayretine dokunacak ve şe'n-i merhameti hiç kabûl etmeyecek muâmeleler, o büyüklerden sudûr ediyor Burada cezâya çarpmıyor

Demek, bir Mahkeme-i Kübrâya bırakılıyor

SEKİZİNCİ SÛRET: Gel, ondan gelen bu fermanları sana okuyacağım Bak, mükerrer va'dediyor ve şiddetli tehdid ediyor ki: "Sizleri oradan alıp, makarr-ı saltanatıma getireceğim ve mutîleri mes'ûd, âsîleri mahbus edeceğim O muvakkat yeri harab edip, müebbed sarayları, zindanları hâvi diğer bir memleket kuracağım" Hem o vaad ettiği şeyler, ona gâyet rahattır Raiyetine, gâyet mühimdir Va'dinde hulf ise, izzet-i iktidarına gâyet zıttır İşte bak ey sersem! Sen yalancı vehmini, hezeyancı aklını, aldatıcı nefsini tasdik ediyorsun Ve hiçbir veçhile hulf ve hilâfâ mecburiyeti olmıyan ve hiçbir cihetle hilâf haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen işler sıdkına şehadet eden bir zâtı tekzib ediyorsun Elbette büyük bir cezaya müstehak olursun Misâlin şuna benzer ki: Bir yolcu, güneşin ziyasından gözünü kapıyor, hayâline bakıyor; vehmi, bir yıldız böceği gibi kafa fenerinin ışığıyla dehşetli yolunu tenvîr etmek istiyor Mâdem vaad etmiş, yapacaktır Halbuki îfââsı Ona çok rahat ve bize ve herşeye ve Ona ve saltanatına pek çok lâzımdır

Demek bir mahkeme-i kübrâ, bir saadet-i uzmâ vardır

DOKUZUNCU SûRET: Şimdi gel! Bu dâirelerin ve Cemâatlerin Bâzı rüesâlarına ki, (Haşiye) her biri bizzât Pâdişahla görüşecek husûsî birer telefonu var Hem Bâzı onun hûzuruna çıkmışlar Ne diyorlar bak: Bunlar ittifakla ihbar ediyorlar ki: O zât, mükâfat ve mücâzat için pek muhteşem ve dehşetli bir yer ihzâr etmiş Gâyet kavî vaad ve şiddetli tehdid ediyor Hem Onun izzet ve celâleti hiç bir vecihle hulf-ül va'de tenezzül edip, tezellülü kabûl etmez Halbuki o muhbirler hem tevâtür derecesinde çok, hem

(Haşiye): Şu Sûretin isbat ettiği mânâlar Sekizinci Hakikat'te görünecek Meselâ, dairelerin reisleri şu temsilde Enbiya ve Evliyaya işarettir Ve telefon ise, ma'kes-i vahy ve mazhar-ı ilham olan kalbden uzanan bir nisbet-i Rabbâniyedir ki, kalb o telefonun başıdır ve kulağı hükmündedir


(Orjinal Sayfa: 57)

icmâ kuvvetinde bir ittifakla haber veriyorlar ki: Şu bâzı âsârı görünen saltanat-ı azîmenin medârı ve makarrı, buradan uzak bir başka memlekettedir ve şu meydan-ı imtihanda binalar muvakkattırlar Sonra daimî saraylara tebdil edilecek Bu yerler değişecekler Çünki eserleriyle âzameti anlaşılan şu muhteşem, zevalsiz saltanat; böyle geçici, devamsız, bîkarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekasız, nâkıs, tekemmülsüz umûrlar üzerinde kurulmaz, durulmaz Demek ona lâyık, daimî, müstekar, zevalsiz, müstemir, mükemmel, muhteşem umûrlar üzerinde duruyor

Demek bir diyâr-ı âher var; elbette o makarra gidilecektir

ONUNCU SûRET: Gel, bugün nevrûz-u sultânîdir (Haşiye) Bir tebeddülât olacak, acîb işler çıkacak Şu baharın şu güzel gününde, şu güzel çiçekli olan şu yeşil sahraya gidip bir seyran ederiz İşte bak! Ahali de bu tarafa geliyorlar Bak bir sihir var O binalar birden harab oldular, başka bir şekil aldı Bak, bir mu'cize var O harab olan binalar, birden burada yapıldı Âdeta bu hâlî bir çöl, bir medenî şehir oldu Bak, sinema perdeleri gibi her saat başka bir âlem gösterir, başka bir şekil alır Buna dikkat et ki; o kadar karışık, sür'atli, kesretli, hakikî perdeler içinde ne kadar mükemmel bir intizâm vardır ki, herşey yerli yerine konuluyor Hayâlî sinema perdeleri dahi, bunun kadar muntâzam olamaz Milyonlar mâhir sihirbazlar dahi, bu san'atları yapamazlar Demek, bize görünmeyen o pâdişahın çok büyük mu'cizeleri vardır

Ey sersem! Sen diyorsun: "Nasıl bu koca memleket tahrib edilip, başka yere kurulacak?"

İşte görüyorsun ki: Her saat, senin aklın kabûl etmediği o tebdîl-i diyar gibi çok inkılablar, tebdiller oluyor Şu toplanmak, dağılmak ve şu hallerden anlaşılıyor ki: Bu görünen sür'atli içtimalar, dağılmalar, teşkiller, tahribler içinde başka bir maksad var

(Haşiye): Bu Sûretin remzini Dokuzuncu Hakikat'te göreceksin Meselâ: Nevruz günü, bahar mevsimine işarettir Çiçekli yeşil sahra ise, bahar mevsimindeki rûy-i zemindir Değişen perdeler, manzaralar ise, fasl-ı baharın ibtidasından, yazın intihasına kadar Sâni'-i Kadîr-i Zülcelâl'in, Fâtır-ı Hakîm-i Zülcemâl'in kemâl-i intizâm ile değiştirdiği ve Kemâl-i rahmet ile tazelendirdiği ve birbiri arkasında gönderdiği mevcûdât-ı bahariye tabakatına ve masnuat-ı sayfiye taifelerine ve erzak-ı hayvaniye ve insâniyeye medâr olan mat'ûmata işarettir


(Orjinal Sayfa: 58)

Bir saatlik içtima için on sene kadar masraf yapılıyor Demek bu vaziyetler maksûd-u bizzât değiller Bir temsildir, bir takliddirler O Zât mu'cize ile yapıyor Tâ sûretleri alınıp terkib edilsin ve neticeleri hıfzedilip yazılsın -Nasılki, manevra meydan-ı imtihanının herşeyi kaydediliyordu ve yazılıyordu- Demek, bir mecma-ı ekberde muamele, bunlar üzerine devam edip dönecek Hem bir meşher-i âzamda daimî gösterilecek Demek şu geçici, kararsız vaziyetler; sâbit sûretler, bâki meyveler veriyorlar

Demek bu ihtifâlât; bir saadet-i uzmâ, bir mahkeme-i kübrâ, bilmediğimiz ulvî gayeler içindir

ONBİRİNCİ SûRET: Gel, ey muannid arkadaş! Bir tayyareye ya şarka veya garbe yâni mâzi ve müstakbele giden bir şimendifere binelim Şu mu'cizekâr zâtın, sâir yerlerde ne çeşit mu'cizeler gösterdiğini görelim İşte bak, gördüğümüz menzil ve meydan ve meşher gibi acâibler, her tarafta bulunuyor Lâkin san'atça, sûretçe birbirinden ayrıdırlar Fakat buna iyi dikkat et ki: O sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekasız meşherlerde; ne kadar bâhir bir hikmetin intizâmâtı, ne derece zâhir bir inâyetin işârâtı, ne mertebe âlî bir adâlet in emârâtı, ne derece vâsi' bir merhametin semeratı görünüyor Basiretsiz olmayan herkes yakînen anlar ki: Onun hikmetinden daha ekmel bir hikmet ve inâyetinden daha ecmel bir inâyet ve merhametinden daha eşmel bir merhamet ve adâlet inden daha ecell bir adâlet olamaz ve tasavvur edilemez

Eğer faraza tevehhüm ettiğin gibi, daire-i memleketinde daimî menziller, âlî mekânlar, sâbit makamlar, bâki meskenler, mûkîm ahali, mes'ud raiyeti bulunmazsa; şu hikmet, inâyet, merhamet, adâletin hakikatlarına şu bekasız memleket mazhar olamadığı mâlûm ve onlara mazhar olacak, başka yerde de bulunmazsa; o vakit gündüz ortasında güneşin ışığını gördüğümüz halde güneşi inkâr etmek deecesinde bir ahmaklıkla, şu gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek ve şu müşahede ettiğimiz inâyeti inkâr etmek ve şu gördüğümüz merhameti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emârâtı, işârâtı görünen adâleti inkâr etmek lâzımgelir Hem bu gördüğümüz icrâat-ı hakîmane ve ef'âl-i kerîmâne ve ihsânât-ı rahîmânenin sahibini; -hâşâ sümme hâşâ!- sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğunu kabûl etmek lâzımgelir Bu ise, hakikatlerin zıdlarına inkılabıdırHalbuki inkîlâb-ı hakaik, bütün ehl-i aklın



(Orjinal Sayfa: 59)

ittiffakıyla muhaldir, mümkün değildir Yalnız, herşeyin vücudunu inkâr eden Sofestâî eblehler hariçtir

Demek, bu diyardan başka bir diyar vardır Onda bir mahkeme-i kübrâ, bir ma'dele-i ulyâ, bir mekreme-i uzmâ vardır ki; tâ şu merhamet ve hikmet ve inâyet ve adâlet tamamen tezahür etsinler

Onikinci Sûret: Gel şimdi döneceğiz Şu Cemâatlerin reisleriyle ve zâbitleriyle görüşeceğiz ve teçhizatlarına bakacağız ki; o teçhizat, yalnız o meydandaki kısa bir müddet içinde geçinmek için mi verilmiştir? Yahut başka yerde uzun bir saadet hayatı tahsîl etmek için mi verilmiştir? Görelim Herkese ve her teçhizata bakamayız Fakat nümune için şu zâbitin cüzdan ve defterine bakacağız: Bu cüzdanda zâbitin rütbesi, maaşı, vazifesi, matlubatı, düstur-u harekâtı vardır Bak, bu rütbe birkaç günlük için değil; pek uzun bir zaman için verilebilir "Şu maaşı hazine-i hassâdan filan tarihte alacaksın" yazılıdır Halbuki o tarih, çok zaman sonra ve bu meydan kapandıktan sonra gelir Şu vazife ise; şu muvakkat meydana göre değil, belki pâdişahın kurbünde daimî bir saadeti kazanmak için verilmiştir Şu matlûbat ise, birkaç günlük bu misâfirhanede geçinmek için olamaz Belki uzun ve mes'udâne bir hayat için olabilir Şu düstur ise, bütün bütün açığa verir ki; cüzdan sahibi başka yere namzeddir, başka âleme çalışır Bak şu defterlerde, âletler teçhizatının Sûret-i istimâli ve mes'uliyetler vardır Halbuki eğer yalnız bu meydandan başka âlî, daimî bir yer bulunmazsa; şu muhkem defter, o kat'î cüzdan, bütün bütün mânâsız olur Hem şu muhterem zâbit ve mükerrem kumandan ve muazzez reis; bütün ahaliden aşağı, herkesten daha bedbaht, daha bîçare, daha zelil, daha musibetli, daha fakir, daha zayıf bir derekeye düşer İşte buna kıyas et Hangi şey'e dikkat etsen şehadet eder ki: Bu fâniden sonra bir bâki var

Ey arkadaş! Demek, bu muvakkat memleket bir tarla hükmündedir Bir tâlimgâhtır, bir pazardır Elbette arkasında bir mahkeme-i kübrâ, bir saadet-i uzmâ gelecektir Eğer bunu inkâr etsen; bütün zâbitlerdeki cüzdanları, defterleri techizatları, düsturları belki şu memleketteki bütün intizâmâtı, hattâ hükûmeti inkâr etmeğe mecbur olursun ve bütün vâki olan icraatın vücudunu tekzib etmek lâzımgelir O vakit sana, insan ve zîşuur denilmez Sofestâîlerden daha akılsız olursun

Sakın zannetme; tebdil-i memleket delilleri bu "Oniki Sûret"e


(Orjinal Sayfa: 60)

münhasırdır Belki had ve hesaba gelmez emâreler, deliller var ki: Şu kararsız mütegayyir memleket; zevalsiz, müstekar bir memlekete tahvîl edilecektir Hem had ve hesaba gelmez işâretler, alâmetler var ki: Bu ahali, şu muvakkat misafirhanelerden alınacak, saltanatın makarr-ı daimîsine gönderilecek

Bâhusus, gel sana "Oniki Sûret" kuvvetinden daha kuvvetli bir bürhân daha göstereceğim

İşte gel bak, şu uzaktaki görünen Cemâat-ı azîme içinde, evvel adada gördüğümüz büyük nişan sahibi Yâver-i Ekrem bir tebliğatta bulunuyor Gidelim, dinleyelim Bak o parlak yâver-i ekrem, bak o yüksekte ta'lik edilmiş ferman-ı âzamı ahaliye bildiriyor ve diyor ki: "Hâzırlanınız; başka, daimî bir memlekete gideceksiniz Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir Pâdişahımızın makarr-ı saltanatına gidip merhametine, ihsanlarına mazhar olacaksınız Eğer güzelce bu fermanı dinleyip itaat etseniz Yoksa isyan edip dinlemezseniz, müdhiş zindanlara atılacaksınız" gibi tebliğatta bulunuyor Sen de görüyorsun ki: O Ferman-ı âzamda öyle i'câzkâr bir turra var ki, hiçbir veçhile kabil-i taklid değil Senin gibi sersemlerden başka herkes; o ferman, pâdişahın fermanı olduğunu kat'î bilir ve o parlak yâver-i ekremde öyle nişanlar var ki, senin gibi körlerden başka herkes O Zâtı, pâdişahın pek doğru tercümân-ı evâmiri olduğunu yakînen anlar

Acaba o Yâver-i Ekrem o ferman-ı a'zamla beraber bütün kuvvetiyle dâva edip tebliğ ettikleri şu tebdil-i memleket mes'elesi, hiç kabil midir ki îtiraz kabûl etsin Evet kabil değil! İllâ ki, bütün bu gördüğümüz her şey'i inkâr edesin

Şimdi ey arkadaş! Söz senindir, söyle Ne diyorsan de!

- Ben ne diyeceğim, daha buna karşı bir şey denebilir mi? Gündüz ortasında güneşe karşı söz söylenir mi? Yalnız derim ki: Elhamdülillah Yüzbin defa şükür olsun ki; vehim ve heva tahakkümünden, nefis ve heves esaretinden kurtulup, daimî hapis ve zindandan halâs oldum ve inandım ki: Bu karmakarışık, kararsız misafirhanelerden başka ve kurb-u şahanede bir diyar-ı saadet vardır; biz de ona namzediz

İşte, Haşir ve âhiretten kinaye ve ibaret olan şu hikâye-i temsiliye burada tamam oldu Şimdi tevfik-ı İlahî ile hakikat-ı ulyâyâ geçeceğiz Geçmiş "Oniki Sûret"e mukabil "Oniki mütesanid Hakikat" ile bir "Mukaddime" Beyân edeceğiz


(Orjinal Sayfa: 61)

Mukaddime

Birkaç işâretle başka yerlerde yâni Yirmiikinci, Ondokuzuncu, Yirmialtıncı Sözlerde îzah edilen birkaç mes'eleye işâret ederiz

BİRİNCİ İŞARET: Hikâyedeki sersem adamın o emin arkadaşıyla,'' Üç Hakikatları'' var

Birincisi: Nefs-i emmârem ile kalbimdir

İkincisi: Felsefe şâkirdleriyle, Kur'an-ı Hakîm tilmizleridir

Üçüncüsü: Ümmet-i İslâmiye ile millet-i küfriyedir

Felsefe şâkirdleri ve millet-i küfriye ve nefs-i Emmârenin en müdhiş dâlâleti, Cenâb-ı Hakk'ı tanımamaktadır Hikâyede nasıl emin adam demişti: "Bir harf kâtibsiz olmaz, bir kanun hâkimsiz olmaz" Biz de deriz:

Nasılki bir kitab, bâhusus öyle bir kitab ki; her kelimesi içinde küçük kalemle bir kitab yazılmış, her harfi içinde ince kalem ile muntâzam bir kaside yazılmış Kâtibsiz olmak, son derece muhaldir Öyle de şu kâinat nakkaşsız olmak, son derece muhal-ender muhaldir Zîra bu kâinat öyle bir kitabdır ki, her sahifesi çok kitabları tâzammun eder Hattâ her kelimesi içinde bir kitab vardır Her bir harfi içinde bir kaside vardır Yeryüzü bir sahifedir Ne kadar kitab içinde var Bir ağaç bir kelimedir, ne kadar sahifesi vardır Bir meyve bir harf; bir çekirdek, bir noktadır O noktada koca bir ağacın proğramı, fihristesi var İşte böyle bir kitab, evsaf-ı Celâl ve Cemâle, nihayetsiz kudret ve hikmete mâlik bir Zât-ı Zülcelâl'in nakş-ı kalem-i kudreti olabilir Demek âlemin şuhûdiyle, bu imân lâzım gelir İllâ ki, dalâletten sarhoş olmuş ola

Hem nasılki bir hâne ustasız olmaz Bâhusus öyle bir hâne ki; hârika san'atlarla, acîb nakışlarla, garib zînetlerle tezyin edilmiş Hattâ herbir taşında, bir saray kadar san'at dercedilmiş Ustasız olmak, hiçbir akıl kabûl edemez, gâyet mâhir bir san'atkâr ister Bâhusus o saray içinde sinema perdeleri gibi her saatte hakikî


Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı

Eski 03-29-2009   #12
meLankoLik_asaLet
Varsayılan

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı



(Orjinal Sayfa: 62)

menziller teşkil edilip, kemâl-i intizâmla elbise değiştirdiği gibi değiştiriyor Hattâ herbir hakikî perde içinde, müteaddid küçük küçük menziller icadediliyor Öyle de şu kâinat nihayetsiz hakîm, alîm, kadîr bir sâni' ister Çünki şu muhteşem kâinat öyle bir saraydır ki: Ay, Güneş lâmbaları; yıldızlar, mumları; zaman, bir ip, bir şerittir ki, o Sâni'-i Zülcelâl her sene bir başka âlemi ona takıp, gösteriyor O taktığı âlemin içinde üçyüzaltmış tarzda muntâzam Sûretlerini tecdîd ediyor Kemâl-i intizâmla ve hikmetle değiştiriyor Yeryüzünü bir sofra-i nimet yapmış ki, her bahar mevsiminde, üçyüzbin enva'-ı masnûatıyla tezyin ediyor Had ve hesaba gelmez enva'-ı ihsanatıyla dolduruyor Öyle bir tarzda ki, nihayet ihtilât içinde ve karışmış oldukları halde, nihayet derecede imtiyaz ve farkla birbirlerinden ayrılıyor Başka cihetleri buna kıyas et Nasıl, böyle bir sarayın Sâni'inden gaflet edilebilir?

Hem nasılki bulutsuz, gündüz ortasında, Güneşin deniz yüzünde bütün kabarcıklar üstünde ve karada bütün parlak şeylerde ve kar'ın bütün parçalarında cilvesi göründüğü ve aksi müşahede edildiği halde Güneşi inkâr etmek, ne derece acib bir divânelik hezeyanıdır Çünki O vakit birtek Güneşi inkâr ve kabûl etmemekle; katarat sayısınca, kabarcıklar mikdarınca, parçalar adedince, hakikî ve bil'asâle güneşcikleri kabûl etmek lâzımgeliyor Her zerrecikte (ki ancak bir zerre sıkışabildiği halde) koca bir Güneşin hakikatını içinde kabûl etmek lâzım geldiği gibi, aynen öyle de: Şu sıravâri içinde her zaman hikmetle değişen ve düzgünlük içinde her vakit tazelenen şu muntâzam kâinatı görüp, Hâlîk-ı Zülcelâl'i evsaf-ı Kemâliyle tasdik etmemek, ondan daha berbat bir dalâlet divaneliğidir, bir mecnunluk hezeyanıdır Zira herşeyde, hattâ herbir zerrede bir Ulûhiyet-i Mutlaka kabûl etmek lâzımdır Çünki Meselâ havanın herbir zerresi; herbir çiçek ile herbir meyveye, herbir yaprağa girer ve işleyebilir İşte şu zerre, eğer memur olmazsa, bütün girebildiği ve işlediği masnuların tarz-ı teşkilâtını ve Sûretlerini ve heyetlerini bilmek lâzımdır, Tâ içinde işleyebilsin Demek muhit bir ilim ve kudrete mâlik olmalı ki, böyle yapsın

Meselâ, toprakta herbir zerresi kabildir ki, muhtelif bütün tohumlar ve çekirdeklere medâr ve menşe olsun Eğer memur olmazsa, lâzım geliyor ki: Otlar ve ağaçlar adedince mânevî cihazat ve makineleri tâzammun etsin Veyahut onların bütün tarz-ı teşkilatını bilir, yapar, bütün onlara giydirilen Sûretleri tanır, dikebilir bir

(Orjinal Sayfa: 63)

san'at ve kudret vermek lâzımgelir Daha sâir mevcûdâtı da kıyas et Tâ anlayacaksın ki:Her şey'de âşîkâre, vahdâniyyetin çok delilleri var Evet bir şeyden her şey'i yapmak ve herşey'i birtek şey yapmak, herşey'in hâlıkına has bir iştir وَاِنْمِنْشَيْءٍاِلاَّيُسَبِّحُبِحَمْدِهِ fermân-ı zîşânına dikkat et Demek Vâhid-i Ehadı kabûl etmemek ile, mevcûdat adedince ilâhları kabûl etmek lâzımgelir

İKİNCİ İŞARET: Hikâyede bir Yaver-i Ekremden bahsedilmiş ve denilmiş ki: Kör olmayan herkes O'nun nişanlarını görmekle anlar ki: O Zât, pâdişahın emriyle hareket eder ve O'nun has bendesidir İşte o Yaver-i Ekrem, Resul-i Ekrem'dir (Aleyhissalâtü Vesselâm) Evet şöyle müzeyyen bir kâinatın, öyle mukaddes bir Sâniine böyle bir Resul-i Ekrem, ışık şemse lüzumu derecesinde elzemdir Çünki Nasıl Güneş, ziya vermeksizin mümkün değildir Öyle de Ulûhiyyet de, Peygamberleri göndermekle kendini göstermeksizin mümkün değildir

Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet kemâlde olan bir cemâl; gösterici ve târif edici bir vasıta ile kendini göstermek istemesin?

Hem mümkün olur mu ki; gâyet cemâlde bir Kemâl-i san'at, onun üzerine enzar-ı dikkati celbeden bir dellâl vasıtasıyla teşhir istemesin?

Hem hiç mümkün olur mu ki; bir Rubûbiyyet-i âmmenin saltanat-ı külliyyesi, kesret ve cüz'iyyat tabakatında vahdâniyyet ve samedâniyyetini, zülcenaheyn bir meb'us vasıtasıyla ilânını istemesin! Yâni O Zât, ubûdiyyet-i külliyye cihetiyle kesret tabakatının dergâh-ı İlâhiyye elçisi olduğu gibi, kurbiyyet ve Risâlet cihetiyle dergâh-ı İlâhînin kesret tabakatına memurudur

Hem hiç mümkün olur mu ki; nihayet derecede bir hüsn-ü zâtî sahibi, cemâlinin mehâsinini ve hüsnünün letâifini âyinelerde görmek ve göstermek istemesin! Yâni bir habib resûl vasıtasıyla ki; hem habibdir, ubûdiyyetiyle kendini O'na sevdirir, âyinedârlık eder Hem resuldür; Onu mahlukatına sevdirir, Cemâl-iEsmâsını gösterir

Hem hiç mümkün olur mu ki; acib mu'cizelerle, garib ve kıymettar şeylerle dolu hazineler sahibi, sarraf bir târif edici ve

(Orjinal Sayfa: 64)

vassaf bir teşhir edici vasıtasıyla enzâr-ı halka arz ve başlarında izhar etmekle, gizli kemâlâtını Beyân etmek irade etmesin ve istemesin?

Hem mümkün olur mu ki; bu kâinatı bütün esmâsının kemâlâtını ifade eden masnuatla tezyin ederek seyir için garib ve ince san'atlarla süslenilmiş bir saraya benzetsin de, rehber bir muallim tâyin etmesin?

Hem hiç mümkün olur mu ki; bu kâinatın sahibi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksad ve gaye ne olacağını, müş'ir-i tılsım-ı muğlâkını, hem mevcûdâtın "Nereden? Nereye? Necisin?" Üç suâl-i müşkilin muammasını bir elçi vasıtasıyla açtırmasın!

Hem hiç mümkün olur mu ki; bu güzel masnuât ile kendini zîşuura tanıttıran ve kıymetli nimetler ile kendini sevdiren Sâni'-i Zülcelâl; onun mukabilinde zîşuurdan marziyyatı ve arzuları ne olduğunu bir elçi vasıtasıyla bildirmesin!

Hem hiç mümkün olur mu ki; nev-i insanı, şuurca kesrete mübtelâ, istidadca ubûdiyyet-i külliyyeye müheyya Sûretinde yaratıp, muallim bir rehber vasıtasıyla onları kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemesin!

Daha bunlar gibi çok vezaif-i Nübüvvet var ki, herbiri bir bürhân-ı kat'îdir ki: Ulûhiyyet, Risâletsiz olamaz

Şimdi acaba âlemde Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'dan -Beyân olunan evsaf ve vezaife- daha ehil ve daha câmi' kim zuhur etmiş? Ve rütbe-i Risâlete ve vazife-i tebliğe O'ndan daha elyak, daha evfak hiç zaman göstermiş midir? Hâyır, aslâ ve kat'â! Belki O, bütün resullerin seyyididir, bütün Enbiyanın imamıdır, bütün Asfiyanın serveridir, bütün mukarrebînin akrebidir, bütün mahlukatın ekmelidir, bütün mürşidlerin sultanıdır Evet ehl-i tahkikatın ittifakıyla, Şakk-ı Kamer ve parmaklarından su akması gibi bine bâliğ mu'cizâtından had ve hesaba gelmez delâil-i nübüvvetinden başka, Kur'an-ı Azîmüşşan gibi bir bahr-ı hakaik ve kırk vecihle mu'cize olan mu'cize-i kübrâ, Güneş gibi Risâletini göstermeğe kâfidir Başka risalelerde ve bilhassa Yirmibeşinci Söz'de Kur'anın kırka karîb vücûh-u i'câzından bahsettiğimizden burada kısa kesiyoruz

ÜÇÜNCÜ İŞARET: Hatıra gelmesin ki: Bu küçücük insanın ne ehemmiyeti var ki, bu azîm dünya onun muhasebe-i a'mâli için kapansın, başka bir daire açılsın? Çünki Bu küçücük insan, câmiiyet-i fıtrat itibariyle şu mevcûdat içinde bir ustabaşı ve bir

(Orjinal Sayfa: 65)

dellâl-ı saltanat-ı İlahiyye ve bir ubudiyyet-i külliyyeye mazhar olduğundan büyük ehemmiyeti vardır Hem hatıra gelmesin ki: Kısacık bir ömürde nasıl ebedî bir azaba müstehak olur? Zira küfür; şu mektûbât-ı Sâmedâniyye derecesinde ve kıymetinde olan kâinatı mânâsız, gayesiz bir derekeye düşürdüğü için, bütün kâinata karşı bir tahkir olduğu gibi; bu mevcûdâtta cilveleri, nakışları görünen bütün Esmâ-i Kudsiyye-i İlâhiyyeyi inkâr ile red ve Cenâb-ı Hakk'ın hakkaniyyet ve sıdkını gösteren gayr-ı mütenahî bütün delillerini tekzib olduğundan nihayetsiz bir cinâyettir Nihayetsiz cinâyet ise, nihayetsiz azabı îcab eder



DÖRDÜNCÜ İŞARET: Nasılki hikâyede Oniki Sûretle gördük ki: Hiçbir cihetle mümkün değil; öyle bir pâdişahın, öyle muvakkat misafirhane gibi bir memleketi bulunsun da, müstekar ve haşmetine mazhar ve saltanat-ı uzmâsına medâr diğer daimî bir memleketi bulunmasın Öyle de hiçbir vecihle mümkün değil ki; bu fâni âlemin bâki Hâlık'ı, bunu îcad etsin de, bâki bir âlemi îcad etmesin? Hem mümkün değil: Şu bedi' ve zâil kâinatın sermedî Sânii bunu halk etsin de, müstekar ve daimî diğer bir kâinatı icad etmesin? Hem mümkün değil: Bu meşher ve meydan-ı imtihan ve tarla hükmünde olan dünyanın Hakîm ve Kadîr ve Rahîm olan Fâtır'ı onu yaratsın, onun bütün gayelerine mazhar olan Dâr-ı Âhireti halk etmesin? Bu hakikata "Oniki kapı" ile girilir "ONİKİ HAKİKAT" ile o kapılar açılır En kısa ve basitten başlarız:

BİRİNCİ HAKİKAT: Bâb-ı Rububiyyet ve Saltanattır ki, İsm-i Rabb'in cilvesidir

Hiç mümkün müdür ki: Şe'n-i Rububiyyet ve Saltanat-ı Uluhiyyet, bâhusus böyle bir kâinatı, Kemâlâtını göstermek için gâyet âlî gayeler ve yüksek maksadlar ile îcâd etsin, onun gayât ve makasıdına karşı îmân ve ubudiyyetle mukabele eden mü'minlere mükâfatı bulunmasın Ve o makasıdı red ve tahkir ile mukabele eden ehl-i dalâlete mücâzat etmesin?

İKİNCİ HAKİKAT: Bâb-ı Kerem ve Rahmettir ki, Kerim ve Rahîm isminin cilvesidir

Hiç mümkün müdür ki: Gösterdiği âsâr ile nihayetsiz bir kerem ve nihayetsiz bir rahmet ve nihayetsiz bir izzet ve nihayetsiz bir gayret sahibi olan şu âlemin Rabbi; kerem ve rahmetine lâyık mükâfat, izzet ve gayretine şayeste mücâzatta bulunmasın Evet şu dünya gidişatına bakılsa görülüyor ki; en âciz, En zaîften tut



(Orjinal Sayfa: 66)

(Haşiye-1) tâ en kavîye kadar her canlıya lâyık bir rızık veriliyor En zaîf, en âcize en iyi rızık veriliyor Her dertliye ummadığı yerden derman yetiştiriliyor Öyle ulvî bir keremle ziyafetler, ikramlar olunuyor ki, nihayetsiz bir kerem eli içinde işlediğini bedâheten gösteriyor

Meselâ, bahar mevsiminde cennet hûrileri tarzında bütün ağaçları sündüs-misâl libaslar ile giydirip, çiçek ve meyvelerin murassaatıyla süslendirip hizmetkâr ederek onların lâtif elleri olan dallarıyla, çeşit çeşit en tatlı, en Mûsannâ meyveleri bize takdim etmek; hem zehirli bir sineğin eliyle şifalı en tatlı balı bize yedirmek; hem en güzel ve yumuşak bir libası elsiz bir böceğin eliyle bize giydirmek; hem rahmetin büyük bir hazinesini küçük bir çekirdek içinde bizim için saklamak; ne kadar cemil bir kerem, ne kadar lâtif bir rahmet eseri olduğu bedâheten anlaşılır Hem insan ve Bâzı canavarlardan başka, Güneş ve Ay ve Arz'dan tut, tâ en küçük mahluka kadar herşey Kemâl-i dikkatle vazifesine çalışması, zerrece haddinden tecavüz etmemesi, bir azîm heybet tahtında umumî bir itaat bulunması; büyük bir celâl ve izzet sahibinin emriyle hareket ettiklerini gösteriyor Hem gerek nebatî ve gerek hayvanî ve gerek insanî bütün validelerin o rahîm şefkatleriyle (Haşiye-2) ve süt gibi o lâtif gıda ile o âciz ve zaîf yavruların terbiyesi, ne kadar geniş bir rahmetin cilvesi işlediği bedâheten anlaşılır

Bu âlemin mutasarrıfının mâdem nihayetsiz böyle bir keremi, nihayetsiz böyle bir rahmeti, nihayetsiz öyle bir celâl ve izzeti vardır Nihayetsiz celâl ve izzet, edebsizlerin tedibini ister Nihayetsiz kerem, nihayetsiz ikram ister, nihayetsiz rahmet; kendine lâyık

_________________________

(Haşiye-1): Rızk-ı helâl, iktidar ile alınmadığına, belki iftikara binaen verildiğine delil-i kat'î: İktidarsız yavruların hüsn-ü maişeti ve muktedir canavarların dîk-ı maişeti; hem zekâvetsiz balıkların semizliği ve zekâvetli, hileli tilki ve maymunun derd-i maişetle vücudça zaîfliğidir Demek rızık, iktidar ve ihtiyar ile mâ'kûsen mütenâsibdir Ne derece iktidar ve ihtiyarına güvense, o derece derd-i maişete mübtelâ olur

(Haşiye-2): Evet aç bir arslan, zaîf bir yavrusunu kendi nefsine tercih ederek, elde ettiği bir eti yemeyip yavrusuna vermesi; hem korkak tavuk, yavrusunu himaye için ite, arslana saldırması; hem incir ağacı kendi çamur yiyerek yavrusu olan meyvelerine hâlis süt vermesi, bilbedâhe nihayetsiz Rahîm, Kerim, Şefîk bir Zâtın hesabıyla hareket ettiklerini kör olmayana gösteriyorlar Evet nebâtat ve behimiyat gibi şuursuzların gâyet derecede şuurkârane ve hakîmane işler görmesi bizzarure gösterir ki: Gâyet derecede Alîm ve Hakîm birisi vardır ki, onları işlettiriyor Onlar, onun namıyla işliyorlar

(Orjinal Sayfa: 67)

ihsan ister Halbuki bu fâni dünyada ve kısa ömürde, denizden bir damla gibi milyonlar cüz'den ancak bir cüz'ü yerleşir ve tecelli eder Demek o kereme lâyık-ve o rahmete şayeste bir dâr-ı saadet olacaktır Yoksa gündüzü ışığıyla dolduran Güneşin vücudunu inkâr etmek gibi, bu görünen rahmetin vücudunu inkâr etmek lâzımgelir Çünki bir daha dönmemek üzere zevâl ise; şefkati musibete, muhabbeti hırkate ve nimeti nıkmete ve aklı, meş'um bir âlete ve lezzeti eleme kalbettirmekle hakikat-ı rahmetin intifası lâzımgelir Hem o Celal ve İzzete uygun bir dâr-ı mücazat olacaktır Çünki: Ekseriyâ zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar Demek bir Mahkeme-i Kübrâya bırakılıyor, te'hir ediliyor Yoksa, bakılmıyor değil Bâzan dünyada dahi ceza verir Kurûn-u sâlifede cereyan eden âsi ve mütemerrid kavimlere gelen azablar gösteriyor ki: İnsan başı boş değil, bir celal ve gayret sillesine her vakit mâruzdur Evet hiç mümkün müdür ki insan; umum mevcûdât içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar muntâzam masnûâtıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan îmân ile onu tanımazsa hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse; mukabilinde insan ibâdetle kendini O'na sevdirmese hem bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse; mukabilinde insan şükür ve hamdle Ona hürmet etmese; cezasız kalsın, başı boş bırakılsın, o izzet, gayret sahibi Zât-ı Zülcelâl bir dâr-ı mücâzat hâzırlamasın? Hem hiç mümkün müdür ki: O Rahmân-ı Rahîm'in kendini tanıttırmasına mukabil; îman ile tanımakla ve sevdirmesine mukabil, ibâdetle sevmek ve sevdirmekle ve rahmetine mukâbil, şükür ile hürmet etmekle mukabele eden mü'minlere bir dâr-ı mükâfatı, bir saadet-i ebediyeyi vermesin!

ÜÇÜNCÜ HAKİKAT: Bâb-ı Hikmet ve Adâlet olup, İsm-i Hakîm ve Âdil'in cilvesidir

Hiç mümkün müdür ki: (Haşiye) Zerrelerden güneşlere kadar

___________________________

(Haşiye): Evet, «Hiç mümkün müdür ki» şu cümle çok tekrar ediliyor Çünki mühim bir sırrı ifade eder Şöyle ki: Ekser küfür ve dalalet; istib'addan ileri gelir Yâni akıldan uzak ve muhal görür, inkâr eder İşte Haşir Söz'ünde kat'iyen gösterilmiştir ki: Hakikî istib'ad, hakikî muhaliyet ve akıldan uzaklık ve hakikî suûbet, hattâ imtina' derecesinde müşkilât, küfür yolundadır ve dalâletin mesleğindedir ve hakikî imkân ve hakikî makuliyet, hattâ vücub derecesinde sühulet; îmân yolundadır ve İslâmiyet caddesindedir

Elhasıl, ehl-i felsefe istib'ad ile inkâra gider Onuncu Söz, istib'ad hangi tarafta olduğunu o tâbir ile gösterir Onların ağızlarına bir şamar vurur


(Orjinal Sayfa: 68)

cereyan eden hikmet ve intizâm, adâlet ve mizanla Rubûbiyyetin saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelâl, Rubûbiyyetin cenah-ı himayesine iltica eden ve hikmet ve adâlete îmân ve ubûdiyyetle tevfîk-i hareket eden mü'minleri taltif etmesin? Ve o hikmet ve adâlete küfür ve tuğyan ile isyan eden edebsizleri tedib etmesin? Halbuki bu muvakkat dünyada o hikmet, o adâlete lâyık binden biri, insanda icra edilmiyor, te'hir ediliyor Ehl-i dalâletin çoğu ceza almadan; ehl-i hidâyetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar Demek bir Mahkeme-i Kübrâya, bir saâdet-i uzmaya bırakılıyor

Evet görünüyor ki; şu âlemde tasarruf eden Zât, nihayetsiz bir hikmetle iş görüyor Ona bürhân mı istersin? Her şeyde maslahat ve faidelere riayet etmesidir Görmüyor musun ki: İnsanda bütün âza, kemikler ve damarlarda, hattâ bedenin hüceyratında, her yerinde, her cüz'ünde faydalar ve hikmetlerin gözetilmesi, hattâ bâzı âzâsı, bir ağacın ne kadar meyveleri varsa, o derece o uzva hikmetler ve faydalar takması gösteriyor ki; nihayetsiz bir hikmet eliyle iş görülüyor Hem herşeyin san'atında nihayet derecede intizâm bulunması gösterir ki, nihayetsiz bir hikmet ile iş görülüyor

Evet güzel bir çiçeğin dakik proğramını, küçücük bir tohumunda dercetmek, büyük bir ağacın sahife-i a'mâlini, tarihçe-i hayatını, fihriste-i cihâzâtını küçücük bir çekirdekte mânevî kader kalemiyle yazmak; nihayetsiz bir hikmet kalemi işlediğini gösterir

Hem herşeyin hilkatinde gâyet derecede hüsn-ü san'at bulunması; nihayet derecede hakîm bir Sâniin nakşı olduğunu gösterir Evet şu küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatın fihristesini, bütün hazâin-i rahmetin anahtarlarını, bütün Esmâlarının âyinelerini dercetmek; nihayet derecede bir hüsn-ü san'at içinde bir hikmeti gösterir Şimdi hiç mümkün müdür ki, şöyle icraat-ı rubûbiyyette hâkim bir hikmet; o rubûbiyyetin kanadına iltica eden ve îmân ile itaat edenlerin taltifini istemesin ve ebedî taltif etmesin?

Hem adâlet ve mizan ile iş görüldüğüne bürhân mı istersin? Herşeye hassas mizanlarla, mahsus ölçülerle vücud vermek, Sûret giydirmek, yerli yerine koymak; nihayetsiz bir adâlet ve mizan ile iş görüldüğünü gösterir

Hem her hak sahibine istidâdı nisbetinde hakkını vermek, yâni

(Orjinal Sayfa: 69)

vücudunun bütün levâzımâtını, bekâsının bütün cihâzâtını en münasib bir tarzda vermek; nihayetsiz bir adâlet elini gösterir

Hem istidâd lisanıyla, ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla, ızdırar lisanıyla sual edilen ve istenilen herşeye daimî cevab vermek; nihayet derecede bir adl ve hikmeti gösteriyor

Şimdi hiç mümkün müdür ki, böyle en küçük bir mahlûkun, en küçük bir hâcâtının imdadına koşan bir adâlet ve hikmet; insan gibi en büyük bir mahlukun beka gibi en büyük bir hâcetini mühmel bıraksın? En büyük istimdâdını ve en büyük sualini cevabsız bıraksın? Rubûbiyyetin haşmetini, ibâdının hukukunu muhafaza etmekle muhafaza etmesin? Halbuki şu fâni dünyada kısa bir hayat geçiren insan, öyle bir adâletin hakikatına mazhar olamaz ve olamıyor Belki bir Mahkeme-i Kübrâya bırakılıyor Zira hakikî adâlet ister ki: Şu küçücük insan, şu küçüklüğü nisbetinde değil, belki cinâyetinin büyüklüğü, mahiyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin âzameti nisbetinde mükâfat ve mücâzat görsün Mâdem şu fâni, geçici Dünya; ebed için halk olunan insan hususunda öyle bir adâlet ve hikmete mazhariyyetten çok uzaktır Elbette âdil olan o Zât-ı Celil-i Zülcemâl'in ve Hakîm olan o Zât-ı Cemil-i Zülcelâl'in daimî bir Cehennem'i ve ebedî bir Cennet'i bulunacaktır

DöRDÜNCÜ HAKİKAT: Bâb-ı Cûd ve Cemâldir İsm-i Cevvad ve Cemîl'in cilvesidir

Hiç mümkün müdür ki: Nihayetsiz cûd u sehâvet, tükenmez servet, bitmez hazineler, misilsiz sermedî cemâl, kusursuz ebedî kemâl; bir dâr-ı saadet ve mahall-i ziyafet içinde daimî bulunacak olan muhtaç şâkirleri, müştak âyinedârları, mütehayyir seyircileri istemesinler? Evet Dünya yüzünü bu kadar müzeyyen masnûâtıyla süslendirmek, Ay ile Güneşi lâmba yapmak, yeryüzünü bir sofra-i nimet ederek mat'ûmatın en güzel çeşitleriyle doldurmak, meyveli ağaçları birer kab yapmak, her mevsimde birçok defalar tecdid etmek; hadsiz bir cûd u sehâveti gösterir Böyle nihayetsiz bir cûd u sehâvet; öyle tükenmez hazineler ve rahmet, hem daimî, hem arzu edilen herşey içinde bulunur bir dâr-ı ziyafet ve mahall-i saadet ister Hem kat'î ister ki; o ziyafetten telezzüz edenler, o mahall-i saadette devam etsinler, ebedî kalsınlar Tâ zeval ve firakla elem çekmesinler Çünki: Zeval-i elem lezzet olduğu gibi, zeval-i lezzet dahi elemdir Öyle sehâvet, elem çektirmek istemez



(Orjinal Sayfa: 70)

Demek ebedî bir Cennet'i, hem içinde ebedî muhtaçları ister Çünki nihayetsiz cûd ve seha, nihayetsiz ihsan etmek ister, nimetlendirmek ister Nihayetsiz ihsan ve nimetlendirmek ise, nihayetsiz minnettarlık, nimetlenmek ister Bu ise, ihsana mazhar olan şahsın devam-ı vücudunu

ister Tâ, daimî tena'umla o daimî in'ama karşı şükür ve minnettarlığını göstersin Yoksa zeval ile acılaşan cüz'î bir telezzüz, kısacık bir zamanda öyle bir cûd u sehanın muktezasıyla kabil-i tevfik değildir

Hem dahi meşher-i san'at-ı İlahiyye olan aktâr-ı âlem sergilerine bak Yeryüzündeki nebâtat ve hayvanatın ellerinde olan ilânat-ı Rabbâniyeye dikkat et (Haşiye-1), mehâsin-i rubûbiyyetin dellâlları olan enbiya ve evliyaya kulak ver Nasıl müttefikan Sâni'-i Zülcelâl'in kusursuz Kemâlâtını, hârika san'atlarının teşhiriyle gösteriyorlar, Beyân ediyorlar, enzar-ı dikkati celbediyorlar

Demek bu âlemin Sâniinin pek mühim ve hayret verici ve gizli kemâlâtı vardır Bu hârika san'atlarla onları göstermek ister Çünki: Gizli, kusursuz kemâlât ise, takdir edici, istihsan edici, mâşâallah diyerek müşahede edicilerin başlarında teşhir ister Daimî kemâlât ise, daimî tezâhür ister O ise, takdir ve istihsan edicilerin devâm-ı vücûdunu ister Bekası olmayan istihsan edicinin nazarında, kemâlâtın kıymeti sukut eder (Haşiye-2) Hem dahi, kâinatın yüzünde serilmiş olan gayetle güzel ve san'atlı ve parlak ve süslü şu mevcûdât; ışık Güneşi bildirdiği gibi, misilsiz mânevî bir cemâlin mehâsinini bildirir ve nazîrsiz, hafî bir hüsnün letâifini iş'ar ediyor

____________________

(Haşiye-1): Evet kemik gibi bir kuru ağacın ucundaki tel gibi incecik bir sapta gâyet münakkaş, müzeyyen bir çiçek ve gâyet Mûsanna ve murassa bir meyve, elbette gâyet san'atperver mu'cizekâr ve hikmettar bir Sâniin mehâsin-i san'atını zîşuura okutturan bir ilânnâmedir İşte nebâtata hayvânâtı dahi kıyas et



(Haşiye-2): Evet durûb-u emsaldendir ki: Bir dünya güzeli, bir zaman kendine meftun olmuş âdi bir adamı huzurundan tardeder O adam kendine teselli vermek için: "Tuh, ne kadar çirkindir" der O güzelin güzelliğini nefyeder

Hem bir vakit bir ayı, gâyet tatlı bir üzüm asması altına girer Üzümleri yemek ister Koparmağa eli yetişmez Asmaya da çıkamaz Kendi kendine teselli vermek için kendi lisanıyla "Ekşidir" der Gümler gider

(Orjinal Sayfa: 71)

(Haşiye-) O münezzeh hüsün, o mukaddes cemâlin cilvesinden, esmâlarda, belki her isimde çok gizli defineler bulunduğunu işaret eder İşte şu derece âli, nazîrsiz, gizli bir cemâl ise; kendi mehâsinini bir mir'âtta görmek ve hüsnünün derecâtını ve cemâlinin mikyaslarını zîşuur ve müştak bir âyinede müşâhede etmek istediği gibi, başkalarının nazarıyla yine sevgili cemâline bakmak için, görünmek de ister Demek iki vecihle kendi cemâline bakmak; biri: Herbiri başka başka renkte olan âyinelerde bizzat müşâhede etmek Diğeri: Müştak olan seyirci ve mütehayyir olan istihsancıların müşâhedesi ile müşahede etmek ister Demek hüsün ve cemâl, görmek ve görünmek ister Görmek, görünmek ise; müştak seyirci, mütehayyir istihsan edicilerin vücûdunu ister Hüsün ve cemâl, ebedî sermedî olduğundan müştakların devam-ı vücûdlarını ister Çünki daimî bir cemâl ise; zâil bir müştâka râzı olamaz Zira dönmemek üzere zevale mahkûm olan bir seyirci, zevâlin tasavvuruyla muhabbeti adavete döner, hayreti istihfafa, hürmeti tahkire meyleder Çünki hodgâm insan bilmediği şey'e düşman olduğu gibi, yetişmediği şey'e de zıddır Halbuki nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir şevk ve istihsan ile mukabeleye lâyık olan bir cemâle karşı zımnen bir adâvet ve kin ve inkâr ile mukabele eder İşte kâfir, Allah'ın düşmanı olduğunun sırrı bundan anlaşılıyor

Mâdem o nihayetsiz sehavet-i cûd, o misilsiz cemâl-i hüsün, o kusursuz kemâlât; ebedî müteşekkirleri, müştakları, müstahsinleri iktiza ederler Halbuki şu misafirhane-i dünyada görüyoruz; herkes çabuk gidip, kayboluyor O sehavetin ihsanını ancak az bir parça tadar İştihası açılır, fakat yemez gider O cemâl, o kemâlin dahi ancak biraz ışığına, belki bir zaîf gölgesine bir anda bakıp, doymadan gider Demek, bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor

Elhasıl: Nasılki şu âlem bütün mevcûdâtıyla Sâni'-i Zülcelâl'ine kat'î delâlet eder; Sâni'-i Zülcelâl'in de sıfât ve Esmâ-i Kudsiyyesi, dâr-ı âhirete delâlet eder ve gösterir ve ister

_____________________________

(Haşiye-3): Âyine-misâl mevcûdâtın birbiri arkasında zeval ve fenalarıyla beraber, arkalarından gelenlerin üstünde ve yüzlerinde aynı hüsün ve cemâlin cilvesinin bulunması gösterir ki: Cemâl onların değil; belki o cemâller, bir hüsn-ü münezzeh ve bir Cemâl-i Mukaddesin âyâtı ve emârâtıdır

(Orjinal Sayfa: 72)

BEŞİNCİ HAKİKAT: Bâb-ı şefkat ve Ubûdiyyet-i Muhammediyyedir (Aleyhissalâtü Vesselâm) İsm-i Mucîb ve Rahîmin cilvesidir

Hiç mümkün müdür ki: En edna bir hâceti, en edna bir mahlûkundan görüp kemâl-i şefkatle ummadığı yerden is'âf eden ve en gizli bir sesi, en gizli bir mahlûkundan işitip imdad eden, lisan-ı hâl ve kal ile istenilen herşey'e icabet eden nihayetsiz bir şefkat ve bir merhamet sahibi bir Rab; en büyük bir abdinden (Haşiye), en sevgili bir mahlûkundan en büyük hâcetini görüp bitirmesin, is'âf etmesin; en yüksek duayı işitip kabûl etmesin! Evet meselâ hayvanatın zaîflerinin ve yavrularının rızık ve terbiyeleri hususunda görünen lütûf ve sühûleti gösteriyor ki: Şu kâinatın Mâliki, nihayetsiz bir rahmetle rubûbiyyet eder Rubûbiyyetinde bu derece rahîmâne bir şefkat, hiç kabil midir ki mahlûkatın en efdalinin en güzel duasını kabûl etmesin! Bu hakikatı Ondokuzuncu Söz'de izah ettiğim vechile, şurada dahi mükerreren şöyle Beyân edelim:

Ey nefsimle beraber beni dinleyen arkadaş! Hikâye-i temsiliyyede demiştik: Bir adada bir içtima var Bir yâver-i ekrem bir nutuk okuyor Onun işaret ettiği hakikat şöyledir ki: Gel! Bu zamandan tecerrüd edip, fikren Asr-ı Saâdet'e ve hayâlen Ceziret-ül Arab'a gidiyoruz Tâ ki, Resûl-i Ekrem'i (Aleyhissalâtü Vesselâm) vazife başında ve ubûdiyyet içinde görüp, ziyaret ederiz Bak! O Zât nasılki Risâletiyle, hidâyetiyle saadet-i ebediyyenin sebeb-i husûlü ve vesile-i vusûlüdür Onun gibi, ubûdiyyetiyle ve duâsıyla, o saadetin sebeb-i vücûdu ve Cennet'in vesile-i îcadıdır

İşte bak! O Zât öyle bir salât-ı kübrâda, bir ibâdet-i ulyâda

_____________________________

(Haşiye):Evet, binüçyüz elli sene saltanat süren ve saltanatı devam eden ve ekser zamanda üçyüzelli milyondan ziyade raiyeti bulunan ve her gün bütün raiyeti Onunla tecdid-i biat eden ve Onun Kemâlâtına şehâdet eden ve kemâl-i itâatle evâmirine inkıyad eden ve Arzın nısfı ve nev-i beşerin humsu o zâtın sıbgı ile sıbgalansa, yâni mânevî rengiyle renklense ve o zât onların mahbub-u kulûbu ve mürebbi-i ervahı olsa; elbette O Zât, şu kâinatta tasarruf eden Rabb'in en büyük abdidir Hem, ekser enva'-ı kâinat O Zâtın birer meyve-i mu'cizesini taşımak Sûretiyle Onun vazifesini ve memuriyetini alkışlasa, elbette O Zât; şu kâinat Hâlıkının en sevgili mahlûkudur Hem bütün insâniyyet, bütün istidadıyla istediği beka gibi bir haceti ki: o hâcet ise, insanı esfel-i sâfilînden â'lâ-yı illiyyîne çıkarıyor Elbette o hâcet, en büyük bir hâcettir ve en büyük bir abd, umumun namına onu Kadıyy-ül Hâcât'tan isteyecek


(Orjinal Sayfa: 73)

saadet-i ebediyye için dua ediyor ki, güya bu cezîre, belki bütün Arz Onun âzametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder Çünki ubûdiyyeti ise; Ona ittiba eden ümmetin ubûdiyyetini tâzammun ettiği gibi, muvafakat sırrıyla bütün enbiyanın sırr-ı ubûdiyyetini tâzammun eder Hem O salât-ı kübrâyı öyle bir Cemâat-ı uzmada kılar, niyaz ediyor ki; güya benî-Âdemin Hazret-i Âdem'den asrımıza kadar, belki kıyamete kadar bütün nuranî ve kâmil insanlar Ona tebaiyyetle iktida edip duasına âmîn derler(Haşiye-1) Bak, hem öyle beka gibi bir hacet-i âmme için dua ediyor ki; değil ehl-i Arz, belki ehl-i semâvât, belki bütün mevcûdât niyazına iştirak edip lisan-ı hâl ile: «Oh evet yâ Rabbenâ! ver, duasını kabûl et Biz de istiyoruz» diyorlar Hem bak! Öyle hazînane, öyle mahbûbane, öyle müşâkane, öyle tazarrûkârane saadet-i bâkiye istiyor ki; bütün kâinatı ağlattırıp, duasına iştirâk ettiriyor

Bak hem öyle bir maksad, öyle bir gaye için saadet isteyip, dua ediyor ki; insanı ve bütün mahlukatı esfel-i sâfilîn olan fena-yı mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, faidesizlikten, abesiyyetten a'lâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekaya, ulvî vazifeye, mektûbât-ı Samedâniyye olması derecesine çıkarıyor

Bak hem öyle yüksek bir fîzâr-ı istimdadkârane ile istiyor ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârane ile yalvarıyor ki: Güya bütün mevcûdâta, semâvata, arşa işittirip vecde getirip duasına: "Âmîn, Allahümme âmîn" dedirtiyor(Haşiye -2)

_____________________

(Haşiye-1): Evet münâcât-ı Ahmediyye (ASM) zamanından şimdiye kadar bütün ümmetin bütün salâtları ve salâvatları Onun duasına bir âmîn-i daimî ve bir iştirâk-i umumîdir Hattâ Ona getirilen herbir sâlavat dahi, Onun duasına birer âmîndir ve ümmetinin herbir ferdi, her bir namazın içinde ona salât ü selâm getirmek ve kametten sonra Şafiîlerin Ona dua etmesi; Onun saadet-i ebediyye hususundaki duasına gâyet kuvvetli ve umumî bir âmîndir İşte bütün beşerin fıtrat-ı insâniyyet lisan-ı haliyle, bütün kuvvetiyle istediği beka ve saadet-i ebediyyeyi; o nev-i beşer namına Zât-ı Ahmediyye (ASM) istiyor ve beşerin nuranî kısmı, Onun arkasında âmîn diyorlar Acaba hiç mümkün müdür ki, şu dua kabûle karîn olmasın!

(Haşiye-2): Evet şu âlemin mutasarrıfı, bütün tasarrufatı bilmüşahede şuurane, alîmane, hakîmane olduğu halde; hiçbir cihetle mümkün değildir ki; o mutasarrıf, kendi masnûatı içinde en mümtaz bir ferdin harekâtına şuuru ve ıttılâı bulunmasın Hem hiçbir cihetle mümkün değildir ki; o Mutasarrıf-ı Alîm, o ferd-i mümtazın harekâtına ve daavâtına (dualarına) ıttılâı bulunduğu halde ona karşı lâkayd kalsın, ehemmiyet vermesin Hem hiçbir cihetle mümkün değildir ki; o Mutasarrıf-ı Kadîr-i Rahîm; onun dualarına lâkayd kalmadığı halde, o duaları kabûl etmesin Evet Zât-ı Ahmediyye'nin (ASM) nuruyla âlemin şekli değişti İnsan ve bütün kâinatın mahiyet-i hakikiyyeleri o nur, o ziya ile inkişaf etti ve göründü ki: Şu kâinatın mevcûdâtı; Esmâ-i İlahiyyeyi okutan birer mektûbât-ı Samedâniyye, birer muvazzaf memur ve bekaya mazhar kıymettar ve mânidar birer mevcûddurlar Eğer o Nur olmasa idi, mevcûdât fena-yı mutlaka mahkûm ve kıymetsiz, mânâsız, faidesiz, abes, karmakarışık, tesadüf oyuncağı bir zulmet-i evham içinde kalırdı İşte şu sırdandır ki: İnsanlar Zât-ı Ahmediyye'nin (ASM) duasına âmîn dedikleri gibi, arş ve ferş ve seradan süreyyaya kadar bütün mevcûdât onun nuruyla iftihar edip, alâkadarlık gösteriyorlar Zâten ubûdiyyet-i Ahmediyyenin (ASM) ruhu, duadır Belki kâinatın harekâtı ve hidemâtı, bir nevi duadır Meselâ: Bir çekirdeğin hareketi; Hâlıkından, bir ağaç olmasına bir nevi duadır

(Orjinal Sayfa: 74)

Bak hem öyle Semî' ve Kerim bir Kadîr'den, öyle Basîr ve Rahîm bir Alîm'den saadet ve bekayı istiyor ki; bilmüşahede en gizli bir zîhayatın en gizli bir arzusunu, en hâfî bir niyazını görür, işitir, kabûl eder, merhamet eder Lisan-ı hal ile de olsa icabet eder Öyle Sûret-i hakîmane, basîrane, rahîmânede verir ve icabet eder ki; şübhe bırakmaz o terbiye ve tedbir öyle Semî' ve Basîr'e mahsus, öyle bir Kerim ve Rahîm'e hastır

Acaba bütün benî-Âdemi arkasına alıp şu Arz üstünde durup, arş-ı âzama müteveccihen el kaldırıp, nev-i beşerin hülâsa-i ubûdiyyetini câmi' hakikat-ı ubûdiyyet-i Ahmediyye (ASM) içinde dua eden şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman olan Fahr-i Kâinat (ASM) ne istiyor, dinleyelim Bak, kendine ve ümmetine saadet-i ebediyye istiyor, beka istiyor, Cennet istiyor Hem mevcûdât âyinelerinde cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiyye-i İlâhiyye ile beraber istiyor O esmâdan şefaat taleb ediyor, görüyorsun Eğer âhiretin hesabsız esbab-ı mûcibesi, delâil-i vücudu olmasa idi; yalnız şu zâtın tek duası, baharımızın icadı kadar Hâlık-ı Rahîm'in kudretine hafif gelen şu Cennet'in binasına sebebiyet verecekti(Haşiye-1)

____________________________

(Haşiye-1): Evet âhirete nisbeten gâyet dar bir sahife hükmünde olan rûy-i zeminde had ve hesaba gelmeyen hârika san'at nümunelerini ve haşir ve kıyametin misâllerini göstermek ve üçyüz bin kitab hükmünde olan muntâzam envâ'-ı masnûatı, o tek sahifede Kemâl-i intizâm ile yazıp dercetmek; elbette geniş olan âlem-i âhirette lâtif ve muntâzam Cennet'in binasından ve îcadından daha müşkildir Evet Cennet bahardan ne kadar yüksek ise, o derece bahar bahçelerinin hilkâti, o Cennet'ten daha müşkildir ve hayretfezâdır denilebilir

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı

Eski 03-29-2009   #13
meLankoLik_asaLet
Varsayılan

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı



Onbirinci Söz sözler 11 söz



وَالشَّمْسِ وَضُحَيهَا وَالْقَمَرِ اِذَا تَلَيهَا وَالنَّهَارِ اِذَا جَلَّيهَا وَ الَّيْلِ اِذَا يَغْشَيهَا وَ نَفْسٍ وَمَا سَوَّيهَا وَ اْلاَرْضِ وَمَا طَحَيهَا وَ السَّمَآءِ وَمَا بَنَيهَا



Ey kardeş! Eğer hikmet-i âlemin tılsımını ve hilkat-i insanın muammasını ve hakikat-ı salâtın rumuzunu bir parça fehmetmek istersen, nefsimle beraber şu temsilî hikâyeciğe bak:

Bir zaman bir sultan varmış; servetçe onun pek çok hazineleri vardı Hem o hazinelerde her çeşit cevâhir, elmas ve zümrüt bulunuyormuş Hem gizli pek âcaip defineleri varmış Hem Kemâlâtça sanâyi-i garîbede pek çok mehareti varmış Hem hesabsız fünûn-u acîbeye ma'rifeti, ihâtası varmış Hem, nihayetsiz ulûm-u bedîaya ilim ve ıttılâı varmış Her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca; o sultan-ı zîşan dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin; tâ nâsın enzarında saltanatının haşmetini, hem servetinin şa'şaasını, hem kendi san'atının hârikalarını, hem kendi ma'rifetinin garibelerini izhar edip göstersin Tâ cemâl ve kemâl-i mânevîsini iki vecihle müşahede etsin:

Bir vechi: Bizzât nazar-ı dekaik-âşinâsıyla görsün

Diğeri: Gayrın nazarıyla baksın Bu hikmete binâen, cesîm ve geniş ve muhteşem bir kasrı yapmağa başladı Şâhâne bir Sûrette


(Orjinal Sayfa: 126)

dairelere, menzillere taksim ederek hazinelerinin türlü türlü murassaatıyla süslendirip kendi dest-i san'atının en lâtif, en güzel eserleriyle zînetlendirip, fünun-u hikmetinin en incelikleriyle tanzim edip düzelterek ve ulûmunun âsâr-ı mu'cizekâraneleriyle donatarak tekmil ettikten sonra, herbir taam ve nimetlerinin bütün çeşitlerinden en lezizlerini câmi' sofralar, o sarayda kurdu Herbir tâifeye lâyık bir sofra tâyin etti Öyle sehâvetkârane, san'atperverane bir ziyafet-i âmme ihzâr etti ki, güya herbir sofra, yüz sanâyi-i lâtifenin eserleriyle vücud bulmuş gibi kıymetli hadsiz ni'metleri serdi Sonra aktâr-ı memleketindeki ahali ve raiyetini, seyre ve tenezzühe ve ziyafete dâvet etti Sonra bir yaver-i Ekremine (ASM) sarayın hikmetlerini ve müştemilâtının mânâlarını bildirerek Onu üstad ve târif edici tâyin etti Tâ ki, sarayın Sâniini, sarayın müştemilâtıyla ahaliye târif etsin ve sarayın nakışlarının rumuzlarını bildirip, içindeki san'atlarının işâretlerini öğretip, derûnundaki manzum murassalar ve mevzun nukuş nedir? Ve ne vecihle saray sahibinin Kemâlâtına ve hünerlerine delâlet ettiklerini, o saraya girenlere târif etsin ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip, o görünmeyen sultana karşı marziyatı dairesinde teşrifat merasimini târif etsin İşte o muarrif üstadın herbir dairede birer avenesi bulunuyor Kendisi en büyük dairede şâkirdleri içinde durmuş, bütün seyircilere şöyle bir tebligatta bulunuyor Diyor ki:

«Ey ahali; Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla, kendini size tanıttırmak istiyor Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımağa çalışınız Hem şu tezyinatla kendini size sevdirmek istiyor Siz dahi onun san'atını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi ona sevdiriniz Hem bu gördüğünüz ihsanat ile, size muhabbetini gösteriyor Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz Hem şu görünen in'am ve ikramlar ile, size şefkatini ve merhametini gösteriyor Siz dahi şükür ile ona hürmet ediniz Hem şu Kemâlâtının âsârıyla, mânevî cemâlini size göstermek istiyor Siz dahi onu görmeğe ve teveccühünü kazanmağa iştiyakınızı gösteriniz Hem bütün şu gördüğünüz masnûat ve müzeyyenat üstünde birer mahsus sikke, birer hususî hâtem, birer taklid edilmez turra koymakla, herşey kendisine has olduğunu ve kendi eser-i desti olduğunu ve kendisi tek ve yekta, istiklâl ve infirad sahibi olduğunu size göstermek istiyor Siz dahi Onu; tek ve yekta ve misilsiz, nazîrsiz bîhemta tanıyınız ve kabûl ediniz» Daha bunun gibi, ona ve


(Orjinal Sayfa: 127)

o makama münâsib sözleri seyircilere söyledi Sonra, giren ahali iki güruha ayrıldılar:

Birinci güruhû: Kendini tanımış ve aklı başında ve kalbi yerinde oldukları için, o sarayın içindeki acâiblere baktıkları zaman dediler: «Bunda büyük bir iş var» Hem anladılar ki: Beyhûde değil, âdi bir oyuncak değil Onun için merak ettiler «Acaba tılsımı nedir, içinde ne var» deyip düşünürken, birden o muarrif üstadın(ASM) Beyân ettiği nutkunu işittiler Anladılar ki: Bütün esrarın anahtarları Ondadır; Ona müteveccihen gittiler ve dediler: «Esselâmü Aleyke ya Eyyühel Üstad! Hakkan, şöyle bir muhteşem sarayın, senin gibi sâdık ve müdakkik bir muarrifi lâzımdır Seyyidimiz sana ne bildirmişse lütfen bize bildiriniz» Üstad ise, evvel zikri geçen nutukları onlara dedi Bunlar güzelce dinlediler, iyice kabûl edip tam istifade ettiler Padişahın marzîyatı dairesinde amel ettiler Onların şu edebli muamele ve vaziyetleri o Padişahın hoşuna geldiğinden onları has ve yüksek ve tavsif edilmez diğer bir saraya dâvet etti, ihsan etti Hem öyle bir Cevvâd-ı Melik'e lâyık ve öyle mutî ahaliye şâyeste ve öyle edebli misâfirlere münasib ve öyle yüksek bir kasra şâyan bir Sûrette ikrâm etti daimî onları saâdetlendirdi

İkinci güruh ise; akılları bozulmuş, kalbleri sönmüş olduklarından, saraya girdikleri vakit, nefislerine mağlub olup lezzetli taamlardan başka hiç bir şey'e iltifat etmediler; bütün o mehâsinden gözlerini kapadılar ve o üstadın (ASM) irşâd'atından ve şâkirdlerinin îkazatından kulaklarını tıkadılar Hayvan gibi yiyerek uykuya daldılar İçilmeyen, fakat Bâzı şeyler için ihzâr edilen iksirlerden içtiler Sarhoş olup öyle bağırdılar, karıştırdılar; seyirci misafirleri çok rahatsız ettiler Sâni'-i Zîşan'ın düsturlarına karşı edebsizlikte bulundular Saray sahibinin askerleri de onları tutup, öyle edebsizlere lâyık bir hapse attılar

Ey benimle bu hikâyeyi dinleyen arkadaş! Elbette anladın ki: O Hâkim-i Zîşan; bu kasrı, şu mezkûr maksadlar için bina etmiştir Şu maksadların husûlü ise, iki şey'e mütevakkıftır:

Birisi: Şu gördüğümüz ve nutkunu işittiğimiz üstadın (ASM) vücududur Çünki: O bulunmazsa, bütün maksadlar beyhûde olur Çünki: Anlaşılmaz bir kitab, muallimsiz olsa; mânâsız bir kâğıttan ibaret kalır


(Orjinal Sayfa: 128)

İkincisi: Ahali, o Üstadın (ASM) sözünü kabûl edip dinlemesidir Demek, vücûd-u Üstad vücud-u kasrın dâîsidir ve ahalinin istimâı, kasrın bekasına sebebdir Öyle ise denilebilir ki: Şu Üstad (ASM) olmasaydı, o Melik-i Zîşan şu kasrı bina etmezdi Hem yine denilebilir ki: O Üstadın (ASM) tâlimatını ahali dinlemedikleri vakit, elbette o kasr tebdil ve tahvil edilecek

Ey arkadaş! Hikâye burada bitti Eğer şu temsîlin sırrını anladınsa bak, hakikatın yüzünü de gör

İşte o saray, şu âlemdir ki; tavanı, tebessüm eden yıldızlarla tenvir edilmiş gök yüzüdür Tabanı ise, şarktan garba gûnâ-gûn çiçeklerle süslendirilmiş yeryüzüdür O Melik ise, ezel ebed Sultanı olan bir Zât-ı Mukaddes'tir ki, yedi kat semâvat ve arzı ve içlerinde olan herşey, kendilerine mahsus lisanlarla o Zâtı takdis edip tesbih ediyorlar Hem öyle bir Melik-i Kadîr ki, semâvat ve arzı altı günde yaratarak Arş-ı Rubûbiyyetinde durup; gece ve gündüzü, siyah ve beyaz iki hat gibi birbiri arkası sıra döndürüp, kâinat sahifesinde âyâtını yazan; ve Güneş, Ay, yıldızlar emrine müsahhar zîhaşmet ve zîkudret sahibidir O sarayın menzilleri ise, şu onsekiz bin âlemdir ki, herbirisi kendine lâyık bir tarz ile tezyin ve tanzim edilmiştir İşte o sarayda gördüğün sanayi-i garîbe ise, şu âlemde görünen Kudret-i İlahiyenin mu'cizeleridir ve o sarayda gördüğün taamlar ise; şu âlemde, hele yaz mevsiminde, hele Barla bahçelerinde Rahmet-i İlahîyenin semerat-ı hârikalarına işarettir ve oradaki ocak ve matbah ise, burada kalbinde ateş olan arz ve sath-ı arzdır ve orada temsilde gördüğün gizli definelerin cevherleri ise, şu hakikatta Esmâ-i Kudsiye-i İlahiyenin cilvelerine misâldir ve temsilde gördüğümüz nakışlar ve o nakışların remizleri ise, şu âlemi süslendiren muntâzam masnûat ve mevzun nukuş-u kalem-i kudrettir ki, Kadîr-i Zülcelâl'in esmâsına delâlet ederler ve o Üstad ise Seyyidimiz Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dır Avenesi ise, Enbiya Aleyhimüsselâm'dır ve şâkirdleri ise Evliyâ ve Asfiyâdır O saraydaki hâkimin hizmetkârları ise, şu âlemde Melâike Aleyhimüsselâm'a işarettir Temsilde, seyir ve ziyafete davet edilen misafirler ise, şu dünya misafirhanesinde cin ve ins ve insanın hizmetkârları olan hayvanlara işarettir ve o iki fırka ise, burada birisi ehl-i îmandır ki kitab-ı kâinatın âyâtının müfessiri olan Kur'an-ı Hakîm'in şâkirdleridir Diğer güruh ise ehl-i küfür ve tuğyandır


(Orjinal Sayfa: 129)

ki, nefis ve şeytana tâbi olup yalnız hayat-ı dünyeviyeyi tanıyan, hayvan gibi belki daha aşağı sağır, dilsiz, dâllîn güruhudur

Birinci kafile olan süedâ ve ebrar ise, zülcenaheyn olan Üstadı dinlediler O Üstad hem abddir; ubûdiyet noktasında Rabbini tâvsif ve târif eder ki, Cenâb-ı Hakk'ın dergâhında ümmetinin elçisi hükmündedir Hem Resuldür; Risâlet noktasında Rabbinin ahkâmını Kur'an vasıtasıyla cin ve inse tebliğ eder

Şu bahtiyar cemaât, o Resulü dinleyip Kur'ana kulak verdiler Kendilerini, enva'-ı ibâdâtın fihristesi olan «namaz» ile birçok makamat-ı âliye içinde çok lâtif vazifelerle telebbüs etmiş gördüler Evet namazın mütenevvi ezkâr ve harekâtıyla işâret ettiği vezâifi, makamatı, mufassalan gördüler Şöyle ki:

Evvelen: Âsâra bakıp, gaibâne muamele Sûretinde saltanat-ı Rububiyyetin mehâsinine temâşager makamında kendilerini gördüklerinden; tekbir ve tesbih vazifesini edâ edip «Allahü Ekber» dediler

Sâniyen: Esmâ-i Kudsiye-i İlahiyenin cilveleri olan bedâyiine ve parlak eserlerine dellâllık makamında görünmekle «Sübhanallah, Velhamdülillah» diyerek takdis ve tahmid vazifesini îfâ ettiler

Sâlisen: Rahmet-i İlahiyenin hazinelerinde iddihar edilen nimetlerini zâhir ve bâtın duygularla tadıp anlamak makamında, şükür ve senâ vazifesini edâyâ başladılar

Râbian: Esmâ-i İlahiyenin definelerindeki cevherleri, mânevî cihâzat mizanlarıyla tartıp bilmek makamında, tenzih ve medih vazifesine başladılar

Hâmisen: Mistâr-ı kader üstünde kalem-i kudretiyle yazılan mektûbat-ı Rabbâniyyeyi mütalâa makamında, tefekkür ve istihsan vazifesine başladılar

Sâdisen: Eşyanın yaratılışında ve masnûatın san'atındaki lâtif incelik ve nâzenin güzellikleri temâşa ile tenzih makamında Fâtır-ı Zülcelâl, Sâni'-i Zülcemâl'lerine muhabbet ve iştiyak vazifesine girdiler Demek kâinata ve âsâra bakıp, gaibane muamele-i ubûdiyyetle mezkûr makamatta mezkûr vezâifi edâ ettikten sonra Sâni'-i Hakîm'in dahi muamelesine ve ef'aline bakmak derecesine çıktılar ki, hâzırâne bir muamele Sûretinde evvelâ Hâlık-ı Zülcelâl'in kendi


(Orjinal Sayfa: 130)

san'atının mu'cizeleriyle kendini zîşuura tanıttırmasına karşı hayret içinde bir mârifet ile mukabele ederek سُبْحَانَكَ مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ dediler «Senin târif edicilerin bütün masnûatındaki mu'cizelerindir» Sonra o Rahmân'ın kendi rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmesine karşı, muhabbet ve aşk ile mukabele edip اِيّاكَ نَعْبُدُ وَاِيّاكَ نَسْتَعِينُ dediler Sonra o Mün'im-i Hakikî'nin tatlı nimetleriyle terahhum ve şefkatini göstermesine karşı; şükür ve hamd ile mukabele ettiler; dediler: سُبْحَانَكَ وَبِحَمْدِكَ «Senin hak şükrünü nasıl edâ edebiliriz? Sen öyle şükre lâyık bir meşkûrsun ki, bütün kâinata serilmiş bütün ihsanatın açık lisan-ı halleri, şükür ve senânızı okuyorlar Hem âlem çarşısında dizilmiş ve zeminin yüzüne serpilmiş bütün nimetlerin ilânâtıyla hamd ve medhinizi bildiriyorlar Hem rahmet ve ni'metin manzum meyveleri ve mevzun yemişleri, senin cûd ve keremine şehadet etmekle senin şükrünü enzar-ı mahlûkat önünde îfâ ederler»

Sonra şu kâinatın yüzlerinde değişen mevcûdât âyinelerinde Cemâl ve Celâl ve Kemâl ve Kibriyâsının izhârına karşı, اَللَّهُ اَكْبَرُ deyip tâzim içinde bir aczle rükûa gidip mahviyet içinde bir muhabbet ve hayretle secde edip mukabele ettiler Sonra o Ganiyy-i Mutlakın servetinin çokluğunu ve rahmetinin genişliğini göstermesine karşı; fakr ve hâcetlerini izhar edip, duâ edip: istemekle mukabele edip: وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ dediler

Sonra o Sâni-i Zülcelâl'în kendi san'atının lâtiflerini, hârikalarını, antikalarını, sergilerle teşhirgâh-ı enamda neşrine karşı, مَاشَاءَ اللَّهُ deyip takdir ederek: "Ne güzel yapılmış!" deyip is-

(Orjinal Sayfa: 131)

tihsan ederek, بَارَكَ اللَّهُ deyip müşâhede etmek, اَمَنَّا deyip şehadet etmek; "Geliniz, bakınız!" hayran olarak حَىَّ عَلَى الْفَلاَحْ deyip herkesi şâhid tutmakla mukabele ettiler Hem o Sultân-ı ezel ve ebed, kâinatın aktârında kendi Rubûbiyyetinin saltanatını ilânına ve vahdâniyyetinin izhârına karşı; tevhid ve tasdik edip سَمِعْنَا وَ اَطَعْنَا diyerek itaat ve inkıyad ile mukabele ettiler

Sonra o Rabb-ül âlemîn'in ulûihiyyetinin izhârına karşı; zaaf içinde aczlerini, ihtiyaç içinde fakrlerini ilândan ibâret olan ubûdiyyet ile ve ubûdiyyetin hülâsası olan «Namaz» ile mukabele ettiler Daha bunlar gibi gûna-gûn ubûdiyyet vazifeleriyle şu dâr-ı dünya denilen mescid-i kebîrinde farîze-i ömürlerini ve vazife-i hayatlarını edâ edip ahsen-i takvim Sûretini aldılar Bütün mahlûkat üstünde bir mertebeye çıktılar ki, yümn-i îman ile emn ü emânet ile mücehhez emîn bir halife-i arz oldular ve şu meydân-ı tecrübe ve şu destgâh-ı imtihandan sonra onların Rabb-i Kerîmi onları, îmanlarına mükâfat olarak saadet-i ebediyeye ve İslâmiyetlerine ücret olarak dârüsselâma dâvet ederek öyle bir ikrâm etti ve eder ki, hiç göz görmemiş ve kulak işitmemiş ve kalb-i beşere hutûr etmemiş derecede parlak bir tarzda rahmetine mazhar etti ve onlara ebediyet ve beka verdi Çünki: Ebedî ve sermedî olan bir cemâlin seyirci müştâkı ve âyinedâr âşıkı, elbette bâki kalıp ebede gidecektir İşte Kur'an şâkirdlerinin âkibetleri böyledir Cenâb-ı Hak bizleri onlardan eylesin, âmin!

Amma, füccar ve eşrar olan diğer gürûh ise: Hadd-i bülûğ ile şu âlem sarayına girdikleri vakit, bütün vahdâniyyetin delillerine karşı küfür ile mukabele edip ve bütün ni'metlere karşı küfran ile mukabele ederek ve bütün mevcûdatı kıymetsizlikle kâfirane bir ittiham ile tahkir ettiler ve bütün Esmâ-i İlâhiyyenin tecelliyatına karşı red ve inkâr ile mukabele ettiklerinden, az bir vakitte nihâyetsiz bir cinâyet işlediler; nihâyetsiz bir azâba müstehak oldular Evet, insana sermâye-i ömür ve cihâzât-ı insâniyye, mezkûr vezâif için verilmiştir


(Orjinal Sayfa: 132)

Ey sersem nefsim ve ey pürheves arkadaşım! Âyâ zannediyor musun ki, vazife-i hayatınız; yalnız terbiye-i medeniyye ile güzelce muhâfaza-i nefs etmek, ayıb olmasın, batın ve fercin hizmetine mi münhasırdır? Yâhut, zannediyor musunuz ki, hayatınızın makinesinde dercedilen şu nâzik letâif ve mâneviyyat; ve şu hassas âza ve âlât; ve şu muntâzam cevarih ve cihâzât; ve şu mütecessis havas ve hissiyatın gaye-i yegânesi; şu hayât-ı fâniyede, nefs-i rezîlenin, hevesât-ı süfliyyenin tatmini için istimaline mi münhasırdır? Hâşâ ve kellâ! Belki vücudunuzda şunların yaratılması ve fıtratınızda bunların gaye-i idhâli, iki esâstır:

Biri: Cenâb-ı Mün'im-i Hakikînin bütün ni'metlerinin herbir çeşitlerini size ihsas ettirip şükrettirmekten ibarettir Siz de hissedip, şükür ve ibâdetini etmelisiniz

İkincisi: Âleme tecelli eden Esmâ-i kudsiyye-i İlâhiyyenin bütün tecelliyatının aksâmını, birer birer, size o cihâzat vâsıtasıyla bildirip tattırmaktır Siz dahi tatmakla tanıyarak îman getirmelisiniz

İşte bu iki esâs üzerine kemâlât-ı insâniyye neşv ü nema bulur Bununla insan, insan olur

İnsâniyyetin cihâzâtı, hayvan gibi hayât-ı dünyeviyyeyi kazanmak için verilmemiş olduğuna şu temsil sırrıyla bak:

Meselâ, bir zât bir hizmetçisine yirmi altın verdi; tâ mahsus bir kumaştan kendisine bir kat libas alsın O hizmetçi gitti, o kumaşın âlâsından mükemmel bir libas aldı, giydi

Sonra gördü ki: O zât, diğer bir hizmetkârına bin altın verip, bir kâğıt içinde Bâzı şeyler yazılı olarak onun cebine koydu, ticârete gönderdi Şimdi, her aklı başında olan bilir ki; o sermâye, bir kat libas almak için değil Çünki evvelki hizmetkâr, yirmi altınla en âlâ kumaştan bir kat libas almış olduğundan, elbette bu bin altın, bir kat libasa sarfedilmez Şâyet bu ikinci hizmetkâr, cebine konulan kâğıdı okumayıp, belki evvelki hizmetçiye bakıp, bütün parayı bir dükkâncıya bir kat libas için verip, hem o kumaşın en çürüğünden ve arkadaşının libasından elli derece aşağı bir libas alsa, elbette o hâdim nihayet derecede ahmaklık etmiş olacağı için şiddetle tâzib ve hiddetle te'dib edilecektir

Ey nefsim ve ey arkadaşım! Aklınızı başınıza toplayınız Ser-


(Orjinal Sayfa: 133)

mâye-i ömür ve istidâd-ı hayâtınızı hayvan gibi, belki hayvandan çok aşağı bir derecede şu hayât-ı fâniye ve lezzet-i maddiyeye sarfetmeyiniz Yoksa; sermayece en âlâ hayvandan elli derece yüksek olduğunuz halde, en ednasından elli derece aşağı düşersiniz

Ey gafil nefsim! Senin hayatının gayesini ve hayatının mahiyetini, hem hayatının Sûretini, hem hayatının sırr-ı hakîkatını, hem hayatının kemâl-i saâdetini bir derece anlamak istersen; bak:

Senin hayatının gayelerinin icmâli dokuz emirdir

Birincisi şudur ki: Senin vücudunda konulan duygular terâzileriyle, rahmet-i İlâhiyyenin hazînelerinde iddihar edilen ni'metleri tartmaktır ve küllî şükretmektir

İkincisi: Senin fıtratında vaz'edilen cihâzâtın anahtarlarıyla Esmâ-i kudsiyye-i İlahiyyenin gizli definelerini açmaktır, Zât-ı Akdes'i o Esmâ ile tanımaktır

Üçüncüsü: Şu teşhirgâh-ı dünyada, mahlûkat nazarında, Esmâ-i İlahiyyenin sana taktıkları garib san'atlarını ve lâtif cilvelerini bilerek hayâtında teşhir ve izhâr etmektir

Dördüncüsü: Lisân-ı hâl ve kalinle Hâlikının dergâh-ı Rububiyyetine ubûdiyyetini ilân etmektir

Beşincisi: Nasıl bir asker pâdişahından aldığı türlü türlü nişanları, resmî vakitlerde takıp padişahın nazarında görünmekle onun iltifâtât-ı âsârını gösterdiği gibi, sen dahi esmâ-i İlahiyenin cilvelerinin sana verdikleri letâif-i insâniye murassaâtıyla bilerek süslenip o Şâhid-i Ezelî'nin nazar-ı şuhûd ve işhâdına görünmektir

Altıncısı: Zevilhayat olanların tezahürat-ı hayatiye denilen, Hâlıklarına tahiyyatları; ve ruhûzat-ı hayatiye denilen, Sâni'lerine tesbihatları ve semerat ve gayât-ı hayatiye denilen, Vâhib-ül Hayât'a arz-ı ubûdiyetlerini bilerek müşâhede etmek, tefekkür ile görüp şehâdetle göstermektir

Yedincisi: Senin hayatına verilen cüz'î ilim ve kudret ve irâde gibi sıfat ve hallerinden küçük nümûnelerini vâhid-i kıyâsî ittihaz ile, Hâlık-ı Zülcelâl'in sıfât-ı mutlakasını ve şuûn-u mukaddesesini o ölçüler ile bilmektir Meselâ sen cüz'î iktidarın ve cüz'î ilmin ve cüz'î irâden ile bu hâneyi muntâzam yaptığından, şu kasr-ı âle-


(Orjinal Sayfa: 134)

min senin hânenden büyüklüğü derecesinde, şu âlemin ustasını o nisbette Kadîr, Alîm, Hakîm, Müdebbir bilmek lâzımdır

Sekizincisi: Şu âlemdeki mevcûdâtın herbiri kendine mahsus bir dil ile Hâlıkının vahdâniyetine ve Sâniinin Rubûbiyetine dair mânevî sözlerini fehmetmektir

Dokuzuncusu: Acz ve za'fın, fakr ve ihtiyacın ölçüsüyle kudret-i İlâhiye ve Gınâ-yı Rabbâniyenin derecât-ı tecelliyâtını anlamaktır Nasılki açlığın dereceleri nisbetinde ve ihtiyâcın envâ'ı miktarınca, taamın lezzeti ve derecâtı ve çeşitleri anlaşılır Onun gibi sen de nihayetsiz aczin ve fakrınla, nihayetsiz kudret ve gına-yı İlâhiyenin derecâtını fehmetmelisin İşte senin hayatının gayeleri, icmâlen bunlar gibi emirlerdir

Şimdi kendi hayatının mahiyetine bak ki, o mahiyetinin icmâli şudur:

Esmâ-i İlâhiyeye ait garâibin fihristesi, hem şuûn ve sıfât-ı İlahiyenin bir mikyası hem kâinattaki âlemlerin bir mizanı hem bu âlem-i kebîrin bir listesi hem şu kâinatın bir haritası hem şu kitab-ı ekberin bir fezlekesi hem kudretin gizli definelerini açacak bir anahtar külçesi hem mevcûdâta serpilen ve evkata takılan kemâlâtının bir ahsen-i takvimidir İşte mahiyet-i hayatın bunlar gibi emirlerdir

Şimdi senin hayatının Sûreti ve tarz-ı vazifesi şudur ki:

Hayatın, bir kelime-i mektûbedir Kalem-i kudretle yazılmış hikmet-nümâ


bir sözdür Görünüp ve işitilip, Esmâ-i Hüsnâya delâlet eder İşte hayatının sûreti bu gibi emirlerdir

Şimdi hayatının sırr-ı hakîkatı şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete, âyineliktir Yâni bütün âleme tecelli eden esmânın nokta-i mihrâkıyesi hükmünde bir câmiiyetle Zât-ı Ehad-i Sâmed'e âyineliktir

Şimdi hayatının saadet içindeki Kemâli ise: Senin hayatının âyinesinde temessül eden Şems-i Ezelî'nin envârını hissedip sevmektir Zîşuur olarak Ona şevk göstermektir Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir Kalbin göz bebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir

İşte bu sırdandır ki, seni â'lâ-yı illiyyîne çıkaran bir Hadîs-i Kudsînin meâl-i şerîfi olan:مَنْ نَه كُنْجَمْ دَرْ سَموَات ُو زَمِين { اَزْ عَجَبْ كُنْجَمْ بَقَلْبِ مُؤْمِنِينdenilmiştir

(Orjinal Sayfa: 135)

İşte ey nefsim! Hayatının böyle ulvî gayâta müteveccih olduğu ve şöyle kıymetli hazîneleri câmî' olduğu halde, hiç akıl ve insâfa lâyık mıdır ki: Hiç-ender-hiç olan muvakkat huzûzât-ı nefsâniyeye, geçici lezaiz-i dünyeviyeye sarfedip zâyi' edersin! Eğer zâyi' etmemek istersen, geçen temsil ve hakikata remzeden






sûresindeki kasem ve cevâb-ı kasemi düşünüp amel et





* * *
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ وَالشَّمْسِ وَضُحَيهَا وَالْقَمَرِ اِذَا تَلَيهَا وَالنَّهَارِ اِذَا جَلَّيهَا وَ الَّيْلِ اِذَا يَغْشَيهَا وَ السَّمَآءِ وَمَا بَنَيهَا وَ اْلاَرْضِ وَمَا طَحَيهَا وَ نَفْسٍ وَمَا سَوَّيهَا فَاَلْهَمَهَافُجُورَهَا وَتَقْوَيهَا قَدْاَفْلَحَمَنْزَكَّيهَ وَقَدْخَابَمَنْدَسَّيهَا اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى شَمْسِ سَمَآءِ الرِّسَالَةِ وَ قَمَرِ بُرْجِ النُّبُوَّةِ وَ عَلَى اَلِهِ وَ اَصْحَابِهِ نُجُومِ الْهِدَايَةِ وَ ارْحَمْنَا وَ ارْحَمِ الْمُؤْمِنِينَ وَ الْمُؤْمِنَاتِ اَمِينَ اَمِينَ اَمِينَ

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı

Eski 03-29-2009   #14
meLankoLik_asaLet
Varsayılan

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı



Onikinci Söz sözler 12 söz



وَمَنْ يُؤْتَ اْلحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا

[Kur'an-ı Hakîm'in hikmet-i kudsiyesi ile felsefe hikmetinin icmâlen müvazenesi Hem hikmet-i Kur'aniyenin insanın hayat-ı şahsiyesine ve hayat-ı içtimâiyesine verdiği ders-i terbiyenin gâyet kısa bir fezlekesi Hem Kur'anın sâir Kelimât-ı İlahiyeye ve bütün kelâmlara cihet-i rüchaniyetine bir işarettir İşte bu sözde "Dört Esâs" vardır]

BİRİNCİ ESAS: Hikmet-i Kur'aniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dürbünüyle bak:

Bir zaman, hem dindar, hem gâyet san'atkâr bir Hâkim-i Namdar istedi ki: Kur'an-ı Hakîm'i, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimâtındaki i’câza şâyeste bir yazı ile yazsın O mu'ciz-nümâ kamete, hârika bir libas giydirilsin İşte o Nakkaş Zât, Kur'anı pek acib bir tarzda yazdı Bütün kıymettar cevherleri, yazısında istimal etti Hakaikının tenevvüüne işaret için Bâzı mücessem hurufâtını elmas ve zümrüt ile: ve bir kısmını lü'lü ve akik ile ve bir taifesini pırlanta ve mercanla: ve bir nev'ini altun ve gümüş ile yazdı Hem öyle bir tarzda süslendirip münakkaş etti ki, okumayı bilen ve bilmeyen herkes temaşasından hayran olup istihsan ederdi Bâhusus ehl-i hakikatın nazarına o sûrî güzellik, mânâsındaki gâyet parlak güzelliğin ve gâyet şirin tezyinatın îşâratı olduğundan, pek kıymettar bir antika olmuştur


(Orjinal Sayfa: 137)

Sonra o Hâkim, şu Mûsannâ ve murassa Kur'anı, bir ecnebi feylesofa ve bir müslüman âlime gösterdi Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki: "Herbiriniz, bunun hikmetine dair bir eser yazınız" Evvelâ o feylesof, sonra o âlim, Ona dair birer kitab te'lif ettiler Fakat feylesofun

kitabı, yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve târifatından bahseder Mânâsına hiç ilişmez Çünki o ecnebî adam, arabî hattı okumayı hiç bilmez Hattâ o müzeyyen Kur'anı, bilmiyor ki bir kitabdır ve mânâyı ifade eden yazıdır Belki Ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor Lâkin çendan arabî bilmiyor fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mâhir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir İşte o adam, bu san'atlara göre eserini yazdı

Amma müslüman âlim ise, Ona baktığı vakit anladı ki: «O, Kitab-ı Mübin'dir, Kur'an-ı Hakîm'dir» İşte bu hakperest zât, ne tezyinat-ı zâhiriyesine ehemmiyet verdi ve ne de hurûfun nukuşuyla iştigal etti Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği mes'elelerinden daha âlî, daha galî, daha lâtif, daha şerif, daha nâfi, daha câmi Çünki, Nukuşun perdesi altında olan hakaik-i kudsiyesinden ve envar-ı esrârından bahsederek gâyet güzel bir tefsir-i şerif yazdı Sonra ikisi, eserlerini götürüp o Hâkim-i Zîşan'a takdim ettiler O Hâkim, evvelâ feylesofun eserini aldı Baktı gördü ki: O hodpesend ve tabiatperest adam çok çalışmış, fakat hiç hakikî hikmetini yazmamış Hiçbir mânâsını anlamamış, belki karıştırmış Ona karşı hürmetsizlik, belki edebsizlik etmiş Çünki: O menba-ı hakaik olan Kur'anı, mânâsız nukuş zannederek, mânâ cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan, o Hâkim-i Hakîm dahi onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı

Sonra öteki hakperest, müdakkik âlimin eserine baktı gördü ki: Gâyet güzel ve nâfi' bir tefsir ve gâyet hakîmane, mürşidane bir te'liftir "Âferin, bârekâllah" dedi İşte hikmet budur ve âlim ve hakîm, bunun sahibine derler Öteki adam ise, haddinden tecavüz etmiş bir san'atkârdır Sonra onun eserine bir mükâfat olarak; herbir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden "On altun verilsin" irade etti

Eğer temsili fehmettin ise bak, hakikatın yüzünü de gör:


(Orjinal Sayfa: 138)

Amma o müzeyyen Kur'an ise, şu Mûsannâ kâinattır O hâkim ise, Hakîm-i Ezelî'dir Ve o iki adam ise, birisi yâni ecnebisi; ilm-i felsefe ve hükemâsıdır Diğeri, Kur'an ve şâkirdleridir Evet Kur'an-ı Hakîm, şu Kur'an-ı Azîm-i Kâinatın en âlî bir müfessiridir ve en belîğ bir tercümânıdır Evet o Furkan'dır ki: Şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyyeyi cin ve inse ders verir Hem herbiri birer harf-i mânidar olan mevcûdata «Mânâ-yı Harfî» nazarıyla, yâni onlara Sâni hesabına bakar, «Ne kadar güzel yapılmış, ne kadar güzel bir Sûrette Sâniinin cemâline delâlet ediyor» der Ve bununla kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor Amma ilm-i hikmet

dedikleri felsefe ise; hurûf-u mevcûdâtın tezyînâtında ve münâsebâtında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatın yolunu şaşırmış Şu kitab-ı kebîrin hurûfâtına «Mânâ-yı Harfî» ile, yâni Allah hesabına bakmak lâzım gelirken; öyle etmeyip «Mânâ-yı İsmî» ile, yâni mevcûdâta mevcûdât hesabına bakar, öyle bahseder "Ne güzel yapılmış"a bedel, "Ne güzeldir" der, çirkinleştirir Bununla kâinatı tahkir edip, kendisine müştekî eder Evet dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir

İKİNCİ ESAS: Kur'an-ı Hakîm'in hikmeti, hayat-ı şahsiyeye verdiği terbiye-i ahlâkıyye ve hikmet-i felsefenin verdiği dersin müvâzenesi:

Felsefenin hâlis bir tilmizi, bir firâvundur Fakat menfâati için en hasis şeye ibâdet eden bir firâvun-u zelildir Her menfaatli şey'i kendine «Rab» tanır Hem o dinsiz şâkird, mütemerrid ve muanniddir Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabûl eden miskin bir mütemerriddir Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-ı hasîse için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir Hem o dinsiz şâkird, cebbar bir mağrurdur Fakat kalbinde nokta-i istinad bulmadığı için zâtında gâyet acz ile âciz bir cebbar-ı hodfüruştur Hem o şâkird, menfaatperest hodendiştir ki: Gaye-i himmeti, nefs ve batnın ve fercin hevesâtını tatmin ve menfaat-ı şahsiyesini, Bâzı menfaat-ı kavmîyye içinde arayan dessâs bir hodgâmdır

Amma hikmet-i Kur'anın hâlis tilmizi ise; bir abd'dir Fakat âzâm-ı mahlûkata da ibâdete tenezzül etmez Hem cennet gibi âzâm-ı menfaat olan bir şey'i, gaye-i ibâdet kabûl etmez bir abd-i azizdir Hem hakikî tilmizi mütevâzidir; selim, halimdir Fakat Fâtırının gayrı-

(Orjinal Sayfa: 139)

na, daire-i izni haricinde ihtiyârıyla tezellüle tenezzül etmez Hem fakir ve zaîftir, fakr ve za'fını bilir Fakat onun Mâlik-i Kerim'i, ona iddihar ettiği uhrevî servet ile müstağnîdir ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir Hem, yalnız livechillah, rızâ-i İlahî için, fazilet için amel eder, çalışır İşte iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin müvâzenesiyle anlaşılır

ÜÇÜNCÜ ESAS: Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur'aniyenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye verdiği terbiyeler:

Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinâdı, «Kuvvet» kabûl eder Hedefi, «menfaat» bilir Düstur-u hayatı, «Cidal» tanır Cemâatlerin râbıtâsını, «Unsuriyet, menfî milliyeti» tutar Semerâtı ise, «Hevesât-ı nefsaniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyid»dir Halbuki: kuvvetin şe'ni, «Tecavüzdür» Menfaatın şe'ni, her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde «Boğuşmaktır» Düstur-u cidâlin şe'ni, «çarpışmaktır» Unsuriyetin şe'ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, «Tecavüzdür» İşte bu hikmettendir ki: Beşerin saadeti selb olmuştur

Amma hikmet-i Kur'aniye ise, nokta-i istinâdı, kuvvete bedel «Hakk»ı kabûl eder

Gayede menfaate bedel, «Fazilet ve Rızâ-yı İlahî"yi kabûl eder Hayatta düstur-u cidal yerine

«Düstur-u teâvün»ü esâs tutar Cemâatlerin rabıtalarında; unsuriyyet, milliyet yerine «Rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî» kabûl eder Gayâtı; hevesât-ı nefsâniyyenin tecavüzâtına sed çekip, ruhu maaliyâta teşvik ve hissiyyât-ı ulviyyesini tatmin eder ve insanı kemâlât-ı insâniyyeye sevk edip insan eder Hakkın şe'ni, «İttifaktır» Fazîletin şe'ni, «Tesânüddür» Düstur-u teavünün şe'ni, «Birbirinin imdadına yetişmektir» Dinin şe'ni, «Uhuvvettir» «İncizabdır» Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu Kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe'ni, «Saadet-i Dareyndir»

DÖRDÜNCÜ ESAS: Kur'anın, bütün kelimât-ı İlahiye içinde cihet-i ulviyyetini ve bütün kelâmlar üstünde cihet-i tefevvukunu anlamak istersen şu iki temsile bak:

Birincisi: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, iki tarzda hitâbı vardır Birisi; âdi bir raiyet ile cüz'î bir iş için, hususî bir hâcete dâir, has bir telefonla konuşmaktır Diğeri; saltanat-ı uzmâ ünvânıyla ve hilâfet-i kübrâ namıyla ve hâkimiyet-i âmme haysiyetiyle evâmirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla bir elçisiyle veya


(Orjinal Sayfa: 140)

büyük bir memuruyla konuşmaktır ve haşmetini izhar eden ulvî bir fermanla mükâlemedir

İkinci Temsil: Bir adam, elinde bir âyineyi güneşe karşı tutar O âyine miktarınca bir ışık ve yedi rengi câmi' bir ziya alır O nisbetle Güneşle münasebettâr olur, sohbet eder ve o ışıklı âyineyi, karanlıklı hânesine veya dam altındaki bağına tevcih etse; güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o âyinenin kabiliyeti miktarınca istifade edebilir Diğeri ise, hânesinden veya bağının damından geniş pencereler açar Gökteki güneşe karşı yollar yapar Hakikî güneşin daimî ziyasıyla sohbet eder, konuşur ve lisan-ı hal ile böyle minnettarane bir sohbet eder Der: «Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve bütün çiçeklerin yüzünü güldüren dünya güzeli ve gök nazdârı olan nâzenin güneş! Onlar gibi benim hâneciğimi ve bahçeciğimi ısındırdın, ışıklandırdın» Halbuki; âyine sahibi böyle diyemez O kayıd altındaki güneşin aksi ise, âsârı mahduddur O kayda göredir İşte bu iki temsilin dürbünüyle Kur'ana bak Tâ ki: İ'cazını göresin ve kudsiyetini anlayasın

Evet Kur'an der ki: «Eğer yerdeki ağaçlar kalem olup, denizler mürekkeb olsa, Cenâb-ı Hakk'ın kelimâtını yazsalar, bitiremezler» Şimdi şu nihayetsiz kelimât içinde en büyük makam, Kur'ana verilmesinin sebebi şudur ki: Kur'an, İsm-i A'zamdan ve her ismin âzamlık mertebesinden gelmiş Hem bütün âlemlerin Rabbi itibariyle Allah'ın kelâmıdır Hem bütün mevcûdâtın ilâhı ünvanıyla Allah'ın fermânıdır Hem Semâvat ve Arz'ın Hâlıkı haysiyetiyle bir hitabdır Hem Rububiyyet-i Mutlaka cihetinde bir mükâlemedir Hem Saltanat-ı Amme-i Sübhaniye hesabına bir «Hutbe-i Ezeliyedir» Hem rahmet-i vâsia-i muhita noktasında, bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyyedir Hem ulûhiyetin âzamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bâzan şifre bulunan bir muhâbere mecmuasıdır Hem İsm-i A'zamın muhitinden nüzul ile Arş-ı A'zamın bütün muhatına bakan, teftiş eden hikmetfeşan bir «Kitab-ı Mukaddestir» İşte bu sırdandır ki, Kelâmullah ünvânı kemâl-i liyâkatla Kur'ana verilmiş

Amma sâir Kelimât-ı İlahiye ise: Bir kısmı, has bir îtibar ile ve cüz'î bir ünvan ve hususî bir ismin cüz'î tecellisi ile; ve has bir Rububiyyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususî bir rahmet ile zâhir olan kelâmdır Husûsiyyet ve külliyet cihetinde dereceleri muhteliftir Ekser ilhamât bu kısımdandır Fakat derecatı çok


(Orjinal Sayfa: 141)

mütefâvittir Meselâ, en cüz'îsi ve basiti, hayvânatın ilhâmatıdır Sonra, avâm-ı nâsın ilhâmâtıdır Sonra, avâm-ı melâikenin ilhâmâtıdır Sonra, evliya ilhâmâtıdır Sonra, melâike-i îzam ilhâmâtıdır İşte şu sırdandır ki: Kalbin telefonuyla vasıtasız münacât eden bir velî der: حَدَّثَنىِقَلْبىِعَنْرَبِّى Yâni: «Kalbim benim Rabbimden haber veriyor» Demiyor: «Rabb-ül Âlemîn'den haber veriyor» Hem der: «Kalbim, Rabbimin âyinesidir, arşıdır» Demiyor: «Rabb-ül Âlemîn'in arşıdır» Çünki: kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicabların nisbet-i ref'i derecesinde mazhar-ı hitab olabilir İşte bir padişahın saltanat-ı uzmâsı haysiyetiyle çıkan fermânı, âdi bir adamla cüz'î bir mükâlemesinden ne kadar yüksek ve âlî ise; ve gökteki güneşin feyzinden istifâde, âyinedeki aksinin cilvesinden istifâdeden ne derece çok ve fâik ise; Kur'an-ı Azîmüşşan dahi, o nisbette bütün kelâmların ve hep kitabların fevkindedir

Kur'andan sonra ikinci derecede Kütüb-ü Mukaddese ve Suhuf-u Semâviyyenin dereceleri nisbetinde tefevvukları vardır O sırr-ı tefevvuktan hissedârdırlar Eğer bütün cin ve insanın Kur'andan tereşşuh etmeyen bütün güzel sözleri toplansa; yine Kur'anın mertebe-i kudsiyesine yetişip tanzir edemez Eğer Kur'anın İsm-i A'zamdan ve her ismin âzamlık mertebesinden geldiğini bir parça fehmetmek istersen: Âyet-ül Kürsî ve âyet-i وَعِنْدَهُمَفَاتِحُالْغَيْبِ

ve âyet-i قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ اْلمُلْكِ

ve âyet-i يُغْشِى اللَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِهِve âyet-i يَآ اَرْضُ ابْلَعِى مَاءَ كِ وَيَا سَمَاءُ اَقْلِعِى

ve âyet-i تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ

ve âyet-i مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ


(Orjinal Sayfa: 142)

ve âyet-i اِنَّا عَرَضْنَا اْلاَمَانَةَ عَلَى السَموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاْلجِبَالِ

ve âyet-i يَوْمَ نَطْوِى السَّمَآءَ كَطَىِّ السِّجِلِّلِلْكُتُبِ

ve âyet-i وَمَا قَدَرُوا اللَّهَ حَقَّ قَدْرِهِ وَاْلاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِve âyet-i لَوْ اَنْزَلْنَا هذَا الْقُرْاَنَ عَلَى جَبَلٍ لَرَاَيْتَهُ

gibi âyetlerin küllî, umumî, ulvî ifadelerine bak

Hem başlarında اَلْحَمْدُ لِلَّهِ veyahut سَبَّحَُ bulunan sûrelerin başlarına dikkat et Tâ, bu sırr-ı azîmin şuâını göresin Hem آلم lerin ve آلر larınve حم lerin fatihalarına bak; Kur'anın, Cenâb-ı Hakk'ın yanında ehemmiyetini bilesin

Eğer şu «Dördüncü Esâs»ın kıymettar sırrını fehmettin ise; Enbiyaya gelen vahyin ekseri melek vasıtasıyla olduğunu ve ilhâmın ekseri vasıtasız olduğunu anlarsın Hem en büyük bir veli, hiç bir nebînin derecesine yetiâmediğinin sırrını anlarsın Hem Kur'anın âzametini ve izzet-i kudsiyetini ve ulviyet-i i'câzının sırrını anlarsın Hem Mi'racın sırr-ı lüzûmunu, yâni tâ Semâvâta, tâ Sidret-ül Müntehâ'ya, tâ Kab-ı Kavseyn'e gidip, اَقْرَبُاِلَيْهِمِنْحَبْلِالْوَرِيدِ olan Zât-ı Zülcelâl ile münacât edip, tarfet-ül ayn'da yerine gelmek sırrını anlarsın Evet şakk-ı kamer, nasılki bir mu'cize-i risâletidir; nübüvvetini cin ve inse gösterdi Öyle de: Mi'rac dahi, bir mu'cize-i ubûdiyyetidir: Habibiyyetini, ervah ve melâikeye gösterdi
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı

Eski 03-29-2009   #15
meLankoLik_asaLet
Varsayılan

Cevap : Risale-i Nur Külliyatı



Onüçüncü Söz sözler 13 söz




وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ { وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِى لَهُ



Kur'an-ı Hakîm ile felsefe ulûmunun mahsûl-ü hikmetlerini, ders-i ibretlerini, derece-i ilimlerini müvazene etmek istersen; şu gelecek sözlere dikkat et!

İşte Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân'ın bütün kâinattaki âdiyat nâmıyla yâdolunan, hârikulâde ve birer mu'cize-i kudret olan mevcûdât üstündeki âdet ve ülfet perdesini keskin Beyânâtıyla yırtıp, o hakaik-i acîbeyi zîşuura açıp, nazar-ı ibretlerini celbedip, ukûle tükenmez bir hazine-i ulûm açar

Felsefe hikmeti ise, bütün hârikulâde olan mu'cizât-ı kudreti, âdet perdesi içinde saklayıp, câhilâne ve lâkaydâne üstünde geçer Yalnız hârikulâdelikten düşen ve intizâm-ı hilkatten hurûc eden ve kemâl-i fıtrattan sukut eden nâdir ferdleri nazar-ı dikkate arzeder, onları birer ibretli hikmet diye zîşuura takdim eder Meselâ: En câmi' bir mu'cize-i kudret olan insanın hilkatini âdi deyip lâyakdlıkla bakar Fakat insanın kemâl-i hilkatinden hurûc etmiş, üç ayaklı yahut iki başlı bir insanı bir velvele-i istiğrabla nazar-ı ibrete teşhir eder Meselâ: En lâtif ve umumî bir mu'cize-i rahmet olan bütün yavruların hazine-i gaybdan muntâzam iâşelerini âdi görüp, küfran


(Orjinal Sayfa:144)

perdesini üstüne çeker Fakat intizâmdan şüzuz etmiş, kabilesinden cüda olmuş, yalnız olarak gurbete düşmüş, denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla iaşesini görür, ondan tecelli eden lütuf ve keremle hâzır balıkçıları ağlatmak ister (Hâşiye) İşte Kur'an-ı Kerim'in ilim ve hikmet ve mârifet-i İlâhiyye cihetiyle servet ve gınâsı; ve felsefenin ilim ve ibret ve mârifet-i Sâni' cihetindeki fakr ve iflâsını gör, ibret al!

İşte bu sırdandır ki: Kur'an-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatları câmi' olduğundan, şiirin hayâlâtından müstağnidir Evet Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân'ın i’câz derecesindeki Kemâl-i nizâm ve intizâmı ve kitab-ı kâinattaki intizâmât-ı san'atı, muntâzam üslûblarıyla tefsir ettikleri halde; manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki: Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip tâ ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mâbeynlerinde mevcûd münâsebet-i mâneviyeye rabıta olmak için, o dâire-i muhita içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etsin Güya serbest herbir âyetin, ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var Kur'an içinde binler Kur'an bulunur ki, herbir meşreb sahibine birisini verir Nasılki Yirmibeşinci Söz'de Beyân edildiği gibi; Sûre-i İhlâs içinde otuzaltı Sûre-i İhlâs mikdarınca herbiri zil-ecniha olan altı cümlenin terkibatından müteşekkil bir hazine-i ilm-i tevhid bulunur ve tâzammun ediyor Evet nasılki semâda olan intizâmsız yıldızların sûreten adem-i intizâmı cihetiyle herbir yıldız, kayıd altına girmeyip herbirisi ekser yıldızlara bir nevi merkez olarak daire-i muhîtasındaki -birer birer- herbir yıldıza mevcûdat beynindeki nisbet-i hafiyyeye işaret olarak birer hatt-ı münasebet uzatıyor Güya herbir tek yıldız, necm-i âyet gibi umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır İşte intizâmsızlık içinde kemâl-i intizâmı gör, ibret al! وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِى لَهُ nün bir sırrını bil! Hem âyet-i وَمَايَنْبَغِىلَهُ sırrını da bununla anla ki: Şiirin şe'ni; küçük ve sönük hakikatları, büyük ve parlak hayallerle süslendirip beğendirmek ister Halbuki Kur'anın hakikatları; o kadar büyük, âlî, par-

_______________________________________

(Haşiye): Amerika'da aynen bu vâkıa olmuştur





(Orjinal Sayfa:145)

lak ve revnakdardır ki, en büyük ve parlak hayal, o hakikatlara nisbet edilse; gâyet küçük ve sönük kalır Meselâ: يَوْمَ نَطْوِى السَّمَاءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ { يُغْشِى اللَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا

اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَاهُمْ جَمِيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ gibi hadsiz hakikatları buna şahiddir Kur'anın herbir âyeti, birer necm-i sâkıb gibi, i’câz ve hidâyet nurunu neşr ile küfrün zulümâtını nasıl dağıttığını görmek, zevketmek istersen; kendini o asr-ı câhiliyette ve o sahrâ-yı bedeviyette farzet ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında perde-i cümûd ve tabiata sarılmış olduğu bir anda, birden Kur'anın lisan-ı ulviyesinden يُسَبِحُِللّهِمَافِىالسَّموَاتِوَمَافِىاْلاَرْضِاْ لمَلِكِالْقُدُّوسِالْعَزِيزِاْلحَكِيمِ gibi âyetleri işit, bak O ölmüş veya yatmış mevcûdât-ı âlem يُسَبِحُsadasıyla işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar Hem o karanlık gökyüzünde birer câmid ateşpâre olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlûkât, تُسَبِّحُلَهُالسَّموَاتُالسَّبْعُوَاْلاَرْضُ sayhasıyla işitenlerin nazarında; gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmet-nümâ, birer nur-u hakikat-edâ; ve arz bir kafa; berr ve bahr birer lisan; ve bütün hayvanat ve nebâtat birer kelime-i tesbih-feşan Sûretinde arz-ı dîdar eder Yoksa bu zamandan tâ o zamânâ bakmakla, mezkûr zevkin dekaikını göremezsin Evet o zamandan beri nurunu neşreden ve mürur-u zaman ile ulûm-u müteârife hükmüne geçen ve sâir neyyirat-ı İslâmiye ile parlayan ve Kur'anın güneşiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile yahut sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan, elbette herbir âyetin ne kadar tatlı bir zemzeme-i i'câz içinde ne çeşit zulümatı dağıttığını hakkıyla göremezsin ve bir çok enva'-ı i'câzı içinde bu nev-i i'câzını zevk edemezsin Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân'ın en yüksek bir derece-i i'câzına bakmak istersen, şu temsili dinle, bak Şöyle ki:

(Orjinal Sayfa:146)

Gâyet yüksek ve garib ve gayetle yayılmış acib bir ağaç farzedelim ki; o ağaç bir perde-i gayb altında, bir tabaka-i mestûriyet içinde saklanmış Mâlûmdur ki: Bir ağacın, insanın a'zaları gibi; onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenâsüb, bir müvâzenet lâzımdır Herbir cüz'ü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır, bir Sûret verilir İşte, hiç görünmeyen (ve hâlen görünmüyor) o ağaca dair biri çıksa, bir perde üstünde onun herbir a'zâsına mukabil birer resim çekse, birer hudud çizse, dalından meyveye, meyveden yaprağa, bir tenâsüble bir Sûret tersim etse ve birbirinden nihayetsiz uzak mebde ve müntehasının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve Sûretini gösterecek muvafık tersîmatla doldursa; elbette şübhe kalmaz ki, o ressam o gaybî ağacı gayb-âşina nazarıyla görür, ihâta eder, sonra tasvir eder

Aynen onun gibi, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân'ın dahi, hakikat-ı mümkinata dair (ki o hakikat; dünyanın ibtidasından tut, tâ âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve ferşten arşa ve zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatin hakikatına dair) Beyânât-ı Furkaniyesi, o kadar tenâsübü muhafaza etmiş ve herbir uzva ve meyveye lâyık birer Sûret vermiştir ki; bütün muhakkikler, nihayet-i tahkikinde, Kur'anın tasvirine «Mâşâallah, Bârekâllah» deyip, «Tılsım-ı kâinatı ve muammayı hilkatı keşf ve fetheden yalnız sensin ey Kur'an-ı Hakîm!» demişler



Hudud-u icraatı, يَحُولُ بَيْنَ اْلمَرْءِ وَقَلْبِهِ { فَالِقُ اْلحَبِّ وَالنَّوَى { هُوَ الَّذِى يُصَوِّرُكُمْ فِى اْلاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَاءُ hududundan tut tâ وَالسَّموَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ { خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ { وَ سَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ hududuna kadar uzanmış o hakikat-ı nurani-

(Orjinal Sayfa:147)

yeyi; bütün dal ve budaklarıyla, gayât ve meyveleriyle o kadar tenâsüble ve birbirine uygun, birbirine lâyık, birbirini kırmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden tevahhuş etmeyecek bir Sûrette o hakaik-i esmâ ve sıfâtı ve şuun ve ef'âli Beyân etmiştir ki, bütün ehl-i keşf ve hakikat ve daire-i melekûtta cevelan eden bütün ashâb-ı irfan ve hikmet, o Beyânât-ı Furkaniyeye karşı «Sübhânallah» deyip, «Ne kadar doğru, ne kadar mutabık, ne kadar güzel, ne kadar lâyık» diyerek tasdik ediyorlar

Meselâ: Bütün daire-i imkân ve daire-i vücuba bakan, hem o iki şecere-i azîmenin bir tek dalı hükmünde olan îmanın erkân-ı sittesi ve o erkânın bütün dal ve budakları, tâ en ince meyve ve çiçekler aralarında o kadar bir tenâsüb gözetilerek tasvir eder ve o derece bir müvazenet Sûretinde târif eder ve o mertebe bir tenâsüb tarzında izhar eder ki, akl-ı beşer idrâkinden âciz ve hüsnüne hayran kalır Ve o îmân dalının bir budağı hükmünde olan İslâmiyet'in erkân-ı hamsesi aralarında ve o erkânın tâ en ince teferruatı ve en küçük âdâbı ve en uzak gâyâtı ve en derin hikemîyâtı ve en cüz'î semeratına varıncaya kadar aralarında hüsn-ü tenâsüb ve Kemâl-i münasebet ve tam bir müvazenet muhafaza edildiğine delil: O Kur'an-ı câmiin nusus ve vücuhundan ve îşârat ve rumuzundan çıkan Şeriat-ı Kübrâ-yı İslâmiyenin kemâl-i intizâmı ve müvazeneti ve hüsn-ü tenâsübü ve resaneti; cerhedilmez bir şahîd-i âdil, şübhe getirmez bir bürhân-ı katı'dır Demek oluyor ki; Beyânât-ı Kur'aniye, beşerin ilm-i cüz'îsine, bâhusus bir ümmînin ilmine müstenid olamaz Belki bir ilm-i muhita istinad ediyor ve cemi' eşyayı birden görebilir, ezel ebed ortasında bütün hakaikı bir anda müşahede eder bir Zâtın kelâmıdır َاْلحَمْدُ ِللّهِ الَّذِى اَنْزَلَ عَلَى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِوَجًا bu hakikata işaret eder






* * *



Onüçüncü Sözün İkinci Makamı





(Câzibedâr bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen Bâzı gençlerle bir muhaveredir)

Bir kısım gençler tarafından şimdiki aldatıcı ve câzibedâr lehviyat ve hevesâtın hücumları karşısında «Âhiretimizi ne Sûretle kurtaracağız» diye, Risale-i Nur'dan meded istediler Ben de Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsi nâmına onlara dedim ki: Kabir var, hiç kimse inkâr edemez Herkes ister istemez oraya girecek Ve oraya girmek için de üç tarzda «Üç Yol»dan başka yol yok

Birinci yol: O kabir, ehl-i îmân için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır

İkinci yol: Âhireti tasdik eden, fakat sefahet ve dalâlette gidenlere, bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrid içinde bir haps-i münferid, yalnız başına bir hapis kapısıdır Öyle gördüğü ve îtikad ettiği ve inandığı gibi hareket etmediği için öyle muamele görecek

Üçüncü yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için bir idam-ı ebedî kapısı Yâni: Hem kendisini, hem bütün sevdiklerini îdam edecek bir darağacıdır Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek Bu iki şık bedihîdir, delil istemiyor, göz ile görünür Mâdem ecel gizlidir; her vakit ölüm, başını kesmek için gelebiliyor ve genç ihtiyar farkı yoktur Elbette daima gözü önünde öyle büyük


(Orjinal Sayfa:149)

dehşetli bir mes'ele karşısında bîçare insan; o îdam-ı ebedî, o dipsiz, nihayetsiz haps-i münferidden kurtulmak çaresini aramak ve kabir kapısını bir âlem-i bâkîye, bir saadet-i ebediyyeye ve âlem-i nura açılan bir kapıya kendi hakkında çevirmek hâdisesi; o insanın dünya kadar büyük bir mes'elesidir

Bu kat'î hakikat, bu üç yol ile bulunduğunda ve bu üç yolun da mezkûr üç hakikat ile olacağını ihbar eden yüzyirmidört bin muhbir-i sâdık, ellerinde nişâne-i tasdik olan mu'cizeler bulunan enbiyalar ve o enbiyaların haber verdikleri aynı haberleri, keşf ve zevk ve şuhud ile tasdik eden ve imza basan yüzyirmidört milyon evliyanın aynı hakikate şehadetleri ve hadd ü hesaba gelmeyen muhakkiklerin, kat'î delilleriyle -o enbiya ve evliyanın verdikleri aynı haberleri- aklen ilmelyakîn derecesinde(*) isbat ettikleri ve yüzde doksandokuz ihtimal-i kat'î ile «İdam ve zindan-ı ebedîden kurtulmak ve o yolu saadet-i ebediyeye çevirmek, yalnız îmân ve itaat iledir» diye ittifakan haber veriyorlar

Acaba yüzde bir ihtimal-i helâket bulunan bir tehlike yolunda gitmemek için, bir tek muhbirin sözü nazara alınsa ve onun sözünü dinlemeyip o yolda giden adamın, endişe-i helâketten gelen elem-i mânevî, onun yemek iştihasını kaçırdığı halde; böyle yüzbinler sadık ve Mûsaddak muhbirlerin yüzde yüz ihtimal ile, dalâlet ve sefahet göz önündeki kabir darağacına ve ebedî haps-i münferidine kat'î sebeb olduğunu ve îman, ubûdiyyet; yüzde yüz ihtimal ile o darağacını kaldırıp, o haps-i münferidi kapatıp, şu göz önündeki kabri, bir hazine-i ebediyeye, bir saray-ı saadete açılan bir kapıya çeviriyor diye ihbar eden ve emârelerini ve âsârlarını gösterdikleri halde, bu acîb ve garib ve dehşetli ve âzametli mes'ele karşısında bulunan bîçare insan ve bâhusus müslüman: Eğer îmân ve ubûdiyyeti olmazsa, bütün dünya saltanatı ve lezzeti bir tek insana verilse; acaba o göz önündeki, her vakit oraya çağrılmasına nöbetini bekleyen bir insana verdiği o endişeden gelen elîm elemi kaldırabilir mi? Sizden soruyorum

Mâdem ihtiyarlık, hastalık, musibet ve her tarafta vefiyâtlar o dehşetli elemi deşiyorlar ve ihtar ediyorlar Elbette o ehl-i dalâlet ve sefahet yüzbin lezzeti ve zevki alsa da, yine o mânevî bir cehennem kalbinde yaşar ve yakar Fakat pek kalın gaflet sersemliği muvakkaten hissettirmez

____________________________

(*) Onlardan birisi Risale-i Nur'dur Meydandadır


(Orjinal Sayfa:150)

Mâdem ehl-i îmân ve taat, göz önünde gördüğü kabri bir hazine-i ebediyeye, bir saadet-i lâyezâlîye kendisi hakkında bir kapı olduğunu ve o ezelî mukadderat piyangosundan milyarlar altun ve elmasları kazandıracak bir bilet dahi îmân vesikasıyla ona çıkmış Her vakit «Gel biletini al!» diye beklemesinden derin, esâslı, hakikî lezzet ve zevk-i mânevî öyle bir lezzettir ki: Eğer tecessüm etse ve o çekirdek bir ağaç olsa, o adama hususî bir cennet hükmüne geçtiği halde; o zevk ve lezzet-i azîmeyi terkedip, gençlik sâikasıyla, o hadsiz elemler ile âlûde zehirli bir bala benzeyen sefihane ve heveskârane muvakkat bir lezzet-i gayr-ı meşruayı ihtiyar eden, hayvandan yüz derece aşağı düşer Ecnebi dinsizleri gibi de olamaz Çünki onlar, peygamberi inkâr etseler, diğerlerini tanıyabilirler Peygamberleri bilmeseler de Allah'ı tanıyabilirler Allah'ı bilmeseler de kemâlâta medâr olacak Bâzı güzel hasletler bulunabilir Fakat bir müslüman; hem enbiyayı, hem Rabbini, hem bütün Kemâlâtı Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm vasıtasıyla biliyor Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan daha hiçbir peygamberi (AS) tanımaz ve Allah'ı da tanımaz Ve ruhunda Kemâlâtı muhafaza edecek hiçbir esâsâtı bilemez Çünki peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve dâveti, umum nev'-i beşere baktığı için ve mu'cizâtça ve dince umuma faik ve bütün nev'-i beşere bütün hakaikte üstadlık edip, ondört asırda parlak bir Sûrette isbat eden ve nev'-i beşerin medâr-ı iftiharı bir zâtın terbiye-i esâsiyelerini ve usûl-ü dînini terkeden, elbette hiçbir cihette bir nur, bir Kemâl bulamaz Sukut-u mutlaka mahkûmdur

İşte ey hayat-ı dünyeviyyenin zevkine mübtelâ ve endişe-i istikbal ile istikbalini ve hayatını temin için çabalayan bîçareler! Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz; meşrû dairedeki keyfe iktifa ediniz O, keyfinize kâfidir Haricinde ve gayr-ı meşrû dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduğunu sâbık Beyânâtta elbette anladınız Eğer mâzi, yâni geçmiş zamanın hâdisatını, sinema ile halihâzırda gösterdikleri gibi; istikbaldeki ahvâl dahi, meselâ elli sene sonraki halleri bir sinema ile gösterilse idi, ehl-i sefahet şimdiki güldüklerine yüzbinlerce nefrin ve nefret edip ağlayacaktılar Dünya ve âhirette ebedî ve daimî süruru isteyen, îmân dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (ASM) kendine rehber etmek gerektir

* * *


(Orjinal Sayfa:151)

BİRKAÇ BİÇARE GENÇLERE VERİLEN BİR TENBİH, BİR DERS, BİR İHTARDIR

Bir gün yanıma parlak birkaç genç geldiler Hayat ve gençlik ve hevesât cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için tesirli bir ihtar almak isteyen bu gençlere, ben de eskiden Risale-i Nur'dan meded isteyen gençlere dediğim gibi dedim ki: Sizdeki gençlik kat'iyyen gidecek Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız, o gençlik zayi' olup başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette kendi lezzetinden çok ziyade belalar ve elemler getirecek Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarfetseniz, o gençlik mânen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebeb olacak

Hayat ise, eğer îmân olmazsa veyahut isyan ile o îmân tesir etmezse; hayat, zâhirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir Çünki insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak hâzır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir Hayvan ise, fikri olmadığı için, hâzır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor İnsan ise, eğer dalâlet ve gaflete düşmüş ise, hâzır lezzetine geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz'î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor Hususan gayr-ı meşru ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir Demek hayvandan yüz derece, lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer Belki ehl-i dalâletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı; bulunduğu gündür Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalâleti noktasında madumdur, ölmüştür Akıl alâkadarlığı ile ona zulmetler, karanlıklar veriyor Gelecek zamanlar ise, îtikadsızlığı cihetiyle yine madumdur Ve ademle hasıl olan ebedî firaklar, mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatına zulmetler veriyorlar Eğer Îman hayata hayat olsa; o vakit hem geçmiş, hem ge-


(Orjinal Sayfa:152)

lecek zamanlar îmânın nuruyla ışıklanır ve vücud bulur Zaman-ı hâzır gibi ruh ve kalbine îmân noktasında ulvî ve mânevî ezvakı ve envar-ı vücudiyeyi veriyor Bu hakikatın, «İhtiyar Risâlesinde» e Yedinci Rica'da izahı var Ona bakmalısınız

İşte hayat böyledir Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı îmân ile hayatlandırınız ve feraizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz Her gün ve her yerde ve her vakit vefiyatların gösterdikleri dehşetli hakikat-ı mevt ise, size; -başka gençlere söylediğim gibi- bir temsil ile Beyân ediyorum:

Meselâ, burada gözünüz önünde bir darağacı dikilmiş Onun yanında bir piyango (fakat pek büyük bir ikramiye biletleri veren) dairesi var Biz buradaki on kişi alâküllihal, ister istemez, hiç başka çare yok, oraya davet edileceğiz, bizi çağıracaklar Ve çağırma zamanı gizli olmasından her dakika, yâ «Gel idam biletini al, darağacına çık!» veyahut «Gel, milyonlar altun kazandıran bir ikramiye bileti sana çıkmış gel, al!» Demelerini beklerken, birden kapıya iki adam geldi Biri yarı çıplak güzel ve aldatıcı bir kadın, elinde zâhiren gâyet tatlı, fakat zehirli bir helva getirip yedirmek istiyor Diğer biri de: aldatmaz ve aldanmaz ciddî bir adam, o kadının arkasından girdi Dedi ki: «Size bir tılsım, bir ders getirdim Bunu okusanız, o helvayı yemezseniz, o darağacından kurtulursunuz Bu tılsım ile emsalsiz ikramiye biletini alırsınız İşte bu darağacında zâten gözünüzle görüyorsunuz ki, bal yiyenler oraya giriyorlar ve oraya girinceye kadar o helvanın zehirinden dehşetli karın sancısı çekiyorlar ve o büyük ikramiye biletini alanlar çendan görünmüyorlar ve zâhiren onlar da o darağacına çıktıkları görünüyor Fakat onlar asılmadıklarını, belki oradan kolayca ikramiye dairesine girmek için basamak yaptıklarını milyonlar şahidler var, haber veriyorlar İşte pencerelerden bakınız En büyük memurlar ve bu işle alâkadar büyük zâtlar yüksek sesle ilân ediyorlar ve haber veriyorlar ki; o darağacına gidenleri aynelyakîn gözünüz ile gördüğünüz gibi, bu ikramiye biletini tılsımcılar aldıklarını hiç şek ve şübhesiz gündüz gibi kat'î biliniz» dedi

İşte bu temsil gibi zehirli bir bal hükmünde olan gayr-ı meşrû dairedeki gençliğin sefahetkârane zevkleri, hazine-i ebediyyenin ve saadet-i sermediyyenin bileti ve vesikası olan îmânı kaybettiği için, darağacı hükmünde olan ölüm ve ebedî zulümat kapısı olan kabrin


(Orjinal Sayfa:153 )

musibetine, aynen zâhiren göründüğü gibi düşer ve ecel gizli olduğu için genç, ihtiyar farketmeyerek her vakit ecel cellâdı, başını kesmek için gelebilir Eğer o zehirli bal hükmünde olan hevesât-ı gayr-ı meşruayı terkedip, tılsım-ı Kur'anî olan îman ve feraizi elde etmekle ve fevkalâde mukadderat-ı beşer piyangosundan çıkan saadet-i ebedîyye hazinesi biletini alacağına, yüzyirmidört bin Enbiya Aleyhimüsselâm ile beraber hadd ü hesaba gelmeyen ehl-i velâyet ve ehl-i hakikat müttefikan haber veriyorlar: ve âsârını gösteriyorlar

Elhâsıl, gençlik gidecek Sefahette gitmiş ise, hem dünyada, hem âhirette, binler bela ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle suiistimal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz; hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı halinden, gençlik sâikasıyla israfat ve suiistimalden gelen hastalıktan eninler, eyvâhlar işittiğiniz gibi; hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençliğin taşkınlık sâikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta -ehl-i keşfelkuburun müşahedâtıyla ve bütün ehl-i hakikatın tasdikıyla ve şehadetiyle- ekser azablar, gençlik sû'-i istimalâtının neticesi olduğunu bileceksiniz Hem nev'-i insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz Elbette ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretler ile "Eyvah gençliğimizi bâdiheva, belki zararlı zayi' ettik Sakın bizim gibi yapmayınız" diyecekler Çünki, beş-on senelik gençliğin gayr-ı meşru zevki için, dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azab ve zarar ve âhirette cehennem ve sakar belasını çeken adam, en acınacak bir halde olduğu halde اَلرَّاضِىبِالضَّرَرِلاَيُنْظَرُلَهُ sırrıyla hiç acınmaya müstehak olamaz Çünki zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir Cenâb-ı Hak bizi ve sizi, bu zamanın cazibedâr fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin, âmîn




* * *

(Orjinal Sayfa:154)

RİSALE-İ NUR MİZANLARINDAN ONÜÇÜNCÜ SÖZ'ÜN İKİNCİ MAKAMININ HAŞİYESİDİR




İşte bu asırda İslâm ve Türk gençleri kahramânâne davranıp iki cihetten hücum eden bu tehlikeye karşı, Risale-i Nur'un Meyve ve Gençlik Rehberi gibi keskin kılınçlariyle mukabele etmeleri elzemdir Yoksa o bîçare genç, hem dünya istikbalini, hem mes'ud hayatını, hem âhiretteki saadetini ve hayat-ı bâkiyesini azablara, elemlere çevirip mahveder ve sû-i istimâl ve sefahetle hastahanelere ve hissiyat taşkınlıklariyle hapishanelere düşer Eyvahlar, esefler ile ihtiyarlığında çok ağlayacak Eğer terbiye-i Kur'aniye ve Nur'un hakikatleriyle kendini muhafaza eylese, tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mes'ud bir Müslüman ve sâir zîhayatlara, hayvanlara bir nevi sultan olur


(Orjinal Sayfa:155)

Evet bir genç, hapiste yirmidört saat her günkü ömründen tek bir saatini beş farz namazına sarfetse ve ekser günahlardan hapis mâni olduğu gibi o musibete sebebiyet veren hatâdan dahi tövbe edip sâir zararlı, elemli günahlardan çekilse hem hayatına, hem istikbaline, hem vatanına, hem milletine, hem akrabasına büyük faidesi olması gibi o on-onbeş senelik fâni gençlikle ebedî parlak bir gençliği kazanacağını, başta Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân, bütün Kütüb ve Suhuf-u Semâviyye kat'î haber verip müjde ediyor

Evet o şirin, güzel gençlik ni'metine istikametle, tâatle şükretse; hem ziyadeleşir, hem bâkileşir, hem lezzetlenir Yoksa hem belalı olur, hem elemli, gamlı, kâbuslu olur, gider Hem akrabasına, hem vatanına, hem milletine muzır bir serseri hükmüne geçirmeğe sebebiyet verir

Eğer mahpus, zulmen mahkûm olmuş ise, farz namazını kılmak şartiyle, herbir saati, bir gün ibâdet hükmünde olduğu gibi, o hapis onun hakkında bir çilehane-i uzlet olup eski zamanda mağaralara girerek ibâdet eden münzevî sâlihlerden sayılabilirler Eğer fakir veya ihtiyar veya hasta ve îmân hakikatlarına müştak ise; farzını yapmak ve tövbe etmek şartiyle herbir saatleri dahi yirmişer saat ibâdet olup hapis ona bir istirahathane ve merhametkârâne ona bakan dostlar için bir muhabbethane, bir terbiyehane, bir dershane hükmüne geçer O hapiste durmakla haricindeki müşevveş, her tarafta günahların hücumuna mâruz serbestiyetten daha ziyade hoşlanabilir Hapisten tam terbiye alır Çıktığı zaman bir kàtil, bir müntakim olarak değil, belki tövbekâr, tecrübeli, terbiyeli, millete menfaatli bir adam çıkar Hattâ Denizli hapsindeki zâtların az bir zamanda Nurlardan fevkalâde hüsn-ü ahlâk dersini alanlarını gören Bâzı alâkadar zâtlar demişler ki: «Terbiye için onbeş sene hapse atmaktansa, onbeş hafta Risale-i Nur dersini alsalar, daha ziyade onları ıslah eder»

Mâdem ölüm ölmüyor ve ecel gizlidir; her vakit gelebilir ve mâdem kabir kapanmıyor; kafile kafile arkasında gelenler oraya girip kayboluyorlar ve mâdem ölüm, ehl-i îmân hakkında idam-ı ebedîden terhis tezkeresine çevrildiğini, hakikat-ı Kur'aniye ile Risale-i Nur güneş gibi göstermiş ve ehl-i dalâlet ve sefahet hakkında göz ile göründüğü gibi bir idam-ı ebedîdir; bütün mahbubatından ve mevcûdâttan bir firak-ı lâyezâlîdir: Elbette ve elbette hiç bir şübhe kalmaz ki, en bahtiyar odur ki; sabır içinde şükredip hapis müddetinden tam istifade ederek,


(Orjinal Sayfa:156)

Nurlar dersini alarak, istikamet dairesinde îmanına ve Kur'ana hizmete çalışmaktır

Ey zevk ve lezzete mübtelâ insan! Ben yetmiş yaşımda binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hâdiselerle aynelyakîn bildim ki: Hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız îmândadır ve îmân hakikatleri dairesinde bulunur Yoksa dünyevî bir lezzette çok elemler var Bir üzüm tanesini yedirir on tokat vurur, hayatın lezzetini kaçırır

Ey hapis musibetine düşen bîçareler! Mâdem dünyanız ağlıyor ve tatlı hayatınız acılaştı; çalışınız, âhiretiniz dahi ağlamasın ve hayat-ı bâkiyeniz gülsün, tatlılaşsın, hapisten istifade ediniz Nasıl bâzan ağır şerait altında düşman karşısında bir saat nöbet, bir sene ibâdet hükmüne geçebilir Öyle de, sizin ağır şerait altında herbir saat ibâdet zahmeti; çok saatler olup, o zahmetleri rahmetlere çevirir

* * *



Aziz, sıddık kardeşlerim!

Hapis musibetine düşenlere merhametkârane, sadâkatla, hariçten gelen erzaklarına nezaret ve yardım edenlere kuvvetli bir teselliyi «Üç Noktada» Beyân edeceğim

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.