Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik) |
06-27-2012 | #16 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik)M Mecidiye Nişânı Mihaloğulları Mimarbaşı Muâyede Müderris Mühr-ü Hümâyun Mukâtaa Mecidiye (Mecidî) Nişanı Sultan Abdülmecîd Hanın (1823-1861) 1851’de çıkardığı nişan, mecîdî nişânı Asıl adı “mecîdî nişanı” olmasına rağmen halk arasında mecidiye nişanı adıyla anılmaktadır Mecidiye nişanının beş rütbesi vardı Birinci rütbesinden 50, ikinci rütbesinden 150, üçüncü rütbesinden 800, dördüncü rütbesinden 3000 ve beşinci rütbesinden 6000 adet basıldı Yalnız birinci rütbenin murassaı (değerli taşlarla süslemesi) bulunmaktadır Mecidiye nişanının ortasında çemberle çevrili kabarık kısımda bir tuğra yer alır Bu kısmın etrâfında kırmızı mineli bir fon üzerinde “gayret, hamiyyet, sadâkat” kelimeleri; altındaysa, 1268 (1851) târihi yazılıdır Kordon ucuna asılan birinciyle, boyuna asılan ikinci ve üçüncü rütbeli nişanlar, hemen hemen aynı büyüklüktedir Dördüncü rütbe daha küçük, beşinci rütbeyse en küçük olanıdır Beşinci rütbe gümüş olup, diğerleri altındandır Mecidiye nişanı ilmiye ve askeriye mensuplarından üstün hizmet ve muvaffakiyet gösterenlere verilirdi Birinci ve ikinci rütbelerin sâhiplerine nişanları, padişahın huzurunda takılırdı Beratla verilen ve kullanılan mecidiye nişanı, kayd-ı hayat şartıyle verilir, nişan sâhibinin ölümünde hazineye iâde edilirdi Mihaloğulları Osman Gâzi döneminde Hıristiyanken Müslümanlığı kabul ederek Osmanlıların hizmetine giren Mihal Bey (Köse Mihal)in soyundan gelen akıncı âilesi 1313’te İslâmiyeti kabul eden Mihal Gâzi ilk devir Osmanlı fetihlerinde önemli rol oynadı(Bkz Köse Mihal) Köse Mihal’in oğulları Ali, Aziz ve Balta beyler âilenin ilk akıncı komutanlarındandı Balta Beyin oğlu İlyas Bey Yıldırım Bâyezid devri fetihlerinde büyük yararlıklar gösterdi 1402 Ankara Savaşına katıldı Azîz Beyin oğlu Gâzi Mihal de Rumeli fetihlerinde önemli rol oynadı Bunun oğlu Mehmed Bey 1402 Ankara Savaşından sonra Osmanlı şehzâdelerinin saltanat mücâdelelerinde Mûsâ Çelebi’ye Beylerbeyi oldu Ancak sonradan Çelebi Mehmed’i destekledi ve onun iktidârı ele geçirmesiyle de hizmetine girdi Şeyh Bedreddîn isyânı sırasında iftiraya uğrayarak bir müddet Tokat’ta tutuklu kaldı Sultan İkinci Murâd’ın saltanatı sırasında, Evrenos, Turahan ve Gümlüoğlu gibi meşhur akıncı beyleri Rumeli’de hâkimiyetini îlân eden Mustafa Çelebi(Düzmece Mustafa) yanında yer aldılar Bursa’ya kadar gelen bu kuvvetler Osmanlı Birliğini yeniden parçalayacak bir güce erişmişlerdi Ancak tevkif edildiği hapisten çıkarılarak Bursa’ya getirilen Mihaloğlu Mehmed Bey, Ulubat Suyu kenarında Rumeli Beylerini birer birer adlarıyla çağırarak onların Mustafa Çelebi tarafından Murad tarafına geçmelerini temin eyledi İkinci Murâd Han 1422 yılında İstanbul’u muhâsara ettiği zaman bu defâ da kardeşi Şehzâde Mustafa isyân ederek İznik’i almıştı Bunu haber alan Pâdişâh, Mihaloğlu Mehmed Beyi akıncılarıyla İznik’e gönderdi Mehmed Bey, İznik’e girdiği sırada Mustafa Çelebi’nin kumandanı Tâceddîn oğlu Mahmûd Bey tarafından öldürüldü (1423) Ancak vaziyete hâkim olan Mihaloğlu’nun akıncıları isyanı önledikleri gibi beylerini öldüren Tâceddîn oğlu Mahmud’u da saklandığı yerde yakalatıp katlettiler Mehmed Beyin oğulları Yahşi ve Hızır beyler de akıncı kumandanlıklarında bulundular Bunlardan Hızır Bey Plevne’de Yahşi Bey ise İhtiman’daki kuvvetlerin başındaydı Hızır Beyin oğulları Bâli, Gâzi Ali, İskender ve Gâzi Fîrûz beyler Fâtih Sultan Mehmed devrinde önemli başarılar kazandılar Mihaloğullarının en ünlü beyi sayılan Gâzi Ali Bey, 1462 Eflak Seferinde Voyvoda Üçüncü Vlad’ı(Kazıklı Voyvoda) Erdel’e (Transilvanya) kadar kovaladı Bosna’ya akınlar düzenledi ve büyük ganîmetlerle döndü (1463-64) Mehmed Paşa ile birlikte Yanya kuşatmasına katıldı (1464) Semendre’deki bir çarpışmada ünlü Macar komutanı Scilgoyi’yi esir aldı Yaptığı akınlarda düşmanlarına büyük bir korku ve dehşet veren Ali Bey, bölge halkına da o derece adâlet ve hoşgörülü davrandı Bu durum daha sonra bölge halkının tamamının Osmanlı hâkimiyetine geçerek İslâmlaşmasında büyük rol oynadı Gâzi Ali Bey, daha sonra Fâtih tarafından İmparatorluğun doğu sınırını korumak ve Uzun Hasan kuvvetlerine karşı Tokat baskınına mübâdele olmak üzere, düşman arâzisini vurmağa ve haber almağa memur edildi Otlukbeli Savaşına (1473) katıldı Ertesi yıl kardeşleri Bâli ve İskender beylerle birlikte Macaristan, Venedik ve Arnavutluk üzerine akınlar düzenledi 1478 Mayısında İşkodra’yı muhâsara eden Gâzi Ali Bey, kuşatmaya Rumeli Beylerbeyi Dâvûd Paşanın gelmesi üzerine Venedik’e akınlarda bulundu İkinci Bâyezid Han döneminde Eflâk ve Boğdan’a akınlar düzenleyen Gâzi Ali Bey, 1492’de Alman İmparatoru Maksimilyan’ın kumandanlarından Rodolf dö Keves’in kendisinden kat kat üstün kuvvetlerine karşı giriştiği bir muhârebede şehit düştü Gâzi Ali Beyin oğullarından Mehmed Bey Çaldıran Savaşında öncü birliklerin komutanlığını yaptı Hersek Sancakbeyliğinde bulundu Kardeşi Hızır Bey de Segedin Sancakbeyiydi (1542) Akıncı Mihaloğulları soyu İhtimalı ve Plevneli olarak iki koldan günümüze kadar gelmiştir Mimarbaşı Osmanlı Devletinde, umümî olarak inşâ işleriyle meşgül olan memur Mîmarbaşıları, diğer şehirlerle birlikte, İstanbul’un îmâr edilmesine çalışırlardı Mîmarbaşılar, pâdişâh ve saray mensuplarının, saray ve köşklerinin yanında, umümun faydalanması için inşâ ettirilen câmi, medrese, çeşme gibi inşâatlarını yaparlardı Savaş zamânında ordu ile berâber sefere çıkarlar, yıkılan kalelerle, tahrib edilmiş köprüleri tâmir ederler, askerin geçeceği yolları düzelterek, mühimmat geçebilecek hâle getirirlerdi Mîmarbaşıların maiyetinde “Başmîmar, İkinci mîmar, Kethüdâ ve Çavuş gibi memurlar vardı Kethüdâ ve çavuş, hergün İstanbul’u dolaşır, umümî yollar, caddeler üzerine veya fakirlerin evlerine tecâvüz edecek tarzda inşâ edilmiş binâları yıktırırlardı Böylelikle zamânımızdaki Belediye Ã?mar İşleri Dâiresinin vazîfesini görürlerdi Yaptırılacak binâlar için mimârbaşından ruhsat alma ve plânın tasdik ettirilmesi mecbüriyeti vardı Böylelikle inşâatların kânuna uygun olması kontrol edilirdi Aksine hareket edenler men edilir ve cezâya mâruz kalırlardı Arâzilerin taksiminde çıkan anlaşmazlıkların halledilmesi de mîmarbaşıların vazîfelerindendi Ayrıca su bentlerinin inşâsı, suyun şehre taksimi, kaldırımların inşâsı da bu memurun göreviydi Mîmarbaşılık yalnızca İstanbul’a münhasır bir memuriyet değildi Mühim hallerde ve büyük şehir merkezlerinde bu isimle anılan vazîfelilere rastlanırdı Evliyâ Çelebi, meşhur Seyâhatnâme’sinde, Bağdat şehrinin yüksek dereceli memurlarını sayarken emrinde beş yüz kişi çalıştıran bir mîmarbaşıya da yer vermiştir Şehremini denilen saray memurları da bâzı inşâat işleriyle alâkadârdılar Bu sebeple zaman zaman mîmarbaşılarıyla birbirlerinin vazîfe sâhalarına girerlerdi Geçen zaman içinde bu iki memuriyetin vazîfeleri tamâmen karışmış, ancak mîmarbaşların fennî hususlarda daha bilgili olmaları onları üst dereceye çıkarmıştır 1831 senesinde her iki memuriyet de kaldırılarak Ebniye-i Hassa Müdürlüğü kurulmuş ve vazîfeleri bu memuriyete verilmiştir Mîmarbaşıları, yalnızca birer inşâat memuru değil, bugün hepimizin sâhip olmakla iftihâr ettiğimiz sanat âbidelerini meydana getiren büyük birer sanatkârdılar Bunlar arasında Mîmar Ayas, Mîmar Kemâleddîn, Mîmar Kâsım, Mîmar Dâvüd, Mîmar Sedefkar Mehmed ve târihimizde erişilmez ve müstesnâ yeri olan Mîmar Sinân, mîmarbaşılık vazîfesinin en güzîde memurlarıydılar Muâyede Bayramlaşmak, bayramda birbirini tebrik etmek Osmanlılarda Ramazan ve Kurban bayramlarının muâyedeleri parlak bir merasimle yerine getirilirdi Devlet erkânı topluca padişaha bayram tebrikine gittikleri gibi, kendi aralarında da ziyâretlerde bulunurlardı Osmanlı Sarayında bu işe verilen önemden dolayı muâyedenin nasıl yapılacağı kânunnâmelerle tesbit edilmişti Fâtih Sultan Mehmed Hanın çıkardığı Kânunnâme-i Âl-i Osman’ın yirmi beşinci sahifesi bundan bahsetmektedir Bayramlarda, sarayda divan meydanında taht kurulur ve pâdişah burada oturarak tebrikleri kabul ederdi Bu iş özel merâsimle yapılırdı Önce Taht-ı Hümâyûnun etrafında bulunması îcâp eden erkân yerini alır, her şey hazırlandıktan sonra Sultan gelirdi Bu sırada alkışda vazifeli olanlar tarafından “Uğurun açık olsun”, “Pâdişahım devletinle bin yaşa”, “Mağrûr olma pâdişahım, senden büyük Allah var” cümleleri yüksek sesle söylenir ve mehterhâne marşlar çalardı Daha sonra Nakîbüleşraf Efendi Pâdişahın huzuruna gelir, duâ eder ve ayrılırdı Bundan sonra sıraya göre bayramlaşacak olanlar Pâdişahın elini öperek ayrılırlardı Bu iş büyük bir nezâket ve terbiye kuralları içinde olurdu Tebrik merâsimi bittikten sonra Pâdişah, yine saray âdet ve törelerine göre uğurlanırdı Bayramlaşma bayram günü sabah namazından sonra ve bayram namazından önce yapılır, sonra alayla câmiye gidilip bayram namazı kılınırdı Müderris Medreselerde ders veren öğretim üyesi, profesör Arapçada “ders” masdarından gelen müderris kelimesi, ders veren öğretmen ve ders vermeye yetkili ilim sâhibi kimse mânâsındadır Târihte, devrin mektep ve medreselerinde eğitim ve öğrenimini tamamlayıp, icâzet (diploma) aldıktan sonra, medreselerde ve câmilerde din ve fen ilimlerini ders vererek öğretenlere müderris adı verilmiş; makâmlarına da müderrislik denilmiştir Müderris tâbiri daha ziyâde onuncu asırdan sonra yaygınlaşmıştır Devlet adamları yanında, halktan da medrese kuranlar oldu Onuncu asırdan îtibâren Mâverâünnehr ve Bağdat başta olmak üzere bütün İslâm âlemine yayılan medreselerde muhtaç talebenin geçimi sağlandı ve hocalara ücret verildi Büyük Selçukluları tâkiben medreselerin kurulması Türkiye Selçukluları, Anadolu Beylikleri ve Osmanlı Devletinde de artarak devâm etti Osmanlı Devletinde medreseyi bitiren talebe için ilmiye sınıfı dâhilinde iki meslek vardı Bir kimse ya kâdılık mesleğini seçer veya müderrislik için mülâzemete başlardı Kâdılık mesleğini seçen, en küçük kazâ merkezlerinden birinde görev alırken, müderrislik yoluna giren de en düşük gündelikli medreseye tâyin olunurdu Tabiî ki, kâdılığın “nâiblik” devresi olduğu gibi, müderrisliğin de “mülâzemet” dönemi vardı Her iki dalda da ilmiye mensupları gayret ve başarılarına göre yükselerek daha üst pâyeler elde ederlerdi Medreseler, okutulan kitaplara ve bahsedilen ilim dallarına göre kendi aralarında sıralanırken, kazâ merkezleri de nüfuslarına göre, sınıflandırılırdı En yüksek pâyeli medreseler, sahn-ı semân medreseleriydi Bu medrese müderrislerinin dereceleri de en yüksek dereceydi “Mevleviyet kâdılıkları” denilen İstanbul, Bursa, Kahire gibi kâdılıklara da en üst pâyeye sâhip kâdılar tâyin edilirdi Müderrisler ve kâdılar bu seviyede eşit pâyelere sâhip olurlardı Bunların ikisinden en bilgili ve kâbiliyetlisi Anadolu kazaskeri olurdu Müderrisler, okuttukları derslerden herhangi bir konu üzerinde öğrencilerine münâzara yaptırırlar, sonunda iki taraf arasında hakem olup, görüşlerini söylerlerdi Dânişmendler arasından ve en liyâkatli olanlardan seçilen yardımcılarına “Muîd” denirdi Muîdler hem müderrisin derslerini tekrarlar, hem de danişmendlerin disipliniyle meşgul olurlardı Sahn-ı Semân muîdleri ayrıca Tetimme medreselerinde ders verirlerdi Müderris tâyininde, vücud, zihin ve karakter özelliklerine bakılır; sîmâsının sempatik, akıllı, kültürlü, anlayışlı, adâletli, iffetli, cömert ve gözü gönlü tok olmasına dikkat edilirdi Bunun yanında, hâl hareket ve huy güzelliğiyle talebelerine örnek olması arzu edilirdi Zamânın en ehil kimseleri arasından seçilen müderrisler, dersi talebelerinin anlayacakları seviyede tutarlardı Bilmediği şeyler hakkında soru sorulduğu zaman, tereddütsüz “Bilmiyorum” demekten çekinmezlerdi Talebesinin kendi kendine iş yapabilecek bir şahsiyet olarak yetişmesine çalışırlardı Aç ve susuzken, tasalı, öfkeli, üzüntülü veya sıkıntılı zamanlarda ders vermezlerdi Talebelerine eşit muâmele ederler iltimas ve ayırım yapmazlardı Müderrislerin, idâreciler ve halk arasında yüksek îtibârları vardı Başlarına tülbentle sarılmış büyük sarıklar giyerler, ucunu iki omuzları arasından aşağı sarkıtırlardı Daha çok beyaz cübbe giyerler, elbiselerinin temiz ve düzgün olmasına çok dikkat ederlerdi Müderrislerin derecelerinin ilerlemesi Fâtih devrinde beşer akçe ile sağlanırken, On altıncı asırda otuzlu pâyesine kadar beşer akçe, ondan sonra onar akçe ile olurdu Bir müderris bâzan sâhip olduğu akçe ile yine o seviyedeki diğer bir medreseye tâyin edilirdi Bir müderrisin bulunduğu seviyeden üst pâyedeki bir medreseye terakki etmesinde (ilerlemesinde) birden fazla istekli bulunursa aralarında imtihan açılırdı İmtihanlar, Rumeli ve Anadolu kazaskerleri huzûrunda ve çoğunlukla İstanbul’da Zeyrek, Ayasofya ve Vefâ câmilerinde yazılı ve sözlü olarak yapılırdı Yazılı imtihan için bir risâle (tez) hazırlanır, mülâkatta umûmiyetle mûteber bir fıkıh kitabı olan Hidâye’nin bölümlerinden okutulup sorular sorulur ve üstün görülen seçilirdi Fâtih’in Sahn-ı Semânına tâlip olanlar ise “Üç fenden” yâni fıkıhtan Sâdeddîn Teftâzânî’nin Telvîh adlı eserinden ve kelâmdan Kâdı Adûdüddîn-i Îcî’nin (Mekâvıf), belâgatta Sekkâkî’nin Miftâh’ul-Ulûm adlı eserinden imtihan olurlardı Hiçbir müderris, şart-ı vâkıf hilâfına, (işin ehli olmadan) medreseye tâyin edilmezdi ve vakfiyede müderrise yevmiye kaç akçe tesbit edilmişse ondan aşağısı verilmezdi Ancak medresenin pâyesi yükseltilerek müderrise daha yüksek bir yevmiye verilebilirdi Bu durumda yükselen yevmiye, vakfın geliri müsâitse ondan, değilse başka vakıfların zevâidinden veya devlet hazînesinden sağlanırdı Osmanlı medreselerindeki görevli müderrisler, aldıkları son akçe üzerinden tekâüde (emekliye) ayrılırlardı Osmanlı Devletinde başta pâdişâh ve devlet adamları, ilim sâhiplerine (âlimlere, sâlihlere velîlere) karşı büyük bir saygı ve hürmet duyuyordu Çünkü âlimler Kur’ân-ı kerîmde ve Hadîs-i şerîflerde medh ü senâ edilmişlerdi Bu saygı ve anlayış devâm ettiği müddetçe, devlet ve millet gelişip güçlendi, yükselmeye devâm etti İlim adamları da âlimliğin şeref ve haysiyetini ayağa düşürecek hareketlerden sakındılar ve devlet adamlarına gereğinden fazla ve yersiz iltifâtlarda bulunmadılar Ancak vazîfeleri îcâbı ihtiyaç kadar onlarla birlikte oldular Diğer zamanlarda onlardan uzak durmayı ve ilimle meşgûl olmayı tercih ettiler Medrese ve müderrisler, insanı dünyânın esiri yapmadan onun fâtihi ve sâhibi yapma vazîfesini gördüler Osmanlı da bu temeller üzerinde din ve devlet adamlarını en mükemmel bir şekilde yetiştirdi Ferdî kâbiliyete göre ferdî öğretim yapmayı hedef alan plân ve programlardan daha mükemmel bir metod geliştirerek tatbik etti Bugünkü modern pedegojinin de tavsiye ettiği bir tarzda, sınıf geçme yerine ders geçme yolunun seçilerek, mezuniyeti yıllara değil, kâbiliyet ve çalışkanlığa bağladı Dolayısıyla medreselerde okuma süresi hoca(müderris) ve talebelerinin gayretine bağlı olarak uzayıp kısaldı Zekî ve çalışkan bir talebe, tahsilini çabuk tamamlayıp kısa zamanda mezun olmuş, ancak devlet memuru olabilmesi için, belli bir yaş aranmıştır Medreselerde umûmî derslerin yapıldığı sınıflarda talebe sayısı yirmiyi geçmemiştir Bu durum, derslerin tekrarlarla karşılıklı soru ve cevaplarla daha iyi anlaşılma imkânını hazırlamış ve talebeye ufuklar açmıştır üniversite reformu ile de müderris ünvânı kaldırıldı Mühr-ü Hümâyun Osmanlı pâdişahlarının kullandıkları mühüre verilen ad Pâdişahların mühürlerine “Tuğra” denir Mutlak vekil olduklarını belirtmek için sadrazamlara da verilen bu mühürlere “Mühr-i şerif”, “Hâtem-i vekâlet” de denilirdi Vezirlere mühür vermek Abbasî halifelerinde ve Türk hükümdarlarında da âdetti Osmanlı pâdişahlarından mühürleri görülenlerin en eskileri, Sultan İkinci Bayezid Han ile Yavuz Sultan Selim Handır Tahta geçen Osmanlı sultanı dört mühür hazırlattırırdı Biri zümrüt, üçü altından olan bu mühürlerde sultanın kendi isimleriyle babalarının isimleri ve bunların üzerinde de “El-muzaffer dâimâ” yazılıydı Hükümdâr değişince tuğra gibi mühürler de değişir, eskileri alınıp saray hazînesine konurdu Dört köşeli ve diğerlerine göre daha küçük olup, zümrütten yapılanı, pâdişah tarafından yüzük şeklinde kullanılırdı Diğer üçü beyzi şekilde altından olup, biri sadrâzamda, ikincisi hasodabaşında, üçüncüsü de harem-i hümâyûn hazinedârı olan kadın efendide bulunurdu Mühr-i Hümâyûn ilk önceleri yüzük şeklindeydi Daha sonraları sadrâzamların zincire bağlı bir kese içinde boyunda taşımaları âdet hâline geldi Mühr-i Hümâyûn vazifeden alınan sadrâzamdan alınır, saraya çağırılan yeni sadrâzama verilirdi Vazifeden alınan sadrâzam seferde ise veya herhangi bir sebeple Mühr-i Hümâyûn zâyi olmuş ise, bu durumda has odabaşındaki mühür geçici olarak alınır, yeni sadrâzama verilirdi Sadrâzam mühürü almadıkça pâdişaha vekil sayılmazdı Sadrâzamların kendi isimleri yazılı mühür ilk defâ Keçecizâde Fuâd Paşa tarafından 1861-1862 senesinde kullanılmıştır Bundan sonra sadrâzamların daha önce imzâ yerine kullandıkları “Sah” işareti yerine mühür kullanmaları âdet oldu Pâdişahlar, parmaklarında yüzük şeklindeki Mühr-i Hümâyûnu mâliye tarafından kendilerine takdim edilen şahsî para ve bâzı muayyen haraç ve sâirenin tesliminde, teslim aldığına dâir imzâladığı makbuzlarda kullanırdı Mühr-i Hümâyûn Osmanlı saltanatının sonuna kadar kullanıldı Mukâtaa Hazînenin gelir kaynaklarından biri Devlete âit bir arâzi veya vâridâtın (gelirin) bir bedel mukâbilinde kirâya verilmesi veya geçici olarak temlikidir İslâm devletlerinde mukâtaa usûlü eskiden beri kullanılmakta idi Osmanlılarda mukâtaalar, devlete âit gelirlerin tahsili veya bir tekel hâline getirilen herhangi bir kuruluşun işletme hakkı veya yeraltı servetlerinden devlet payına düşen kısmı toplamak veya gerektiğinde bu kaynakları işletenlerden çıkardıkları mâdeni satın alma tekeli kurmak şekillerinde işletilen üretim birimleridir Devlet, uygun gördüğü her türlü zirâî, ticârî ve sınâî kuruluşu, mukâtaa konusu edebilirdi Kara ve deniz gümrükleri, darphâneler, mâdenler ve şaphâneler buna örnek verilebilir Gelirleri çoğunlukla devlete âit olmakla birlikte, vakıflara tahsis edilen, ulûfe karşılığı veya ocaklık olarak verilebilen veya has olarak tahsis edilebilen mukâtaalar da vardı Mukâtaa gelirlerinde ve bunların toplam bütçe gelirlerine oranlarında bâzı dalgalanmalar görülmüştür Bunların bütçe içerisindeki payı yüzde 24 ile yüzde 37 arasında değişmiştir Devlete gelir getiren kaynakları kirâlayanlara ise “mültezim” ismi veriliyordu Mukâtaanın önemine göre, mültezim, bir şahıs olabileceği gibi, bir ortaklık da olabilmekte veya birkaç mukâtaa topluca bir mültezime verilebilmekteydi Mukâtaalar genel olarak üç yıllık süreler içindi Mukâtaa gelirlerinde fevkalâde bir artış olması durumunda, istendiği taktirde, mukâtaa daha yüksek bedel teklif eden bir başka mültezime verilebilirdi Böylece devlet, mukâtaaları için daha kârlı bir teklif geldiği zaman, üç yıllık iltizâm süresini istediği yerde keserdi Mültezim parasını peşin ödemişse, kalan dönem için olan miktârı kendisine iâde edilirdi Mukâtaanın mültezime taksitle verildiği durumlarda hazîneye ipotekli sayılırdı Bu durumda mültezimler tahvîl süreleri içinde hiçbir şeylerini satamazlar, başkasına devredemezlerdi İltizâm bedelini zamânında ödemeyen mültezimlerin, gerekirse kefillerinin mallarına el konurdu Osmanlılar mukâtaaları işletmede üç usul kullanırlardı Bunlar; iltizâm, emânet ve 17 yüzyılın sonlarından îtibâren mâlikânedir İltizâm usûlü mukâtaalar: Osmanlı Devletinde iltizâm usûlü kuruluş yıllarından îtibâren görülmüş ve timar sistemiyle bir bütünü tamamlayan unsur olarak varolmuştur On altıncı yüzyılın ortalarına doğru iltizâm usûlü para ekonomisinin gittikçe değer kazanması sonucunda timar sistemini de içine alarak daha yaygın bir duruma geldi Önceleri ticâret maddelerine konan resimler ve pâdişâh haslarının gelirleri, hâsılâtı nakit olarak temin etmek amacı ile iltizâma verilirken, sonraları bütün dirlik sâhipleri tasarrufları altındaki gelir kaynaklarını iltizâma vermeye başlamışlardı İltizâm usûlünde; mâden ocağı, tuzla, darphâne, gümrük, ispençe, dalyan vb mukâtaaların yıllık gelirinin asgarî değeri, mâliye tarafından tesbit edilip, hazîne defterlerine kaydedilirdi Sonra bu mukâtaaların muayyen bir yıl için temin edebileceği âzamî kıymeti de düşünülerek, arttırma usûlü ile peşin veya kısmen peşin, kısmen taksitle belli bir meblağ karşılığında satılacağı (iltizâma verileceği) umûmî efkâra îlân edilirdi Bu gelirleri satın almak isteyen kişiler (mültezimler) artırma konusu olan mukâtaayı; getireceği gelir, sebeb olacağı masraf ve bırakacağı kâr hakkındaki yaptığı araştırmaların sonucuna göre, kıymetlendirdikten sonra, devlete yıllık olarak ödemeyi kabul edebilecekleri miktârı ihtivâ eden tekliflerini yaparlardı Hazîne ise; öncelikle âdil, iyi tanınmış ve iyi bir terbiye ile yetişmiş olanları seçer, bunlar arasından da en yüksek teklifi yapan mültezime, genellikle üç senelik bir devre için o mukâtaayı vergilendirme hakkını devrederdi Verilen bu süre içerisinde mültezim, devletin sağladığı mâlî, idârî ve adlî kolaylıklardan faydalanarak, kânunların çizdiği sınırlar içinde tam bir müteşebbis gibi hareket eder, arttırmada belirlenen miktârı hazîneye ödedikten sonra kalan kısmını kendi şahsî ve meşrû kârı olarak kazanırdı Emânet usûlü mukâtaalar: Devletin iktisâdî hayâtının istikrârsız olduğu yıllarda zarar ihtimâli bulunduğundan, mukâtaalar için mültezim bulma zorlaştı Bu durumda Devlet, mukâtaaları kapatmaktansa emânet yoluyla işletmeyi tercih etti Çoğu defâ böyle durumlarda işletme başına gelen kimseler, emin kalmak şartıyla belli bir meblağın ödenmesini üzerine alırlardı Böylelikle iltizâm yoluyla emânet (emânet ber-vech-i iltizâm) adını alan karma bir düzen meydana getirilip, işletme başında bulunan kişi de kendinde memûriyetle özel teşebbüsü birleştirmiş olurdu Emîn sıfatıyla maaşlı bir memûr, belli bir meblağı ödemeyi üzerine aldığından, işletmenin kâr veya zarârından sorumlu bir kişi olarak görünürdü Mâlikâne usûlü mukâtaalar: Muhtelif gelir kaynaklarının bir kimseye vâridâtından hayâtı boyunca istifâde etmek, lâkin satamamak şartıyla verilmesine denilmektedir On yedinci yüzyılın başlarından îtibâren; mültezimlerin, vergi kaynaklarının korunması ile ilgilenmemeleri sonucunda, mukâtaalar iktisadî bünyeyi tahrib edici bir şekil almıştı Bu sebeple gelecek yılların mâlî kaynaklarını yıpranmaktan korumak ve reâyânın güvenliğini sağlamak için bâzı mukâtaalar kayd-ı hayat şartıyla iltizâma verilmeye başlandı Bu sistemde mukâtaa gelirleri bir miktar peşin (muaccele) ve her yıl ödenecek taksitler (müeccele) karşılığında özel kesime satılmaktaydı Nitekim bu sistemin uygulanması ile reâyânın ve toprağın korunması, zirâî verimin artması sağlandığı gibi, savaş harcamaları için ek bir finansman imkânı da ortaya çıktı 1695’ten başlayarak yüz-yüz elli yıllık Osmanlı mâlî ve iktisâdî târihinin gelir getiren önemli bir kaynağı olarak hayâtiyetini sürdüren mâlikâne sistemi, ilk olarak, ömür boyu zirâî iltizâmların öteden beri geçerli olduğu Mısır’a yakın Sûriye, Güney ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde uygulamaya kondu, zamanla yaygınlaştı ve eyâletlere mâlikâne verilmesine kadar genişledi Nitekim 1746 yılında sırasıyla Adana, Trablusşam eyâletleri, Aydın muhâssıllığı (vergi tahsildârlığı), Rakka eyâleti, Kıbrıs ve Mora muhassıllıkları mâlikâne olarak özel şahıslara verilmişti Mâlikâne sistemi mâdenlerden esnaf kethüdâlığına, tuzlalardan damga resmine kadar; cizye ve avârız hâriç, devletin vergi aldığı bütün faâliyetlere yayılmıştı Fakat kısa süreli iltizâm dönemlerinde, taahhüd ettiği iltizâm bedelini kârıyla çıkarmaktan başka şey düşünmeyen mültezimin, işletmesiyle ilgilenmesini, üretimi arttırmak ve çeşitli yatırımlar yapmasını sağlamak için uygulamaya konulan mukâtaa sistemi de istenilen şekilde uygulanamadı Ömür boyu tasarruf etmek için mukâtaayı alan mâlikâneciler, işletmeleri başına gitmeyerek mâlikânelerini ikinci şahıslara iltizâma verme yoluna gittiler Böylece mâlikâne sisteminde de bir iltizâm kademelenmesi ortaya çıktı ve mukâtaa sistemiyle düzeltilmesi düşünülen aksaklıklar giderilemedi Mukâtaadan hâsıl olan gelirler günü gününe tutulur, mukâtaa kâtipleri bunları mukâtaa defterine işlerler, sonra da rüznâmçe kalemine teslim ederlerdi Mukâtaa defterleri kubbe altında bitişik binâda saklanırdı Bunların muhâfazasından sır kâtibi sorumlu idi İltizâma verilen mukâtaa beratları üzerine ise, kubbe vezirleri tuğra çekerlerdi Mukâtaa gelirleri 1826 yılında yeniçeri ocağının kaldırılması üzerine, yerine kurulan Âsâkir-i Mansûre-i Muhammediyye ocağının giderlerine ayrıldı Tanzimâttan sonra 1858 yılında çıkarılan arâzî kânûnu ile mîrî arâzinin halka tapu karşılığı satılmasıyla, tımar ve zeâmet sâhipleri, mültezim ve muhâssıllar yerine resmî devlet memurları ikâme edilerek mukâtaa sistemi kaldırıldı |
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik) |
06-27-2012 | #17 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik)N Nâiplik Nevbet Nizâm-ı Cedid Naiplik (Nâiblik) İdârî, dînî ve hukûkî konularda yetki sahibi olan kişilerin yetki ve vazifelerini vekil olarak yürüten kimselere verilen unvan Birinin yerini alan, birinin yerini tutan, vekil mânâlarına gelen nâiplik, çeşitli devletlerde bir idârî unvan ve makam olarak yetkileri bazen çok genişleyen, bazen da daralan bir rütbe oldu Memlûklerde, Dehli Sultanlıklarında Sultanın vekili veya temsilcileri ve eyâlet vâlileri bu ünvânı taşıdılar Sultandan sonra en yüksek mevkilerde işleri sultan nâmına idâre ettiler Murâbıtlar ve Muvahhidlerde en mühim eyâlet olan Endülüs genel vâlileri nâip unvânını taşıdılar Aynı zamanda veliahd olan Endülüs nâipleri Gırnata, İşbiliyye ve Kurtuba’da hüküm sürdüler Eyyûbîlerde ise nâip ünvânı, eyâlet vâlilerine verildi Bunların sayısı devletin kuruluşu sırasında altı iken, daha sonra yeni teşkil edilen eyâletlerle arttı Şam nâibi rütbe bakımından hepsinden üstün sayıldı Osmanlı Devleti teşkilâtında şer’î mahkemelerin hâkimlerine nâiplik ünvânı verildi Kâdı vekili mânâsında kullanıldı Mevâli denilen büyük kâdılar bâzan hizmetlerinin tamâmını, bâzan da bir kısmını fiilen yapmayarak, yerlerine kâdı vasıflarına hâiz ve ehliyet sâhibi birini vekil tâyin ettiler Anadolu ve Rumeli kazaskerleri vekilliğini yapan kâdılara nâiplik ünvânı verildi Esâsen İstanbul’da oturan Kazaskerler taşraya kendilerine vekâlet edecek kadılar gönderdiler, bu kâdılara nâip denildiMahkemeler tarafından bir işin araştırılması için vazifelendirilen bilirkişilerin araştırmalarını denetlemek üzere seçilen kimselere de nâip adı verildi Bâzan, bir kazâ, örfî müddetlerini tamamlayan ilmiye sınıfına mensup ilim sâhiplerine veya vazifede bulunan bir müderrise arpalık nâmı altında verildi Bu gibi hallerde uhdelerindeki kazalara gitmeyerek yerlerine birer nâip gönderdiler Nâipler yaptıkları vazifelere göre şu kısımlara ayrılırlar Arpalık nâibi; Şeyhülislamların ve eyâlet kâdılarının (mevâliler) vazifeden alınmalarından sonra, kendilerine verilen arpalıkların gelirini onlar adına idâre eden kimseler olup, tâyinleri Anadolu veya Rumeli kazaskerleri tarafından tasdik edilirdi Ayak nâibi: Eyâlet kâdılarının yanında, kâdı adına esnafı denetleyen vazifeliye denirdi Bâb nâibi: Eyâlet kâdısının yanında kâdıya yardımcı olan ve onun adına dâvâ dinleyen ve hüküm veren kimseye denirdi Kazâ nâibi: Kazâlara bağlı nâhiyelerin şer’î (dînî) işlerine, kaza kâdısı adına bakan kimseye denirdi Mevâlî nâibi: Eyâlet kâdılarının tâyin edildikleri eyâlete gitmedikleri durumlarda gönderdikleri vekile denirdi Nâip kâdıdan vekil olduğuna dâir bir vesika alır, bunu da o kâdılığın kazaskerine tasdik ettirirdi Şer’iyye mahkemelerinin kaldırılmasıyla birlikte nâiplik ve nâipler de lağvolunmuştur Osmanlılar zamânında sadrâzamlar hakkında saltanat vekîli mânâsında Nâib-i Saltanat tâbiri kullanılırdı Pâdişâhın vekili demek olan bu tâbir eski Türk ve İslâm devletlerinde de kullanılmıştır Nevbet Osmanlı Devleti zamânında sarayda ve bâzı özel yerlerde sabah, ikindi, yatsı zamanlarında çalınan askerî mızıka Buna nevbet-i sultânî de denirdi Osmanlı Devletinin kuruluşundan îtibâren âdet olan nevbet sonraları geniş bir kadroya sâhip olan mehterhâne tarafından icrâ edilirdi Osman Gâziden Fâtih Sultan Mehmed Hana gelinceye kadar, nevbet çalmağa başlayınca pâdişâhlar ayağa kalkar ve öylece dinlerlerdi Fâtih Sultan Mehmed Hanın çıkardığı kânunla, ayakta dinleme kaldırıldı Nevbet vurma esasları kânuna bağlandı Mehter takımı hergün pâdişâhın bulunduğu yerde ikindi zamânı çalınır, sonra duâ edilerek nevbet merâsimi biterdi Seferde ise pâdişâh mehterhânesi, saltanat sancağı altında ikindi ezânı okunduktan sonra, otağ-ı hümâyûn önünde nevbet vurur, sonunda duâ edilirdi Mehterler, gerek nevbet esnâsında, gerekse diğer zamanlarda şarkı çalmazlar; “Kerim Allah, Rahim Allah” diyerek ağır adımlarla yürürlerdi Nizâm-ı Cedid Osmanlı Devletinde 18 asır sonunda, askerî ve idârî sâhalardaki düzensizliklere çâre bulmak için yapılan teşebbüslerin tamâmı Ayrıca, Avrupa usûlleriyle meydana getirilen tâlimli orduya verilen isim Bu terim, ilk defâ Fâzıl Mustafa Paşanın sadrâzamlığı esnâsında, mâliyede yapılan bâzı yenilikler için kullanılmıştır Daha sonra Sultan Üçüncü Selim Han (1789-1807) devrinde de, şimdi anlaşılan manâda kullanılmağa başlanmıştır Ancak, Nizâm-ı Cedid, geniş ve dar mânâda olmak üzere iki şekilde târif edilmiştir Dar mânâda; Sultan Üçüncü Selim Han devrinde, Avrupaî tarzda yetiştirilmek istenen askerî kuvvetlerde, geniş mânâda ise; yine aynı pâdişah devrinde devlet teşkilâtının bütününde yapılmak istenilen yenilikler olarak bilinmektedir Bu tariflerden ikincisi daha doğru olarak kabul edilir On sekizinci asır boyunca devam eden askerî başarısızlıklar, bunları tâkip eden günlerde ıslahat lâyihalarının verilmeleriyle neticelenirdi Bunların içinde, Halil Hamid Paşanın askerlik sahasındaki nizamnâmesi en önemlisidir Sultan Üçüncü Selim’in tahta çıkışına kadar aşağı yukarı yüz sene devam eden ıslahat hareketlerinin bir merhalesini teşkil eden Nizâm-ı Cedid fikri, tamâmen bu pâdişâhın şahsına bağlanır Gerçekten de bu pâdişâh şehzâdeliği ve veliahtlığı esnâsında devletin içinde bulunduğu durum için yapılan ıslâhât teşebbüslerini yakından tâkip etmiştir Nizâm-ı Cedid hareketi, Sultan Üçüncü Selim’in tahta çıkışıyla berâber belli bir tertip içinde uygulanmaya başlandı Böyle yeni bir sistemin konulması için, öncelikle bâzı yönlerden örnek alınacak Avrupalıların ilerlemesinin sebeblerinin incelenmesi ve devlet adamlarıyla âlimlerden teşekkül edilecek bir danışma meclisinin kurulması îcab ediyordu Pâdişâh, meşveret (danışma) meclisi teşkiliyle, yeni fikrin, bir şahsın değil, devletin malı olması gâyesini güdüyordu Islahat için yirmi iki devlet adamından bu konudaki düşüncelerini açıklayan birer rapor hzırlamalarını istedi Yirmi iki kişinin ikisi Avrupalı idi Bunlardan Bertrauf Osmanlı ordusunda çalışan bir subay, diğeri ise İsveç konsolosluğunda çalışan D’Ohosson idi Türk devlet adamlarının belli başlıları ise, Sadrâzam Koca Yûsuf Paşa, Veli Efendizâde Emin, Defterdar Şerif Efendi, Tatarcık Abdullah Efendi, Çavuşbaşı Efendi ve târihçi Enver Efendiydi Diğer taraftan Ebû Bekr Râtib Efendi, o devir için Avrupa’nın güçlü devletlerinden olan Avusturya’nın başşehri Viyana’ya sefâret vazifesiyle gönderildi Gönderilen bu elçiden, Avusturya’nın bütün müesseselerini incelemesi ve rapor etmesi istendi Sekiz aylık bir seyahat neticesinde yazılan bu Sefâretnâme’de, alınması gerektiği bildirilen başlıca tedbirler şu maddeler içinde özetlenebilir: 1 Hazinenin dolu ve düzenli olması, 2 Askerin itâatli olması, 3 Devlet adamlarının doğru ve sâdık kimseler olması, 4 Halkın refah ve himâyesinin temini, 5 Bâzı devletlerle ittifak anlaşmalarının yapılması Ebû Bekr Râtib Efendiye göre, örnek seçilecek bir devletin askerî kânunları ve nizamları iktibas edilerek, kendi bünyemize uydurup, ihtiyacımıza cevap verecek bir Nizâm-ı Cedid ordusunun kurulması gerekiyordu Pâdişâhın düşüncelerine tesir eden bu Sefaretnâme, Nizâm-ı Cedid programının hazırlanmasının bir safhasını teşkil ediyordu Kendisinden önceki pâdişâhların, ıslahat hareketlerindeki düşüncelerinden faydalanmasını bilen Sultan Üçüncü Selim Han, Sultan Üçüncü Ahmed Han devrinde yapılmak istenilen ıslahatın devlet adamlarından gizli olmasının zararlarını gördüğünden, devlet adamları ile âlimleri yanına çağırarak, onların düşüncelerinden faydalanma ve memleketlerin durumunu daha iyi tahlil etme imkânını ele geçirmek istedi Ancak layihaları kaleme alan kimselerin askerlik sâhasında tecrübeli olmaması, köklü tekliflerin gelmesine mâni oldu Verilen layihalar, başlıca üç görüş üzerinde toplanıyordu: 1 Ordunun, Kânûnî Sultan Süleyman Kânunları’na göre ıslah edilmesi 2 Sultan Süleyman Kânunları’na, Avrupa nizamlarını tatbik ederek yeniden ordu teşkili, 3 Yeniçeri Ocağı tamâmen kaldırılarak, Avrupa usûllerine göre yeni bir ordunun kurulması Üçüncü düşüncede olanlara göre, devletin eski kânunları ihtiyaca cevap veremez hâle gelmiş, Yeniçeri Ocağına fesad karışmış bu da ordunun bozulmasına sebep olmuştu Bu sebeplerden dolayıYeniçeri Ocağını bir tarafa bırakarak, tamamen Avrupa usûlleriyle yeni bir ordu kurulmalıydı Sultan Üçüncü Selim Han, bu fikirlerden üçüncüyü seçti Programın uygulanması için tertip edilen heyetin başına, İbrâhim İsmet Bey gibi dirayetli bir şahsı getirdi Bu zat, işin başlangıcında olabilecek tehlikeleri dile getirmişti Islahat heyetinin hazırladığı program, yetmiş iki maddeden meydana geliyordu Öncelikle askerlikle ilgili maddelerin tatbikatına geçildi Yeniçeri Ocağının birdenbire kaldırılmasının devlete vereceği zarar ortada olduğundan, bu ocağın ıslah edilmesi sırasında yeni ordunun kurulması çalışmalarına başlandı Yeniçeri Ocağına haftada birkaç gün mecbûrî tâlim konuldu Humbaracı, Topçu, Lağımcı ve Toparabacı ocaklarının yeni kanunnâmeleri hazırlandı Bunlar ordunun teknik sınıflarını teşkil edeceklerdi Yeni ordunun teşkili ise, Sadrâzam Koca Yusuf Paşanın Ziştovi ve Yaş anlaşmalarından sonra cepheden İstanbul’a dönmesiyle başladı Sadrâzamın Avrupa’dan subay da getirmesi, tâlimli piyâde askerinin teşkilini hızlandırdı Pâdişâh bu ordunun yeniçerilerden bağımsız olmasını ve genç yeniçerilerin buraya alınmasını istiyordu Ancak bunun mahzurları düşünüldüğünden, yeni ordunun Bostancı Ocağına bağlı, on iki bin mevcutlu ve örnek bir ordu gibi teşkili yoluna gidildi Levend Çiftliği Kânunnâmesi ile yeni ordunun kadroları ve diğer meseleleri açıklanmış oluyordu Nizâm-ı Cedid ordusunun kuruluşunda ortaya çıkan diğer bir problemse yeniçeri taraftarlarının çıkaracağı taşkınlıktı Bunun için halk arasında mûteber olan devlet adamlarından faydalanma yoluna gidildi Yapılan propagandada, yeni ordunun İstanbul’da Rus tehlikesine karşı muhâfaza için kurulduğunu, İstanbul’a karşı bir tehlike esnâsında Anadolu ve Rumeli’ne dağılmış olan, çiftçilikle uğraşan askerin geç gelmesinin doğuracağı tehlikeler anlatıldı Pek tesirli olmamakla berâber yapılan propaganda neticesi, ilk andaki tepkiler önlenmiş oldu Sessizlikten istifâde etmek isteyen devlet, Anadolu’da asker yetiştirme hareketine girişti Bu harekette, Karaman Vâlisi Kâdı Abdurrahman Paşa ile Amasya Sancakbeyi Cabbarzâde Süleyman Beyin gayretleri semeresini verdi Ancak Yeniçeri Ocağına tâlim mecburiyeti konması, hâriçten esamî satın alarak ulûfeye kaydolanların işine gelmedi Ocak içinde usûlsüz âidât toplayanların, kânunnâme ile engellenmesi, çıkarcıları zor duruma soktu Yapılan karşı propaganda neticesi önce Yeniçeriler tâlime çıkmamaya başladı, sonra da Nizâm-ı Cedide kaydolanların dağılmaları, devlet adamlarına Nizâm-ı Cedidin asker kaynağının sâdece ordu olduğunu anlatmış oldu Bu esnâda Levend’den başka Üsküdar’da Kâdı Abdurrahman Paşanın askerlerinden teşekkül eden yeni bir ordu tesis edildi Nizâm-ı Cedid ordusunun kurulmasının yanı sıra tophâne, tersâne ve mühendishânenin de yeniden organizasyonuna başlandı Tophâne mensupları elenerek yenilendi, Avrupa’dan top döküm ustaları getirilerek yeni ve kuvvetli top îmâlâtına başlanıldı Çok ihmâl edilmiş olan donanma ile tersânenin ıslahatına girişildi ve bu konu, Küçük Hüseyin Paşaya verildi Alınan tedbirler neticesinde donanma her yönden güçlendi Fennî eğitimde tahsil ve terbiyenin ilerlemesi için, 1773’te açılan Mühendishâne-i Bahri-i Hümâyûn genişletildi Bu okullarda, geniş ölçüde yabancı öğretmenlerden faydalanıldı Okulların kitap ihtiyacını karşılamak için de Üsküdar Matbaası yeniden tesis edildi Yapılan değişiklikler, devlet bütçesine ağır yük getiriyordu Yükün kaldırılması için, sâdece Nizâm-ı Cedidin giderlerini karşılayacak İrad-ı Cedid denilen yeni bir hazine kuruldu Ayrıca İrad-ı Cedid, ileride meydana gelebilecek harplerin giderlerini de karşılayacaktı İki yüz bin kese değerinde olacak bu hazinenin gelir kaynaklarını, rüsûm-ı zecriye denilen tütün, içki ve kahveden alınan vergilerle, mahlûl mukataalardan alınan vergi ve her sene yenilenen beratlardan alınan vergiler teşkil ediyordu Hazinenin hesaplarını görmek için de tâlimli asker nâzırı, İrâd-ı Cedid defterdarı tâyin edildi Nizâm-ı Cedid hareketi, askerî sâhadaki yeniliklerin yanısıra idârî, siyâsî ve ticârî sâhalarda aynı istikâmette bir takım teşebbüsleri beraberinde getirdi İdârî sâhada, Anadolu ve Rumeli, yirmi sekiz vilâyete bölündü ve vezir sayısı buna uygun hâle getirildi İdâreciliği menfî olan ehliyetsiz kişilere vezirlik verilmemesine dâir kânunnâme çıkarıldı ve tâyinlerin yapılması hakkı, pâdişâh ve sadrâzama verildi Vezirlerin memuriyet süresi, en az üç, en çok beş yıl arasında sınırlandırıldı Kadıların durumu, timar nizamnâmesi düzenlenerek, yapılacak muâmelelerin kânunnâmeye uygun olmasına dikkat edildi Osmanlı Devletinin iktisâdî, idârî, siyâsî sâhalarında yapılan yenilik ve ıslahatlar, yapılan menfî propaganda, içteki ve dıştaki başarısızlıklar sebebiyle istenilen neticeyi veremedi Islahatları tatbik edenler arasında, pâdişâha tam olarak itaat edenlerin sayısının az olması da bu başarısızlıklarda rol oynadı Hâricî düşmanlarla yapılan savaşlar, Arabistan’da Vehhabî, Mora’da Rum, Balkanlar’da Sırp isyanları ile diğer küçük çaptaki isyânları bastırmakta güçlükle karşılanılmasının suçu, devamlı Nizâm-ı Cedid askerine yüklendi Yeniçeri Ocağı mensuplarının da Nizâm-ı Cedid askerinin çoğalmasıyla kendi maaşlarının ellerinden gideceği korkusu, yeniliklere cephe almalarına yol açtı Fransa’nın Osmanlı Devleti aleyhine cephe alıp, İstanbul’daki Fransız sefirinin el altından Yeniçerileri, “Maaşlarınız alınıp, devlet ileri gelenlerine dağıtılacaktır” şeklindeki tahrikleri de etkili oldu Bu hareketin başarısızlığında korkak ve müsrif devlet adamlarının mühim tesiri oldu Devlet bütçesinden yapılan masrafların artması, hileli sikke kesilmesi veya yeni yeni vergilerin konulmasına bağlı olarak, eşyâ fiyatları arttı Taşrada vergi tahsildarlarının yolsuzlukları halka büyük sıkıntı getirdi Bu sebeplerden, yeniliğe karşı olan unsurlar, Nizham-ı Cedid’in yıkılması için fırsat aramaya başladılar Napolyon’un Mısır Seferi sırasında Akka Kalesinin önündeki savaşta başarı kazanan Nizâm-ı Cedid ordusundan, Sırp isyanlarına ve Rusya ile savaş tehlikesine karşı faydalanılmak istendi ve ordu Rumeline geçirildi Ancak bu durumdan şüphelenen Rumeli âyânına, ordunun Sırp İsyânını bastırmakla vazifeli olduğu îlân edildi Fakat, Sadrâzam İsmail Paşanın ve yeniliğe muhâlif olanların Rumeli âyânı ve Yeniçerileri tahriki, olayların başlangıcı oldu İlk hâdise Tekirdağ’da meydana geldi Burada, kurulacak Nizâm-ı Cedid ordusuna dâir fermanı okuyan kişiyi Yeniçeriler öldürdüler Askeri Edirne’ye götüren Kâdı Abdurrahman Paşaya mukâvemet edilmesi, iç harp tehlikesi derecesine ulaştı İngiliz donanmasının İstanbul’u yakmakla tehdit ettiği ve düşmanın sınırlara asker yığdığı sırada böyle bir isyânın başlaması, devletin selâmeti açısından kötü neticeler verecekti Bu sebeple Üçüncü Sultan Selim Han, Abdurrahman Paşayı geri çağırdı Ancak bu tedbir arzu edilen neticenin aksine, muhâliflerin taşkınlıklarını arttırmaktan başka bir işe yaramadı Zîra yenilik düşmanlarının şımarmalarına sebebiyet verildi İstanbul’da Boğaz yamakları isyan etti Edirne’deki hâdiseden sonra merkezde yapılan değişiklikler, fayda yerine zarar getirdi Yeni tâyinlerle, görünüşte Nizâm-ı Cedid taraftarı olanlar, makam sahibi oldular Ordunun da İstanbul’da bulunmayışını fırsat bilen Yeniçeri ve yenilik muhalifleri, Nizâm-ı Cedidi ortadan kaldırmaya karar verdiler Bu karardan habersiz olan Pâdişâh, Boğaz yamaklarını Nizâm-ı Cedid’e dâhil etmeye çalışıyordu Köse Mûsâ Paşa ise el altından haber göndererek, bu askerleri; “Eğer, Nizâm-ı Cedid elbisesi giyerseniz dinden çıkarsınız, giymezseniz ocaktan atılırsınız Belki de Nizâm-ı Cedid sizi öldürecek” diye tahrik ediyordu Tahrikler sonucu 26 Mayıs 1807 târihinde Büyükdere Çayırında toplanan yeniçeriler isyânı başlattılar Başlarına reis olarak seçtikleri, Kabakçı Mustafa denilen serkeş de İstanbul halkına, yaptıkları işin mukaddes bir hareket olduğu yolunda propaganda yaptı Bu esnâda Kaymakam Köse Murâd Paşa, bir taraftan Pâdişâha isyânı önemsiz gibi gösterirken, diğer taraftan, isyancıları bastırmaya hazırlanan Topçu Ocağına, karşı gelmemelerini emreden haberi gönderiyordu Böylelikle isyan programı düzenli olarak tatbik edilmeğe başlandı İsyancılar Et Meydanında (Aksaray’da) toplandıktan sonra, devlet adamlarının içinde bulunan Nizâm-ı Cedid muhâlifleriyle anlaştılar Pâdişâh durumdan haberdâr olduğunda iş işten geçmişti İsyânın bastırılması için Nizâm-ı Cedidin kaldırıldığına dâir bir ferman yayınladıysa da, âsiler bu defâ da, Pâdişâhtan on bir kişinin kendilerine teslimini istediler Kendisine on bir kişinin isimlerinin listesi verildiğinde çok üzülen Pâdişâh, bütün bunlara sebep, kendi yumuşak huyluluğu olduğunu söyledi Kan dökülmemesi için âsilerin istekleri kabul edildi Âsiler verdikleri listede olan kişileri birer yolunu bulup katlettikten sonra bizzat Nizâm-ı Cedidin mîmârı olan Sultan Üçüncü Selim’e karşı hareketlere başladılar Nihâyet Üçüncü Selim Han da iyi huyluluğu, şefkati ve temiz ahlâkı yüzünden şehit edildi İsyânın neticesinde de memleket, Avrupa’ya yetişmek yolunda uzun bir süre geri bırakılmış oldu |
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik) |
06-27-2012 | #18 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik)O Okçuluk (Türklerde) Orhun Âbideleri Osmanlılarda Top ve Topçuluk Osmanlı Toprak Hukuku Otağ Otuzbir Mart Vakası Türklerde Okçuluk Ok, eski Türklerde millî silah olarak kabul edilmekte, çeşitli destan ve halk hikâyelerinde ondan bahsedilmektedir Oğuz kelimesinin “oklar” mânâsına (ok+z) geldiğini, z’nin çoğul eki olduğunu iddia eden linguistler (dilbilimciler) de mevcuttur Gerçekte “-z” eki birden çok şeyler için kullanılmıştır “di-z, gö-z, sö-z, yü-z” gibi Okun aynı zamanda sembol olarak kullanıldığı da olmuştur Oğuzlar, Bozoklar ve Üçoklar diye iki, Göktürkler de on oklar diye on büyük kola ayrılmışlardı Orta Asya’da yapılan arkeolojik kazılarda ele geçen oklar, Türklerin ok yapımında çok mahâretli olduklarını göstermektedir Dede Korkut Hikâyelerinde bir Türkün alp, yâni kahraman olabilmesi için, uçan kuşları ok ile düşürmesinin de şart olduğu belirtilmektedir Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, husûsî mektuplarında, ok ve yayı tuğra olarak kullanıyordu Divan edebiyatında ise ok sevgilinin kirpiklerine yay da kaşlarına benzetilmektedir Bu bir noktada mürşidin nazarıdır Osmanlılar zamânında okçuluk büyük bir ehemmiyet taşımış, okçuların yetişmesi ve eğitimi meselesi devlet seviyesinde ele alınmıştır Anadolu beyliklerinde ve Osmanlılarda okçu birlikleri savaşlarda çok mühim rol oynamışlardır Özellikle Birinci Kosova, Varna, Gazze, Mısır Seferi ve 1521 Belgrad Muhâsarasının zaferle neticelenmesinde bu birliklerin payı çok büyük olmuştur Böyle güçlü birlikler teşekkül ettirebilmek için ok tâlimleri ve müsâbakalarının yapıldığı ok meydanları düzenlenmiştir İlk olarak Orhan Bey Bursa’da, sonra Yıldırım Bâyezîd Gelibolu’da, Fâtih İstanbul’da gemileri karadan Haliç’e indirdiği yerde ve Yavuz Sultan Selim de Yenibahçe’de ok meydanları inşâ ettirmişlerdir İstanbul’daki ok meydanlarının sayısı otuz civârında idi Belgrad, Üsküp, Edirne, Bağdat, Kahire, Amasya, Şam, Diyarbakır ve Cidde gibi daha birçok yerde de ok meydanları bulunuyordu Bu meydanlarda ok tâlimlerinden başka koşular, pehlivan güreşleri ve diğer atletizm müsâbakaları da yapılırdı Divan şâirleri usta sayılan kemankeşler (okçular) için methiyeler, şiirler yazarlar, rekor sayılan atışlarda nişantaşları dikilirdi Üçüncü Sultan Selim’in attığı okun düştüğü yere dikilen menzil taşı bugün hâlâ yerindedir Yavuz Sultan Selim Hanın önünde ok atan kemankeş için zamânından çok sonra Yahya Kemal’in yazdığı şiir bunların en güzellerinden biridir İkinci Bâyezîd Han, Genç Osman, Dördüncü Murâd, Dördüncü Mehmed Han, Üçüncü Selim Han, İkinci Mahmûd Han ve Sultan Abdülazîz Han gibi pâdişâhlar, kabri Ok Meydanı’nda olan Dâmâd İbrahim Paşa, Kemankeş Ali Paşa, Kemankeş Ahmed Paşa, Kemankeş Kara Mustafa Paşa ve Deli Hüseyin Paşa gibi vezirler, okçulukta zamanlarının şampiyonu idiler Ok talimleri rüzgârın cihetine göre yapıldığından böyle her rüzgâra mâruz yerler meydan olarak seçilmezdi Ok meydanlarının bakımı ile uğraşanlara “ihtiyar” denilirdi Her meydanın üç ihtiyarı olup, baş sorumlu “şeyhü’l-meydan” diye adlandırılırdı Bunlar aynı zamanda okçuluk tekkesi şeyhliğini de yaparlardı Şeyhü’l-meydan, kemankeş pehlivanların en kabiliyetli, zeki ve dürüst olanları arasından seçilirdi Kemankeşliğe yeni başlayanlar ondan müsâde alırlardı Şeyhü’l-meydan ile menzil ihtiyârı ve mütevelli, meydanın ve okçuluğun bütün meselelerini, ihtilaflarını çözerlerdi Burada tâlim yapanların imtihanlarını yaparlar ve gençleri okçuluğa teşvik ederlerdi Üç yüz metreye ok atabilen okçu, “kemankeş” ünvânını alırdı Okçuluk tekkesi, her sene altı mayısta ok talimlerine başlamak için açılır, pazartesi ve perşembe günleri olmak üzere tâlimler altı ay devâm ederdi Okçular, müsâbakalarına “koşu” derlerdi Okçu meydanına öğleden evvel gelip yemekler yenildikten ve namaz kılındıktan sonra müsabaka başlardı Atışlar mesâfe atışı ve “hedefe atış” olmak üzere iki çeşitti Bir de zarp vurma denilen sert cisimleri delme yarışı vardı Hedefe atışlarda, hedef tabla veya “puta” denilen kalın meşinden yapılmış ve içi saman dolu cisimlerdi Tabla iki ayak üzerine tespit edilir İsâbeti haber vermek için etrafına çıngıraklar konulurdu Menzil atışına katılanlar meydan sorumlularından olan ihtiyarlar ki “azmâyiş” denilen okları kullanırlar, dokuz yüzcüler, binciler ve bin yüzcüler diye dörde ayrılırlardı Seksen gez aralıkta dikilmiş iki bayrak arasına düşmeyen oklar müsâbaka hâricinde tutulur, oku en uzağa atan kemankeş müsâbakayı kazanırdı Târihte meşhur kemankeşlerin menzil dereceleri şöyledir: Tozkoparan İskender 1281 gez (845,4 m), Arap kemankeş 1124 gez (741,8 m), Sübaşı Sinan 1109 gez (731,9 m), Havandelen 1235 gez (815,1 m,), Kazzaz Ahmed 1037 gez (684,4 m), Benli Karagöz 1161 gez (766,2 m), Deve Kemal 1205 gez (795,3 m), Çullu Ferruh 1223 gez (807,1 m) Kaptan Sinan 1232 gez (813,1 m), Bursalı Şela 1271 gez (838,8 m) Solak Bali 1239 gez (817,7 m) (Bir gez 66 cm’dir) Okçular ok atarken, sol dizlerini yere koyup sağ dizlerini kaldırırlar “Ya Hak” diye salâ verip oku fırlatırlardı Abdestsiz ok atmazlardı Kazanan kemankeşin boynuna çaprazvârî şal takılır Okçular tekkesine götürülürdü Şeyhü’l-meyâdin de kazanana iltifât ederdi Müsâbakalarda mükâfât koymak, sadece pâdişâhlara, vezirlere ve şeyhü’l-meydanlara mahsustu Her yıl binlerce kemankeş yarışırdı Topkapı Müzesindeki bir belgede; 1671’de sâdece Ok Meydanı’nda 3375 kemankeşin ok attığı belirtilmektedir Okçular, kullandıkları âletlere hürmet ederler, tâlim veya müsâbakalardan sonra yay ve oklarını tekkedeki dolaplarına koyarlardı Okçuluk tekkeleri iki odadan müteşekkil olup birinde sohbet edilir diğerinde ise yemekler yenirdi Okçuluk sporunun ve tekkelerinin kendilerine âit kuralları olup, bunlara riâyet etmeyenler, kemankeşlikten menedilmeye kadar varan birçok müeyyidelere tâbi tutulurlardı İstanbul, Edirne, Bursa gibi pekçok şehirde ok îmâlâtçıları büyük çarşılar hâlinde toplanmışlardı Osmanlı ordusunun ok ihtiyâcını cebeci ocağı karşılamakta, bu ocak tarafından îmal edilen oklar sandıklarla savaş meydanına götürülüp burada kemankeşlere dağıtılmaktaydı Pâdişâhı ise, dört yüz okçu muhâfaza ederdi Osmanlının son zamanlarına doğru özellikle İkinci Mahmûd Han zamânında ateşli silahların iyice yerleşmesiyle, okçuluk eski önemini kaybetmeye başladı Orhun Âbideleri Göktürk Devletinden kalma, 7 ve 8 asra âit en eski taş kitâbeler Üzerinde, Türk Edebiyâtının ilk örnekleri bulunan “bengü taşları”dır Moğalistan’ın kuzey-doğusunda, eski Orhun Nehri yatağına dikilmiş oldukları için bu kitâbelere Orhun Âbideleri, Göktürk Devletine âit oldukları için de Göktürk Kitâbeleri denmiştir Âbidelerde adı geçen Ötüken Ormanı, Türklerin Birinci İstiklâl Savaşını kazanan Kutluk Kağan tarafından, yeni Türk devletine idâre merkezi olarak seçilen yerdir Orhun civârında Orhun yazısı ile yazılı daha başka kitâbeler de bulunmuştur Belli başlıları altı tânedir Fakat bunların en büyükleri ve mühimleri üç tânesidir Birincisi olan Kül Tigin Âbidesini, ağabeyi Bilge Kağan, 732’de diktirmiş, ikincisi olan Bilge Kağan Âbidesini de ölümünden bir yıl sonra 735’te kendi oğlu diktirmiştir Üçüncü olarak vezir Tonyukuk Âbidesi ise 720-725 senelerinde kendisi tarafından dikilmiştir Kül Tigin Âbidesi: Kağan olmasında ve devletin kuvvetlenmesinde birinci derecede rolü olmuş kahraman kardeşine karşı, Bilge Kağan’ın duyduğu minnet duygularını ifâde eden, bizzât hükümdâr ağzından yazılmış hitap eder Yere devrilmiş vaziyette bulunmuştur Rüzgâra mâruz kalan kısımlarında tahribât ve silintiler vardırYüksekliği 3,75 metredir Saf olmayan mermerdendir İtina ile yontulmuş, yukarı doğru daralmaktadır Dört cephelidir Âbidenin doğu cephesinin üstünde kağanın işâreti vardır Batı cephesi Çince kitâbe ile kaplıdır Diğer üç cephesi Türkçe kitâbelerle doludur Âbidedeki kitâbeleri, Bilge Kağan ve Kül Tigin’in yeğeni Yollug Tigin yazmıştır Satırlar yukarıdan aşağıya doğru yazılmış ve sağdan sola doğru istif edilmiştir Satırların uzunluğu 235 cm kadardır Cetvelden çıkmış gibidir Âbidenin Çince kitabesinde Türk-Çin dostluğu, Türk İmparatorluğu ve Kül Tigin methedilmekte, tanıtılmakta ve târihler düşürülmektedir Bilge Kağan Âbidesi: Aynı yerde Kül Tigin Âbidesinin bir kilometre uzağındadır Şekli, tertibi ve yapısı, tamâmiyle birincisine benzemektedir Yalnız biraz yüksektir Bu âbidede Bilge Kağan hitabeder Ayrıca Kül Tigin’in ölümünden sonraki vak’aların ilâve edildiği görülür Bu eser hem devrilmiş hem parçalanmıştır Tahribat ve silinti bunda çok fazladır Bu âbideyi de yeğeni Yollug Tigin yazmıştır Her iki âbidede de Bilge Kağan’ın sözlerinin dışında Yollug Tigin’in kitâbe kayıtları ve ilâveleri yer almaktadır Vezir Tonyukuk Âbidesi: Diğer iki âbidenin biraz daha doğusunda bulunmaktadır Devrilmemiş, dikili, dört cepheli iki taş hâlindedir Birinci ve daha büyük olan taşta 35, ikinci taşta 27 satır vardır Bu âbide, İltiriş Kağan’ın isyânına iştirâk eden ve o günden Bilge Kağan devrine kadar devlet idâresinin baş yardımcısı olarak kalan, VezirTonyukuk tarafından diktirilmiştir Âbidede bu kudretli ve tecrübeli müşâvir vezirin kendisi konuşmaktadır Orhun âbideleri, Göktürk Devletinin kuruluşundan yarım asır sonra, Türk Beylerinin anayurttan uzaklaşarak, kendilerini Çin’in yumuşak ipeklerine ve hileci siyasetine kaptırıp bozulduklarını anlatır Eskisi gibi iyi ve bilgili olmayan bu beylerin elinde Türk Devletinin nasıl sarsılıp yıkıldığını aydınlatır Bu yüzden tam elli yıl, Çin ilinde esir yaşayan doğu Türklerinin, esirlik hayâtına alışamıyarak, durmaksızın isyan ettiklerini ve sonunda muvaffak olduklarını, yeniden istiklâl kazandıklarını anlatır Sekizinci yüzyılda, Çinlilere karşı yapılan İstiklâl Savaşı kazanıldıktan ve Türk bütünlüğü sağlandıktan sonra, bunların unutulmaması için diktirilmiştir Orhun Âbideleri çok yönlü vesikalardır Şöyle ki: “Türk milletinin adının geçtiği ilk Türkçe metin olup; taşlar üzerine yazılmış ilk Türk târihi; Türk devlet adamlarının millete hesap vermesi; milletle hesaplaşması, devletin ve milletin karşılıklı vazîfeleri; Türk nizâmının, Türk töresinin, Türk medeniyetinin, yüksek Türk kültürünün büyük vesîkası; Türk askerî dehâsının, Türk askerlik sanatının esasları; Türk feragat ve fazîletinin büyük örneğidir Türk içtimaî hayâtının yüksek tablosu; Türk hitâbet sanatının şâheseri, hükümdarâne edâ ve ihtişamlı hitap tarzı; Türk milliyetçiliğinin temel kitabı; Bir kavmi bir millet yapabilecek eser; Türk yazı dilinin ilk örneği ve başlangıcını mîlâdın ilk asırlarına çıkartan delil, Türk ordusunun kuruluşunu ilk asırlara götüren vesîka; insanlık âleminin sosyal muhtevası bakımından en mânâlı mezar taşlarıdır Orhun Kitâbelerinden, 12 asırda târihçi Cuveynî, Târîh-i Cihângüşâ’sında bahsetmiştir Ayrıca Çin kaynaklarında da bu âbidelerden bahsedilmektedir 1709’da Poltava Savaşında Ruslara esir düşen İsviçreli subay Strahlanberg, 13 sene Sibirya’daki sürgün hayâtında serbestçe gezip dolaştığı yerlerde incelemelerde bulunmuş, 1730’da kendi vatanına döndüğünde araştırmalarını yayınlamıştır Bunun üzerine 1890’da Heikel’in başkanlığında bir Fin, 1891’de de W Radloff’un başkanlığında bir Rus ilmî heyeti kitâbelerin mahalline gönderilmiştir Her iki heyet âbideleri tetkik edip, fotoğraflarını Avrupa ilim merkezlerine dağıtmışlardır Danimarkalı Bilgin V Thomsen 1893’te Orhun yazısını çözmeyi başarmıştır Son olarak Türk bilgini Talat Tekin, Amerika’da Orhun Türkçesinin bir gramerini ve kitâbelerinin yeni bir neşrini yapmıştır Orhun Kitâbelerinin metninden bir kısmı şöyledir: “Kişi oğlında üze eçüm apan Bumin Kağan İstemi Kağan olurmuş, Olırıpan Türk Buduning ilin törüsin tutan birmiş, iti birmiş Tört bulung kop yagı ermiş Sü sülepen tört bulungdaki budung kop almış, Kop baz kılmış Başlığıg yükündürmüş tizliğig sökürmiş İlgerü Kadırgan yışka tegi, kirü Temir Kapıg-ka tegi kondurmuş İkin ara idi oksız Kök Türk ança olurur ermiş, Bilge Kağan ermiş, Alp Kağan ermiş, Buyrukı yime bilgi ermiş erinç, alp ermiş erinç, Beğleri yime, budunı yime tüz ermiş, Anı üçün ilig ança tutmış erinç” Osmanlılarda Top ve Topçuluk Küçük bir uç beyliğinden üç kıtaya hâkim büyük bir cihan devleti kuran Osmanlılar fütühâtlarında topu büyük bir ustalıkla yaptılar ve kullandılar İlk olarak Sultan Birinci Murâd Han (1359-1389) zamânındaki Kosova Meydan Savaşında top kullanıldı Sultan Bâyezîd Han (1389-1402), Niğbolu’yu kuşattığı zaman ordusunda top bulunuyordu Sultan İkinci Murâd Han (1421-1451) zamânında Semendire ve Mora yarımadasındaki Germehisarı kuşatmalarında toptan faydalanılmıştı 1423’te Osmanlılar elinde bulunan Antalya Kalesini kuşatan Karamanlılara karşı top ilk defâ kale müdâfaasında kullanılmış ve Karamanoğlu İkinci Mehmed Bey, bir gülle isâbetiyle ölmüştür Fâtih Sultan Mehmed Han (1451-1481), devrin en modern toplarının balistik hesaplarını yapmış; istediği vasıfta toplar döktürerek topçuluğa büyük hizmetler getirmiştir Fâtih Sultan Mehmed Hanın Novoberda Kuşatmasında, havan topunu kullandığını târihî kaynaklar kaydederler İstanbul’un fethinden önce toplar, harp meydanı yakınında veya başka bir yerde dökülüp harp alanına getirilirdi Fetihten hemen sonra Fâtih Sultan Mehmed Han (1451-1481), bir top dökümyeri tesis etti Galata surlarının dışında bugün de Tophâne olarak isimlendirilen mevkide inşâ edilen bu îmâlâthâne, Sultan İkinci Bâyezîd Han (1481-1512) zamânında büyük bir yangın geçirdi Kânûnî Sultan Süleymân Han (1520-1566) devrinde, genişletme çabaları sonucunda top döküm binâlarının yanısıra topçular kışlası ve tâlim yerleri yapıldı Tophâne bu görünümünü Sultan Birinci Mahmûd Han (1730-1754) devrine kadar muhâfaza etmiş ve 18 yüzyıl ortasında, Topçubaşı Mustafa Ağanın yaptığı plân üzerine yeniden inşâ edilen top döküm binâsı çok beğenilmiştir Fakat külliyenin gerçek genişletilme çabaları, Sultan Üçüncü Selim Han (1789-1807) devrinde olmuş, yeni ek top döküm ocakları inşâ edilmiştir Sultan İkinci Mahmûd Hanın (1808-1839) tahtta olduğu dönemde yeniden yanan ve tâmir gören Tophâne, dünyâda hâlen mevcut olan en eski top döküm yerlerinden biri olma özelliğine sâhiptir Osmanlı ordularında muhtelif zamanlarda çeşitli isim ve cinslerde toplar dökülmüştür İstanbul’un fethi sırasında Şayka, Prankı, Havan adı verilen havanlar; 16 yüzyılda yapılan toplardan Bacalaşka, Zarbazen, Havan, Şayka, Prankı en dikkat çekenlerdir On yedinci yüzyıl ortalarına kadar da Zarbazen, Miyane Zarbazen, Şahi Zarbazen, Çakaloz, Prankı, Bedolçka, Morten, Ejderhan, Kolonborna, Miyane, Balyemez ve Havan topları kullanılmıştı Bu topların herbirinin gülleleri başka başka olduğu gibi, değişik türleri de vardı Ordu sefere giderken toplar üçe bölünürdü Bir bölümü biribirine zincirle bağlı olarak yeniçerilerin önünde, diğer iki bölümse bir hilâl şeklinde ilerleyen ordunun iki kanadında bulunurdu Kale kuşatmalarında kullanılanlarsa lüzumunda getirilmek için geride bekletilirdi Top arabalarının ulaşmasına imkân olmayan yerlerdeyse develerle döküm malzemesi götürülerek ihtiyaç duyulan yerde top dökülürdü Ayrıca kuşatmalarda elde mevcut olan toplar yetmezse yerinde daha büyük çaplı toplar dökülürdü İstanbul ve Belgrad kuşatmalarında böyle hareket edilerek daha büyük çaplı toplar dökülmüştür Osmanlılarda top, döküm ocakları adı verilen yerlerde yapılırdı Bu işlemin yapıldığı binâlar yüksek duvarlı, kubbeli ve fazla miktarda bacaya sâhip mekânlardı Ayrıca top dökümü için zemine açılmış büyük çukurlar, erimiş mâdenin taşınması için kullanılan künkler ve döküm esnâsında çıkabilecek yangın tehlikesine karşı su sarnıçlarıyla teşkilâtlandırılırdı Bir topun dökümünde esas olan unsur kalıptır Özel bileşimli çamurun içine keten ve kenevir lifleri gibi dayanıklı malzemeler katılarak yapılan ana maddeye top biçimi verilirdi Büyük kalıbın içine yerleştirilen aynı maddeden yapılan ikinci bir kalıp daha bulunurdu Böylece iki kalıp arasında kalan boşluk, eritilmiş maddenin (demir veya bronz) doldurulduğu esas top gövdesinin meydana gelmesine yarardı Sıkıca sarılmış olan kalıplar belirli bir müddet sonra açılır ve kalıp içinden çıkan mâdeni top üzerindeki pürüzler giderildikten sonra kullanılmak üzere hazırlanırdı Osmanlılarda top dökümü ehemmiyet verilen ve kendine has merâsim ile gerçekleştirilen önemli bir olaydır Başta sadrâzam olmak üzere, şeyhülislâm ve önemli devlet adamları top dökümünün yapılacağı top kârhanesine gelirlerdi Okunan duâları ve kurban merâsimini tâkiben, top dökümü için kullanılacak eritilmiş alaşım içine altın liralar atılırdı Böylece tunç alaşımına altın karıştırmakla namlu yapısını kuvvetlendirirlerdi Osmanlı Toprak Hukuku Osmanlı zamânında beş türlü toprak vardı: 1 Milletin mülkü olan topraklar olup, pek azı haraçlı, pekçoğu öşürlüydü Mülk olan toprak dört kısımdı Birincisi; köy, şehir içindeki arsalar veya köy yanında olup, yarım dönümü geçmeyen ve öşürlü veya haraçlı olan yerlerdi İkincisi, halifenin izniyle millete satılan ve mahsûlünden öşür verilen mîrî tarla ve çayırlardı Üçüncüsü öşürlü, dördüncüsü haraçlı topraklar olup, bunlar yarım dönümden büyük tarlalardı Bu dört çeşit toprağı, sâhibi satabilirdi Vasiyet edebilirdi ve vârislerine, ferâiz bilgisine göre taksim olunurdu Halbuki mîrî toprakları peşin para verip tapuyla kullanan kimseler ölürse, bu toprakların parasından borcu ödenmez Vasiyet edemez Vârislerin malı olamaz Bu topraklar kurban nisabına katılmaz Satılmaz Yalnız, izinle, para karşılığı, başkasına devir olunabilir Mîrî toprağı kirâlayan kimse, her şey ekebilir veya kirâyla başkasına ektirir Üç sene boş bırakılan toprak başkasına verilir Kirâcı, mîrî toprağa ağaç, asma gibi şeyleri izinsiz dikemez İzinsiz, binâ da yapamaz Meyyit gömülmez Mîrî toprak, tapuyla kirâlamış olanın mülkü olamaz Bu kimseler kirâcıdırlar Bu kimse vefât edince, toprağın vârisine kirâya verilmesi âdet olmuştur Bu, vârisin şer’i hakkı olmayıp, devletçe yapılan bir ihsandır 2 Vakıf topraklar olup, öşürlüydü 3 Umûma terk edilen meydanlar, çayır ve benzerleriydi 4 Beytülmâlın ve hiç kimsenin olmayan dağlar, ormanlar gibi yerler olup, buraları işletip mahsûl alan Müslüman öşür verirdi 5 Mîrî topraklar Memleketin çoğu böyle olup, kirâya verilirdi Sonraları çoğu millete satıldı Öşürlü toprak oldu Dirlik sistemi: Mîrî topraklar, Osmanlı Devleti döneminde oldukça ilgi çekici bir sistemle işletilmiştir Dirlik sistemi denilen bu usûl şöyle doğmuştur: İslâmiyetin doğuşundan beri fethedilen arâzinin rekâbesi (mülkiyeti) Devlet Hazinesine “Beytülmâle” kalıyordu Hükümet bu arâzinin sâdece kullanılmasını fertlere bırakabiliyordu Osmanlı Hükûmeti, toprakların fertler aracılığıyla işletilmesini “dirlik sistemi” ile hâlletmiştir Bu şekilde teşekkül eden dirlikler beş kısımdı: 1 Hâs: Senelik hâsılatı 100000 akçeden fazla olan dirlik Pâdişâha mensup büyük zevâtla vezirlere ve beylerbeylerine âit olurdu Her hâs sâhibi, her 5000 akçe için bir cebeli, yâni savaşa hazır mücehhez (teçhizâtlı) asker çıkarmakla mükellefti 2 Zeâmet: Hâsılatı 20000’den 100000 akçeye kadar olan dirlik Her 5000 akçe için bir cebeli çıkarmakla mükellefti 3 Timar: Hâsılatı 3000 akçeden 20000 akçeye kadar olan dirlik İlk 3000 akçeye müstesna her 3000 akçe için bir cebeli yetiştirmekle mükellefti 4 Yurtluk: Tersâne mensuplarını, yâhut bir kalenin muhâfızlarını veya bir kasaba veya şehir memurlarının açıklarını karşılamak için verilen dirliklerdi Sâhibinin iki veya daha çok bölgenin öşürünü tahsil yetkisi vardı 5 Ocaklık: Asıl îtibâriyle yurtluktan farklı olmayıp, ocaklık sâhibi öşür vergisi yanında gümrük gibi bâzı resim ve vergilerin de toplanmasına yetkiliydi Gerek yurtluk ve gerekse ocaklık verilmesi, hudutları muhâfaza ve bilhassa âni savaşta, ordu gelinceye kadar mücâdele veya asıl ordu yetişince ona iltihâk ederek onunla berâber nihâî zafere kadar harbe iştirakten ibâretti Dirlik sâhiplerinin yetkileri: Dirlik teşkilâtında hak sâhiplerine “sâhib-i ard” yâni toprak sâhibi denirdi Bunlar, o dirliğe dâhil olanlardan biri arâzisini satacak olursa, bu satışta tapu memuru vazifesini görürdü Sâhib-i ard, öşrü kendisine tahsis edilen toprakları, reâyânın (bu toprakları ekip biçen halkın) vazifesini yapmadığı zaman hükümdara vekâleten onun elinden alıp, başka birisine verebilirdi Dirliklerin çöküşü ve ilgâsı: Devlete büyük faydaları olan Dirlik Teşkilâtı, Üçüncü Sultan Mehmed Han devrinden îtibâren zayıflamaya başladı Bunun sebebi, dirlik sâhiplerine normal (asker) yetiştirme külfeti dışında başka mükellefiyetler yüklenmesi olmuştur Bu çok önemli müessesenin islâhı yoluna gidilmişse de bir türlü düzeltilemedi Nihâyet 1839 târihli Tanzimat Fermânı ile bütün dirlikler kaldırıldı Bu fermanla, memur maaşlarının hazîneden verileceği îlân olundu ve mevcut dirliklerin sâhib-i arzlarını mağdur etmemek için dirliklerin hâsılatı, kayd-ı hayat şartıyla onlar lehine gelir olarak maaş şeklinde bağlandı Daha sonra 1858 (H 1274) târihli “Arâzî Kânunu” çıkarılmıştır Bu kânundan önce Hicrî 892 senesinde hazırlanmış olan “Hüdâvendigar Livâsı Kânunnâmesi”, Hicrî 922 târihli “Biga LivâsıKânunu”, Hicrî 935’te hazırlanmış olan “Kânun Livâ-i Aydın” ve Hicrî 935 senesinde yürürlüğe konulan “Kütahya Livâsı Kânunu” vardı 1858 târihli Arâzi Kânunnâmesi hazırlanırken, 1849 târihli Ahkâm-ı Mer’iyeden oldukça istifâde edilmiştir 1858 târihli Arâzi Kânunnâmesi Osmanlı Devleti dönemindeki beş sınıf toprak rejimini aynen almıştır Bunlar; mülk topraklar, mîrî topraklar, vakıf topraklar, metrûk (terkedilmiş) topraklar ve ölü topraklardır 1858 Arâzi Kânunnâmesi’nin yanında daha sonra birçok kânun çıkarılmıştır Bu kânunlar doğrudan doğruya toprak kânunu sayılmakla berâber, toprak konusuna ilişkin bâzı hükümler ihtivâ ediyorlardı Otağ Pâdişâhlara ve beylere mahsus büyük süslü çadır Otağ, Orta Asya Türk devletlerinde bir azamet, Müslüman-Türk devletlerinde ise bayrak ve tuğla berâber hâkimiyet alâmeti olarak telakki edilmiştir Çin kaynaklarına göre eski Türklerde bayraksız otağ, otağsız bayrak olmazdı Uygurlarda, hakan çadırlarına “Bayraklı otağ” denilirdi Bundan, hakanın çadırının aynı zamanda savaş karargâhı olduğu düşünülebilir Otağlar renkleriyle de sâhibinin devlet içindeki mertebesini belirtirdi Göktürk veUygur hakanlarının çadırları, “Altın otağ” olarak adlandırılırdı Otağlar ayrıca üzerlerini örten keçenin rengine göre ak, boz, kızıl, kara gibi isimler de alırlardı Hakanın hareminin bulunduğu çadır dâimâ beyaz renkli olurdu Oğuz Hanın çadırı, kaynaklara göre, her direği altın varakla kaplı ve üzeri yâkut, safir, zümrüt ve fîrûze ile süslenmiştir Otağlar bir ev büyüklüğünde olup, içerisi perdelerle odalara ayrılmıştı ve bir evde bulunması gereken bölümler mevcuttu Altınordu Devletinde hakana âit çadır, beyaz renkte ve uzaktan bir tepeyi andırırdı Divan hânesinin zemini ipek halı döşeli ve ortada hâkanın oturacağı kıymetli taşlarla süslü taht bulunurdu Türk hâkanlarının çadırları kubbeli olur ve gök kubbenin yeryüzündeki bir modeli olarak telakki edilirdi Eski Türk devlet teşkilâtına göre, gökkubbe altında devlet, çadır kubbesi altında ise âilenin mahremiyeti bulunurdu Eskilerden beri halk arasında kullanılan “çadırını başına yıkmak” deyimiyle, devletin veya âilenin yıkılmasının kasdedilmesi, çadırın Türk kültüründeki mânâsını açıklamaktadır Hâkan otağı, maiyet otağları ve diğer kişilerin çadırlarının savaş ve sulh zamânında belirli bir kurulma düzeni vardı Bu düzen asırlarca bozulmadan devam etti Kırgızlarda, ortaya hâkan çadırı kurulur, etrâfı çitle çevrilir ve diğer çadırlar bu çitin dışına kurulurdu Göktürk ve Uygurlarda ise ortada hâkan çadırı bulunur, diğer çadırlar rütbeye göre çadırın etrâfında halka şeklinde dizilirdi Otağ-ı hümâyûn ise, Osmanlı Devletinde pâdişâha mahsus çadırlardır Çetr-i hümâyûn veya renginden dolayı kızıl çadır olarak da kaynaklarda geçmektedir Türk sanatının en parlak nümûnelerinden olan otağ-ı hümâyûnlar, Orta Asya’dan beri gelen çadır an’anesinin en mükemmel hâlini almış şekilleridir Otağ-ı hümâyûn, birbirine geçilebilen birkaç çadırdan meydana gelirdi Asıl otağ-ı hümâyûn yedi direkli olup, birbirleriyle bağlantılı bu çadırlar grubunun, cepheden üç kubbeli bir görünüşü vardı Bu üç kubbenin biri pâdişâhın dinlenme ve arz odası olan dîvanhâne, diğeri hamam odası, üçüncü kubbenin altı ise hazîne-i hümâyûnun muhâfaza edildiği kısımdı Otağ-ı hümâyûn, savaş meydanında veya konak yerindeki yerleşmede merkez noktasını teşkil ederdi Sefer süresinde otağın muhâfazası, sipâhî ve silahtâr bölüklerinin vazifesiydi Otağ-ı hümâyûnun çevresindeki birinci sırada altı bölük askerlerinin çadırları, ikinci sırada yeniçerilerin çadırları bulunurdu Seferde veya pâdişâh başka bir yere gideceği zaman otağ-ı hümâyûn iki takım olarak tertip edilirdi Pâdişâh bir konak yerindeyken ikinci otağ, bir sonraki konakta hazır edilirdi Bir sonraki konak yerine hareket eden otağ-ı hümâyûnun bakımı ve muhâfazası sipâhî bölüklerinden bir subayın emri altında yapılırdı Otağ-ı hümâyûnun sefere hazırlanması, yeniçeri ağasının kontrolünde, “otakçıbaşı” tarafından yapılırdı Sefer tuğlarının dikilmesinden sonra rikab ağaları, İstanbul’da bulunan dergahların şeyhleriyle birlikte Sultanahmed meydanındaki çadır mehterleri ocağında bulunan otağ-ı hümâyûnu, duâ ve ilâhîlerle kaldırıp bâbüssaâde önüne getirirler, burada önceden dikilmiş tuğlarla birlikte yine duâ ve tekbirlerle alıp, sayıları 400-700 arasındaki çadır mehterleri alayıyla, sefer Anadolu yönünde ise Üsküdar, Doğancılar meydanına; Avrupa yönünde ise Davutpaşa sahrâsına kurarlardı Böylelikle bütün İstanbul halkı seferin nereye olduğunu anlardı Otağın, konak mahallinin en güzel manzaralı yerine kurulmasına îtinâ edilirdi Yerin seçilmesi, konakçıbaşının vazifesiydi Konakçıbaşının rütbesi, beylerbeyi, sancak beyi veya kapıcıbaşı pâyesinde idi Muhârebe meydanına gelindiğinde, otağ-ı hümâyûnun kurulması esnâsında, orduda bulunan toplar ve yeniçerilerin tüfekleriyle üç defa ateş ederek selamlamaları âdetti Sefer müddetince, mehterhâne tarafından ikindi nevbeti vurulurken, otağın giriş kapısının perdesi açık tutulur Burada konakçı ve otakçı nöbet tutarlardı ve nevbet vurulması bittikten sonra mehterhânenin yaptığı duâya katılırlardı Pâdişâh otağları pamuk ipliğinden dokunmuş kumaşlarla yapılır ve kırmızı renkte olurdu Şehzade, vezir ve beylerbeyleri de kırmızı çadır kurabilirlerdi Ancak, esas kırmızı çadır pâdişâhlara mahsustu Nemçe (Avusturya) Seferi esnâsında Kânûnî Sultan Süleyman’ın çadırı kaynaklarda şöyle tasvir edilir: “Çeşit çeşit boyalarla sanatkârâne bir tarzda nakışlarla süslenmiş, yüksek divanhâneli çadırlardan meydana gelmiş otağın zemini, o zamâna kadar görülmemiş tarzda dokunmuş ipek halılar ve kilimlerle döşenmişti” Pâdişâhlar sefere bizzât gitmezlerse otağlarını, sefere memur olan serdâr-ı ekreme verirlerdi Zigetvar Seferi esnâsında Kânûnî SultanSüleyman’ın otağı olan çadır, Sultan Üçüncü Murâd tarafından sefere giden sadrazam ve serdâr-ı ekrem Sinan Paşaya verilmiş, daha sonra da aynı otağ Satırcı Mehmed Paşa tarafından Macaristan Seferi esnâsında kullanılmıştı Otağ-ı hümâyûnların dikilmesi ise otağ-geren-ı hassa denilen sanatkârların vazîfesiydi Bunlar, dört bölük olan çadır mehterlerinden ayrı yedi kişiydiler Ayrıca hayme-dûzân (çadır dikiciler), nakış-dûzân (nakışçılar) gibi sanatkârlar da otağ imâlinde çalışırlardı Otuzbir Mart Vakası Meşrutiyetin muhâfazası için Selanik’ten İstanbul’a getirilen Avcı taburlarının 13 Nisan 1909’da çıkardığı isyan Rûmî takvimle 31 Mart 1325’te çıktığı için Otuzbir Mart Hadisesi denilmektedir İsyânın sonucunda Sultan Abdülhamîd Han tahttan indirilmiş ve meşrutiyet örfîleşmiştir Bu vak’anın tertip edilişi, teşvik edicileri bu güne kadar kesin olarak ortaya konamamıştır Ancak Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın hiçbir ilgisi olmadığı kesindir Bununla berâber Otuzbir Mart Vak’asının umûmî sebepleri târihçiler tarafından şöyle sıralanmaktadır: 1 Meşrutiyetin îlânından o güne kadar geçen zamanda İttihat ve Terakki Cemiyetinin baskısı ile güvensiz, karışık bir durumun ortaya çıkması 2 Rum, Ermeni vb gibi toplulukların istiklâl kazanıp, millî devletlerini kurmak için büyük engel olarak gördükleri Sultan Abdülhamîd Handan kurtulmak istemeleri 3 5 ekimde Ferdinand’ın Bulgaristan’da istiklâlini îlân etmesi Bir gün sonra Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun Bosna ve Hersek eyâletlerini ilhak etmesi Girit halkının Yunanistan’a bağlandıklarını bildirmesi Adakale’nin Avusturya askerleri tarafından işgal edilmesi, Hükûmetin ve onu tesir altında tutan İttihat ve Terakkînin bu hâdiseler karşısında âciz kalıp, bir şey yapamaması 4 İkinci ordu subaylarının askerlerin ibâdet yapmalarına, tâlim ve eğitimi ileri sürerek mâni olmaları 5 İttihat ve Terakkî Cemiyetinin İstanbul’da tertip ettiği siyâsî cinâyetler sonucunda hükümetin kâtilleri yakalamada âciz kalması 6 Hükümetlerin istifâsı ile siyâsî buhrânın devam etmesi İttihat ve Terakkinin hükümete müdâhale etmesi 7 Basından sansür kalkınca herkesin istediğini yazmaya başlayıp karşılıklı ithamların ileri boyutlara varması Sultan Abdülhamîd Han zamânında bulunmayan Derviş Vahdetî’nin çıkardığı Volkan gazetesi gibi basın organlarının halkı tahrik etmesi Azınlık gazetelerinin millî maksatlarını ortaya dökmesi 8 İttihat ve Terakkînin baskısıyla ordu ve devlet idâresinde keyfî olarak yapılan tasfiye 9 Vak’adan üç gün önce İttihatçı zâbitlerin askerlerine; “Hocalarla kat’iyyen görüşmeyeceksiniz! Askerlikte diyânet meselesi aranmaz! Pâdişâh ve efrâd-ı ahâli İttihat Terakki Cemiyetinin elindedir!” telkinlerinde bulunmaları 10 İttihat ve Terakki ileri gelenlerinin mason olduklarının halk arasında yayılması <>Tertip edilişi hâlen karanlık olan Otuzbir Mart Vak’asının öncesindeki olaylarla vak’anın ortaya çıkışı ve neticeleri de şöyledir: İttihat ve Terakki Partisi önderleri meşrutiyetin îlânından sonra kurulan Said Paşa hükümetine iştirâk etmediler Partili olan küçük rütbeli subaylar, genç ve tecrübesiz oldukları için hükümette vazife almaktan çekindiler Tanin gazetesinde Hüseyin Cahid (Yalçın) sorumluluk altına girilmemesi gerektiğini yazdı Kabîneye girilmeyip iktidar Said Paşa hükümetine bırakıldı Daha sonraki yıllarda bu eksiklerini tamamlamak için İttihatçıların nâzır yardımcılıklarına getirilme çalışmaları ortaya çıktı Böylece hem iktidârı almıyorlar, hem de diledikleri gibi müdâhale ediyorlardı Selanik merkezî kısmı İstanbul’a nakledildi Hükümet ve devleti kontrol için Talat, Enver, Midhat, Şükrü, Hayri, Habib, Dr Nâzım, Bahaeddin Şâkir ve İsmail Hakkı beyler İstanbul’a gönderildiler Meşrutiyeti îlân ettiren İttihatçıların meşrûtiyetten sonra idâreyi bizzat ele almamaları ancak, hükümet işlerine de sık sık müdâhale etmeleri sebebiyle ülkede tedricen bir iktidar boşluğu doğmaya başladı Pâdişâhın da devlet işlerinden uzak tutulması, meşrûtiyetten sonra devletin otorite buhranına düşmesine yolaçtı Müesseselerde ortaya çıkan başıboşluk ve otoriter bir gücün mevcut olmayışı isyanlara müsâit bir zemin doğurmaya başladı 4 Ağustosta nâzır tâyini meselesinde çıkan bir ihtilâf neticesinde Said Paşa kabînesi istifâ etti Yerine Sultan Abdülhamîd Hanın; “O diktatör olmak ister” diye bahsettiği Kâmil Paşa sadrâzam oldu Kâmil Paşa, Nâzım Paşayı Harbiye nâzırlığına getirdi 24 eylülde İttihat Terakkiye muhâlif olarak kurulan Ahrar Fırkası, Türk siyâsî târihinin ikinci partisi oldu Fırkanın ileri gelenlerinden çoğu Türk asıllı olmayıp kurucuları arasında Celâleddin Ârif, Nihat Reşad (Belger), İsmail Kemal, Ahmed Samim ve Prens Sabahaddin gibi şahsiyetler vardı Bünyesinde meşrutiyet aleyhtarı kimseleri ve daha sonra ikinci meşrûtiyet meclisinde yer alan Hıristiyan mebusları topladı Meşrûtiyetin îlânından sonra toplanacak meclis için yapılacak seçimler, çeşitli kesimlerin birbirlerini karşılıklı suçlamalarına yolaçtı Seçim kampanyasının Bosna-Hersek’te de yürütülmesini protesto eden Avusturya, 5 ekimde Bosna-Hersek’i işgâl etti Aynı gün Bulgaristan bağımsızlığını, Girit de Yunanistan’a katıldığını îlân etti Ülkede seçimlerle berâber gelen karışıklıklar ve dışarıda karşılaşılan bu gibi felâketler, meşrûtiyete bağlanan ümitleri söndürdü İttihat ve Terakkinin îtibârı zayıflamaya başlayınca da güçlenen muhalefeti ezmek için düzenlenmiş fâili meçhul sûikastler ortaya çıktı 19 Ekimde Selanik’te Üçüncü Orduya bağlı avcı taburları meşrûtiyetin muhâfazasını ve şehrin güvenliğini sağlamak için İstanbul’a getirildi Meşrûtiyetten sonra İttihatçıların baskısıyla orduda alaylı subaylar ve memurlar arasında yapılan tasfiyeler gayr-i memnunların sayısını arttırarak huzursuzlukları şiddetlendirdi Matbuattan sansür kaldırıldığı için Serbestî, Mîzân, Tanin ve Volkan gibi gazetelerde alaylı-mektepli subay ayrımına dâir başlayan sert ve tahrikçi üsluptaki yazılar, subayların birbirleriyle ve erlerle arasının giderek açılmasına sebep oldu Volkan gazetesinde Derviş Vahdetî, İttihatçı subayların erler arasında dîne karşı takındıkları menfî tutumları istismâr ederek orduyu ve halkı isyana teşvik ediyordu 2 aralıkta daha önce Manastır Postanesinden çıkarken vurulan Şemsi Paşanın akrabâsı İsmail Mâhir Paşa, Sultanahmed Meydanında öldürüldü Kâtil, kaçmayı başardı Önceden beri devam etmekte olan bu gibi suikastler halkta Balkan komitacılığı usûlündeki cinâyetlerin devam edeceğine dair bir inanç uyandırıyordu 17 Aralıkta toplanan mecliste İttihatçılar ekseriyeti sağladılar Hükümet Avcı taburları ile hiç meşgul olmadığı gibi İstanbul’un inzibatı avcı taburu çavuşlarının emrine tâbi kılındı Bunların İstanbul’da eğlence hayâtına dalmaları yüzünden askerlikle alâkaları kesilmeye başladı Subaylarının önemli bir kısmının da izne ayrılması ile iyice başsız ve disiplinsiz kalan bu taburlar, içeriden ve dışarıdan tahrik edilmeye başladılar Bu sırada Enver Bey Berlin’e, Ali Fuad Bey Viyana’ya, Fethi Bey Paris’e ve Hâfız Hakkı Bey de Roma’ya ataşemiliter olarak tâyin edildiler Harbiye Nâzırı NâzımPaşa da ordu içinde İttihat ve Terakkiye karşı bir grup kurmaya çalışıyordu Prens Sabahattin, Hukuk-ı Beşer gazetesinde yazdığı yazılarla pâdişâh Abdülhamîd Hanın tahtta kalışına karşı çıkıp, İttihatçıların meşrûtiyetten sonra da gizliliklerini sürdürmelerine muhâlefet ediyordu Sadrâzam KâmilPaşa da İttihatçıların baskısından kurtulmak istiyordu Avcı taburlarını Yanya civârında isyan eden Yunan çetelerine karşı göndermek istedi Buna muhâlefet eden İttihat ve Terakki, meclisteki çoğunluğuna dayanarak gıyabında yapılan bir gensoru ile Kâmil Paşayı düşürdü Abdülhamîd Han meclisin kararına uyarak Kâmil Paşanın istifâsını kabul etti ve yerine Hüseyin Hilmi Paşayı 14 Ocakta sadrazamlığa getirdi Kâmil Paşa bundan sonra muhalefetle işbirliği yapmaya başladı 23 Ocak 1909’da Harbiye Mektebinde çıkan bir karışıklık sonucunda altmış talebe atıldı 6 Şubatta da Derviş Vahdetî tarafından İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti kuruldu Derviş Vahdetî, Volkan gazetesindeki tahrik edici yazılarından birinde, pâdişâha seslenerek; “Meşrutiyeti ilgâ ve meclisi kapatmak elinizdedir” diye yazıyor ve askerlerin ve ordunun büyük bir kısmının, kurduğu cemiyetin üyesi olduğunu iddiâ ediyordu Bu sırada Harbiye nezâreti yayınladığı bir genelgeyle ordunun siyâsetle uğraşmasını yasakladı Medrese talebelerinin imtihan edilmesiyle alakalı bir kânun teklifiyse bunların nümâyişine sebep oldu İstanbul’da durum iyice bozulmuştu 7 Nisanda Serbestî gazetesi başyazarı Hasan Fehmi, fâili meçhul kişilerce öldürüldü 13 Nisanda ise dördüncü avcı taburuna bağlı askerler gece yarısı saat 0400’da isyân ederek subaylarını hapsettiler Ayasofya’daki Meclis-i Mebusan önüne gelerek burada toplanmaya başladılar Derviş Vahdetî ve arkadaşları da aralarındaydı Tanin ve Şûrâ-i Ümmet gazetelerinin idârehâneleri tahrip edildi Adliye Nâzırı Nâzım Paşa, AhmedRızâ zannedilerek, Lazıkiye Mebusu Emir Arslan da Hüseyin Câhit zannedilerek öldürüldüler İsyan meşrû gerekçelerden, kuvvetli önderlerle idârecilerden, güçlü destekten mahrum ve baştan tecrid edilmiş bir şekilde başladıHareketin başında az veya çok tanınmış birisi yoktu İsyanın en önde gelen siması Hamdi Çavuştu Halk tamâmen ayaklanmanın dışında kaldı Yüksek seviyede din adamları ayaklanmada yer almadıkları gibi, başında çavuşların bulunduğu bu isyanı tenkit ettiler İlim adamlarından müteşekkil olan Cemiyet-iİlmiye ve siyâsî teşekküllerin aralarında birleşerek meydana getirdikleri Hey’et-i müttefika-i Osmaniye teşkilâtları meşrûtiyete sadâkatlerini beyan ederek isyâna karşı çıktılar Abdülhamîd Han isyânı Hüseyin Hilmi Paşanın gönderdiği bir telgraf sonucunda öğrendi O zaman telefon olmadığı için meclisteki telgraf merkeziyle isyânın mâhiyetini ve âsilerin taleplerini öğrenmeye çalıştı İsyancılar Mebusan Meclisine gönderdikleri tezkirede Sadrâzam Hüseyin Hilmi Paşanın görevden azlini ve Nâzım Paşanın Harbiye nâzırı olmasını, alaylı subaylardan daha önce tasfiye edilenlerin orduya geri alınmasını istiyordu Pâdişâh bunun üzerine Hüseyin Hilmi Paşayı sadrâzamlıktan aldı Ancak yerine Tevfik Paşayı sadrâzam, Müşir Ethem Paşayı Harbiye nâzırı yaptı Mâbeyn başkâtibi Cevad Beyi isyancılara göndererek isteklerinin kabûl edildiğini, vazgeçerlerse affedileceklerini bir hatt-ı hümâyûnla bildirdi Bunun üzerine isyancılar yatışarak dağıldılar Ertesi gün tahrikler sonucu tekrar toplandılar Ancak bu sefer de Gâzi Osman Paşa gönderildi Paşanın nasîhat etmesinden sonra dağıldılar İsyan esnâsında dâireler kapandı ve İttihat ve Terakki Merkez-i Umûmî mensupları Selânik’e kaçtılar Hüseyin Câhid, Suriyeli meşhur bir Hıristiyan âile olan Mutranların evine, oradan da Rus elçiliğine sığındı Dr Nâzım, Vefâ da Münir Beyin nezdinde mahfuz kalıp, oradan Selanik’e kaçtı, Ahmed Rıza, topçu subayı Süleyman Remzi Beyin delâletiyle Şehzadebaşı’nda Ali Beyin evinde gizlendi Bahaeddin Şâkir ise Fransız sefâret memuru Mösyö Roe’nin evinde saklanıp, sonra Hareket ordusuna katıldı Ancak, isyânın Rumeli’deki yankısı çok büyük oldu İsmâil Canbolat; “Meşrutiyet mahvoldu” diye telgrafla Selanik’e isyânı haber verdi Hâdiseyi kimin hazırladığı belli olmadığı içinAbdülhamîd Han, boy hedefi oldu İttihat ve Terakki merkez ve şûbelerinden saraya tehdit telgrafları yağmaya başladı Bir günde 67 telgraf geldi Üçüncü Ordu mensubu askerlerle gönüllü Bulgar, Sırp, Yunan, Arnavut ve Karadağ çetecilerinden müteşekkil bir ordu kuruldu Edirne’deki İkinci Ordu ile de temasa geçilip, bunların katılması sağlandı Trenlerle İstanbul’a sevkedilen bu orduya “Hareket Ordusu” denildi Ordunun başına önceHüseyin Hüsnü Paşa geçmişse de, komutanlığa daha sonra Mahmûd Şevket Paşa getirildi Orduya, Hadımköy’e geldiğinde Şevket Turgut Paşa komutasındaki Trakya gönüllüleri de iştirâk etti Askerlerin büyük bir kısmı gerçek durumdan haberdâr olmayıp, pâdişâhı kurtarmaya geldiklerini zannediyorlardı Pâdişâha sâdık bâzı paşalar saraya gelerek Yıldız ve civârındaki birliklerin Hareket ordusu çapulcularına karşı kullanılması için izin istediler Abdülhamîd Han, yalnız pâdişâh değil, aynı zamanda halîfe olduğunu, otuz üç senedir aslâ kan dökmediğini belirttikten sonra; “Tüfekçilerin silahları toplansın Kimse silah atmasın, Müslümanı Müslümana kırdırmam” diyerek bunu reddetti Kuvveti olmasına rağmen büyük fitne çıkmaması için bunun kullanılmasına izin vermedi İttihatçıların önde gelen simalarından Tahsin Bey (Uzer) hatıralarında; “Sultan basiretli davranıp askerler arasında kan dökülmesine meydan vermedi” demektedir Emre rağmen bâzı direnmeler oldu ise de, şehir Hareket ordusunca bir günde ele geçirildi ve sıkıyönetim îlân edildi (25 Nisan 1909) Hareket Ordusu İstanbul’a gelince önce Yıldız Sarayı muhâsara edildi Muhâsaradan önce İngiliz, Rus ve Fransız elçilerinin yaptığı yardım teklifi Abdülhamîd Han tarafından reddedildi Saray muhafızlarının silahları toplanıp Hareket ordusuna teslim edildi Saray ve civârını besleyen büyük mutfakların ateşleri söndürüldüğü için Sultan ve maiyeti aç bırakıldı Kendilerine bir miktar tayın ekmeği gönderildi 27 Nisanda Said Paşa başkanlığında toplanan mecliste Hareket ordusu lehine bir beyannâme okunduktan sonra Abdülhamîd Hanın hal’ine, Mehmed Reşad’ın pâdişâhlığına karar verildi Elmalılı Hamdi (Yazır) tarafından hal’ için hazırlanan müsveddeye îtiraz eden fetvâ emini Hacı Nûreddin Efendi; “Hâl’de şeâmet vardır, Sultan Azîz hal’ edildi, başımıza 93 Harbi faciası geldi” diyerek imzâlamak istemedi Ancak İstanbul mebusu Âsım Efendinin “Hal’ edilmekten başka çâre yoktur Hal’edemezlerse öldürürler” deyince mecbûren imzâladı Yeni şeyhülislâm Ziyâeddin Efendi tarafından müsveddeye son şekli verilip, hal’ veya ferâgati meclise bırakıldı Meclis hal’i kabul etti Bundan sonra hazırlanan iki heyetten birisi Dolmabahçe Sarayına diğeri de Yıldız’a gönderildi Dolmabahçe’ye giden hey’ette Bolulu Habib, Toygarlı Hâlid ve Kadıköylü Fehmi isminde Hareket ordusu veİttihat ve Terakki mensubu küçük rütbeli üç subay vardı Reşad Hana pâdişâhlığını tebliğ ettiler ve daha sonra tahta geçiş merâsimi icrâ edildi Yıldız’a Sultan Abdülhamîd Hana hal’ini tebliğ için gönderilen hey’etin teşekkül tarzı ise Türk târihinin en yüz kızartıcı hâdiselerinden birisi oldu Bütün Osmanlı tebeasını temsil etmesi gerektiği iddiası ile teşekkül olunan heyette tek bir Türk yoktu Bunlar Emanuel Karasso, Esat Toptanî, Aram Efendi ve pâdişâhın uzun seneler yâverliğini yapmış olan katışık soydan Ârif Hikmet Paşa idiler Padişah hal’ kararını tebliğe gelenlerin kimler olduğunu mâbeyn başkâtibi Cevad Beye sorup öğrenince; “Bir Türk pâdişâhına, İslâm halîfesine hal’ kararını bildirmek için bir Yahûdî, bir Ermeni, bir Arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı!” demekten kendini alamamıştır Kararın tebliğinden sonra artık Çırağan Sarayında oturmak istediğini söylemiş ancak kabul edilmeyerek kırk sekiz saat içinde mâiyyetiyle berâber Selanik’e gönderilmiş, burada Alatini Köşküne hapsedilmiştir Abdülhamîd Hanın Yıldız’dan uzaklaştırılmasından sonra saraydaki mevcut elmas, inci gibi mücevherler, değeri milyarları bulan târihî kıymetler, sandıklar içinde Harbiye nezâreti dış kapısı yanındaki iki binânın alt katlarına yerleştirildi Ancak daha sonra mühürlü kapılar İttihatçılar tarafından açılarak bunlar yağma edildi ve bu tecâvüz sebebiyle de hiç kimseye mesuliyet yüklenemediği gibi suçlular da tespit edilemedi Hadiseden sonra kurulan Dîvân-ı Harp, isyancılardan 56 kişiyi îdâma mahkûm etti Derviş Vahdetî de bunlar arasındaydı Cezâlar 3 Mayıs-25 Haziran arasında infâz olundu Prens Sabahaddin önce tevkif edilip, sonra serbest bırakıldı O da hemen Avrupa’ya kaçtı Diğerleri de sürgün ve hapisle cezâlandırıldılar İsyânın mâhiyetini ve tertipçilerini araştırmak için kurulan komisyon kısa bir müddet sonra dağıtıldı Hareket Ordusu İstanbul önlerindeyken Abdülhamîd Han; “Mâdem beni istemiyorlar saltanatı birâderime ferağ ederim, devleti o idâre etsin Fakat bir meclis mi, yoksa Dîvân-ı Âli mi ne kurulursa kurulup, benim hâdiseyle alâkamın olup olmadığı tespit edilmelidir” demişti Ancak Said Paşa; “Suçsuz çıkarsa hâlimiz nice olur?” diye resmî tahkîkatın açılmasına mâni oldu Hiçbir ciddî târih kitabında hâdisenin pâdişâh tarafından çıkarıldığına dâir bir bilgi, belge yoktur Sultan Abdülhamîd Hanın muârızlarından olan Ahmed Refik Bey (Altınay), 31 Martın muhâliflerce tertip edildiğini, pâdişâhın bir ilgisi olmadığını belirtmektedir Talat Paşa ve Meclis-i Mebusan Başkanı Ahmed Rızâ da pâdişâhın suçsuz olduğunu beyan etmektedirler Şeyhülislâm Cemâleddin Efendi Hatırat-ı Siyâsiye’sinde isyânın İttihat ve Terakki tarafından pâdişâhı tahttan indirmek, aleyhlerinde hâsıl olan menfî düşünceleri temizlemek maksadıyla tertip edildiğini yazmaktadır Bâzı târihçiler de, “İsyânı pâdişâh tertip etseydi askerleri başsız bırakmazdı” demektedirler 31 Mart Hâdisesinden sonra İttihat ve Terakki diktatörlüğüne giden yol açılmış olup, meşrutiyet örfîleşmiştir Bundan sonra yüksek rütbeli subaylar da İttihat ve Terakkiye katılmışlardır Osmanlı Devletinde her yönüyle bir anarşi ve yıkım devri başlamış, dağlardan inerek meşrûtiyeti selamlayan Balkan komitacıları tekrar dağlara çıkmışlar ve bir daha da inişleri olmamıştır Otuzbir Mart Vak’asını tertip edenler ve Sultan İkinci Abdülhamîd’i tahttan indirenler sonunda, devleti Birinci Dünyâ Harbine sokup memleketi düşman çizmelerinin altında bırakarak kaçtılar İş bununla da kalmadı, bunlar işbirliği yaptıkları kimseler tarafından öldürüldüler Bu olayların hepsi, Otuzbir Mart Vak’ası ile başlamış ve on sene içinde devlet ve millet yok olma noktasına gelmiştir Otuzbir Mart Vak’asının gizli tertipçilerinden olan Selim Sırrı Tarcan ile Rızâ Tevfik Beyin aşağıdaki îtirafları bu olay hakkında Türk târihine ışık tutmaktadır: “1908 İhtilâlinden evvel, bizleri başta İngiliz sefiri olmak üzere Fransız, İtalyan sefirleri de çok teşvik ettiler Onlardan büyük mikyasta fikir muâveneti (yardım) ve teşvik gördük Hey - Rızâ! Meğer kimlere hizmet etmiş? Nihâyet hürriyeti de -kimlere- îlân ettik! Selim Sırrı ile berâber ben de İstanbul sokaklarında üzerine çıkıp “Yaşasın hürriyet” nutukları atacak nice basamak taşları aradık Bir gün Talât’a (Talât Paşa) dedim ki: “Biz bu ihtilâl için ecnebi sefirlerden hayli teşvik gördük İşte hürriyeti îlân ettik Gidelim bu süferâyı (elçileri) ziyâret edelim, teşekkür edelim” Evvelâ İngiliz sefâretine gittik Galatasaray’daki o muhteşem binâyı tam bir ölü sessizliği içinde bulduk Ben emindim ki sefir de dâhil olmak üzere bütün sefâret erkânı içerdeydi Fakat bizi karşılayan sefâret kavası, kimi sorduksa “Yok!” dedi Çok soğuk bir adem-i kabul (kabul etmemek) idi bu Bir mânâ veremeden dönmüştük Cünye’de idim Emir Abdullah’tan bir dâvet mektubu aldım O yıl farîze-i hacı îfâ için (hac farîzesi) gidecekleri Hicaz’a beni de dâvet ediyordu Kabul ettim Emir hazretleri, atlas kese içinde altın olarak maddî cihetten de beni çok taltif etti (Rızâ Tevfik sürgündedir) Oğlum Said, İngiltere’de oturuyordu Onu ziyârete Londra’ya gitmiştim Said’e İskoç asilzâdelerinden Lord Nikılsın (1909’da, İngiltere’nin Türkiye büyükelçisi) cenapları hayli yardım etmişti Hem bu alâkalarına teşekkür etmek, hem de eski dostluğu bir daha ihyâ eylemek üzere ziyârete gittimSohbet sırasında İstanbul sefâretinin (İstanbul’daki İngiliz elçiliğinin 1909’daki) bize gösterdiği o soğuk adem-i kabul hatırıma geldi Lord cenaplarından sebebini sordum: -Dostum Rızâ Tevfik Bey Biz Jön Türkleri teşvik ettik Onlardan büyük bir netice bekliyorduk İhtilâl olacak; istibdatla berâber sultan da bu bâhusus temsil ettiği hilâfet müessesesi de alaşağı edilecek Fakat aldanmış olduk Beklediğimiz netiyceyi alamadık Zîrâ ihtilâl yaptınız, gerçi Kânûn-ı Esâsî geldi, fakat Sultan da hele hilâfet müessesesi de yerinde bâki Lord cenaplarına tekrar sordum: -İngiltere devlet-i fahîmesini hilâfet müessesesi bu derece şiddetle neden alâkadar ediyor? -Ha Dostum Rızâ Tevfik Bey Biz Mısır’da bilhassa Hindistan’da İslâm kitlelerini idâremiz altına alabilmek için milyonlarca altın harcadık, muvaffak olamadık Halbuki Sultan? Yılda bir defâ bir “selâm-ı şâhâne”, bir de “Hafız Osman Kur’ân-ı kerîmi” gönderiyor, bütün İslâm ümmetini, hudutsuz bir hürmet duygusu içinde, emrinde tutuyor İşte biz ihtilâlden ve siz Jön Türklerden ihtilâl sonunda, sultanların da, hilâfetin de, yâni bir selâm-ı şâhâne ve bir Hâfız Osman Kur’ânıyla kitleleri avucunda tutan kuvvetin de devrilmesini bekledik, aldandık İşte bu sebeple bir soğuk adem-i kabul gördünüz” (Ahmed Kabaklı-Temellerin Duruşması-1989) |
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik) |
06-27-2012 | #19 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik)P Patras Vakası Patrona Halil İsyanı Patras Vakası On dokuzuncu yüzyıldaki bir Rum ayaklanması Avrupa devletlerinin ve Rusya’nın Osmanlı Devletini içeriden yıkabilmek için gösterdikleri faaliyetlerinden biridir 12 Şubat 1821’de Avrupa devletlerinin Helen hayranlığı, Rusya’nın Ortodoksluk faaliyetleri netîcesinde meydana geldi Rumluk fikriyâtına dayalı Yunan İsyânı, Mora’da gelişti 1789 Fransız İhtilâlinin Avrupa’da getirdiği Nasyonalizm, telkin ve teşviklerle Rumlar arasında yayıldı Avrupa basınında, Eskiçağdaki Helen medeniyeti lehinde yayın yapılıp, Rumların Osmanlı Devleti hâkimiyetinde bulunması Hıristiyanlık âleminin yüz karası olduğu fikri işlenerek, acındırıldı Yunanlıların Osmanlı hâkimiyetinden kurtarılması için yardım toplanıp gönüllüler yazılarak, teşkilât kurduruldu Osmanlı Devletine ihânet ederek, Rus Çarının hizmetine giren Konstantin İpsilanti, Rum asıllı olup, general rütbesiyle Rus Çarının yâverliğini yapıyordu Rumlar arasında isyân fikrini yayan Etniki Eteryanın kasası, Bavyera’daki Münih; kafası Rusya’daki Petersburg, merkezi de İstanbul’daki Fener Patrikhânesiydi Yunanlılık fikriyle kurulan Etniki Eterya, faaliyetlerini genişletince, Fâtih Sultan Mehmed Hanın yıktığı Bizans’ı yeniden kurmaya ve Anadolu’daki Rumları da kendilerine katmaya çalışmaktaydı Osmanlı Devletinin hoşgörüsünden faydalanıp, huzur içinde yaşayarak, ticâretle zenginleşen Rumların yüzlerce gemi ve binlerce gemicileri vardı Korsan ihtimâline karşı gemilere top yerleştirerek hareket hâlinde kullanmaya hazır hâle getirilip, gemiciler silâhlandırıldı Rumların faaliyeti Türkler tarafından teşhis edilip, emniyet tedbiri olarak, Müslüman halk kaleye çektirildi Mora vâlisinin, Tepedelenli Ali üzerine asker sevketmesiyle, bölgenin boşalması âsîleri harekete geçirdiMora’nın kuzeybatısındaki Patras Başpiskoposu Germanos kumandasında toplanan on bin kadar silâhlı Rum, 12 Şubatta isyan ederek şehrin kalesini kuşattılar Patras’ta isyan başlayınca, yüzyıllarca Osmanlı hâkimiyetinde yaşayan Mora Rumları, harekete geçtiler Âsîlerin propaganda ve tahrikleri netîcesinde isyân yarımadayı kapladı Mora Yarımadasının merkezi Tripoliçe hâriç, bölge âsîlerin eline geçti Mora’nın kuzeydoğusundaki Nauplion Limanı âsîlerin merkezi oldu Yüzyıllarca Osmanlı hâkimiyetinde yaşayarak isyân ihtilâl ve devlete karşı gelmeyi bilmeyen gayri Türk ve gayri müslim sâdık ahâli, Müslümanlar ve Türkler, Patras Vak’ası üzerine Tripoliçe’ye hicret ettiler Göç esnâsında Rumlar, pekçok katliam yapıp, yollarda binlerce muhâciri öldürdüler Katliama uğrayanlar arasında, yüzyıllarca bölgede oturan yerliler de vardı Öldürülenlerin mevcudu kırk-elli bin civârındaydı 5 Ekim 1821’de Tripoliçe de âsîlerin eline geçti Tripoliçe kalesindeki asker ve sivil sekiz bin Türk, kundaktaki yeni doğmuş bebeklere kadar hunharca öldürüldü İnsanın tüylerini ürperten hadiseler karşısında Avrupa basını susup, Osmanlı Sultanı İkinci Mahmûd Hanın hâdiseler karşısında alacağı tedbir ihtimâliyle gönüllü toplama faâliyeti içine girdiler Osmanlı Sultanı ve Halîfe-i Müslimîn Mahmûd Han, tahkikat başlatarak, tedbir aldı Mora İsyânını bastırdı Tahkikatta, büyük imtiyazlar tanıdığı İstanbul Fener’deki Ortodoks Patriki Gregorios’un âsîlerle münâsebeti tespit edildi Patrik Gregorios, Rum İsyânının baş plânlayıcısı olup, Rus Çarı Aleksandr’la devamlı irtibat hâlindeydi (Bkz Gregorios) Hâdiseler bütün teferruatıyla tetkit edilince; Patrik Gregorios’tan başka, Edirne, Edremit, Kayseri, Tarabya piskoposları dâhil Boğaziçi’nde muhteşem saray ve konaklarda oturarak armatörlükte zengin olan, daha önceleri içlerinden Eflâk ve Boğdan prensleri seçilen Fenerli Rum beylerinden birkaçı da suçlu görülerek, cezâlandırıldı Mora İsyânı üzerine Çarlık Rusya’sı harekete geçti Rus Çarı Aleksandr, yâveri General Aleksandr İpsilanti’yi, üç bin Rum gönüllüsüyle bölgeye gönderdi General İpsilanti, Boğdan’ın merkezi Yeş’i Martın 5’inde; Kalos’i 11’inde, Bükreş’i de 30’unda işgâl etti Romanya şehirlerinin işgali üzerine Osmanlı askeri, süratle bölgeye girip, şehirleri geri aldı Rum gönüllüler yakalandıysa da, General İpsilanti Avusturya’ya sığındı Bâbıâlî, Rusya’yı protesto edince, Çar Aleksandr, General İpsilanti’yi askerlikten ve yâverlikten uzaklaştırdı 1822’de isyâncılar, kendi güçleriyle Osmanlı Devletiyle mücâdele etmek istediler Osmanlı ordusu, 1822’de başlatılan Mora Harekatı ile bir hafta içinde isyânı bastırdı Âsîler imhâ edilerek, çoğu esir alındı Bu durum Avrupalıları kudurttu Avrupa basını aleyhte propagandaya başladı 50000 Müslüman Türkü, genç-ihtiyar, kadın-çocuk ve kundaktaki bebeğe kadar ayırım yapmadan hunharca katleden Rum âsîlerini alkışlayan Avrupa basını, Osmanlının isyâna katılanları cezâlandırmasını vahşetle nitelendirdiler Eserleri Türkiye’de okunup, dinlenen, seyredilen; Lord Byron, Victor Hugo, Beethoven ve daha nice yazar, şâir, bestekâr, ressam, gazeteci Avrupa basın ve kamuoyunda Türk düşmanlığı yapıp, Osmanlı aleyhinde propaganda yaptılar Patras Vak’ası hâl edilip, Mora İsyânı bastırılmasına rağmen; Fransa, İngiltere, Papalık ve Rusya’nın Osmanlı Devleti aleyhine çalışmaları netîcesinde Avrupa’da ittifak kuruldu Osmanlı Devleti, denizden, batı ve doğu hudutlarından üstün ve çok sayıda düşman askerinin saldırılarına, yeniçeri ocağının kaldırılmış olması ve yeni ordunun bütünüyle teşkilâtlandırılmamış olmasından dolayı karşı koyamadı Rumlar, Fransa’nın Mora Yarımadasını işgâl etmesinden sonra, 15 Ağustos 1829 târihinde Yunan Devletini teşekkül ettirdiler Patras Vak’ası netîcesinde âsîlerin isyânı bastırılmasına rağmen; Rumlar, tepkici ve destekçi devletler sâyesinde istiklâl sâhibi oldular Patrona Halil İsyanı 28 Eylül 1730 târihinde Patrona Halil’in önderliğinde İstanbul’da çıkarılan isyân Lâle Devrindeki idârî, sosyal ıslâhat ve mîmârî yeniliklere askeriyenin de ilâve edilmesi, yeniçerileri telaşlandırdı İran’a sefer hazırlığı içinde bulunulması, yeni tarzda kurulacak Asâkir-i nizâmiyye ordusu için Fransa’dan mütehassıslar getirtilerek Üsküdar’da bir kışla kurdurulması, bozulmaya yüz tutmuş yeniçerileri ve yenilikleri yanlış anlayanları veOsmanlı Hânedânı düşmanlarını harekete geçirdi Dâmâd İbrâhim Paşanın, Patrona Gemisi İsyânına katılmak suçundan affettiği Patrona Halil ve İstanbul’daki gayri Türk serseri takımından avânesi, makam hırsındaki küçük rütbeli devlet adamları ile vazîfeden alınmış memurlar ve çıkarcılar tarafından isyâna teşvik edildi Pâdişâh ve sadrâzamın İran Seferi hazırlıkları da âsîlerin harekete geçmesine sebep oldu Patrona Halil ve avânesi, teşvikler üzerine 1730 yılı başından îtibâren isyân hazırlıklarına başladı 25 Eylül’de Mevlid Alayı günü isyâna teşebbüs ettilerse de, mübârek gün İstanbullulardan taraftar bulamadıklarından vazgeçtiler Sonbaharda, devlet adamlarının merkezde bulunmadıkları, Bâbıâlî’nin tâtil olduğu bir günü beklediler Bâbıâlî tâtil olduğu 28 Eylül 1730 Perşembe günü, devlet damlarının yokluğundan faydalanan âsîler, isyân etti Bâyezîd’de başlayan isyânda, âsîler, esnaftan dükkânlarını kapayıp, kendilerine katılmalarını istediler İstanbul’daki tellak Arnavutlardan ve Onyedinci Ağa Bölüğü Yeniçerilerinden olan isyânın elebaşısı Patrona Halil, bir alay kadar avânesiyle, Ağa Kapasına gitti Yeniçeri Ağası Hasan Ağa, 300 kadar kuvvetle karşı koymak istediyse de, kardeş kanı dökülmemesi için geri çekildi Yeniçeri Ağasının geri çekilişi âsîleri cesâretlendirdi Bunun üzerine Ağa Kapısında ve başka hapishânelerde bulunan mahkûmları serbest bırakıp, kendilerine kattılar Bu başarılarından daha da cesâretlenen Patrona ve avânesi, Cebeci Kışlasına gidip, onları kendilerine kattılar Sipâhi Çarşısı ve Bit Pazarında buldukları silâhları yağma ederek, Saraçhâne’yi kapattılar Sultan Üçüncü Ahmed Hanın İran Seferine Hareket etmek üzere Üsküdar’da, devlet adamlarının da tâtil münâsebetiyle yerlerinde bulunmaması isyâncıların işini kolaylaştırdı İstanbul Kaymakamı Mustafa Paşa, isyânı haber alır almaz, Bağ-ı Ferah’tan şehre gelip, esnafa dükkanlarını açtırdı Hâdiselerden pâdişâhı haberdâr etti Sultan Ahmed Han ve devlet adamları İstanbul’a geldiler Sarayda hâdiseler görüşülüp, tedbir alınması istendi İsyâncılar akşam dağılıp, elebaşıları Patrona Halil ve Muslubeşe, Küçük Muslu, Kutucu Hüseyin, Çınar Ahmed, Ali Usta, Karayılan, Emir Ali, Turşucu ve İsmâil dâhil, kırk kişiye kadar düştüler Âsîleri, bostancı ve hademelerin baskınlarıyla bertaraf etmek mümkündü Lâle Devrinin sulh, sükûn ve huzûruna alışan devlet adamlarının uzun müzâkereleri ve kardeş kanı dökülmesini istememeleri, isyâncıların dağıtılması teklifine meydan vermedi Halkın desteğini sağlamak için 29 Eylülde Sancak-ı şerîf çıkarıldı Âsîler tekrar toplanıp, yolları tuttuğundan İstanbullular, Sancak-ı şerîfi göremediler Sancak-ı şerîf altında toplanma olmayınca, yerine konuldu Âsîler 30 Eylülde liste yapıp, 41 kişinin kendilerine teslimini istediler Listede; Sadrâzam Dâmâd İbrâhim Paşa, Kaptan-ı deryâ ve İstanbul Kaymakamı Kaymak Mustafa Paşa, Sadâret Kethüdâsı Mehmed Paşa ve Şeyhülislâm Abdullah Efendiyle otuz yedi kişinin daha isimleri vardı Çapulcu, gayri Türk ve hapishâne kaçkınlarından meydana gelen âsîler ve taraftarları, İstanbul’un nâdide eserlerini yağmalayıp, şehrin âsâyişini bozdular Sultan Ahmed Han, âsîlerin istediği şahısları vazifeden alıp, İstanbul’dan uzaklaştırarak, hâdiselerin önüne geçmek istedi Vezirliğe Silâhtar Mehmed Paşa tâyin edildi Dâmâd İbrâhim Paşa, âsîlerin eline geçince, Kaymakam Mustafa ve Mehmed paşalarla berâber hunharca öldürüldüler Pekçok hayır ve hasenât, mîmârî ve ilmî eserlerin bânisi Nevşehirli Dâmâd İbrâhim Paşanın öldürülmesiyle, âsîler daha da şımardı Âsîler, kendilerince tâyin yapıp, gittikçe cesâretlendiler İlk önce, pâdişâha sadâkatle bağlılıklarını ve ondan hoşnut olduklarını bildiren âsîler, asıl niyetlerini ortaya koydular Sultan Üçüncü Ahmed Han aleyhinde propaganda yapıp, hâllini istemeye başladılar Sultan Ahmed Han, tahttan çekilmedikçe âsîlerin isteklerinin tükenmeyeceğini anlayınca, katliamların önüne geçmek için oğlu Mahmûd adına, saltanattan ferâgat etti 1/2 Ekim 1730 gecesi veliahd Mahmûd, Osmanlı sultanı oldu Birinci Mahmûd Han, Üçüncü Ahmed Hanın ferâgati ve âsîlerin arzularıyla Osmanlı sultanı olunca, devletin meselelerine cesâretle el attı Güzîde sanat eserlerinin yıkımını ve katliamları durdurdu Âsîlerin devlet kadrosuna tâyin ettiklerini vazîfeden alıp, onları İstanbul’dan uzaklaştırma çârelerini araştırdı Sultan Mahmûd Han, âsîleri ortadan kaldırabilecek devlet adamlarını önemli yerlere dikkat çekmeden geçirdikten sonra, harekete geçti 15 Kasım 1730 târihinde Patrona Halil ve avânesini imhâ ettirip, İstanbul’da âsâyişi yeniden sağladı Devlet kademelerine tâyinlerde bulunup, isyâncılardan eser bırakmayarak, devletin otoritesini tesis etti |
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik) |
06-27-2012 | #20 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik)S Sancak-ı Şerîf Sefâretnâme Selanik Vakası Sened-i İttifak Sancak-ı Şerif Peygamberimiz zamanında kullanılan mukaddes sancak Topkapı Müzesinde Mukaddes Emanetler arasında muhafaza edilmektedir Siyah softan yapılmıştır İstanbul’a gelişi hakkında çeşitli rivayetler vardır Ukab adı verilen bu sancak Mısır Kölemen Beylerinden Hayır Bey tarafından, Sultan Selim Hana gönderilmiştir Diğer rivayete göre ise Sultan Selim Han, Mısır’dan dönüşünde, beraberinde getirmiştir Başka bir rivayete göre ise 1593 senesindeki Avusturya Seferine, Şam yeniçerileriyle birlikte gelmiştir Seferden sonra gönderilen Sancak-ı şerif, 1595’te geldikten sonra bir daha geri gönderilmedi Zamanla Sancak-ı şerif eskiyince, Devlet-i Aliyye’de (Osmanlı Devleti) aslına göre üç sancak işletilmiş ve Sancak-ı şerif parçaları bunların üzerine konmuştur Bunlardan biri, Hırka-i şerifle beraber sefere götürülür, ikincisi Hazine-i Âmire'de, üçüncüsü yine hazinede saklanırdı Sancak-ı şerif, padişahla veya onlar bizzat sefere katılmadıkları zaman Sadrazam ve Serdâr-ı ekremle birlikte sefere gönderilirdi Sancak-ı şerif, padişahla beraber, ilk defa 1596 yılında Eğri Seferine götürülmüştü Sultan Üçüncü Mehmed Han (1595-1603), Sancak-ı şerifin yanında seyyid ve şeriflerden meydana gelen üç yüz kişilik bir evlâd-ı Resûlullah’ı beraber götürmüştü Seferlerde açılan Sancak-ı şerif, bütün askerin mâneviyatını yükseltir, Peygamber efendimizin ruhaniyetinin, muharebe meydanında hazır olduğuna inanılarak şevkle savaşılırdı Sefere çıkılacağı zaman (veya İstanbul’daki bazı isyanlarda) Sancak-ı şerifin yerinden alınıp teslimi, bizzat padişah tarafından olurdu Sancak-ı şerifin alınması ve yerine konması esnasında müezzin ve hafızlar Fetih ve Yâsin surelerini okurlardı Merasimlerde şeyhülislâmlar da bulunur, dua ederlerdi Seferler dışında, devleti tehdit eden büyük isyanlarda padişah emriyle Sancak-ı şerif açılırdı Böylece âsilere karşı halk, Sancak-ı şerif altında toplanmağa davet edilir, bu suretle âsilerin mâneviyatları kırılırdı 1651 ve 1687 isyanlarında Sultan Dördüncü Mehmed Han, 1730 Patrona Halil İsyanında Sultan Üçüncü Ahmed Han, 1826 Yeniçeri Ayaklanmasında İkinci Mahmud Han, Sancak-ı şerifi açarak, halkı onun altında toplanmaya çağırmışlardı Sancak-ı şerife, Osmanlılar büyük kıymet vermişler, açıldığında yediden yetmişe herkesin onun altında toplanarak gazaya (savaşa) gitmesinin en büyük vazife olduğuna inanmışlardı Sefâretnâme Osmanlı Devletinde yabancı ülkelere gönderilmiş olan sefirlerin (elçilerin), İstanbul’dan hareket etmelerinden başlayarak, gittikleri yerlerde gördükleri olayları, yaptıkları diplomatik görüşmeleri, gezip gördükleri yerlerin idârî, sosyal, askerî, ilmî ve kültürel hayatları hakkında bir takım önemli bilgileri toplayarak pâdişâha veya sadrâzama takdim ettikleri rapor, yazılı belge Osmanlıların yabancı ülkelere elçiler göndermeleri, kuruluş devrinden îtibâren başlamıştır Ancak sefirlerin sefâret sırasında dolaştıkları yerleri ve buralarda gördükleri şeyleri ve yaptıkları işleri, pâdişâha arz etmek için sefâretnâmeler hazırlamaları 17 yüzyıl sonlarından îtibâren olmuştur Sefâretnâmeler bizzat sefirin (elçinin) kendisi tarafından hazırlandığı gibi, maiyetinde bulunanlardan biri tarafından da hazırlanabiliyordu Sefâretnâmeler nesir olarak hazırlandığı gibi manzum olarak da yazılabiliyordu Yabancı ülkelerle siyâsî ve kültürel münâsebetlerin mâhiyetini ortaya koyan en eski belgeler olan Sefâretnâmeler, bu devletlerin sosyal ve ekonomik durumlarını, teşrifat (protokol) usullerini, hayat biçimlerini, Osmanlıların onlara karşı tutum ve düşüncelerini de yansıtmaktadırlar Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendinin Paris Sefâretnâmesi, Sefâretnâmelerin en tanınmış örneklerindendir Mehmed Efendinin Paris ve Fransa hakkında verdiği bilgiler Sultan Üçüncü Ahmed Hanın dikkatini çektiği için, Avrupaî tarzda bâzı yeniliklerde bulunma ihtiyâcı duymuştur Matbaayı ve onun temin ettiği faydayı yakından gören Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin Türkiye’de matbaacılığın kuruluşunda büyük hizmeti olmuştur Osmanlılar yalnız Avrupa’ya değil, Şarka ve İslâm memleketlerine de sefir göndermişler, onlar da diğer sefirler gibi Sefâretnâmeler hazırlamışlardır Sefâretnâmelerin bir kısmı vakanüvisler tarafından târihlere geçirilmiş, bir kısmı ise sonradan ayrıca yayınlanmıştır Sefâretnâmeler yabancı ülkelerdeki ilmî ve teknik gelişmeleri yansıtarak, ülkemizde de birçok ilmî, idârî ve teknik yeniliklere sebep olduğu gibi, bu ülkelerin sosyal, ahlâkî ve kültürel özelliklerinden bahsettiği için de ülkemizde başka ülkeleri taklit etme özentisi başgöstermiştir Bu özentinin neticesinde garplılaşma (batılılaşma) adıyla ahlâkî ve kültürel yozlaşma meydana gelmiş, kendi millî ve mânevî değerlerimizden uzaklaşmalar olmuştur Adet olarak kırktan fazla olan Sefâretnâmeleri konuları bakımından ikiye ayırmak mümkündür: Birinci kısımdakiler; sefirlerin (elçilerin) doğrudan doğruya vazifeleriyle ilgili sefâretnâmelerdir İkinci kısımdakiler ise; sefirlerin gezip gördükleri yerlerin idârî, sosyal, ahlâkî, askerî, kültürel ve teknik hayatları hakkında önemli bilgiler veren sefâretnâmelerdir Elde bulunan ilk yazılı sefâretnâme Kara Mehmed Çelebi’nin 1655 târihli Viyana Sefâretnâmesi, son sefâretnâme ise Abdürrezzak Bahir Efendinin 1845 yılında kaleme aldığı, Paris-Londra Sefâretnâmesi’dir Hazırlandıkları devrin çeşitli özelliklerini günümüze yansıtan meşhur sefâretnâmelerden bâzıları ise şunlardır: Zülfikar Paşanın Mükaleme Takriri (1688-1692), İbrâhim Paşanın Viyana Sefâretnâmesi (1719), Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendinin Fransa Sefâretnâmesi (1720), Ahmed Dürrî Efendinin İran Sefâretnâmesi (1721), Nişli Mehmed Ağanın Rusya Sefâretnâmesi (1722-23), Mehmed Efendinin Lehistan Sefâretnâmesi (1730), Mehmed Said Paşanın Mehmet SaidEfendi Takrîri (1732-1733), Sâlim Efendinin Hindistan Seyâhatnâmesi (1744-1749), Mustafa Nazif Efendinin İran Sefâretnâmesi (1746), Hattî Mustafa Efendinin Nemçe Sefâretnâmesi (1748), Ahmed Resmî Efendinin Prusya Sefâretnâmesi (1763-1764), Seyyid İsmâil Efendinin Fas Sefâret Takrîri (1785-1786), Alemdâr Mehmed Ağanın Buhara Sefâretnâmesi (1787-1791),Vasıf Efendinin İspanya Sefâretnâmesi(1787-1788), Yusuf Agâh Efendinin Havâdisnâme-i İngiltere’si (1793-1796), Mehmed Sâdık Rıfat Paşanın İtalya Seyahatnâmesi (1838) Selanik Vakası 6 Mayıs 1876 târihinde Selanik’te Fransa ve Almanya konsoloslarının linç edilmesiyle neticelenen olay Avrethisarlı bir Bulgar kızı İslâmiyet'i inceleyerek Müslüman olmaya karar vermişti Bu maksatla Müslümanlığı tescil ettirmek için Selanik’e gitmek üzere yola çıktı Ancak kızın niyetini öğrenen bâzı Hıristiyanlar telgrafla Amerikan konsolosunu durumdan haberdar ettiler Telgrafı alan ve koyu bir İslâm düşmanı olan konsolos, kıza mâni olmak için 150 kişilik bir Rum ve Bulgar çapulcusunu istasyona yığdı Kız, istasyona geldiğinde, konsolosun emriyle harekete geçen kalabalık, kızı, hükümet konağına götürmekle görevli üç zaptiyenin elinden zorla aldılar Hakâretlerde bulunarak yaşmağını ve ferâcesini parçaladılar Gözü dönmüş saldırganlar sürüsünün elinden kurtulmak isteyen kız, Müslüman olduğunu haykırmaya ve imdat istemeye başladı Kızın yardımına koşan birkaç Müslüman fecî şekilde dövüldü Kız da konsolosluk arabasıyla Amerikan konsolosluğuna götürüldü Bir Osmanlı şehrinde Bulgar da olsa Müslüman olmuş bir kıza yapılan saygısızca muâmele ve mâni olmak isteyenlerin ağır şekilde hırpalanması havanın elektriklenmesine sebep oldu Ertesi gün İslâmiyet'i kabul eden bir kızın zorla kaçırılıp tutulamayacağını ve bu işe hükümetin karar vermesi gerektiğini belirten Müslümanlar Saatli Câmide toplandılar Kendilerini yatıştırmak isteyen Selanik Vâlisi Baytar Mehmed Refet Paşanın açıklamalarını yeterli bulmadılar Refet Paşa ve vilâyet görevlilerinin mâni olmaları ihtimâli üzerine medrese odalarını zapteden Müslümanlar kızı almak gâyesiyle Amerika Konsolosluğuna yürüdüler Bu sırada Fransa ve Almanya konsolosları kalabalığın önüne geçerek onları engellemek istediler Ancak kızın müftülüğe teslim edilmesi teklifine karşı Amerika Konsolosunun evinde olduğunu, dolayısıyla kızın teslim edilemeyeceğini söylemeleri üzerine zâten galeyana gelmiş olan halk tarafından öldürüldüler Ancak İngiliz Konsolosu devreye girip Müslüman olan Bulgar kızını hükümete teslim edince olaylar yatıştı Selanik olayları üzerine Osmanlı Devletiyle Fransa, Almanya ve İtalya devletlerinin ilişkileri gerginleşmiştir Bu devletler gemilerini Selanik Limanına göndererek, hâdisenin müsebbiplerinin şiddetle cezâlandırılmasını talep ettiler Aksi takdirde Selanik’e asker çıkarılacağı bildiriliyordu Fakat Sultan Abdülazîz Han bu istekleri kabul etmediği gibi, Balkanlara yeniden birkaç tabur sevk edilmesini ve Selanik’e harp gemileriyle asker gönderilmesini, olayda suçlu olan kimselerin de yabancılara teslim edilmeyip, Osmanlı mahkemelerinde yargılanmasını emretti Pâdişâhın emri doğrultusunda hareket edildi Olayda ihmâli görülen Selanik Vâlisi değiştirildi, konsolosları öldüren altı kişi yargılanarak îdâma mahkum edildiler Fakat olaylara sebebiyet verenlere yâni kızı kaçıranlara hiçbir şey yapılamadı Dünyânın her tarafına binlerce misyoner göndererek, insanların Hıristiyanlaştırılması için milyarları sarf eden, inanç ve vicdan hürriyetini, insan haklarını savunuyor görünen Avrupa devletleri, İslâm dînini kendi isteğiyle kabul eden bir Bulgar kızının Müslüman olmasını kabul edememişlerdir Ayrıca konsolosları devletin resmî emniyet görevlisinin elinden güpegündüz kız kaçıracak kadar aşağılık işlere tevessül etmişlerdir Olaylarla ilgili olarak alınmasını istedikleri tedbirler husûsunda da Osmanlı Devletinin iç işlerine karışmaktan geri durmamışlardır Sened-i İttifak İkinci Mahmud Han devrinde 1808’de âyân ile hükümet arasında yapılan sözleşme On sekizinci asra girerken askerî teşkilâtın bozulması netîcesinde, devletin merkezî otoritesi zayıflamıştı Devlet, mültezimlerin reâyâyı ezmeleri sonunda, vergi toplama işini mahallî eşrâfa devretme siyâsetini gütmüş, bu da âyân denilen güçlü ve nüfuslu bir zümrenin ortaya çıkmasına sebep olmuştu Yerli halk arasından veya dışardan gelip halka söz geçirebilecek durumdaki kimselerden meydana gelen âyânların nüfüzları zamanla daha da arttı Yeniçeri ve tımar sisteminin bozulması sebebiyle, ihtiyâç duyduğu askeri temin edemeyen devlet de, âyânların nüfüzundan istifâde yoluna gitti 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında hükümet, kazâ merkezlerinde idâreyi ele geçirmiş olan âyân ve mütegallibeye baş vurarak para ve asker teminine çalıştı Bu durum, âyânlar üzerindeki hükümet kontrolünün kalkmasına sebep oldu ve taşrada idâreye tamâmen hâkim oldular Sultan Üçüncü Selim Han, Rusçuk Âyânı Alemdâr Mustafa Paşa gibi devlete faydalı olanlara rütbeler verdi Nizam-ı cedîdi tasvip etmeyen yeniçerilerin, Sultan Üçüncü Selim Hanı tahttan indirmeleri üzerine, Alemdâr Mustafa Paşa, onu tekrar tahta, geçirmek için hazırlıklara başladı 28 Temmuz 1808’de Bâbıâlî’yi basıp sadâret mührünü ele geçirdi Fakat bu arada Sultan Üçüncü Selim Han şehit edildi Alemdâr Mustafa Paşa da, şehzâde Mahmud’u sultan îlân etti Yeniçeri ocağının kaldırılması ve devlete çeki-düzen verilmesi için çalışmalara başladı Rumeli ve Anadolu’daki âyânlar çağrılarak meşveret-i âmme adı verilen büyük bir toplantı yapıldı Yeniçeri ocağının düzeltilmesi ve düzenli şekilde eğitilmesi için karar alındı Alemdâr Mustafa Paşa, kalabalık sayıda askeriyle İstanbul’a gelmiş olan âyânlarla, devlet arasındaki ihtilâf ve mücâdelenin kaldırılarak, devletin zâfiyetinin önlenebileceğini düşünüyordu Yapılan görüşmeler sonunda aşağıdaki hususları ihtivâ eden sened-i ittifâk imzâlandı 1 ve 4 maddede, âyân ve eyâlet vâlileri pâdişâha bağlılıklarını belirtiyor, sadrâzamı onun mutlak temsilcisi olarak kabul etmeye devam ediyordu 2 maddeye göre; devletin geleceği ordunun gücüne bağlı olduğu için, âyânlar eyâletlerde asker toplanmasına yardımcı olacaklar, ordu, Nizâm-ı cedîd sistemine göre teşkilâtlanacaktı 3 maddeye göre; Osmanlı vergi düzeni ülkenin tamâmında, bütün eyâletlerde uygulanacak, pâdişâha âit gelirlere âyânlar el koyamayacaklardı 5 maddeye göre; âyânlar, kendi eyâletlerinde âdil bir idâre kuracaklardı Birbirlerinin topraklarına ve haklarına taarruz etmeyecekler, birbirlerine kefil olacaklardı 6 maddeye göre; devlet merkezinde çıkacak herhangi bir kargaşalık ânında, pâdişâhtan izin almak için vakit harcamadan İstanbul’a yürüyeceklerdi 7 maddeye göre; vergi miktarları âyân ve hükümetin görüşmeleri sonunda belirlenecekti Bu vesîkanın altındaki ekte ise, özetle şöyle deniliyordu: Yapılacak işlerde bu şartların esas tutulması gerektiğinden, zamanla değişmesini önlemek üzere, bundan sonra sadrâzam ve şeyhülislâm olacaklar, bu makâma geçtikleri zaman bu senedi imzâlayacaklar ve harfi harfine uygulanmasına çalışacaklardır Bu senedin bir süreti beylikçi kaleminde, bir süreti pâdişâhın yanında bulunacak ve gereken kimselere oradan kopyaları verilecek, pâdişâh, kendisi bu şartların uygulanmasına nezâret edecekti Devletin âyâna ipotek edildiği, pâdişâhın yetkilerinin kısıtlandığı bu senedi imzâ edenler arasında, bir tarafta en yüksek derecedeki ulemâ (şeyhülislâm, nakîb-ül-eşraf ve kazaskerler), devlet ricâli (yeniçeri ağası, sipâhîler ağası) öbür tarafta o zaman pâyitahtta hazır bulunan belli başlı âyânlar (Cebbârzâde, Karaosmanoğlu, Sirozlu İsmâil Bey ve Çirmen mutasarrıfı) vardı Pâdişâhın tuğrası konulan bu senet, pâdişâhın âyânlara taahhütleri şeklindeydi İş başına gelen her sadrâzamın bu senede yeminle bağlı olması, yalnız pâdişâha karşı değil, âyânlara karşı da sorumlu olması durumunu çıkarıyordu Vergiler bile, vükelâ ile âyânlar arasında kararlaştırılacaktı Bütün bu sebepler, pâdişâh ve saray çevresinin sened-i ittifaka muhâlefetini icap ettiriyordu İdâreye tam hâkim olan Alemdâr’ın korkusundan kimse ses çıkaramıyordu Alemdâr Mustafa Paşa, birkaç aylık iktidârında Sekbân-ı cedîd adıyla bir askerî teşkilât kurdu Yeniçeri ocağının hoşuna gitmeyecek bâzı ıslâhâtlara girişti Kendisinin bâzı hareketleri ve yeniçerilerin hoşuna gitmeyen işleri isyâna sebep oldu İsyânda Alemdâr öldü Islâhâtları netîce vermedi Âyânlar arasında birlik kalmayıp kısa zamanda dağılmaları üzerine sened-i ittifak hükümsüz kaldı Âyanların ileri gelenleri zamanla ortadan kaldırıldı Sultan İkinci Mahmud Hanın dirâyetli idâresi netîcesinde merkezî otorite sağlandı Sened-i ittifâkla, 1839’da Mustafa Reşit Paşa tarafından îlân edilen Tanzîmât fermânı arasında bâzı benzerlikler vardır Bunların en bârizi, her ikisinin de devleti ipotek altına almasıdır Sened-i ittifak, devleti âyânlara bağlı kılarken, Tanzîmât fermânı yabancı devletlere ipotek etmiştir |
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik) |
06-27-2012 | #21 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik)S Serasker Soykırım Sultan Surre Alayı Serasker Osmanlılarda önceleri seferdeki orduya kumanda eden vezir, sonraları da Millî Savunma Bakanına verilen ad Sadrâzamlardan gayri vezirlerden birinin orduya kumanda ettiği zaman vezire serasker adı verilirdi Yeniçeri ocağı 1826’da kaldırıldıktan sonra kurulan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye ordusunun kumandanına da serasker denildi 1845’e kadar seraskerler ek bir vazife olarak İstanbul’un zabıta işleri ve yangınlara karşı lüzumlu tedbir almakla da vazifeliydiler Seraskerlerin ilk makamı ağa kapısıydı 1836 yılında şimdi üniversite merkez binâsının yerinde bulunan eski saray, Seraskerlik makâmı oldu 1879-80 senesinde yapılan teşkilâtla seraskerlik lağv olunarak Harbiye Nezâreti kuruldu ve Hüseyin Hüsnü Paşa Harbiye Nazırı oldu Fakat bu unvan da bir iki seneden fazla sürmeyerek tekrar “Serasker” unvanı kullanıldı 1908 İkinci Meşrutiyetin îlânından sonra Serasker ünvânı kaldırıldı ve Harbiye Nezâreti ünvânı yeniden kabul edildi Eskiden resmî dâirelere “kapı” denildiği için Seraskerlik dâiresine de Serasker kapısı denildi “Serdar-ı ekrem” unvânıyla sefere memur edilen Sadrâzam ve Serasker olarak sefere katılacak vezirlere verilen fermana Seraskerlik Beratı veya Serdarlık Berâtı denilirdi Beratta, yapacağı vazife belirtilir, kendisine geniş selâhiyet verildiği de yazılırdı Soykırım Aynı milletten, soydan, ırktan ve dinden olan insanlardan meydana gelen bir topluluğu plânlı bir şekilde yok etme, ortadan kaldırma 1096-1270 seneleri arasında Müslümanlara karşı düzenlenen Haçlı Seferleri sırasında kadın, ihtiyar, çocuk denilmeden yüzbinlerce Müslüman öldürüldü Haçlı orduları gittikleri yerlerde mâbedlere sığınan kadınları ve çocukları acımasızca kılıçtan geçirdiler Bizans İmparatoru Alexis Comnen’in kızı Anna Comnen yazdığı Alexis Comnen’in Hayâtı adlı eserinde Haçlıların Müslüman çocuklarına uyguladıkları soykırımı şöyle anlatır: “En büyük eğlencelerinden biri rastladıkları Müslüman çocukları öldürmek, kızartmak ve yemekti” Antakya kuşatmasında Firuz isimli bir Ermeni Türklere etmiş olduğu sadâkat yemininden dönerek müdâfaa ve kumandanlığını üstlendiği kalenin burçlarından birinden gece aşağıya ipler sarkıtarak Haçlıların şehre girmelerini sağladı Haçlılar şehirde 10000 Müslüman Türk’ü öldürdüler ve bütün câmileri yaktılar Hâdiseye gözleriyle şâhit olan papaz Lemoine; “Bizimkiler sokakları dolaşıyor, rastladıkları çocuklarla ihtiyarları paramparça ediyorlardı Bu Türk katliamı 12 Aralıkta meydana geldi Ancak o gün herkes boğazlanamadı Ertesi gün bizimkiler geri kalanları kestiler” demektedir Meb’ûsan ve Âyân Meclisi Reisi Ahmed Rızâ Bey Batının Doğu Politikasının İflâsı adlı eserinde Haçlı Seferleriyle ilgili olarak; “Godefroy’nın kumandasındaki Haçlı ordusunu teşkil eden şövalyelerden, râhiplerden, köylülerden meydana gelen karışık grup yola çıkışlarından 3 yıl sonra Kudüs önüne ulaştılar Kuşatma 4 gün sürdü Hıristiyan savaşçılar Müslüman halkın üzerine çullandılar ve sulh (barış) tanrısı adına 70000 canı yâni Kudüs’ün kadın, çocuk, bütün Müslüman halkını kılıçtan geçirdiler Ömer Câmiine sığınan 10000 Müslüman da boğazlanmaktan kurtulamadı Ayrıca pekçok mutezil (ayrılmış) sayılan Hıristiyan da katledildi Kutsal şehirdeki katliam 8 gün sürdü” diye yazarak Hıristiyanların Müslümanlara karşı uyguladıkları korkunç soykırımı anlatmaktadır Asya kavimlerinden olup göçebe hayat süren, avcılık ve yağmacılıkla geçinen ve kan dökmeyi seven Moğollar 13 yüzyılda devlet olarak ortaya çıktılar Kara Kurum’da 1205’te ilk Moğol Devletini kuran Cengiz Han, câhil ve vahşi Moğollardan ve Tatarlardan büyük bir ordu, daha doğrusu yağmacılar gürûhu topladı Doğu Türkistan’ı ve Çin’i aldı Harezmşah Devletine saldırdı Batı Türkistan, Horasan, Mültan gibi devrin medeniyet merkezlerini tahrip ettirdi Buhara, Semerkand, Herat, Merv, Rey gibi birer kültür, sanat ve medeniyet âbidesi olan şehirleri yağmalayıp, yıktırdı Bölgedeki şehirlerin halkından milyonlarca Müslümanı öldürterek soykırım uyguladı Kafkasya’ya, Rusya’ya ve Anadolu’ya yayılan Moğollar akla gelmedik işkence usulleri uygulayarak suçsuz insanların, kadın ve çocukların kanlarını zevk ve eğlence için döktüler İslâm ülkelerine Haçlı Seferleri düzenleyen Avrupalı Hıristiyan devletlerle ittifak kurdular ve Müslümanlara karşı anlaştılar Cengiz Hanın torunlarından olan Hülâgü de 1258’de Abbâsî Halîfeliğinin merkezi olan Bağdat’ı istilâ ederek yakıp yıktırdı Başta halîfe olmak üzere 800000 Müslümanı öldürttü İslâm âlimlerinin yüzyıllar boyu emek vererek hazırladıkları, tek orijinal nüshası bulunan eserler de dâhil olmak üzere kütüphânelerdeki milyonlarca kitabı yaktırdı veya Dicle Nehrine attırdı Şehirde bulunan târihî eserleri yaktırıp, yıktırdı Daha sonra gelen Moğol hükümdarları Müslüman olarak birçok hizmetlerde bulundularsa da, atalarının başta Müslümanlar olmak üzere istilâ ettikleri yerlerdeki bütün insanlara uyguladıkları soykırım ve kültür-medeniyet katliamı târih sayfalarından silinmemiştir Asırlarca Osmanlı Devletinin âdil himâyesi altında yaşayan gayri müslim (Müslüman olmayan) topluluklar, Osmanlı Devletinin siyâsî ve ekonomik bakımdan zayıflamasından ve Tanzimat adıyla gayri müslimler lehine yapılan yeni düzenlemelerden faydalandılar İngiltere, Fransa, Rusya gibi Hıristiyan devletlerin teşvik ve tahrikleriyle bağımsızlık istemeye başladılar Mahallî komite (terör) teşkilâtları kurarak çoğunlukta bulundukları bölgelerde Müslüman-Türk ahâliye baskı ve zulüm yaptılar Sırplar, Karadağlılar, Bulgarlar, Yunanlılar Müslüman-Türklere karşı, kadın, çocuk, ihtiyar ayırımı yapmaksızın akla gelmedik işkence usulleri tatbik ederek tam anlamıyla soykırım uyguladılar Doksanüç Harbi adıyla bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, Ruslar ve bunların emrindeki Bulgarlar şehirleri topa tuttular Sivil halkı çocuk, kadın, ihtiyar demeden topluca öldürdüler Sağ kalanlara kadın, erkek, yaşlı, çocuk demeden zulmettiler, köyleri yağmaladıktan sonra ateşe verdiler Karşı koyanları bin bir türlü ezâ ve cefâ ile esir kamplarına kadar aç susuz yürüttüler Yolda hasta ve yaralı olanlar tedâvi edilmediği gibi, o kış şartlarında aç kurtların pençesine canlı canlı bırakıldılar veya ölüme terk edildiler Üstelik henüz ölmeden bırakılan bu insanların elbiseleri bile Bulgarlar tarafından alındı İngiliz konsolosluğu raporları bu savaşta ölenlerin sayısını 300-400000, göçe zorlananların sayısını da 1000000 olarak göstermektedir Arşiv belgelerine göre yalnızca Eski Zağra’da sivil halk hâricinde 15-16000 asker öldürülerek korkunç soykırım uygulandı (Genelkurmay Başkanlığı Ateşe Klasör 584, dosya 30, fihrist 5) Doksanüç Harbinden sonra 1912-1913 Balkan savaşları sırasında Bulgar zulmü giderek arttı, Müslüman halk Hıristiyanlaştırılmaya zorlandı, câmiler ve diğer İslâmî eserler yıkıldı Asırlardır Rumeli’de yaşayan binlerce Müslüman nüfus soykırıma tâbi tutuldu Pekçoğu hunharca öldürüldü Büyük bir kısmı malını mülkünü terk ederek Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı Sâdece Edirne’de 225000’den fazla Müslüman-Türk Bulgar ordusunun esâreti ve zulmü altında açlık ve sefillik sebebiyle hayâtını kaybederek soykırıma uğratıldı Balkanlarda yaşayan çeşitli milletler bağımsızlıklarına kavuştuktan sonra da daha şiddetli soykırıma devam ettiler Bosna-Hersek’te, Bulgaristan’da, Yunanistan idâresi altındaki Batı Trakya’daki Müslüman-Türklere yapılan muâmeleler bu soykırımın devâmı niteliğindedir Osmanlı himâyesinde huzûr ve sükun içinde yaşayan Ermeniler de Osmanlı Devletinin son zamanlarında komiteler kurarak devlete karşı çıktılar Bu komiteler Ermeni ahâliyi Osmanlı Devletine karşı isyâna teşvik ettiler İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya gibi Hıristiyan devletlerin de kışkırtmasıyla hareket eden Ermeniler yaşadıkları bölgelerdeki Müslüman ahâliye karşı geniş zulüm ve öldürme hareketlerine giriştiler Hınçak ve Taşnaksutyun adlı ihtilal komiteleri; Erzurum Olayı, Kumkapı Gösterisi, Merzifon, Kayseri, Yozgat Olayları, Sasun İsyânı, Bâb-ı Âli Gösterisi, birinci ve ikinci Zeytun isyanları, Van İsyânı, Osmanlı Bankası Saldırısı, Sultan İkinci Abdülhamîd Hana karşı tertiplenen Yıldız Suikastı (21 Temmuz 1905) gibi olaylar ve isyanlar tertipleyerek pekçok Müslümanı öldürdüler Kafkasya’daki Türk ahâliye karşı soykırım uyguladılar 27 Mart 1909’da meydana gelen Adana olayları sırasında 10000 civârında Müslüman ahâli öldü Birinci Dünyâ Savaşı ve İstiklâl Savaşı sırasında Ruslarla ve diğer işgalcilerle birlikte hareket eden Ermeniler Doğu ve Güney Anadolu bölgelerinde Müslüman ahâliye karşı akla gelmedik işkence usulleri tatbik ederek soykırımda bulundular Birinci Dünyâ Savaşında umûmî seferberlik îlân edilince, askere gitmekten kaçan Ermeniler Erzurum ve Erzincan havâlisinde terör havası estirerek geceleri evlere baskınlar düzenleyerek kadın ve çocukları öldürdüler Soykırım o dereceye ulaştı ki; memeden kesilmemiş çocuklar, hunharca öldürüldü, hâmile kadınların karınları yarılarak çocuklar çıkarılıp, kesildi, insanlar evlere doldurularak diri diri yakıldı, bâkire kızlar her türlü kötülük yapıldıktan sonra parçalanarak öldürüldü Rus Kafkas ordu kumandanı general Odişe Ruz Liyetze’nin anlattığına göre; kuyulardan seksener seksener mazlum Müslüman cenâzeleri çıkıyor ve bu kuyuların sayısı iki yüzü geçiyordu Türk birliklerinin Erzincan’ı ele geçirdikleri sırada, şehir içinde ve dışında topladığı 800’ü geçen cenâze bu kuyulardakinden hâriçtir Çardaklı Boğazından Erzincan’a kadar bütün köyler tamâmen yakılmış ve tahrip edilmiş, ahâlisi öldürülmüş ve bütün meyve bahçeleri mahv ve tahrip edilmiş olduğu şâhit olanların raporlarından anlaşılıyor Kuyularda ölü bulunanların cesetleri ve virâne hâline gelmiş olan Erzincan ve ovası bütün cihan medeniyetinin nazarları önüne konmaya hazırdır(Üçüncü Ordu Mezâlim Dosyası) Erzurum vilâyetine bağlı kazâ ve köylerde Ermenilerin işledikleri mezâlim de tüyler ürperticidir Bu hususta yerli yabancı pekçok kişi veya inceleme heyetinin raporları vardır Erzurum ve civârındaki tahribat ve mezâlim hakkında inceleme ve araştırma yapmakla vazîfeli komisyonun raporundan bir bölüm şöyledir: “Ruslara rehberlik eden Ermeniler uğradıkları köylerdeki erkekleri tamâmen öldürüp kadınlara da tecavüzle çeşitli alçaklıklar yaptılar Çocuklarla ihtiyarlar bile bunların vahşi zulümlerinden kurtulamadı Bir takım ihtiyar kadınları bir eve doldurarak ateşe verdiler Hâmile kadınları, çocuklarını süngülere takarak teşhir ettiler Bu durumda hicrete mecbur olan ve her bir sûretle hayâtını kurtaran kişiler şâhittir Beş yüzü geçen ihtiyar erkeklerle pekçok kadın ve çocuktan meydana gelen bir kâfile Ermeni ve Ruslar tarafından Arpaderesi mevkiine götürülerek orada kurşun ve kılıçla yok edildiler Ermeni çetelerinin zulüm ve alçaklıklarından birisini gösteren bu vak’a huzûrumuzda ağlanarak anlatılmıştır” (İnceleme komisyonu üyeleri) O sıralarda Tiflise gelen Rum göçmenleri Kars’taki Müslümanların durumunu şöyle anlattılar “Erzurum’u kurtarıp ilerleyen Türk ordusu karşısında geri çekilen Ermeni asker birlikleri ve silâhlı Ermeni kaçkınları, yol uğraklarındaki Müslüman köyleri yeryüzünden silerek, her nesneyi ateşten ve kılıçtan geçiriyor ve düşünülmesi bile imkânsız bir vahşete ve yıkıma uğratıyorlar Ermeni ordusu süngü ucuna takılmış süt emer çocuklarla, geçtikleri yollar üzerinde Müslüman kadınlarını çırılçıplak soyunduruyorlardı” Ermeniler Diyarbakır, Urfa, Adana, Muş, Bitlis, Van, Elazığ, Sivas, Trabzon gibi yerlerde de işgalcilerle berâber hareket edip savunmasız Müslüman ahâliye karşı soykırım uyguladılar Bugün Âzerbaycan topraklarını işgal ederek Müslüman-Türkleri acımasızca öldüren ve evlerinden, yurtlarından çıkaran Ermeniler, târihteki soykırımlarını devam ettirmektedirler Gerek Çarlık döneminde gerekse Bolşevikler döneminde Rusya’daki, Türkistan ve Kafkasya’daki Müslüman-Türklere karşı uygulanan soykırım da akıl almaz ölçülerdedir Sâdece altmış senede Komünist idâreciler tarafından 50 milyon Müslüman ve Türk öldürüldü On binlecre âile yurtlarından uzaklaştırılarak Sibirya’daki kamplara sürgün edildi Kıbrıslı Rumlar Enosis yâni Kıbrıs’taki Türk halkını yok edip, adayı Yunanistan’a bağlamak için çeşitli hareketlerde bulundular Bilhassa 1958-1974 seneleri arasında Türklere karşı soykırım uyguladılar Rum saldırıları sırasında 103 Türk köyü terk edildi Silâhlı saldırıya uğrayan bu köyler EOKA Rum Terör Örgütü tarafından yakılıp, yıkıldı Bu köylerde oturan 80000’den fazla Türk can güvenliklerini sağlamak için daha büyük yerleşim birimlerine göç etti 1963’ten sonra yollardan, tarlalardan ve evlerinden götürülen yüzlerce Türk’ün sonundan haber alınamadı 1963’teki Ayvasıl, 1974’teki Muratağa, Atlılar, Sandallar, Taşkent, Alaminyo, Terâzi, Tatlısu köylerindeki bütün sivil halk kazılan geniş çukurlara canlı canlı gömülerek veya çeşitli işkenceler yapılarak öldürüldüler Bu toplu öldürme hâdiseleri Rumların Türklere karşı uyguladıkları soykırımdır Dünyânın dört bucağında insanlara inançlarından, soy veya ırklarından dolayı, yapılan baskı, zulüm ve toplu öldürmeler, medenî sayılan Hıristiyan Avrupa milletleri ile Rusya ve Amerika’nın taraflı tutumları sebebiyle günümüzde de devam etmektedir Sultan İslâm devletlerinde hükümdara verilen unvan “Pâdişâh, hâkan, han, hükümdar” mânâlarındadır Sultan tâbiri, Müslüman hükümdarlarının bilhassa Sünnî kısmına âit bir unvandır Kelime, Süryânice'den alınmış olup, iktidar sâhibi demektir Daha sonraları hâkimiyet, delil ve burhan mânâsına da alınmıştır Sultan unvânını ilk defâ 2 asrın ilk yıllarında, Gazne’de hükümdar bulunan Mahmud İbn-il Emir Sebüktekin kullandı Hilâfet, Emevî ve Abbâsî sultanlarında bulunduğundan, bunlara mecâzen halîfe, diğer büyük İslâm devletlerinin emirlerine, hükümdarlarına sultan denildi Sultanlık Gaznelilerden, Selçuklulara ve onlardan da Osmanlılara geçti Selçuklu Sultanı Tuğrul Beye, Abbâsî hilâfet merkezini Şiî Büveyh oğullarının tahakkümü altından kurtardığından Abbâsi halifesi tarafından Karaların ve Denizlerin Sultanı unvanı verilmişti Haçlılara karşı kahramanca müdâfaasıyla şöhret bulan Kılıç Arslan, Sultan-ı İklim-i Rum lâkabıyla meşhurdur Osmanlı Sultanları, Orhan Gaziden îtibâren kitâbelerinde hep sultan tâbirini kullandılar Sikke üzerinde ilk defâ sultan sıfatını kullanansa Birinci Murâd Handır Emir Süleyman’ın sikkelerinde yalnız “Emir Süleyman” ibâresi görülür Çelebi Sultan Mehmed, Sultan ve Sultan-ı Âzam, Es-Sultan-ül Melik-ül Âzam ibâresi bulunan ve Akçe-i Osmanî denilen gümüş sikkeleri kestirdi İkinci Murâd Hanın bâzı sikkelerinde Sultan ünvânı bulunduğu gibi, halefleri de paralarında bu tâbiri bol miktarda kullanmışlardır Sultan Çelebi Mehmed’e kadar Osmanlı pâdişâhları için resmî kayıtlarda Sultan yerine “Bey” ünvânı kullanılmıştır Sultan kelimesi Sultan-üs-Selâtin, Sultan-ül-Mücâhidin, Sultan-ül-Guzât, Emir-ül-Kebir unvanları gerek tâzimen, gerek umûmi sûrette pâdişâhlar hakkında kitaplara ve kitâbelere yazılmıştır Abbâsî Halifesi, Sofya’nın fethi üzerine Murâd Hüdâvendigâr’a yazdığı mektupta “Sultan-ül-Guzât, El-Mücâhidin” diye hitap ediyordu Batı dillerinde mutlak mânâda Sultan kelimesi, yalnız İstanbul’da oturan pâdişâh mânâsına gelir Türkler ise kendi hükümdarlarına yalnız kullanırken Sultan değil, Padişah derler Sultan kelimesini, ancak isimle beraber, Sultan Osman, Sultan Abdülaziz şeklinde kullanır veya Murad Han, Abdülmecid Han derler Yalın kelime olarak “Pâdişâh” kullanırlardı Pâdişâh, Türk imparatoru sıfatıyla hâkan, İslâm imparatoru sıfatıyla sultandı Pâdişâhların kız ve erkek çocukları, anneleri ve kadınları için de isminden sonra, Hadice Turhan Sultan’da olduğu gibi sultan ünvânı kullanılırdı Surre Alayı Osmanlı pâdişâhlarının her yıl hac mevsiminde Haremeyn-i şerîfeyn ahâlisine, zâhidlere, mukaddes yerlerin ve hac yollarının emniyetini sağlayan Mekke şeriflerine ve Hicaz bölgesinde yaşayanlara gönderdikleri para ve değerli eşyâlara surre; bunları götüren topluluğa da surre alayı denirdi Bilinen ilk surre alayları, Abbâsiler devrinde (750-1258) gönderildi Eyyûbiler (1174-1250) ve Memlukler (1250-1517), bu güzel âdeti devam ettirdiler Herşeyin en güzelini Haremeyn-i şerifeyne lâyık gören Osmanlılar da, surre alaylarının en güzellerini gönderdiler Osmanlı Devletinde bilinen ilk surre alayı, Yıldırım Bâyezîd Han tarafından Edirne’den gönderildi Gönderilen hediyeler arasında 80000 altın para da vardı Çelebi Sultan Mehmed Han, Sultan İkinci Murâd Han ve Fâtih Sultan Mehmed Han zamânında artarak devam etti Yavuz Sultan Selim Hanın Halife-i Müslimîn olmasından sonra daha da sistemleştirildi Bu hizmet devletin yıkılışına kadar en zor şartlarda bile devam ettirildi Surre-i hümâyûn, Haremeyn evkafı nâzırı olan dârüsseâde ağalarının sorumluluğu altında hazırlanırdı Gönderilecek para ve eşyâların listesini gösteren surre-i hümâyun defterlerini dârüsseâde ağasının yazıcısı ve haremeyn müfettişi müherlerdi Daha sonra defterdâr tarafından imzâlanan defterlere nişancı tuğra çekerdi Bundan sonra Pâdişâhın Mekke Emîrine hitâben yazdırdığı nâme-i hümâyûn, kızlarağası tarafından surre emînine teslim edilirdi Bu esnâda Kur’ân-ı kerîm ve na’tlar okunur, kurbanlar kesilir, buhûrdânlar yakılır, tekbir getirilir, duâlar edilirdi Receb ayının on ikisinde Üsküdar’a geçirilen surre alayı halkın coşkun sevgi gösterileri arasında yeni hediye katarları ve hacı adaylarının da iştirâkı ile Hicaz’a doğru yoluna devam ederdi Yol üzerinde bulunan beylerbeyi ve sancakbeyleri surrenin emniyetini temin etmekle mükelleftiler Surre alayı Haremeyn’e doğru ilerlerken, geçtiği yerlerde ihtişamlı merâsimler yapılır, surre hediyeleri yüklü yeni yeni katarlarla birlikte hacı adayları da katılırdı Surre-i hümâyunla gönderilen paralar, Harameyn’in masraflarına sarf edilirdi Surre-i hümâyûnda paralar dışında gönderilen ve nâdir bulunan kıymetli halılar, seccâdeler, murassa avîzeler, şamdanlar, paha biçilmez mushaf-ı şerifler, levhalar, puşideler (örtüler), gümüş perde halkaları, okkalarla buhurlar, elbiseler, Mekke Emîrine mahsus sırmalı ve işlemeli kaftan, mücevherli kılıç, inciden tesbih ve daha pekçok kıymetli hediyeyse, Mekke ve Medîne’deki mübârek makâmlara, seyyidlere, şerîflere, fakirlere, zâhidlere hediye edilirdi Gönderilen hediyeyi alanlar, kendilerine göre, keselere zemzem, hurma gibi hediyeler koyarak surre ile geri gönderir, karşılıklı hediyeleşirlerdi Bu arada Kahire’den gönderilen surre alayında yer alan yeni Kâbe örtüsü merâsimle eskisiyle değiştirilirdi Mekke Emîri eski Kâbe örtüsünü İstanbul’a gönderirdi Bu Kâbe örtülerinden İstanbul’da pekçok câmide bulunmaktadır Surre alayları, 1864 yılına kadar kara, bu târihten 1908’e kadar deniz, daha sonra da demiryoluyla gönderildi Surre alaylarının sonuncusu 1915 yılında gönderildi Daha sonra Mekke Emirinin isyânı (1916) ve toprakların elden çıkması sebebiyle gönderilen surre alayları yerine ulaşamadı |
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik) |
06-27-2012 | #22 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik)Ş Şehzade Şer'iye Sicilleri Şehzade Osmanlı pâdişâh sülâlesinin erkek evlâtları Aslı “şah oğlu, pâdişâh oğlu” demek olan şehzâdedir Pâdişah çocuklarına Sultan Çelebi Mehmed zamânına kadar çelebi denilmiş sonra şehzâde tâbiri kullanılmaya başlanmıştır Pâdişah kızlarına isminden sonra kullanılmak üzere sultan ünvânı verilirdi Şehzâde veya sultan doğduğunda sarayda özel merâsimler yapılırdı Durum, toplar atılmak sûretiyle İstanbul halkına ilân edilirdi Aynı zamanda memleketin her tarafına fermanlar gönderilerek oralarda da toplar atılır, şenlikler yapılırdı Şehzâde ve sultan doğumları ferman geldikten sonra her mahallin şer’î mahkeme sicillerine kaydolunurdu Pâdişâhların ilk oğulları olduğunda yapılan donanma günü fazla olurdu Sultan Birinci Abdülhamîd Han (1774-1789) ikinci oğlunun doğumunda şenlik yapılmasına müsâde etmemiş ve “dervişân tekkelerine nezirler ve sadakalar verilip, mektep hocalarına paşa kapısına gelince hil’at giydirilip, kafalarına sarık parası ve mâsumlara çil para ve pilâv, zerde” verilmesini istemiştir Osmanlı şehzâdesi beş, altı yaşına gelince kendisine bir hoca tâyin edilerek merasimle okumaya başlardı Bu derse başlamaya Bed-i besmele denirdi Şehzâde ilk olarak Elif-bayı şeyhülislâmdan okurdu Merâsim sonunda şeyhülislâm duâ ederdi Şehzâde sünnetleri büyük şenliklerle yapılır, fakir fukarâ günlerce karınlarını doyurur, dağıtılan bahşişleri alırlardı Sünnet olan ve on üç, on dört yaşına giren şehzâdelere ayrı bir dâire verilirdi Annesi, kızkardeşlerinin hâricinde başka bir kadınla görüşmesine müsâde edilmezdi Şehzâdeler, babalarının sağlığında eğitimlerinin yanında ata binmek, ok atmak, avlanmak, gürz kullanmak gibi spor hareketlerinde ve silâh kullanmakta egzersiz yaparlardı Babalarının ölümünden sonra sarayda kendilerine tahsis edilen yerde otururlar ve ilimle meşgul olurlardı Sırası gelen saltanata geçerdi Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde şehzâde sancakları vardı Şehzâdeler delikanlılık çağına geldiklerinde yanlarında onlara devlet idâresini öğretecek eyâlet vâliliği yapmış lala tâyin edilmek sûretiyle bu sancaklara gönderilirdi Sultan İkinci Selim Handan îtibâren yetişkin şehzâdelerin sancaklara çıkarılma usûlleri terk edilerek bunlardan yalnız büyük ve pâdişâhlığa aday şehzâdeye sancak verilmesi kararlaştırılmış ve Manisa sancağı veliahd şehzâde sancağı olmuştur Sultan Üçüncü Mehmed Han (1595-1603) zamânından îtibâren büyük şehzâdelerin de sancağa çıkmaları kânunu tamâmen kaldırılmış, fakat veliahd şehzâdelere Anadolu’da ismen sancak verilmiş, bunun bir vekille idâre edilmesi gibi bir usûl konmuştu Daha sonra bu usûl de tamâmen kaldırılmıştır Yetişkin şehzâdelerin sancağa çıkarılmayıp, yalnız büyük şehzâdenin sancak beyi olmasının kabûlüne, şehzâde Bâyezîd ile Selim arasındaki mücâdele; büyük şehzâdenin sancağa çıkarılmak usûlünün kaldırılmasına da Üçüncü Mehmed’in oğlu olan ve babası tarafından öldürülen şehzâde Mahmûd hâdisesi sebep olmuştur Şehzâde sancaklarının çoğu Anadolu Beyliklerinden zaptedilen sancaklardı Anadolu’daki şehzâde sancakları Balıkesir, Kütahya, Manisa, Isparta, Antalya, Konya, Aydın, Amasya, Sivas, Kastamonu, Trabzon ve Kırım’da Kefe şehirleridir Daha sonradan sâdece Amasya, Manisa, Kütahya ve Konya diğer şehirlere tercih edilmiş ve en son olarak yalnız Manisa şehzâde sancağı olarak kalmıştır Osmanlı şehzâdelerinin muayyen hasları vardı İkinci Bâyezîd’in şehzâdelerinden her birinin senelik 1200000 akçelik hasları vardı ki, bu miktar Fâtih Kânunnâmesi’ndeki vezir-i âzamın hassı kadardı Şehzâdelerin maiyetlerinde dîvân-ı hümâyundaki vazife sâhipleri gibi dîvân hey’eti ve pâdişâh maiyeti gibi lalaları, kapı halkı, sulak, peyk ve sâirleri vardı Sancak beyliğinde bulunan şehzâdeler eskiden beri Anadolu’daki bu şehirleri kültür ve ilim muhiti hâline getirmişlerdir Osmanlı şehzâdeleri nâmına bir hayli eser yapılmış ve kaleme alınmıştır Devlet işlerine ve devlet idâresine tecrübe sâhibi olmak için sancaklara gönderilen şehzâdelerin sancaklarda iyi bir şekilde yetiştirilmeleri kendilerinin hükümdarlıkları zamânındaki başarılarında önemli rolleri olmuştur Şehzâdelerin fırsat buldukça saltanat iddiası ile meydana çıktıkları ve başarılı olamayıp yakalananların öldürüldükleri ve bir kısmının da memleket dışına kaçtıkları görülmektedir Saltanat hırsı, dışardan ve içerden tahrik, can kaygısı bu mücâdelelerin başlıca sebeplerindendir Bilhassa saltanata geçen hükümdarın devlet nizâmının sarsılmaması ve devletin bölünüp, parçalanıp yok olma tehlikesiyle karşılaşmaması için kardeşlerini öldürmelerinin câiz olacağı Fâtih Kânunnâmesi’nde belirtilmiştir Şehzâdelerin öldürülmesi meselesi, devlet nizâmını ve devletin geleceğini ilgilendirdiği için üzerinde önemle durulmuştur Devletin bütünlüğünü sarsacak herhangi bir olay karşısında herkese yapılabilecek katıl hâdisesi şehzâdelere de çekinmeden yapılırdı Şehzâdelerin bilhassa saltanatı ele geçirmek için yaptıkları isyanlardan Osmanlılarla sınır komşusu olan devletler istifâde etmişler ve muhâlefete geçen şehzâdelere maddî ve manevî yardımlarda bulunmak sûretiyle devleti çökertmek istemişlerdir Diğer Türk devletlerinde olduğu gibi Osmanlı Pâdişâhları da Türk ordusunun bizzat başkumandanı olup, oğulları da gerektiğinde bu ordunun sağ veya sol kolundaki kuvvetleri idâre ederlerdi Bu sûretle sancaklarda idârî işlerle uğraşan şehzâdeler askerî sahada da yetişerek hükümdar oldukları zaman tecrübeli bir kumandan sıfatıyla devlet reisliğine geçerlerdi Kânûnî, sefere gittiğinde şehzâdelerini bâzan yanında götürür ve bâzan da Rumeli’nin muhâfazası için Edirne’de oturturdu Kânûnî’nin vefâtından sonra Osmanlı şehzâdelerinin kumandanlık hizmetleri de sona ermiş ve şehzâdeler 1595 târihine kadar Manisa sancağında vazife yapmışlardır Osmanlı Devleti ve hânedanlığa son verilince, şehzâdelik de kalkmış oldu Şer'iye Sicilleri Osmanlı Devletinde mahkemelerde görülen dâvâlarla ilgili muâmelelere yer veren defterler Mahkeme-i şer’iye sicilleri, sicillât-ı şer’iye veya kısaca sicillât da denilmektedir Selçuklulardan sonra Anadolu’da güçlü bir siyâsî teşekkül olarak ortaya çıkan ve kısa zamanda büyük bir devlet hâline gelen Osmanlı Beyliğinin kurucusu Osman Gâzi, idâreyi ele alır almaz adâlet işlerine büyük bir titizlikle eğilerek fethettiği şehirlere kâdılar tâyin etti Böylece Osmanlı adliye teşkilâtı diğer müesseseleriyle birlikte, devletin kuruluşundan îtibâren büyük bir gelişme göstererek 16 yüzyılda en mükemmel şeklini aldı Osmanlı şer’î mahkemelerinde, kuruluşundan kapatıldığı 1924 târihine kadar bütün mahkeme kararları mahkemenin yetkisine giren her türlü muâmeleyle resmî vesika sûretleri, kâdılar veya nâipleri tarafından mahkeme defterlerine kaydedildi Osmanlı Devletinde kâdıların fertler arasındaki ihtilafları halleden bir hâkim, bir adliye memuru olmaktan başka, bütün mülkî işlerde merkezî idârenin görevlerini üstlenmeleri onlara idârî, mâlî, millî, askerî, hattâ beledî bâzı vazifeler de yüklüyordu Buna bağlı olarak da şer’iye sicillerinde her türlü dâvâ zabıtlarıyla mukâvele, senet, satış, vakfiye, vekâlet, kefâlet, verâset, borçlanma, nikâh, boşanma ve taksim gibi şer’î muâmelelere dâir resmî kayıtlar esnaf teftişine âit notlar, başta hükümdar olmak üzere her derecedeki büyük ve küçük makamlardan yazılan ferman, berat, divan tezkeresi gibi resmî mâhiyetteki emir ve yazı sûretleri hattâ yangın, sel, fırtına, deprem, salgın hastalık gibi olayların kayıtları günlük olarak işlenirdi Siciller 16 yüzyılın sonlarına kadar Arapça ve Türçke olarak iki dilde yazılırken bu târihten îtibâren yalnız Türkçe kullanılmaya başlandı Bir mahkemeye tâyin olan kâdı, kendi adına yeni bir sicil başlatır, onun ayrılmasından sonra o güne kadar tutulan yapraklar bir araya getirilerek defter meydana getirilirdi Bâzı kâdılar ise kendilerinden önceki kâdının bıraktığı yere adını ve tâyiniyle ilgili beratın örneğini yazdıktan sonra defteri devam ettirirdi Şer’iye mahkemelerinin 1924’te kaldırılmasından sonra yüzyıllar boyu arşivlerde birikmiş şer’iye sicillerinin değerlendirilmesi için bir araya toplanması ve Millî Eğitim Bakanlığına verilmesi kararlaştırıldı Yangınlar, su baskınları ve ilgisizlik yüzünde büyük bölümü harap olan sicillerden yine de günümüze ulaşan yüzlerce cildi korumaya alındı Ancak bunlar İstanbul, Ankara, Adana, Diyarbakır, Konya, Sinop ve Tokat gibi illerin müze veya kütüphânelerinde dağınık olarak bulunmaktadır Bir misal verilecek olursa; Konya Mevlâna Müzesi Arşivinde varak (yaprak) sayıları birbirinden farklı, toplam 348 adet şer’iye sicil defteri bulunmaktadır Bu şer’iye defterlerinde Konya’ya, Konya’ya bağlı kazâlara ve bugün idârî taksimat olarak Konya ili dışında kalan Isparta, Burdur illerine ve Yalvaç ile Uluborlu kazâlarına âit siciller tutulmuştur Bugün mevcut bulunan şer’iye sicilleri; 15 yüzyılın ikinci yarısından 20 yüzyılın ilk çeyreğine kadar gelen dilimin olaylarını ihtivâ etmekte olup, Türk târihinin, Türk kültürünün, Türk hukûkunun ve Türk siyâsî, sosyal ve hukûkî heyetinin birinci elden kaynakları durumundadır |
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik) |
06-27-2012 | #23 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik)T Tahrir Tanzimat Fermanı Tarkan (Tarhan) Tuğ Tuğra Türkistan Türklerde Denizcilik Tahrir Osmanlı Devletinde toprağın mülkiyet ve tasarruf hukûkunun, reâyânın yükümlülüklerinin ve vergi cins ve miktarlarının belli usûl ve kâidelere göre tesbit ve kaydedilmesi Arâzi tahrirleri Osmanlılardan evvelki Türk-İslâm devletlerinde de yapılmıştır Araplar Mısır’da ve İspanya’da; Selçuklular İran’da; İlhanlılar Hint’te nüfus ve arâzi tahrirleri yaptırmışlardır Osmanlılarsa bu tahrir şeklini mükemmel bir hâle getirerek imparatorluk bünyesindeki geniş memleketlerde tatbik edip, Osmanlı mâlî-idârî sisteminin esâsı hâline getirmişlerdir Osmanlı idâresine geçen bölgeler, nizâm ve teşkilât içerisinde, tımar sisteminin gereği olarak, gelir kaynaklarının tespiti maksadıyla tahrîre tâbi tutulurdu Tahrir esnâsında, Osmanlı Devletindeki yerleşme merkezleri (şehir, kasaba, köy, mezra ve çiftlik) ve buralarda yaşayan, vergi vermekle mükellef evli veya bekar şahısların tek tek isimleri, yetiştirilen mahsûller ve bunlardan alınan vergiler, meslek grupları vs ayrı ayrı yazılırdı Fethi müteâkip yapılan ilk tahrirden sonra, zaman zaman yeni bir pâdişâhın tahta çıkması, umûmî olarak meydana gelen değişiklikler, vergi gelirlerinin herhangi bir sûrette artmış veya eksilmiş görünmesi ve defter hârici kalmış yerlerin deftere sokulması gibi muhtelif sebeplerle tahrirler yenilenirdi Pâdişâhların uzun süre tahtta kalma dönemlerindeyse, bu tahrirlerin 30 yılda bir tekrarlanmaları kânundu Arâzi tahriri işinin sorumluluğunu üstlenen kişiye; emîn, mübâşir, muharrir, il yazıcısı, vilâyet kâtibi gibi isimler veriliyordu Tahrirlerin; rüşvet ve suistimâle meydan vermeden kemâl-i adâlet üzere yürütülmesi için bu mesûliyetli işe umûmiyetle tecrübe ve bilgi sâhibi nüfûzlu beyler veya kâdılar tâyin olunuyordu Her emînin yanında defterin yazılması ve tanzîmini üzerine alan, işin tekniğini iyi bilen bir de kâtip bulunmaktaydı Ayrıca tahrir işlemi her bölgenin kâdısının da murâkabesi altında yürütülmekteydi Tahrir emîni, bölgenin eski defterleriyle muhtemelen bir önceki tahrirden beri, tımar sâhiplerinin vaziyetlerinde ve gelirlerinde meydana gelmiş değişiklikleri gösteren bir icmâl defterini, yanında bulundurur ve ona göre tahrire başlardı Her yeni tahrir bir takım yolsuzlukları meydana çıkardığı gibi, ormanlık yerlerden açılan arâzinin işletilmesi ve evvelce istifâde edilmeyen yerlerin işler hâle getirilmesi dolayısıyla istihsal miktarı artmış olurdu Tahrir tamamlandıktan sonra, timarların yeni vaziyetini aksettiren timar icmâl defterleri hazırlanır, ayrıca o bölgenin bütün teferruâtını belirten mufassal defterler temize çekilerek pâdişâh katına sunulurdu Bu yeni tahrir defterine Nişancı tarafından hükümdârın tuğrası konulduktan sonra, bir sûreti Defterhâne hazînesinde Defter emini nezâretinde saklanır, bir sûreti âit olduğu vilâyetlere gönderilir ve yeni tahrir mûcibince hareket edilmesi emrolunurdu Beylerbeyleri de yeni tahrir üzerine sipâhîlere dirlik tezkireleri verirdi Yeni teşkil edilen deftere “cedîd”, eskisine “atîk”, daha eskisine “köhne” denirdi Bir bölgenin tahriri oranın yalnızca has, zeâmet ve timar gelirlerinin tespitinden ibâret değildi Bunun yanısıra bölgedeki evkafın, konar-göçer teşekküllerin, piyâde ve müsellemlerin ayrı ayrı tahrirleri yapılır ve bunlara âit müstakil defterler de hazırlanırdı Bu deftere köylerdeki reâyâ ile kasaba ve şehir halkı isimleriyle kalem kalem yazılmayarak, sâdece dirlik sâhiplerinin adları ve gelirleri toplu olarak kaydedilirdi Tahrir usûlünün 16 yüzyılın sonuna kadar muntazam bir şekilde devâm ettiği, 17 yüzyıl ortalarından îtibârense çeşitli iç ve dış meseleler yüzünden yavaş yavaş terk olunduğu anlaşılmaktadır Bugün elde mevcut bulunan tahrir defterlerinden binlercesi İstanbul’da Osmanlı Arşiviyle Ankara’da Tapu-Kadastro Genel Müdürlüğü Kuyûd-i Kadime Arşivinde bulunmaktadır Bu defterler sâyesinde bugün, üç kıtaya yayılmış bulunan, koca Osmanlı Devletinin bir işbaşı manzarasını görmek mümkün olmaktadır Gerçekten de; bundan dört-beş yüz sene evvel Türkiye’nin her köşesinde mevcut sipâhiyle toprağa bağlanmış köylüyü, devleti bir ucundan diğerine kat ederek geniş ölçüde münâsebet temin eden yollar boyunca derbent bekleyen, yol ve köprü tâmir eden ve kervansaraylara hizmet eden insanları, mâdenci, güherçileci, şapcı, tuzcu ve yağcı gibi türlü mükellefiyetleri olan halkı ve nihâyet her türlü baç ve rüsûm toplanan geçit, pazar ve gümrük mahallerini yerli yerinde ve vazîfe başında görmek, imparatorluk denilen bu muazzam makinenin çarklarının nasıl işlediğini anlamak bakımından çok önemlidir Tanzimat Fermanı (Gülhane Hatt-ı Hümayunu) Sultan Abdülmecid Han zamanında, Sadrazam Mustafa Reşid Paşa tarafından hazırlanarak, 3 Kasım 1839’da Topkapı Sarayı'nın Gülhane Bahçesinde okunup, ilan edilen ve ıslahat programını bildiren belge Avrupa’da 18 yüzyıldan itibaren görülen teknik ilerleme, her geçen gün Osmanlı Devleti'nin aleyhine gelişti Yeni buluşlar; askerî, sivil, iktisadî bünyeye süratle girerek, Avrupa milletlerini güçlendirdi Ayrıca Fransız İhtilâliyle yaygınlaşan ve şiddetle benimsenen milliyetçilik hareketleri, bu milletlerin derlenip toparlanarak, bilhassa Osmanlı Devletine karşı düşmanlıklarını arttırdı Haçlı zihniyetinin kinleri ve asırlar boyunca süren Müslüman-Türk üstünlüğüne son verme ihtirasları da, bu teknolojik imkân ve güçlerle birleşerek, askerlikte, ticarette, dış ve iç siyasette, Osmanlı Devleti aleyhine komploları, açık ve gizli tecavüz ve mücadeleleri en ileri noktalara doğru tırmandırdı Bunun neticesi olarak Osmanlı Devleti içinde yer alan başta Hıristiyan azınlıklar, kavmiyetçilik ve Haçlılık hisleri tahrik edilerek, devamlı surette taşkınlıklara, isyanlara, tahrik ve teşvik edildi Bu hareketleri, düşman devletlerce maddî ve manevî yardımlarla desteklendi Öte yandan 17 yüzyıldan sonra yeniçerilerde görülen bozulma, Sultan İkinci Mahmud Han devrinde, siyasî ve ticarî hayata da bulaşarak, devlet içten içe çürütülmeye başlandı Bu durum, devletin gücünü tedricen azaltarak, dışarıda ve içeride zaafa uğrattı Yüksek dereceli bazı memurlar arasında yaşanan şahsî çekişme, kin, haset ve garez, zaman zaman, devletin otorite ve gücünü zayıflatmak ve yok etmek pahasına da olsa, sürdürülerek, devletin düşmanlarına yardım edildi Böylece, esasen devlete sadık ve temiz halk, yükselme devrinde görülen basiretli ve ilerletici sevk ve idareden mahrum, ilimden uzaklaştırılarak sanayi ve ticarette teknik kolaylıklardan habersiz bırakıldı Bu durum, Tanzimat Fermanı’ndan çok önce Osmanlı sultanları tarafından fark edilerek çeşitli ıslahat hareketleri planlandı ve uygulandı Yeniçeri Ocağının kaldırılması, kılık kıyafetin düzenlenmesi, eğitim müesseselerindeki ıslahatlar, teknolojik gelişmeleri ülkeye sokma gayretleri, bunlardan bazılarıdır Ancak, bu hareketlerin çoğunda düzeltilmek istenen asıl hususlar, insan unsuru ve müesseselerin işleyişi ve teknolojiye ayak uydurmak şeklinde görülür Sultan Abdülmecid Han da bu anlayışa sahip, ıslahat hareketlerini devam ettirmek ve devleti Avrupa ile henüz dengede duran gücünden düşürmemek; bir de hakim güç hâline getirmek için, azim ve gayret ile çalışan bir hükümdardı Avrupa milletleri ve bilhassa İngilizler; Osmanlı Devletinde yapılacak ıslahatın, devletin temellerine nüfuz etmesini, Osmanlı müesseselerinin yıkılarak, Avrupaî bir idare tarzı altında, devletin yapısına ters bir zihniyetin hakim olmasını, azınlıkların istiklâli temin edilerek, parçalanma ve yıkılışa yol açmasını arzu ediyorlardı Bunu sağlamak için hususî teşkilâtlar kurarak bazı Osmanlı devlet adamlarını elde etmeye, ıslahat gayretlerini kendi planlarına uygun şekle çevirmeye çalıştılar Mason locaları dahil, çeşitli isim ve şekiller altında yürütülen bu faaliyetler içerisinde, Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu’nun hazırlandığı günlere gelindi Tanzimat-ı Hayriye de denilen bu fermanın hazırlayıcısı Mustafa Reşid Paşadır Mustafa Reşid Paşa; daha önce Paris ve Londra elçiliklerinde bulunmuş, batı kültürü hayranı, millî meziyetler ve İslâm bilgilerinden önemli ölçüde uzak kalarak yetişmiş bir kişiydi İstanbul’a dönüşünde İngiltere sefiri Lord Rading’in ısrarlı tavsiyeleri neticesinde sadrazamlığa getirilmişti Lord Rading’in, Osmanlı Devletini parçalamak için İngiltere’de kurulmuş olan “İskoç Mason Locası”nın önde gelen bir üyesi olduğu, tarihî kayıtlarda mevcuttur Tanzimat Fermanı; 3 Kasım 1839 tarihinde, Gülhane Bahçesinde, yabancı devlet sefir ve konsolosları, bütün saray erkânı ve devlet ricali ile büyük halk kalabalığı önünde, bizzat Reşid Paşa tarafından okunup, ilan edildi Oldukça uzun bir metin olan bu ferman, ihtiva ettiği fikirler itibariyle, beş kısma ayrılabilir: 1 İlk kısımda; Osmanlı Devletinin kuruluşundan itibaren, şeriatın kanunlarına uyulduğundan, devletin kuvvetli hâle ve halkın müreffeh bir duruma vasıl oldukları belirtilmektedir 2 İkinci kısımda; yüz elli yıldan beri türlü gaileler ve türlü sebeplerle dine ve kanunlara riayet edilmediğinden, devletin zayıfladığına işaret edilmektedir 3 Üçüncü kısımda; Allah’ın inayeti ve Peygamberin yardımları ile devletin iyi bir şekilde idaresini sağlamak gayesiyle yeni kanunların konulmasının gerekliliği belirtilmektedir 4 Dördüncü kısımda; bu yeni kanunların dayanacağı prensipler belirtilmekte olup, bunlar: a) Müslüman ve Hıristiyan bütün tebaanın ırz, namus, can ve mal güvenliğinin temini; b) Verginin düzenli bir usule göre ayarlanıp toplanması; c) Askerliğin düzenli bir şekle sokulması 5 Beşinci kısımda ise, bu kanunların yapılması ve tatbiki için gereken tedbirlerden bahsedilmektedir Muhtevası, uygulanışı ve neticeleri itibariyle Osmanlı tarihinde, üzerinde en çok tartışılan konulardan biri olan bu Ferman hakkında yapılan çeşitli değerlendirme ve tenkitler şöyle sıralanabilir: İlk üç bölüm, Hatt-ı Hümâyûnun dördüncü bölümündeki yeniliklere, Müslüman tebaanın reaksiyonunu azaltmak ve onların itimadını kazanmak için kaleme alınmıştır Tanzimat Fermanı’nın en önemli kısmı, dördüncü kısmıydı Ferman’ın ilanından bir müddet sonra, fermanda, gerekli olduğu belirtilen tedbirlerin alınmasına başlandı Dördüncü bölümde sayılan prensiplerle, evvelden beri Osmanlı idaresinde, sanki bir kamu düzeni ve kanun bulunmadığı şeklinde bir hava verilmeye çalışılmıştır ve ferman, bu düzensizliği ortadan kaldırıyor iddiası ile ortaya atılmıştır Halbuki, kanun ve nizam hakimiyeti, devletin kuruluş yıllarından itibaren padişah dahil, herkes tarafından en çok riayet edilen husustur Osman Bey, en yakın çocukluk arkadaşı, beyliğinin ileri gelen kumandanı, çok sevdiği Samsa Çavuş’un, Leblebici Hisarı’nın gelirinin kendisine verilmesi talebini; “Karındaşım; kanunumuz, harpsiz teslim olan hisarların düzenine, gelirine dokunmayı men eder Leblebici Hisarı kılıçla alınmadı!” diyerek kanun ve nizam ile devleti, şahsî dostluğundan üstün tuttuğunu göstermiştir Temeli böyle atılan devlette, kanun ve nizam, hep önde gelmiş, keyfî idare gayesi güdülmemiştir Ayrıca, bir devlet içinde kanunları ihlâl eden bazı kimselerin bulunması, yeni kanun yapmayı gerektirmez İhmal edenlerin cezalandırılmasını gerektirir Bu fermandan sonra ferdî hakların korunması bakımından önemli olan yeni bir ceza kanunu yapıldı Memur suçlarına ait yeni bir İdare Kanunu düzenlendi ve rüşvet için ağır cezalar kondu Tanzimat'ın birinci ve ikinci yıllarında iltizam ve âşar toplama usulleri kaldırıldı Âşar, muhassıl-ı emvâl denilen maliye memurları vasıtasıyla toplanmaya başlandı Hıristiyanların verdikleri cizye de, patrikhaneler vasıtasıyla toplandı Mustafa Reşid Paşanın mühim bir gayesi de, bu tedbirle ortaya çıkmaktadır Vergi almak, devletin vazifesidir Müslümanların vergisini Şeyhülislâmlık makamı toplamadığı, devlete verildiği hâlde, Hıristiyanların vergilerini kiliseler toplamaktadır Bu, bir nevi muhtariyet işareti vermektir Nitekim yüzlerce yıl sulh içinde Müslümanlarla beraber yaşayan Ermeniler, bu tarihten sonra teşkilâtlanıp, devlete yüz yıldan ziyade gaile olmuşlardır Bütün devlet memurları, maaşa bağlandı Tanzimat'ın bânisi Reşid Paşa, malî saha ile ilgili teferruatlı bir programa sahip olamadığından, beklenilen netice elde edilemedi Buradan da, Reşid Paşanın asıl hedefinin sosyal bünye olduğu anlaşılmaktadır Kısa bir süre sonra âşar ve cizyenin toplanmasında eski usule dönüldü Vergi işleri için defterdarlıklar kuruldu Vergilerin tespit ve tahsilinde, belediye ve vilayet meclislerine bazı yetkiler verildi İlk kâğıt para da bu dönemde çıkarıldı Fakat karşılığı olmadığı için, kısa süre sonra değerden düştü 1846 Ticaret Kanunu çıkarıldı Yüzyıllardır, askerlik nedir bilmeyen Hıristiyanlara askerlik mükellefiyeti yüklenemediğinden, onların askere alınmalarından vazgeçildi Böylece fermanın getirdiği askerlikte, Hıristiyan-Müslüman eşitliği ilk darbeyi yedi Tanzimat Fermanı’nda doğrudan doğruya millî eğitimle ilgili bir kısım görülmez Mustafa Reşid Paşa, Hatt-ı Hümâyûnu okuduğu gün, birçok kordiplomatik şahıslara ek olarak, bazı Avrupa devletlerinin ileri gelenleri de hazır bulundu Bunlardan İngiliz Prensinin, diğer sefirlere nazaran, Reşid Paşaya yakınlığı çok fazla idi Çünkü Paşa, İngiltere’de sefirken, Prensle şahsî dostluk kurmuşlardı Batı kültürünün hayranı olan Paşa’nın bu yakınlık karşısında, birçok fikrî taahhütleri de olmuştur Gülhane bahçesinde Paşa, fermanı okurken hazır bulunan İngiliz Prensi, Paşa’yı hararetle tebrik ederek; “Paşam, siz İngiltere’deki sohbetlerimizde planlarınızı bana anlatırdınız Ben ise Osmanlı cemiyetinde bu değişikliklerin değil yapılması, sözünün bile edileceğine ihtimal vermezdim, ama, sizi kırmamak için de itiraz etmezdim Fakat görüyorum ki hayallerinizi gerçekleştirdiniz Beni yanılttınız, sizi tebrik ederim!” demekten kendini alamamıştır Halbuki Osmanlı cemiyetinin bu şekilde bozulmasını, dejenere edilmesini Reşid Paşaya İngilizler empoze etmişlerdi Osmanlı Devletine dostluk elini bugüne kadar uzatmamış İngiltere, iki sene sonra 1841’de, Mısır’daki Mehmed Ali Paşa gailesinde, Osmanlı Devletini, donanması ile desteklemiş, fakat öbür taraftan da Mısır’ı Osmanlılar üzerine kışkırtmıştır Arkadan Kırım Harbi'nde de bu sahte dostluğunu, Osmanlı Donanmasını Karadeniz’de, Sinop baskınında Ruslara imha ettirerek devam ettirmiştir Adım adım ilerleyen bu durum, Devletin çökmesine kadar sürmüştür Millî eğitim sahasındaki yenilikler, Sultan İkinci Mahmud zamanında başlatılmıştı Bu dönemde ise Sultan Abdülmecid Hanın emriyle, yeni mekteplerin açılması ve sıbyan mekteplerinin çoğaltılmasına çalışıldı Millî eğitim işlerinin yürütülmesi ve kontrolünü takip etmek maksadıyla “Meclis-i Dâimî Maârif-i Umûmiye” kuruldu 1846’da temeli atılan Dârülfünûn’un bitirilişine kadar, burada okutulacak dersler için eserler hazırlamak üzere 1851’de “Encümen-i Dâniş” adı ile ilk Osmanlı İlimler Akademisi kuruldu Bu meclisin üyeleri olan Fuad Paşa ile Ahmed Cevdet Paşa'nın müştereken hazırladıkları Kavâid-i Osmâniye adlı kitap, bu Encümen tarafından kabul edilen ilk eserdir İdarî teşkilâtta da bazı yenilikler yapıldı Memleketin eyaletlere bölünmesine devam edildi Eyaletler sancaklara, sancaklar kazalara ve kazalar da köyleri ihtiva eden nahiyelere ayrıldı Her eyaletin başında müşir rütbesinde birer vali, sancaklarda birer paşa bulunmakta, kazaların birçoğu ise muhassıllar tarafından idare olunmakta idi Her valinin yanında, bölge kuvvetlerine komuta edecek bir muhafız ile, malî işlere bakacak bir defterdar verildi Bazı eyalet ve sancaklarda mahallî meclisler kuruldu Bu meclislerde Müslüman ve Hıristiyan ahali, nüfusları nispetinde temsil edildi Tanzimat, Osmanlı Devletinde Sultan Üçüncü Ahmed’den itibaren başlamış olan ıslahat hareketleri içinde bir merhale teşkil eder Fakat bu merhale, kendilerinden öncekilere nispetle çok farklı bir özellik taşır O zamana kadar, daha ziyade askerî sahada ıslahat yapılırken, bu dönemde devletin başına gelen gailelerin sebepleri, Osmanlı cemiyetinin düzeninde görülmüş ve bu düzenin temellerinin ıslahı düşünülmüştür Bunun için Tanzimat Fermanı bir nevi vatandaş hakları beyannamesi olarak ortaya çıkmıştır Fakat bu beyanname, bir halk hareketi neticesinde halktan gelmeyip yukarıdan aşağıya, yani idare edenlerden gelmiştir Bu husus, Tanzimat'ın zayıf taraflarından birini teşkil eder Bunun içindir ki halk tarafından kolaylıkla benimsenmemiştir Bu da, alınan tedbirlerin, dış baskılarla emr-i vâki olduğunun en açık delilidir Osmanlı Devletinde vuku bulan bu liberal hareket, Rusya ve Avusturya tarafından hoş karşılanmadı İngiltere ve Fransa ise, müspet karşıladılar Ancak her devlet kendi menfaatleri doğrultusunda siyasî ve iktisadî çıkarları için, Ferman’dan faydalanma yolunu tuttular Osmanlı devlet otoritesinde bir gedik açılmıştı Çünkü, insan hak ve hürriyetleri başka, azınlıkların devlet idaresine karıştırılması başkadır Osmanlı Devletinin kuruluşundan beri azınlıkların hak ve hürriyetleri zaten vardı Tanzimat ile onlar da devlet idaresine karıştırıldı Kolayca dış düşmanların güdümüne girdiler Böylece Haçlı Avrupa’nın arzusu doğrultusunda, devlet, kademe kademe çökmeye yüz tuttu Rusya Ortodoks, İngiltere Protestan, Fransa Katolik tebaalar için müdahalede bulunup, Tanzimat'ın yeter derecede gelişmediğini ileri sürerek, akıl hocalığı yapmaya kalktılar Tanzimat'a, açıktan muhalifliğini ilan eden Avusturya başvekili Metternich, Avrupa usullerinin, Türkiye’yi zayıf düşüreceğini ileri sürerek, Türklerin eski rejime bağlı kalmaları gerektiğini bildirmişti Başlangıçta Osmanlı hükümetinin kendi isteğiyle başlatmış olduğu bu düzen, yabancı devletlerin artan müdahaleleri yüzünden, onların istek ve ısrarıyla yapılan ve yürütülen bir hareket hâlini aldı Tanzimat, Osmanlı Devletinin kendi içinde de bir düşmanlığın meydana gelmesine sebep oldu Bilhassa, Devlette hep hakim ve asıl unsur olan Müslümanların, gayrimüslimlerle eşit sayılması, Müslüman camiada hoşnutsuzlukla karşılandı Fermanın okunmasında hazır bulunan halkın, dağılırken fikrini; “Bundan sonra gâvura gâvur diyemeyeceksiniz!” şeklinde belirtmesi, duyulan tepkinin en meşhur ifadesi olmuştur Hıristiyan zümrelerden, en çok imtiyaza sahip olan Rumlar, imtiyazlarının azalacağı endişesiyle memnun kalmadılar Diğer Hıristiyan tebaa da, Tanzimat'ın gelişmesi sırasında, Gülhane Hattı’nın tebaa eşitliğini belirten prensiplerinin, gereği gibi yürütülmediğini ileri sürerek, yeni haklar istemeğe kalktılar Ayrıca, refah ve huzur içinde olmalarına rağmen, siyasî haklara kavuşmak için yabancı devletlere başvurmaktan çekinmediler Halbuki Gülhane Hatt-ı Hümâyûnuna göre, şikâyetlerini Bâbıâli’ye yapmaları lâzımdı Tarkan (Tarhan) Tarhan da denilen eski Türk unvanlarından Askerî unvan olup, ordu kumandanı, bey demektir Tarkanların askerî ve sivil bakanlık vazifesi de aldığı olurdu Arâzi bakımından imtiyazlı olup, yüksek memuriyetlerdendi Türk devletleri ve kısmen de Moğollar kullandı Türk-İslâm devletleri ve Osmanlılarda da Tarhan tâbiri kullanılırdı Ortadoğu’da kurulan Türk-İslâm devletlerinde Tarhan, imtiyazlılık ve muâfiyet mânâsına gelirdi Tuğ Ucuna at kuyruğu bağlanmış ve tepesine altın yaldızlı top geçirilmiş mızrak Eski Türklerde hânlık alâmeti olarak kullanılan tuğun sayısı hanların büyüklüğü nispetinde artıp azalırdı Osmanlılarda tuğ; hükümdarlık, vezirlik, beylerbeylik, sancakbeylik ve daha umûmî bir tâbirle askerî vazife ve memûriyet alâmetiydi Tuğ, at kuyruğu kıllarından sanatkârane bir şekilde yapılırdı Çok sayıda kıl al renge boyandıktan sonra bunun tepesine beyaz ve siyah renkte ince kıllardan yapılan saçaklı bir başlık konulurdu Bütün bunların üzerine bakırdan altın yaldızlı büyük bir top ve bazen da onun üzerine bir hilâl yerleştirilirdi Top güneşi, hilâl ayı, at kılları da güneşin ışınlarını temsil ederdi Tuğ, mızrak şeklinde bir sırığın ucunda taşınırdı Osmanlıların tuğları 16 yüzyılda, baş tarafında bir yaldızlı top ile üzerinde gümüş hilâl bulunan (bazen hilâlsiz de olabilen) bir sırığa ve topun alt kısmına takılmış uzun ve boyalı at kıllarından müteşekkildi Pâdişâh tuğuna “Tuğ-ı Hümâyun” denilirdi Pâdişâh sefere giderken Tuğ-ı Hümâyunlar da berâber götürülür, bunun için de bir merâsim yapılırdı Bu merâsim, 17 yüzyılın sonu ile 18 yüzyılın başı arasında şöyle yapılırdı: Pâdişâh tuğlarından ikisinin çıkarılacağı vezir-i âzam, şeyhülislâm, kazaskerler, nişancı, defterdar, yeniçeri ağası ve ileri gelen devlet adamlarına söylendikten sonra bunlar merâsim elbiselerini giyerek muayyen zamanda sarayın orta kapısında beklerlerdi Enderun’dan Tuğ-ı Hümâyunun hazırlandığı haberi gelmesi üzerine önde vezir-i âzam olmak üzere Babüssaâde'de Akağalarının oturduğu aralıkta sedire oturup beklerler, bu sırada hassa müezzinleri Sûre-i Feth okumaya başlarlardı Sûrenin okunması bittikten sonra dâvetli şeyh efendilerin birinin duâsını müteakip Fâtiha sûresi okununca, ağalar Tuğ-ı Hümâyundan ikisini çıkarırlardı Hemen devlet erkânı kalkıp, tuğları ağaların ellerinden alırlar, derhal birinciyi sadrâzamla şeyhülislâm ve diğerlerini de vezirlerle kazaskerler birlikte Babüssaâde önündeki muayyen yerlerine dikerlerdi Bunun üzerine duâ edilip, merâsim sona ererdi Pâdişâhlar 18 yüzyıldan îtibâren sefere gitmediklerinden, tuğları yalnız saraya dikilirdi Bir sefer esnâsında veziriâzamın tuğlarından birisi Paşakapısı önüne ve binek taşına dikilirdi Bu münâsebetle merâsim yapılıp, hâfızlara Kur’ân-ı kerîm okutulur ve dâvet edilen din âlimlerinin duâları arasında sadrâzamın tuğu mahalline konulurdu Pâdişâhlar bizzat sefere gitmediği zaman sadrâzam yalnız kendi tuğlarıyla hareket ederdi Muhârebe safında serdâr-ı ekremin tuğları yeniçerilerin arkalarında bulunur, tuğun dibinde mehterhâne ve daha arkada da sancak-ı şerîf ve serdar-ı ekremlik vazifesi de olan sadrâzam bulunurdu Türkistan Asya kıtasında, Türklerin yurdu mânâsına gelen büyük bir ülke Tabiî coğrafyası, etnoğrafik ve târihî mânâsıyla Türkistan’ın hudutları şöyledir: Güneyden Gürgan Nehri, Horasan Dağları, Kopet Dağı, Kuhî Baba, Mezdûran, Tapcak ve Ak Dağları, Hindukuş Sırtları, Mustag-Kuenker Sıradağları; doğudan, Doğu Türkistan’ın doğu hudutları, Sucav civârında 98°50’ kuzey paraleli, 40°50’ doğu meridyeni noktası; kuzeyden Cungarya ve Kazakistan’ın kuzey hudutlarını meydana getiren İrtiş Havzası ve Aral-İrtiş su ayırımı hattının kuzey yamaçları; batıdan Kuzey Ural Dağı, Yayık Nehri, İdil’in denize döküldüğü yer olan Bökey Orda ve Hazar Deniziyle çevrilidir Yüzölçümü altı milyon kilometrekare civârındadır Türkistan; Batı Türkistan, Doğu Türkistan, Afgan yâhut Güney Türkistan ve İran Türkistan’ı olmak üzere dört bölüm hâlinde incelenir Batı Türkistan, Türkmenistan, Özbekistan, Tâcikistan, Kırgızistan, Kazakistan; Doğu Türkistan Çin Halk Cumhûriyeti; Güney Türkistan, Afganistan; İran Türkistan’ı da İran hudutları içindedir Güneydeki Afgan Türkistan’ı; Afganistan’ın kuzeyinde bend-i Türkistan ve Hindukuş dağ sırası önünde Seyhun Vâdisine ve Batı Türkistan Çukureli’ne doğru uzanan alçak sahadır Afgan Türkistan’ının en büyük şehri Mezar-ı şeriftir İran Türkistan’ı; İran’ın Estarâbâd ve Deregiz vilâyetlerini içine alır Türkistan, Türklerin yurdu mânâsınadır Târihî geçmişi çok uzundur Binlerce yıldan beri Türklerin yurdu olup, topraklarında pekçok devlet kuruldu Üzerinde çok büyük hâdiseler olup, tesiri hâlâ mevcuttur Türkistan’ın târihi eskiden Türk devletleri, Çinliler, Moğollar, 19 yüzyıldan îtibâren de Ruslar, Çinliler, Afganlılar, İranlılarla alâkalıdır Türkistan’a hâkim Türk devletleri kuran Hunlar, Tabgaçlar, Göktürkler, Uygurlar, Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular, Harezmşahlar olup, 13 yüzyılın başında da Moğolların işgâline geçti Moğollardan sonra da çeşitli hanlıkların idâresinde kaldı Batı Türkistan 1867 yılında Rusya’nın işgalindeyken 1991 yılında Özbekistan ve Türkmenistan’ın öz toprakları oldu Doğu Türkistan Çin’in işgâlinde, Güney Türkistan ise Afganistan’ın hâkimiyetinde bulunmaktadır İran Türkistan’ı İran’dadır Türklerde Denizcilik Türklerde denizcilik Selçukîler devrinde başladı İstanbul’u ve Marmara adalarını kuşatmak için o zamanlar güçlü donanmalar kurmak ihtiyacı duyuldu Gemlik’i fetheden Selçukîler buralarda tersâneler yapmaya başlayınca, Bizanslılar bu durumu kendileri için tehlike kabul ederek, denizden saldırıya girişerek kızakları yakıp yok ettiler Marmara’da üstünlük sağlayamayan Selçukîler, İzmir’i zaptederek güçlü deniz donanmaları kurdular Selçuklu Sultanı Alâeddîn Keykubad, Antalya ve civârını fethederek, Alâiye (Alanya)da tersaneler kurdu Çaka Beyin idâresindeki Türk donanması Midilli ve Sakız adalarını fethetti Selçukîlerden sonra Türklerin denize çıkışı Aydınoğullarından Umur Bey zamânında gerçekleşmiştir Denizcilik alanında en büyük ilerleme Osmanlılar zamânında olmuştur On altıncı yüzyılda dünyânın en güçlü denizci ülkesi Osmanlılardı Hattâ Avrupa’nın birleşik donanmasını tekbaşına yok edebilecek üstün bir güçteydi Yıldırım Bâyezîd zamânında denizcilik alanında büyük gelişmeler sağlanarak Ege kıyılarına hâkim olundu Antalya’yı da ele geçiren Osmanlılar, Akdeniz’e açılma imkânı buldular Fatih Sultan Mehmed Han zamânında kara kuvvetleri gibi denizciliğe de önem verilerek güçlü donanmalar kuruldu 1453’te Fâtih Sultan Mehmed Hanın İstanbul’u fethetmesiyle, İslâm târihinde bir devir açılmıştır Fetih devrinde hutbeler “Hâkimülbahreyn ve Sultânülberreyn” (Denizlerin Hâkimi, Karaların Sultânı) diye okunmaya başlandı Kânûnî Sultan Süleymân zamânında Eğriboz, İnebahtı, Midilli, Sıgacık, Kocaeli, Mora, Karlı ili, Rodos, Biga, Mezistre sancakları birleştirilerek merkezi Gelibolu olmak üzere Kaptan Paşa Eyâleti kuruldu Donanma komutanına da “kaptan-ı deryâ” ismi verildi Ancak bu ünvan, Barbaros Hayreddin Paşadan sonra “beylerbeyi” olarak değiştirildi Cezâyir-i Bahr-i Sefid eyâleti beyliğine de “derya beyleri” dendi Birinci Abdülhamîd Han zamânında kaptan-ı deryâ ismi yerine, donanma kumandanına “bahriye nâzırı” ismi verildi On altıncı yüzyılda dünyâya hükmeden Osmanlılar, kapasitesi çok büyük gemiler yaptılar Savaş gemilerine “Baştarda” adını verdiler 1710 senesinde İstanbul’da yapılan ve “kalyon” ismi verilen savaş gemisi 3300 kişilik bir donanmaydı O zamanları dünyânın en güçlü donanmasına sâhib olan Osmanlılar Avrupa devletlerinin ısmarladıkları savaş gemileri ile ticâret gemilerini de yaparlardı Dünyânın en büyük tersâneleri İstanbul Haliç ve Gelibolu’daki tersânelerdi Hattâ Venediklilerin vermiş olduğu gemi siparişi, Türk mühendislerinin gerçekleştirdiği planlarla bu tersânelerde yapılmıştır Osmanlılar denizcilik ilmi konusunda da dünyânın en ileri ülkesiydi 1515 senesinde Pîrî Reis tarafından, ceylan derisi üzerine çizilerek yapılan harita, Amerika kıyıları hakkında gerçeğe çok yakın ayrıntılı bilgi verir 1528’de Glole Dore tarafından çizilen Amerika kıtasıyla ilgili haritası, Pîrî Reis’in çizmiş olduğu haritanın yanında çok basit kalırTopkapı Müzesindeki Pîrî Reisin haritasını görenler hayretler içinde kalmaktadırlar Hâlen mevcûd olan ve 1461 senesinde İbrâhim Reis tarafından çizilen harita da, Osmanlıların o devirde kesinlikle ilim alanında Batıdan üstün olduğunu gösterir Donanmada çok güçlü olan Osmanlılar deniz nakliyatında ve ticâretinde de çok ileri idiler 800 yolcu taşıyan gemiler de yapılmıştır Bahriye nezâreti teşkilâtı içinde Şirket-i Hayriye ve Haliç şirketleri vardı 1843 senesinde kurulan Fevâid-i Osmaniye Şirketinin 108 senelik faâliyetine ve 1851 senesinde kurulan Şirket-i Hayriye’nin 94 senelik faaliyetine, 1913 senesinde kurulan Haliç hattındaki İtalyan Şirketinin 22 senelik faaliyetlerine son verilerek, 1944 senesinde Devlet Deniz Yolları ve Limanları İşletme Umum Müdürlüğüne devredilmişlerdir Çeşitli isim değişiklikleriyle bugüne kadar faaliyetlerini sürdüren kuruluşlar Türk denizciliğinin gelişiminde önemli rol oynamışlardır |
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik) |
06-27-2012 | #24 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik)U Uç Beyliği Ulüfe Uç Beyliği Anadolu’da kurulan Türk devletlerinin sınırlarını muhâfaza ve yapacakları akınlarla diğer devletleri yıpratma vazifesi gören yarı bağımsız beylikler Bu aşiretlerin reisine de Uç Beyi denir Anadolu’da ilk Uç Beyliği, Büyük Selçuklular tarafından 1071 Malazgirt Zaferinin kazanılmasından sonra kuruldu Karadeniz’le Akdeniz arasında bulunan uç bölgelere Uç Beyleri yerleştirildi İlk Uç Beyi Melik Ahmed Danişmend Gâzidir Uç beylerinin ve emrindeki aşiretlerin, fedâkâr, azimli ve yüksek îmânlı gayretleriyle Bizanslılar Ege Denizi kıyılarına kadar atıldı Hattâ bu fetihler neticesinde Ege Denizine erişildi On üçüncü yüzyılda Moğol istilâsı dolayısıyla, birçok Türkmen boyları uç bölgelere yerleştiler Bu Türkmenlerin yanında dervişler, şeyhler de gelmişlerdi Uç bölgelerinde büyük gayretler gösterip, birlik ve berâberliği sağlayan bu dervişler, kuvvetleri yeni fetihlere hazırladılar Bu derviş gâziler fethedilmemiş bölgelere de gidip, tekke, zâviye gibi dînî tesisler kuruyorlar, buralarda Türk-İslâm mefkûresini yayarak, fetih hareketlerine yardımcı oluyorlardı Beylikler döneminde de bu fetih hareketleri devam etti Yarı bağımsız olan Uç Beylerini ilk defâ Birinci Alâeddîn Keykubad (1220-1237) merkezî idâreye bağladı Keykubad’ın ölümü üzerine İkinci Gıyâseddîn Keyhüsrev (1237-1246) sultan oldu Keyhüsrev, 26 Haziran 1243 yılında Moğollara Kösedağ Savaşında mağlup oldu Bu mağlubiyet üzerine Uç Beyleri tekrar yarı bağımsız hâle geldiler Moğol ordusu Komutanı Abaka Hanın Doğu ve Orta Anadolu’da yaptığı katliâm ve tahribattan sonra Uç Beyleri bağımsızlıklarını îlân ettiler Türk Sultanlarını nüfuzu altında tutan İlhanlılar 1335’te yıkıldı Bu vak’a neticesinde de Uç Beylerinin bağımsızlık hareketleri iyice hızlandı Bağımsız hâle gelen Uç Beyleri cihâda devam etmekle birlikte aralarında da harp yapıyorlardı Büyük kitleler hâlinde gelen Türkmenler de, Uç Beyliklerinin kuvvetlenip büyümesine yardımcı oluyordu Beylikler arasındaki mücâdelelerin yegâne sebeplerinden birisi Bizans oyunlarıydı Beylikler, Moğollar ve Bizanslılar başta olmak üzere düşmanlarına karşı amansız bir mücâdele verdiler Halkı mücâdeleye, Tapduk Emre, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Velî dahil daha pekçok şeyh ve dervişler teşvik ediyorlar, bir yandan da birlik ve berâberlik bayrağını açıyorlardı Söğüt, Domaniç ve Bilecik bölgelerinde kurulan Osmanoğulları Beyliği, Bizanslılarla yaptıkları mücâdele sonunda çok büyük fetihlerde bulundular Devlet güçlenince onlar da Uç teşkilâtını kurdu Osmanlılarda Uç Beyi “Akıncı Beyi” olarak da anılır Ulüfe Osmanlı Devletinde Kapıkulu Askerlerine, Acemi Ocağı mensuplarına, kimi saray ve devlet görevlilerine üç ayda bir verilen maaş “Mevâcib” adı da verilen ulûfe Dîvân-ı Hümâyunda, Veziriâzamın huzûrunda verilirdi Muntazam olarak verildiği zamanlarda ilk iki maaş, Muharrem ve Cemâzilevvelde son iki maaş ise Şâban ayı içinde veya bu ayın sonlarında dağıtılırdı Bu sûretle üç ayda bir dört defâda verilmesi icap eden ulûfe, üç defâda veriliyordu Ulûfe dağıtımı mutlak sûrette Salı günü olurdu Yeniçerilerin maaş defterlerine çok dikkât edilirdi Her ulûfe dağıtımında üçer nüsha hazırlanırdı Asıl, mükerrer, hazine ismi verilen bu defterler yeniçeri kâtib dâiresinde yazılır, suistimâle meydan vermemek için ilk zamanlarda pâdişâh tarafından kontrol edilirdi Bu işe, Sultan Birinci Süleyman Han (1520-1566) ile Dördüncü Murâd Han (1648-1687) çok fazla hassâsiyet göstermişlerdir Maaş, kurulan dîvânda dâvâlar dinlendikten sonra dağıtılırdı Hazine önünde tevzi edilen maaş bölük ve ortanın mevcutlarına göre ayrı keselere konurdu Gülbangı çekildikten sonra ağa bölüklerinden başlamak üzere masa üzerinde ayrılan keseler bölüğün efrâdı tarafından alınırdı Merâsim bitince bunlar omuzlarına bu keseleri koyarak alayla kışlalarına giderlerdi Kışlalarda ertesi gün her bir orta toplanarak maaşlarını alırlardı Hazineden alınan para ortalara gelince mutlaka sayılırdı Fazlası hazineye iâde edilir, noksan ise mâliyeden tamamlanırdı Yeniçeriler arasında hazineden haksız yere bir akçe dahi almak büyük suç sayıldığından böyle bir işe hiçbir zaman tenezzül etmezlerdi Ulûfe dağıtıldığı dîvânın ertesi günü Sadrıâzam, Paşa Kapısında, Kapıkulu süvârileriyle cebeci, topçu ve top arabacı ocaklarının maaşlarını bizzat kendisi başında bulunarak verdirirdi Böylece bütün ocakların ulûfe dağıtım işi tamam olurdu Sefer sırasında ordunun maaş dağıtımı ise divandakinin aynı olurdu Sadrıâzamın veyaSerdâr-ı ekremin dîvân çadırında toplanarak maaş verilirdi Bu sırada bulunmayanların ocakla ilgileri kesilirdi Ulûfe dağıtımından önce yeniçerilere saray mutfağında hazırlanan çorba, pilav ve zerde verilirdi Yeniçeriler bir şeye küskün oldukları zaman çorba içmezlerdi Ramazanda ulûfe dağıtılırken askerin hepsi oruçlu olduğundan çorba, pilav, zerde verilmezdi Yalnız Ramazanın on beşinde Pâdişâhların Hırka-i şerîf ziyâretinde Yeniçerilerle diğer Kapıkulu Ocaklarına Hırka-i şerîf ziyâretini müteakip saray matbahından tepsilerle baklava verilirdi Her ortanın gümüş meşin önlüklü aşcı ustaları tepsileri peştemala bağlar, renkli sırıklara takar, her birini ikişer kişi alıp alayla kışlalarına götürürlerdi ki buna Baklava Alayı denirdi |
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik) |
06-27-2012 | #25 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik)V Vaka-i Hayriye Vakanüvis Valide Sultan Vilâyât-ı Sitte Vaka-i Hayriye Yeniçeri Ocağının kaldırılması hâdisesi için kullanılan tâbir Yeniçeri Ocağının, kuruluş yılları sonrasında, Osmanlı Devletinin Yükselme Devrinde seferde ve hazarda pekçok hizmetleri görüldü Büyük zaferlerin kazanılmasında hizmeti geçti (Bkz Yeniçeriler) Fakat, hizmeti devamlılık arz etmedi On beşinci yüzyılda Fâtih’e itaatsizlikleriyle başlayan disiplin bozukluğu 16 yüzyılda daha açık görüldü Sultan Üçüncü Murâd Han (1574-1595) zamânında genel olarak bozulmaya başladı Devşirme Kânunu bütünüyle tatbik edilmeyince, Yeniçerilerle hiç alâkası olmayanlar Ocağa kaydedilmeye başlandı Disiplin bozuldu Hâdise çıkarma âdet hâline geldi Seferden kaçma, muhârebeye katılmama, kumandanları, devlet adamları ve hattâ sultanı dahi azl, katl etmek fiillerinde bulundular İslâh teşebbüsleri kâr etmediği gibi kabul de etmiyorlardı Tâlime yanaşmadıklarından devrin silahlarını kullanmıyor, muhârebe taktiklerini kabul etmiyorlardı Zamanla aslî vazifelerinden tamamen uzaklaştılar Esnaflık ve ticâretle meşgul olmaya başladılar Osmanlının yüzyıllarca üç kıtada hâkim kılmaya çalıştığıİslâm ahlâkını terk ettiler Kadın ve erkeklere sarkıntılık, birbirleriyle kavga, odaları arasında mücâdele, tüccar, esnaf ve diğer çalışanları haraca bağlama veyâhut kazançlarına ortak olma, tüccar gemilerine balta asma gibi gayr-i İslâmi (kânunsuz) hareketler önü alınmaz hâle geldi Harpten kaçma, ağalarını öldürme, reâyaya her türlü zulm ve işkence gibi zorbalıkları da ahâlinin Yeniçeriler aleyhine dönmesine sebep oldu Yeniçerilerin katl ettiği büyük ıslâhatçı Sultan Üçüncü Selim Hanın şehâdeti günü 28 Temmuz 1808 târihinde pâdişâh olan Sultan İkinci Mahmûd Han Yeniçeri Ocağı kalkmadıkça zamânın ihtiyaçlarına uygun askerî teşkilâtın ve diğer ıslâhatların yapılamayacağını açıkça görmüştü Yeniçeri Ocağı mensuplarını şüphelendirmeden uzun vâdeli plânlar yaptı Îtimâda şâyan adamlarını devlet ve askerî teşkilât kadrolarına tâyin etti Benderli Mehmed Selim Sırrı Paşayı Sadrâzamlığa, Kadızâde Tâhir Efendiyi Meşihat makâmına getirdi Sultan Mahmûd Hanın âlimlere hürmet ve iltifatları bunların da halîfenin safında yer almasına sebep oldu Topçu Ocağı mensuplarına rütbe verip, kıymetlendirdi; onlarla gizli müzâkerelerde bulunup, bâzı tedbirler aldı Sultanın emri üzerine, yüksek devlet memurları uzun süren müzâkereler sonunda muntazam ordu teşkiline karar verdiler Eski Yeniçeri ağalarından Boğazlar Muhâfızı Ağa Hüseyin Paşanın teklifiyle, isteyen Yeniçerilerin de girebileceği “Eşkinci” adıyla bir teşkilât kuruldu Yeniçeri Ağası Celâleddîn Ağa vâsıtasıyla, Kul Kethüdâsı Hasan ve Ocağın ileri gelenlerine rütbe ve diğer makamlar verilmesi vaadiyle tasvipleri alındı Şeyhülislâm Kadızâde Mehmed Tâhir Efendinin konağında 25 Mayıs 1826 târihinde; Sadrâzam Mehmed Selim Paşa, Rumeli Kadıaskeri, İstanbul Müftüsü, Sadâret Kethüdâsı, Defterdar, Darphâne Nâzırı, Tophâne Nâzırı, Yeniçeri Ağası ve Ocağın ileri gelenleri toplandı Yüksek devlet ricâli ve âlimlerin katıldığı bu toplantıda devletin iç ve dış durumu müzâkere edildi Burada tâlimli asker yetiştirilmesi husûsunda ittifakla fikir birliğine varıldı Âlimler, harp tâlimi yapılmasının gerekli olduğuna dâir fetvâ verdiler Toplantıdan sonra, vezirler, âlimler ve ocağın ileri gelenleri, Ağa Kapısında toplanarak verilen kararlar gereğince çalışacağını belirten sened imzâladılar Eşkinci Lâyihası denilen bu senede göre; İstanbul’da bulunan elli bir Yeniçeri Ortasından herbiri asker olmaya müsâit yüz elli kişi çıkaracak Eşkinci Sınıfının her odasında, Yeniçeri Odasındaki kadar subay bulunacak Yâni, birer tâne Çorbacı, Odabaşı, Vekilharç, Bayraktar, Usta Başkarakullukçu, Saka bulunacaktı Subaylar tâyinlerinde Yeniçeri Ağasına câize vermeyeceklerdir Yeniçeri Ağası vazifesine başlarken Sadrâzama hiçbir para vermiyecekti Eşkincilerin eğitimlerine îtinâ edilecekti Tâlim, subayların nezâretinde Etmeydanı’nda, atış Kâğıthâne yâhut Davutpaşa’da yapılacaktı Eşkinci nezâretine Matbah ve Gümrük Emini Hacı Sâib Efendi tâyin edildi Eşkinci Lâyihasının yayınlanmasıyla, Yeniçerilerin taahhüdü altında projenin tatbikatına başlandı Eşkinci Ocağına birkaç gün içinde beş yüz kişi mürâcaat etti Eşkincilere üniforma ve silâhları dağıtılıp, 11 Haziran 1826 târihinde Etmeydanı’nda tâlim başladı Fakat, pâdişâh ve devlet ricâli Yeniçerilerden emin olmadıklarından ihtiyâtî tedbir aldılar Topçu, Humbaracı, Lâğımcı ve Tersâne Ocaklarının ileri gelenleri hükûmet safına alındı Boğaziçi’nin Rumeli Sâhil Muhâfızı Ağa Hüseyin Paşa ve Anadolu Sâhil Muhâfızı İzzet Mehmed Paşanın maiyyetlerindeki üç bin kadar sekban askeri, lüzumunda derhal müdâhale için hazır kuvvet olarak ayrıldı Devlet ricâli her ihtimâle karşı Boğaziçi’ndeki yalılara çekildi Yeniçeriler, Eşkinci Ocağının tâlime başladığı gün aleyhte propagandaya başladılar Yeniçeri Ocağının kaldırılacağı etrafa yayıldı Yeniçeriler, Eşkinci Ocağını istikbâlleri için zararlı görerek, isyan bayrağını açtılar 15 Haziran 1826 târihinde kazanları alıp, Etmeydanı’nda toplandılar Âsiler, etrafa tellâllarını gönderip, “Sadrâzamın, Yeniçeri Ağasının, Ağa Hüseyin Paşanın öldürüldüğünü” îlân ederek, halka “Etmeydanı’nda toplanma” dâveti yaptılar Serseriler, Yeniçeri menfaatkârları dâvete katıldılar Yağma, soygun, halka tecâvüz, anarşi başladı Harp tâlimine fetvâ veren âlimler hakârete uğrayıp, tehdit edildi Yeniçerilerin isyanı üzerine Sadrâzam, Şeyhülislâm ve diğer devlet adamlarıTopkapı Sarayına gittiler Sadrâzam, Topçu, Humbaracı, Arabacı, Tersâne Ocaklarına, Şeyhülislâm ise müderrislere, şeyhlere ve talebelere saraya gelmeleri için haber gönderdi Sultan Mahmûd Han da, Beşiktaş Sarayından Topkapı Sarayına geldi Pâdişâh, önce Sadrâzam ile Şeyhülislâmı, sonra da devlet ricâli ve âlimleri kabul etti Onlara, Yeniçerilerin dayanılmaz hâle gelen isyan hareketlerinden bahsetti İsyânın dînî hükmünü sorunca âlimler isyancıların katlinin meşrûluğuna cevaz (izin) verdiler SultanahmedCâmii harekât üssü kabul edildi Sancak-ı şerîf çıkarıldı Müslümanlar Sancak-ı şerîf altında Sultanahmed Câmiinde toplandılar Sancak-ı şerîf tekbirlerle minbere dikildi Silâhsızlara içcebehâne açılarak, silâh dağıtıldı Âsiler, Sancak-ı şerîf altında toplanılmasını engellemek için, Sultanahmed ve Bâyezîd meydanlarında cana tecâvüz ederek, terör havası estirdilerse de muvaffak olamadılar Âsiler, Divanyolu ile Bâyezîd etrâfını, Uzunçarşı ile o tarafın yollarını tutmuşlardı Devlete sâdık kuvvetlerin kumandanlarındanAğa Hüseyin Paşa, Topçu askeriyle Divanyolu’ndan, İzzet Mehmed Paşa, Humbaracı, Lâğımcı, Tersâne askerleriyle Saraçhâne tarafından, Etmeydanı istikâmetine hareket ettiler Silâhlandırılmış ahâliyse askerin gerisinden geliyordu Âsiler, tahminlerinin üstünde mukâvemetle karşılaşınca geri çekildiler Ağa Hüseyin Paşa kuvvetleri, Horhor Çeşmesi yakınlarında âsi müdâfîlerin mukâvemetiyle karşılaştılar Topçu Yüzbaşı İbrâhim Ağanın gayretiyle mukâvemet kırıldı Âsiler devamlı gerileyip, Etmeydanı’nda Yeni Odalar denilen Yeniçeri kışlalarına çekildiler Âsilerin kışlası çembere alındı İbrâhim Ağa, topçu ateşiyle, kışla kapısını tahrip etti Topçu İmamı Hacı Hâfız Ahmed Efendi önde olmak üzere askerlerle kışlaya girdi Kışla yakıldı Şiddetli bir taarruzla âsilerin çoğu kılıçtan geçirildi Kaçıp da, yakalananlar îdâm edildi Yeni Odalardan sonra Eski Odalar denilen kışlaya kaçanlar da yakalandı Kaçaklardan yakalananlar îdâm edildi Serseriler ve zararlı fiillerde bulunan şahıslar İstanbul’dan uzaklaştırıldı İsyânın bastırılmasıyla Sadrâzam ve Şeyhülislâm, Sancak-ı şerîfi Sultanahmed Câmiinden alarak tekbir ve tehlîl ile Topkapı Sarayına getirdiler Sultan Mahmûd Han, Sancak-ı şerîfi karşıladı Sancak-ı şerîfi Bâbüssaâde çatısı altında kurulan taht yerine dikti Muhteşem merâsim yapıldı Sancak-ı şerîf yerine konduktan sonra, SultanMahmûd Han harekâtı muvaffakiyete götürenlere, merâsime katılanların huzûrunda teşekkür etti Devlet ricâli, meseleleri görüşmek üzere sarayda kalıp, diğerleri dağıldı Yeniçeri Ocağının imhâ edildiği 15 Haziran 1826 târihine Osmanlılar ve târihçiler “Vak’a-ı Hayriyye” dediler Yeniçerilerin imhâ edilişi her tarafta sevinçle karşılandı Yeniçeri Ocağı resmen 17 Haziran 1826 târihinde kaldırıldı Sultan Mahmûd Han, bir Hatt-ı Hümâyun yayınlayarak Yeniçerilerin devlet ve millete yaptıkları kötülükleri saydı ve ocağın kaldırıldığını belirtti Sadrâzam vâlilere özel tâlimat göndererek vilâyetlerdeki Yeniçeri Ocaklarının söndürülmesini istedi Yeniçeri Ocağı kurulurken duâ eden Hacı Bektaş-ı Velî hazretlerinin yolundan ayrılan sapık Hurûfîlerin tekkeleri kapatıldı; Hurûfî babaları sürüldü Yeniçeri Ocağının kaldırılmasıyla “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye” adıyla devrin usûlüne göre yeni bir ordu teşkilâtı kuruldu Seraskerliğine Ağa Hüseyin Paşa tâyin edildi Osmanlı şâirleri an’aneye uyarak Vak’a-i Hayriyye için târih düşürdüler En meşhuru Keçecizâde İzzet Molla’nın şu mısralarıdır: “Tecemmü eyledi meydan-ı lahme İdüb küfrân-ı ni’met nice bâği Koyup kaldırmada ikide birde Kazan devrildi söndürdü ocağı” Vakanüvis (Vak'anüvis) Zamânın olaylarını kayıtla vazifelendirilmiş resmî devlet târihçisi Târihin lüzumu anlaşılıp, kendilerinden sonra gelen nesillere bir eser bırakmak arzusu doğunca târihî vak’alar bir memura tutturulmaya başlandı Bunlar ibret ve bilgi alınacak vesikalar olarak yeni nesillere bırakılmıştı Osmanlılarda önceleri şehnâmenüvis nâmıyla bilinen görevli memurlar sonradan vak’anüvis adını aldı İlk vak’anüvis târihi 18 asırda tutulan Nâimâ Târihi’dir Son vak’anüvis târihiyse Lütfi Târihi’dir Osmanlıların son vak’anüvisi Abdurrahman Şeref Efendinin yazdığı târih basılmadığı için hangi târihten hangi târihe kadar hazırlandığı bilinmemektedir Resmî olarak ilk vak’anüvis Halebli Mustafa Nâimâ Efendidir Meşhur Nâimâ Târihi’ni Sadrâzam Amcazâde Hüseyin Paşanın emriyle yazmıştır Kendisinden önce yazılmış olan husûsî târihlerden de istifâde eden Nâimâ 1591-1659 yılları arasındaki olayları anlatarak mükemmel bir mîras bırakmıştır Bundan sonra Raşid, Küçük Çelebizâde Âsım, Sami, Şakir, Refet Hıfzı, Suphi, İzzî, Şefik, Rahmi, Hakim, Mehmed Said, Mûsâzâde Ubeydullah, Behçetî, Süleyman Molla, Enverî, Edib, Halil Nuri,Vâsıf, Pertev, Amir, Mütercim Âsım, ŞanizâdeAtaullah, Esad, Mehmed Recai Efendiler, Cevdet Paşa, Lütfi Efendi ve en son olarak Abdurrahman Şeref Bey sırasıyla vak’anüvis olmuşlardır Bunların içinde Nâimâ ile Cevdet Paşa bu görevi tam hakkıyle yerine getirmişlerdir İsimleri sayılan vak’anüvislerin kaydettikleri hâdiselere âit meydana gelen târihler: (1591-1659) Nâimâ, (1660-1727) Raşid, (1730-1743) Suphi, (1744-1751) İzzî, (1752-1773) Vasıf, (1774-1811) Cevdet, (1787-1807) Âsım, (1808-1817) Şanizâde, (1825-1876) Lütfi Valide (Vâlide) Sultan Osmanlı Devletinde pâdişâh anneleri için kullanılan tâbir Vâlide sultanların resmî ünvânı Mehd-i ulyâ idi Vâlide sultan tâbiri ilk defâ Sultan Üçüncü Murâd Han tarafından vâlidesine verilmiş ve sonra devamlı olarak kullanılmıştır Harem-i hümâyûnun en yüksek makâmı vâlide sultanlıktı Vâlide sultan, protokolde pâdişâhtan sonra gelirdi Devlet içindeki büyük nüfûzlarına rağmen, siyâsetle uğraşanları yok denecek kadar azdır Bunun yanında, hemen hepsi hayır işleriyle meşgul olmuşlardır Pâdişâh tahta geçince, annesi hayatta ise, Eski Saraydan Yeni Saraya naklolunurdu Tahta geçen pâdişâhın annesi vefât etmişse, vâlide sultanlık boş kalırdı Vâlide sultânın haremde geniş bir câriye kadrosu vardı Haremi, haznedar usta vâsıtasıyla idâre ederdi Bütün kadınlar, sultanlar, ustalar ve câriyeler kendisinden çekinirler, onu sayarlardı Haremdeki bütün işler onun emriyle yapılırdı Hiç kimse emirlerine karşı gelemezdi Harem halkının gezintilere çıkması onun muvâfakatıyla olurdu Vâlide sultanlara darphâneden belli bir ödenek ve has derecesinde dirlik verilirdi Vâlide sultanlara tahsis edilen gelirlere başmaklık da denilirdi Has veya tahsîsâtlarından başka yiyecek, içecek ve yakacak tâyinleri de bulunan vâlide sultanlar, zaman zaman pâdişâhın ihsânlarına da mazhâr olurlardı Vâlide sultanların mâlî işlerini idâre için bir kethüdâ (kahyâ) tâyin olunurdu Bu zât, devlet ricâlinden olup, îtimâda lâyık görüldüğü için bu hizmete seçilirdi Otuz altı Osmanlı pâdişâhından yirmi birinin annesi oğullarının pâdişâh olmasına yetişerek, vâlide sultan olmuştur Bunlardan sâdece Mâhpeyker Vâlide Sultan şehit edilmiş, diğerleri vefât etmişlerdir Gelirlerini hayır işlerine sarfeden vâlide sultanlardan bâzıları şunlardır: Üçüncü Murâd Hanın annesi Nûr Bânû Vâlide Sultanın İstanbul’un Anadolu ve Rumeli yakasında birçok eseri vardır Üsküdar Toptaşı’nda Atik Vâlide Câmii, imâreti, medresesi, dârüşşifâsı ve çifte hamamını yaptırdı Dördüncü Murâd ile İbrâhim Hanın anneleri Mâhpeyker Kösem Vâlide Sultan: Hüsn-ü cemâli, aklı ve zekâsı ve hayrât ve hasenâtıyla meşhur sâlihâ ve afîfe bir vâlide sultandı YeniCâminin temelini attı Üsküdâr Çinili Câmii ve yanına mektep, çeşme, dârülhadîs, çifte hamam ve sebille Anadolu Kavağı’ndaki câmiyi yaptırdı Çarşamba’daki Vâlide Medresesi Mescidinin de bânîsidir Çakmakçılar Yokuşu’nda büyük Vâlide Hanı ile içindeki mescit de onun eseriydi Rumeli’de çok değerli vakıfları ve hayrâtı vardır Dördüncü Mehmed Hanın annesi Hadîce Turhan Sultan: Sâlihâ ve hayırsever bir hanımdı Eminönü’nde Yeni Câminin temelini Mâhpeyker Kösem Sultan atmıştı Turhan Sultan tamamlatıp 1664 (H1074) yılında ibâdete açtı Mektep, medrese, imârethâne, kütüphâneler ve çeşmeler yaptırdı Üçüncü Selim Hanın annesi Mihrişâh Vâlide Sultan: Halıcıoğlu’nda Abdüsselâm Câmii Mezarlığı önünde çeşmesi vardır Birinci Mahmûd Hanın annesi Sâlihâ Sebkatî Vâlide Sultan: Tophâne civârındaKâdirî Dergâhının avlu kapısı bitişiğinde kesme taştan bir çeşmesi vardır Galata Azapkapı’sında kıymetli bir sebille sağda ve solda birer çeşmesi bulunmaktadır Birinci Abdülmecîd Hanın annesi Bezm-i Âlem Vâlide Sultan: Târihe mâlolan ve senelerce hizmet veren pekçok hayır müessesesi yaptırdı Yaptırdığı câmilerin en büyüğü sâhil boyunda, Dolmabahçe Sarayı karşısındaki Vâlide Câmi-i şerîfidir Bugün Kız Lisesinin bulunduğu yerde, sultan Mahmûd Han Türbesinin arkasında mektep yaptırmıştır Ayrıca râmi ve Maltepe yolunun tam ortasında bulunan çeşme de onun eseridir Hayır eli çok uzaklara kadar ulaşan Vâlide Sultan, büyük velî Abdullah-ı Dehlevî’nin talebelerinden Muhammed Cân Mekkî için Mekke-i mükerremede bir dergâh yaptırmıştır Vâlide Sultan, şahsî servetini vakfederek, Gurebâ Hastahânesini yaptırdı 1843 yılında câmi ve çeşmesiyle birlikte hizmete açıldı İkinci Mahmûd Hanın annesi Nakş-i Dil Vâlide Sultan: Üsküdar Alemdağı Sarıkadı köyünde ve Ayasofya arasındaki eski tevkîfhâne binâsının deniz tarafı köşesinde çeşmeleri vardır Sultan Abdülazîz Hanın annesi Pertevniyâl Vâlide Sultan: İstanbul Aksaray’da bir câmi (Vâlide Câmii), kütüphâne, çeşme, mektep yaptırdı Eyüp Defterdâr İskelesi yakınında Yâ Vedûd Câmii sırasında ve Karagümrük pazarı arkasındaki çeşmelerin bânisidir Vilâyât-ı Sitte Osmanlı Devleti'nde Erzurum, Van, Harput (Mamuretül-Aziz, Elazığ), Sivas, Bitlis ve Diyarbakır'ı içine alan altı vilayete verilen genel ad Vilâyât-ı Sitte, özellikle 1878 Berlin Antlaşması'ndaki bazı hükümler dolayısıyla önem kazandı Bu antlaşmanın 61 maddesi gereğince, Rusların ve Batılı devletlerin baskısı sonucu, bu altı vilayette Ermeniler lehine ıslahat yapılacaktı İkinci Abdülhamid Han, yapılacak ıslahatın, Doğu Anadolu'nun Osmanlı Devletinden ayrılmasıyla sonuçlanacağını düşündüğü için, bütün baskılara rağmen, Vilâyât-ı Sitte'de istenilen ıslahatı yapmadı Ayrıca, bu altı vilayeti meydana getiren 20 sancağın hiçbirinde Ermeniler çoğunlukta değildi |
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik) |
06-27-2012 | #26 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik)Y Yeniçeri Osmanlı Devletinde pâdişâhın şahsına bağlı kapıkulu ocaklarının piyâde sınıfı Eyâletlerdeki topraklı veya timarlı sipâhilerle diğer eyâlet kuvvetlerinden tamâmen ayrı olarak Osmanlı devlet merkezinde pâdişâhların şahıslarına bağlı kapıkulu denilen yaya ve atlı maaşlı askerler vardı (Bkz Kapıkulu Ocakları) Kapıkullarının en meşhur sınıfı “Yeniçeri Ocağı” idi Osmanlı Devleti Rumeli tarafında genişlemeye başlayınca, dâimî bir orduya ihtiyaç duyuldu Savaşta esir alınan askerî şartlara uygun Hıristiyan çocukları, İslâm terbiyesiyle yetiştirilerek yeni bir askerî sınıf meydana getirildi Bu uygulamayı ilk olarak Orhan Gâzinin oğlu Şehzâde Süleymân Paşanın başlattığı rivâyet edilmektedir Yine rivâyete göre, kuruluşu sırasında Hacı Bektâş-ı Velî hazretlerinin duâsını alan bu ordu, yeniçeri ocağının kurulmasına kadar Osmanlı Devletinin tek ve muntazam ordusu olarak kaldı Orhan Beyin vefâtından sonra yerine geçen Sultan Birinci Murâd Han, Çandarlı Kara Halil’i yeniçeri ve acemi ocaklarını kurmakla vazifelendirdi Molla Rüstem Karamânî ile birlikte bu işi başarıyla yürüten Çandarlı Kara Halil, devlet hazînesi ve devletin mâlî teşkilatını da kurup çeşitli düzenlemeler yaptı Yeniçeri ocağına asker yetiştirecek ilk acemi ocağı Gelibolu’da kuruldu İslâm hukûkunda, harpte elde edilen esir ve ganîmetlerin beşte birinin beytülmâle âit olması hükmüne dayanılarak Pençik Kânunu çıkarıldı Bu kânunla, savaşlarda elde edilen her beş esirden biri devlet hesâbına ve asker ihtiyacına göre acemi oğlanı olarak alındı Daha sonra Devşirme Kânûnu çıkarılarak, pençik oğlanından başka, devşirme ismiyle, Rumeli tarafındaki Osmanlı tebaası olan Hıristiyanların çocuklarından da acemi oğlanı alınması kararlaştırıldı Sonraki yıllarda bu kânun Anadolu’daki Hıristiyan tebaaya da uygulandı (Bkz Devşirme) Tespit edilen esaslara göre acemi oğlanları yetiştirildi Muhtelif hizmetlerde bulunan acemilerin yeniçeri ocağına kayıt ve kabullerine çıkma veya kapıya çıkma adı verilirdi Bunların kapıya çıkmaları umûmiyetle sekiz yılda bir yapılırdı Bu müddeti dolan acemi oğlanlarının isimleri İstanbul ağası tarafından düzenlenen defterlere kaydedilir ve yeniçeri ağasına sunulurdu(Bkz Acemi Ocağı) Yeniçeriliğin ilk teşkilinde orduya bin nefer alındı Bunların her yüz kişisinin başına Yayabaşı adıyla bir kumandan tâyin olundu Ocak, 15 yüzyıl ortalarına kadar yaya bölükleri veya daha sonra cemâat adı verilen bir sınıftan ibâretken Fâtih Sultan Mehmed zamânından îtibâren “sekban bölüğü”nün de kurulmasıyla iki sınıf hâline getirildi 16 asır başlarında ise “ağa bölükleri” denilen üçüncü bir sınıf daha teşkil edildi Bu üç sınıf toplam 196 ortadan meydana geliyordu Bunun 101’i cemâatli, 61’i bölüklü, 34’ü sekban ortasıydı Cemâat ortalarından 60, 61, 62 ve 63 ortalar İstanbul’da otururlar, pâdişâhın merâsim günlerinde maiyet askerini teşkil ederlerdi Bunlara “solaklar” denirdi Diğerleri hudut kalelerine taksim edilmiş olup, bu kalelerin muhâfazasıyla vazifeliydiler Bölük ortalarından 31’i İstanbul’da sancak-ı şerîfin muhâfazasıyla vazifeliydiler Sekban ortaları ise, pâdişâhın av mâiyetiydi Osmanlı pâdişâhlarının eğitimi geliştirmek için tertipledikleri muhteşem ve büyük sürek avları sekbanlar tarafından hazırlanırdı İstanbul civârındaki mîrî çiftliklerin muhâfazası onlara bırakılmıştı İstanbul’da bulunan cemâat ve bölük ortaları aynı zamanda büyük şehrin inzibat ve âsâyişiyle vazifeliydiler Her semt bir ortanın emrine verilmişti Her semtte kolluk denilen bir yeniçeri karakolhânesi vardı Her yeniçeri ortasının nişân denen bir bayrağı ve alâmeti vardı Nişanlar, bayrak üzerine işlenirlerdi Yeniçeri ocağının bayrağına, ocağın sünnî mezhebe mensup olduğunun işâreti olarak İmâm-ı A’zam bayrağı denilirdi Bu; beyaz ipekten, üstüne altın sırma ile bir tarafına, “İnnâ Fetahnâ leke fethan mübînâ”, diğer tarafına da, “Ve yensurekellahü nasran azîzâ” âyet-i kerîmesinin işlendiği bir sancaktı Ordugâhta yeniçeri ağasının çadırı önüne dikilirdi Merâsimlerde yeniçeri ağasının atının önü sıra götürülürdü Bu bayrağı taşıyan yeniçeriye Başbayrakdar denilirdi Ocağın bir de alay bayrağı vardı ki, bu da yarısı sarı, yarısı kırmızı ipek bir bayraktı Her yeniçeri ortasının, üzerlerinde orta nişanlarının işlenmiş olduğu uçları çatal bayrağı vardı Her ortanın çorbacı denilen bir kumandanı, odabaşı denilen bir kumandan muâvini, Vekilharç ünvânlı bir idâre memuru ve bayraktâr’ı, vardı Ortanın en kıdemlisine başeski, aşçıbaşısına usta, aşçı muâvinine başkarakollukçu denilirdi Yeniçeriler başlarına börk denilen beyaz keçeden bir külah giyerlerdi Bunun arkasında ise yatırtma denilen ve omuza kadar inen bir parça yer almaktaydı Yeniçeriler börklerini eğri, subayları da düz giyerlerdi Ayakkabıları şehirde ökçesiz yemeni, seferde yandan kopcalı bir çeşit çizmeydi Zâbitler (subaylar) sarı, neferler kırmızı sahtiyandan ayakkabı giyerlerdi Ocak zâbitleri her türlü tören ve ordu alaylarında özel üniforma kullanırlardı Her yeniçeri ortasının, içinde yemeklerini pişirdikleri büyük kazanları vardı Harpte kazânın düşman eline geçmesi, o orta için büyük felâket sayılırdı Ortaları ile ilgili bir işi görüşecekleri zaman kazânın etrâfında otururlardı İsyân ânında kışlalardan kaldırılan kazanlar, büyük törenle ihtilâlin idâre edileceği meydana götürülürdü Kazan kaldırmak; hükûmete karşı ayaklanmak, isyân etmek demekti İstanbul’da eski odalar ve yeni odalar adıyla iki büyük yeniçeri kışlası vardı Eski odalar Şehzâde Câmiinin karşısında, yeni odalar da Aksaray’da Etmeydanı’ndaydı Her iki kışla da geniş bir avlunun etrâfını çeviren, önü revaklı odalardan meydana gelmişti Avlunun ortasında, OrtaCâmii denilen bir mescit vardı Yeniçeri ayaklanmaları arefesinde ilk toplantılar hep bu câmilerde yapılırdı Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra bu kışlalar halk tarafından tahrip edildi Yeniçeri ocağı neferlerine ulûfe denilen maaş verilirdi Acemi bir yeniçeri neferine ilk devirlerde ocağa kaydı ile berâber, iki akçe yevmiye bağlanırdı Sonraları bu beş-altı akçeye çıkarılmıştı Gösterilen yararlıklar ve hizmetler karşılığı da ulûfeleri arttırılırdı Yapılan bu artışlara terakkî denirdi Bu sûretle yevmiyeleri on-on beş akçe olan yeniçeriler bulunurdu Harplerde “serdengeçti”, yâni “fedâi” yazılanlar, sağ döndükleri zaman yevmiye beş-on akçe terakkî alırlardı Ulûfeler üç aydan üç aya, yılda dört taksitte ve dîvân-ı hümâyunda düzenlenen törenle dağıtılırdı Taksitlere mevacib denirdi Neferlerin ulûfesinden başka her yeniçeri ortasına ekmek, et, yağ, bulgur ve mum verilirdi Her nefere de senede, bir kat elbise veya bedeli verilirdi Yeniçeri ocağının en büyük kumandanı yeniçeri ağasıydı Yeniçeri ağaları, 16 yüzyıl başlarına kadar ocaktan yetişirlerdi Fakat bir süre sonra bunların yolsuzlukları ve itâatsizlikleri görülünce, saraydan yetişmiş, pâdişâhın tam güvenini kazanmış kimseler yeniçeri ağası tâyin edilmeye başlandı On sekizinci asırdan îtibâren yine ocaktan tâyin edildiler Yeniçeri ağaları Süleymâniye’de devlet malı bir konakta otururlardı Yeniçeri ağası, ağa dîvânının reîsiydi Dîvân-ı hümâyûn âzâsı olmamakla berâber, vezîr rütbesine hâiz olursa, dîvân toplantılarına katılırdı Pâdişâhın cumâ namazına çıkışında maiyetindeki yeniçerilerle berâber selâmlıkta bulunurdu Sefer sırasında da pâdişâhın koruyucusu ve has askeriydiler Aynı zamanda İstanbul’un en büyük zâbıta âmiriydi Ağalık alâmeti iki tuğ olup bayrağı beyazdı Yeniçeri ağası sefere çıktığında yerine sekbanbaşı bakardı Yeniçeri ağaları terfi ettirilecekleri zaman, beylerbeyi ve kaptan paşa olurlardı Yeniçeri ağasının muâvinine kul kethüdâsı, kethüdâ bey veya kahyâ bey adları verilirdi Nefer sayısı 400-500 olan, pâdişâhın av köpeklerine bakmakla vazîfeli bulunan yeniçeri cemâat ortalarından 64 ortanın kumandanına zağarcıbaşı denirdi Sekson denilen ve bâzan ayı avında da kullanılan cenk köpeklerine bakan 71 ortanın kumandanına seksoncu veya samsuncubaşı adı verilirdi Tazılara bakan, turna kuşları besleyen 68 ortanın kumandanına turnacıbaşı, 14, 49, 66 ve 67 ortaların kumandanlarına haseki ağaları denirdi Pâdişâhın cumâ namazı alaylarında kıdemlerine göre, ikisi sağında, ikisi solunda pâdişâhın atının yanısıra yürürlerdi En kıdemlisine başhaseki denirdi Beşinci bölük ortasının kumandanı ve bütün yeniçeri ocağının çavuşuna başçavuş, bölük ortalarında muayyen olmayan bir ortanın kumandanına muhzir ağa denirdi Dîvânda yeniçeri ağasına hitâben yazılan fermanlar muhzir ağaya verilirdi Muhzir ağadan bir rütbe aşağı olup, muayyen olmayan bir ortanın kumandanına, kethüdâ ağa denirdi Kethüdâ bey sefere gittiğinde ona vekâlet ederdi Yeniçeri ocağına bağlı sanatkârlarla îmâlâthânelerin de en büyük âmiriydi 101 cemâat ortasının bütün kumandanlarının en kıdemlisine, yayabaşı ağa denirdi Diğerlerine de yayabaşı denirdi Vazîfeleri, ocak beytülmâlciliği, seferde hazîne bekçliği, zahîre tedâriki, kâdılara ve sancak beylerine sefer emirleri götürmek, yaralı nakletmek, kale muhâfızlığıy yapmaktı Bölük ortaları kumandanlarının en kıdemlisine bölükbaşı ağa; 60, 61, 62 ve 63 cemâat ortaları kumandanlarına da solakbaşı ağaları denirdi Cemâat ortalarından muayyen olmayan bir ortanın imâmlık yapmaya ehliyetli olan kumandanına ocak imâmı, bu ortaya da imâm ortası denirdi Beş vakit namazda ağa kapısındaki câmide yeniçeri ağasına imâmlık ederdi Yeniçeri ocağının künye defterini tutan vazîfeliye ocak kâtibi veya yeniçeri efendisi denirdi Bu ağaların hepsine birden katar ağaları denilirdi İçlerinden biri azledilince veya ölünce, alt derecede bulunanlar derece terfî ederek boşluğu doldururdu Ocak disiplini sağlam olduğu devirlerde yeniçeriler, geceleri kışlalarındaki koğuşlarından başka yerde yatmazlardı Askerlik tâliminden başka bir şeyle uğraşamaz ve emekliye ayrılıncaya kadar da evlenemezlerdi Emekliye ayrılan yeniçeriye oturak denilir ve kendisine ölünceye kadar emekli gündeliği verilirdi Emekli olduktan sonra evlenenler öldüğü zaman, geride bıraktığı dul ve yetimlere fodla denilen maaş bağlanırdı Suç işleyen yeniçeri ancak kendi ortası neferleri huzûrunda ve kendi koğuşunda cezâlandırılırdı Ocaktan kovulmaya keçe külah etmek denilirdi Bir yeniçeri, ortasını değiştiremezdi Ocak disiplininin bozulduğu devirlerde bir ortadan öbürüne geçmeye semer devirmek denilirdi Suçlu yeniçeri merâsimle ihtar edilir, hapsedilir, kale hizmetiyle sürgün edilir veya keçe külah edilip, ocaktan tard edilirdi Îdâma mahkûm edilen bir yeniçeri evvelâ ocaktan tard edilir, sonra boynu vurulmak sûretiyle îdâm edilirdi Bir yeniçeriye îdâm hükmü, ancak ağa dîvânında verilirdi Bir odabaşı da, emrindeki yeniçerilere ancak otuz dokuz sopaya kadar dayak cezâsı verebilirdi Yeniçerilerin 15 yüzyıl ortalarına kadar mevcutları 10000, Kânûnî Sultan Süleymân’ın vefâtı sırasında da 12000 dolaylarındaydı Bu sayı Sultan Üçüncü Mehmed Han zamânında 45000’e kadar yükseldi Dördüncü Murâd Han zamânında ocak mevcudu tekrar düşürüldüyse de 17 yüzyılın sonunda 80000’i bulan ocak mevcudu 19 yüzyılın başından îtibâren 100000’i geçmiştir Yeniçeri ocağı 16 asrın sonlarına kadar Osmanlı ordusunun tâlimli, mükemmel bir yaya kuvveti olup, savaşlarda vurucu güç durumundaydı Osmanlı Devletinin asıl askerî gücünü meydana getiren timarlı sipâhilerin ehemmiyetini kaybettiği 16 yüzyıl sonlarında yeniçeri ocağına, Devşirme Kânunu’na aykırı olarak, yabancı efrad alınması ve ocak mevcudunun arttırılması yoluna gidildi Böylece tâlimsiz, başıboş kimselerin ocağa girmesiyle bu askerî teşkilât doğrudan siyâsete katılan, devlet adamlarını tâyin veya azlettiren, pâdişâhları tahttan indiren veya tahta çıkaran bir kuvvet hâline geldi Birinci Ahmed Handan îtibâren Osmanlı pâdişâhlarının ilerleme hamleleri veya disiplinli modern ordular kurma teşebbüsleri dâhilî ve hâricî düşmanlar tarafından hep yeniçeri ocağı kullanılmak sûretiyle baltalandı Düzeltilmesi için, her türlü fedâkarlıkta bulunulan ancak yola gelmeyen ocak, Sultan İkinci Mahmûd devrinde 15 Haziran 1826’da kaldırıldı Hâdise tarihe “Vak’a-i Hayriyye” olarak geçti |
|