Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik) |
06-27-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik)A Acemi Oğlanı Adaletnâme Adem-i Merkeziyetçilik Ağa Ahali Mübadelesi Alay Anadolu Beylikleri Arpalık Atabeg Avrupa Tüccarı Acemi Oğlanı Osmanlı Devleti zamanında, esirlerden yahut devşirme ile Hıristiyanlardan toplanan çocuklar, meslek itibariyle Türk-İslam unsuruna ve milletine yabancı oldukları için, acemi tabiri kullanılmıştır Bu acemi neferler, asker ocağına yeni gelmiş, askeri talim ve terbiyeyi henüz öğrenmeye başlamış olanlardır Acemi oğlanları, kırk evden bir hesabıyla devşirilirdi Alınan oğlanların yaşları, 10-20 arasında olurdu Zeki ve kibar olanları saraya iç oğlanı olarak, kuvvetli olanları da bostancı ocağına alınırlardı Acemi oğlanı alınan bölgenin halkı, bazı vergilerden muaf tutulurdu Savaşlarda esir alınan veya devşirme usulüyle reayadan toplanan bu çocuklar, önce Türkçe ile İslami esaslar öğretilmek üzere 4-5 yıl Anadolu ve Rumeli’deki Türk çiftçi ailelerine verilirlerdi Çiftçilik yapmayanlar, acemi oğlanı olamazlardı Çifti çubuğu olan köylüye verilen acemi oğlanlarının yoklamalarını yapmak için, ikisi Rumeli’de ikisi Anadolu’da olmak üzere dört kişi görevlendirilirdi Bunlara “Kethüda” denilirdi Kethüdalar, memur oldukları yerlere giderler; oradaki oğlanların, verilen yerde çalışıp çalışmadıklarını kontrol eder ve yıllık vergilerini de bunları hizmetinde kullanan köylüden alırlardı Acemi oğlanlar, bulundukları çiftçinin yanındaki hizmetleri bitirdikten sonra İstanbul’a getirilirlerdi Mensup oldukları yerlere göre Rumeli veya Anadolu Ağası’nın tezkeresi ile bunlara birer akçe ulufe tayin edilip, yeniçeri yazılırlardı Ulufeye yazılanlar, Yeniçeri ocağının malı olurdu Acemi oğlanları, padişah ve vezirlerin saray hizmetinde, ağa ve yeniçeri katipliklerinde, gemi ve oda hizmetlerinde, inşaat ve nakliye hizmetlerinde de çalıştırılırlardı Adaletname Padişah veya halifelerin; kanunları uygulamayan ve görevlerini kötüye kullanan devlet adamlarını uyarmak veya tahta çıktıkları zaman devleti adaletle idare edeceklerini bildirmek için yayınladıkları yazılı emir Adalet hükmü Hüsn-i niyet sahibi hükümdarların, İslamiyet'ten önceki devirlerde, adaletname türünden belgeler veya sözlü ifadelerle, idare ettikleri toplumları zulümden korumaya çalıştıkları görülmektedir Peygamber efendimiz de, kendisine nazil olan Kur'an-ı kerimle ve hadis-i şerifleriyle insanlara zulmetmemeyi, adil davranmayı emir buyururlardı Dini âlemşümul olduğu gibi, getirdikleri ve söyledikleri de bütün insanları içine alırdı Veda hutbesi bu hususta bir örnek olarak söylenebilir Hülefa-i Raşidin'in de, bu yolda güzel sözler söyledikleri ve yazılı belgeler verdikleri bilinmektedir Ayrıca adaleti temin etmek ve idare ettikleri insanların durumlarından haberdar olmak için, onlara kapılarını daima açık tuttukları da bilinen diğer bir husustur Halktan herhangi bir kimse, istediği zaman halifenin huzuruna çıkıp bizzat halifenin yaptığı bir işten veya diğer idarecilerden şikayetçi olabilir, hakkını rahatlıkla isteyebilirdi Bu geleneğin devamı olarak, sonraki devirlerde hükümdarlar, "Divan-ı Mezalim", "Divan-ı Adl", "Divan-ı Ala" gibi isimlerle mahkemeler kurarlar, bizzat kendileri halkın şikayetçilerini dinlerler ve gerekli tedbirleri alırlardı Bu şekilde divan tertibine, Halife Mehdi ile Nureddin Zengi'nin çok riayetkâr olduğu bilinmektedir Selçuklu sultanları ve diğer Türk sultanları da, adalet divanları teşkil edip tebaalarının daha huzurlu bir hayat sürmesi için gayret gösterirlerdi Bütün güzel adet ve gelenekleri, en güzel şekliyle alıp uygulamakla tanınan Osmanlı hükümdarları da, insanları rahat bir ortamda huzur içinde yaşatmak gayretinde idiler Devlet merkezindeki halkın durumunu yakından takip eden Osmanlı sultanları, ülke büyüyüp merkezden uzak yerlerde karışıklık ve yer yer haksız davranışlar görülmeye başlayınca, ilgili yerlerin idarecilerine, adaletname adı verilen yazılı belgeler göndermeye başladılar Adaletnameler, üç bölüm halinde hazırlanırdı Birinci bölümde, şikâyetler sıralanır ve belgenin gayesi belirtilir; ikinci bölümde, şikâyetlerin değerlendirilmesi neticesinde yasaklanan veya serbest bırakılan hareketler zikredilirdi Üçüncü bölümde ise, emirlerin tatbik edilmemesi neticesinde verilecek cezalar yazılırdı Adaletnameler, kadılar tarafından şer'iyye sicillerine işlenirdi ve isteyen herkese ücretsiz bir nüsha verildiği gibi, herkesin dinleyebileceği bir meydanda okunması mecburi idi Adaletnamelerde beylerbeyi, sancakbeyi, kadı gibi idarecilere, kimseye zulmetmemeleri ve zulmettirmemeleri emredilirdi Ayrıca adaletnamelerde belirtilen hükümlerin uygulanıp uygulanmadığı, merkezden gönderilen müfettişler vasıtasıyla gizlice teftiş edilirdi Osmanlılar'da bilinen ilk adaletname, Yavuz Sultan Selim Han devrinde, Eflaklar için yayınlandı Daha sonraları buhran büyüyüp anarşi arttıkça, adaletname sayısı da arttı Çıkarılan adaletnamelerde, idareciler kontrol altında tutulmaya, Müslim-gayrimüslim ayırmaksızın, tebaaya huzurlu bir ortam sağlanmaya çalışıldı Osmanlı adaletnamelerinin yayınlanmasına sebep olan şeylerden bazıları şunlardır: 1 Vergi yolsuzlukları ve vergi olarak toplanan malların, halka, zorla, uzak mesafelere kadar taşıttırılması, 2 Kadı naiblerinin sık sık teftişe çıkıp halkı rahatsız etmeleri, 3 Muhtelif devlet memurlarının; suçlulardan, kadılardan izinsiz cerime almaları, 4 Bid'atlerin yani sonradan ortaya çıkıp, halkın dinine, itikadına uymayan şeylerin ve hurafelerin yaygınlaşması, 5Memurlukların, yakınlara (dost, akraba) verilmesi veya fahiş fiyatlarla satış yapılması, 6 Rüşvet, 7 Timarlı sipahiler, beylerbeyiler, sancak beyleri, mütesellimler, subaşılar, kethüdalar, kadılar, naibler, kassamlar, amiller, muhassıllar ve mübaşirler gibi memurların halktan, ücretsiz yem ve gıda maddeleri almaları 1516 senesinde yayınlanan Eflaklar (Karadağ-Romanya bölgesi sakinleri) adaletnamesinde yasaklanan suiistimaller ve bid'atler sırasıyla şunlardır: 1 Semendire sancağını yazmış olan eminler tarafından, yeni deftere, sancak beyi için, harman vaktinde her köyden belli mikdarda arpa, buğday tayin edilmiştir Bunun dışında hiç kimse halktan fazla bir şey istemeyecektir Bal, yağ, koyun, kepenek gibi şeyler almayacaklar, kadılar da bunları önleyeceklerdir Fakat paraları ile almak isterlerse, reaya ve Eflaklar da satmaktan çekinmeyeceklerdir 2 Kanuna göre, elli evden bir kişi olarak alınan hizmetçiye gelince, beyler daha çok hizmetkâr istemekte ve daha uzun zaman hizmette tutmağa çalışmaktadırlar Yahut sancak beyi, hizmetkâr yerine bazen para almak istermiş Bu da yasak edilmiştir Kanuna göre işlem yapılacaktır 3 Padişah kapısına mahpus göndermek veya sair devlet hizmetleri için, davar ve adam gerekirse, lüzumu kadar alınacak, bu bahane ile fazla davar çıkarmak veya karşılığında para istemek gibi yollara gidilmeyecektir Sancak beyinin, kendi hizmeti için, davar ve adam istemesi yasaktır 4 Eflakların, hane başına ödedikleri flori resmini toplamak için gidenler, her yerin kadısı ile birlikte bu resmi toplayacaklar ve kendileri için, hane başına sadece bir akçe florici, bir akçe kâtibi alacaktır Ayrıca, bahşiş veya başka adlar altında, hiçbir şey istemeyeceklerdir 5 Eflaklar, sancak beyine ev yapmak mecburiyetinde değillerdir Ancak, voyvoda için, her nahiyede belli bir yerde nahiye halkı bir ev yapar ve tamirine bakar Her gelen voyvoda orada oturur 6 Voyvoda, halktan istediğini parası ile ala Para cezası veya siyaset cezaları hususunda, kadının izni olmadan, kendiliğinden hareket etmeye ve reayayı tutuklamaya Voyvodalar zorla ot, arpa, saman ve tavuk almayalar 7 Eflakların çayırlarına, bahçelerine, tahıllarına ve terekelerine ve otlaklarına, sancak beyi ve adamları at salıverip zarar verdirmeyeceklerdir Seyislerin reayadan yem ve yiyecek almasına müsaade etmeyeceklerdir 8 Domuzlar, bir kimsenin tımarında otlamıyorsa, otlak hakkı alınamaz 9 Yeni gelen voyvodanın, primi (köy kethüdaları) birer karın yağ, birer kebe (kepenek) alması da yasaklanmıştır 10 Muharebe zamanında sancak beyleri, voyvodaları ve subaşıları, knezler (nahiye kethüdaları) ve primikurlar, Eflakların zorla atlarını, silahlarını alıyorlarmış Bu da men edilmiştir 11 Hıristiyan köylerinde oturan Müslümanlardan Hıristiyanlara zarar gelmiyorsa yerlerinde kalabilirler Aksi halde yerlerinden göçürülecek, Müslümanlar bir arada oturacaklardır 12 Bu adaletname ile, eski Despot Kanunu da kaldırılmıştır (Despot Kanunu, bazı davaları, Eflakların kendi aralarında halletmeleridir Bu adaletname ile her türlü ihtilafın kadı ve sancak beyi marifetiyle halledilmesi emredilmektedir) Adem-i Merkeziyetçilik Mahalli idarelere geniş yetkiler tanıyan ve İkinci Meşrutiyet'ten sonra Prens Sabahaddin’in Türk idare sisteminde uygulanmasını teklif ettiği ve savunduğu prensip Merkeziyetçi idare prensibinin zıddı Ortaçağ Avrupası'nda, feodal düzenin ortak özelliklerinin değişmesinden sonra gittikçe güçlenen merkezi idareler, geniş halk kitlelerine hükmetmeye başladı Mahalli idarecilerin ve kilisenin hükümranlık yetkileri kısıldı Devlet idaresine tamamen merkeziyetçilik hakim olup, güçlü bir devlet otoritesi ortaya çıktı Bunun yanında halkın mahalli problemlerinin tespiti için, bölge temsilci meclisleri veya bölge temsilcileri teşkil edildi Osmanlı Devleti'nde de sancak beylerine, valilere ve kadılara geniş yetkiler verildi Kadılar, ilmiye sistemine göre tayinle gelen mahalli idarecilerdi Kadıların veya yardımcı personelin, yöre halkı tarafından seçilmesi veya denetlenmesi söz konusu değildi Ancak ekonomik işlerde, kolluk görevinin yerine getirilmesinde, mali işlemlerin yürütülmesinde kadılar, halkın ve esnafın temsilcisi sayılan kimselere başvurduğu takdirde, bunlar, kendilerine yardımcı olurlardı Tanzimat devrine kadar, geniş manâda adem-i merkeziyet prensibine uyulmamakla beraber, mahalli idarecilere geniş yetkiler verilmesi, Osmanlı Devletinde tamamen merkeziyetçi bir idarenin söz konusu olmadığını ortaya koymaktadır Tanzimat döneminde her sahada olduğu gibi, devletin idari yapısında da bazı değişiklikler yapılmasına ihtiyaç duyuldu Tanzimat Fermanı'yla, gayrimüslim vatandaşlara Müslümanlardan daha geniş haklar verildi Osmanlı Devletinin parçalanmasını ve yıkılmasını isteyen Avrupa devletlerinin destek ve teşvikiyle, gayrimüslim vatandaşlar, mahalli idarelerde söz sahibi olmak istediler Onların istekleri doğrultusunda, bazı mahalli muhassıllık meclisleri kuruldu Fakat kısa bir müddet içinde, bu uygulamadan vazgeçildi Batılı devletler, Tanzimat ve Islahat fermanlarında gayrimüslimler için vaad edilen reformların uygulanması ve merkeziyetçi sistemin terk edilmesi konusunda, Babıali’ye yani Osmanlı hükümetine baskılarını arttırdılar Batılı devletlerin baskılarıyla hazırlanan 9 Haziran 1861 tarihli Lübnan Nizamnamesi, adem-i merkeziyetçiliğe doğru gidişin ilk müşahhas örneği oldu Dini ve etnik çatışmaların hüküm sürdüğü Lübnan’da, cemaatlerin, yönetime eşit ağırlıkta katılmaları sağlandı Bu doğrultuda, bütün Osmanlı İmparatorluğunu içine alacak idari yapının yeniden düzenlenmesi hususunda, iki farklı görüş ortaya çıktı Bir kısmı, sınırları genişletilmiş vilayet ve livalara mali ve idari yetkiler verilmesini savunurken, bir kısmı, adem-i merkeziyet prensibini Osmanlı tebaasının bölünmüş olması dolayısıyla mahzurlu buldular Bu tartışmalar sonunda hazırlanan 1864 tarihli Vilayet Nizamnamesi, Fransız department sistemini andıran bir hüviyete sahipti Merkeziyetçiliği ve adem-i merkeziyetçiliği bir denge içinde uygulamayı hedef alan 1864 nizamnamesi, 22 Ocak 1871 tarihli İdare-i Umumiye-i Vilayat Nizamnamesi'nde, merkeziyetçiliğin ağır basması yönünde değiştirildi Nizamname hükümlerine göre, vilayet sancaklara, sancaklar kazalara, kazalar da karyelere (köylere) ayrılıyordu Vilayet merkezinde valinin başkanlığında toplanan bir vilayet idare meclisi, kazalarda da kaza idare meclisi vardı Hakim, mektupçu, defterdar, hariciye memuru, müftü ve gayrimüslim ruhani reis, meclislerin tabii üyeleriydi Ayrıca meclislerde halkın seçtiği iki Müslüman, iki gayrimüslim, dört üye daha vardı Bazı vilayetlerde Avrupa devletlerinin destek ve müdahalesiyle, yarı bağımsız bir statü uygulandı Umumi vilayet sisteminin dışında kalan Yemen, Hicaz ve Mısır gibi yerler, mahalli hanedanlar tarafından idare edildi Osmanlı merkezi idaresi, burada sadece asayişi temin etmekle meşgul oldu Avrupa devletlerinin, Osmanlı Devletini parçalamak ve yıkmak emeline dayanan, gayrimüslim unsurları tahrik ve teşvik ederek ve Osmanlı hükümetine baskı yaparak kurdukları adem-i merkeziyetçi idareler, kısa zamanda merkezi devlet otoritesini zayıflattı Bu sebeple, merkeziyetçi idareye yönelik bazı reformcu uygulamalara gidildi Birinci Meşrutiyet'ten sonra, Osmanlı ülkesinin parçalanmasını önlemek isteyen Sultan İkinci Abdülhamid Han, daha çok, merkeziyetçi bir idare tarzını uygulamaya çalıştı Onun, devlet ve milletin faydasına olarak aldığı kararlara karşı çıkan bazı kimseler, Avrupa’ya kaçarak, adem-i merkeziyetçi bir idare tarzını hararetle savundular Avrupa devletlerinden destek gören bu kimseler, çıkardıkları gazeteler ve dergilerle Osmanlı Devletinin aleyhinde bulundular Bunlardan birisi de, Damad Mahmud Celaleddin Paşanın oğlu Prens Sabahattin’dir Fransız yazarı Edmond Domolins’in fikirlerinden etkilenen Prens Sabahattin, Jön Türkler hareketinin önde gelenlerinden oldu 1902 Paris Kongresinde, Jön Türkler ikiye ayrıldılar Bir kısmı Ahmed Rıza’nın, bir kısmı ise Prens Sabahattin’in etrafında toplandılar Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti adıyla bir cemiyet kurdular Avrupa devletlerinin teşvik ve destekleriyle, Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan Devletiyle, yine o devirde Osmanlı Devletinin hakimiyeti altında bulunan İşkodra, Yanya ve Kosova gibi vilayetlerden meydana gelen müstakil bir Arnavutluk Devletinin kurulmasını ve çeşitli unsurlara muhtariyet ve bağımsızlık verilmesini savundular 23 Temmuz 1908’de Meşrutiyet'in ilanından sonra yurda dönen Prens Sabahattin ve arkadaşları, çeşitli gazetelerde, adem-i merkeziyet ve teşebbüs-i şahsi fikirlerini neşrettiler ve kendilerine taraftar topladılar Prens Sabahattin’in adem-i merkeziyetçi görüşlerini benimseyen gençler, Nesl-i Cedid Kulübünü kurdular Daha sonra İttihat ve Terakki Fırkasına muhalif olarak kurulan çeşitli unsurları bünyesinde toplayan Hürriyet ve İtilaf Fırkası da, Prens Sabahattin’in adem-i merkeziyet ve teşebbüs-i şahsi fikirlerini savundu Prens Sabahattin’in savunduğu adem-i merkeziyet prensibine göre; “Her şeyi devletten bekleyen Osmanlı toplumunun gelişebilmesi için, ferdiyetçi bir yapıya geçmesi gereklidir Adem-i merkeziyetçilik, ferdiyetçi yapıya geçilirken, devlet düzeninin yenilenmesinde temel ilke olacaktır Yeni yetişecek burjuva sınıfının teşebbüsçülüğünü engellemeyecek bir idare biçimi, ancak İngiliz ve Amerikan örneğine uygun bir adem-i merkeziyet modeli olabilir Buna göre yapılacak ıslahatla, bütün tebaayı içine alan bir adem-i merkeziyet uygulanmalıdır Seçimle gelecek belediye meclisi üyeleri, mahalli idarede söz sahibi olmalıdır Vilayet meclislerinde, azınlıklar, nüfusları oranında temsil edilmeli, Osmanlı tebaası arasında imtiyazlı hiçbir grup bulunmamalıdır Jandarma teşkilatında her azınlık, nüfusu oranında yer almalıdır Yalnız vali, mutasarrıf, defterdar ve mahkeme reisleri, merkezi idare tarafından tayin edilmelidir” Prens Sabahattin’e göre; “Bir toplumun, bir devletin temelini fertler teşkil eder Toplumu kuran, ona varlık bütünlüğü ve yaşama gücü kazandıran fert olduğu için, sosyolojinin, işe, fertleri ele alarak başlaması gerekir Fert, toplum için değil; toplum, fert içindir Devletin idare biçiminin değiştirilmesiyle, yenileşme ve reform olmaz Reform, ancak fert hayatının gelişimini durduran, özel teşebbüsü önleyen kurumların değiştirilmesi, yenilerinin kurulmasıyla olur Türkiye’de yapılması gereken en önemli yenilik, eğitim ve öğretim düzeninde olmalıdır” Osmanlı Devletindeki geleneksel teşkilatlanmayı, çağdaş gelişmeye ayak uyduramamanın sebebi olarak gören ve eskiye ait değerleri inkâra yönelen Prens Sabahattin’in ilk bakışta parlak görünen adem-i merkeziyetçi fikirlerinin bazılarının uygulanması bile, Osmanlı Devletinin parçalanmasına ve yıkılmasına sebep olmuştur Cumhuriyet döneminde, 1921 Anayasasının 11-14 maddeleri, vilayetlere muhtariyet ve manevi şahsiyet (tüzel kişilik) bağışladı Vilayet şuralarına da, mahalli konularda yetkiler verdi Vali, TBMM’nin temsilcisi olarak, devletin işlerini görecekti 1924 Anayasasında bu hükümlere ve benzerlerine yer verilmedi Mahalli idarelerle ilgili düzenlemeler ise, büyük ölçüde, iktidara gelen siyasi partilerin tutumuna bağlı kaldı Ağa Türk devletlerinde askeri ve sivil kuruluşlarda kullanılan bir unvan Moğolca büyük erkek kardeş manasındaki “aka” kelimesinden Türkçeleşmiştir Bu manâsından başka, bazı lehçelerde baba, dede, amca, dayı, abla gibi yaşça büyük akrabalar için kullanılmaktadır Ağa kelimesi, unvan olarak kağanlar devrinden itibaren kullanılmıştır Moğol prenslerine de aka unvanı verilmekle beraber, bu unvan daha çok tanınan bir soydan olmayan, fakat hizmetleri sayesinde önemli mevkilere yükselen devlet adamlarına verilmiştir Timurlular devrinde ise, bu unvanın sadece kadınlara verildiği kaynaklardan anlaşılmaktadır Akkoyunlu Devleti'nde, bey zümresine mensup olmayan vazifeliler, "Ağa" unvanını kullanmışlardır Aynı şekilde Türk ve Moğol devlet teşkilatına bağlı kalan Safevi Devleti'nde de oymak ileri gelenleri, avcıbaşılar, darugalar, elçiler, saray hadımları, bu unvanla anılmışlardır Kaçarlar devrinde ise, mülki memurlar için ağa unvanı kullanılmıştır Osmanlılarda devlet teşkilatının genişleme ve gelişmesinden sonra ağa kelimesi, askeri teşkilatta çok kullanılan bir unvan haline geldi Eyalet ve sancakların valileri olan paşa ve beylerden sonra merkez askeri teşkilatının bütün emirleri, saray kuruluşlarının başında bulunanlar ve ihtisab ağası gibi bir kısım yöneticilerin, bu unvanı taşıdıkları görülmektedir Ağa unvanı taşıyanların, çok defa vazifeleri veya şekilleri ile tarif edilmeleri de, bu unvanın yaygın bir şekilde kullanılmasından ileri gelmiştir Osmanlı Devleti'nde ağa unvanının kullanıldığı yerlerden bazıları şunlardır: Yeniçeri ağası, harem ağası, hazine ağası, kızlar ağası, silahtar ağa, rikabdar ağa, kol ağası, çuhadar ağası, iç ağası, tatar ağası On dokuzuncu asırda Yeniçeri ocağının kaldırılmasıyla başlayan yeniliklerden sonra, ağa unvanı, yerini bazı unvanlar hariç, efendi ve bey unvanlarına bırakmıştır 1934’ten sonra, imtiyaz anlatan diğer kelimelerle birlikte ağa unvanı da kaldırılmıştır Ahali Mübadelesi 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması gereğince, Türkiye'deki Rumlarla, Yunanistan'daki Türklerin büyük bölümünün karşılıklı değiştirilmesi Osmanlı Devleti'nin son zamanlarında meydana gelen Kırım, Doksanüç ve Balkan harplerinden sonra, Anadolu'ya Kırım'dan, Kafkaslardan ve Balkanlardan pekçok Müslüman-Türk nüfus göç etti Öte yandan, Tanzimat'tan sonra gayrimüslim tebaaya ve azınlıklara verilen imtiyazlar, özellikle Rumların ekonomik bakımdan güçlenmesi neticesini ortaya çıkardı Bu sebeple, Yunanistan'dan Anadolu'ya göç oldu Rumlar özellikle İstanbul'da, Batı Anadolu'da, Trakya'da ve Karadeniz kıyılarında yerleştiler Ekseriyeti şehirlerde oturan, ticaret ve sanatla meşgul olan Rumlar, dış ticarette ve imalat sanayiinde önemli yer tuttular 1919 senesinde, Batı Anadolu'daki imalathanelerin % 73'ü, Rumların elindeydi Osmanlı Devletinin parçalanması, yeni devletlerin kurulması, kurulan devletlerin Müslüman-Türklere zulüm ve işkenceler yapmaları neticesinde, Rumeli'den Türkiye'ye büyük göçler oldu bu göçler 1911-12 Balkan Savaşları sonrasında hızlandı 140 bini Yunanistan'dan olmak üzere, 400 bin Müslüman-Türk, Türkiye'ye geldi 1919'da Batı Anadolu'daki Yunan işgalinde, yerli Rum ahali, Yunan ordusuyla işbirliği yaptı Yunan ordusunun, yenilerek geri çekilmesi, Rumların da büyük zarar görmesine, bir kısmının Yunanistan'a kaçmasına sebep oldu (Bkz Türk Göçleri) Lozan'da, Yunanistan'daki Müslüman-Türk ahali ile Türkiye'deki Rum ahalinin karşılıklı mübadelesi, yani değiştirilmesi konusu da ele alındı 30 Ocak 1923'te imzalanan antlaşmaya göre; Batı Trakya'da yaşayan Türkler ile İstanbul'da yaşayan Rumlar dışında kalan bütün Türk ve Rum nüfus değiştirilecekti Mübadele edilen ahali, bir daha geri dönemeyecek, taşınır mallarını yanlarında götürebilecekler, taşınmazlarını ise karma komisyon denetiminde, altın değerine göre tasfiye edebilecekti Antlaşmanın uygulanması için, iki ülkeden dörder, Milletler Cemiyeti Kurulunun seçtiği üç üyeden meydana gelen bir komisyon teşkil edildi Komisyon, ekim 1923'te çalışmaya başladı Birinci yıl bir miktar ahali mübadele edildi Fakat İstanbul'daki Rumların tespiti hususunda anlaşmazlık çıktı Yunanistan, hileli yollara başvurarak, İstanbul'da oturan Rumların doğum yerleri ve İstanbul'a yerleştikleri tarih ne olursa olsun mübadele dışı bırakılmasını istedi Türkiye ise bunların Türk kanunlarına göre tespit edilmesini istedi Milletlerarası Adalet Divanı, Türkiye'nin görüşüne yakın bir karar aldıysa da, Yunanistan, bu karara uymadı Batı Trakya'daki Müslüman-Türk ahalinin mallarına, antlaşmalara aykırı olarak el koydu Bu malları, Rum göçmenlere dağıttı Buna karşılık Türkiye de İstanbul'daki Rumların mallarına el koydu İki ülke arasında bir müddet gergin bir hava hakim oldu 1926 senesinde yapılan bir antlaşmayla, el konan taşınmazlar meselesi çözümlendi Ahali mübadelesi, 1923'ten 1927'ye kadar sürdü Mübadele neticesinde 400 bin Müslüman-Türk, Türkiye'ye gelirken 1 milyonu aşkın Rum, Yunanistan'a gitti Mübadele sırasında giden Rumların yüzde sekseni Anadolu'dan, yüzde yirmisi ise Trakya'dandı 1927 senesine gelindiğinde, İstanbul'da yaşayan 110000 Rum kaldı 1930 senesinde "İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Mukavelenamesi" adıyla Yunanistan'la imzalanan antlaşmayla, Türk tebaası bile olmayan Rumlara, Türkiye'de aynen Türk vatandaşları gibi haklar tanındı Antlaşmada "Mütekabiliyet", yani iki tarafın da bu hakları karşılıklı olarak kullanması hükmü yer aldı Türkiye'deki Rumlar, bu hakları fazlasıyla kullandılar Hattâ, Türkiye'de ticari hayatın köprü başlarını, Rumlar tuttu Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin takip ettiği, tavizci dış politika sebebiyle, Türklerin Yunanistan'da aynı hakları kullanması bir tarafa, ellerindeki hakları, antlaşmalara rağmen alındı Yunanistan, Batı Trakya Türklerine rahat zulmedebilmek için, Türklerin yaşadıkları bölgeyi, birinci derecede askeri yasak bölge ilan etti Güneydoğu Rodoplarda bulunan Pomak Türklerine, Hıristiyanlaştırarak eritme siyaseti tatbik edildi Pomaklara, yoğun bir şekilde, kendilerinin aslen Türk olmadıkları telkini yapıldı Pomaklar arasında Türkçe konuşmak yasak edildi Diğer bölgelerde yaşayan Türkler arasında milli şuura hizmet eden gazeteler kapatıldı Gazeteciler, çeşitli bahanelerle hapsedilerek, kendilerine işkence yapıldı Cami, çeşme, mektep gibi dini ve hayrî eserlerin yapılmasına müsaade edilmediği gibi, eskilerin tamir edilmesine de binbir güçlük çıkartıldı Bu yüzden o güzelim eserler, zamanla harabe hale geldi Sık sık imar planları değiştirilerek, açılacak yollara Türk-İslam eserleri isabet edecek şekilde çizildi Türklerin elinde bulunan topraklar, toprak reformu bahanesiyle istimlâk edilerek ellerinden alındı ve istimlâk bedelleri ödenmedi Türk-İslam mezarlıkları, aynı şekilde istimlâk edilerek ortadan kaldırıldı Yerlerine de gazino ve sinema gibi eğlence yerleri yapıldı Türk sözünü kullanmak yasak edilerek, suni bir surette Türk ve İslam ayırımı yapıldı Böylece, Müslüman Türkler arasına ikilik sokulmaya çalışıldı Mahalli idarelere seçilmiş bulunan Türkler, Yunan emellerine hizmet etmedikleri takdirde, bunlara işten el çektirildi Türklere memuriyet hakkı verilmediği gibi, Türklerden alış veriş yapılmasına çeşitli yollarla mani olundu Türklerin tahsil imkânları, çeşitli yollardan engellendi ve bu suretle, onlar arasından münevver insanların yetişmesi engellendi El altından ve çeşitli yollarla, Batı Trakya Türklerinin, Türkiye'ye göç etmeleri telkin edildi Bu suretle, Türk nüfusunun azalmasına, azami gayret sarf edildi Türkiye'de ise, azınlık durumunda olan Rumlara karşı yumuşak bir politika izlendi Konuştukları dillere göre yapılan son nüfus sayımında (1965), Türkiye'de Rumca konuşan 48000 kişinin olduğu ve 80000 Rum-Ortodoks olduğu tespit edilmiştir Bu sayının sonraki yıllarda biraz daha azaldığı tahmin edilmektedir Yunanistan'da ise, yaklaşık 150000 Türk bulunmaktadır Alay Türkçe'de tören veya gösteri gayesiyle bir araya gelen topluluğa; başında bir albayın bulunduğu tabur ile tugay arasındaki askeri birliğe; Osmanlılar'da askeri ve mülki merasimin tertip ve düzenine verilen ad Sultan İkinci Mahmud Han tarafından 1826 senesinde kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediyye'nin 12000 kişilik kuvvetinin tamamı, İstanbul’da bulunan sekiz tertibe bölünmüştü Daha sonra imparatorluğun başka bölgelerinde de tertipler kuruldu 1828 senesinde “tertip” terimi “alay”a çevrildi Her alay, üç taburdan meydana geliyor, komutanlığını miralay (albay) rütbesinde bir subay yapıyor, ayrıca yardımcı bir kaymakam (yarbay) bulunuyordu 1831’de bir alayın dört taburdan kurulması ve dördüncü taburun avcı taburu olması kabul edildi Arkasından iki alaydan meydana gelen livalar (tugaylar) kuruldu Sultan İkinci Abdülhamid Han zamanında, bulundukları bölgenin güvenlik ve savunmasını yürütmek üzere Hamidiye Alayları teşkil edildi İkinci Meşrutiyet'ten sonra piyade alayları, üç taburdan meydana gelmeye başladı Süvari alayları altı bölükten, topçu alayları ise 12 bataryadan ibaretti Cumhuriyet döneminde ise bir piyade alayı üç piyade taburundan, bir tanksavar bölüğünden, bir piyade hava bölüğünden, bir muhabere takımı ve piyade hafif koluyla bir alay karargahından teşkil edildi Bir topçu alayı ise iki veya daha fazla topçu taburundan meydana geldi Alay kelimesinin başına ve sonuna getirilen eklerle bir hayli tabir, terim ve deyim meydana gelmiştir Alaylı, alay beyi, alay emini, alay katibi, alay imamı, alay müftisi, alay çavuşu, alay-ı hümayun, alay köşkü, alay kanunu, alay meydanı, alay meclisi, alay erkanı, alay sancağı, alay bağlamak, alay göstermek, alaya binmek, mevlid alayı, valide alayı, sürre alayı, kılıç alayı, selamlık alayı, Hırka-i seadet alayı, baklava alayı, amin alayı, kadir alayı, bayram alayı, mızraklı alayı, hassa alayı, düğün alayı, bunların belli başlılarıdır İslamiyet'ten önce örf, adet ve geleneklerine düşkün olan Türkler, Müslüman olduktan sonra da İslamiyet'in yasak etmediği adet ve geleneklerini sürdürdüler Müslüman olduktan sonra, dinin ışığında pekçok güzel adet ve gelenekler ortaya koyarak, İslamiyet'in emirlerini toplum olarak yaşamaya ve yaşatmaya gayret gösterdiler Osmanlılar zamanında, daha önceki Müslüman-Türk devletlerinde görülen bazı merasim ve gelenekler aynen devam ettirildiği gibi, yeni ilaveler de yapıldı Bu merasimlere umumi olarak, alay adı verilirdi Saray erkanı ile halkın kaynaşmasına vesile olan bu alaylar, halktan büyük ilgi görür ve çok ihtişamlı olurdu Padişahın tahta çıktığı gün, sabahın erken saatlerinde Topkapı Sarayı-Akağalar Kapısında biat merasimi yapılırdı Padişah, hazine-i hümayundan çıkarılan tahta oturur, teşrifata (protokole) riayet olunarak, başta hanedan mensupları olmak üzere bütün rütbe sahipleri, birliğin ve kuvvetin sembolü olan padişahı selamlayarak yerlerini alırlardı Bu merasim, büyük bir sessizlik içinde cereyan eder, mızıka çalınmazdı Bayram gümlerinde de buna benzer bayram alayı veya muayede denilen bayramlaşma merasimi yapılırdı Bayramlaşma merasimini, Babıali teşrifat kalemi idare ederdi Herkes yerini aldıktan sonra, padişah, mızıka-i hümayun efendilerinin; “Aleyke avnullah” ve; “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var” sesleri arasında tahta oturur ve bu esnada mehteran bölüğü tarafından hünkâr marşı çalınırdı Teşrifata uygun olan bu merasim, son zamanlarda umumiyetle Dolmabahçe Sarayı Muayede Salonunda icra edilirdi Bu merasimlerden başka şu alaylar yapılırdı: Beşik alayı: Harem'de kus-i şadımani çalınınca, Enderunlular doğum olduğunu anlarlar, kurbanlar hazırlanırdı Her koğuşun önünde kurban kesilirdi Padişah, Çinili Köşkün içinden altın serperdi Mehter takımı, marşlar çalarak bu sevince iştirak eder, doğan şehzadenin veya sultanın ismini öğrenen şairler, tarih düşürmekte yarışırlardı Hazine kâhyası, darphaneye giderken gümüş kabartmalı beşik ısmarlardı Kısa zamanda yapılan beşik, alayla saraya getirilir, harem kapısında kızlarağasına verilirdi Hazine kâhyası ve maiyetindekilere, padişah tarafından ihsanda bulunulurdu Sürre alayı: Osmanlılar zamanında, hac mevsiminde Mekke ve Medine’ye, saraydan ve halktan gönderilecek hediyeleri yollamak üzere düzenlenen merasimdir Hırka-i saadet alayı: Ramazan ayının on beşinde yapılırdı Hazine kâhyası, vezirlere, divan çavuşları vasıtasıyla davetiyeler gönderirdi Ayrıca, ilmiye sınıfı mensuplarına, mülki ve askeri erkâna da haber giderdi Merasimden önceki gece padişah, süngerlerle Hırka-i saadetin bulunduğu sandukayı ve dolapları silerdi Padişah, sabah namazını Hırka-i saadet dairesinde kılar, öğleden evvel hasodalılar, Hırka-i saadetin gümüş yaldızlı sandukalarını, altın anahtarla açarlar, yedi kat ipek kadife üzerine som sırma ve incilerle işlenmiş bohçaların şeritlerini çözerlerdi İkinci mahfaza bundan sonra, padişahın yanında bulunan altın anahtarla açılırdı Hırka-i saadet sandukasının açılışında, silahdar, çuhadar, rikabdar, dülbentdar ağa, anahtar ve peşgir ağaları, hasodalılar, saray imamları da hazır bulunurlardı Bu esnada güzel sesli müezzin ve çavuşağaları Kur’an-ı kerim okuyarak, ziyarette bulunanlara ayrı bir manevi haz verirlerdi Ziyareti evvelâ padişah, sonra sırayla diğerleri yapardı Baklava alayı: Ramazan-ı şerifin on beşinci günü, gayet muhteşem bir surette yapılan Hırka-i saadet alayından sonra, yeniçeri ocağı neferlerine baklava verilirdi Bu uygulamaya ilk olarak, Kanuni Sultan Süleyman Han zamanında, harplerden zaferle dönen orduya pilav, zerde ve yahni gibi yemeklerle ziyafet verilmekle başlandı Askeri, gazaya teşvik etmek maksadıyla çekilen bu ziyafetler, sonraki padişahlar zamanında da devam etti Ramazan-ı şerifin on beşinci günü, İstanbul’da bulunan askerlerin her on neferine bir tepsi baklava ikramı adet oldu Bu alay yapılırken yeniçeri ortaları, saka, usta ve karakullukçuları ile diğer zabitler, sarayın orta kapısının iki tarafındaki divan yeri sofasından ilerideki mutfaklar önünde, futa denilen ipekli peştamallara bağlı olarak hazır bulunan baklava tepsileri hizasında yer alırlar; bu sırada ortakapı açılıp Babüssaâde'de bekleyen silahdarağa, sağ koltuğunda anahtar ağası, sol koltuğunda başlala ile, akağalar kapısından çıkar Kilerci baltacısıyla, palüdeci ağadan başkasını kapının önünde terk ederek, bu iki kişiyle baklava tepsileri hizasına yanaşırdı Kilercibaşı baltacısıyla palüdeci, padişah için hazırlanan bir tepsi baklavayı alır, silahdara verirdi Bunu müteakip, askerden ikişer nefer, sarılı baklava tepsilerini yeşil yollu sırıklara geçirirlerdi Hazır oldukları, orta kapıya işaret olununca kapı açılırdı Her bölüğün usta, saka, mütevelli, odabaşı, karakullukçu ve bayraktarı, bölüklerinin önüne düşerek, baklavacılar da arkadan gelerek, alay ile kışlalarına giderlerdi Ertesi gün ise tepsi ve futalar, saray mutfağına (Matbah-ı amireye) gönderilirdi Adalet ve ihsanla altı yüz sene hüküm sürmüş ve insanlığın kurtuluş ve refahı için gayret göstermiş olan Osmanlıların, askere ihsan ve bahşişinin küçük bir bölümü olan baklava alayı, yeniçeri ocağının kaldırılmasına kadar devam etti 1826’daki son baklava alayı sırasında, yeniçerilerin, İstanbul halkını inciten taşkınlıkları, ocağın halk nazarında itibarını büsbütün kaybettiren son sebeplerden biri olmuştur Kadir gecesi alayı: Ramazan ayının son günlerinde bulunan Kadir gecesinde, Hırka-i saadet dairesinden Ayasofya Camiine kadar bütün yol boyları, meşalelerle aydınlatılırdı Alayın önünde yirmi kadar meşale ve onun arkasında kırmızı-yeşil kırk kadar fenerle hasekiler yürür ve böylece Ayasofya Camiine gidilir ve padişahın imamı namaz kıldırırdı Son padişahlar zamanında Kadir gecesi alayı, saltanat kayıklarıyla gidilerek Tophane’deki Nusretiye Camiinde yapıldı Yılbaşı tebriki alayı: Hicri yılbaşı olan Muharrem ayının ilk günü, padişah Çinili Köşke gelir, saray ağalarına Muharremiye adıyla bahşiş ve ihsanda bulunurdu Ayrıca helvahanede yapılan ve kâselere konulan kırmızı renkli şekerlemeler ikram edilirdi Muharrem ayının üçüncü günü, umumiyetle Çırağan Sarayına rikab (özengi) ısmarlanır, sadrazam ve şeyhülislam, padişah tarafından huzura alınarak, tebrikler kabul edilirdi Mevlid alayı: Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyayı teşrif ettiği gün olan Rebi-ul-evvel ayının on ikinci gecesinde Balıkhane köşkünde, ertesi gün de Sultan Ahmed Camiinde mevlid okunurdu Kılıç alayı: Yıldırım Bayezid Han zamanında ilk defa Niğbolu Zaferi'nden sonra yapılmaya başlanan bu alayda, devrin ileri gelen âlimi tarafından, padişaha kılıç kuşatılırdı Kılıç alayı, usul olarak padişahın cülusunu takip eden günlerde taç giyme merasimine benzer ve halkta büyük bir coşkunluğa sebep olurdu Talebeler yollara dizilir, Edirnekapı’da muhteşem bir çadır kurulur, yabancı devlet temsilcileri, geçenleri buradan seyrederlerdi Padişah, onları arabadan selamlardı Padişahın arabasını, başta sadrazam olmak üzere bütün nazırlar (bakanlar), meclis reisleri ve saray erkânının arabaları takip ederdi Alay, Eyüp Sultan’a varınca arabalardan inilir ve yürüyerek Ebu Eyyub el-Ensârî'nin (radıyallahü anh) türbesine gidilirdi Burada yeni padişaha kılıç kuşatılır ve dua edilirdi Alay-ı Hümayun: Padişah sefere giderken, seferden dönerken, sefere gideni uğurlarken, seferden dönen orduyu karşılarken, saraydan Davutpaşa’ya kadar tertip edilen alaylardı Osmanlıların haşmet devirlerinde, bu alaylar, büyük bir ihtişamla yapılırdı Sadaret alayı: Sadrazamlara, sadaret mührü vermek için tertiplenen alaydır Tanzimat'a gelinceye kadar, sadaret mührü, Hırka-i saadette verilirdi Bu münasebetle sadrazama, has odabaşı vasıtasıyla yeniden samur kürk giydirilirdi Sadaret alayı merasimi, Beşiktaş’ta başlar, denizden Sirkeci’ye gelinirdi Önde mabeyn başkâtibi, onu takiben yaverler ve en arkada sadrazam, ata binmiş olarak, halkın önünden geçer, Babıali’de divan odasına gelirlerdi Başkâtip, sadaret mektupçusuna, atlasa sarılı nameyi öperek verir, o da gür bir sesle okurdu Daha sonraki devirlerde bu merasim, arabalarla yapıldı Selamlık alayı: Padişahın Cuma namazı için camiye gitmesi anında tertiplenen alaydır Sultan İkinci Abdülhamid Han, Cuma selamlığını Yıldız Camiinde yaptırırdı Ermeniler, böyle bir selamlık esnasında suikast tertibinde bulunmuşlardı Valide alayı: İlk defa, Dördüncü Murad Han'ın annesi için tertiplenen bu alay daha sonraki devirlerde gelenek haline geldi Tahta çıkan padişah, annesini eski saraydan yeni saraya getirtirdi Sultan İkinci Mahmud Hanın annesine yapılan alay, pek gösterişli olmuştu Valide Sultanı, yeni sarayda önce saray mensupları, sonra padişah karşılar ve tebrik ederdi Amin alayı: Osmanlı Devletinde ana okuluna başlayan çocuklar için yapılan merasim Alayla alâkalı terim ve deyimler de şunlardır: Alay arabası: Alaylarda padişahların bindiği arabaya verilen addır Buna saltanat arabası da denilirdi Muhteşem olan bu arabayı, ihtişamı bir kat daha arttıran atlar çekerdi Seyislerin elbiseleri de sırmalıydı Alaya binmek: Resmi sıfatı haiz olanların, bayramlarda ve resmi günlerde yapılan alaylara iştirak etmeleri demektir Vaktiyle alaylara atla katıldıkları için, bu tabir kullanılırdı Alay bağlamak: Ordunun, düşman karşısında harekete geçmek üzere, emir ve kumandayı beklemesi veya merasimde, alayın tamamen tertip ve tanzim edilmiş olması demektir Alay elbisesi: Alaylarda ve diğer merasimlerde giyilen resmi elbiseye verilen ad Alay kanunu: Alaylarda ve seferlerde, padişahın huzurunda tertiplenen ve büyük geçit törenlerinde ve hükümetçe tespit edilmiş olan diğer merasim ve alaylarda; vezirler, alimler, devlet ricali ile askeri erkânın tertip (protokol) ve kıyafetlerine dair kanundur Alay meydanı: Topkapı Sarayında ortakapı ile Babüssaâde arasındaki sahaya verilen ad Ayrıca bir bayrağın veya büyük bir resmî binanın önünde askeri geçit yapmaya ve merasim için toplanmaya mahsus geniş saha ve meydana da bu ad verilirdi Askeri teşkilat birimi olan alayla ilgili terim ve deyimler de şöyledir: Alay beyi: Vaktiyle, miralay yani albay rütbesinde olan, vilayet merkezlerindeki jandarma kumandanlarına verilen addı 1908’de İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra bu tabir terk edilerek, yerine alay kumandanı tabiri kullanıldı Alay çavuşu: İki manâda kullanılırdı Birincisi; padişahların bir yere gidişinde, geçit resimlerinde önden gidip yol açan divan-ı hümayun çavuşlarıydı İkincisi; birlikteki yazılı ve sözlü emirleri, askerlere bildiren çavuşlardı Bunlar, tellal gibi yüksek sesle bağırarak, verilen emirleri tebliğ ederlerdi Alay emini: Yüzbaşıdan büyük, binbaşıdan küçük, askeri kâtip sınıfından bir vazifelinin unvanıydı Alay kâtipliğinden terfi ederek alay emini olanlar, alayın idari ve hesap işleriyle meşguldüler Diğer askerler gibi resmi elbise giyerlerdi Ancak bunların elbiselerinin şerit ve yıldızları, diğer askerlerin elbiseleri gibi sarı olmayıp beyazdı Alay eminleri, binbaşılığa terfi ettikten sonra, diğer askerler gibi yükselirlerdi 1908’de bu unvan, teşkilattan kaldırıldı Alay erkânı: Başta miralay (albay) olmak üzere, alayı teşkil eden taburların binbaşılarıyla alay müftileri ve alay kâtipleri gibi yüksek rütbeliler hakkında kullanılan bir terimdi Alay imamı: Alayın birinci taburunun imamına verilen addı Teşrifatta (protokolde) yüzbaşıdan önce gelirdi Alay kâtibi: Alayın yazı ve hesap işlerini gören askerin adıydı Tabur kâtipleri, terfi ederek alay kâtibi olurlar, alay kâtipliğinden de alay eminliğine terfi edilirdi Alay meclisi: Alay işleri hakkında icab eden kararları vermeye yetkili meclise verilen addı Miralayın başkanlığında, alayı teşkil eden taburların binbaşılarıyla alay müftisinden ve alay kâtibinden teşekkül ederdi Alay müftisi: Alay imamının üstü olan, rütbe sahibi, sarıklı askere verilen addı Teşrifatta (protokolde) binbaşıdan önce gelirdi Askerlere dinî vazifeleri öğretmek ve onların suallerine cevap vermek için, taburlarda tabur imamı, alaylarda ise alay müftisi bulunurdu Bu vazife, Osmanlı Devleti'nin sonuna kadar devam etmiştir Alay sancağı: İki manaya gelirdi Birincisi, bir alaya mahsus olan sancak demekti İkincisi, resmi günlerde gemileri donatmak için asılan rengârenk bayraklar hakkında kullanılan bir tabirdi Alaylı: Vaktiyle, mektep mezunu olmayıp, erlikten yetişen askerler hakkında kullanılırdı Bir mektep bitirmeden, meslek içinde yetişen diğer devlet memurları için de bu tabir, mecazi olarak kullanılmıştır Anadolu Beylikleri Malazgirt Zaferinden sonra, Anadolu’da kurulan Türk beyliklerinin genel adı Bu beylikler, tarihi kaynaklarda Tavaifi Mülûk ismiyle geçmektedir Malazgirt Zaferi'nden sonra, birçok akıncı beyi, Anadolu’yu Türk toprakları haline getirmek için seferler düzenledi Bu beyler, elde ettikleri bölgelerde, ilk Türk beyliklerini kurdular Üsküdar’a kadar Anadolu topraklarının büyük bir kısmı bu beyliklerin eline geçti Beyler, Selçuklu sultanını hükümdar tanımakla beraber, iç işlerinde tam bağımsız bir haldeydiler Bunlar; Bitlis ve Erzen’de Dilmaçoğulları (1085-1394), Ahlat’ta Ermenşahlar (1100-1207), Diyarbekir’de İnaloğulları (1098-1183), Erzincan, Kemah ve Divriği’de Mengücükler (1072-1277) Erzurum’da Saltuklular (1072-1202)’dan ibaretti Bu beyleri, bir düzene sokmak için çalışan Büyük Selçuklu Devleti sultanları, başarılı olamadılar Bununla birlikte, beyliklerin ekserisi, sonraları Türkiye Selçukluları'nın hakimiyetine girdiler Alaeddin Keykubad’ın saltanatının sonlarına doğru, merkez ile uçlar arasında münasebetler gevşemeye başladı 1220’den sonra Moğol istilasının Ortadoğu üzerinde yoğunlaşması, Bizans sınırında, büyük değişikliklere sebep oldu Moğol akınlarına karşı koyamayan Türkmen aşiretlerinin, Selçuklu topraklarına yönelmeleri üzerine, Selçuklu sultanı, bunları Bizans sınırına yerleştirdi İkinci Gıyaseddin Keyhüsrev’in Kösedağ Savaşı'nda yenilmesinden sonra, merkezî idare iyice zayıfladı Son Selçuklu veziri Muinüddin Pervane’nin ölümüyle, düzenli devlet idaresi de ortadan kalktı Anadolu'da idareyi ele geçiren Moğol valilerinin zulümleri ve koydukları ağır vergiler, halkı huzursuz etti Neticede Selçuklu Devletinin hiç bir fonksiyonunun kalmaması, halkı, kuvvetli beyler etrafında toplanmaya teşvik etti Nitekim, gaziler ve onlara katılan çeşitli aşiretlerle bazı Türkmen beyleri, karışıklık devresi içinde hakimiyet kurarak, birer hanedan haline geldiler Aydın, Karesi, Menteşe, Saruhan, Germiyan, Çoban ve Osmanoğulları bu şekilde kurulan beyliklerden bazılarıdır Eşref, Sahib Ata, İnanç, Hamid ve Candaroğulları gibi diğer beylikler ise; Selçuklu veya İlhanlılar tarafından, mükâfat olarak malikane tarzında verilen arazilerde, bazı komutanların, istiklallerini ilan etmeleriyle ortaya çıktılar Beylikler, kuruluşlarından hemen sonra, buhranlı bir devreye girdiler Bunun sebebi ise, İlhanlıların, Anadolu valileri ile baskılarını arttırmaları idi Emir Çobanoğlu Timurtaş, Ebu Said Bahadır Han tarafından affedilip Anadolu’ya ikinci defa vali olunca, beylikler, bağlılıklarını belirtmek için, İlhanlılar adına akçe bastırdılar Daha önce affedilen Emir Timurtaş, 1324’te babası gibi öldürülmekten korktuğundan Memluklar'a sığındı Vali olarak, Büyük Şeyh Hasan tayin edildi ise de kendisi gelmeyip, yerine Alâeddin Eretna’yı vekil olarak gönderdi Ebu Said Bahadır Hanın ölümü ile çıkan kargaşalıktan faydalanan Eretna, 1343’te Timurtaş’ın oğlu Şeyh Hasan’ı yenince, hükümdarlığını ilan etti ve bir beylik haline geldi Bu hadiseler neticesinde, Anadolu’da İlhanlı hakimiyeti tamamen çöktü İlhanlı baskısının, Anadolu beyliklerinin üzerinden kalkması üzerine, beyler rahat bir nefes aldılar Anadolu şehirlerinde imar hareketlerini hızlandırdılar Diğer taraftan, sınır boylarında olan Osmanoğulları, Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Menteşeoğulları ve Karesioğulları, Bizans topraklarına yaptıkları seferleri sıklaştırdılar Osmanoğullarının, akınlarda büyük başarılar elde etmesi, Anadolu’daki diğer beylikleri rahatsız etti ve onları bu beyliğin büyümesine engel olmaya sevk etti Yıldırım Bayezid Han, başarılı muharebeler neticesinde Germiyan, Hamid, Menteşe, Aydın, Saruhan ve Candaroğulları beyliklerini, Osmanlı topraklarına kattı Bu sırada Timur Han’ın Ortadoğu’ya doğru hareketi, toprakları kaybolan beylerin ona sığınmasına yol açtı Yıldırım Bayezid’in Ankara Savaşı'nda mağlup olmasıyla, bazı beylikler yeniden kuruldu İkinci Murad Han zamanında, Anadolu beyliklerinin çoğu, Osmanlı topraklarına katıldı Fatih Sultan Mehmed Han ise Anadolu’da birliği tekrar tesis etti Fatih, 1461 senesinde Trabzon seferi ile Candaroğulları Beyliğini ortadan kaldırdı Karaman Beyliği'nin topraklarının ekseriyetini, Osmanlı hakimiyeti altına aldı Bu fetihlerden sonra, Karaman beyinin oğulları ile Kastamonu sancakbeyi olarak bırakılan Candaroğlu Kızıl Ahmed Bey, Uzun Hasan’dan yardım istediler Ancak beyliklerinin başına geçmeye muvaffak olamadılar İshak, Pir Ahmed, Kasım Beylerin mağlup edilmeleriyle de, 1471’de, Karaman Beyliğinin bütün toprakları, Osmanlı Devletine katılmış oldu Dulkadiroğulları ve Ramazanoğulları, Osmanlı-Memluk rekabetinden faydalanarak, mevcudiyetlerini bir süre daha korudular Ancak, Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır seferi sırasında Osmanlı hakimiyetini kabul ettiler Böylece, Anadolu’da Osmanlı Devleti'nin mutlak hakimiyeti kurulmuş ve Tavaif-i Mülûk adıyla anılan beylikler devri, sona ermiş oldu Beylikler devrinin en önemli özelliği, kültür faaliyetlerinde ortaya çıkmış ve her beylik, kendi merkezini bu açıdan zenginleştirmeye çalışmıştır Eski Anadolu Türkçesi dil yadigârları bu faaliyetlerin neticesinde ortaya konmuş ve çok sayıda eser yazılmıştır Bazı beyler, kültür faaliyetlerini teşvik ederken, bir kısım beyler de bizzat eserler vermişlerdir Arpalık Osmanlılar'da devlet memurlarına vazifeleri sırasında maaşlarına ilaveten, görevden ayrıldıktan sonra ise tekaüt veya ma’zuliyyet maaşı olarak tahsis edilen gelir Arpalığın ne zaman ve ne gaye ile ihdas edildiği, kesin olarak bilinmemektedir On altıncı asrın başlarında verilmeye başlanan arpalığın, memurluğu dolayısıyla at beslemek durumunda olanlar için konduğu tahmin edilmektedir Arpalık, kendisinden başka kalabalık maiyeti, uşak ve hizmetkârları bulunanlara, masrafları gözetilerek bağlanırdı Bu aylık, önceleri yeniçeri ağası, bölük ağası gibi askerî şahıslara verilmekte iken, sonraları şeyhülislam, kazasker, müderris gibi yüksek ilmiye sınıfına, sultan hocalarına, güç vazifelerde bulunan idare amirlerine, on yedinci asırdan itibaren de vezirler ile ümeraya verilmeye başlandı Arpalık, ya belli bir kaza veya sancağın senelik gelirinin bir kısmı tahsis olunarak veya hazineden belli bir gündelik verilerek olurdu Bunun birincisine Bervech-i arpalık dirlik, ikincisine Bevech-i arpalık ulufe denilirdi Arpalığın en fazlası; idare amirleri için senelik 100 000, ilmiye sınıfı için 70 000, yeniçeri ağaları için 58 000, saray mensupları için ise 19 999 akçe idi Ulufe olarak verilenlerin senelik toplamı da, bu değerleri aşmazdı Arpalık sahibi olanlar, bizzat arpalık olarak tahsis edilen kazaya gitmeyip, yerlerine bir naip gönderdikleri gibi, bazen de kendileri giderlerdi Sultan Üçüncü Selim, bozulan ilmiyenin ıslahına teşebbüs ettiği sırada, arpalık sahibi olan ma’zul (azledilmiş) vilayet kadıları ile kazaskerlerden, vilayet kadılarından mazereti olmayanların bizzat arpalıklarına giderek hakimlik etmeleri ve sakat ve ihtiyar olanların da arpalıklarını iltizama vermeyip emanet suretiyle beşte bir üzerinden ehliyetli dürüst naiplere vermeleri gibi hususları içeren fermanında; cahil kimselere naiplik verilmemesini ve imtihansız hiç kimsenin, yeniden kadılığa tayin edilmemesini emretti Arpalık, birçok suiistimallere meydan verdiği için, on sekizinci asırda kaldırılarak aylığa bağlandı Bu durum daha sonra genişleyerek, arpalık maaşı; Tanzimat'tan sonra, isim değişikliği ile tarik maaşı ve en son olarak rütbe maaşı adını aldı Meşrutiyet'ten sonra ise, ilmiye sınıfına da, diğer devlet memurları gibi muntazam aylık ve emekli maaşı bağlandı Böylece, arpalık, tarihe karışmış oldu Atabeg Selçuklu Devleti'nde şehzadeleri eğitip yetiştiren ve zamanla devlet kuran yüksek rütbeli memurlar “Atabeg” unvanı, ilk defa Selçuklularda kullanıldı ise de, daha önceki Türk-İslam devletlerinde de bu vazifeyi gören memurlar vardı Osmanlılar'da ise, şehzadeleri yetiştirmekle vazifeli kimselere lala denirdi Türkler, neslin devamını sağlayan çocuğa çok önem verdikleri gibi, onun terbiyesi ve yetişmesi hususunda da hassasiyet gösterirlerdi Devletin devamının teminatı kabul ettikleri şehzadelere daha çok ehemmiyet verirlerdi Bu düşünceler içinde olan Selçuklu hükümdarları, oğullarına, dinî, millî, manevî ilimlerin yanında; idarî, malî, askerî ve siyasî işleri öğretmek için, ümeradan birini atabeg (atabey) unvanıyla muallim tayin ederler ve istikbalin hükümdarlarını en iyi şekilde yetiştirmeye çalışırlardı Atabegler, büyük işler başarmış, mühim vazifelerde bulunmuş şahıslar arasından seçilirdi Küçük şehzadelere vasi ve mürebbi olan ve doğrudan büyük sultana, yani Selçuklu Devletine bağlı bulunan bu atabegler, başında bulundukları idari sahada yarı müstakil bir hükümdar naibi durumundaydılar İdarî, malî ve askerî bütün yetkileri ellerinde bulunduran atabegler, şehzadenin sultan olma durumunda da, onun veziri, kumandan ve müşaviri olurlardı Devletin güçlü olduğu zamanlarda, merkezi otoriteye bağlı ve faydalı olan atabegler, Sultan Melikşah’ın oğul ve torunları arasındaki otorite boşluğundan istifade ile idarelerindeki vilayetlerde, yaşları küçük şehzadeler adına değil kendi başlarına hareket ettiler Bu şekilde bağımsızlıklarını ilan eden atabegler, kendi aralarında da topraklarını genişletmek için mücadeleye giriştiler En meşhur Selçuklu atabegleri; Tuğ Tigin, İldeniz, İmadüddin Zengi, Muzafferüddin Salgur, Emir Sipehsalar, Gümüş Tigin Candar, Emir Atabeg Kara Sungur, Aksungur ve Anuş Tigin’dir Bunlar arasında, elde ettikleri nüfuzlarından istifade ile devlet kuranlar oldu Atabeglerin kurdukları devletler arasında en meşhurları: Dımaşk Atabegliği (Tuğtiginliler), Zengiler (Musul Atabegliği), İldenizliler, Salgurlular, Beğtiğinliler (Erbil Atabegliği)'dir Avrupa Tüccarı Avrupa ile, ahitnameli (antlaşmalı) tüccar statüsünde ticaret yapma müsaadesi verilen, Osmanlı tebaası gayrimüslim tüccarlara verilen ad Osmanlı ülkesi sınırları içinde, ahitnameli devletler tüccarı ile Müslüman ve gayrimüslim tebaadan olan tüccar, farklı şartlarda ticaret yapardı Ahitnameli tüccarın, dış ticarette daha imtiyazlı durumda bulunması, yabancı elçilik ve konsoloslukların kullanacakları tercümanlardan cizye vb vergilerin alınmaması gibi durumlar, gayrimüslim Osmanlı tebaasına çok cazip geldi Bu gayrimüslimler, İstanbul'daki yabancı devlet elçiliklerine ve diğer şehirlerdeki konsolosluklara başvurarak, tercümanlık beratı aldılar Elçiliklerdeki ve konsolosluklardaki vazifeliler, bu yolla bazı menfaatler elde ettikleri için, zamanla tercümanlık beratı alan gayrimüslim tebaa çoğaldı Tercümanlık beratı ile ilgili suiistimalin önlenmesi için, Osmanlı Devleti idarecileri, bazı tedbirler aldılar Sultan Üçüncü Ahmed Han, Sultan Üçüncü Mustafa Han ve Sultan Birinci Abdülhamid Han, bu konuyla ilgilenip yabancı elçilere notalar verdilerse de netice alınamadı Sultan Üçüncü Selim Han devrinde, 1791 senesindeki teşebbüs de, istenilen neticeyi vermedi Bunun üzerine 1802 senesinde, Avrupa ile ticaret yapan ve yapacak olan, tüccar, kaptan ve gemi sahipleri için özel bir statü kabul edildi Böylece "Avrupa Tüccarı" denilen bir sınıf ortaya çıktı Avrupa ile ticaret yapmak isteyen ve güvenilir bir şahıs olduğunu ispat eden gayrimüslimler, Avrupa tüccarı beratı aldılar Berat için 1500 kuruş ödenmesi ve beratın İstanbul Kadılığı Bab Mahkemesine kaydı şart koşuldu Avrupa tüccarı sınıfına girenlere; iki hizmetkârının bulunması, bunlardan birinin İstanbul dışında oturabilmesi hakkı tanınmıştı Beratlı tüccara hukuki bakımdan da müste'min tüccar gibi muamele ediliyor, yabancı tüccarla 4000 akçeyi aşan davaları İstanbul'a sevk ediliyordu Müste'min tüccarla olan davalarında ise, davalının tabi olduğu devletin ahitnamesi esas alınıyordu 1839'da Ticaret Nezaretinin kuruluşundan sonra ise Avrupa tüccarlarıyla ilgili işlere Ticaret Nezaretince bakıldı Ticaret Nezaretine bağlı bir Ticaret Meclisinin, 1850'de ise Ticaret Mahkemesinin kurulmasıyla, Avrupa tüccarının ticaretle ilgili davaları da burada görülmeye başlandı Osmanlı Devletinin, gayrimüslim tebaasını Avrupa devletlerinin himayesinden kurtararak, onlara müste'min tüccar hak ve imtiyazları tanımasından, ahitnameli devletler rahatsız oldular Devletin, gayrimüslim tüccar hakkında kesin tavrını ortaya koyduğu 1806'dan sonra, yabancı himayesine giren birkaç tüccar olduysa da, gayrimüslim tebaa artık kendi adlarına ticaret yapmayı tercih etti Bu, bilhassa Avrupa tüccarı imtiyazının verilişini takip eden yıllarda, bu statüye dahil olan Rum kaptan ve gemi sahiplerine büyük menfaatler sağladı Müslüman olmayan Osmanlı tebaası tüccarların büyük imtiyazlarla zengin olması üzerine, Müslüman tüccarlar, Babıali'ye bir dilekçe sunarak, Avrupa tüccarının sahip olduğu imtiyazların, kendilerine de tanınmasını istediler Bu istek, zamanla elde edilen kârın Frenklerden Türklere geçeceği hesaplanarak yerinde bulundu İstek, Sultan İkinci Mahmud Han tarafından da uygun bulununca, "hayriye tüccarı" adı verilen yeni bir ticari grup ortaya çıktı Avrupa tüccarlarına yalnızca batı ülkeleriyle ticaret imtiyazı tanınırken, hayriye tüccarlarının Avrupa'nın yanı sıra Hindistan ve Uzakdoğu ülkeleriyle de ticaret yapmasına izin verildi Dış ticaretin kolay ve çabuk yürütülebilmesi için, hayriye tüccarının iki ortağına da imtiyaz tanındı Hıristiyan Avrupa tüccarları, yurt dışına çıkarılması yasak malları alıp satamazken, hayriye tüccarları, gemi kiralayarak veya kendi gemileriyle bu tür malların taşımacılığını, alım ve satımını yapabilirlerdi Yabancı iskelelerdeki şehbenderler de hayriye tüccarlarına yardımla yükümlüydü Şehbenderler ve bunlarla çalışan muhtarlar, hayriye tüccarları arasından seçilirdi Temel ihtiyaç maddelerinin alım satımıyla uğraşan hayriye tüccarları, merkezlerde ve iskelelerde ticaret büroları, mağaza ve depolar açıyor, gemi çalıştırıyorlardı Devletin savaş ve olağanüstü durumlarda, hayriye tüccarlarına başvurması ve yardım istemesi tabiiydi Tanzimat'tan sonra Avrupa tüccarlığı ve hayriye tüccarlığının statülerinde bazı değişiklikler yapıldı 1876'da ise Avrupa tüccarlığı ile hayriye tüccarlığı kaldırıldı |
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik) |
06-27-2012 | #2 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik)B Bâbıâlî Baskını Bâbıâlî Yangınları Batılılaşma Berat Boğazlar Meselesi Bozkurt Buyrultu Babıali Baskını İttihat ve Terakki Cemiyetinin, hükümeti ele geçirmek için, 23 Ocak 1913’te yaptıkları kanlı baskın İttihat ve Terakki komitesi, İkinci Meşrutiyet'in ilanından ve 31 Mart Vakası'ndan sonra, orduya dayanarak, hükümeti ele geçirmişlerdi Yalnız, kısa bir zaman sonra, asker ocağını siyasetle uğraştırmanın cezasını çekerek “Halaskâr Zabitan Grubu”nun tazyikiyle yıkıldılar Fakat, tekrar orduyu elde etmek suretiyle yeniden iş başına gelmek için gizli bir faaliyete giriştiler Nitekim Balkan Savaşı'nın şiddetle cereyan ettiği ve düşman ordularının İstanbul kapılarına dayandığı sırada, İttihatçılar, Kâmil Paşa Hükümetini devirmek ve çeşitli entrikalarla hükümeti elde etmek için çalışıyorlardı Önce, Balkan Savaşının neticeleri ne olursa olsun, büyük devletlerin, sınır değişikliğine müsaade etmeyecekleri, bu sebepten Türkiye’nin zararı olmayacağı propagandasını yaptılar 81 yaşındaki Kâmil Paşa, bir ara istifa edip yeni bir kabine kurmayı düşündü Sonra bu fikrinden vazgeçince, İttihatçılar bu sefer, Kâmil Paşanın Edirne’yi Bulgarlara bıraktığı şeklinde, akıl almaz ve yıkıcı bir propagandaya giriştiler Bu arada başkumandan vekili Nazım Paşa, Sadrazamın muhalefetine rağmen, orduda bozgunculuk yaptıkları için tevkif edilen İttihatçıları serbest bıraktı Nazım Paşa, daha önce Kurmay Albay Cemal Beyi, Menzil Müfettişi Umumisi, Kurmay Yarbay Enver Beyi de Kolordu Kurmay Başkanı yapmıştı Böylece en stratejik merkezlere İttihatçılar getirilmişti Bütün bu işler, Balkan Savaşının en acıklı günlerinde cereyan ediyordu 23 Ocak 1913 günü Bulgarlar, Edirne ve Çatalca önlerindeyken, Kurmay Albay Enver Bey (Paşa), sabıkalılardan müteşekkil 20-50 kişilik bir çete ile Babıali’yi bastı Babıali’yi muhafaza ile ilgili muhafız bölüğü, Dahiliye Nazırının haberi olmadan Cemal Bey (Paşa) tarafından yerlerinden alınmış ve başka bir yere götürülmüştü Böylece baskıncılar rahatça içeri girdiler Baskının kanlı safhaları, dış sofada cereyan etmiştir Dış sofa mücadelesinde 11 kişi öldürüldükten sonra, başlarında Enver ve Talat beylerin bulunduğu çeteciler, iç sofaya daldılar Kendilerini engellemek isteyen sivil polis komiserini öldürdükleri sırada, Harbiye Nazırı Nazım Paşa ile karşılaştılar Nazım Paşa, Enver’e; “Beni aldattın, hani siyasetle uğraşmayacağına dair namus sözü vermiştin!” deyince, fedaisi Yakub Cemil’in tabancasından çıkan kurşunla, alnından vurularak öldürüldü Bundan sonra Talat ve Enver, sadrazam Kâmil Paşanın odasına girerek, onu istifaya zorladılar Ancak Kâmil Paşa, devletin içinde bulunduğu durumu izah ederek, böyle bir darbeyle hükümetten çekilmesinin, felaketi arttıracağını söyledi Fakat, silahla tehdit edilmesi üzerine istifa etti Böylece, yaşlı sadrazamın siyasî hayatı sona erdi Bu sırada Babıali Baskınını duyanlar, mahşerî bir kalabalık meydana getirmişlerdi Toplanan kalabalığa, İttihatçıların meşhur hatibi Teğmen Ömer Naci nutuk çekiyordu Sokaktaki kalabalık arasında, Almanya Büyükelçiliği Baştercümanı da vardı Baskın planı için, Almanya Büyükelçiliğinde yapılan toplantı sonunda, Berlin’in izni alındığı açıkça görülüyordu 1876 ve 1909 darbelerinin arkasında İngiltere vardı Almanya ise Türkiye’de ilk defa bir darbeye karışıyor ve destekliyordu Sadrazamın istifa mektubunu alan Enver Bey, saraya gitti Babıali’de kalan Talat Bey, kendini “Dahiliye Nazır Vekili” tayin ederek, bu unvanla valilere emirler gönderdi Kâmil Paşa Hükümetinin, Adalarla Edirne’yi düşmana verdiği için millet ve ordu tarafından ıskat edildiğini bildirdi Halbuki ne Edirne, ne de Adalar, Kâmil Paşa tarafından düşmana asla verilmiş değildi Edirne’yi güya kurtarmak iddiasıyla Babıali’yi basıp hükümeti zaptetmiş olan İttihat ve Terakki komitesi, Kâmil Paşanın kabul etmediği bu yerlerin teslim şartını hiç sıkılmadan kabul ederek, bütün Rumeli topraklarıyla beraber Edirne’yi de düşmana terk etti Bu tarihi ihanetlerini de ters-yüz ederek millete anlattılar Bu hükümet darbesinden sonra sadrazamlığa Mahmud Şevket Paşa getirildi Babıali baskını neticesinde İttihatçılar, fiilen yeniden iktidara geldiler Babıali Yangınları Osmanlı Devletinin idari merkezi olan Babıali'nin; 1740, 1755, 1808, 1826 ve 1839 senelerinde tamamen, 1878 ve 1911 senelerinde ise kısmen yanmasına sebep olan yangınlar 1740 yangını: Bu yangın, sadrazam Mehmed Paşanın devrinde vuku bulmuştur Harem ağalarının oturdukları kısımda başlayan yangın, kısa bir sürede binayı sarmış, havanın rüzgârlı olması yüzünden arz odası, hasır odası ve bitişik daireler tamamen yok olmuştur Devrin padişahı Sultan Birinci Mahmud, söndürme çalışmalarına bizzat nezaret etmiştir Ancak kısmen kurtarılan kısımlar da, birkaç gün sonra çıkan bir yangınla kül olmuştur 1755 yangını: Silahdar Tevkii Ali Paşanın sadrazamlığı sırasında meydana gelen yangın esnasında, Babıali binası da tamamen yanmıştır Demirkapı semtinde çıkan yangın, kısa bir sürede bütün semti sarmış ve yangında ev eşyalarını kurtaranlar, mallarını Sultan Üçüncü Osman’ın emriyle Gülhane Parkına koymuşlardır Babıali binası inşa edilinceye kadar, işler Esma Sultan’ın Kadırga semtindeki konağına nakledilmiştir 1808 yangını: Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa'ya karşı ayaklanan yeniçerilerin, kasten çıkardıkları yangındır 1808 yangınında da tamamen kül olan Babıali’nin, bir sene sonra yeniden inşasına başlanmış, bilahare binanın tamamlanmasıyla buraya taşınılmıştır 1826 yangını: Büyük Hocapaşa yangını sırasında Babıali de yanmıştır 36 saat süren bu yangın esnasında, Babıali, Çifte Saraylar, Büyük Çarşı semtlerinde sayısız bina kül olmuştur Babıali dairesi, yangın neticesi geçici olarak Şeyhülislamın dairesine taşınmıştır Babıali, tekrar, 1828’de yeniden inşa edilen binasında hizmet vermeye başlamıştır 1839 yangını: Dahiliye dairesi ahırlarından çıkan yangın, binayı tamamen kül etmiştir Devlet işlerinin gecikmesini önlemek için, memurlar, önce Necip Efendi Konağına, oradan da Defterdarlık binasına taşındılar 1844’te inşaatı bitince merasimle açıldı ve çalışmalar kârgir olarak yapılan binada devam etti 1878 yangını: Rivayete göre yangın, odacıların ihmali neticesi Şura-yı Devlet Dairesinde çıkmış ve altı saat devam etmiştir Ahkam-ı Adliye Dairesi, Dahiliye ve Hariciye nezaretleri tamamen kül olmuştur Sadrazamlık Dairesi ise büyük gayret sonucu kurtarılabilmiştir 1911 yangını: Sabaha karşı çıkan bu yangında, Sadrazamlık ile Hariciye Nezareti daireleri kurtulmuştur Şura-yı Devlet, Dahiliye Nezareti, Mektubcu, Teşrifatçı, Beylikçi, Sadaret Kalemi daireleri ile Vakanüvis daireleri tamamen yanmıştır Çeşitli tarihlerde kısmen veya tamamen olmak üzere vuku bulan Babıali yangınları sırasında, evrak ve vesikalara hiçbir şey olmaması, Osmanlı Devleti'nin mükemmel işleyen bir arşiv teşkilatı olduğunu göstermektedir Babıali hazine-i evrakı, orada özel olarak yapılmış mahzene konur, her gün o evraktan lazım olanlar kalem dairelerine getirilir ve işi bitsin bitmesin, akşamları tekrar mahzene konur, sabahları yine getirilirdi Bazen bu hususa riayet edilmemesi yüzünden, Babıali yangınlarında odalarda bulunup mahzene konmayan evrakların yandığı görülmüştür Batılılaşma Batı'nın ilimde, fende, tecrübede, sanatta, imar ve refah vasıtalarında bulduklarını öğrenmek, yapmak ve bunlardan faydalanmaya çalışmak Osmanlı Türkleri 15, 16 ve 17 asırlarda siyasi sahada olduğu gibi medeniyet seviyesi, içtimaî, yani, sosyal nizamı ve ahlaki üstünlüğü ile dünyada en ileri seviyede bulunuyordu Onlar, mensubu oldukları İslam dinine ve onun güzel ahlâkına, iyilik, çalışkanlık, adalet gibi emirlerine sarıldıkları müddetçe, çağın zirvesine çıkmış ve diğer milletlere üstün ve örnek olmuştur Dünyanın en mühim ticaret yolları, önemli ülkeler, şehirler ve denizler Osmanlı hakimiyeti altındaydı İki saatlik bir savaş sonunda bir devleti bütünüyle idareleri altına alabilecek bir güce sahiptiler Karşılarında rakip olabilecek bir kuvvet yoktu Bu sebeple Osmanlı Devleti, hakim bir vaziyette seyrine devam ediyor, onu daha yeni hamleler ve teknik buluşlar yapmaya sevk edecek itici sebepler görülmüyordu Buna karşılık, 10 yüzyıldan beri açlık, sefalet, hastalık ve zulüm içerisinde, en mühimi Müslümanlar karşısında mahkûm bir vaziyette bulunan batı toplumu için aynı durum söz konusu değildi Çünkü onların karşısında tatbik edebilecekleri yüksek ve parlak bir ilim, örnek alabilecekleri, gelişmiş bir medeniyet mevcuttu Nitekim onlar, Haçlı seferleri ve çeşitli vesilelerle İslam memleketleri ile olan irtibatları sırasında, bu medeniyeti tanıma fırsatı buldular Rönesans denilen hamlelerinde, bunun büyük tesiri oldu Diğer taraftan Avrupalılar, doğunun, bilhassa Hindistan'ın tabiî ürünlerinden, ancak Osmanlılar vasıtasıyla istifade ettiklerinden onlara pahalıya mal oluyordu Bu sebeple, ihtiyaçları olan maddeleri doğrudan kendi mahalline giderek temin etmeyi düşündüler ve deniz yoluyla Hindistan'a ulaşabilme çarelerini aradılar Bu yüzden pekçok deniz seyahatleri yaptılar Bu faaliyetleri sırasında, denizcilik bilgi ve tecrübeleri genişledi Denizcilik mektepleri açarak, bu bilgi ve tecrübelerini ilerlettiler Donanmalarını bu bilgilerle teçhiz ettiler Diğer harp sahalarında da bu bilgi ve tecrübelerinden faydalandılar Neticede savaş meydanlarında, Osmanlılar üzerinde de üstünlük kurmaya başladılar Öyle ki, 17 asrın başlarında Osmanlı donanmasının hala kürekli ve yelkenli olmasına karşılık, onlar donanmalarını kalyonlarla donatmışlardı Avrupa devletlerinin elde ettikleri bu üstünlüğün sonunda, kara ve denizdeki başarısızlıklar, Osmanlı devlet adamlarının dikkatini çekti Osmanlı padişahları, ülkelerinin kaybettiği üstünlüğü tekrar kazanmak gayesiyle, batının ilim ve tekniğini Türkiye'ye aktarmak için, her türlü imkânı seferber etti Sultan Üçüncü Ahmed Han döneminde (1703-1730) Avrupa devletleri ile siyasî münasebetler kuruldu Bu sırada Paris'e giden Yirmisekiz Mehmed Çelebi, burada birçok müesseseleri gezdi ve raporlar sundu Oğlu Mehmed Said Efendi ise ilk Türk matbaasının açılması için izin istedi Şeyhülislam Abdullah Efendi, matbaanın çok hayırlı bir hizmet olacağına ve açılması gerektiğine dair fetva verdi ve matbaa kuruldu Rochfart isminde bir Fransız subayına Osmanlı ordusunun ıslahı için rapor hazırlatıldı Sultan Birinci Mahmud (1730-1754), Sultan Üçüncü Mustafa (1757-1774) ve Sultan Üçüncü Selim (1789-1807) devirlerinde de bu faaliyetler devam etti İbrahim Müteferrika, Tatarcık Abdullah Efendi, Koca Sekbanbaşı ve Vak'anüvis Asım Efendi gibi ilim ve devlet adamları, padişahlara takdim ettikleri eserlerinde, Avrupa devletlerinin askeri teşkilatı, nizam ve talimleri hakkında bilgiler verdiler Bu raporlar ışığında, Osmanlı Devletinde bilhassa askerî alanda pekçok düzenlemeler yapıldı Avrupa taktik, disiplin ve silahlarının kullanılabilmesi için, topçu ve humbaracı ocakları ıslah edildi Kâğıthane'de kurulan askerî bir ocak, tamamen batı tekniği tarzında eğitime başladı Burada Fransız subaylarından da istifade edildi Bu faaliyetlerin geliştirilmesi için, Avrupa'da daimî elçilikler ve konsolosluklar açılmaya başlandı Nizam-ı cedid adı ile yeni ve modern bir ordu kuruldu Osmanlı Devleti, kısa bir süre sonra bu gelişmelerin faydasını gördü Napolyon'un Mısır'ı işgal teşebbüsü, bu talimli ve disiplinli birlikler tarafından önlendi Rusya ve Avusturya orduları karşısında başarılar elde edildi Fakat teşkilatı bozulmuş, disiplini kalmamış, askerlikten çok esnaflıkla uğraşan, söz dinlemez, isyankâr bir güruh haline gelmiş Yeniçeri Ocağı, bu gelişmelere karşı çıktı Neticede batının tekniğini alarak, devleti yeni bir nizama ve hayatiyete kavuşturmaya inançlı ve kararlı olan Üçüncü Selim Han, bu asilerce şehid edildi İkinci Mahmud Han (1808-1839) tahta çıkar çıkmaz, amcası Üçüncü Selim'in yarım bıraktığı ıslahat programını gerçekleştirmek üzere harekete geçti Askeri reformları istemeyen Yeniçeri Ocağını 1826'da ortadan kaldırdı Asakir-i Mansure-i Muhammediyye adı ile yeni bir ordu kuruldu Ordunun talim ve terbiyesi için, Avrupa'dan mütehassıslar getirildi Mühendishane-i Bahri-i Hümayun ihya edildi Türkiye'de ilk buharlı gemiler satın alınarak Türk deniz kuvvetlerine kazandırıldı Tıbhane-i Amire ve Cerrahhane açıldı Devlet memurlarının yetişmesi için, Mekteb-i Maarif-i Adli kuruldu Açılan okulların seviyesini yükseltmek ve lüzumlu fen ve teknik kitapların tercümesi için, batı dillerinde tercüme büroları açıldı Görüldüğü üzere batılılaşma adı verilen hareketin esası, İkinci Mahmud devri sonuna kadar, sadece askeri ve teknik sahada ilerlemek ve bunun için batının lüzumlu olan ilminden istifade etmekti Bu gaye ile, gerekli bütün teşebbüsler yapıldı Ancak bu çalışmalar, daha çok Avrupalı subay ve uzmanların kontrolünde oluyordu Oysa yeni kurulan askeri ve teknik müesseseleri, mektepleri devam ettirebilmek ve bunlardan büyük ölçüde faydalanabilmek için, kendi insanını yetiştirmek lazımdı Bunun için, ilk defa olarak, 1827'de Paris'e öğrenci gönderildi ve sonraki yıllarda da bu uygulama devam etti Diğer taraftan batılılar, Osmanlı Devletinin ilmi ve teknik alandaki ilerlemelerine mani olabilmek ve onları içte ve dışta zayıflatmak için bütün güçleriyle çalışıyorlardı Osmanlı ülkesine gönderdikleri sefirler, tüccarlar, bilginler ve ajanlar vasıtasıyla azınlıkları tahrik ediyor, bölücülük yapıyor ve nüfuz edebildikleri devlet adamlarını kullanarak ihtilaller bile çıkarabiliyorlardı Nitekim İkinci Mustafa Han'ın tahttan indirilmesi, Patrona Halil ve Kabakçı Mustafa isyanları, hep onların gizli faaliyetlerinden kaynaklanıyordu Şimdi ise Türk gençleri, kendilerinden istifade etmek üzere ayaklarına kadar gelmişti Onlar, bu gençleri memleketlerine döndüklerinde, gayelerine uygun bir şekilde kullanabilmek için metodlu telkinlerde bulundular Bu telkinlerin üç ana hedefi vardı Bunlar; gençlerin Osmanlı Hanedanına itaat duygusunu kırmak, dini metanetlerini zaafa uğratmak, yabancı fikir ve adetlere alıştırarak yozlaştırmaktı Böylece bünyelerindeki tahribat tamamlanmış olacaktı Gerçekten de birkaç yıl içerisinde, batı ülkelerine giden gençlerin pek çoğu, bedeni Türk; fakat düşünüşü, anlayışı ve yaşayışı itibariyle tam bir Avrupalı haline geldi Avrupalılar, diğer taraftan, aynı gayeye dönük planlarını ülkelerine gelen dini yönü zayıf ve sefahate düşkün Osmanlı Devlet adamları üzerinde de deniyorlardı Avusturya büyükelçisi Sadık Rıfat Paşa ile Londra büyükelçisi Mustafa Reşid Paşa bunlar arasındaydı İskoç Mason teşkilatı üyesi Lord Rading, bilhassa Reşid Paşa ile sıkı bir dostluk tesisine muvaffak oldu Onun idarede en yüksek mevkilere gelebilmesi için çalışacağını ve İngilizlerin desteğini devamlı yanında tutacağını bildirdi Tatlı vaatlere aldanan Reşid Paşa, Mason locasına üye oldu Lord Rading ona devlet idaresinde yapılması gereken ıslahatları telkin etti Mustafa Reşid Paşa, bu telkinler ile İkinci Mahmud Hana; "Batılıların, Osmanlı Devletine, bilhassa Müslüman ve Hıristiyan tebaa arasında eşitlik gözetmediği için düşman olduğunu, müslim ve gayrimüslim ayrılığının kaldırılması gerektiğini, bu hususlarda yapılacak ıslahatı, bir hatt-ı hümayunla ilan etmesini" teklif etti Reşid Paşanın isteklerinin, İngilizlerin arzusu ve emeli olduğunu iyi bilen padişah, bu teklifleri reddetti Ancak 1839'da İkinci Mahmud Hanın vefatı, Osmanlı Devleti'nin Mısır valisi Mehmed Ali Paşa isyanı karşısında düştüğü durum ve nihayet tahta 16 yaşında genç ve tecrübesiz Abdülmecid Han'ın çıkması, İngilizlere, bekledikleri fırsatı verdi Mısır meselesinde destek olmaları vaadiyle, genç padişaha Mustafa Reşid Paşayı sadrazamlık makamına tayin ettirdiler Reşid Paşa da, daha önce Lord Rading'le beraber hazırlamış olduğu reform ve ıslahatları Tanzimat Fermanı adı altında yayınlatarak yürürlüğe koydu Bu ferman sayesinde, büyük vilayetlerde mason locaları açıldı Casusluk ve hıyanet ocakları açılıp çalışmaya başladı Osmanlıyı geri bırakan sebepler olarak İslamiyet gösterilmeye çalışıldı Gençlere ecdat düşmanlığı aşılandı ve milli birlik parçalandı Fatih devrinden beri medreselerde okutulmakta olan fen, hesap, hendese, astronomi dersleri, "din adamlarına lazım değildir" denilerek kaldırıldı Batının günlük kültürü, Osmanlı toplumunu sarsmaya başladı Giyim ve ev eşyalarından, evlerin stili ve insanlar arası ilişkilere kadar Avrupa örf ve adetleri yayıldı Nihayet, konu, batılı kanunların alınması meselesine kadar geldi Reşid Paşa ekolünden yetişen Âlî, Fuad, Kabuli ve Midhat paşalar, mahkemelerde Fransa medeni kanunlarının uygulanmasını istediler İstanbul'daki Fransız elçisi Marqui de Mousteir, Fransız medeni hukuku hakkında malumat vererek, onların fikirlerini destekledi Halbuki bu kanunlar, batı insanının aile, toplum, iktisat ve siyaset anlayışını temsil ettiklerinden Osmanlı cemiyetinin yapısına ters düşüyordu Nitekim meşhur hukukçu ve tarihçi, zamanın adliye nazırı (Adalet Bakanı) Ahmed Cevdet Paşa ve taraftarları, bu görüşün karşısında yer aldılar Ahmed Paşaya göre; "Bir milletin temel kanunlarını değiştirmek o milleti ölüme mahkum etmek" demekti İşte Üçüncü Ahmed Handan itibaren "Avrupalıların ilim ve tekniğini tatbik etmek" şeklinde kabul edilen batılılaşma, Tanzimat devri aydınlarınca, "batının sadece kültür, örf ve adetlerini almak ve batılı gibi yaşamak" şeklinde benimsendi ve yozlaştırıldı Konu, aslından saptırıldı Bu şekilde düşünmek, aydın olmanın icabı sayıldı Batılılaşmayı gerçek manasında anlayanlara gerici, yobaz denildi Devlet kademeleri, tamamıyla, Mustafa Reşid Paşa zihniyetinde yetişenlerin eline geçti Avrupa'da tahsil yapmış denilerek işbaşına getirilenlerin, kısa bir süre sonra, ilim ve teknikten habersiz, tek sermayelerinin İslam düşmanlığı ve kuru bir Avrupa hayranlığı olduğu görüldü Batının ilim ve tekniğini alma gayesiyle Avrupa'ya giden bu gençlerden her biri, dönüşte ateşli bir hatip veya yazar kesiliyor ve Osmanlı Devletini meşruti bir rejime oturtmak için gayret sarf ediyorlardı Onlara göre padişahın yetkileri azaltılmalı ve asıl iktidar, meclise devredilmeliydi Böylece, batılılaşmanın en önemli unsurlarından olan, devlet idaresinde çok seslilik sağlanacaktı 1876'da İkinci Abdülhamid Han'ın ilan ettiği meşrutiyet neticesinde kurulan ve çoğunluğunu Türk olmayanların meydana getirdiği meclis, altı ay içerisinde devleti felaketlerin eşiğine getirdi Osmanlı cemiyetinin henüz böyle bir sisteme hazır olmadığını ve o şartlar içerisinde Meşruti idarenin ülkeyi yıkıma götürdüğünü gören padişah, meclisi feshetti Devleti, tam otuz bir sene dahiyane bir siyaset ve adaletle yönetti İçte Ermeni, Rum, Bulgar, Arnavut çetecileri, dışta bunları destekleyen süper güçler ve mason teşkilatlarının çalışmalarına rağmen devletin bütünlüğünü korudu Ayrıca bu büyük meseleler yanında, ülkesini ileri bir seviyeye ulaştırmak için eğitim, sanayi, imar, haberleşme ve memleket kalkınmasında büyük hamleler başlattı Her vilayette mektepler, hastaneler, yollar ve çeşmeler yaptırdı Mekteb-i Mülkiye, Güzel Sanatlar Akademisi, Yüksek Ticaret Mektebi, Hukuk, Yüksek Mühendis Mektebi, Bursa'da İpekçilik Mektebi, Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi, Yatılı Kız Lisesi, Mülkiye Lisesi, Üsküdar Lisesi, Maden Arama Mektebi, Fen ve Edebiyat Fakülteleri, Dilsiz ve Sağırlar Mektebi, Haydarpaşa Mekteb-i Tıbbıye-i Şahane, Gülhane Tababet-i Askeriye Tatbikat Mektebi, açılan eğitim müesseselerinden sadece bir kaçıdır Ayrıca ziraat, sanayi ve ticaret odaları açıldı Hereke kumaş fabrikası, çini fabrikası, Kadıköy havagazı fabrikası, Hamidiye kâğıt fabrikası, mum fabrikası kuruldu Ereğli kömür ocakları işletildi Musul ve Kerkük civarında petrol kuyuları açıldı Medine-i münevvereye kadar telgraf hattı ve ülkenin dört bir yanı demiryolu ile döşendi Avrupalıların, Osmanlı devlet adamları ve aydınları bünyesinde yaptıkları tahribat pek büyüktü Bunlar, batıda mevcut parti, fırka ve hizipçilik gibi her türlü sosyal müesseseyi, devletlerinin bünyesine uygun olup olmadığını düşünmeden tatbik etmeye çalışıyorlardı Bu maksatlarının tahakkuku için her türlü gayri meşru yolu deniyor, hatta Ermeni, Rum, Bulgar, Yunan ve Arnavut çetecileriyle işbirliği yapıyorlardı Nihayet İkinci Meşrutiyetin ilanı ile kısmen ve 1909'da Sultan Abdülhamid Hanı tahttan indirerek, bu isteklerine tamamen kavuştular Böylece batılılaşma adı altında parti ve hizipçilik, memlekete hakim oldu Bu idare, 10 milyon km2 toprağı olan Osmanlı ülkesini 10 yılda bitirerek, düşmanlarının insafına terk etti Türk milletinin gözü önünde, tamamen mecrasından saptırılmış batılılaşma adı altında böylesine acıklı bir manzara mevcutken, yüz yıla yakın bir süredir, halâ bu mevzu üzerinde tartışmalar sürmekte, ilim, fen ve teknik sahalarında bu mesafenin kat edildiği görülmemektedir Meşhur Alman filozofu Ranke: "Eğer millet lâyık olduğu mevkie yükselememiş ise, bilin ki hayatına bir kasıt vardır" demektedir Gerçekte de tarihte parlak medeniyetler tesis etmiş Türk milletinin en önemli bir vasfı da, ilim ve fende gerçekleştirilmek istenen hamlelere karşı hiçbir zaman karşı çıkmamış olmasıdır Onun mukavemeti ve itirazı, ancak örf ve adetlerine lüzumsuz yere müdahale edildiği zaman olmuştur Bu ise kültür bütünlüğü ve istiklali bakımından, çok sıhhatli bir tepkidir Türk toplumu hakkında bu hususta en iyi hükmü, Fransız akademisi üyesi Claude Farrere vermektedir O; "Yeni Türkiye'yi saran en bulaşıcı, en kötü mikrop, şüphesiz siyaset mikrobu Günümüzün Türkleri, kitaplarda okudukları kimselere benzemek istiyorlar Bu bakımdan şuurlu veya şuursuz olarak, komşularında gerçekten yeni olan her şeyi kopya etmişler, bilhassa ilerici olduklarını iddia eden komşularından Rusya da bunlardan biri Fransa da Eski Türkiye'yi medeniyete götüren tek vasıta İslam'dı Gerçek imanları vardı Kadınları da kendileri gibi mümindi Toprağına çok çeşitli ve derin köklerle bağlı bir halkın dinini kökünden sökmeye kalkışmanın iyi bir şey olduğunu iddia edemeyeceğim Menşelerine (asıllarına) çok yakın olan bir halkın, iç dünyasının temelini teşkil eden dinini kökünden sökmeye kalkışmanın, çok ciddi ve tehlikeli bir şey olduğuna eminim" diyerek, hakikati, bütün açıklığıyla gözler önüne sermektedir Netice olarak, 1839'dan itibaren, batılılaşma, "yabancıların kültürleriyle yoğrulma" gibi, maksadından uzak bir manâda ele alındığı içindir ki Türkiye, ilim ve teknikte istenilen seviyeye ulaşmak şöyle dursun, sürekli geriledi Nitekim bugün pekçok Afrika ülkesi bile, ilmî araştırmalarda, Türkiye'yi geçmiş bulunmaktadır Japonya ve Kore gibi ülkeler, ileri seviyedeki devletlerin teknik gelişmelerini, kendi kültürleri ile mecz ederek kullanmak suretiyle, 50 yıl gibi kısa bir süre içerisinde ilimde, sanatta, teknikte, hattâ ticaret ve ekonomide dünyanın süper güçleri arasına girdiler Türk milleti, batılılaşmayı gerçek manasında kavrayıp tatbik edebildiği gün, ileri milletler seviyesine ulaşmaya ve lâyık olduğu mevkii kazanmaya namzed olacaktır Berat Resmi belge, senet Osmanlı Devleti'nde bir kimseye verilen rütbe, nişan veya toprak imtiyazını gösterir padişah fermanı Berata; nişan, berat-ı şerif, nişan-ı şerif ve hüküm de denilmektedir Beratlarda istenilen hizmetin adı, mahalli, maaşı veya geliri, verilen şahsın ismi, ne için verildiği; kumandanlık, serdarlık gibi mühim bir vazife ise berat alanın selahiyet derecesi açıkça belirtilirdi Böylelikle elinde berat olan şahsın bu selahiyet belgesinin dışına çıkması önlenmiş olurdu Beratların muhtelif çeşitleri vardır ki bunlar, timar beratı, iltizam beratı, muafiyet beratı, mulakat beratı, malikane beratı, imtiyaz beratı, beylerbeylik, nişancılık, defterdarlık, vezirlik gibi memuriyet beratları, imamet, hitabet, feraşet ve tababet izni verildiğini belirten beratlar ile, serdarlık beratları gibi Berat verilen kimseden berat resmi ismiyle bir vergi alınırdı Timar beratı bir şahsa verildiğinde, beratta timar sahibinin hüviyeti, timar verilen sancağın kazası, köyü, timarın miktarı, verilme sebebi, ilk mi, tahvilinden mi, mahlulünden mi (yani, birinin üzerinden alarak mı) verildiği, senelik gelir ve istenilen hizmet kayıtlı olurdu İltizam beratlarında, berat verilenin ismi, iltizamın verilme sebebi, geçerliği olduğu tarihler, iltizam bedeli ve taksitleri, iltizamın ne şekilde idare edileceği muhakkak belirtilirdi Bunlar da, verilen şahsın itibarına, rütbesine ve verilen şeyin önemine göre sade veya ağdalı bir lisan kullanılırdı Verilen beratlar, veren padişahın hayatıyla kayıtlıydı Padişahlar değiştikçe, yeni padişahın tuğrası bulunan yeni berat verilir ve bu beratlardan yarım resim (vergi) alınırdı Boğazlar Meselesi İstanbul Boğazı, Marmara Denizi ve Çanakkale Boğazından yabancı gemilerin geçişiyle ilgili olarak milletlerarası diplomaside, çeşitli zamanlarda ele alınan anlaşmazlık Osmanlı Devleti Karadeniz'e, Marmara Denizine ve boğazlara hakim olduğu sırada, boğazlarla ilgili bir mesele olmamıştır Ancak Rusya, 18 yüzyılda Karadeniz'in kuzey kıyılarına hakim olunca, Osmanlı Devleti, 1774'te imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması'yla, Rus ticaret gemilerine, Boğazlardan serbest geçiş hakkı tanıdı 1798 ve 1805 Osmanlı-Rus İttifak antlaşmalarıyla, Karadeniz, bütün yabancı devletlerin savaş gemilerine kapatıldı Rus savaş gemilerine Boğazlardan serbest geçiş hakkı tanındı ve yabancı savaş gemilerinin Karadeniz'e zorla girmek istemeleri durumunda da Osmanlı-Rus donanmalarının birlikte karşı koymaları hükme bağlandı Fakat bu antlaşma kısa bir müddet sonra, 1807 Osmanlı-Rus Savaşı ile yürürlükten kalktı Osmanlı Devleti, 5 Ocak 1809'da İngiltere ile imzaladığı Kala-i Sultaniye (Çanakkale) Antlaşması ile Boğazları yabancı savaş gemilerine kapalı tutmayı taahhüt etti 1829 Edirne Antlaşması'yla Rusya, Boğazlardan ticaret gemilerini geçirme hakkını yeniden elde etti Ayrıca Osmanlı Devleti, Boğazları, sulh içinde bulunduğu bütün devletlerin ticaret gemilerine açtı Sultan İkinci Mahmud Han, 1833'te Mısır meselesinde aldığı yardım karşılığında Hünkâr İskelesi Antlaşması'nı imzalayarak, Boğazları Rusya lehine yabancı savaş gemilerine kapatmayı kabul etti Bu antlaşma, büyük Avrupa devletlerinin, Boğazların, sulh döneminde, Osmanlı olmayan bütün savaş gemilerine kapalı tutulması kuralını benimsediği, 15 Temmuz 1841 Londra Boğazlar sözleşmesi ile iptal edildi Buna rağmen Osmanlı Devletinin müttefiki olan İngiltere ve Fransa, Kırım Savaşı sırasında Rusya'ya saldırmak üzere donanmalarını Boğazlardan geçirdiler Londra Boğazlar Sözleşmesi, bütün savaş gemilerinin Boğazlardan Serbest geçişine izin veren 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Boğazlar Sözleşmesine kadar yürürlükte kaldı Birinci Dünya Savaşı sonunda, 30 ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi'nden sonra Boğazların hakimiyeti, fiilen Osmanlı Devletinin elinden çıkıp, tamamen İtilaf Devletlerinin eline geçti Lozan Antlaşması'yla birlikte aynı anda imzalanan, Lozan Boğazlar Sözleşmesinin sonunda, Boğazlar, askerden arındırıldı Savaş gemilerinin geçişi, herhangi bir izne bağlı olmadan tamamen serbest bırakıldı Sulh döneminde, yabancı ticaret gemilerine geçiş serbestliği tanındı Bir savaş döneminde Türkiye'nin tarafsız olması halinde de, sulh dönemindeki kaideler geçerli sayıldı Türkiye'nin taraf olduğu bir savaş halinde, tarafsız gemilerin düşmana yardım etmemek kaydıyla Boğazlardan serbestçe geçmesi hükme bağlandı Türkiye; Lozan Boğazlar Sözleşmesinin, Türkiye'nin hükümranlık haklarını kısıtlayan hükümler taşıması sebebiyle, Boğazlar rejiminin statüsünde ilk defa 1933 Londra Silahsızlanma Konferansında dile getirilen bir değişiklik talebinde bulundu İtalya dışında Lozan Boğazlar sözleşmesini imzalayan devletlerin katıldığı Montreux Konferansı sonunda, Boğazları tahkim etme konusunda Türkiye'ye tam yetki veren ve Karadeniz'de kıyısı bulunmayan devletlerin savaş gemilerinin geçişini kısıtlayan Montreux Sözleşmesi 20 Temmuz 1936'da imzalandı Boğazlar Meselesi, 1945'te Yalta ve Potsdam konferanslarında müttefik devletler arasında tekrar ele alındı Ancak kesin ve net bir anlaşmaya varılamadı İkinci Dünya Savaşından sonra yeniden milletlerarası gündeme gelen Boğazlar meselesi, devletler arasında tartışıldı Sovyetler Birliği, savaştan sonra siyasi dengelerin değiştiğini, bu sebeple Boğazlar rejiminde de yeni şartlara uygun bazı değişiklikler yapılması gerektiğini savundu İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye'nin, Montreux Sözleşmesine uymadığını ileri sürerek, kendi emniyetinin sağlanması için Boğazların, Karadeniz'de kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerine kapatılmasını, Karadeniz'de kıyısı olan devletlerin savaş gemilerine ise her zaman açık tutulmasını talep etti Ayrıca Boğazlardan geçiş rejiminin, yalnızca Türkiye ile Karadeniz'de kıyısı olan devletler arasında düzenlenmesi gerektiğini savundu Diğer taraftan Sovyetler Birliği, düşmanca maksatlarla kullanılmasını engellemek için, Boğazların Türkiye ile Sovyetler Birliği tarafından ortak olarak savunulmasını istedi Bu isteklerini, 7 Ağustos 1946 ve 24 Eylül 1946 tarihli iki notayla Türk hükümetine bildirdi ABD ve İngiltere, Boğazlar rejimi hakkında yeni bir düzenleme yapılmasına karşı olmadıkları için, Sovyetler Birliği'nin teklifini kabul ediyorlardı Fakat diğer batılı ülkeler, Boğazlar rejiminin Montreaux Sözleşmesinin esasları dahilinde, milletlerarası bir toplantıda görüşülmesi gerektiğini savundular Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında ikili görüşmeler yapılmasını kabul etmediler Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, Sovyetler Birliği'nin notalarına karşı 22 Ağustos 1946 ve 18 Ekim 1946 tarihlerinde verdiği notalarla, Boğazlar rejiminde yapılacak bir değişikliği ilke olarak kabul ediyor, ama bunun ikili görüşmeler yoluyla değil de milletlerarası bir toplantıda ele alınması gerektiğini bildiriyordu Bu notalarda ayrıca, Boğazlar konusunda ortak savunma talebinin kesinlikle kabul edilemeyeceği açıklandı Bu sırada meydana gelen bazı önemli siyasî ve askerî gelişmeler, Boğazlar rejiminin yeniden değiştirilmesi konusunda milletlerarası konferans toplanması teşebbüsünü neticesiz bıraktı Dolayısıyla Boğazlar rejiminde bir değişiklik olmadı Böylece Montreux Sözleşmesinin hükümleri, günümüze kadar değiştirilmeden yürürlükte kaldı Bozkurt Türklerin, Orta Asya devirlerinde yol gösterici ve tecrübeli rehberi olan milli sembolleri Bozkurt, Orta Asya Türk tarihinde ve İslamiyet'ten önce Türk destanlarında adına çok rastlanan milli bir destan unsuru, motifidir Destanlarda, Türklerin hayat ve savaş gücünü temsil eder Türkiye Türklerinde orduyu temsilen kullanılan “Mehmetçik” yerine, İslamiyet'ten önce Orta Asya'da yaşayan Türkler, “Bozkurt” u kullanmışlardır Her bakımdan Türk hayatında totemciliğin zıddına bir durum görülmesine rağmen, Türklerde totem olarak kurdun gösterilmesi, yanlış bir husustur Her şeyden önce, klanlar totemlerine taptıkları halde, Türkler kurda tapmamışlardır Zaten Şamanizm'le bile ilgisi olmayan eski Türk dini, İbrahim aleyhisselamla muasır olan Zülkarneyn aleyhisselam ve daha öncelerde görüldüğü gibi her zaman ilahi olmuş ve tek Allah'ı kabul etmiştir Eski Türklerde Kurt-atanın (Tecrübeli insan) yaşadığı kabul edilen mağarada belirli törenler yapmak, kurdun vücudu ile değil, mazisi ile karanlıklara karışmış eski hatıraların canlanması ile ilgilidir Gerçekte göçebe olan Türklüğün, o devirlerde kurdu, çeviklik ve savaş yönünden sembol kabul etmesi, şaşılacak bir durum değildir Bu, bir bakıma Çin gibi komşu kavimlerin, Türkleri kurda benzetmelerinden ileri gelmiş olabilir Zaten Göktürk Hakanlığı'nın hassa ordusu mensuplarına Çinliler, Fu-li, yani kurt (böri) diyorlardı Oğuz destanında Oğuz Han, halkına “Bozkurt sesi savaş parolamız olsun” der Gerçekten Türklerin İslamiyet'ten önce harplerde düşmanlarına bozkurt seslerini takliden haykırarak saldırdıkları, bir vakıadır Bu hususa bazı Arap şairlerinin şiirlerinde de işaret edilir Müslüman olduktan sonra bunun yerini "Allah! Allah!" nidaları almış ve günümüze kadar gelmiştir Göktürk destanlarında “Asena” isimli bir dişi kurttan bahsedildiği gibi, Ergenekon'dan çıkış destanında da orduya bir bozkurtun yol gösterdiği ve ordunun başındaki hükümdarın adının Börte Çene, yani Bozkurt olduğundan söz edilir Uygurlar'ın, türeyiş destanında da ön planda yer alan bozkurt, hem bir milli destan motifi, hem de eski Türklerin bazı kahramanlarının adı olarak kabul edilmektedir Buyrultu (Buyruldu) Osmanlı Devleti'nde sadrazam, vezir ve beylerbeyi gibi yüksek rütbeli idarecilerin yazılı karar ve emirleri Buyrultu, genelge biçiminde olup kime yazıldığı belirtilmemişse buna "açık buyrultu" adı verilir Buyrultu, fermanın basit bir örneği biçiminde düzenlenir ve ilgili makamlara gönderilirdi Vezir ve beylerbeyiler de sahip oldukları salâhiyetle yazdıkları buyrultulara padişahlar gibi tuğra çekerlerdi Ancak padişahlar namına yazılan fermanlarla, emsali kâğıtlarda tuğra, kâğıdın tam ortasına çekildiği halde, memurların yazdıkları buyrultulardaki tuğralar, kâğıdın sağ üst köşesine çekilirdi Ayrıca tuğranın yanına, gönderen kimsenin imzası yerine, bir de mühür basılırdı Fermanlarda bağlama ibaresi olarak "fermanım olmağla"; buyrultularda ise "ba’desselâm inha olunur ki" şeklinde yazılırdı Buyrultuların sonu ise "deyu" diye biterdi Sadrazamın buyrultusuna "buyrultu-i sâmi" denilirdi |
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik) |
06-27-2012 | #3 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik)C, Ç Celalî İsyanları Cuma Selamlığı Cülus Çektiri Çelebi Çevgan Çırağan Vakası Çini ve Çinicilik Çorbacı Çuhadar Celaliler (Celâlîler, Celâlî İsyanları) Anadolu’da; siyasî, askerî, idarî, iktisadî ve sosyal sebeplere dayanarak, İran desteğindeki Şiî propagandacılar tarafından çıkarılan isyanlara katılanlar Osmanlı Devleti'nin kuruluş ve yükselişinde tarikatlar, şeyhler, velîler ve dervişler, birinci derecede rol oynamıştır Osman Gazi ve haleflerinin etrafı din adamları, Türkmenler ve evliya ile dolmuş, daha ilk günlerde Osmanlı akınları, gazâ mahiyetini almış ve bir gaziler devleti kurulmuştu Böylece, Türkistan’da başlayan, Selçuklular, Danişmendliler devrinde gelişen ve genişleyen gâzilik an’aneleri, daha büyük bir hayatiyetle canlanmıştı Osmanlılar ve gazâ yapan Türkmenler, artık her tarafta âlimlere medrese, şeyhlere zâviye ve imaret inşa ediyor, ilim ve tasavvuf tam bir kaynaşma hâline gelmiş bulunuyordu Bu sebepledir ki, Selçuklu sultanları için gâzilik unvanı, nadiren kullanıldığı halde, ilk devir Osmanlı sultan ve beyleri, hep gâzi sıfatı ile anılıyordu 1447’de, merkezi Erdebil’de bulunan Şeyh Safiyyüddîn tarikatının başına geçen Cüneyd, dedelerinin ve Safiyyüddîn’in doğru yolundan ayrılarak Şiîlik propagandasına başlamış, kısa zamanda etrafına pekçok kimse toplamıştı Karakoyunlu hükümdarı Cihan Şah, bundan huzursuz olduğu için, Erdebil’den uzaklaştırmak zorunda kalmıştı Nihayet Anadolu’ya gelen Şeyh Cüneyd, dedelerinin nüfuzundan faydalanarak, Türkmen boyları arasına sığındı Buralarda yetiştirdiği sapık müritlerini, İran ve Anadolu’daki Safeviyye ve Hurufî itikatlı Bektaşî hankâh ve zâviyelerine göndermeye başladı ve tarikat fertleri arasına Râfızîlik fikirlerini sokmakta başarılı oldu 1502’de İran’da tarikatın başında bulunan Şah İsmail, çoğu Anadolu’dan gelmiş yedi bin kişilik kuvvetiyle, Nahcıvan Savaşında, dayısının oğlu Akkoyunlu Elvend Mirzâ’yı yenerek Âzerbaycan’ı aldı ve Safevî Devleti'ni kurmaya muvaffak oldu Daha sonra sırasıyla Akkoyunlu, Dulkadiroğlu ve Özbek Hanlığı'nı mağlûbiyete uğratan Şah İsmail, ayrıca Anadolu’ya gönderdiği halifeleri sayesinde, Osmanlı ülkesinde karışıklıklar çıkartmaktan geri kalmadı Nitekim Osmanlı tarihlerinde, Şeytan Kulu denilen Şah Kulu Baba Tekeli adında bir Şiî, etrafına topladığı adamlarla Antalya ve Kütahya çevresinde büyük bir isyan başlattı Üzerine gönderilen kuvvetleri bozguna uğrattı Sivas civarındaki Kızılkaya geçidinde sadrazam Ali Paşa ile giriştiği çarpışmada öldürüldü Fakat bu savaşta Ali Paşa da şehit düştü 1512’de ise, Anadolu’da yeni bir Şiî hareketi başgösterdi Osmanlı ülkesinde şehzadeler arasındaki saltanat mücadelesinden yeterince faydalanmaya bakan Şah İsmail, Nûr Ali Halife’yi Anadolu’ya gönderdi Etrafına 20000 kişi toplayan Nûr Ali Halife, Tokat’ı zaptederek Şah İsmail adına hutbe okuttu Osmanlılar için gittikçe korkunç bir hal alan ve tamamıyla Safevîlere dayanan Anadolu Kızılbaşlarının ortaya çıkardıkları bu buhran, ancak Yavuz Sultan Selim Han zamanında halledilebildi Yavuz Sultan Selim Han, 1514’te İran Şahı İsmail Safevî’yi Çaldıran’da mağlup ederek, bozuk inanışlarının yayılmasını önledi Bu bozgundan sonra Anadolu’nun çeşitli mıntıkalarına dağılan Hurûfîler, 1519’da mehdîlik iddiasıyla ortaya çıkan Bozoklu Şeyh Celâl adında bir sapığın etrafında toplanarak, Turhal’da yeni bir isyan çıkardılar Ankara üzerine doğru yürüdükleri sırada, Maraş Valisi Şahsuvaroğlu Ali Beyin ani bir baskınıyla bozguna uğradılar Bozoklu Şeyh Celâl, bozgun sırasında kaçmak istediyse de yakalanıp öldürüldükten sonra, kesik başı İstanbul’a gönderildi Yavuz Sultan Selim Hana büyük endişe veren bu hareketi bastıran Şahsuvaroğlu Ali Bey, başarısından dolayı mükâfatlandırıldı Osmanlı tarihçileri, bu hadiseden sonra, Anadolu’daki ayaklanmalara, Bozoklu Celâl adlı sapığın adına izafeten, Celâlîlik; ayaklananlara da Celâlî demişlerdir Celâlî hareketleri, bu tarihten sonra Kanunî Sultan Süleyman Hanın son senelerine kadar, bazı münferit vakalardan ibaret kaldı Ancak, 17 yüzyıldan itibaren, bilhassa devletin savaş hâlinde bulunduğu dönemlerde, bu isyanlar, dışarıdan (İran’dan) yapılan teşviklerle artarak devam etti Nitekim, 16 yüzyılın sonlarında başlayan Osmanlı-İran ve Avusturya savaşlarının uzun sürmesi, Anadolu’daki eşkıya zümresinin kuvvetlenmesine fırsat verdi Bunlar arasında en tehlikelisi, bilhassa huzursuzluğu gerçek bir ihtilâl hâlinde teşkilâtlandıran Karayazıcı Abdülhalim idi Karayazıcı’nın çevresinde, şekavetleri sebebiyle dirlikleri kesilen timar ve zeamet sahibi sipahi subaylarıyla, hükümete küskün, muhteris devlet adamları da bulunuyordu Bu durum, 16 yüzyılın sonlarından itibaren isyanların dinî olduğu kadar, siyasî, askerî, idarî ve ekonomik olarak arttığını da göstermektedir Haçova Meydan Savaşı'nın sonunda Veziriâzam Cağalazâde Sinan Paşa'nın, muharebeden kaçan kapıkulu halkıyla timarlı sipahilerin dirliklerini kesmesi, ele geçenleri öldürüp, mallarını müsadere etmeye başlaması üzerine, kurtulanlar Karayazıcı’nın emri altına girdiler Karayazıcı, emri altında bulunanları, tıpkı Osmanlı padişahlarının kapıkulu teşkilâtına benzer bir surette tertip ettirdikten sonra, Sivas’tan Urfa’ya kadar uzanan sahada, halka zulmetmeye başladı Bu arada Urfa’yı zapt ile hükümdarlığını ilan edip; “Hâlim Şah Muzaffer Bâdâ” ibaresini ihtiva eden tuğralı fermanları etrafa gönderdi Üzerine gönderilen Sinanpaşaoğlu Mehmed Paşa ile Hacı İbrahim Paşa kuvvetlerini bozdu Bu başarılarından sonra, Karayazıcı’nın etrafında 30000 kişi toplandı Vaziyetin gittikçe tehlikeli bir hal aldığını gören İstanbul hükümeti, Bağdat valisi Vezir Sokulluzade Hasan Paşayı, Karayazıcı’nın üzerine gönderdi Hasan Paşa, Elbistan civarında Karayazıcı kuvvetlerini bozguna uğrattı Aynı sene içerisinde vefat eden Karayazıcı’nın yerini, kardeşi Deli Hasan aldı Deli Hasan; biraderinin maiyetindeki sergerdelerden Kethüdâ Şahverdi, Yularkaptı, Tavil Ahmed gibi şahıslarla, Sokulluzâde Hasan Paşa’yı Tokat’ta muhasara etti Kuşatma sırasında Hasan Paşa, 20 Nisan 1620 sabahı, kale burçlarında dolaşırken, Celâlîlerden birinin attığı kurşunla vuruldu Daha sonra üzerine gönderilen kuvvetleri bozan Deli Hasan’ın cesareti daha da arttı Anadolu beylerbeyliğinin merkezi Kütahya üzerine yürüyerek şehri yaktı ve Afyon Karahisar taraflarına çekildi Avusturya ve İran harpleri dolayısıyla Anadolu vaziyetine bakamayacaklarını düşünen devlet adamları, Deli Hasan işini sulh yoluyla halletmeyi uygun buldular Nitekim Yemişçi Hasan Paşanın sadareti zamanında, Deli Hasan’a Bosna beylerbeyliği ve maiyetindeki elebaşılara sancak beyliği ve kapıkulu süvariliği verilerek, soygun ve zulümleri önlendi Deli Hasan, 12 Nisan 1603’te Gelibolu üzerinden Rumeli’ye geçerek, Macaristan serdarı Lala Mehmed Paşa'nın maiyetine katıldı Deli Hasan Paşanın, devlet hizmetini kabul ederek Rumeli tarafına geçirilmesiyle, Anadolu’daki Celâlî hareketleri sona ermedi Zira, Deli Hasan’ın devlet hizmetine girmesine muhalif olan Tavîl Ahmed ve Saçlı gibi Celâlîler, faaliyet hâlindeydiler Âsilerin üzerine, Anadolu’nun muhafazası için memur edilen Nasuh Paşa ile Anadolu beylerbeyi Gezdehân Ali Paşa gönderildi Fakat her iki Paşa da, Tavîl Ahmet tarafından, Bolvadin Köprüsünde mağlup edildi Bu sırada; Ankara, Kırşehir, Kayseri, Niğde, Aksaray, Konya, Hamid ve Kütahya sancaklarında Celâlî zulmü, bütün şiddetiyle devam ediyordu Soğuk kış günlerinde köyleri basan Celâlîler, çoluk-çocuk, kadın-kız demeden herkese görülmedik zulümler yapıyorlardı Ayrıca küçük oğlan çocuklarını kaçırarak, yüksek fiyatla tekrar ailelerine satıyor, yahut da yanlarında alıkoyarak Celâlîliğe alıştırıyorlardı Halk, merkeze gönderdiği arzlarda faaliyet hâlindeki Celâlî liderlerinin adlarını saydıktan sonra, çocuklarının ve yağmalanan mallarının alınmaması hâlinde, toptan göç edeceklerini bildiriyordu Artık Anadolu, Celâlî eşkıyalarının hareket sahası hâline gelmişti Bir âsî ortadan kaldırılsa yerine birkaç tanesi birden çıkıyordu Nitekim bu yeni çıkan Celâlî gruplarından Kalenderoğlu ile Kara Saîd, Saruhan’ı yağma ve tahrip ediyordu Kınalı, Bursa havalisinde dehşet saçıyordu Muslu Çavuş, Silifke’yi altüst etmekteydi Cemşid, Konya’dan Adana’ya giden boğazları tutmuştu Fakat bunların en tehlikelisi, Halep ve Lübnan civarındaki Canboladoğlu Ali Paşa isyanı idi Canboladoğlu’nun faaliyetleri sonucu, Lübnan ve Kuzey Sûriye’nin de Celâlî ihtilâline katıldığı aylarda, Osmanlı Devleti, Zitvatoruk Antlaşması'nı imzalayarak, yıllardır devam eden Osmanlı-Avusturya harbine son verdi Babası Sultan Üçüncü Mehmed Hanın, Celâlî isyanları yüzünden üzüntü içinde öldüğünü bilen Sultan Birinci Ahmed Han, bundan sonra Sadrazam Kuyucu Murad Paşa'yı tam yetkiyle Anadolu işlerine memur etti Murad Paşa, Anadolu’daki durumu iyice gözden geçirdikten sonra, bunlardan öncelikle, istiklâlini ilan eden Canboladoğlu üzerine yürüdü İstanbul’la bağlantısını temin için, yolu üzerindeki Kalenderoğlu’na güler yüz gösterip, Ankara sancakbeyliğini veren Murad Paşa, âsîlerin bir kısmını da affetti Konya’ya geldiği zaman, başta reisleri Saracoğlu Ahmed Bey olduğu halde, bir kısım Celâlîyi temizledi İskenderun’a yakın Oruç Ovasında Canboladoğlu kuvvetleriyle yapılan şiddetli muharebe sonunda, 26000 Celâlî kılıçtan geçirildi Maanoğlu Fahreddin ile bütün Dürzi kabileleri kaçtılar Canboladoğlu güç hal ile İstanbul’a gelip padişaha iltica etti Padişah da kendisini affederek, Tameşvar beylerbeyliğine tayin etti Bir sene kadar orada bulunan Canboladoğlu, bilahare halka zulme başlayınca, veziriâzam Murad Paşanın emriyle idam edildi Canboladoğlu kuvvetlerini dağıtan Murad Paşa, kışı Halep’te geçirdikten sonra Celâlîlerin en tehlikelilerinden olan Kalenderoğlu üzerine yürüdü Bu sırada Bursa’yı alan Kalenderoğlu, kendisini sancakbeyi ilan etmişti Murad Paşanın üzerine geldiğini öğrenince, Konya’ya doğru çekilmek istedi Fakat süratle gelen Kuyucu Murad Paşa, Celâlî kuvvetlerini Maraş’ın kuzeybatısında Göksun yakınlarında yakaladı 1608 yılında, iki taraf arasında şiddetli bir muharebe vuku buldu Murad Paşanın, kazdırdığı hendeklere gizlediği yeniçerileri, harbin en mühim anında birdenbire meydana çıkarıp hücuma geçirmesi, savaşı lehine çevirdi Bozguna uğrayan Kalenderoğlu ve kuvvetleri, kaçmaya başladılar Kaçanlar takip edilerek büyük kısmı imha edildi Kalenderoğlu, Bayburt yakınlarında biraz daha mukavemet gösterdikten sonra, tamamen bozulup İran taraflarına çekildi Kalenderoğlu’nun takibine kuvvet gönderdikten sonra, Sivas’a gelen Murad Paşa, Tavîl Ahmed’in kardeşi Meymûn’un, Kalenderoğlu’na iltihak etmek üzere 6000 eşkıya ile Tokat ve Karahisâr-ı Şarkî yoluyla Erzurum’a gittiğini haber aldı Derhal, ordudan ayırdığı seçkin 15000 askerin başına geçen Murad Paşa, ağırlıksız olarak, yanına yalnız bir haftalık erzak almak suretiyle harekete geçti Bu sırada doksan yaşında bulunan Murad Paşa, altı gün altı gece takip ederek on iki konakta alınacak yolu yedi konakta alarak, Meymûn’un kuvvetlerine yetişti Murad Paşanın bu kadar süratle kendilerine yetişeceğini tahmin edemeyen şakîler, eşyalarını hayvanlarına yükletirken, bir baskınla kısmen imha edildiler Kaçabilenlerden pek azı, Kalenderoğlu gibi, selâmeti İran’a kaçmakta buldu Murad Paşa, bundan sonra gerekli asayiş tedbirlerini aldıktan sonra, İstanbul’a döndü (18 Aralık 1608) İstanbul’a girerken ordunun önünde, mağlup Celâlî zorba-başlarının, kalın yazılarla yazılmış isimleri olan 400 bayrak gidiyordu Sultan Birinci Ahmed Han, veziriâzam Kuyucu Murad Paşanın bu muvaffakiyetlerinden son derece memnun kalarak, kendisine iki hil’at ve bir murassa sorguç ihsan eyledi 15 Haziran 1609’da veziriâzam Kuyucu Murad Paşa, İran Seferi bahanesiyle Üsküdar’a geçerek otağını kurdu Hakikatte ise bu sefer, Sultan Birinci Ahmed Hanla gizlice aralarında planladıkları üzere, Anadolu’da halâ mevcut bazı eşkıya reislerini imha etmek içindi Bunlardan, Aydın ve Saruhan taraflarında Üveys Paşa kethüdası Yusuf Paşa ile İçel’de sancak verdiği Muslu Çavuş en önemlileriydi Murad Paşa, Üsküdar’a geçtikten sonra, Muslu Çavuş ve Yusuf Paşaya çeşitli vaatlerde bulunarak, okşayıcı mektuplar gönderdi ve onları İran seferine katılmaları için orduya davet etti Bunlardan Yusuf Paşanın, orduya iltihak etmek üzere Üsküdar’a geldiğinde; Muslu Çavuş’un ise, Karaman beylerbeyi Zülfikar Paşa’nın kuvvetlerine mülâki olduğunda başları kesildi Bu suretle son iki eşkıya reisini de ortadan kaldırdıktan sonra, Sultan Birinci Ahmed Han, Murad Paşayı Anadolu’yu yeni baştan fethedip kendisine hediye eden bir serdar olarak takdir edip, büyük ihsanlarda bulundu On üç, on dört sene devam eden Celâlî eşkıyalığı dolayısıyla; Suriye, Irak ve Anadolu adeta elden çıkmış gibi bir vaziyete girmişti Asayiş kalmamış, ticaret durmuş ve iktisadî durum çok gerilemişti Nitekim tarihçi Hammer, Avusturya savaşının, devlete, Celâlî fetreti derecesinde insan ve para kaybettirmediğini yazmaktadır Ayrıca Celâlîlerin, Safevîler tarafından teşvik görmesi ve içlerine Şiî unsurların katılması, meseleyi daha da ciddîleştiriyordu Murad Paşa, yalnız Celâlîleri değil, onlarla uzak ve yakından temasları olan ve yataklık edenleri de öldürttü Tarihî kayıtlara göre, Kuyucu Murad Paşanın üç sene devam eden temizleme faaliyeti neticesinde; toplam 65000 kişi öldürülmüştür Murad Paşa; gayretli, dindar, üstün komutanlık, idarecilik, diplomatlık ve devletin çıkarlarını her şeyden üstün tutan bir şahsiyete sahipti Tecrübeli, samimî ve ileri görüşlü olduğundan, icraatlarında tavizsiz hareket ederdi Tarikat ehli olup, her hafta Kur’ân-ı kerimi hatmeder, insanlara zulmetmeyi hiç sevmezdi Ancak, devlet ve millet düşmanlarına karşı çok şiddetli davranır, hiç fırsat vermezdi Bu davranışı sayesindedir ki, Anadolu’yu temizleyerek tehlikeli vaziyetin önünü almaya muvaffak oldu Daha sonraki yıllarda, Anadolu’da buna benzer kaynaşmalar ve isyanlar oldu ise de hiçbir zaman Kuyucu Murad Paşadan önceki genişliğe ulaşmadı Genç Osman’ın yeniçeriler tarafından öldürülmesinden sonra, Erzurum valisi Abaza Mehmed Paşa, 1622’den 1628’e kadar, yeniçerilere karşı intikam hissiyle hareket edip, çok kan dökülmesine sebep oldu Ancak Sadrazam Hüsrev Paşa, tedbirli siyaseti ile kendisini isyandan vazgeçirdi 1628’de Sultan Dördüncü Murad Hanın huzurunda af dileyen Abaza Mehmed Paşa, daha sonra Bosna beylerbeyliğine tayin edildi Sultan Dördüncü Mehmed Han (1648-1687) zamanında, 1664’te sadrazamlığa getirilen Köprülü Mehmed Paşa'ya ve yeniçerilere karşı, sipahi zorbaları, Abaza Hasan Paşa'nın etrafında toplanarak isyan ettiler Bu isyancılar, padişahtan Köprülü’nün idamını istiyorlardı Âsîler üzerine serasker tayin olunan Murtaza Paşa, Afyonkarahisar civarında Abaza’nın kurduğu pusuya düşerek mağlup oldu Ancak kuvvetlerini toparlamaya muvaffak olan Murtaza Paşa, Haleb’i vermek vaadiyle Abaza’yı kendi tarafına çekti Köşkünde verdiği bir ziyafet esnasında da, başta Abaza Hasan Paşa olmak üzere, 30-40 kadar ileri gelen isyankâr elebaşısını katlettirdi İkinci Viyana Kuşatması (1683) sırasında, Anadolu’da Akkaş, Kara Mahmud, Yâdigâroğlu, Bölükbaşı ve Yeğen Osman gibi Celâlîler, Sivas ve Bolu çevresinde faaliyete geçtilerse de, zamanında ve yerinde alınan tedbirler sayesinde, başarılı olamadılar 1519’da başlayıp belirli aralıklarla yıllarca süren ve bilhassa 1596-1610 yılları arasında Anadolu’yu baştanbaşa saran Celâlî isyanlarının Osmanlı Devleti için, bellibaşlı sonuçları şunlardır: 1 Celâlîlerin faaliyet yıllarında, köylü halk, kasaba ve şehirlere kaçtığından, tarlalar ekilmez oldu Ticaretin de durması ile Anadolu’da büyük bir kıtlık baş gösterdi ve gıda maddelerinin fiyatlarında büyük artışlar görüldü 2 Şehir ve kasabaları seyrek olan Orta Anadolu, Celâlî olaylarının en fazla tahribata uğrattığı bölge oldu Bu sebeple Ankara, Amasya, Tokat, Sivas, Kayseri ve Kırşehir gibi yörelerde, geliri tamamen toprağa dayalı timarlı sipahilerin geçim durumu, çok kötüleşti Bu sebeple, Osmanlı ordusunun temelini teşkil eden ve timarlı sipahiliğe dayanan askerî teşkilât, bozulmaya yüz tuttu 3 Evvelce hazinenin zengin mukataaları bulunan; Diyarbakır, Mardin, Rakka, Birecik yöresi sancaklarında, pekçok köylerin harap ve adeta nüfussuz kalmaları yüzünden, devlet gelirlerinde önemli düşüşler oldu 4 Celâlî isyanlarının yıkıcı faaliyetleri, 1603’ten sonra şehirlere de sıçradı Nitekim bu sıralarda Ankara’dan başlayarak, Afyon, Kütahya, Isparta, Kastamonu, Amasya, Tokat, Malatya, Harput, Maraş, Karahisâr-ı Şarkî ve daha pekçok şehir ve kasaba, büyük felaketler yaşadı Bunların pek çoğunda evler, hanlar, dükkânlar, hattâ cami ve medreseler, Celâlîlerin çıkardıkları yangınlarda harap oldu 5 1606’da veziriâzamlığa getirilen değerli vezir Kuyucu Murad Paşa, İran üzerine yürüyeceği halde Celâlî isyanlarının bir kangren halini alması yüzünden, dört yıl boyunca bunlarla uğraştı Bunu fırsat bilen İran Şahı Birinci Abbas, bir taraftan Celâlîlere destek sağlarken, diğer yandan Osmanlı hakimiyeti altındaki Şirvan, Şemahi ve Gence kalelerini ele geçirdi Bilâhare Kuyucu Murad Paşa, 1610 yılında çıktığı İran Seferinde, bu kaleleri geri aldı Cuma Selamlığı Osmanlı sultanlarının Cuma namazına gidişleri ve dönüşleri sırasında yapılan merasim İslâm devletlerinde Cuma namazının ictimaî ehemmiyeti pek büyüktü Osmanlı padişahları, kendilerinden önceki İslâm hükümdarları gibi, at üstünde ve bir merasimle büyük camilerden birine giderek Cuma namazlarını kılarlardı Bilhassa halifeliğin Osmanlılar'a geçmesiyle Yavuz Sultan Selim Han'dan itibaren Osmanlı sultanları aynı zamanda İslâm halifesi de oldukları için, bu hususa daha çok ehemmiyet vermişlerdir Cuma namazının kılındığı ve hutbenin verildiği camilerin bütün Müslümanlara açık olması, hükümdarın halkla temasının sağlanarak derdini ve dileğini ona açıklamasını sağlıyordu Padişahlar, Sultan İkinci Abdülhamid Han'a kadar, camilere, ata binerek giderlerdi Rahatsızlığından dolayı, Sultan Abdülhamid Hanın saltanat arabasıyla Cumaya gitmesinden sonra, atla gidilmez oldu Cuma selâmlığı merasiminde, askerî, mülkî ve ilmiye sınıfından pekçok kimse bulunur, her sınıf askerden meydana gelen birlikler, namazdan sonra padişahın önünde resmi geçitte bulunurlardı Askerini seven, yüzyıllar boyu serhat boylarından zafer haberleri bekleyen ve atalarını yâd eden halk da, bu merasimleri büyük ilgi ile takip ederdi O gün sokaklar bayram günleri gibi dolup taşardı Selamlıklara bütün şehzadeler, bazı yâverler, tüfekçiler ve hünkâr çavuşları katılırdı Selamlığın hangi camide yapılacağı bilinmediği için, halk, Sultan Abdülhamid Han zamanında, Yıldız Sarayı’nda toplanır, orada iradeyi bekler, padişah çıkınca onunla birlikte hareket ederdi Bu esnada alkışçı tabir olunanlar şöyle söylerlerdi: “Uğurun hayır ola, yaşın uzun ola, yolun açık ola Saltanatına mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var” Son devirde otuz üç sene padişahlık yapan Sultan Abdülhamid Hanın selamlıkları hiç aksatmadığını, camide dert ve sıkıntısı olanların arzuhallerini alıp, gerekeni yaptırdığını tarihî kaynaklar belirtmektedir Sultan Abdülhamid Han, namaz kılıp kılmamak hakkında kimseye mecburiyet koymadığı gibi, baskıda da bulunmazdı Yalnız veliahtların namaz kılmalarını ister, kılmayanları da ikaz ederdi Selâmlık resmini seyir için gelen halk, uzaklarda dururdu Padişahı çok uzaktan da olsa görmeyi arzu eden halk, büyük bir kalabalık teşkil ederdi Ecnebilere ise; bunlardan sefirler için Mâbeyn dairesinin önünde, set üzerinde kapalı bir yer tahsis olunurdu Sefirlere burada sigara, kahve vs ikram edilirdi Padişahlar, selamlık merasimi için her hafta bir büyük camiye giderlerdi Böylece halkın, değişik camilerde sultanı görüp, dert ve şikâyetlerini anlatabilmeleri mümkün olurdu Cuma selamlığından sonra Balmumcu çiftliğine, Ihlamur ve Zincirlikuyu köşklerine, arasıra saltanat kayığı ile Beylerbeyi’ne geziler yapılırdı Cülus (Cülüs) Osmanlılarda, tahta çıkacak şehzadenin padişahlığının ilan edilmesi dolayısıyla yapılan merasim Bu merasim, Osmanlı Devleti töreleri arasında önemli bir yer tutmaktadır Çünkü cülûs-ı hümâyûn, İslâm kültüründen alınan bir takım usul ve teşrifat yanında Oğuz töresinin izlerini göstermekte olduğundan, millî bir karakter taşımaktaydı Osmanlılarda, saltanat sürmekte olan padişahın ölümü veya saltanattan hal’i üzerine yerine geçen padişahların cülûsları, merasimle yapılır ve hiç vakit geçirilmeden yeni padişaha hemen o gün biat olunurdu Eğer padişah gece vefat etmiş ise, merasim sabah erkenden yapılırdı Yeni padişahın cülûsu, gün ve saati, teşrifatçı tarafından merasime iştirak edecek olanlara derhal bildirilirdi Padişahın tahtı Bâbüssaâde denilen Akağalar Kapısı önünde kurulurdu Bundan sonra, Dârüssaâde Ağası, Silahtar Ağa ile birlikte yeni padişaha giderek onu babasından, amcasından veya ağabeyinden boşalan tahta davet ederdi Bundan sonra yeni padişah, Hasoda önündeki demir kapıdan çıkarak taht odasına geçer, burada Hırka-i Saâdet yanında iki rekat namaz kılarak, şükrederdi Daha sonra cülûs törenine gitmek üzere, saltanat alâmeti olan yûsûfî destâr ve samur erkân kürkü giyen padişah, dışarı çıkarak Bâbüssaâde önünde kurulu tahta oturur ve merasim başlardı Kanun gereği sırasıyla; Nakibü’l-Eşraf, Kırım Hanzâdesi, Saray Ağaları ve Rikab Ağaları ile Kapıcıbaşı Ağalarının tebriklerinden sonra, Şeyhülislâm Efendi kısa bir dua yapar ve biat ederdi Biat merasimi, Mataracıbaşının biat edişine kadar devam ederdi Biat merasiminden sonra, yeni hükümdar, huzurda bulunanları selamlayarak Hasoda'ya geçerdi Burada biraz dinlendikten sonra, vefat eden padişahın cenaze namazına katılırdı Cülûs töreni, kılıç alayı ve türbe ziyaretleriyle tamamlanırdı Önce bütün hükümdar türbelerini içine alan ziyaret, sonraları sadece Fatih Sultan Mehmed Hanın türbesine yapılır oldu Yeni padişahın cülûsu haberi, derhal İstanbul’da tellallar vasıtasıyla ve toplar atılarak ilan olunurdu Ayrıca bütün Osmanlı ülkesine fermanlar gönderilerek tamim edilir ve şenlikler yapılırdı Cülûs töreninden sonra, hükümdar cülûs bahşişi dağıtırdı Cülûs bahşişi: Cülûs bahşişi verme usulü, Osmanlılardan evvelki İslâm devletlerinde de vardı Osmanlılardaki cülûs bahşişleri iki türlüydü Birisi, belli ve kanunda belirtildiği gibi, bir defaya mahsus olarak verilir, diğeri ise, askerlerin ulûfelerine zam suretiyle icra edilirdi Tahta çıkan her padişahın; “Kullarımın bahşiş ve terakkîleri makbulümdür, verilsin” suretinde lisanen tasdik etmesi ve bu tasdiki askerin işitmesi, usuldendi Bu bahşişten yalnız asker değil, büyük-küçük bütün memurlar istifade eder, sadrazam ve şeyhülislâma otuzar bin akçe verilirdi Osmanlı tarihinde ilk defa cülûs bahşişi, 1389 tarihinde Kosova sahrasında padişah seçilen Yıldırım Bayezid Han tarafından kapıkullarına verilmiş ve bu usul, Sultan Birinci Abdülhamid’in cülûsuna kadar devam etmiştir Cülûs bahşişi verilmesi, Fatih tarafından kanun hâline getirilmiş, Yavuz Sultan Selim Han da cülûs bahşişinde ödenecek paraları tespit etmiştir İlk zamanlarda padişahların bir ihsanı şeklinde olan cülûs bahşişi, sonraları padişahların bir lütfu olmaktan çıkmış ve bu bahşiş uğrunda bir hayli ihtilâller olmuştur Cülûs bahşişi dîvânı: Cülûs bahşişi verilmek üzere toplanan dîvân Cülûs bahşişi kanununda, bu paranın dağıtılması emrinin padişah tarafından sözle bildirilmesi şart olduğundan, bu iş için dîvân normal bir toplantı yapar ve bahşiş parasının hazırlanmış olduğunu bildiren bir telhis yazılır, Kapıcılar Kethüdâsı ile Bâbüssaâde Ağası eliyle padişaha sunulurdu Padişah, bir taraftan bahşişin dağıtılması için yazılı izin verirken, sözle de; “Kullarımın bahşiş ve terakkîleri makbûlümdür, verilsin” diyerek dîvâna haber gönderirdi Hazırlanan bahşiş keseleri, ulûfe dağıtımındaki esaslara göre ilgililere verilirdi Bahşiş dağıtımı bitince, vezirler arza girerlerdi Bu merasime Defterdar katılmazdı Cülûs çıkması: Padişahların cülûsları münasebetiyle yapılan çıkmalar hakkında bir tabir Buna büyük çıkma, umum çıkması da denilirdi Çıkma, mezuniyet demek olup, acemilerin yeniçeri ocağına kayıt ve kabulleri, saray hizmetlerinde bulunanların taşra hizmetlerine veya saraydaki odalardan birinden diğerine memur edilmeleridir Cülûs tebliği: Yeni padişahın Osmanlı tahtına geçtiğini, münasebette bulunulan devletlerin hükümdarlarına gönderilen elçilerle bildirmektir Bundan başka İstanbul’da devamlı bulunan elçilere de tercümanlar aracılığıyla birer nâme gönderilirdi Bu tebliğ üzerine yeni padişahı tebrik etmek üzere İstanbul’a gelen elçiler, padişah tarafından özel bir törenle kabul edilirdi Yeni padişahın tahta geçtiği, Osmanlı tebaasına fermanla duyurulur ve hutbenin yeni hükümdar adına okunması bildirildiği gibi, devlet içindeki il darphanelerine gönderilen başka bir hükm-i şerîf ile de, paranın yeni hükümdar adına basılması bildirilirdi Bundan başka Kırım Hanına da özel bir Kapıcıbaşı gönderilmek suretiyle yeni padişahın cülûs ettiği haber verilirdi Cülûsiyye: Padişahların saltanat tahtına çıkmaları münasebetiyle söylenmiş manzume veyahut yazılmış makaleler Önceleri kaside tarzında kaleme alınan cülûsiyyeler, İkinci Abdülhamid Han devrinde mensur olarak yazılmaya başlanmıştır Cülûsiyyelerde, yeni hükümdarın tahta çıkmasıyla memleketin daha çok huzura kavuştuğu ve halkın neşesi anlatılır Sultan Osman için Nef’î’nin yazdığı cülûsiyyeden bir beyt şöyledir: Şehinşâh-ı adâlet-pîşe Osmân Hân-ı Sânî kim Vücûduyla hayât-ı tâze buldu mülk-i Osmânî Çektiri Osmanlı deniz kuvvetlerinde kürekle hareket eden gemilere umumî olarak verilen isim Bu gemiler, kürek sayısına göre özel isim alırlardı Küçükten başlamak üzere şu isimler verilirdi: Karamürsel, üstüaçık, şayka, kırlangıç, firkate, kalite, pergende, mavna, kadırga, baştarda ve baştarde-i hümâyûn Çektiriler, ince donanma ve büyük donanma gemileri olarak iki kısımdı Birinci çeşit küçük gemilerden müteşekkil iç deniz ve nehirlerde hizmet gören gemilere İnce Donanma denilirdi Bunlar savaş teknesi olarak değil, araştırma, taşıma ve haberleşme işlerinde vazife görürlerdi İnce donanmanın dışında bulunan büyük boy gemiler de donanma-ı hümâyûnu meydana getirirdi Bu çektirilerde, reis, vardiyan, kürekçi, cenkçi, topçu gibi muharip sınıfın yanında, marangoz, kalafatçı, demirci, halatçı gibi ustalar vardı Bunların en küçüğü olan karamürsellerde 20, en büyüğü olan baştardalarda 800 savaşçı levent bulunurdu Çektiriler, aşı rengi boya ile, baştardalar ise özellikle yeşile boyanmaktaydılar Baştardalar, amiral gemisi olarak görev yapar, baştarde-i hümâyûn ise deniz seferine serdar tayin edilenin gemisi olurdu On yedinci asırda Osmanlı donanması, 40 kadırga, 6 mavna, 20 bey gemisinden müteşekkildi ve bu gemilerde 10500 kürekçi, 5300 cenkçi ve 600 yardımcı sınıftan olmak üzere 16400 asker vardı Çelebi Türklerde muhtelif sanat ve meslek sahiplerine sembol olmuş bir tabir Lehçe-i Osmâniye’de; okuma bilen, okumuş, nâzik manâları verilmektedir Asil, nâzik, soylu, zarîf, terbiyeli, koca tabiri olarak da kullanılmıştır Daha önceleri şehzadelere unvan olarak verilirdi Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin evlat ve ahfadına da bu unvan verilmişti Osmanlılar'da padişahların erkek çocuklarına evvelce “bey”, sonra “çelebi” unvanı verilmiş, daha sonra erkek kız ayrılmadan “sultan” tabiri, müştereken kullanılmıştır Çelebi, Türkçe'de kibar, centilmen manâsını ifade ediyordu Tatarlarda ise, kadınlar kocalarının erkek kardeşlerine, kardeşlerinin erkek çocuklarına hürmet ve tazim ifadesi olarak çelebi derlerdi Osmanlı yazı lisanında, 17 asra kadar, hanedan mensuplarının, yüksek dinî erkânın, meşhur müelliflerin lakap ve unvanı olarak kullanılmıştır On sekizinci asır başına doğru çelebi kelimesi yerine efendi tabiri kullanılmaya başlanmıştır Çevgan (Çevgân) Eski bir Türk oyunu Milattan önceki Orta Asya Türklerinde, İranlılarda, Araplarda Yunanlılarda, Bizanslılarda ve Uzak Doğu’da değişik türleri görülür Türkler tarafından Hindistan’a götürüldü İngilizler bu oyunu, Hindistan’da görerek öğrendiler ve golf adını verdiler Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde bildirdiğine göre, Osmanlı Türklerinde de oynanırdı Osmanlılar, Çevgân oyununu oynamak için, bir meydanın iki tarafına kale yerine mermerden iki sütun dikerlerdi At üstündeki oyuncular iki gruba ayrılır, her grup kendi sütunu arkasında yer alırdı Meydanın ortasına, ağaçtan, adam başı büyüklüğünde bir top konurdu Oyun esnâsında Mehterhâne takımı davullarıyla çalmaya başlar, bunun arkasından her taraftan birer atlı çıkıp topu, çevgân adını verdikleri ucu eğri sopalarla sürükleyerek kendi kalesine doğru götürmeye çalışır, bu sırada diğer süvariler de ikişer ikişer karşılıklı olarak kendi arkadaşlarının yardımına koşarlar ve topu kendi taraflarına çevirmeye çalışırlardı Hangi taraf topu kendi kalesine daha çok atarsa o taraf kazanırdı Terbiye edilmiş atlarla oynanan oyun, oldukça tehlikeli olup, topun at veya süvariye çarpması, kol ve ayakların kırılmasına sebep olurdu Ancak beden hareketleri yönüyle savaş kabiliyetini arttırması bakımından oynanır, sürek avları gibi bir nevi savaş hazırlığı sayılırdı Mehterhâne takımlarında kullanılan çatal başlıklı ve etrafı zincir ve çıngıraklarla donatılmış saplı âletlere de çevgân adı verilirdi Ordu yürüyüş hâlindeyken, mehterin en önünde taşınır, sapı yere vurularak çalınır, yürüyüşün temposu buna göre ayarlanırdı Çırağan Vakası Sultan İkinci Abdülhamid Hanı tahttan indirip, Sultan Beşinci Murad’ı tekrar tahta geçirmek için yapılan baskın Sultan Abdülaziz Han zamanında Yeni Osmanlılar cemiyetine giren Ali Suâvî, uzun bir müddet yurt dışında kaldı Sonra memlekete dönüp, Galatasaray Lisesi Müdürlüğüne tayin edildi Mizaç olarak, meşhur olmaktan ve büyük mevkilere gelmekten çok hoşlanırdı Her renge girerek çeşitli vazifeler almayı denemiş, fakat başarısızlığı sebebiyle her seferinde vazifesinden atılmıştı Kendisi gibi, Sultan Abdülhamid Han zamanında yükselmekten ümidini kesenler, onun etrafında toplandılar Düşünceleri; hastalığı sebebiyle tahttan indirilen Sultan Murad’ı tekrar tahta geçirmekti Filibeli muhacirlerden etrafına topladığı epeyce bir kalabalıkla, 19 Mayıs 1878’de, Çırağan Sarayına girmeyi başardı Sultan Murad, bu sarayda olduğu için onu dışarıya çıkarmaya çalıştı Bu sırada Beşiktaş’ın inzibat işleriyle görevli komutanı Mirliva Hasan Paşa, topladığı askerlerle derhal isyancıların üzerine yürüdü Hasan Paşa, elindeki bastonu Ali Suâvî’nin başına vurarak onu öldürdü İki taraf da silah kullanınca kan döküldü Silah sesleri, Yıldız Sarayından duyulunca Sultan Abdülhamid Han, Çırağan Sarayına asker sevk etti ve Sultan Murad’ın kılına dokunulmamasını emretti Ali Suâvî’nin adamlarından yirmi bir kişi ölüp, on yedi kişi yaralandı Olay iki saat içerisinde bastırıldı Ali Suâvî’nin yalısında bulunan defter ve vesikalar, İngiliz olan hanımı tarafından yakıldığından, cemiyetine, hükümet adamlarından kimlerin üye olduğu anlaşılamadı Ancak, saldırı sırasında sağ ele geçenler, dîvân-ı harbe verilerek muhtelif cezalara çarptırıldılar Basit gibi görünen bu küçük ihtilâl teşebbüsü, haklı olarak Sultan Abdülhamid’i sıkı emniyet tedbirleri almaya sevk etti Düşman orduları, sarayından birkaç kilometre mesafede karargâh kurmuş, mümkün olabildiği derecede ülkesini ve menfaatlerini koruyabilmek ve Ayastefanos Antlaşması'nı bozabilmek için diplomatik yolla bütün bir Avrupa’yla mücadele eden Sultan’ı, bir gazetecinin, tahtından indirip yerine rahatsız olan ağabeyini getirmek istemesi, Abdülhamid Hanı fevkalâde şaşırttı Sultan, alelâde bir gazetecinin, böylesine bir işe cüret etmesine inanamamıştı Ali Süâvî’nin başarısızlıkla sona eren bu isyanından kısa bir süre sonra, ikinci bir Çırağan hadisesi daha meydana geldi Kleanti Skalyeri-Aziz Bey komitesi tarafından, 1878 Temmuzunda Sultan Murad, ikinci defa Çırağan Sarayından kaçırılmak istendi Bu komite, Sultan Beşinci Murad’ın hal’inden kısa bir süre sonra kurulmuştu Komitenin birinci reisi olan Kleanti Skalyeri, İstanbul’da Prodos mason locasının üstâd-ı âzamı idi Üyelerinin büyük bir kısmı, Sultan Murad taraftarlarından olup, diğerleri de memur sınıfından idi İçlerinde yüksek devlet adamı yoktu Kleanti, veliahtlığı zamanından beri Beşinci Murad’ın dostu idi ve saltanatını temin için bütün gayretiyle çalışıyordu Komitenin ikinci üyesi Sultan Murad’ın annesinin cariyelerinden Nakşibend Kalfa idi Masonların itimadını kazanan İbrahim Edhem Paşa'nın sadrazamlıktan azl edilmesinden sonra, bu komite kurulmuştu Nakşibend Kalfa, devlet ileri gelenlerinden bazılarını komiteye katmak için çalıştı, fakat başarılı olamadı Kleanti, Sultan Murad’la Çırağan Sarayında görüştü Beşinci Murad’ın, durumundan şikâyet ederek, milletin kendisini bulunduğu durumdan kurtaracağı günü beklediğini söylemesi üzerine, komite harekete geçti İstanbul’un çeşitli semtlerinde, duvarlara Sultan Murad lehine beyannameler yapıştırıldı Bir ara bu komite, Sultan İkinci Abdülhamid’i öldürmek için harekete geçti, fakat gerçekleştiremedi Şubat 1878’de hazırlanan plana göre, su yollarından Çırağan Sarayına girilerek Sultan Murad, önce komite üyelerinden Aziz Beyin evine getirilecek, oradan da halk ile biat merasiminin yapıldığı yerlerden birine gidilerek, ilgili ulema ve devlet erkânı da davet edilerek, Sultan Murad tahta geçirilecekti Komite, bu planını gerçekleştirmek için müsait bir zaman beklerken, Birinci Çırağan Vakası meydana geldi Başarısızlıkla neticelenen bu vaka, komiteyi yıldıracağı yerde daha da gayrete getirdi Sultan Murad’ı kaçırmak çarelerini araştırmak için Aziz Beyin evinde çalışmaları hızlandırdılar Bu sırada, Hacı Hüsnü Bey adında bir âzâ, komiteyi ifşa etti Komite üyeleri, kaçırma hadisesini hazırladıkları bir toplantı esnasında iken Aziz Beyin evi zaptiyeler tarafından basıldı Kleanti, Nakşibend Kalfa ve Ali Şefkati yurt dışına kaçtılar Kleanti, kaçarken bütün önemli evrakı beraberinde götürdü Diğer üyeler yakalanarak, serasker kapısında müteşekkil dîvân-ı harbe verildiler Dîvân-ı harbin verdiği karara göre Kleanti, Aziz Bey, Nakşibend Kalfa ve tabib Âgâh Efendi idama mahkûm edildiler Fakat Padişah tarafından af olunarak, cezaları on beş sene kalebentliğe çevrildi Diğer âzâlar, komite ile irtibatları ve faaliyetlerine göre, sürgün ve hapis cezalarına çarptırıldılar Birinci ve İkinci Çırağan vakalarında ortak noktalar mevcuttu İki olay da Sultan Murad’ı tahta geçirmek için düzenlenmiş, ikisi de ulema, ordu ve devlet erkânının iştiraki olmadan tertip edilmiştir Ali Süâvî olayında rol sahibi olan üç kişi, aynı zamanda Kleanti komitesinin üyesidir Ayrıca, Ali Süâvî ve Kleanti masondurlar Ayrı ayrı görünen bu iki Çırağan hadisesinin, yurt dışında önemli bir teşkilatın emri veya muvafakati ile yapıldığı tahmin edilmektedir Türklerde Çini ve Çinicilik Çinicilik pek eski olup, tarih bakımından ta Asurlular zamanına varan bir doğu sanatıdır Orta Asya’da Turfan, Aşkar ve Koça bölgelerinde yapılan araştırmalarda, nefis Türk çini ve resimlerinin ele geçirilmiş olması, Türlerin çok eski devirlerde, 8 yüzyıldan önce, bu sanat dalında da ne kadar ileri gitmiş olduklarını göstermektedir Orta Asya’dan itibaren asırlar boyu âbideleşen Müslüman-Türk sanat eserlerinin tezyinatında, güzel sanatların çeşitli dallarından faydalanılmış, bu arada çini ve çinicilik sanatının şaheser örnekleri sergilenmiştir Türklerde çinicilik: İlk olarak Türkler, Orta Asya’da çini imal etmişlerdir Orta Asya’daki Kâşân şehrinden dolayı çiniye “Kâşî” denildiği bilinmektedir Kâşân şehrinde yapılan kazılarda bulunan fırın artıkları ve parça çiniler gösteriyor ki, çini, Türkler tarafından bir sanat olarak değerlendirilmiş ve birbirinden güzel eserler verilmiştir Orta Asya’daki Hunlar, Karahanlılar, Uygurlar, Gazneliler, çini ve seramik sanatını kitabelerde ve binalarda yapı malzemesi olarak kullanmışlardır Aralarında ihtilaflar olmasına rağmen Türkler, genellikle aynı sanat anlayışı ve üslup içinde olmuşlardır Mengücükler, Selçuklular, Eretnaoğulları, Germiyanoğulları, Karamanoğulları ile Ramazanoğulları'na ait eserlerde teknik ve desen bakımından birçok benzerlikler, bunu açıkça meydana koymuştur Türk Boyları, yapmış oldukları eserlerde, cephe kaplaması olarak, sırlı tuğlayı kullanmışlardır İslâmiyet öncesi Türk toplulukları içinde, seramik sanatı, Göktürkler'le beraber Kırgız Türklerinde de görülmektedir Kırgız seramikleri madenî kapkacağın taklididir Bu seramikler üzerindeki çalışmalar, MS 1209’da Kırgızlar ile birlikte Moğollarda da son bulur Türk kavimleri içinde Karluklar özel bir yer tutar Tek renkli Karluk çini ve seramiklerinde insan ve hayvan figürlerine geniş yer verildiği, dokuz ve onuncu yüzyılda görülmüştür Daha sonra Sâmânoğullarının elinde İslâmî dekorlar işlenmiştir Anadolu; Sâmânoğulları, Abbâsîler, Karahanlılar, Gazneliler, Fatımîler ve özellikle Selçuklular devirlerinde, çini ve seramik sanatının en çok yapıldığı yer olmuştur Orta Asya’dan gelen Selçuklular, 1037 tarihinde Suriye’yi almakla yeni bir stil geliştirmişlerdir Selçuklular, imalatta birkaç değişiklik yaparak, çini mozaik imal etmişlerdir Bunun yanında ayrıca kitabeler ve pano bordürleri, üçgen, dörtgen ve kabartma çinilerle mezar kitabeleri yazmışlardır Bu imalatta siyah, beyaz, turkuvaz, koyu mavi renklerde yaldız çok kullanılmıştır Çini merkezleri olarak, Konya, Sivas, Tokat en önemlileridir Osmanlılar döneminde buralar merkez olmaktan çıkıp, yerini İznik ve Kütahya’ya bırakmıştır İlk gelişmiş Türk çinisi örnekleri, 13 yüzyılda Kılıçarslan’ın Konya’daki sarayında görülmektedir Selçuklu mozaik çini tekniği ile renkli sır tekniğinin birleşmesi, Osmanlı çinilerine bir başlangıç olmuştur Bu durum, Osmanlılar devrinde renk ve desenlerin artışıyla devam etti İznik, Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında çiniciliğin merkezi olmuştur Osmanlı çini sanatının şahane üslubu, Bursa’da Yeşil Cami ve türbe ile başlar (1421-24) Yine Osmanlı çini sanatının getirdiği ilk büyük yenilik, çok renkli sır tekniği olmuştur Diğer bir yenilik ise sır altı tekniği ile yapılan mavi-beyaz çinilerdir On dört ve on beşinci yüzyılda yapılan en büyük kısmı mavi ve beyaz renkte olan Kütahya çinileri ile ilk “Haliç çinisi” mamullerine, Bursa’da Sultan Mustafa Türbesi, Yeşil Türbe ve Cem Sultan Türbesi ile Edirne’de İkinci Murad Camiinde rastlanır On altıncı yüzyılda ise sırlı ve renkli duvar çinilerine rastlanmaktadır İstanbul’da renkli sır tekniğinde yapılan çinilerin ilk örnekleri, 1522-1523 yılları arasında inşa edilen Yavuz Sultan Selim Camii ve Türbesindedir Bu çeşit çinilerin son şaheserleri, İstanbul Şehzadebaşı’ndaki Şehzade Mehmed Türbesini (1548) süslemektedir Ayrıca Hadice Sultan Türbesi ve Haseki Hürrem Sultan Medresesinin duvar çinileri bunlardandır 1550’li yıllardan sonra renkli çini tekniği terkedilmiş ve çini sanatında sıraltı tekniği hakim olmuştur İkinci ve en büyük üsluptaki çiniler, ilk olarak Süleymaniye Camiinin (1557) kıble duvarını süslemekte kullanılmıştır Yine bu dönemde yapılan Rüstem Paşa Camiinin (1561) çinilerinde 41 çeşit lüle motifi vardır Ayrıca çinicilik sanatında bir çığır açan üstün kaliteli bu çiniler, bugün İstanbul’da Kanunî Sultan Süleyman Türbesi (1566), Sokullu Mehmed Paşa Camii (1572), Piyale Paşa Camii (1574) ile Topkapı Sarayı’ndaki Üçüncü Murad Han Dairesinin duvarlarını süslemektedir On altıncı yüzyıl, Osmanlı çinicilik sanatının en yüksek seviyeye eriştiği devredir İznik atölyelerinin büyük bir teknik başarısı olan kabarık parlak mercan kırmızısının çinilerde kullanılması, bu zamanda gerçekleşti Firûze, mavi, koyu bir tatlı yeşil, kırmızı, açık lâcivert, beyaz ve bazen görülen siyah olarak yedi rengin, bu çinilerde sır altına tatbiki, dünya çini sanatında benzeri görülmemiş bir teknik gelişmedir Bu devir çinilerinde kullanılan motiflerde, karanfil, sümbül, lâle, şakâyık, nar çiçeği, bahar yani çiçek, açmış erik ve kiraz dalları ile, artık tamamıyla tabiî örnekler hakimdir Hançer gibi kıvrılan iri yeşil yapraklar, çiçeklerin arasını doldurmaktadır 1600 tarihinde yapılan Sultan Üçüncü Murad türbesiyle bu büyük üslubun devri de kapanır İstanbul’da Tekfur Sarayında 1725’ten sonra bir çini atölyesi kurulmuş ve Sultan Ahmed Çeşmesi ile Hekimoğlu Ali Paşa Camii bu çinilerle süslenmiştir Fakat bu atölyenin de ömrü uzun olmamıştır Sadece Kütahya atölyeleri günümüze kadar varlığını devam ettirebilmiştir İslâm seramiklerinin önemli bir merkezi, 833-884 tarihlerinde kurulan Samarra şehridir Perdah tekniği ile yapılan ilk seramikler, Samarra’da ortaya çıkmıştır Plaka çini yapımı ilk defa burada gerçekleştirilmiştir İslâm seramik sanatının çok çeşitli kalite ve formda zengin örneklerini Selçuklularda firûze, yeşil, kobalt mavisi, kahverengi, renkli ve şeffaf sırlı örnekler, çok bol bir şekilde görülmektedir Anadolu seramikleri arasında İslâm seramik sanatının geleneksel kırmızı hamurlu gevşek hamur yapısında vazo, sürahi, kâse ve büyük küpler yapıldığı görülür Ne yazık ki, bu çok değerli güzel sanat dalı, 17 yüzyıl başından itibaren, gerilemeye, sonra da sönmeye yüz tutmuş ve çini yapımevleri, peş peşe kapanmıştır Muhteşem devirler yaşayan Türk çinicilik sanatı, eski gücünden çok şey kaybetmiş olmasına rağmen, bugün de hayatiyetini sürdürme gayreti içerisindedir Çorbacı Kapıkulu ocaklarına eleman yetiştiren 31 bölüklü acemi ocağı ile Osmanlı ordusunun piyade (yaya) askerini teşkil eden bölük zâbitlerinin unvanı Cemaat denilen yeniçeri ortası çorbacılarına “yayabaşı” veya “serpiyâdegân” denildiği gibi, bölük denilen ağa bölükleri çorbacılarına “bölükbaşı” ismi de verilirdi Çorbacılar bazen “subaşı” unvanını da alırlardı Çorbacıların kıdemlisine, yeniçeri ortalarında “yayabaşı”, bölüklerde de “başbölükbaşı” denilirdi Çorbacılar, kırmızı çuhadan kollu cübbe, ince gömlek, kırmızı şalvar, ayaklarına sarı mest pabuç ve başlarına börk giyerlerdi Yaya bölük komutanı olmalarına rağmen atları vardı Çorbacılar, bölüklerin bütün işlerinden sorumlu olduğu gibi, büyük suçlar hariç, maiyetindekilere ceza verebilirdi Yeniçerilerin, İkinci Mahmud Han zamanında kaldırılmasından sonra, “çorbacı” yerine “ortaağası” tabiri kullanılmıştır Çuhadar Osmanlı Devleti'nde sarayın büyük memurlarından ve padişahların hizmetlerinde bulunanlardan birine verilen ad Çuhadan yapılmış bir elbise giydikleri için bu adla anılmışlardır Bulundukları mevkilere göre yetkileri değişmekteydi Sultan Çelebi Mehmed zamanında kurulan çuhadarlık, saraydaki mühim memuriyetlerdendi Çuhadar ağa unvanına sahip olan kimse, padişahın hizmetinde bulunup, ona en yakın dört ağadan biri olurdu Hasodabaşı ve silahtar ağadan sonra üçüncü derecede önem taşırdı Çuhadar ağa olan, ata binerek hünkârın gerisinde gider ve padişahın yağmurluğunu taşırdı Hükümdarın kaftan ve kürklerine bakmak da bunun vazifesiydi Ayrıca padişahın bayramda camiye gidişlerinde ve merasimlerde halka para saçardı Çuhadar ağanın maiyetinde, hizmetlisi olarak iki lalası, aşağı koğuşlardan birer kullukçu ve birer zülüflü baltacılarıyla ikişer sofalı, birer heybeci ve ikişer yedekçileri bulunurdu Çuhadar terfî ederse, silahtar olurdu Şayet saraydan dışarı hükümet hizmetlerinden birine çıkarılacak olursa, kendisine beylerbeylik veya vezirlik verilirdi |
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik) |
06-27-2012 | #4 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik)D Dalkılıç (Serdengeçti) Devşirme Donanma (Şenlik) Dönmeler Duhuliye Resmi Dalkılıç (Serdengeçti) Osmanlı Devleti'nde muhasara edilen kaleye girmek veya düşman ordusu içine dalmak için fedaî yazılan asker Bunlara “serdengeçti” de denirdi Bunlar toplu halde düşman ordusunun sağ, sol veya arkasından hücum ederlerdi Ölümü hiç düşünmeyen bu yiğitlerin hücumları, pek dehşetli olur ve ekseriya daldıkları ordunun moralini bozar, içlerine korku salarlardı Napolyon, birkaç yüz dalkılıç meydana çıktığında bunların önünde durmanın güç, mağlup olmamanın ise imkânsız olduğunu beyan eder Kuşatması uzayan kalelere, serdengeçtiler, gece merdiven kurarak yalın kılıç içeri girerler Bütün kale efradına karşı gözlerini kırpmadan kılıç sallarlardı Bunlar için şehitlik, adeta mukadderdi Az da olsa sağ kalanlar olurdu Bunlar gerek kumandanları, gerekse arkadaşları tarafından çok iltifat görürlerdi Din ve devlet için başlarını vermekten çekinmeyen bu yiğitlerin sağ kalanlarına mükâfatlar verilir, “serdengeçti ağası” tabiriyle hürmet gösterilirdi Yeniçerilerin bozulmasıyla serdengeçtiler de eski ehemmiyetini kaybettiler, ocak kaldırılınca, “dalkılıç” “serdengeçti” de kendiliğinden kalkmış oldu Özlüyorum Malazgirt, Niğbolu ve Kosova’yı Şimşek nallı rüzgâr atlar üstünde, Dalkılıçlar biçerken ovayı Yaşasaydım aaah öyle bir günde! Devşirme Saray hizmetleriyle, Bostancı Ocağı ve Yeniçeri Ocağında istihdam edilmek üzere Osmanlı Devleti'nin Hıristiyan halkından topladığı çocuklara verilen isim Orhan Gâzi devrinde, yalnız Türklerden teşkil edilen Osmanlı ordusunun kâfi gelmemesiyle, harpte ele geçirilen güçlü ve kuvvetli esirlerden faydalanma yoluna gidilmiştir Böylelikle “Pençik Oğlanı” denilen ve her beş esirden birinin alınması yoluyla bir ordu teşkil edilmiştir Sultan Birinci Murad zamanında, Pençik Oğlanı teşkilâtı bir kanuna bağlanarak, Gelibolu Acemi Ocağı kuruldu Böylece, Kapıkulu Ocağının temelleri atılmış oldu Acemi Ocağı teşkilâtı daha sonraları ihtiyaç nispetinde genişletildi ve yeni kanunlarla, daha mükemmel bir hâle kondu Fütuhâtın ilerlemesi üzerine, bir taraftan askere olan ihtiyaç, diğer taraftan siyasî hadiseler neticesinde ordu mevcudunun azalması, Pençik Oğlanından başka Devşirme ismiyle Osmanlıların Rumeli’deki topraklarında bulunan Hıristiyan tebaadan ocağa yeniçeri namzedi olarak efrad alınmasını gerektirdi Bu suretle, Hıristiyan tebaa evlâdından asker devşirmek için, bir Devşirme Kanunu yapıldı Bu yeni kanunla, baştan başa gayrimüslim olan Rumeli halkı yavaş yavaş Müslümanlaştırılacak, böylece Müslüman olmuş askerle Türk ordusu kuvvetlenecekti İki yönlü faydası olan Devşirme Kanunu, artık eski ehemmiyetini kaybeden Pençik Kanunuyla asker alınmasının yerine geçmiş, kuvvetli ve sürekli olarak iki buçuk asır devam etmiştir Devşirme işiyle birinci derecede Yeniçeri Ağası alâkadardı Ağa, gerek Acemi Ocağı ve gerek diğer hizmetlerdeki acemilerle, Türk çiftçilerinin hizmetlerinde bulunan acemileri göz önünde bulundururdu Yeniçeri Ocağına Acemi Oğlanı verilmesi ve Acemi Ocağına oğlan alınması, hep onun tezkiresiyle olurdu Bunun için devşirmeye lüzum hâsıl olunca, Yeniçeri Ağası bir arîza ile dîvâna müracaat ederek ihtiyaç miktarını gösterirdi Bunun üzerine, kanun gereği Osmanlı ülkesindeki muhtelif mıntıkalara memurlar sevk olunarak sancakbeyleri, kadılar, topraklı süvari ve zeamet sahiplerinin de yardımlarıyla acemi efrat devşirilirdi Devşirme için, ocak tarafından bir emin ile bir memur tayin olunması kanundu Başka yerden olamazdı Devşirme memuru, vazifesinde tamamen serbestti O tayin olunduğu mıntıkada her bir kadılığı, yani kazaları gezip görerek, kanunî vasıfları haiz olmak şartıyla, sekiz-on ve on dört yaş arasında kırk hanede bir oğlan hesabı üzere çocuk devşirirdi Devşirme memuru, bu çocukları alırken kadılar, sipahiler veya vekilleri ve köy kethüdaları da hazır bulunurlar ve bir suiistimal olmamasına dikkat ederlerdi Devşirilen çocuğun köyü, kazası, sancağı, baba ve anasının ve sipahisinin isimleri, doğum tarihi ve bütün özellikleri bir deftere yazılır ve bu defter iki nüsha olarak biri devşirme memurunda bulunur, diğeri de çocukları sevk eden sürücüye verilirdi Kanun üzere, Hıristiyan çocukların en asil olanları seçilirdi İki çocuğu olanın biri ve birkaç çocuğu olanın müsait olan en sıhhatlisi ve yakışıklısı seçilirdi Bir oğlu olanın çocuğu alınmaz, babasının hizmetine bırakılırdı Alınacak çocukların orta boylu olmasına dikkat edilirdi Anası ve babası ölmüş çocuklar, terbiyesi noksan ve aç gözlü olacağı düşüncesiyle, devşirmeye müsaade edilmezdi Sığırtmaç ve çoban oğullarıyla genç sığırtmaç ve çobanlar, kel ve köse olanların da alınmamaları kanundu Devşirilen çocuklar, yüzer, yüz ellişer, iki yüz veya daha fazla gruplar hâlinde, muhafızların nezaretleri altında hükümet merkezine sevk edilirlerdi Bunların, yollarda kaçmamaları ve değiştirilmemeleri için, sıkı tedbirler alınırdı Devşirmeler, devlet merkezine gelince iki, üç gün istirahat ettirilir, daha sonra yeniçeri ağası tarafından, sarayda görev yapacaklarla kapıkulu ve bostancı ocağına gidecekler seçilir ve padişaha arz edilirdi Devşirme Kanunu, bilhassa 17 yüzyılın başından itibaren, Hıristiyan çocuklarının gerekli tetkik ve muayeneler yapılmadan alınmaları, tutulması gerekli olan eşkâl defterine pek ehemmiyet verilmemesi üzerine bozulmaya başlamıştır Bu durum, Yeniçeri Ocağına, devşirme efradının alınmasından vazgeçilmesine yol açmıştır On sekizinci yüzyıl başlarında, yalnız Bostancı Ocağı için 1000 devşirme toplanmışken, aynı yüzyılın ortalarında, devşirme usulü kesin olarak bırakılmıştır Donanma (Eğlence, Şenlik) Osmanlı Devleti'nde mübarek günlerde, bayramlarda, Osmanlı ordularının zafer dönüşlerinde, padişahların çocuklarının doğumlarında ve düğünlerde yapılan şenlik ve gösterilere verilen isim Düğün ve sünnet düğünleri dolayısıyla yapılan şenlik ve gösterilere “Sûr-i Hümâyûn” adı veriliyordu Bu şenlikler ve gösteriler, üç gün üç geceden az, kırk gün kırk geceden de çok olmazdı Fakat istisna teşkil edip, kırk gün kırk geceden daha fazla süren donanmalar da olmuştur Bu donanmalar esnasında, denizde ve karada fener alayları, ışıklandırmalar tertip edilir, top, tüfek ve fişek atışları yapılır, çeşitli oyun ve yarışlar düzenlenirdi Bu millî ve köklü Osmanlı geleneği, devrin tarihçileri tarafından kaydedilmiştir Ayrıca bu devrin ünlü şair ve edebiyatçıları, manzum ve mensur olarak bu şenlikleri, eserleriyle dile getirmişlerdir Böylece edebiyatımızın parlak sayfalarına yenileri eklenmiş oldu Meselâ, düğün şenlikleri adına “Sûrnâme”ler, büyük zaferler adına “Zafernâme”ler, bayramlar için “Iydiyye”ler, Ramazân-ı şerîflerdeki şenlikler ve donanmalar için “Ramazânnâme”ler, Miraç geceleri için “Mi’râciyye”ler, Mevlid geceleri için “Mevlid” kasîdeleri yazıldı Bu millî kültür mahsulleri, asırlarca zevk, lezzet ve ruhaniyetleriyle gönüllerden gönüllere akarak devam edegeldi Bu donanma ve şenlikler, İslâm dininin çizdiği meşru sınırları taşmazdı Donanmaları, başta padişahlar olmak üzere, sadrazamlar, vezirler ve diğer devlet erkânı da teşrif ederek neşe, sevinç ve saadeti halkla paylaşırlardı Bu şenliklere, yabancı devlet adamları, büyükelçiler de davet edilirlerdi Donanmalar, hem karada hem de denizde tertip edilirdi Şehzadelerin, özellikle de ilk şehzadelerin doğumları münasebetiyle yapılan donanmalar, diğerlerinden daha uzun süre yapılırdı Meselâ, Sultan Üçüncü Ahmed Han, ilk oğlu Şehzade Mehmed Efendinin doğumunda, beş gün beş gece donanma yapılmasını ferman eylemişti İkinci oğlu Şehzade Selim Efendi için de, üç gün üç gece donanma şenlikleri yapıldı Padişah ve devlet erkânından başka, halk da şehzadelerin doğumuna pek sevinir ve ehemmiyet verirdi Bazı defalar, doğumlarda, donanma şenlikleri yapılmayıp, fukaraya sadaka, tekke ve zâviyelere yardım yapılarak halkın gönlü alınırdı Bazen de, yangın çıkması endişesiyle, donanmalara izin verilmezdi Donanma şenliklerini düzenlemekle görevli memura, “Donanma Muhtesibi” denilirdi Donanmalar esnasında, İstanbul’un çarşı ve camileri, pazar yerleri, hanlar, hâneler, limandaki gemiler, özellikle saraylar, baştanbaşa çeşitli renkte kıymetli kumaşlarla, bayrak ve flamalarla süslenirdi Mahyalar ve fener alayları yapılırdı Gündüzleri, Sultanahmed Meydanında, İbrahim Paşa Sarayında, Bâb-ı Hümâyûnda, Alay Köşkü önünde, Dolmabahçe Sarayında, Vaniköyü’nde ve diğer eğlence ve mesire yerlerinde tertip edilirdi Geceleri şehir baştanbaşa ışıklarla donatılır, belirli aralıklarla top, tüfek atışları yapılırdı Fişekler fırlatılırdı Donanmalar, padişahların fermanıyla ilan ve tespit edildikten sonra, fermanın sadrazamın otağına gelmesiyle birlikte başlardı Kalabalık dolayısıyla düzenin bozulmaması için “tulumcu” denen özel görevliler tayin edilirdi Donanmaların masrafına, başta padişahlar ve diğer devlet erkânı olmak üzere, halk da kendi çapında katılırdı Fukaraya sadaka, hediye dağıtılır, nefis ziyafetler çekilirdi Böylece halk mesrur ve mesut edilirdi On dokuzuncu asırda (1843) İstanbul’da bulunan tanınmış Fransız edibi Gerard de Nerval, o yılın Ramazanının birinci gününde gördüğü sevinç ve şenlikleri hayranlıkla dile getirmeye çalışmış, İstanbul’un temizlik ve zarafetine, halkının nezaketine, burada tattığı huzur ve saadete hayran kalmıştı Yazdığı hatıralarda bunları gıptayla dile getirmektedir 1858 yılında, Sultan Abdülmecid Han, dört şehzadesini birden sünnet ettirmişti Bu münasebetle, İstanbul’da Sakızağacı’ndan Ihlamur’a kadar arazi seçildi Bugün buraya Topağacı denilmektedir Nişantaşı’nın altındadır Sayısız ve pek süslü çadırlar kuruldu Rengârenk âvizeler içinde on binlerce mum, geceleri ortalığı adeta gün gibi aydınlatıyordu Zaten bütün İstanbul donatılmıştı Dört şehzade ile birlikte, tam 10000 Müslüman evlâdı da sünnet edildi Uzak şehirlerden ana babalarıyla gelenler ve bu şenliklere katılanlar da çoktu Tek kelimeyle, şahane bir şenlikti Fransızlar, böyle şenliklere “Fete Imperial” adını verirlerdi Fakat, onların tasavvur ve hayallerinin ulaşamayacağı hâlisâne merhamet ve şefkatin semeresi olan bu donanma şenlikleri, onların şenliklerine hiç benzemez, sünnet edilecek çocuklar, özellikle fakir ailelerden seçilirdi Devlet erkânının çocukları da, yine bu düğünler sırasında sünnet edilirdi Böyle düğünler, devletle tebaanın gönülden kaynaşması ve sevişmesinin, derin bir muhabbet ve şefkatin semeresidir ve Osmanlı toplumunun tam bir huzur cemiyeti olduğunu göstermektedir Bu donanmalar sırasında, Osmanlı toplumunun kuruluşları, bütün sanat erbabı, yeni hamleler kaydederlerdi Devlet ve tebaanın, sanat ve edebiyatın ve tekniğin bütünleştiği böylesine leziz bir kültür geleneğine, hiçbir millet sahip olmamıştır Batı dünyasında yapılan şenlik ve eğlenceler, iğrenç bir sefahat ve ahlâksızlık ve zulüm örneği olarak, insanlık tarihinin sayfalarını karartmıştır Bu Osmanlı şenliklerini bizzat müşahede eden yabancı bilgin, tarihçi ve devlet adamları bile hayranlık ve takdirlerini belirtmektedirler Dönmeler (Dönme, Dönmelik) On yedinci yüzyıldan itibaren, muhtelif Osmanlı şehirlerinde, bilhassa Selânik’te, Müslüman adı ve kıyafeti altında yaşayan Musevî cemaati fertlerine verilen ad Çeşitli dinlerden Müslüman olanlara mühtedî denildiği halde, bu tabir bunlar hakkında hiçbir zaman ve hiçbir yerde kullanılmamış, yüksek tabaka tarafından, bir dereceye kadar nezaketen “avdetî” tabiri kullanılmıştır Kendilerine; ma’âmînim (mü’minler) veya haberim (ortaklar), bir de ba’ale milhamah (mücahitler) isimlerini verirlerdi Gizli bir mezhep sayılan dönmelik, aslen İspanyalı olup, İzmir’e yerleşen Mordehay Sevi adlı bir Yahudi'nin oğlu olan Haham Sabatay Sevi tarafından kuruldu Özel bir eğitim görüp haham olarak yetişen Sabatay Sevi, ilk önce, 1648’de İzmir’de Mesihliğini ve İsrâiloğullarını kurtarmak için Allahü teâlânın göndereceği peygamber veya kurtarıcı olduğunu iddia etti Musevîler, Mesih’in Filistin’e hükümdar olacağına ve Kudüs’ü merkez yaparak dünyanın dört köşesine dağılan Yahudileri burada toplayacağına inandıkları için, onun etrafında toplandılar İzmir’deki hahamlar, ona karşı çıkınca, 1650’de İstanbul’a geldi İstanbul hahambaşısı da Sabatay Sevi’ye karşı çıkınca, kendisine daha uygun bir muhit olan Selânik’e geçti Selânik’teki hahamlar tarafından sevgi ve saygıyla karşılanan Sabatay Sevi, bazı tepkilerle karşılaşınca Selânik’i de terk ederek, Atina’ya ve tekrar İzmir’e döndü İzmir’de kaldığı üç yıl içinde, dikkati çekecek bir davranışta bulunmaktan kaçındı 1663’te Mısır’a giden Sabatay Sevi, kısa bir müddet Kahire’de kaldı Burada Rafael Josef Çelebi adında zengin bir sarrafla tanıştı Daha sonra Kudüs’e gitti Musevîlerin takdirini kazanmak için Kudüs’ün mukaddes yerlerini ve evliya kabirlerini ziyaret etti Davranış ve çekici konuşmalarıyla Kudüs halkının itibarını kazandı Josef’ten aldığı paraları bunlara dağıttı Nayir adındaki Polonyalı bir hahamın kızı olan Sara ile evlendikten sonra Gazze’ye gitti Orada Abraham Nathan adlı Yahudi ile tanıştı Abraham Nathan, kendisinin Mesih’ten önce gelecek olan peygamber olduğunu ve Sabatay’ın da Mesih olduğunu söyledi Böylece Sabatay Sevi’nin taraftarları çoğaldı Kudüs’e tekrar döndüğünde, kendisinin Mesih olduğunu gizlemeye gerek duymadı Kudüs’teki hahamlar karşı çıktılarsa da, Sabatay’ın taraftarları gün geçtikçe arttı Mısır, İstanbul, İzmir ve Avrupa’nın çeşitli şehirlerine Mesihliğini ilan ve propagandasını yapmaları için sadık adamlarını yolladı Kudüs’ten Halep’e geçti 1667’de tekrar İzmir’e döndü Sabatay Sevi, Musevîlerin dinî âyin ve törenlerinde bazı değişiklikler yaptığı gibi, sinagoglarda okunan duaların çoğunu değiştirdi Musevîler kendisini bir kral olarak görmeye başladılar O ise kendisini kralların kralı olarak görüyordu Dünyayı, kendi hesabına göre 38 krallığa böldü Her birine de, kardeşlerini ve sadık adamlarını kral tayin etti Çeşitli beyannameler yayınlayarak, Osmanlı idaresine karşı harekete geçti Musevîler, Müslümanlara karşı taşkınlıklarını arttırdılar Musevîlerin, Müslümanlara karşı yaptığı işler ve Sabatay Sevi’nin durumu üzerine, Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa, sahte Mesih ile hakkında düzenlenecek evrakın İstanbul’a gönderilmesini emretti Yakalanan Sabatay Sevi ve adamları, 1668 senesi Ocak ayında İstanbul’a gönderildi İstanbul’a getirilen Sabatay Sevi, sorgulamasında, korkusundan yaptıklarını inkâr etti Sadaret Kaymakamı Mustafa Paşa, Şeyhülislâm Minkârizâde Yahya Efendi ve Sultan’ın imamı Vânî Mehmed Efendi huzurunda, kendisinin Mesih olmadığını söyledi, yaptıklarını inkâr etti ve Müslüman olduğunu ilan etti Mehmed Efendi ismini aldı Böylece, Osmanlı tarihinde dönmeler meselesi başlamış oldu Onun Müslüman olmuş görünmesiyle ilgili olarak Vânî Mehmed Efendi; “Bu adamın, Müslümanlığı kalbî hisler ve ihlâsla kabul ettiğine kâni değilim Fakat dinimiz şüpheyi reddeder ve kişinin imanı üzerine hüküm, ancak cenâb-ı Hakk’ındır Bu itibarla ihlâsla Müslüman olmasını niyâzdan başka şey yapamam” demekten kendini alamadı Sabatay Sevi’nin Müslüman olmuş görünmesi, Türkiye ve diğer memleketlerdeki Yahudiler arasında şaşkınlığa sebep oldu Sabatay Sevi, taraftarlarını yatıştırmak için de; “Tanrı beni İsmâilî, yani Müslüman yaptı Ben kardeşiniz kapıcıbaşı Mehmed’im O öyle emretti Ben itaat ettim” dedi Müslüman olmuş görünmesine rağmen, Mesihlik iddiasından vazgeçmedi, eski faaliyetlerine devam etti Bu arada padişaha ve müftüye başvurarak, Yahudileri hidayete davet etmek üzere kendisine izin verilmesini istedi Sabatay’a, sinagoglarda, isteyenlere Müslümanlığı anlatması için müsaade çıktı Bundan istifade ederek, taraftarlarını toplamaya çalıştı Müslümanlar arasına giren Musevîler, kıyafetlerini değiştirip Ahmed, Mehmed, Mehmed Ali, Abdullah, İsmail gibi isimler almaya başladılar Mehmed ismini aldıktan sonra, Mesihlik iddiasından vazgeçmeyen Sabatay Sevi, Selânik ve İstanbul’dan sonra, sürgüne gönderildiği Bağdat ve Ürgüp’te kaldı Bu arada Sabatayistlik, yani dönmeliğin esas inanış ve ibadetlerini bir araya toplayan on sekiz emri yayınladı ve kutlayacakları bayram günlerini tespit etti Dönmelerin uyması gereken 18 maddelik; “On sekiz emir” denilen nizamnâmenin özeti şöyledir: “Allah’ın birliğine ve Sabatay Sevi’nin Mesihliğine inanılacak, yalan yere yemin edilmeyecek, Allah’ın adı anıldığında saygı gösterildiği gibi, Mesih’in zikri geçince de saygı gösterilecek, Mesih’in sırrını anlamak için toplantılar yapılacak Adam öldürülmeyecek, zina edilmeyecek, Yahudi yılının dokuzuncu ayı olan Kislev’in 16 günü bayram yapılacak Yalan yere şahitlikte bulunulmayacak, birbirlerine karşı mürüvvetli ve merhametli davranılacak, her gün Mezâmir okumaya gizlice devam edilecek Müslüman Türklerin âdetlerine, onların gözlerini boyamak maksadıyla riayet edilecek Ramazan orucunu tatbik için sıkıntı çekilmeyecek, aynı şey Kurban için de yapılacak Dinî merasimlere zahiren uyulacak, Müslümanlarla evlenmekten kaçınılacak Kamerî ayların ilk günlerine dikkat ve hürmet gösterilecektir” Bu emirleri neşreden Sabatay Sevi’nin yaptığı işler, Sadrazam Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşaya anlatılınca, onu çağırıp sorguya çekti Sabatay Sevi; “Aman efendimiz! Hakkımda size söylenenlerin hepsi yalan ve iftiradır Bir takım dost ve akrabalarımı etrafıma topladığım doğrudur Ama bunun hakikî sebebi, onları da hidayete erdirip Müslüman eylemektir Eğer bu suç ise türlü cezaya razıyım Boynum kıldan incedir” dedi Sadrazamı bu sözlerle kandırdığını zanneden Sabatay Sevi, Kuruçeşme ve Kâğıthane’de taraftarlarıyla gizlice İbranice âyin yapıp dualar okurken yakalandı Adamlarıyla birlikte Arnavutluk’a sürüldü Bir müddet orada kalan Sabatay Sevi, 30 Eylül 1675’te Berat kasabasında öldü Kadınları sarı mest ve beyaz car giyinen, erkekleri ise, beyaz keçe üzerine yeşil sarık saran, görünüşte Müslüman bilindikleri ve Müslüman adı taşıdıkları halde bayramdan bayrama namaza giden dönmeler, Sabatay Sevi’nin ölümünden sonra, Yâkubîler, Karakaşlar, Kapancılar olarak üçe ayrıldılar Değişik adlar alan bu grupların nesl-i şerîf denilen en yüksek asil ailelere mensup birer reisi vardı Bunlar, cemaat ihtiyarlarının reyleriyle seçilirler, ölünceye kadar bu mevkide kalırlardı Ab-be-din denilen reisler tarafından tayin olunan ruhanî reisler, dinî vazifeleri yerine getirirlerdi Dönmelerin bu üç zümresi, hariçten veya birbirlerinden kız alıp vermezlerdi İlk zamanlar Selânik’te yerleşen dönmeler, Balkan Harbi'nden sonra, Selânik’ten tamamen ayrılarak İstanbul’a geldiler Ekseriyetle Nişantaşı ve Şişli semtlerine yerleştiler Çocuklarını da Türk okullarına vermemek için, Feyziye Lisesi ve Şişli Terakkî Lisesi adında iki okul açtılar ve bu okullara gönderdiler Aralarındaki eski katı gruplaşmaları kaldırıp, dayanışmaya yönelerek ticarî hayatta tesirli oldular Bunun yanında valilik, müsteşarlık ve siyasî olarak da milletvekilliği ve bakanlığa kadar yükselenler ve gazetecilik mesleğinde muvaffak olanları da oldu Duhuliye Resmi Şehir ve kasabalara ticaret amacıyla getirilen eşyadan alınan vergi Batıda bu vergi, komünlerin ortaya çıkışıyla alınmaya başlamıştır Bir tür mahallî idare olan komünler, malî bakımdan yetersiz olan gelirlerini artırmak için, kraldan yetki almışlardır Bu yetkiye (oktruvaye) izafeten alınan vergiye “oktruva” adı verilmiştir Osmanlı Devleti'nde, kuruluşla birlikte pazarlara satılmak üzere getirilen mallardan “pazar baçı” alınmaya başlanmıştır Kanunî'nin Kanunnâmesi’nde; “taşradan gelen metaın resmi” şeklinde adlandırılan duhûliye resmine tâbi mallar sayılmıştır Bu vergi, 1826 tarihinde şekil değiştirerek, Yeniçeri Ocağı yerine kurulan “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye” harcamaları karşılığı alınan “ihtisap resmi” hâline gelmiştir 1854 yılına kadar görev yapan ihtisap nezaretinin başlıca geliri olan ihtisap resmi, nezaretin şehremaneti (belediye) hâline gelmesiyle, bir belediye geliri olarak alınagelmiş ve pazar, kantar, palamar resimleri şeklindeki kalıntıları, daha sonra yürürlükten kaldırılmıştır |
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik) |
06-27-2012 | #5 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik)E Efendi Efendi Kapısı Elviye-i Selâse Ertuğrul Fâciası Eşkinci Evlad-ı Fâtihân Efendi Okuyup yazması olanlara verilen unvan Okumuş, molla, hoca, çelebi, seyyid manâlarında da kullanılırdı Efendi tabiri, Selçuklular zamanında kullanılmaya başlanmış, daha ziyade Osmanlılar'da 15 yüzyıl ortalarından itibaren tahsil, terbiye görmüş kimselere mahsus bir lakap olarak kullanılmıştır Zamanla, bu manâda kullanılan çelebi kelimesinin yerini almıştır Devletin ileri gelen memurlarından bazılarına efendi demek âdet hâline gelmişti On dokuzuncu yüzyılda bu kelime, daha geniş manâda kullanılmaya başlanmıştır Bu devirde şehzadelere de efendi denmiştir Peygamberimiz için de hâlâ günümüzde kullanılmaktadır Kadınlar da, kocalarına hitap ederken efendi tabiri kullanırlar Saraydaki Sultan hanımlara kadın efendi unvanının, kibar muhitlerde hanımefendi, beyefendi, tabirlerinin kullanılmasına, 19 asrın ikinci yarısından sonra rastlanır Şeyhülislâmlara efendi dendiği gibi, orduda binbaşıya kadar rütbe sahiplerine de, resmen, efendi unvanı verilirdi Tanzimat'tan sonra efendi unvanı, resmî muamelâtta, yalnız okur yazarlar ve mektep talebeleri için kullanılmıştır Bugün de halk arasında tahsil terbiye görmüş, terbiyeli kibar manâsında kullanılmak âdet olmuştur Efendi, ağa, bey, paşa tabirlerinin resmî unvan olarak, devlet ile fertlerin münasebetine ait işlerde kullanılması 1934’te çıkan kanunla yasak edilmiştir Efendi Kapısı Yeniçeri kâtibinin dairesine verilen ad Yeniçeri kâtibine “Yeniçeri Efendisi” de denildiği için dairesine Efendi Kapısı ismi verilmiştirYeniçeri kâtibi “Kütük” ve “Esâme” denilen ana defterini bizzat tutmakla görevliydi Buna kimse kalem karıştıramazdı Kalem heyeti, ancak maaş defterinin düzenlenmesinde ve yazılacak işlerde yardım ederdi Ulûfe defteri, üç ayda bir hazırlanırdı ve işi biten eski evraklar, dış hazinede muhafaza edilirdi Bu tabir, azad edilen köle ve cariyelerin eski sahiplerinin evleri için de kullanılırdı Ayrıca yüksek mevki sahibi kimselerin evlerine de efendi kapısı denilirdi Elviye-i Selâse (Üç Vilayet) Kars, Ardahan ve Batum sancaklarına verilen ad 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) sonunda yapılan Ayastefanos Antlaşması ve Berlin Kongresi uyarınca, Elviye-i Selâse, savaş tazminatı karşılığı olarak, Çarlık Rusya'sına verildi Ruslar, Osmanlı Devleti'nden, Türk ordusunun Kafkaslarda yaptığı zarar, savaş masrafları, Rus demiryollarına, ticaret ve ihracatına, Rusya'nın güney kıyılarına yapılan zarar ve Türkiye'deki Çarlık Ruslarının uğradığı ziyana karşılık olmak üzere, 1 410 000 000 Ruble (245 000 000 Osmanlı altını) istediler Çarlık Rusya'sının, para tazminatının toprak parçasıyla ödenmesi isteğini, Osmanlı Devletinin de olumlu karşılaması sonucunda, Dobruca'da Tulça sancağı, yani Süne, İshakçı, Mecidiye, Maçin, Babadağ, Hırsova, Köstence kazaları, Tuna adaları, Kuzeydoğu Anadolu'da Kars, Ardahan ve Bayazıt, Rusya'ya bırakıldı Ancak, verilen topraklar, istenen savaş tazminatının hepsini karşılayamadı, Osmanlı Devleti, Rusya'ya 310 milyon Ruble borçlu kaldı Yine antlaşmaya göre, Rusya'ya verilen topraklardaki halkın, mallarını satma hakkı serbest bırakılmakta, üç yıl içinde göç etmeyenlerin Rus uyruğuna girmiş olacakları belirtilmekteydi Berlin Konferansı'nda, İngiltere-Rusya ve İngiltere-Türkiye itilâfnamelerine uygun bir değişiklik yapıldı Eleşkirt vadisiyle Bayazıt, Osmanlılara geri verildi I Dünya Savaşı'nda Rusya'nın yenilgiyi kabul etmesinden sonra imzalanan Brest-Litovsk Antlaşması'na göre, Elviye-i Selâse'nin plebisit sonucu Osmanlı Devletine bağlanması hakkı tanındı Ancak, Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918), Osmanlı Devletinin, bu sancakları altı hafta içinde boşaltması mecburiyetini koyuyordu Elviye-i Selâse'nin, bu sefer İngilizlerin de desteklediği Gürcüler ile Ermenilere verilmesi öngörüldü Ancak, yerli halk silahlanarak, Ermeni ve Gürcü kuvvetlerine karşı direnişe geçti Millî Türk hükümeti, ilk askerî ve siyasî zaferini, Kars, Ardahan sancaklarını, Aras'ın doğusundaki Sürmeli (Iğdır, Kulp, Tuzluca) ve Batum sancağının güney topraklarını (Artvin) işgalden kurtarmak suretiyle sağladı Batum, Acarlar ülkesi, Çürüksu, bağımsız bir cumhuriyet olan Gürcistan'a bağlandı Bu değişiklikler, Kars (1920) ve Moskova (1921) antlaşmalarıyla gerçekleşerek resmiyet kazandı Ertuğrul Faciası Japonya ziyareti dönüşü batan Türk gemisindeki 587 kişinin şehid olması 1887 yılında Japonya İmparatorunun amcası, bir harp gemisiyle İstanbul’a ziyarete gelmişti Bu dostluk ziyaretine karşılık vermek, Hind ve Pasifik Okyanuslarında Türk bayrağını dalgalandırmak ve oralardaki Müslüman halkı halifeye bağlamak düşünceleri ile, geziye karar verildi Sultan Abdülhamid’in emriyle karar verilen bu ziyaret için Ertuğrul Firkateyni görevlendirildi İstanbul tersanelerinde yapılan bu savaş gemisi, 2344 tonluk olup hem yelken hem de makine ile hareket ediyordu Esas yelkenli olan bu geminin 600 beygir gücündeki makinesi, yardımcı vazife görüyordu 15 Temmuz 1889 günü, o yıl Heybeliada’daki Bahriye Okulunu bitiren genç teğmenlerin hepsi, gemi komutanı Yarbay Ali Beyin idaresinde, İstanbul’dan hareket ettiler Kafile başkanı Albay Osman Bey dahil, gemide 1092 kişi bulunuyordu Gemi, Aden, Cidde ve Bombay’a uğrayarak yoluna devam ediyordu Uğrak yerlerindeki Müslüman halk, Türk denizcilerine çok yakınlık gösteriyordu Gemi, Seylan Adası, Singapur, Saygon, Hong-Kong limanlarına uğradıktan sonra, 28 Haziran 1889’da Japonya’nın Yokohama limanına ulaştı Amiral ve emrindeki heyet, İmparator Meiji tarafından Tokyo’daki sarayında kabul olundu ve kendilerine birer nişan verildi Ertuğrul personeli, Japonya’da kaldığı üç ay içinde en itibarlı misafirler olarak muamele gördüler Gittikleri her yerde derin bir ilgi ile karşılandılar Normal dönüş zamanında, kafileden 37 kişi koleraya tutulduğundan, Yokohama’da 33 gün karantinada kalındı 15 Eylül 1889’da Yokohama’dan hareket eden Ertuğrul gemisi, iki gün sonra fırtınaya tutuldu Fırtına şiddetlenerek tayfun haline geldi Arka direk kırılınca açılan deliklerden makine dairesine su doldu Bu durum gemi idaresinin tamamen kaybolmasına sebep oldu Gemi, Oskima burnundaki kayalıklara doğru sürüklenerek, 18 Eylül 1889 günü battı Amiral Osman Bey dahil 587 kişi şehid oldu Şehitlerin cesetleri ve vücut parçaları, Japon köylülerince ve sağ kurtulan Türk denizcilerince toplanarak, adada bulunan fener yakınındaki hakim bir tepeye gömüldüler Sağ olarak kurtulanlar ise, yaralı vaziyette, iki Japon harp gemisi tarafından, birkaç haftada Çanakkale Boğazına kadar getirildi Bu gemiler, 2 Şubat 1890’da Dolmabahçe önüne ulaştılar Sultan İkinci Abdülhamid Han da, Japon İmparatorunun, Türk deniz ailesine gösterdiği yakınlık ve sevgiyi, fazlası ile göstererek Türk-Japon sevgi ve işbirliğinin temelini attı Japonlar, Kaşımazaki Fenerinin 300 metre güneydoğusundaki bir yere, denizcilerimizin hatırasına hürmeten âbide diktiler Eşkinci Osmanlılarda timarlı sipahilere ve cepheye çağrılan geri hizmet kıtalarına verilen ad Osmanlılar'da her timarlı sipahi bir savaş yükümlüsü olduğu için, eşkinci sayılırdı Eşkincilerin mülk timar sahipleri bizzat sefere katılmazlar, yerlerine cebelü (silahlı asker) gönderirlerdi Be-nevbet timarı olanlardan ise nöbet sırası gelenler sefere katılırlardı Osmanlıların timar teşkilâtı içinde, ilk kuruluş devrinde teşkilâtlandırdıkları eşkinciler, devletin bir nevî, sayıları bilinen, hazır kuvveti durumundaydılar Yaya, müsellem, kızılca müsellem, yörük ve canbazlardan teşekkül eden eşkinciler, 1590 yılına kadar 20’şer, bu seneden sonra 30’ar kişilik ocaklara bölünmüşlerdi Kanuna göre her ocaktan beş eşkinci sefere gitmek zorundaydı Geri hizmetlerde kalanlara, “yamak” adı verilirdi Yamaklar, ocak eşkincilerine, her sefer sırasında ellişer akçe ödemek zorundaydılar Bu sebeple bunlar “elliciler” olarak da adlandırılmıştır Sefere katılan eşkinciler, daha çok köprü, hisar ve yol inşaatıyla uğraşırlardı Sefere çıkan her eşkinci, mensup olduğu orta büyük bölük sandıklarına, sefer sırasında yiyecek ihtiyaçlarının karşılanması için iki altın verirdi Herhangi bir sebeple sefere katılamayan eşkinciden de bu para tahsil edilirdi Eşkincilerin maaş kâğıtlarına “esâme” adı verilirdi Eşkincilerin bu esâmelerini başkalarına devretmeleri veya satmaları kesinlikle yasaktı 1714’te Mora Seferinde Anapoli Kalesinin fethi sırasında gösterdikleri başarı sebebiyle, eşkincilere ulûfeleriyle emekli olma hakkı verildi Ancak, zamanla kadrolarıyla emekli olan eşkinciler, devleti iki bakımdan zarara sürüklediler Biri, sefere çıkacak eşkincilere yeni kadro bulma zorluğu; diğeri ise, emekli olan eşkincilerin, esâmelerini askerlikle ilgisi olmayanlara satmaları idi Bu durum, timar sisteminin önemli ölçüde bozulmasına yol açtı Sultan İkinci Mahmud Han, daha da bozulan bu teşkilâtı, 25 Mayıs 1825’te düzenleyerek modern bir eşkinci ocağı kurdu Şeyhülislâm Tâhir Efendiden, askerî eğitimin lüzumlu olduğuna dair fetva alınıp, yeniçerilerin “bütün” adı verilen elli bir ortasından şimdilik yüz ellişerden 7650 asker, “eşkinci” adıyla kaydedilip, bir kanunnâme yazıldı Eşkinci askerlerinin başına Hacı Sâib Efendi getirilip, eğitiminden de Mısır Cihâdiye Askerî Binbaşılarından Davud Ağa ile eski Nizâm-ı Cedîd Yüzbaşılarından İbrahim Ağa sorumlu idi Eşkinci yazılanların ayaklarına sıkı potur ile başlarına yeşil renkli Karadeniz kalpağı giydirilip, kundaklı tüfek ile birer kılıç verildi Dua ve sena ile yeni elbiseleri giydirilip, silahları kuşatılan eşkinciler, 11 Haziran 1826 Pazar günü, At Meydanında eğitime başladı Ancak, disiplini tamamen kaybolan yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra, eşkinci ocağı da yerini yeni kurulan “Asâkîr-i Mansûre-i Muhammediye” adlı orduya bıraktı Evladı Fatihan (Evlâd-ı Fâtihân) Rumeli’nin fethinden sonra, oralarda yerleşmek üzere, Anadolu’nun Müslüman-Türk halkından, aileleri ile birlikte gidenlere verilen ad Osmanlılar'ın Balkan Yarımadası'ndaki fetihleri neticesinde orada yerleşmeleriyle, buradaki yörük cemaati gruplarının sayıları artmış ve çok ehemmiyet kazanmıştı Rumeli’nin iskânı ve Türkleştirilip, İslâm dininin yayılması maksadıyla yörük ve Tatar Türklerinin bu bölgeye ilk defa ayak basmaları, Sultan Yıldırım Bayezid zamanında oldu Önceleri yörüklerin bulundukları kazalar; Manastır, Filorina, Cuma, Tikveş, İştip, Doyran, Yenice, Vadina, Serez, Demirhisar, Drama, Longaza idi Fetihlerden sonra Rumeli’de yerleşen yörük teşkilâtı, zamanla dağılmaya yüz tuttu Dağınıklık ve disiplinsizlik, İkinci Viyana Kuşatması'nda iyice kendini gösterdi Böylece halkın daha sıkı bir disiplin altına alınmasının gerekli olduğu ortaya çıktı 1691 senesinde sultanın hatt-ı hümâyûnu ile yörük Türkleri, Evlâd-ı Fâtihân adı altında ve Rumeli’nin sağ, sol ve orta kolunda olmak üzere yeniden yazıldı ve zamanın ihtiyaçlarına göre, teşkilâtın askerî ve iktisadî bünyesi az çok değiştirildi Kanunnâme’de; “Yörük taifesi öteden beri Devlet-i Âliyyenin güzîde ve cengâver, itâatli, ferman dinleyen askerlerinden olup, eski seferlerde küffâr ile yapılan harplerde, kendilerinden iyice yararlık ve yüz aklıkları görüldüğünden, bu tâifeye Evlâd-ı Fâtihân adı verilmiştir” denilmektedir Altı sene sonra nüfus sayımı yapılarak, her altı kişiden birinin seferber asker olması ve bu şekilde her türlü vergiden muaf tutulacakları ve harplere iştirakleri kayda bağlanmıştı Böylece Yörükler, yerleşik hayata geçmiş olsalar dahi, yeni bir kuruluş hâlinde, yine askerî bir hizmet için teşkilâtlandırılmış oldular Evlâd-ı Fâtihân, önceleri yörük deyimi ile birlikte kullanılmış ise de, daha sonraları yörük tabirinden vazgeçilmiştir Evlâd-ı Fâtihânın yerleşmiş bulunduğu bölge, yörük vilayeti adı ile anılmıştır Bu bölgeye tayin edilen vezir veya beylerbeyi, Yörük Hakimi olarak tanınmışlardı 1691 senesinden sonra, Evlâd-ı Fâtihânın defterleri tutulmaya başlanmıştır Evlâd-ı Fâtihân defterlerinde Belgrad Muhafızı olarak geçen Hasan Paşanın, hem Evlâd-ı Fâtihân piyade askerlerinin, hem de vilayet Yörüklerinin defterlerini tanzim ettiği tespit edilmiştir Daha sonraları Evlâd-ı Fâtihân, bütün eski yörük gruplarının özel ismi hâline geldiğinden, defterlerde “yörük” tabiri kullanılmamıştır 1697’de yapılan yoklamaya göre, Rumeli’de Evlâd-ı Fâtihân olarak 1116 hane ve 16 582 kişi tespit edilmiştir Evlâd-ı Fâtihânı, çeribaşılar (yörük teşkilatında serasker) idare etmekteydi Kapıcıbaşı rütbesinde bulunan zabitler ise İstanbul’da ikamet ederlerdi Çeribaşları; kaza müdürü durumunda olup, vazifeli bulundukları yerlerin asayişine bakarlar, sefer anında eşkinci askerler çıkarırlar, harp olmadığı zamanlarda vergileri toplarlardı Sonraları Osmanlı Devletinin çeşitli yerlerinde vazife alan bu teşkilât, kurulduğu ilk yıllarda sadece Rumeli’deki gazâlara katılmak mecburiyetindeydi 1826 senesinde Evlâd-ı Fâtihân teşkilatı yeniden düzenlendi ve yirmi dört grupta toplanarak dört tabur hâline getirildi Çeribaşıların yanına kolağası, mülâzım ve yüzbaşı rütbesinde subaylar verildi Bir süre sonra bu taburlar alay yapıldı Rumeli ve Selânik eyaletlerinde oturan Evlâd-ı Fâtihânın diğer halktan farklı bazı imtiyazları vardı Bunlar, Tanzimat'tan sonra çıkarılan kanunla kaldırıldı ve diğer halk gibi vergi ve askerlik mükellefiyetine tabi tutuldular (1846) Böylece, yaklaşık iki asırdan beri devam eden Evlâd-ı Fâtihân teşkilâtı, ortadan kaldırılmış oldu |
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik) |
06-27-2012 | #6 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik)F Fenerliler Ferik Ferman Fetret Devri Fenerliler Osmanlılarda devlet hizmetlerinde çalışmış, büyük makamlarda bulunmuş Rumlar hakkında kullanılan deyim Merkezi Fener’de bulunan Rum Patrikhânesi etrafında toplandıklarından bu ismi almışlardır Bunlar, çoğunlukla İstanbullu ve Egeliydiler Fenerliler, Rum patrikliğine bağlı yarı dinî hizmet sahipleriydi Bunlar arasında lisan bilenler ve siyasî işleri kavrayanlar, Tanzimat dönemine kadar, Osmanlı Devleti'nin Avrupa devletleriyle olan münasebetlerinde görev aldılar Fenerliler, tercümanlık ve kâtiplik gibi görevlerden başka, Eflak ve Boğdan beyliklerine de tayin edildiler Bu görevleri Romen tarihi açısından incelendiğinde; bazı sosyal ve iktisadî çalışmaların yanında rüşvet, ahlâkî düşüş, vergilerin artması, arazinin küçülmesi ve Yunan tesirinin artması görülür Yani Fenerlilerin, Eflak ve Boğdan’daki devri, bir inhitat (gerileme) dönemidir Fener’in tarihî aileleri olan Fenerliler, 18 yüzyılın ikinci yarısından itibaren Fener’i terk etmeye başladılar Çok zenginleşen Fenerliler, Boğaziçi’ne yerleştiler Özellikle Arnavutköy, Kuruçeşme ve Tarabya taraflarında oturmaya başladılar 1821’den sonra, bu ailelerden birçokları İstanbul’u terk ederek, Yunanistan ve diğer Avrupa ülkelerine yerleştiler Bugün Türkiye’de, eskiden meşhur olan bu ailelerin soyundan gelen pek az aile kalmıştır Bunlardan, Prens unvanını alan beylerin çocuklarına “beyzâde”, hanımlarına “donma”, kızlarına “domanica” adı verilirdi Ferik Osmanlı Devleti'nde büyük askerî rütbelerden birinin adı Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra Osmanlı ordusunda bir kolorduyu meydana getiren yedi birlikten her biri Feriklik, yeniçeri ocağının kaldırılmasından (1826) sonra kurulan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye teşkilâtında müşir ile mirliva rütbesi arasında tespit edilmiştir O sırada iki feriklik mevcuttu, Hassa ferikliği, Mansûra ferikliği 1830-1835 yılları arasında ferikliğin teşrifattaki (protokoldeki) yeri hakkında kesin bir bilgi yoktur 1835’te feriklik rütbesi, Anadolu kazaskerliği ve rütbe-i sâniyenin sınıf-ı evvel mümeyyizi ile aynı derecede olduğu kabul edildi Feriklik, Bâlâ rütbesinin kurulmasından sonra, 1847’de teşrifattaki yerini kesin olarak bulmuştu Böylece feriklik; İstanbul pâyesi, ûlâ evvelliği ve Rumeli beylerbeyliği ile aynı derecede bir rütbe hâline geldi 1903’te müşirlik ile feriklik rütbesi arasında sivilde bâlâ rütbesine eşit olmak üzere birinci feriklik rütbesi kurulmuş ve ilk olarak Tüfekçibaşı Tahir Paşa ile fahrî yaverlerden Salâhaddin, Şakir ve Nâsır paşalara verilmiştir Ferikler, paşa unvanını taşırlar ve kendilerine konuşma sırasında, “Saâdetlü paşa hazretleri” denirdi Yazılarda ise “Saâdetlü efendim hazretleri” diye yazılırdı Cumhuriyet döneminde, birinci ferikler ile feriklerin sahip oldukları unvanlar kullanılmakla beraber, bunlar bir süre daha paşa unvanını korudular Nihayet bu unvanlar; efendi, bey vs unvanları ile birlikte 1934 tarih ve 5290 sayılı kanunla kaldırıldı Ferikin bugünkü karşılığı olarak; birinci ferik korgeneral, ikinci ferik ise tümgeneraldir Ferman Padişahların herhangi bir iş hakkında tuğra veya nişanını taşıyan yazılı emri Ferman; Farsça bir kelimedir Emir, irade ve buyruk demektir Ferman kelimesi, İlhanlılar tarafından, İslâmiyet'i kabul etmelerinden sonra kullanılmış, daha sonra da Osmanlılar'a geçerek yerleşmiştir Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları ve Memlûklar'da ferman yerine “tevki” kullanıldığı gibi, İlhanlılar, Timurlular, Karakoyunlu ile Akkoyunlu devletleri, Altınordu ve Kırım Hanlıklarında “yarlığ” kelimesi de kullanılmıştır Tevki ve yarlığ kelimeleri, padişahın tuğrası bulunan ferman anlamındadır Osmanlılarda Ferman, yedi esas üzerine yazılırdı: 1) Ferman kelimesinin anılması, 2) Fermanın yazıldığı kişinin rütbe derecesine göre dua ve övgü yazılması, 3) Fermanın gönderilme sebebi, 4) Ferman gönderilen kişiye, padişah isteğinin emrolunması, 5) Yapılması istenilen işin belirtilmesi, 6) Verilen işin bitirilmesi için istek, 7) Fermanın tarihi ve gönderildiği yerin ismi Osmanlılarda iki çeşit fermana rastlanmaktadır Fermanlardan birisi, doğrudan doğruya dîvândan, mâliyeden yazılıp üzerine hükümdarın tuğrası çekilerek gönderilen emr-i şerîf idi Diğeri ise tuğralı bir fermanın üzerine ve baş tarafına padişahın kendi el yazısıyla fermanda yazılanı teyid eden iradedir “Hatt-ı Hümâyûnla Muvaşşah”, yani padişahın el yazısıyla tezyin edilmiş olan ikinci çeşit ferman, işin ehemmiyetini göstermek, hakkında teveccüh gösterilen zâta, yahut da tehdit edici olarak bir vali veya serasker vesâireye gönderilirdi Ferman şekil olarak, dîvânî hat denilen girift keşideli yazıyla yazılırdı Fetret Devri Yıldırım Bayezid’in, Ankara Meydan Savaşı'nda Timur Han'a esir düşmesinden sonra dağılan Osmanlı birliğinin, 1413 yılında, Birinci Mehmed Han tarafından yeniden sağlanıncaya kadar geçen devresi Yıldırım Bayezid’in ölümünden sonra, geriye altı oğlu kaldı Bunlar Emir Süleyman ile, İsa, Mehmed, Mustafa, Musa ve Kasım Çelebiler idi Ankara Savaşı'ndan, yanında büyük kuvvetlerle ayrılan Emir Süleyman, süratle Bursa’ya geldi ve ailesi ile çocuklarını yanına alarak Gelibolu’ya gitti Burada İmparator Manuel ile bir antlaşma yaptı Anadolu sahilindeki bazı adalar ile Silivri, Selânik ve Teselya’yı Bizanslılara terk ediyordu Bu suretle Rumeli'ye geçen Emir Süleyman, Edirne’de hükümdar ilan edildi Aynı zamanda Venedik ve Cenevizlilerle de ticarî antlaşmalar yaptı Timur Han, Emir Süleyman’a taç ve hil’at göndererek, onu kendisine bağlamaya muvaffak oldu Emir Süleyman, ince ruhlu, ilim ve sanat erbabının hâmisi olan bir zattı Ancak babasının azim, irade ve enerjisine malik değildi Bu itibarla devleti bir idare altında toplamak suretiyle Osmanlı birliğini kuramadı Ankara Savaşından sonra Balıkesir taraflarında gizlenen İsa Çelebi, Timur Han'ın İzmir’e doğru gittiği sırada, Bursa’ya geldi Daha sonra Timur Han'ın muvafakatini da alarak, burada bir müddet oturdu Ancak, Timur Han Semerkand’a dönerken, Yıldırım Bayezid’in tabutunu Musa Çelebi’ye vererek türbesine defnedilmek üzere gönderdi Böylece büyük bir kuvvetle Bursa’ya gelen Musa Çelebi, İsa’yı kaçırdı ve hükümdarlığını ilan etti Ancak, kuvvet toplayan İsa Çelebi’nin yeniden gelerek Bursa’ya hakim olmasından sonra, Musa Çelebi, Germiyanoğlu’nun yanına kaçtı Ankara Savaşında ihtiyat kumandanı olarak görev yapan Mehmed Çelebi ise, savaşın kaybedileceğini anlayınca, bin kadar askeriyle Amasya’ya doğru çekilmişti O sırada Amasya’da, Timur Hanın tayin ettiği Kara Devletşah bulunuyordu Şehre ani bir baskın yapan Mehmed Çelebi, Kara Devletşah’ı öldürttü ve eski sancağına yeniden hakim oldu Çelebi Mehmed Amasya’da bulunduğu sırada Canik, Tokat, Niksar ve Sivas taraflarına hakim olmaya çalıştı ve buna da muvaffak oldu Bu havâlideki isyancı beylerden Kubadoğlu, Gözleroğlu, Köpekoğlu ve Mezid Beyi ortadan kaldırdı Bu arada Mehmed Çelebi, babasını esaretten kurtarmak gayesiyle Kütahya’ya casuslar göndermişti Timur Hanın esirleri arasında bulunan Firuz Paşa da onlara yardım etmekteydi Yer altında tünel kazarak Yıldırım Bayezid’in yanına varmak isteyen fedaîler, planlarının görülmesi üzerine yakalandılar ve öldürüldüler Çelebi Mehmed, bir kez daha aynı gaye ile faaliyete geçti ise de, Timur Hanın güvenlik kuvvetlerini arttırması ve bu arada Firuz Beyi de öldürtmesi ile bir netice alamadı Mehmed Çelebi, aynı zamanda Osmanlı birliğini sağlamak yolunda ilk teşebbüslere girişti İsa Çelebi’ye haber göndererek birleşmelerini istedi Ancak red cevabı aldı Bu durum üzerine, iki kardeşin kuvvetleri, Ulubat önlerinde karşılaştı Sert geçen muharebeden sonra, İsa Beyin kuvvetleri dağıldı Böylece, Bursa ile İznik’i ele geçiren Mehmed Çelebi, hükümdarlığını ilan etti Bundan sonra Germiyanoğlu’na haber gönderen Mehmed Çelebi, ondan, Musa Çelebi’yi kendisine göndermesini istedi ve bu isteği derhal yerine getirildi Bu sırada kardeşi Süleyman’ın yanına kaçan İsa Çelebi, ondan aldığı yardımlarla yeniden Bursa üzerine yürüdü Bu arada Çelebi Mehmed’le anlaştığını söyleyerek Bursa’ya kolayca girmeyi düşündü ise de, Bursa halkı müdafaa tertibatı aldı Bu durum üzerine Bursa’yı yakmaya kalkışan İsa Çelebi, Çelebi Mehmed’in gelmesi üzerine, karşısına çıktı Yine muvaffak olamadı ve İsfendiyar Beyin yanına kaçtı Daha sonra, Çelebi Mehmed’in elinde bulunan Ankara’yı almak isteyen İsa Çelebi, Gerede Muharebesinde üçüncü defa mağlup oldu ve Kastamonu’ya sığındı İsa Çelebi, ardı ardına gelen mağlubiyetlere rağmen, taht iddiasından vazgeçmedi Aydınoğlu Cüneyd Bey'in yanına giderek, böylece bir defa daha şansını denemeğe karar veren İsa Çelebi, Eskişehir’e kadar geldi Ancak, yapılan muharebeyi kaybederek, savaş meydanında öldürüldü Edirne’de bulunan Emir Süleyman, Çelebi Mehmed’in faaliyetlerini yakından takip etmekteydi İsa Çelebi’nin son hareketinde başarılı olamayarak öldürülmesinden sonra, Çelebi Mehmed’e daha fazla hazırlanmak imkânı vermek istemediğinden, süratle Anadolu’ya geçti ve Bursa’yı rahatlıkla aldı Çelebi Mehmed ise, Süleyman’a karşı koyamayacağını anlayarak, Amasya’ya çekildi Daha sonra Ankara’ya gelen Emir Süleyman, burasını da kendisine bağladı ve bütün Osmanlı ülkesine hakim olmuş bir hükümdar gibi davranmaya başladı Bu sırada Çelebi Mehmed, diğer Anadolu beylikleri ile ittifak kurma arzusundaydı Lâkin bu teşebbüsünde tam bir başarıya ulaşamayınca, biraderi Musa Çelebi ile anlaştı ve ona kuvvet vererek Rumeli'ye geçirtti Böylece Musa Çelebi ile Emir Süleyman’ı karşı karşıya getirmiş oluyordu Musa Çelebi’nin Rumeli'ye geçmesinden endişelenen Emir Süleyman, süratle Edirne’ye döndü Mehmed ile Musa Çelebi arasındaki antlaşmaya göre, eğer Musa, mücadeleden galip çıkarsa, Çelebi Mehmed’in hükümdarlığını tanıyacaktı Mehmed Çelebi ise onu askerî bakımdan destekleyecekti Bu sırada Anadolu’da serbest kalan Mehmed Bey, rahatlıkla Ankara, Bursa havâlisine, yani Anadolu’da Osmanlıların elinde kalan topraklara sahip oldu Karadeniz yoluyla Eflak’a gelen Musa Çelebi, kendisine burada da müttefikler bulmakta gecikmedi Eflâk Prensi Mirça, Sırp despotunun kardeşi Vuk Brankoiç ve Bulgar Boyarları, kendisine kuvvet verdiler Buna karşılık Emir Süleyman da Bizans İmparatoru tarafından destek görüyordu Çatalca yakınlarında yapılan iki kardeşin mücadelesinden galip çıkan Emir Süleyman oldu Savaş esnasında komutanlarından Vuk’un Emir Süleyman tarafına geçmesi, sonucu büyük ölçüde etkiledi Bu ihaneti cezasız bırakmayan Musa Çelebi, ilk fırsatta Vuk’u ortadan kaldırdı Savaştan mağlup çıkan Musa Çelebi, azim ve cesaretini kaybetmeyerek, yeniden güçlü bir birlik kurmaya çalıştı Bu arada ağabeysinin gafletinden de faydalanarak, kuvvetlerini arttırdı Musa Çelebi'nin bir daha karşısına çıkamayacağını zanneden Emir Süleyman, büyük bir rahatlık içerisindeydi Bu vaziyetten en iyi şekilde faydalanmaya bakan Musa Çelebi, Edirne üzerine âni bir baskın yaparak, şehri ele geçirdi Emir Süleyman, kaçmaya muvaffak oldu ise de, Musa Çelebi’nin peşine taktığı adamlar tarafından yakalanarak öldürüldü (1410) Cesedi Bursa’ya gönderilerek, Çekirge’de büyük babası Murad Hüdâvendigâr’ın yanına gömüldü Hükümdarlığı sekiz sene yedi ay kadardır Emir Süleyman, muharebelerde fevkalâde şecaatiyle ve cömertliği, ilim adamlarını himayesiyle meşhur olmuştu Edirne Sarayı, onun zamanında âlim, şair ve sanatkârlarla dolmuştu Ahmedî ve Mevlid yazarı Süleyman Çelebi bunlardandır Musa Çelebi, Edirne’ye sahip olduktan sonra, daha önce Mehmed Çelebi ile yapmış olduğu antlaşmaya riayet etmeyerek hükümdarlığını ilan etti Adına akçe kestirdi Böylece, mücadele sahnesinde yalnız iki kardeş kalmıştı Bunlardan Mehmed Çelebi Anadolu’ya, Musa Çelebi ise Rumeli'ye hakim ve sahip idiler Bu arada, hayatta olan diğer Şehzade Mustafa Çelebi’yi Timur Han, Anadolu’dan ayrılışı sırasında yanında götürmüştü Biraderi Mehmed Çelebi’nin, Anadolu’da ne derece bir kuvvete sahip bulunduğunu iyi bilen Musa Çelebi, onunla mücadeleye girişmekten çekindi Fakat, vakit geçirmeden, Rumeli bölgesinde fütuhat hareketine başladı Gönderdiği kuvvetler, Sitirya Yarımadasına kadar geldiler Yine Emir Süleyman’la olan mücadelesinde kendisine cephe alan Sırp Despotu Stefan’ın üzerine yürüyerek, Noveberda şehrini ele geçirdi İsyan eden Vidin Bulgar Prensine baş eğdirdi Nihayet, biraderi Süleyman’ın Bizanslılara terk ettiği Karadeniz sahilindeki şehirleri ve Teselya’yı aldıktan sonra, İstanbul’u kuşattı (1411) Endişeye düşen İmparator, kendi yanında bulunan Emir Süleyman’ın oğlu Orhan Çelebi’yi serbest bıraktı Selânik ve Teselya taraflarına giden Orhan Çelebi’nin hükümdarlık iddiasına kalkması üzerine İstanbul kuşatmasını muvakkaten (geçici) kaldıran Musa Çelebi, hızla Selânik üzerine yürüyerek, Orhan’ın kuvvetlerini dağıttı ve Selanik’i kuşattı Bu arada İstanbul’a yapılan tazyiki de sıklaştırdı Bu durum üzerine İmparator Manuel, Çelebi Mehmed’le ittifak etmekten başka çare bulamadı Mehmed Çelebi’ye kuvvet vermeyi vâdeden ve onu koruyacağına söz veren İmparator, onun Rumeli'ye geçmesini sağladı Mehmed Çelebi, gelişinin dördüncü günü, Çatalca’nın İnceğiz köyü mevkiinde Musa Çelebi ile yaptığı muharebeyi kaybetti ve yaralı olarak az bir kuvvetle Anadolu’ya geçti Musa Çelebi, bu muvaffakiyetlerine rağmen, Rumeli’deki beyleri tarafından, gün geçtikçe yalnız bırakılıyordu Çünkü onun, daha önce Emir Süleyman tarafında bulunan Üsküp Sancakbeyi Paşa Yiğit ve meşhur akıncı kumandanı Evrenos Bey'le diğer komutanlara karşı soğuk ve itimatsız davranışı, bu beyleri aleyhine çevirdiği gibi, bazı ehliyetsiz kimseleri iş başına getirmesi de memnuniyetsizliklere yol açmıştı Onun için bu beyler, el altından Çelebi Mehmed’e haberler göndermeye başladılar Rumeli’deki durumun, lehine döndüğünü anlayan Çelebi Mehmed, Dulkadirliler'den de yardım alarak, otuz bin kişilik bir kuvvetle tekrar Rumeli'ye geçti (1413) Çelebi Mehmed, Edirne’ye yaklaştıkça Rumeli beylerinin kuvvetleri, ordusuna ekleniyordu Bu defa Mehmed Çelebi’ye karşı koyamayacağını anlayan Musa Çelebi, Bulgaristan’a çekildi Yanında Beylerbeyi Mihaloğlu Mehmed Beyle Umur Bey'den başka büyük beylerden kimse kalmamıştı Vize tarafında, Musa Çelebi’nin öncü kuvvetleri mağlup edildi İki ordu, Filibe yakınında karşı karşıya geldi ise de, Mehmed Çelebi, müttefiklerin tamamını beklediğinden geri çekildi Nihayet Paşa Yiğit, Barak Bey, Tırhala Beyi Sinan Bey ile Evrenos Bey’in de kendisine katılmasıyla, Tuna’ya doğru çekilmekte olan Musa Çelebi’nin karşısına geçtiler Sofya’nın güneyinde Çamurlu Derbend denilen mevkide meydana gelen muharebede Musa Çelebi, fevkalâde cesaretle harp etti ise de, zaten az olan kuvvetleri dağıldılar Yaralı olarak kaçan Musa Çelebi, bir bataklığa düştü ve yakalanarak öldürüldü Cenazesini Bursa’ya göndererek, babasının yanına defnettiler Musa Çelebi’nin Rumeli’de hükümdarlığı, üç seneden azdır Artık Mehmed Çelebi, Osmanlı Devleti'nin başında yalnız kalmıştı Böylece Fetret Devri denilen ve hemen hemen on bir yıl süren kardeşler mücadelesi bitmiş, parçalanan birlik yeniden sağlanmıştı Çelebi Mehmed, tahta geçtiğinde yirmi dört yaşında bulunuyordu Her şeye rağmen, Osmanlı Devleti'nin prestiji ve gücü, Fetret devrinde de kendisini gösterdi İstanbul, Yıldırım Bayezid devrinden daha şiddetli bir biçimde muhasara edildi Bu arada diğer Anadolu Beylikleri ise, Timur sayesinde varlıklarına kavuştular Ancak her biri, bu güçlü Osmanlı Şehzadesinin tarafını tutarak varlıklarını sürdürmeye çalıştılar |
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik) |
06-27-2012 | #7 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik)G Gedik Gidiş Alayı Gureba (Garipler Gedik Osmanlılar zamanında esnaf ve sanatkârlar arasında yardımlaşma ve dayanışmayı sağlamak, kalite kontrolü yapmak ve esnaf içinde tekelleşmeyi önlemek için kurulmuş olan sistem veya bu sistem içinde kazanılan çalışma yetkisi Gedik sistemi, günümüzdeki ticaret ve sanayi odalarının vazifesini görmekteydi Bu sistem, insan gücüne dayanan ve 3-5 kişi çalıştıran işyerleri hâlinde faaliyet gösteren Osmanlı sanayiinin ve Osmanlı ülkesinin ekonomik ve siyasî hayatı içinde önemli yer tutmaktaydı Esnaf ve sanatkârlar arasında kuvvetli bir dayanışma mevcuttu Fakirlere yardım edilmekte, yeni işyeri açanlara sermaye verilmekte, âlet ve edevat yardımı yapılmakta, esnaf mensupları özellikle çıraklar için tertip edilen meslek kursları finanse edilmekteydi Bu durumuyla belirli bir hayat seviyesinde bulunan esnaf, toplumun tam manasıyla bir orta sınıfını teşkil etmekteydi Osmanlı şehirlerinde ticaret ve sanatla uğraşmak, belli şartlara ve kaidelere bağlanmıştı Kişiler, istedikleri ticaret ve sanat mesleğine hemen giremezler, istedikleri yerde ve biçimde çalışamazlardı Her esnaflık ve sanatkârlık dalı, kendi içinde teşkilâtlanmıştı Bu teşkilatlara “lonca” denirdi Her loncanın kendine has gelenekleri ve kaideleri vardı Bunlara titizlikle uyulurdu Loncaya çırak olarak girilir, belli zamanlarda verilen imtihanlardan sonra dükkân veya sanat sahibi olunurdu Loncaya girip belli bir müddet sonra usta veya dükkân sahibi olmak yetmezdi Özellikle büyük şehirlerde plansız şehirleşmeyi önlemek, şehirler ve bölgeler arası dengesizliklere mani olmak için belli mesleklerde çalışacakların ve iş yerlerinin sayısı dondurulmuştu Bu sebeple meslek sahiplerinin, gerekli çalışma yetkisine ve yerine sahip olmaları gerekirdi Bu yetkiye “gedik”, bunu sağlayan sisteme de “gedik sistemi” denirdi Memurların kadro sistemine benzeyen bu sistemde, ihtiyaç duyuldukça yeni gedik kadroları ihdas edilir, böylece, ticaret, sanayi, ziraat ve hizmet sektörleri arasındaki dengenin korunması sağlanırdı Gerçekten halkın ihtiyacı sebebiyle kendiliğinden açılan dükkanlar ve işyerleri kapatılmaz, bunlar gedik sisteminin içine alınarak kontrol edilirdi Hem mal ve hizmet kontrolü sağlanmış olur, hem de fiyatların fahiş bir şekilde artması önlenirdi Hepsinden daha önemlisi, iş ve çalışma ahlâkı sağlanırdı Esnaf ve sanatkârın, birbirlerinin üretim ve satış sahalarına taşmaları yasaktı Ancak halkın menfaati söz konusu olunca, böyle uygulamalara izin verilirdi Esnafın çalışma alanlarının belirlenmesi, hem haksız rekabeti hem de işsizliği önlemede önemli bir tedbirdi Gedik sistemiyle iş ve ticaret ahlâkına sahip olmayan, hileli mal üreten, ticarette karaborsacılık yapan veya piyasa fiyatının üzerinde fahiş fiyatla mal satan kimseler, halka ve maliyeye zarar verdikleri için teşkilattan ihraç edilirlerdi 17 yüzyıldan itibaren lonca teşkilâtının sisteminde meydana gelen bazı gevşeklikler sebebiyle, sanatkâr kesiminde dağılmalar oldu Kendileri için tahsis edilen toplu alış veriş yerlerini bırakan esnaf, semtlerde yeni iş yerleri açtı Bu husus, entegre çalışma sisteminin ve kalite denetiminin giderek ortadan kalkması gibi olumsuz neticeler doğurdu 1727 senesinde getirilen gedik hakkıyla, hizmetin veya zanaatın başkalarınca yapılması yasaklandı Önce “müstekar gedik” ve “havâî gedik” biçiminde iki uygulama getirildi Müstakar gedik; dükkân, mağaza, atölye gibi sabit bir işyerine veya tezgâha bağlı işleri; havâî gedik ise balıkçılık, börekçilik, suculuk gibi seyyar satıcılıkları ifade ediyordu Havâî gedik hakkı her yerde kullanılabildiği halde, müstakar gedikte yer değiştirmek yasaktı Havâî gedik, kişiye bağlı bir hak doğururdu Müstakar gedik ise, bir ticaret veya zanaatı belli bir yerde yapmak hakkı doğururdu Bu hak, aynî bir hak olup taşınmaz mala bağlıydı Gedik sisteminin kurulmasından bir müddet sonra müstakar gedik özelliğindeki işyerlerinde, ayrıca, bir üst veya asma kat bölünerek buralarda da havâî gedik adı altında ikinci işyerleri açılmasına izin verildi 18 yüzyılın ikinci yarısında gedik sisteminin şümûlü (kapsamı) genişledi Her işyerine “gedik” adı verilen bir alâmet asılması şartı getirildi Bazı gediklerin sayısı hiç değişmediği halde, sayı sınırlaması olmayan kunduracılık, belli şartları yerine getiren her kalfaya açık tutuldu Boşalan gedikler için, bedel-i muaccele (peşin bedel) ödenmesi şartıyla berat verilirdi Ölen ustanın gediği yetişmiş bir kalfaya devredilirken, vârislerine tezgâhın araç-gereç bedeli olarak, ustalık hakkı ödenirdi Ayrıca gediğe tahsis edilmiş olan işyerinin mülk sahibine de kira bedeli verilirdi Mülk sahibinin, ustayı çıkarma veya işyerini başka bir gayeyle kullanma yetkisi yoktu Müstakar gediklerde “âyan-ı kâime” (ocak ve tezgâh), âyan-ı menkûle” (araç ve gereç) olmak üzere iki çeşit alâmet vardı Gedikler, devlet adına ihtisab ağası tarafından denetlenirdi Meslekî denetim ise, esnaf kethüdası ve ustabaşılarca yapılırdı Gedik kayıtları ihtisab nezaretinde tutulurdu Sultan Üçüncü Selim Han, gedik sisteminde bazı düzenlemeler yaptı Mecburî ihtiyaçları karşılayan işleri, gedik sistemi içinde tutmak için bir nizamname çıkardı Sultan İkinci Mahmud Han, gedik kapsamını genişleterek, kurduğu vakıflara kaynak bulmak düşüncesiyle yeni gedikler kurdu Birçok mülk gedikler, vakıf gediğe dönüştürüldü Bunlara nizamlı gedik adı verildi İstanbul’da ve taşrada bulunan han odaları, hamamlar, mahzenler, mağazalar, gedik konumu kazanırken han ağası, odabaşı, sakabaşı, sokakbaşı, tablakâr, muhallebici gibi kişilerle, dalyan, pazar kayığı, piyade kayığı işletenlere de gedik senetleri satıldı On dokuzuncu yüzyılın başında, başlıca gedik türleri; muhder (çarşı ve sokak köşelerindeki iğreti işyerleri), müstakar, müstahlas (yanmış, yıkılmış işyeri), tabla (tabla koyma hakkı), vakıf ve havâî idi Gedik sistemi, Osmanlı toplum yapısında çok faydalı hizmetler gördü Ancak idarî, siyasî, ekonomik ve adlî bakımdan Avrupaî tarzda düzenlemelerin yapıldığı Tanzimat döneminde gedik sisteminde de değişikliğe gidildi 1860’ta çıkarılan bir kanunla gedik sisteminin sınırlı bir alanda tutulması ve serbest piyasa şartlarına geçilmesi için bir irade ve buna bağlı bir nizamnâme çıkarıldı Bununla önce menkul gedikler kaldırıldı Uzun yıllar, belli bir teşkilât içinde yaşamaya alışmış olan esnaf arasında, çözülme başladı Ekonomik ve sosyal hayat, gittikçe bozuldu Bu duruma daha fazla dayanamayan Tanzimatçılar, yarı resmî mahiyette bir teşkilât olan Islâh-ı Sanâyî Komisyonunun kurulmasını kararlaştırdılar Komisyonun kuruluş ve çalışmalarını belirleyen on bir maddelik bir nizamnâme hazırlandı Yapılan bu düzenlemeler, Lonca Teşkilâtının ve gedik sisteminin yerini dolduramadığı için, esnaf ve sanatkâr kesimi, kendi hâline hareket etmeye başladı Daha sonra Nâfia Dairesi ile Ticaret ve Ziraat Meclisi kurularak, gedik sisteminin vazifesi yürütülmeye çalışıldı Ancak, zamanın siyasî ve ekonomik istikrarsızlığı sebebiyle, istenen netice elde edilemedi Tezgâha ve dükkâna bağlı gedikler ise, 16 Şubat 1913’te çıkarılan bir kanunla yasaklandı Gidiş Alayı Padişahların saray dışındaki gezintileri münasebetiyle tertip edilen alaylar hakkında kullanılan bir tabir Padişah, muhafız ve saraylılardan meydana gelen bir kalabalıkla herhangi bir yere gittikleri için bu isim verilirdi Padişahlar; resmî ve belli günler dışında, şehir içi veya haricinde gayri resmî olarak bir tarafa gittikleri zaman, geçit yerlerine asker dizmek ve halka ilan etmek âdet değildi Bu durum, oldukça sade bir şekilde olup, sadece görevli bulunan hizmetliler padişaha refakat ederdi Yolda halktan birisi atın önüne yatar, yahut yolun bir noktasından yüksek sesle hâlinden şikâyetçi olursa ve gerçekten adam fakirse, kâfi miktarda para ve hediyeler verilerek gönlü alınırdı Bu gibi müracaatlara mahal kalmaması için padişahların gidişleri mümkün mertebe gizli tutulurdu Teşrîf-i hümâyûn (padişah gezisi) biraz resmîce olursa, çavuş ve çizmeciden başka, yeniçeri ağası, kapıcıbaşı, mîr-i alem, mirahur, çavuşbaşı ile üzengi ağaları da bulunurdu Gidilen yerde gecelenecek ve çadırda kalınacak ise aşçıbaşı ve çadırları kurup kaldıracak görevliler ve mehter takımı, erzak ve malzeme taşıyan atlar ve esterler (katır) de götürülürdü Ava çıkışlarda ise avla ilgili olan, samsoncu, zağarcı, doğancı gibi ağalar da bulunurdu Padişahların gittikleri yerlerde bazen pehlivan güreşleri ve at koşuları gibi oyunlar düzenlenip seyredilirdi Sultan Birinci Ahmed Han, Kandilli Bahçesine giderek orada kayık yarışları tertip ettirip seyrederdi Resmî olmayan gidişlerde otağın önüne tuğ dikilmez, mehter götürülmezdi Kayıkla gidişlerde padişahın dümenini bostancıbaşı tutardı Kayıkla gidişlerin en parlak merasimleri, Lâle Devri'nde yapılmıştır Bu merasimleri şairler, kasidelerinde en güzel şekilde terennüm etmişlerdir Tanzimat'tan sonra hususî gidişlerin bir kısmı at, bir kısmı araba, bazen da kayıkla yapılırdı Sarayda padişahın gidiş işlerini düzenleyen bir “gidiş müdürü” vardı Gureba (Gurebâ, Garipler) Osmanlı ordu teşkilâtında, kapıkulu süvarisini teşkil eden altı bölükten, Gurebâ-i Yemin ve Yesar bölüklerinin adı Gureba, garip kelimesinin çoğulu olup, “yabancı, kimsesiz, misafir” manâsındadır Gureba bölüklerine Galata, İbrahimpaşa ve Edirne saraylarından çıkan acemiler, savaşta yararlık gösteren Arap ve Acem gibi yabancılar ve yeni Müslüman olmuş gençler alınırdı “Aşağı Bölükler” veya “Garib Yiğit Bölükleri” diye de anılan bu birlikler, Sağ Garibler (Gurebâ-i Yemin) ve Sol Garibler (Gurebâ-i Yesar) adlarıyla ikiye ayrılırdı Sefer esnasındaki yürüyüşlerde sağ garibler sağ ulûfecilerin sağında; sol garibler, sol ulûfecilerin solunda giderlerdi Muharebede ise, sağ garibler, padişahın sağındaki sancağın dibinde, sol garibler, sol alem dibinde bulunurlardı Sefer esnasında, merkez kolunda her gece otağ ve ağırlıkları koruyan gurebâ bölüklerinin, savaş sırasındaki en önemli vazifeleri ise, Sancak-ı şerîfin korunması idi Gurebâ-ı Yemînin bayrakları sarı ile beyaz; Gurebâ-i Yesarınkiler ise, yeşil ile beyazdı İki bölüğün de silahları bir pala, bir mızrak ile eğerin başına asılı, “Gaddare” adı verilen kılıçtı Osmanlı başkentinde kışlaları yoktu İstanbul, Edirne ve Bursa etrafındaki köy ve kasabalara yerleştirilmişlerdi İstanbul’da bulunanlar, evli ise evlerinde, değilse hanlarda ikamet ederlerdi On altıncı yüzyılda Gurebâ bölüklerinin mevcudu 1000 ve 1500 nefer arasında değişiyordu On yedinci yüzyılda ise, sağ garibler 410, sol garibler ise 312 mevcutlu idi Her iki bölük, hükümdarın bizzat katıldığı savaşlara katılırlardı Gurebâ-i Yemin ve Yesar’ın ayrı ayrı ağası, kethüda, kethüda yeri, kâtip, kalfa adlarıyla anılan büyük ve başçavuş, çavuş rütbelileri vardı Maaşları kıdem ve ehliyete göre olup, veziriâzamın huzurunda dağıtılırdı İki bölük de, Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra 1826 tarihinde, gümrükten bir miktar maaş bağlanarak emekli edilip, tarihe karıştılar |
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik) |
06-27-2012 | #8 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik)H Hâcegân Hakan Han Harbiye Nazırı Haremeyn Has Haseki Hatt-ı Hümâyun Hidiv Hil'at Hâcegân Osmanlılar zamanında devlet dairelerindeki yazı işlerinin başında veya defterdarlık, nişancılık gibi vazifelerde bulunanlara verilen sivil bir rütbe Hâcegân yerine, “Hâcegân-ı Dîvân-ı Hümâyûn” da denilirdi Hâcegânlığın, Osmanlı Devleti'nde ne zaman kurulduğuna dair kesin bir bilgi olmamakla beraber, Fatih Kanunnamesi’nde hâcegânların rütbesinin belirtilmesi, bu memuriyetin önceleri de varlığına işaret etmektedir Önceleri sayıları az olmakla beraber, zamanla duyulan ihtiyaç üzerine artmış, Sultan Üçüncü Ahmed devrinde yirmiyi bulmuştur İlk zamanlar yalnızca dîvândaki daire şeflerine bu unvan verilirken, sonradan bu unvanın daha geniş şekilde kullanıldığı görülür Gerçekten 18 asırdan itibaren devlet merkezi dışındaki bazı hizmet sahiplerine ve vezirlerin maiyetindeki “Dîvân Efendisi” denilen memurlara da hâcegân unvanı verilmiştir On sekizinci asırda hâcegân rütbesini haiz memurlar şunlardı: Şıkk-ı Evvel, Şıkk-ı Sânî, Şıkk-ı Sâlis Defterdarları; Nişancı, Defter Emîni, Reisül Küttâb, Büyük ve Küçük Tezkireci, Rûznâmeci-i Evvel, Beylikçi, Baş Muhasebeci, Mektupçu, Şehremini, Tersane, Darbhâne, Matbah ve Arpa Eminleri; Teşrifâtçı, Anadolu Muhasebecisi, Atlı Muhasebecisi, Yeniçeri Kâtibi, Sipahi Kâtibi, Silahtar Kâtibi, Cizye Muhasebecisi, Maliye Tarihçisi, Maliye Tezkirecisi, Büyük ve Küçük Rûznameciler, Piyade Muhasebecisi, Dîvân Çavuşları, Cebeciler Kâtibi, Küçük Evkaf, Kalyonlar Kâtibi, Garibler Kâtibi, Tophane Nazırı, Baş Muhasebe Kesedârı, İstanbul ve Selânik Baruthaneleri Nazırı, Sergi Nazırı, Sadrazam Kethüdâsı ve Çavuşbaşı On dokuzuncu asrın başında maliyeden bazı Mukâtaa Memurları ile Enderûn ve Bîrûn Kâtibi Eminleri ve Asâkîr-i Mansûre Ordusu Nâzırı da, hâcegân sınıfına dâhil edilmiştir Bir senelik müddetle tayin edilen hâcegânların tayinleri Şevval ayı içinde yapılırdı Vazifede kalanlara, derecelerine göre hediyeler verilirdi Hacegânlığa tayin şu sıra ile olurdu: Sadrazam, tevcihat listesini padişaha arz eder ve Hatt-ı hümâyûn ile tasdik alındıktan sonra, tayini yapılan şahıslara, özel merasimle memuriyet beratları verilirdi Sadrazam, ordunun başında serdar-ı ekremlikle İstanbul dışına çıktığında, kendisine mensup hâcegânlarla, diğer hâcegân da mühim defterlerle sefere katılırlardı Bunların yerine İstanbul’da birer vekil kalır ve işleri yürütürlerdi Asılları dönünce, bunların vazifeleri son bulurdu On sekizinci asırda hâcegânlık unvanı dört sınıf olarak mütalaa olunurdu Birinci sınıf, Üç defterdar ile Nişancı, Reisül Küttab ve Defter Emini; ikinci sınıf, Maliyeden Büyük Rûznameci, Baş Muhasebeci ve Anadolu Muhasebecisi; üçüncü sınıf, Tersane Emini, Şehremini, Darbhane Emini, Arpa Emini ve Masraf-ı Şehriyarî Emini; dördüncü sınıf ise, Maliye Dairesinin Kalem âmirleri, dört piyade ve dört mukabelecileri, Kalyonlar Kâtibi, Tersane Ambarı Emîni, Tersane Ambarı Nâzırı, Tersane Reisi, Tophane Nazırı, Sergi Nazırı, Enderûn Kâğıt Emini, Bîrûn Kâğıt Emini Hâcegânlıktan vezirliğe terfi edilebildiği için, hâcegânlık mühim bir rütbeydi Sultan İkinci Mahmud Han devrinde yapılan yenilikler esnasında, önceleri bir unvan olan hâcegânlık, rütbe olarak telakki edilmiş ve bunlara mahsus nişanla, resmî günlerde giyecekleri elbise tayin olunmuş ve Hâcegân-ı Divân-ı Hümâyûn tabiri, böylelikle tarihe karışmıştır Hakan Eski Türk ve Moğol imparatorlarına verilen unvan Osmanlı padişahları hakkında hürmet için kullanılan unvanlardan biri Eski Türk devletlerinde büyük han veya hanlar hanı karşılığı olarak kullanılır, bazen imparator anlamına gelirdi Avrupa dillerinde imparator, kayser; Fars dillerinde padişah, hükümdar; Arap dilinde sultan, melik sözlerinin karşılığıdır Eski Türkçe kağan sözünden türemiştir Türk, Moğol ve Tatar hanları, Çin İmparatorlarına galip gelip müstakil olunca hakan unvanını kullanırlardı İslâmiyet'in kabulünden evvel hakanlık, Türkler için çok ulvî bir mevki idi Türkler, hakanlarını, inandıkları tanrının yeryüzünde vekili, bütün milletin öz babası, büyük velînimet sayarlardı Hakanın huzuruna çıkan eğilir, huzurlarında asla yüzüne bakamazlar, hakan müsaade etmedikçe oturamazlardı Bu unvanın, Osmanlı Devleti'nde son padişaha kadar kullanılmasına devam edildi Han Eski Türklerde hükümdarlık unvanı Osmanlılar'da “padişah” manâsına gelmek üzere, han unvanı kullanılmıştır Han kelimesinin eski kullanılış şekli “hang” olup, en çok kullanılan manâsı, Farsça'da “şah” kelimesinin karşılığıdır Eski Türklerin, kendilerine büyük görünen her şeye “han” unvanını verdikleri Orhan, Denizhan, Dağhan, Kamhan, Gökhan gibi kullandıkları isimlerden anlaşılmaktadır Kaşgarlı Mahmud, Dîvânü Lügât-it-Türk’ünde Uygur oymaklarının “kan” şeklinde kullandığını yazıyor Zamanla, Oğuz Türkçesi'nde kaf’ın ha’ya dönüştüğünü belirtiyor Bu durum katûn=hatun, kangı=hangi gibi kelimelerde de görülür Türklerde, Müslüman devletlerden ilk defa Karahanlılar, paralarında “Han” tabirini kullandılar Selçuklular ve Harezmşahlar'da han, asilliğin en yüksek ifadesiydi Moğollarda da Cengiz Han ve haleflerince kullanılan han tabiri, eski Bozkır şehirlerinin isimlerinde de (Hanbalık ve Purshan gibi) geçerdi Orta Asya’da Hive Hanlığı, Buhara Hanlığı gibi küçük Türk devletlerinin hükümdarları ile Delhi Türk İmparatorluğunda hükümdar, vezir ile ileri gelen devlet adamları bu unvanı kullanmışlardır Osmanlı padişahları ise, Çelebi Sultan Mehmed’den itibaren, devletin yıkılışına kadar, diğer hükümdarlık unvanlarının yanında “Han” tabirini de kullandılar Osmanlılarda bu unvan, ayrıca Kırım giraylarına da veriliyordu Harbiye Nazırı Askerlik işleriyle alâkalı dairenin başı “Millî Müdafaa Vekili” ve şimdi de “Millî Savunma Bakanı” isimleriyle karşılanan bu unvan, Osmanlı hükümetine 1908 Temmuzunda kurulan Said Paşa kabinesiyle girmiştir Ondan evvel bu görevi yapana “Serasker” denilirdi İlk Harbiye Nazırı Ömer Rüşdü Paşadır Harbiye Nazırlığına (Nezaretine), askerliğin en yüksek rütbesi olan müşirler (orgeneral) tayin olurlarken, 1908 inkılabından sonra, feriklerden (korgenerallerden) Harbiye Nazırı olanlar olduğu gibi, orduyu gençleştirmek fikriyle bir aralık rütbesi mirliva olan Enver Paşa, bu göreve getirilmiştir Harbiye Nazırının başında bulunduğu daireye “Harbiye Nezareti” denilirdi Harbiye Nazırlığı, Osmanlı Devleti'nin sonuna kadar devam etmiştir Haremeyn Kendisine “Seyyidü’l-Harameyn (Haremeyn’in Efendisi)” diye iltifat edilince; “Ben Seyyidü’l-Haremeyn değil, Hâdimü’l-Haremeynim (Haremeyn’in hizmetçisiyim)” diyen Yavuz Sultan Selim Han zamanında, Osmanlı hakimiyetine giren Haremeyn’e (Mekke ve Medine), Osmanlı sultanlarının hepsi, büyük hizmetlerde bulundular Mekke ve Medine’nin imarıyla, buralardaki mukaddes makamların korunması için “Haremeyn Evkafı” adı verilen bir vakıf teşkilâtı ve Haremeyn Evkafı Nezareti kurdular Bu teşkilâtı, 1586 senesine kadar kapıağaları idare etti 1586 senesinden sonra Darü’s-Saâde Ağasının idare ettiği Haremeyn Evkafı Nezaretinin gelirleri, devamlı arttı Elde edilen bu gelirlerle Haremeyn’deki cami, mescit ve medrese gibi hayır kurumlarının inşası ve tamiri yapıldı Ayrıca Haremeyn’de bulunan fakir kimselerin ihtiyaçları karşılandı Haremeyn Evkafının gelirleri, 18 yüzyılda 1300000 kuruş, giderleri 1250000 kuruşa ulaştı Bu kuruluşun, Haremeyn Hazinesi adı verilen bütçesinin hesaplarını Haremeyn Muhasebeciliği, denetimini Haremeyn Müfettişliği yaptı Gelir kaynaklarını Haremeyn Mukataacılığı işletti Haremeyn Evkafının düzenli gelirleri dışında, saray mensuplarından mirasçı bırakmadan ölenlerin mal varlığı, Haremeyn Evkafına kalır, sivil ve asker vazifelilerin aylıklarının 25 liranın üstündeki tutarının yüzde 10’u Haremeyn İkramiyesi adıyla maliyece kesilerek hazineye aktarılırdı 1826 senesinde Evkaf-ı Hümâyun nezareti kurulunca, Haremeyn Nezareti bu kuruluşa bağlanmaksızın idare edildi 1834 senesinde, Haremeyn işleri için, bir müdürlük kuruldu Daha sonra bu vazife Haremeyn Evkafı Nezaretince yürütüldü 1838’de Haremeyn Evkafı Nezareti kaldırılarak, Haremeyn Evkafıyla ilgili hizmetler Evkaf Nezareti tarafından yürütüldü Osmanlılar zamanında Haremeyn’le ilgili vakıflar kurularak gelirleriyle Haremeyn’e hizmet götürüldüğü gibi, her yıl hac mevsiminde düzenlenen Surre Alaylarıyla, devlet adamlarının ihsanları ve halkın hediyeleri Haremeyn’e gönderildi Bu ihsan ve hediyelerle, Haremeyn’deki eserler tamir edildi, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçları giderildi Ayrıca Mekke ve Medîne’de vazife yapan ilmiye sınıfı mensuplarına veya diğer devlet vazifelilerine, başka yerlerde çalışanlara göre, daha yüksek derece veya pâyeler verildi Osmanlı Devleti'nin yıkılmasından sonra Suudoğullarının idaresine geçen Haremeyn’de, çevre düzenlemesi ve genişletme bahanesiyle yapılan çalışmalar sırasında, pekçok Osmanlı eseri yıkılmıştır İngilizlerin geleneksel İslâm ve Osmanlı düşmanlığı sebebiyle yaptıkları telkinler neticesinde, asırlar boyunca Haremeyn’de meydana getirilen Osmanlı eserleri tahrip edilerek yok edildiğinden, bunlardan günümüze pek azı kalmıştır Has Osmanlı Devleti toprak rejiminde, yıllık geliri 100000 akçeden fazla olan dirlikler için kullanılan tabir Bu tabire, Harezmşahlar, Memlûklar ve Anadolu Selçuklu Devleti'nde de rastlanır Osmanlılarda yeni fethedilen yerlerin tahriri yapılırken arazi; timar, zeamet ve has olarak üç kısma ayrılırdı Fatih Kanunnamesi’ne göre yıllık vergi geliri 100000 akçeyi geçen mîrî topraklar, has statüsündeydi Bu arazilerden padişaha ayrılanlar için “Hass-ı Hümâyûn” tabiri kullanılırdı Hass-ı Hümâyûn gelirinin bir kısmı devlet hazinesine girerken, bir kısmı ise padişaha ait olurdu Valide ve hanım sultanlar ile padişahların kızlarına ve kızkardeşlerine ait olan haslara “paşmaklık” denilirdi Beylerbeyi, sancakbeyleri ve vezirlere tahsis olunan haslara ise “havâss-ı vüzerâ” adı verilirdi Bu hasların yıllık gelirleri, bir milyonla bir buçuk milyon akçe arasında değişirdi Has sahiplerinin vergilerini toplamak üzere, “voyvoda” denilen görevliler tayin edilir, bunlar haraççılar ve cizyedârlarla birlikte has gelirlerini tahsil ederlerdi Has sahibi, arazisini kullanan köylü iyi işleyemezse, elinden alıp başkasına verebilirdi Sefer vukuunda, bütün has sahibi paşalar ve sancak beyleri, hassının miktarına göre, Anadolu’da her 3000 akçesi için, Rumeli’nde 5000 akçesi için, tam teçhizatlı ve savaşmaya kadir bir atlı askeri savaşa götürmeye mecburdular Sulh zamanında bu paşaların ve sancak beylerinin maiyetinde, “daire halkı” denilen bir kısım kuvvet bulunurdu Bunlar, çevrelerinde asayişi temin ederlerdi Kısaca jandarma ve polis görevini yerine getirirlerdi Has, zeamet ve timar arasındaki tek fark şuydu: Has, memuriyetin bitmesiyle sahibinin elinden alınır, fakat zeamet ve timar, evlâda intikal edebilirdi Diğer hukukî menfaatler bakımından, haslarla zeamet ve timarın bir farklılığı yoktur Haseki (Hasekiler) Hükümdarların hizmetinde bulunan şahıslara verilen isim Saray teşkilâtında haseki ismi verilen zümre, İslâm devletleri içinde yalnızca Memlûk ve Osmanlılar'da mevcuttu Memlûklar'da sultanın birinci derecede kölelerinden teşkil edilen bu zümreye “el-cemâat’il-hasekiyye” ismi verilmişti Hükümdarların her bulunduğu yere giderlerdi Bunlar, emirliğe namzet olup, sayıları ilk zamanlar 20’yi geçmezken sonradan 1000’i aşmıştır Hasekiler maaşlarından başka, sultandan hediye alırlar, diğer hizmetkârlardan farklı olarak, sırmalı elbise giyerler ve kılıç taşırlardı Ayrıca yaptıkları hizmetler bakımından, Osmanlı saray teşkilâtı içinde has oda gılmanlarına benzerlerdi Osmanlı devlet teşkilâtında üç grup haseki vardı Bunlar; harem-i hümâyûndaki kadınlardan, bostancı ocağından ve yeniçeri ortalarından alınırlardı Harem-i hümâyûnda padişahın yakın hizmetindeki kadınlara “hünkâr hasekisi” denilirdi Hünkâr hasekilerinden eğer erkek çocuğu doğan olursa, bunlar Haseki Sultan ismini alırlardı Hasekilerden en seçkinine Kadın Efendi unvanı verilirdi On sekizinci asırda sayısı 300’ü bulan, küçük bostancı zâbiti rütbesinde ve haseki ismi verilen bir sınıf mevcuttu Bunlar, kırmızı çuhadan elbise giyerler, bellerinde “gaddâre” denilen gümüşlü bıçak taşırlar, yaka ve kemerleri ile diğer bostancılardan ayırt edilirlerdi Bostancılardan haseki tâyin edildiği zaman merasim yapılır, asası verilir, o da kendi eliyle kurban keserdi Bostancı hasekilerinin 60’ı, padişahın gerilerinde (yanında) bulunurdu Paşa kapısı ile saray arasında telhiscilik yaparlar, ayrıca sadrazamın yanında daimî bostancı hasekisi bulunurdu Padişah, kayıkla gezintiye çıktığında, kayığın baş tarafında haseki ağa otururdu İstanbul’dan taşraya gidecek gizli haberleri, bostancı hasekileri götürürlerdi Hasekiler, merasimlerde başlarına mahturî külah, arkalarına kırmızı çuhadan dolama (kaput) ve bellerine “gaddâre” denilen hançer sokarlardı Merasim haricinde, başlarına barata isimli kırmızı külâh giyerlerdi Bostancı hasekilerinin on ikisi “tebdil hasekisi” ismini alır ve padişah, tebdîl-i kıyafet ederek saray dışına çıktığında beraberinde bulunurdu Bostancı hasekileri, 1829’da kaldırıldı ve ihtiyarları emekli edilip, gençleri rikâb-ı hümâyûn hademesi olacak şekilde talim ve terbiye edildi Yeniçeri hasekileri: Ocağın 14, 49, 66 ve 67 ortalarına mensup yeniçerilere verilen isimdir Aynı zamanda bu ortalara “haseki ortaları” adı verilirdi Bu orta mensupları, yeniçeriler arasında ağa unvanını haiz itibarlı askerlerdi Fatih Sultan Mehmed Han (1451-1481) devrinde kurulan yeniçeri hasekiliğinin vazifeleri şunlardı: Padişahla ava giderler ve av köpeği beslerlerdi Padişah, saray dışına çıktığında, dört haseki kumandanı, padişahın atının, ikisi sağında, ikisi solunda dururlardı Haseki ortalarının en kıdemli kumandanına, baş haseki denir ve terfi ettiğinde “turnacıbaşı” olurdu Haseki bölükleri, yaya ve atlı olmak üzere iki sınıftı Hattı Hümayun (Hatt-ı Hümâyün) Osmanlılarda, padişahlar tarafından herhangi bir iş için çıkarılan yazılı emir Hatt-ı Şehriyâri ve Hatt-ı şerîf de denilirdi Hat, Arapça yazı demektir Hatları, padişahlar kendi el yazıları ile yazdıkları gibi, uzun olup da mabeyn kâtipleri tarafından yazılanlar da vardı Her ne suretle olursa olsun, padişah namına çıkarılan emirlerde hünkârın imzası bulunurdu Osmanlı tarihinde, padişahların bu yol ile emir vermeleri usulü, Sultan Üçüncü Murad Han zamanında başladı Sultan Üçüncü Murad Han devrine kadar (1574-1595), vezir veya kazaskerlerin, padişahların huzuruna kabul olundukları arz günlerinde, sadrazamlar tarafından kendilerine arz edilen meseleler hakkında padişahlar, “olsun” veya “olmasın” diye, şifahen, düşündüklerini söylerler; sadrazamlar bunu kâğıtlara işaret ederek gerekeni yaparlardı Sultan Üçüncü Murad Han, hükümdar olduktan sonra, hatt-ı hümâyunu bizzat kendisi yazdı Osmanlı sultanlarının dört çeşit hatt-ı hümâyunları olurdu: 1) Enderûn-ı Hümâyun nakil ve tayinleri ile Enderun’dan dışarı bir hizmet verilme hakkındaki yazılar 2) Herhangi bir mesele hakkında veziriâzamların arzlarına karşı, bizzat padişah tarafından yazılan mütalaa, 3) Herhangi bir mesele hakkında padişahın, veziriâzama doğrudan doğruya emir vermesi veya kendisinden bir mütalaa istemesi, 4) Ehemmiyetli bir iş için dîvân-ı hümâyundan çıkmış, tuğralı fermanın üstüne padişah tarafından yazılan hatt-ı hümâyun Bu hatt-ı hümâyunlu fermanlar, en geçerli fermanlardı Kendisine gönderilenler için, en büyük iltifat sayılırdı Padişahların hatt-ı hümâyunları; tâlik, tâlik kırması, nesih ve rik’a ile yazıldığı halde, Sultan İkinci Mahmud’dan sonra yalnız rik’a ile yazılmıştır Osmanlı padişahları arasında, hatt-ı hümâyunları, yazı bakımından en güzel olan, Sultan Üçüncü Ahmed’dir Sultan Üçüncü Mehmed’in tâlik kırması yazısı, hem güzel, hem işlektir Sultan Abdülaziz Han’ın ve son padişahların yazıları, umumiyetle işlek ve okunaklıdır Sultan Beşinci Murad ile Sultan Vahideddin’in yazıları, diğerlerinden daha güzeldir Tanzimat'a kadar, hatt-ı hümâyunlar, reisül-küttâba (baş kâtibe) teslim edilirdi Her aya ait olan hatt-ı hümâyunlar, bir torbaya konulur ve üzerleri mühürlenirdi Sonra bunlar muhafaza altına alınır ve saklanırdı Günümüzde Topkapı Sarayı Arşivi ile Başbakanlık Osmanlı Arşivinde bulunmaktadır Hidiv Mısır'daki Osmanlı valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın torunu İsmail Paşa ve haleflerine verilen unvan Sadrazam hakkında da, hürmet ifadesi olarak kullanılırdı Hidiv; Arapça'da büyük vezir, baş vezir, hakim demektir Mısır valileri, sadaret pâyesini haiz oldukları için, bu unvan verilmişti Sadrazamlar hakkında "hidiv-i efham" kullanıldığı gibi, Mısır valilerine "Hidiv-i Mısr" da denilirdi Mısır valileri, 8 Haziran 1867'de İsmail Paşanın Sultan Abdülaziz Han'dan aldığı fermana dayanarak, 1914'e kadar bu unvanı taşıdılar Mısır hidivleri; İsmail Paşa ile oğlu Tevfik Paşa ve torunu İkinci Abbas Hilmi Paşa olmak üzere üç kişidir 19 Aralık 1914'de, Hidivlik son buldu Hidivin Osmanlı protokolündeki yeri, sadrazam ve şeyhülislâm ile eşit olmakla beraber, bu ikisinden sonra idi Hil'at (Hilat) Hükümdarların, taltif için bir kimseye verdikleri elbise Türk-İslâm devletlerinde çok eski olan bu âdet, Osmanlılarda da devam etti Hil'at verme, İslâm devletlerinde bulunan bir usuldür Bazı devletlerde, bir vazifeye tayin olunan kimselere, hükümdar veya ona vekâlet eden kimse tarafından, belirli bir merasim ile verilirdi Birçok İslâm devletlerinde, hil'at dokumak için özel imalâthaneler kurulmuştu Hil'at vermek, hükümdarların hakimiyet haklarından biriydi Vezirlerin veya valilerin hil'at vermeleri, ancak hükümdara vekâlet şeklinde olabilirdi Padişahların, vazifesi başındaki kimselere ihsan olmak üzere hil'at verdikleri de olurdu Kazanılan büyük zaferler, dinî bayramlar, düğünler, bu gibi ihsanlar için bir vesile sayılırdı İslâm dünyasında hil'at verme, Emevîlerden itibaren görülmektedir Bu âdet, birçok İslâm ve Türk devletlerinde ufak tefek farklarla devam etmiştir Osmanlılar'da hil'at, padişahlar tarafından sarayda, sadrazamlar tarafından da Bâbıâlî'de giydirilirdi Hil'at giydirme usulü, Sultan İkinci Mahmud tarafından kaldırıldı Ondan sonra padişahlar, taltif etmek istedikleri devlet erkânına, saat, altın tabaka, enfiye kutusu gibi hediyeler verdiler Hil'at, giyecek şahsın sıfat ve mevkiine göre değişirdi Vezirlere samur, seraser kaplı kürk, diğer erkân-ı devlete ise sade hil'at giydirilirdi |
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik) |
06-27-2012 | #9 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik)I, İ Islahat Fermânı İçoğlanı İkindi Dîvânı İrade-i Seniyye İzn-i Sefîne Islahat Fermanı Kırım Savaşının son yıllarında, Batılıların etkisiyle Sadrazam Âlî Paşa tarafından, gayrimüslimlere daha fazla hakların verilmesi için hazırlanıp, 1856’da yayınlanan ferman Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu (Tanzimat Fermanı) gibi, imparatorlukta yapılması kararlaştırılan yeni bir düzenin prensiplerini ve programını içine alır Bu ferman, esas olarak, Tanzimat hükümlerini tekrarlayan, onları açıklayan ve genişleten bir fermandır Kırım Savaşı'nı doğuran olaylar, Osmanlı Devleti içindeki Hıristiyan ahalinin imtiyazları (hakları) meselesine de bağlı olduğundan, barışı düzenleyen Paris Kongresi'nde bu mesele de ele alındı Nitekim İngiltere, Fransa ve Avusturya, daha Nisan 1855’te, Viyana’da, Kırım Savaşı sonrasında yapılacak antlaşmanın esaslarını görüşerek bazı kararlar almışlar ve 16 Aralık 1855’te bir antlaşmaya varmışlardı Bu kararlar dört madde olup, Avusturya imparatorunun ültimatomuyla Çar'a bildirildi Bu kararların dördüncü maddesi; “Osmanlı memleketlerinde bulunan Hıristiyan tebaanın hakları, padişahın istiklâl ve hakimiyetine asla dokunulmamak şartıyla tasdik olunacak, padişah bu hususta Rusya’nın muvafakatini gerektiren bir taahhütte bulunacak” idi Bu maddede de görüldüğü üzere Osmanlı ordusunun kazandığı zafer bile, gayrimüslimlere imtiyaz sebebi oluyordu Rusya, kurulacak Avusturya, Fransa, İngiltere ittifakı tehlikesi karşısında, bu kararları kabul etti Osmanlı hükümeti, kendi Hıristiyan tebaası ile ilgili maddenin, devletin iç işlerine karışma anlamına geleceğini bildirerek, 16 Aralık tarihli kararlar arasında yer almamasına çalıştıysa da başarılı olamadı Neticede, bu maddenin programlaştırılması için şu tezler ortaya atıldı: Rus tezi: “Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan Hıristiyanların hak ve imtiyazları, Avrupa devletlerinin müşterek garantileri altına alınmalıdır” İngiliz tezi: “Tam ölçüde bir din serbestliği ve hukuk eşitliği sağlanmalıdır” Fransız tezi: “Müslüman tebaa ile Hıristiyan tebaa arasında cemiyet, haklar, vergiler, millî eğitim ve devlet memurluklarına geçme bakımından sürüp gelen farklar, bir ferman ile kaldırılarak Gülhane Hattı’nda (Tanzimat Fermanı) işâret edilen tebaa eşitliği tam manasıyla geliştirilmelidir” Bâbıâlî, Rusya’nın teklifini, hükümranlık haklarına müdahale, İngiliz teklifini de İslâmiyet'i küçültücü gördüğü için, Fransız teklifini kabul etti Ayrıca, yapılacak Paris Konferansı'nda Rusların, gayrimüslimler konusunda bir istekleri ile karşılaşmak istemiyor du Fransız tezinin kabulü üzerine, bunun bir ferman hâline getirilmesi, Bâbıâlî’ye bırakıldı Âlî Paşa hükümeti tarafından ilan edilen bu fermanın hazırlanmasında, İngiliz ve Fransız elçileri de bulunmuştu Bu şekilde hazırlanan ferman, Paris Konferansından önce, 28 Şubat 1856’da Bâbıâlî’de Islahat Hatt-ı Hümâyûnu adıyla, devlet erkânı, şeyhülislâm, patrikler, hahambaşı ve cemaatlerin ileri gelenleri önünde okunarak ilan edildi Otuz beş maddeden meydana gelen fermanın getirdiği önemli hususlar, özetle şunlardı: 1 Tanzimat fermanı ile, değişik din ve mezheplerdeki bütün tebaaya verilen teminat, bu fermanla yenilendiğinden, bunların uygulaması için gerekli tedbirler alınacaktır 2 Müslümanlar ile Müslüman olmayanlar kanun önünde eşit olacaklardır 3 Patrikhanelerde yeni meclisler kurulacak ve bu meclislerin verecekleri kararlar, Bâbıâlî tarafından onaylandıktan sonra yürürlüğe girecektir 4 Patrikler, kayd-ı hayat şartıyla bu makama seçileceklerdir 5 Cemaatlerin, ruhanî reislerine verdikleri cevâiz (bahşişler, hediyeler) ve aidatlar, tamamıyla kaldırılarak hepsi maaşa bağlanacaktır 6 Şehir ve kasabalarda bulunan, azınlıklara ait kilise, manastır, mezarlık, okul ve hastane gibi yerlerin, tamir ve yeniden yapılmasına izin verilecektir 7 Hiç kimse, din değiştirmeye zorlanmayacaktır 8 Devlet hizmetlerine, askerlik görevine ve okullara, bütün tebaa, eşit olarak kabul edilecektir 9 Irk, din, dil farkı gözetilmeyecek ve hiçbir mezhep, diğerine üstün sayılmayacaktır 10 Bütün toplumlar, okul açabilecektir 11 Hangi uyruktan olursa olsun her vatandaşın eşit ve serbest şekilde ticarî ve ekonomik girişimlerde bulunması sağlanacaktır 12 Müslümanlar ile gayrimüslimler arasındaki davaları görmek üzere, karışık mahkemeler kurulacaktır 13 Yabancı devlet ile yapılacak antlaşmalar gereğince, yabancılar da Osmanlı Devleti sınırları içerisinde mülk sahibi olabileceklerdir 14 Her cemaatin ruhanî reisiyle, devlet tarafından bir sene müddetle tayin edilecek birer memuru, bütün tebaayı ilgilendiren meselelerde Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye müzakerelerine iştirak ettirilecektir Islahat Fermanı da, maddelerinden anlaşılacağı üzere, Tanzimat Fermanı gibi, Osmanlı İmparatorluğu içerisindeki gayrimüslimleri, özellikle Hıristiyanları, Müslümanlarla aynı haklara kavuşturmayı esas almıştır Bu iki fermanın görünürdeki gayeleri, bütün Osmanlı toplumunu; ırk, din ve dil ayrımı gözetmeden kaynaştırmayı sağlamak idiyse de tatbiki aksi oldu Bu ferman, gayrimüslimlerle Müslümanları kaynaştırmak şöyle dursun, çeşitli gayrimüslim unsurların, hattâ aynı mezhepten olan çeşitli ırkların bile birbirleriyle bir arada yaşamalarını sağlayamadı Bu ferman, konu olarak, sadece Müslüman olmayan uyruğun ayrıcalıklarını genişletmiştir Nitekim, Tanzimat'ın ve arkasından 1856 Islahat Fermanı’nın getirdiği yeni haklarla, Osmanlı tebaası içindeki gayrimüslimlerin durumu, Müslümanlara nazaran çok daha iyi bir duruma geldi Avrupa’nın himaye siyaseti sayesinde, büyük ekonomik güce ve siyasî haklara da kavuşuyorlardı Artık resmen millet terimiyle tanımlanan dinî cemaatlerin, gelişme ve genişleme imkânları artmış bulunuyordu Öte yandan Avrupa devletlerinin, Osmanlı hükümetini böyle bir fermanı ilana mecbur bırakması, kendilerine siyasî, ekonomik, hukukî ve kültürel alanlarda, yeni çıkarlar sağlamayı hedef alıyordu İngiltere, Kırım Savaşı ile Rusların sıcak denizlere inmesini önlemiş, Fransa da Akdeniz ticaretini emniyete almış, ayrıca Katoliklerin hâmiliğini üzerine almıştı Rusya ise, savaşta kaybettiğini bu fermanla masa başında kazanmıştı Ayrıca, Âlî Paşa'nın, bu fermanın Paris Antlaşması maddeleri içinde yer almasını istemesi, batılı devletlerin, iç işlerimize müdahalesine imkân verdi Islahat Fermanı, Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu gibi, sessizlikle karşılanmamış ve çeşitli yönlerden eleştirilmiştir En büyük eleştiriyi Fransız elçisi; “Devlet-i âliyyenin bu kadar fedakârlık edeceğini me’mûl etmez idik (ummazdık) Canning (İngiliz elçisi) ne dediyse vükelâ-yı devlet-i âliyye (Osmanlı devlet adamları) kabul etti Eğer biraz dayanılmış olsaydı, ben bazı mertebe kendilerine yardım ederdim” diyerek, olmaması gereken bir gafleti dile getirmiştir Cevdet Paşa da; “Bu Islahat Fermanı’ndan dolayı millet-i İslâmiyye dilgîr (gönlü yaralı) olarak vükelâyı hâzırayı fasl ve mezemmet eder (kötüler) oldular” diyerek, fermanın nasıl karşılandığını ifade etmektedir Hariciye Nazırı Fuad Paşa ise, aksine, bu belgenin anlaşmaya konulması ile yabancı müdahalenin önleneceğini savunmuştur Islahat Fermanı’nda gayrimüslim vatandaşların lehine olduğu kadar, onları tedirgin eden hükümler de bulunmaktaydı Askerlik mükellefiyeti, Fatih devrinden beri bahşedilen dinî imtiyazlarla muafiyetlerin yeni şartlar dahilinde tetkiki, papazların öteden beri cemaatlerinden almakta oldukları haraç ve keyfî aidatın ilgasıyla aylığa bağlanmaları ve bütün ruhanî reislerin, sadakat yeminiyle mükellef tutulması gibi esaslar, onlara çok ağır gelen hükümlerdi Bu yüzden, Müslümanlar kadar gayrimüslimler de (Tanzimat Fermanı’nda olduğu gibi) Islahat Fermanı'nın aleyhinde bulunmuşlardır Devlet içerisinde bu şekilde karşılanan Islahat Fermanı, uygulamada da birçok güçlüklerle karşılaştı Bunlar, Osmanlı Devletinin yapısı, Avrupa’nın siyaset, cemiyet ve ekonomi alanında geçirdiği gelişme ve Paris Antlaşmasına imza koyan devletlerin, işlerine karışmalarından doğuyordu Bu sebeple de, bazı hükümleri kâğıt üzerinde kaldı Mustafa Reşid Paşa tarafından hazırlanan Tanzimat Fermanı ile, onun yetiştirmesi Âlî Paşa tarafından hazırlanan Islahat Fermanı arasındaki fark, hazırlık safhasında kendisini gösterir Tanzimat Fermanı hazırlanırken, açık bir yabancı tesiri görülmezken, Islahat Fermanı, Âlî Paşa ile İstanbul’daki Fransız ve İngiliz elçileri arasında kararlaştırılmıştır Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu, yayınlandıktan sonra, yabancı elçilere sadece bilgi edinmeleri için bildirildiği halde, Islahat Fermanı, Paris Konferansına katılan devletlere, Paris Antlaşmasının bir maddesinde işaret edilmek için gönderilmişti Bu durum, Osmanlı Devletinin iç ve dış siyasetinde, bir yabancı müdahalesine yer vermişti Bazı batı tarzı kuruluşların ülkeye girmesi ile, cemiyetteki kuruluş ve anlayış farklılaşması, İslâmî müesseselerin yanında batı taklitçisi bir anlayış ve batı taklidi kuruluşların tesisine sebep olmuştur Tanzimat ve Islahat Fermanları, devletin çöküşünü engelleme yolunda hiçbir fayda sağlamamış, aksine, ülkedeki tebaa ve cemiyetler arasında, yeni ve daha büyük problemlerin çıkmasına zemin hazırlamıştır Meselâ, Suriye’de büyük bir galeyan başladı Arkasından 1858’de, Cidde’de, Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında çatışma çıktı Fransız ve İngiliz konsolosları öldürüldü Bunun üzerine, İngiliz ve Fransız donanmaları, Osmanlı Devletine sormadan, şehri bombaladılar Faillerden on kişiyi yakalayarak idam ettiler Cidde, bir Osmanlı toprağı idi Bağımsız bir devletin topraklarında işlenen bir suçun failini, ancak o devletin cezalandırması, milletlerarası bir kaide, teamül olduğu halde, batılı devletlerin buna aldırdıkları bile yoktu Nihayet, Lübnan’da da büyük bir isyan patlak verdi Uzun mücadelelerden sonra, 9 Haziran 1861’de, Lübnan Nizamnamesi imzalandı Buna göre; Hıristiyan bir valinin başkanlığında, Lübnan, muhtar eyalet hâline getirildi Böylece, Islahat Fermanı, batılı devletlerin istediği şekilde meyveler vermeye başladı İçoğlanı Saray hizmetine alınıp, devlet hizmetleri için yetiştirilen devşirmelere verilen ad Osmanlı İmparatorluğu'nda ilk defa içoğlanı yetiştirilmesine, Yıldırım Bayezid döneminde (1389-1402) başlandı Fatih Sultan Mehmed devrinde (1451-1481) ise, içoğlanı yetiştirilmesi usulü, belirli bir sisteme kavuşturuldu Buna göre, İstanbul’a getirilen devşirmeler, Arz Odasında tek tek padişaha gösterilir, içlerinden zeki, becerikli ve yakışıklı olanlar, içoğlanı adayı olarak, İskender Çelebi, Edirne, İbrahim Paşa ve Galata saraylarındaki Enderun mekteplerine ayrılırlardı Bunlardan başka, Bosna’dan devşirilen ve potur oğlanları denilen Müslüman Boşnak çocukları da, saray için alınırlardı Ortalama 400 kişiden meydana gelen içoğlanı adayları, dört ayrı koğuşta, altı yıllık bir eğitim ve terbiyeye tâbi tutulurlardı Buna göre, birinci koğuşta dil ve gramer, İslâmî edep ve terbiye; ikinci koğuşta askerî eğitim, binicilik, ok atmak, mızrak kullanmak, cirit vs oynamak; üçüncü koğuşta hizmet ve sanat dersleri, yalnızca 40 kişinin alındığı dördüncü koğuşta ise, padişahın özel hizmetleriyle ilgili olarak, kâtiplik, kâhyalık, berberlik, terzilik gibi meslekleri öğrenirlerdi Edirne, Galata ve İbrahim Paşa saraylarında tahsil ve terbiye gördükten sonra, kabiliyet gösterenler, çıkmalarda ya asker olarak, kapıkulu süvari ocaklarına geçerler, yahut Yeni Saray’daki (Topkapı Sarayı) Enderûn-ı hümâyûna alınırlardı İçoğlanların, oda denilen koğuşları muntazamdı Yiyecekleri boldu Her oda efradının, isim ve künyesiyle yevmiyeleri miktarını gösteren maaş defterleri vardı Maaşları, diğer ulûfeler gibi üç ayda bir verilirdi Elbise, ayakkabı vs ihtiyaçları, hep saray tarafından temin edilirdi Pek sıkı bir inzibat ve kontrol altında yetiştirilen bu çocuklar, tam bir itaat ve terbiyeye sahiptiler Bazı yabancı tarihçiler, “içoğlanı” tabirine bakarak, bunların uygun olmayan işlerde kullanıldıklarını yazmışlardır İslâm ve Osmanlı düşmanı bazı romancılar da, bu yanlış bilgilere, hayal mahsullerini de katarak, padişahlara çirkin iftiralarda bulunmaktadırlar Oysa, burada oğlan tabiri, delikanlı yahut ona yakın erkek demek olup, bunların yetişmelerinin İslâmiyet'e uygunluğu ve hangi hizmetlerde kullanıldıkları, teşkilâtlarında açık olarak görülmektedir Nitekim, içoğlanları içinden, 16 ve 17 yüzyıllarda, büyük sanatkârlar ve devlet adamları yetişti Enderûn-ı hümâyûndaki eski görevlerin yerini modern müesseselerin alması ve devşirme sisteminin bozulması sebebiyle önemini kaybeden içoğlanı uygulaması, 1833’te ortadan kalktı İkindi Dîvânı Osmanlı Devleti'nde Dîvân-ı Hümâyûn'un mutad toplantılarının dışında veziriâzamın başkanlığında kurulan dîvân İkindi namazından sonra toplandığı için bu tabirle anılır Bâbıâlî’de, Dîvân-ı Hümâyûn, belli günlerde toplanırdı Sadrazamlar, burada bitirilemeyen veya padişaha arza lüzum görülmeyen işleri, kendi konaklarında dîvân toplamak suretiyle hallederlerdi Bu dîvânın toplanması, Salı, Perşembe veya başka günlerde olabilirdi Sadrazamdan başka hiçbir vezir, ikindi dîvânı toplayamazdı Dîvân başlamadan önce mehter çalınması âdetti Sadrazam; dîvâna başkanlık eder, akşama kadar dava dinler, yaptıracağı bir işi derhal yaptırır veya emrini verirdi Kendi yapamayacak ise veya padişaha bildirilmesi icap ediyorsa, Dîvân-ı Hümâyûna arz ederdi Eğer mesele, dinî bir hükmün öğrenilmesi ve gereğinin ona göre yapılması ise, Kazaskere ve İstanbul Kadısına havale ederdi Onlar da, ne yapmak icap ettiğini, yazıyla bildirirlerdi Sadrazam bunu kabul ederse, tasdik ederdi İkindi dîvânına herkes müracaatta bulunabilir, burada Türkçe bilmeyenler için, hazır tercümanlar bekletilirdi Sadrazam seferde bulunduğu zaman da, özel bir merasim ve duadan sonra, kendi otağında, ikindiden sonra dîvân kurulurdu 1826’da yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra, ikindi dîvânı toplantılarına son verildi İrade-i Seniyye Osmanlı Devleti'nde özel veya resmî bir iş hakkında verilen padişah emri Önceleri sadrazamların arzları üzerine, yani telhis ve takrirlerin üst kenarlarına yazılan padişah mütalaalarına hatt-ı hümâyûn denilirdi 1839’dan itibaren ise padişah emirlerine “irâde, irâde-i şâhâne” veya “irâde-i seniyye” denilmeye başlandı Hatt-ı Hümâyûnda, konu ile ilgili belge, ekleriyle birlikte padişaha sunuluyordu Padişah da konu hakkında kararını bizzat kendi el yazısıyla belgenin üst tarafına yazıyordu İradelerde ise, arz tezkiresi adı verilen telhisler, padişaha değil “serkâtib-i şehriyâri” denilen başkâtibe yazılmaya başlandı Padişahın kendisine okunan arz tezkirelerinde belirtilen konu hakkındaki kararı, serkâtib tarafından aynı tezkirenin sol alt köşesine, yan olarak yazıldıktan sonra yine sadrazama iade edilirdi İradeler, sadrazamlardan başka diğer nazırlara da tebliğ olunurdu Ayrıca 1908’e kadar diğer nazırlar da resmî veya hususî meselelerde arzlarda bulunur ve irâde-i seniyye alabilirdi Fakat 1908’den sonra, sadece sadrazamlara münhasır kaldı Bu dönemde padişahlar, nazırlar heyetinin kararlarını imzalamakla yetindiler İzn-i Sefine İstanbul ve Çanakkale boğazlarından geçecek, yabancı gemilere verilen izinlere karşılık alınan resim (harç, vergi) Fatih Sultan Mehmed Han, Anadolu Hisarını tamir ettirip, Rumeli Hisarı'nı yaptırdığı sene (1452), ilk defa sefîne harcı alınmaya başlandı İstisnasız bütün yabancı gemilerin muayenesi ile geçme hakkı alındıktan sonra gitmelerine müsaade ediliyordu 1650-1669 yıllarında yapılan antlaşmalara göre, izn-i sefînenin miktarı, gemi başına 300 akçe olarak tespit edildi Ancak sonraki yıllarda, gemilerin buharlı ve yelkenli olmalarına göre farklı ücretler alındı Geçişlerden o zamanki paraya göre, senelik, ortalama olarak, 2500 altın gelir sağlanıyordu İzn-i sefîne fermanları, ekseriya isim yerleri açık olarak, Dîvân-ı Hümâyûn kalemince hazırlanırdı Alınan paralar, devletin umumî gelirleri kısmına dahil edilmezdi Bunlar, önceleri Dîvân-ı Hümâyûn kalemine ayrılırken, sonraları liman idaresine bırakıldı |
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik) |
06-27-2012 | #10 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik)J Jön Türkler Jön Türkler On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, Osmanlı Devleti'nde, batı tarzı idare ve fikirlerin gelişip yayılması için çalışanlara verilen isim “Yeni Osmanlılar” veya “Genç Türkler” de denilen bu grup mensupları, Avrupalıların verdikleri Fransızca “Jeunnes Turcs” adıyla meşhur olmuşlardır Bu tabir, umumî olarak, o yıllarda Avrupa’da politika, fikir ve edebiyatta aşırılık taraftarı gençlere veriliyordu Yeni Osmanlılar için ise, ilk defa Mustafa Fazıl Paşanın yayınladığı bir mektupta, “Yeni Osmanlılar” karşılığı olarak kullanılmıştır Daha sonraları Namık Kemal ve Ali Süâvî tarafından da benimsenerek, Türkçe'ye yerleştirilen bu tabir, uzun süre, Osmanlı topraklarında yetişen, devlet idaresine karşı gelen ve yabancılar tarafından yönlendirilen ihtilâlcilerin tamamının ortak adı olmuştur Yeni Osmanlılar Cemiyeti, 1789 Fransız İhtilâlinden sonra Avrupa’da süren 1830 ve 1848 ihtilâllerine ve bunların neticesinde ortaya çıkan fikir hareketlerine heveslenenler tarafından, 1865’te, gizli bir teşkilât olarak, İstanbul’da kuruldu Yine bu tarihte, Mısır Hidivi Kavalalı İsmail Paşa, veraset usulünü değiştirerek, kardeşi Mustafa Fazıl Paşayı bütün haklarından mahrum etti İkbal küskünü olan bu paşa, Abdülaziz Han'a ve üst kademe devlet adamlarına düşman kesildi İntikam için, Jön Türklerin arasına katıldı ve başlarına geçerek, onları bilhassa maddî yönden büyük çapta destekledi Mustafa Fazıl Paşanın, Abdülaziz Hana hitaben, Paris’te yazdığı ve küstahça ifadelerin yer aldığı mektup, 1867’de Türkçe'ye tercüme edilerek, Tasvîr-i Efkâr Gazetesi’nde yayınlandı ve Osmanlı ülkesinde binlerce adet bastırılıp dağıtıldı Mektup, meşrutiyet fikirleri ve meşrutiyetin ilanı arzusu bahanesiyle, Osmanlı Devletine ve bazı devlet ricaline karşı ağır ifadeler ihtiva ediyordu Bu mektubun akabinde, Mustafa Fâzıl Paşa tarafından Paris’e çağrılan Jön Türkler, onun maddî desteğiyle, Avrupa’da geniş bir yayın faaliyetine giriştiler Bu yayınların biri sönüp diğeri açılıyor ve sayıları çoğalıyordu Jön Türkler, bu yayınlarından, mükemmel bir fikir sisteminin ifadesi ve izahından ziyade, belli başlı birkaç nokta üzerinde durdular ve hep aynı şeyleri tekrarladılar Namık Kemal, Ali Süâvî ve Ziya Paşa gibi meşhur isimlerin, kalemleri ile dile getirdikleri fikirleri, “Osmanlı Devletine meşrutiyet idaresinin getirilmesi ve bütün azınlıklara Avrupaî tarzda hak, hürriyet verilmesi” şeklinde özetlenebilir Bunların sağlanması için, aralarında birlik kuramadılar Çoğu, ihtilâl ve kanlı mücadele istedi, bir kısmı da fikrî mücadele taraftarı gözüktü Abdülaziz Hanın Fransa ve İngiltere ziyaretleri esnasında, Padişahtan af diledikten sonra kendisine nazırlık verilen Mustafa Fazıl Paşa, maksadına kavuşup aralarından ayrıldı Padişahın bu ziyaretinden sonra, Osmanlı Devleti ile dost geçinmek mecburiyetini hisseden Fransa ve İngiliz hükümetleri, Jön Türklere itibar etmez oldular Hiçbir devletten destek göremeyen Jön Türkler, bir müddet çeşitli Avrupa şehirlerinde dolaştılar Bir kısmı İstanbul’a dönüp Padişahtan özür dileyerek devlet kademelerinde görev aldılar Bazıları da yayıncılık faaliyetlerine devam ettiler Birinci Meşrutiyetin ilanı ile canlanan Jön Türkler (Yeni Osmanlılar Cemiyeti), zararlı faaliyetleri görülünce, İkinci Abdülhamid Han tarafından kapatılarak ortadan kayboldu Böylece, Jön Türklerin birinci devre faaliyeti sona erdi Bundan sonra, yurt içinde ve dışında kurdukları birçok dernek ve yayınladıkları, sayıları yüze varan dergi ve gazete ile, İkinci Abdülhamid Hanın şahsında devlete karşı kesif bir propagandaya girişen Jön Türkler, sıkı bir işbirliği içinde oldukları Fransız ve İngiliz hükümet çevrelerinden destek gördüler Nitekim, 4 Şubat 1902’de Paris’te toplanan Birinci Jön Türk Kongresi, Fransız Senatosu üyesi Lafeuvre Contalis’in evinde yapıldı Bu kongreye, Osmanlı Devletinin hakim olduğu hemen her bölgeden çağrılan delegeler katıldı Bunlar arasında bulunan her din ve milliyetten insanın ortak vasfı, Osmanlı Devletine karşı olmaktan ibaretti Bunun dışında, aralarında hiçbir bağ ve fikrî birlik bulunmayan bu insanlar, aralarındaki sen-ben çekişmesi sebebiyle, kongreyi başarısız bir şekilde sona erdirdiler Delegeler, Osmanlı Devletinin yıkılması hariç, başka hiçbir noktada birlik olamadılar 27-29 Aralık 1907’de yine Paris’te toplanan İkinci Jön Türk Kongresine; İttihat ve Terakki, Prens Sabahattin’in Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet cemiyetleri yanında, Ermeni Taşnaksutyun Komitesi de katıldı Kendi aralarında birlik olmamasından yakınılan bu kongrede; Osmanlı Devleti aleyhine en ağır ithamlar yapıldıktan sonra, İran Mebusan Meclisine dostluk telgrafı çekilmesine, Makedonya’daki Rum, Bulgar vs çetelerinin, devlete karşı olan isyanlarının desteklenmesine, diğer gizli cemiyetlerin birleştirilerek, ihtilâlci yayınlar yapılmasına karar verildi Jön Türklerin uzun yıllar devam eden faaliyetlerinde, ön planda meşrutiyet ve hürriyet fikirleri görünüyorsa da, her grup ve şahsın ayrı ayrı maksatları vardı Azınlıklar istiklâl, hiç değilse muhtariyet kapmak, şahıslar ise şahsî hırs ve arzularını tatmin etmek peşindeydiler Osmanlı Devletini parçalamak ve yıkmak isteyenler tarafından methedilen Jön Türklerin faaliyetleri ise, devletin yıkılışını hızlandıran belli başlı sebeplerden olmuştur Batı dünyası karşısındaki tavırlarının taklitten öteye geçememesi, devlet kademelerinde yer almak, meşhur olmak, hattâ Mithat Paşa'da olduğu gibi, kendi ailelerini hanedan yapmak için azınlıklarla, eşkıyalarla, Rum-Ermeni çeteleri ve Avrupa devletleriyle işbirliği yapmaktan çekinmemeleri, bu faaliyetlerin en acı tarafı olmuştur Netice olarak, Osmanlı topraklarındaki sulh ve sükûnu, dört bir yandan patlak veren ihtilaller, isyanlar, hükümet darbeleri ve savaşlarla yok etmişler, çıkarılan idaresizlik, kargaşa ve savaşlar ortamı içinde, milletin felâketini hazırlamışlardır Birinci Dünya Savaşı, Jön Türk faaliyetinin Türkiye’de sonu olmuş, daha önce yaptıkları gibi, yine yurt dışına kaçmışlardır |
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik) |
06-27-2012 | #11 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik)K Kabakçı Mustafa İsyanı Kadın Efendi Kadırga Kaht-ı Ricâl Kalyon Kanunnâme Kanun-u Esasî Kapan Kabakçı Mustafa İsyanı Osmanlı Sultanı Üçüncü Selim Hanın tahttan indirilerek yerine Dördüncü Mustafa Hanın geçirilmesiyle neticelenen isyan Kastamonulu olan Kabakçı Mustafa’nın Mayıs 1807’de, âsîlerin lideri seçilmesinden önceki hayatı bilinmemektedir Kabakçı Mustafa isyanının sebepleri çok çeşitlidir On sekizinci yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti, içte ve dışta çeşitli düşmanlarla mücadele ediyordu 1789 Fransız ihtilâlinden sonra Avrupa’da meydana gelen olaylar, Osmanlı ülkesini etkilemedi Hattâ Sultan Üçüncü Selim Han, “Nizâm-ı Cedîd” adı ile askerî, mülkî, idarî, ticarî, içtimaî ve siyasî bir dizi ıslahat teşebbüslerine girişerek, devlete yeni bir hayatiyet ve canlılık getirdi Bu durum; Rusya, Fransa ve İngiltere’nin hoşuna gitmedi 13 Aralık 1806’da çıkarılan Sırp isyanı, 1807’de Rusya’ya harp ilanı ve İngiliz donanmasının İskenderiye’yi işgali, tamamen Osmanlı Devletinin bu gelişme programını önlemeye yönelikti Nitekim bu faaliyetler, içeride de, Selim Hanın kurduğu modern Nizâm-ı Cedîd ordusunu istemeyen yeniçeriler ile menfaatperestleri ve Osmanlı Devletinin yıkılmasını isteyen hainleri harekete geçirdi Akkâ yenilgisini bir türlü unutamayan Fransızların İstanbul Sefîri Sebastiani’nin teşviki ve Selânikli Sadaret Kaymakamı Köse Musa’nın tahrikleriyle âsiler, ayaklanmaya hazır hâle geldiler Karadeniz Boğazı tabyalarındaki yeniçeriler ve yamaklar, gizlice, modern ve talimli yeni askerlere karşı kışkırtıldılar Sadaret Kaymakamı Köse Musa’nın telkinleriyle, yamaklar, Haseki Halil Ağayı parçaladılar Bu hareket ile isyan başlatıldı Büyükdere Çayırında toplanan âsiler, Kastamonulu Kabakçı Mustafa’yı lider seçtiler İsyan genişledi Beş yüz kadar âsi, İstanbul’a yürüdü Âsileri, Levend Çiftliğindeki bir tabur nizamî asker durdurmaya kâfiyken, Köse Musa, Nizâm-ı Cedîd askerinin harekâtını durdurdu Sultan Üçüncü Selim Han da, Müslüman kanı dökülmesini istemedi Sultan Üçüncü Selim Hanın; “Bu işlere sebep, benim hilmimdir (yumuşak huylu olmamdır)!” demesi üzerine, Köse Musa, âsileri teskin edeceğini ifade ederek, Nizâm-ı Cedîd askerlerinin kaldırıldığı hakkındaki fermanı çıkarttı Kararın hemen ardından Köse Musa harekete geçti Çardak ve Unkapanı İskelesine gelen âsiler, yeniçeriler ile birleşip, Nizâm-ı Cedîd taraftarı devlet adamlarını katlettiler Daha sonra Pâdişâhı da istemiyoruz diye bağıran âsiler, 29 Mayıs 1807’de, Sultan Üçüncü Selim Hanı tahttan indirip, yerine Sultan Dördüncü Mustafa Han'ı geçirdiler Bütün ilerlemeler durduruldu Kabakçı Mustafa, Turnacıbaşılık pâyesiyle Boğaz’a tayin edildi Hükümet işlerinde nüfuz sahibi oldu Fakat bu çok kısa bir zaman sürdü Temmuz 1808’de, Boğaz’daki evinde öldürüldü Kadınefendi Osmanlı Devleti saray teşkilâtında, padişah hanımlığına yükselen kadınlara, 17 asırdan sonra verilen unvan Kadınefendi unvanı yerine, 16 asırda, “haseki” tabiri kullanılıyordu Erken devirlerde ve daha önce Türk-İslâm devletlerinde kullanılan “hatun” kelimesi ise, Osmanlılarda sadece padişah kızları için kullanılan bir tabirdi Saraya kabul edilen kadınlar, Harem-i Hümâyûnda bir okul disiplini içinde eğitim görürlerdi Sarayda bu kadınlara okuma yazma ve dinî bilgilerin yanında dikiş-nakış, güzel konuşma ve görgü kaideleri öğretilirdi Acemi, kalfa, haznedar gibi mertebeleri aşanlar, padişah hanımlığına yükselirler, “gözde” veya “ikbal” unvanını alırlardı Eğer padişahtan çocukları dünyaya gelirse, “haseki” olarak isimlendirilirlerdi Padişahların eşleri iki kısımdı; kadınefendi ve haseki sultan Erkek çocuğu olan hasekilere, Haseki Sultan (sonraları Kadınefendi) denir ve başlarına kıymetli taşlarla süslü altın tac giydirilirdi Kadınefendi olanlara haslar verilir, bunlara ayrı daireler tahsis edilir ve maiyetlerine hizmetçiler, memurlar tayin edilirdi Kadırga Buharlı gemilerin yapımından evvel kullanılan harp gemilerinden biri Kadırgalar hafif, az su çeken, dar, uzun ve alçak bordalı, kıç tarafları baş tarafından yüksek, kürekle ve müsâit rüzgârlı havalarda üç köşe yelkenle seyir yapan, manevra kabiliyetleri yüksek harp tekneleridir Özellikle Akdeniz devletleri tarafından kullanılırdı Osmanlı kadırgalarının boyları 62 ila 63, genişlikleri 25 veya 8 metre olurdu Fırtınalı havalar için elverişli olmayan bu tekneler, kış aylarının rüzgârlı günlerini limanlarda geçirir, yazın sakin ve fırtınasız havalarda denize açılırlardı Akdeniz'in en hareketli harp gemisi olan kadırgalar, 7 Ekim 1571 İnebahtı Deniz Savaşı'ndan sonra yerlerini yelkenle hareket eden ve daha çok top taşıyan gemilere terk etmeye başladı Akdeniz devletleri, 18 yüzyılın sonuna kadar, bahriyelerinde kadırga sınıfından gemi kullanmaya devam ettiler Osmanlı bahriyesi de yelkene geç geçen ve kadırgayı en son terk eden denizci devletlerden biridir Osmanlı kadırgalarında 25, Venedik kadırgalarında 26 çift kürek bulunur ve her kürek dörder kişi tarafından çekilirdi Osmanlı kadırgalarının baş tarafında biri büyük ve ikisi daha küçük üç top bulunurdu Küreklerin rahat çekilmesi ve tekne ortasında leventlerin ve gemicilerin dolaşabilmeleri için kadırga bordalarında “şahnişin” denilen çıkmalar yer alırdı Osmanlı kadırgaları, Zakala ve Bey kadırgaları olmak üzere iki sınıftı Zakala kadırgaları, devlet tersanelerinde yapılırdı Bey kadırgaları ise, beylerin kendi bölgelerindeki tersanelerde yaptırılır, deniz savaşlarında da doğrudan kendileri komuta ederlerdi Son zamanlarda top sayıları arttırıldı Kadırgaların personel mevcudu; 196 kürekçi, 100 levent ve geri kalan gemici olmak üzere 330 kişiydi Kadırgadaki kürekçiler, esirlerden veya kürek cezasına çarptırılmış mahkûmlardan, bazen de kısmen gönüllülerden olurdu On beşinci ve on sekizinci yüzyıllar boyunca, donanmalarda kullanılan kadırgalar, topçuluğun gelişmesi ve kalyon sınıfı gemilerin deniz savaşlarında önem kazanmasından sonra, önemini kaybetti Kahtı Rical (Kaht-ı Ricâl) Bir ülkede, büyük devlet ve siyaset adamları ile âlimlerin bulunmaması, yetişmemesi Osmanlı Devleti'nde bilhassa Tanzimat'tan sonra “kaht-ı rical” tabiri çok kullanılmıştır Devlet adamlarının yetişmemesi, âlimlerin çok azalması, devletin yıkılış sebeplerinden birisidir Büyük imparatorluk hâlindeki Osmanlıları yıkmanın tek şartının, onları ilimden, dirayetli devlet adamlarından mahrum bırakmak olduğuna inanan İngilizler (iki asır boyunca bu iş için uğraştılar), fen ve din ilimlerinin okutulduğu medreselerin yozlaşması için var güçleriyle çalışarak, 19 asrın sonu ve 20 asrın başında arzularına tamamen ulaştılar Artık Osmanlıda, devlet ve ilim adamı sayılabilecek çok az kimse yetişti Bu bakımdan, o zamanlar, kaht-ı rical tabiri günlük lisanda çok kullanılır oldu Kalyon Yelkenli ve kürekli en büyük savaş ve yük gemisi Osmanlı kalyonlarının, üç ambarlı ve kapak adı verilen iki çeşidi vardı Üç ambarlı, en üst güvertesinden başka iki alt güvertesinde top bataryası bulunan, ağır ve hantal yapılı, yalnız yelkenle yürütülen bir gemi tipiydi Kapak, ana güvertesinden başka iki alt güvertesinde top bataryası bulunan, daha hafif bir kalyondu Buna “karaka†da denirdi Osmanlı denizciliğinde kalyon, ilk defa, Sultan İkinci Bayezid Han devrinde kullanıldı Kanunî Sultan Süleyman Han devrinde de, bin beş yüzden iki bin tonilâtoya kadar yük taşımaya müsait, karaka türünden büyük gemi kullanılırdı Bu gemiler, her ne kadar kürekle sevk olunur ise de, hareketleri yelken ve direğe, yani rüzgâra bağlı olduğundan, savaş sırasında rüzgâr esmediği zamanlarda pek fazla işe yaramazlardı Osmanlılar, bu tür gemileri, nakliyat işlerinde kullanırlardı Kalyonda çalışanların aylıklarını, yiyecek ve içeceklerini ve levazım hesaplarını tutan, vazifeli kalyon kâtibi bulunurdu Kalyonlarda, bugünkü doktor albay rütbesinde, kalyon tabibi vardı Kalyonlarda vazifeli askerler, kalyoncu diye tabir edilirdi Kalyoncuların özel bir kıyafeti vardı Bir metre uzunluğunda yatağan bıçaklar ve özel tabancalar kullanırlar, başlarına, bellerine şal takarlar, omuzlarına mevsime göre yapılmış bornoz atarlardı Bazen başlarına sarıklar sararlar, sırma ve düz kaytandan işlemeli şalvar giyerlerdi Ayakkabıları küt burunlu, üzerinden ayak parmakları görülecek biçimdeydi Buharlı gemilerin yapımından sonra, diğer yelkenli harp gemileri gibi kalyonlar da ortadan kalktı Kanunname İdarî, malî, cezaî ve çeşitli sahalarda görülen lüzum üzerine, padişahların emir ve fermanlarıyla vaz' edilen (konulan) kanun ve nizamları ihtiva eden mecmua Kanunnâmeler, daha önceki padişahlar tarafından konulan kanun ve nizamların aynen veya hülasa edilerek toplanmak suretiyle de meydana getirilirdi Bütün İslâm devletlerinde, hükümde, birinci derecede esas kaynak; kitap, sünnet, icmâ ve kıyas ile bunlara bağlı delillerin teşkil ettiği İslâm hukukudur Hicrî dördüncü asra kadar müctehidler, temel kaynaklarda hükmü açıkça bulunmayan meseleleri, kendi içtihatlarına göre hallediyorlardı Bu asırdan itibaren, yalnız dört büyük müctehidin içtihat ve usulleri kaydedilmiş, fıkıh ve usûl-i fıkıh kitapları yazılmıştır Bundan sonra, sorulan sualler bu kitaplara göre cevaplandırılmıştır Zamanla, âlimlerin, fıkıh kitaplarına göre verdikleri cevaplar derlenerek, fetva kitapları yazılmıştır Bunların yanında, sultan tarafından emir, ferman ve kanunnameler de çıkarılmıştır Bunlar, meydana gelen hâdiseleri halleden hükümler mahiyetindedir Padişahların bu nevi hüküm verme hususunda mesnetleri, dayanakları yine İslâm hukukudur İslâm hukuku, lüzum görüldüğünde padişaha hüküm vermek selâhiyeti vermiştir Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfte, ulülemre itaat emredilmiştir Bu sebeple padişahlar, zaman zaman kamu yararını ve devlet işlerinin düzenli yürütülmesini dikkate alarak, hukakun çeşitli mevzularına ait kanunlar koymuşlardır Nitekim pazardaki bac vergisinin miktarı, timarlı sipahilerin hak ve vazifeleri, kıyafet ve sikke meseleleri, padişahın emir ve fermanları ile tanzim edilmiştir Bu düzenlemelerde, muhitlerin dine muhalif olmayan örf ve âdetleri de önemli rol oynamıştır Bu husus, emir ve fermanları bir araya toplayan kanunnâme mecmualarının baş tarafındaki; “Yüce İslâm kanununa uygunluğu görülüp, şimdi bile geçerli kanun ve İslâmî meseledir” ibaresinden de açıkça anlaşılmaktadır Kemalpaşazâde’nin bir fetvasındaki; “Şer’an câiz değildir ve hem men olunmuştur Cânib-i sultandan” ifadesi, İslâm hukuku ile kanunnâmeler arasındaki uygunluğu gösterir Osmanlı için böyle bir uygunluk mecburîdir Çünkü devletin temeli, İslâmı yaşama ve yayma gayesi üzerine kurulmuştur Osmanlı padişahlarının, İslâm hukukunun dışında olan örfe dayanarak yaptığı düzenlemeleri, İslâm hukukunun dışında görmek ve Osmanlının İslâm hukukundan ayrı, bir de örfî hukuk tatbik ettiğini söylemek mümkün değildir Çünkü İslâm esaslarına muhalif olmayan her tasarruf dinîdir ve dine uygundur Bunun içindir ki, Osmanlılarda hâkim mevkiinde olan kadılar, fıkıh ve fetva kitapları yanında padişah tarafından çıkarılan emir, ferman ve kanunnâmelere de hükümde kaynak olarak müracaat etmişlerdir İlk Osmanlı kanunnâmeleri, kanun tekniği ve bünye hususiyetleri bakımından, mücerret ve umumî bazı hükümlerin, sistemli bir tarzda, tasnif ve tertipleri suretiyle meydana gelmiş değildi Bunlar daha ziyade, muayyen zaman ve mekânlarda ortaya çıkan hâdiselerle ilgili emir ve fermanlardan ibaretti Ayrıca, bütün Osmanlı memleketlerine mahsus umumî kanunlar olmayıp, her yerin örf ve âdetlerine göre düzenlenmiş hususî kanunlardı Zaten Osmanlı Devleti'nde, idarî, malî mevzuatta bölgelere göre, her biri ayrı bir teşkilât ve nizamla idare edilen ve çeşitli imtiyaz ve muafiyetlere sahip bulunan zümreler vardı Bunlara ve vakıflar şeklinde, idarî-malî bir takım muhtariyetlere ve her biri kendi hususî statüsüne göre idare edilen teşekküllere hükmeden bir ülkede, umumî bir teşkilât ve idare kanunu tertip etmeye ve bunu herkesin eline vermeye imkân yoktu Bu sebeple Osmanlıların, İslâmiyet'e uygun olmak şartıyla, meselâ Macaristan’da fethedilen memleketler ile Adalar'da, Mısır’da, Âzerbaycan’da veya doğu vilayetlerinde, hemen fetihten sonra, uyulacak kanunlar kaleme alınırken, o memleketlerde öteden beri geçerli örf ve âdetler ile birlikte bir kısım eski nizam ve kanunların da değiştirilmedikleri dikkati çekmektedir Bilhassa bir kısım Türk-İslâm devletlerinden fethedilen ülkelerde bazen eski kanunların hiç değiştirilmeden, aynen ve eski isimleri ile muhafaza ve tatbik edildiği, sadece sonradan sokulmuş ve İslâmiyet'e aykırı bid’atlerin ayıklanarak atıldığı görülmektedir Denilebilir ki, Osmanlılar fethettikleri memleketlerdeki örf ve âdetler ile halkın alışık olduğu vergi şekillerine uzun müddet riayet etmişler, ancak lüzum duyuldukça, onları yavaş yavaş tadil ve ıslah etmek suretiyle, bütün ülke için umumî ve müşterek bir nizama doğru yükselmek imkânını bulmuşlardır Yine bu siyaset sayesinde, hakimiyetleri altına aldıkları ülke halkının gönlünü fethetmişler ve onları İslâmiyet'e daha kolay ısındırmışlardır İlk zamanlarda emir ve fermanlar çıkarmak suretiyle mahalline gönderilen kanunlar, Fatih Sultan Mehmed zamanında, Kanunnâme-i Âl-i Osman adıyla tedvin edilmiştir (derlenmiştir) Nitekim, Kanunnâme’nin hemen başında yer alan; “Bu kanunnâme, atam ve dedem kânûnudur ve benüm dahî kânunumdur” ifadesi, bunun açık delilidir Fatih kanunnâmesi, üç kısımdan teşekkül etmekteydi Birinci kısım, devlet ileri gelenlerinin teşrifattaki yerlerine, padişaha kimlerin arzda bulunabileceklerine, kadıların mertebelerine; ikinci kısım, saltanat işlerinin tertibine, yani dîvân, hasoda teşkilâtına ve saray hizmetkârlarının bayramlaşma merasimlerine; üçüncü kısım ise, suçlar ve karşılıkları ile mansıp sahiplerinin gelirlerine dair bilgileri ihtiva ediyordu Son kısımda ayrıca gayrimüslim devletlerin verecekleri yıllık vergiler ile devlet görevlileri ve hanedan mensuplarına dair lakap örnekleri bulunmaktadır Diğer taraftan, arazi ile ilgili kanunnâmeler, umumî nüfus ve arazi tahrir defterlerinin baş kısmında yer alıyordu Burada, Osmanlı Devletinde yazıldığı yöre ile ilgili toprak işçiliğinin organizasyon şekilleri, toprakların ve o toprağı işleyen reâyânın hukukî statüleri, vergi sistemleri ve çiftçileri ilgilendiren çeşitli vergilerin önem ve mahiyeti belirtilmekteydi Halkın eşya ve yiyecek fiyatlarının tespit ve teftişi hususlarını tayin eden ihtisab kanunnâmeleri ise, padişahın emri üzerine, alâkalı zümre temsilcilerinin katılmasıyla mahallinde yapılan tetkiklere ve esnafın âdet ve nizamlarını tespit için vaktiyle verilmiş fermanlara dayanarak düzenlenmiştir Kanunnâmede alışverişlerle alâkalı olarak narhın herkesi ilgilendirmesi sebebiyle, ferman çıkmadıkça fiyatların yükselip düşürülemeyeceği üzerinde durulmaktadır Narh söz konusu edilirken, sadece tayin edilen fiyattan satmak değil, bunun yanında kalitenin de bozulmaması lazım geldiği hususuna dikkat çekilmekte; fiyata riayet etmekle beraber; sanatına hile katan, gramajı düşüren veya özellikle ekmeği çiğ çıkaranların affedilmeyip cezalandırılmaları istenmektedir Bilhassa halkın huzur içinde yaşayabilmesini temin eden şartlardan birinin, çarşı pazarın intizamına bağlı bulunduğuna dikkat çekilmektedir Bu yüzdendir ki, Osmanlılar, çok önem verdikleri narh müessesesinin kontrolünü, sadrazamın vazifeleri arasına almışlardır Fatih Sultan Mehmed, İkinci Bayezid ve Yavuz Sultan Selim Han zamanlarında düzenlenen kanunnâmeler, Kanunî Sultan Süleyman zamanında en mükemmel şeklini almıştır Bu kanunnâme de, Fatih Kanunnâmesi gibi, üç bölümden meydana gelmektedir Birinci bölümde, ceza kanunları genişletilmiş ve sistematik bir şekilde düzenlenmiştir İkinci bölüm, sipahilerin yükümlülüklerine ve sipahilerle ilgili kanunlara yer vermiş, sipahilerin reâyâ üzerindeki haklarıyla onlardan alacakları vergiler, has ve timar arazilerinden alınan baçlar, yayalarla müsellemlere ilişkin kanunlar da bu bölümde ele alınmıştır Üçüncü bölümde ise, reâyânın hak ve görevleriyle, toprakların kullanımına dair hükümler ve askerlik vazifesi yapan reâyânın özel kanunları vardır Bu kanunnâmelerin yanında, zamanın padişahının emirleri ve muhtelif kanunların bir araya getirilmesi suretiyle teşkil olunan kanunnâmeler de görülmektedir Ancak bu kanunnâmeler, tatbikatta müracaat edilen asıl kanun metinleri olmaktan uzaktır Bunlar, devlet dairelerinde tatbik edilmek üzere, resmen tanzim edilmiş bir kanunlar mecellesinin aslı olmayıp, Osmanlı devlet teşkilâtı hakkında umumî bir fikir vermeye yarayacak derlemelerden ibarettir Ancak, bazen bunlar, bir kanunnâme sureti de olabilmektedir Bu arada bazı kanunnâmeler de asıl metni teşkil eden hükümlerin fetva şeklinde birer misal ile izah edildiği de görülmektedir Bunlar arasında bilhassa Şeyhülislâm Ebüssuud Efendi'ye ait olup, mîrî arazi rejiminin esaslarını tespit ve izah eden fetvalar çok önemlidir Padişahlar, bu kanunları düzenlerken, mutlak olarak dîvân üyeleri ile istişâre etmişlerdir Ayrıca şeyhülislâmın da tasdikinden geçirilmiştir Bu durum, devletin zayıfladığı ve dış baskılarla ilan edilen Tanzimat Fermanı'na kadar düzenli bir şekilde devam etmiştir Tanzimat'tan sonra, Osmanlı ülkesindeki ecnebî davalarının şer’î mahkemelerde görülmesine karşı çıkılınca, batılı devletlerin baskısı ile, yabancıların davalarının halledilmesinde esas olmak üzere bazı tadiller de yapılmıştır Hattâ bunun için, Avrupaî kanunların tercüme edilmesini teklif edenler olmuştur Cevdet Paşa ve taraftarları, bu kanunların, Osmanlı Devletinin bünyesine uymadığını söyleyince, kabul gören bu fikir neticesinde, devrin âlimlerinden müteşekkil bir heyet; Metn-i Metîn ve Arazi Kanunnâmesi'ni (bilâhare Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye’yi) hazırlamıştır Bunların yanında, 1840 ve 1850-51 tarihli ceza kanunları, İslâm hukukuna uygun olarak hazırlanan kanunlar grubunu teşkil eder Bununla beraber, 1850 tarihli Ticaret Kanunnâmesi, 1858 tarihli Ceza Kanunnâme-i Hümâyûnu gibi kanunlar ise, batılı kanunların değiştirilmesi ile hazırlanmışlardır Kanunname İdarî, malî, cezaî ve çeşitli sahalarda görülen lüzum üzerine, padişahların emir ve fermanlarıyla vaz' edilen (konulan) kanun ve nizamları ihtiva eden mecmua Kanunnâmeler, daha önceki padişahlar tarafından konulan kanun ve nizamların aynen veya hülasa edilerek toplanmak suretiyle de meydana getirilirdi Bütün İslâm devletlerinde, hükümde, birinci derecede esas kaynak; kitap, sünnet, icmâ ve kıyas ile bunlara bağlı delillerin teşkil ettiği İslâm hukukudur Hicrî dördüncü asra kadar müctehidler, temel kaynaklarda hükmü açıkça bulunmayan meseleleri, kendi içtihatlarına göre hallediyorlardı Bu asırdan itibaren, yalnız dört büyük müctehidin içtihat ve usulleri kaydedilmiş, fıkıh ve usûl-i fıkıh kitapları yazılmıştır Bundan sonra, sorulan sualler bu kitaplara göre cevaplandırılmıştır Zamanla, âlimlerin, fıkıh kitaplarına göre verdikleri cevaplar derlenerek, fetva kitapları yazılmıştır Bunların yanında, sultan tarafından emir, ferman ve kanunnameler de çıkarılmıştır Bunlar, meydana gelen hâdiseleri halleden hükümler mahiyetindedir Padişahların bu nevi hüküm verme hususunda mesnetleri, dayanakları yine İslâm hukukudur İslâm hukuku, lüzum görüldüğünde padişaha hüküm vermek selâhiyeti vermiştir Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfte, ulülemre itaat emredilmiştir Bu sebeple padişahlar, zaman zaman kamu yararını ve devlet işlerinin düzenli yürütülmesini dikkate alarak, hukakun çeşitli mevzularına ait kanunlar koymuşlardır Nitekim pazardaki bac vergisinin miktarı, timarlı sipahilerin hak ve vazifeleri, kıyafet ve sikke meseleleri, padişahın emir ve fermanları ile tanzim edilmiştir Bu düzenlemelerde, muhitlerin dine muhalif olmayan örf ve âdetleri de önemli rol oynamıştır Bu husus, emir ve fermanları bir araya toplayan kanunnâme mecmualarının baş tarafındaki; “Yüce İslâm kanununa uygunluğu görülüp, şimdi bile geçerli kanun ve İslâmî meseledir” ibaresinden de açıkça anlaşılmaktadır Kemalpaşazâde’nin bir fetvasındaki; “Şer’an câiz değildir ve hem men olunmuştur Cânib-i sultandan” ifadesi, İslâm hukuku ile kanunnâmeler arasındaki uygunluğu gösterir Osmanlı için böyle bir uygunluk mecburîdir Çünkü devletin temeli, İslâmı yaşama ve yayma gayesi üzerine kurulmuştur Osmanlı padişahlarının, İslâm hukukunun dışında olan örfe dayanarak yaptığı düzenlemeleri, İslâm hukukunun dışında görmek ve Osmanlının İslâm hukukundan ayrı, bir de örfî hukuk tatbik ettiğini söylemek mümkün değildir Çünkü İslâm esaslarına muhalif olmayan her tasarruf dinîdir ve dine uygundur Bunun içindir ki, Osmanlılarda hâkim mevkiinde olan kadılar, fıkıh ve fetva kitapları yanında padişah tarafından çıkarılan emir, ferman ve kanunnâmelere de hükümde kaynak olarak müracaat etmişlerdir İlk Osmanlı kanunnâmeleri, kanun tekniği ve bünye hususiyetleri bakımından, mücerret ve umumî bazı hükümlerin, sistemli bir tarzda, tasnif ve tertipleri suretiyle meydana gelmiş değildi Bunlar daha ziyade, muayyen zaman ve mekânlarda ortaya çıkan hâdiselerle ilgili emir ve fermanlardan ibaretti Ayrıca, bütün Osmanlı memleketlerine mahsus umumî kanunlar olmayıp, her yerin örf ve âdetlerine göre düzenlenmiş hususî kanunlardı Zaten Osmanlı Devleti'nde, idarî, malî mevzuatta bölgelere göre, her biri ayrı bir teşkilât ve nizamla idare edilen ve çeşitli imtiyaz ve muafiyetlere sahip bulunan zümreler vardı Bunlara ve vakıflar şeklinde, idarî-malî bir takım muhtariyetlere ve her biri kendi hususî statüsüne göre idare edilen teşekküllere hükmeden bir ülkede, umumî bir teşkilât ve idare kanunu tertip etmeye ve bunu herkesin eline vermeye imkân yoktu Bu sebeple Osmanlıların, İslâmiyet'e uygun olmak şartıyla, meselâ Macaristan’da fethedilen memleketler ile Adalar'da, Mısır’da, Âzerbaycan’da veya doğu vilayetlerinde, hemen fetihten sonra, uyulacak kanunlar kaleme alınırken, o memleketlerde öteden beri geçerli örf ve âdetler ile birlikte bir kısım eski nizam ve kanunların da değiştirilmedikleri dikkati çekmektedir Bilhassa bir kısım Türk-İslâm devletlerinden fethedilen ülkelerde bazen eski kanunların hiç değiştirilmeden, aynen ve eski isimleri ile muhafaza ve tatbik edildiği, sadece sonradan sokulmuş ve İslâmiyet'e aykırı bid’atlerin ayıklanarak atıldığı görülmektedir Denilebilir ki, Osmanlılar fethettikleri memleketlerdeki örf ve âdetler ile halkın alışık olduğu vergi şekillerine uzun müddet riayet etmişler, ancak lüzum duyuldukça, onları yavaş yavaş tadil ve ıslah etmek suretiyle, bütün ülke için umumî ve müşterek bir nizama doğru yükselmek imkânını bulmuşlardır Yine bu siyaset sayesinde, hakimiyetleri altına aldıkları ülke halkının gönlünü fethetmişler ve onları İslâmiyet'e daha kolay ısındırmışlardır İlk zamanlarda emir ve fermanlar çıkarmak suretiyle mahalline gönderilen kanunlar, Fatih Sultan Mehmed zamanında, Kanunnâme-i Âl-i Osman adıyla tedvin edilmiştir (derlenmiştir) Nitekim, Kanunnâme’nin hemen başında yer alan; “Bu kanunnâme, atam ve dedem kânûnudur ve benüm dahî kânunumdur” ifadesi, bunun açık delilidir Fatih kanunnâmesi, üç kısımdan teşekkül etmekteydi Birinci kısım, devlet ileri gelenlerinin teşrifattaki yerlerine, padişaha kimlerin arzda bulunabileceklerine, kadıların mertebelerine; ikinci kısım, saltanat işlerinin tertibine, yani dîvân, hasoda teşkilâtına ve saray hizmetkârlarının bayramlaşma merasimlerine; üçüncü kısım ise, suçlar ve karşılıkları ile mansıp sahiplerinin gelirlerine dair bilgileri ihtiva ediyordu Son kısımda ayrıca gayrimüslim devletlerin verecekleri yıllık vergiler ile devlet görevlileri ve hanedan mensuplarına dair lakap örnekleri bulunmaktadır Diğer taraftan, arazi ile ilgili kanunnâmeler, umumî nüfus ve arazi tahrir defterlerinin baş kısmında yer alıyordu Burada, Osmanlı Devletinde yazıldığı yöre ile ilgili toprak işçiliğinin organizasyon şekilleri, toprakların ve o toprağı işleyen reâyânın hukukî statüleri, vergi sistemleri ve çiftçileri ilgilendiren çeşitli vergilerin önem ve mahiyeti belirtilmekteydi Halkın eşya ve yiyecek fiyatlarının tespit ve teftişi hususlarını tayin eden ihtisab kanunnâmeleri ise, padişahın emri üzerine, alâkalı zümre temsilcilerinin katılmasıyla mahallinde yapılan tetkiklere ve esnafın âdet ve nizamlarını tespit için vaktiyle verilmiş fermanlara dayanarak düzenlenmiştir Kanunnâmede alışverişlerle alâkalı olarak narhın herkesi ilgilendirmesi sebebiyle, ferman çıkmadıkça fiyatların yükselip düşürülemeyeceği üzerinde durulmaktadır Narh söz konusu edilirken, sadece tayin edilen fiyattan satmak değil, bunun yanında kalitenin de bozulmaması lazım geldiği hususuna dikkat çekilmekte; fiyata riayet etmekle beraber; sanatına hile katan, gramajı düşüren veya özellikle ekmeği çiğ çıkaranların affedilmeyip cezalandırılmaları istenmektedir Bilhassa halkın huzur içinde yaşayabilmesini temin eden şartlardan birinin, çarşı pazarın intizamına bağlı bulunduğuna dikkat çekilmektedir Bu yüzdendir ki, Osmanlılar, çok önem verdikleri narh müessesesinin kontrolünü, sadrazamın vazifeleri arasına almışlardır Fatih Sultan Mehmed, İkinci Bayezid ve Yavuz Sultan Selim Han zamanlarında düzenlenen kanunnâmeler, Kanunî Sultan Süleyman zamanında en mükemmel şeklini almıştır Bu kanunnâme de, Fatih Kanunnâmesi gibi, üç bölümden meydana gelmektedir Birinci bölümde, ceza kanunları genişletilmiş ve sistematik bir şekilde düzenlenmiştir İkinci bölüm, sipahilerin yükümlülüklerine ve sipahilerle ilgili kanunlara yer vermiş, sipahilerin reâyâ üzerindeki haklarıyla onlardan alacakları vergiler, has ve timar arazilerinden alınan baçlar, yayalarla müsellemlere ilişkin kanunlar da bu bölümde ele alınmıştır Üçüncü bölümde ise, reâyânın hak ve görevleriyle, toprakların kullanımına dair hükümler ve askerlik vazifesi yapan reâyânın özel kanunları vardır Bu kanunnâmelerin yanında, zamanın padişahının emirleri ve muhtelif kanunların bir araya getirilmesi suretiyle teşkil olunan kanunnâmeler de görülmektedir Ancak bu kanunnâmeler, tatbikatta müracaat edilen asıl kanun metinleri olmaktan uzaktır Bunlar, devlet dairelerinde tatbik edilmek üzere, resmen tanzim edilmiş bir kanunlar mecellesinin aslı olmayıp, Osmanlı devlet teşkilâtı hakkında umumî bir fikir vermeye yarayacak derlemelerden ibarettir Ancak, bazen bunlar, bir kanunnâme sureti de olabilmektedir Bu arada bazı kanunnâmeler de asıl metni teşkil eden hükümlerin fetva şeklinde birer misal ile izah edildiği de görülmektedir Bunlar arasında bilhassa Şeyhülislâm Ebüssuud Efendi'ye ait olup, mîrî arazi rejiminin esaslarını tespit ve izah eden fetvalar çok önemlidir Padişahlar, bu kanunları düzenlerken, mutlak olarak dîvân üyeleri ile istişâre etmişlerdir Ayrıca şeyhülislâmın da tasdikinden geçirilmiştir Bu durum, devletin zayıfladığı ve dış baskılarla ilan edilen Tanzimat Fermanı'na kadar düzenli bir şekilde devam etmiştir Tanzimat'tan sonra, Osmanlı ülkesindeki ecnebî davalarının şer’î mahkemelerde görülmesine karşı çıkılınca, batılı devletlerin baskısı ile, yabancıların davalarının halledilmesinde esas olmak üzere bazı tadiller de yapılmıştır Hattâ bunun için, Avrupaî kanunların tercüme edilmesini teklif edenler olmuştur Cevdet Paşa ve taraftarları, bu kanunların, Osmanlı Devletinin bünyesine uymadığını söyleyince, kabul gören bu fikir neticesinde, devrin âlimlerinden müteşekkil bir heyet; Metn-i Metîn ve Arazi Kanunnâmesi'ni (bilâhare Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye’yi) hazırlamıştır Bunların yanında, 1840 ve 1850-51 tarihli ceza kanunları, İslâm hukukuna uygun olarak hazırlanan kanunlar grubunu teşkil eder Bununla beraber, 1850 tarihli Ticaret Kanunnâmesi, 1858 tarihli Ceza Kanunnâme-i Hümâyûnu gibi kanunlar ise, batılı kanunların değiştirilmesi ile hazırlanmışlardır Kapan Kapanlar; balkapanı, unkapanı, yağkapanı gibi, orada satılan mallara göre adlandırılmıştır Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan itibaren yağ, bal, un, çeşitli erzak, hububat, kahve, ipek, pamuk gibi maddeler kapanlara getirilir, devlet bunlardan belli bir ardiye ücreti alarak, gerektiğinde narh koyardı Bilhassa İstanbul’da, dışarıdan ithal edilen mal ve eşyanın satışı, bu kapanlarda, devlet resmî memurunun nezaretinde, esnafın yiğitbaşları ve ihtiyarların katılması ile yapılırdı Böylece, malların hileli ve fazla fiyatla satılması önlenmiş ve herkesin kolayca mal temin edebilmesi sağlanmıştır İlk Osmanlı Sultanlarının bina ettirdiği cami, mescit, medrese, imaret gibi vakıfların masraflarını karşılamak üzere, “kapan hanı” yaptırdıklarına tarihî kayıtlarda rastlanmaktadır Osmanlılarda zamanla gelişen kapanlar, günümüzde kurulmasına çalışılan ve bazı büyük şehirlerde açılan umumî pazar veya halden başka bir şey değildir |
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik) |
06-27-2012 | #12 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik)K Kapitülasyonlar Kasır Kapitülasyonlar Osmanlı Devletinde yabancıların statüsünü tespit eden hukukî, malî, idarî ve dinî özellikteki antlaşmalar Kapitülasyonlara, kısaca “imtiyaz” veya “imtiyâzât-ı ecnebiyye” de denir Osmanlı Devleti tarihinde ilk olarak, Sultan Birinci Murad Han zamanında, 1365 yılında, Dalmaçya kıyılarında fakir bir ülke olan Ragusa Cumhuriyetine, beş yüz duka haraç karşılığında, ticarî imtiyaz verildi 1397’de Osmanlı ülkesine gelen Bizans elçi ve konsoloslarına bazı imtiyazlar verildi Bu imtiyazlar karşılığında, Bizans İmparatorluğundan İstanbul’da bir Türk mahallesi kurma ve bu mahallede oturan Türklerin davalarına bakmak üzere kadı ile din işlerine bakacak müfti tayin etme hakkı alındı Yıldırım Bayezid’in oğulları Süleyman Çelebi, Musa Çelebi ve Mehmed Çelebi devirlerinde de (Bkz Fetret Devri), yabancılara bazı imtiyazlar tanındı Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethinde, Bizans’ın Venedik ve Ceneviz’e tanıdığı imtiyazları, küçük bazı değişikliklerle kabul etti 1479’da yine Fatih tarafından Venedik’e, Kefe ve Trabzon’da ticaret yapma hakkı tanındı Fatih Sultan Mehmed tarafından Venedik’e verilen bu imtiyazları, Yavuz Sultan Selim 1513’te ve Kanunî Sultan Süleyman 1521’de yapılan Osmanlı-Venedik ticaret antlaşmalarıyla genişleterek kabul ettiler Mısır’ın fethinden sonra Fransız, Venedik ve Katalanlara Memlûklar tarafından verilen imtiyazlar, Yavuz Sultan Selim tarafından da tanındı Osmanlı sultanları, verdikleri bu imtiyazlarla, fethettikleri ülkelerde ticarî faaliyetlerin canlı kalmasını ve ellerine geçirdikleri önemli transit yolların faal olmasını sağlıyorlardı Ayrıca, bu asırda Amerika’nın ve Ümit Burnu’nun keşfedilmesi sebebiyle, İpek Yolu ticareti, Osmanlı topraklarından uzaklaşmış, ticaret batıya kaymıştı Almanya-İspanya İmparatoru Şarlken’le İran şahının, Osmanlı Devleti aleyhinde birlik kurmak istediklerini tespit eden Kanunî Sultan Süleyman Han, Şarlken’in Avrupa’ya hakim olma isteğine mani olmak için, rakibi Fransa’yı siyasî bakımdan destekledi Veziriâzam Makbul İbrahim Paşa, Fransız konsolosu ile 1535’te tasarı şeklinde, ticarî bir muahede hazırladı Ahidnâmeye göre, Fransız tüccarlarının yüzde beş gümrük ile her iki devlete ait gemilerle serbestçe dolaşmaları ve bütün hukukî muamelelerde, Fransız konsoloslarının kaza (hüküm erme) hakları kabul ediliyordu Bundan başka Fransız tebaa hakkında, davalarda hüküm verecek kadıların yanında bir Fransız tercümanı hazır bulunacaktı Müslüman tebaadan birisine olan borcunu ödemeden kaçan Fransız'ın yerine başka bir Fransız ve konsolos yakalanmayıp, Fransa kralı aleyhine dava açılacaktı Her iki taraf için eşitlik ilkesini esas alması sebebiyle, antlaşma, padişah tarafından tasdik edilmedi Osmanlı padişahlarının, siyasî ve ticarî menfaatlerine uygun olarak verdikleri imtiyazlar, Avrupa’da Osmanlı idaresi lehinde büyük propaganda yapılmasına, Osmanlı Devletinin büyüklüğünün tanınmasına, dolayısıyla İslâmiyetin yayılmasına yol açtı Hattâ Avrupa’da reform hareketlerinin önderi olarak kabul edilen Luther’in; “Ey Rabbim! Büyük Türkleri bir an önce başımıza getir de, senin ilâhî adaletinden onlar sayesinde nasibimizi alalım” demesine sebep oldu Kanunî Sultan Süleyman’ın vefatından sonra, 1569’da Sultan İkinci Selim Han, Fransa Kralı Dokuzuncu Charles ile 18 maddelik; 1581’de Sultan Üçüncü Murad Han, Üçüncü Henri ile 19 maddelik; 1579’da Sultan Üçüncü Mehmed Han, Dördüncü Henri ile 32 maddelik; 1604’te Sultan Birinci Ahmed Han, yine Dördüncü Henri ile 53 maddelik; 1743’te Edirne’de Sultan Dördüncü Mehmed Han, Ondördüncü Louis ile 55 maddelik; 1770’de Sultan Birinci Mahmud Han, Onbeşinci Louis ile 84 maddelik kapitülasyon antlaşmaları imzaladılar Bunlardan başka, 1578’de Toskana Krallığına; 1565’te Ceneviz Cumhuriyetine; 1580, 1593, 1603, 1606, 1622, 1624, 1641, 1662, 1675 yıllarında İngiltere’ye; 1598, 1612, 1634, 1668, 1712 yıllarında Hollanda Krallığına; 1617’de Avusturya’ya; 1678’de Polonya’ya; 1700’de Rusya’ya ve 1737’de İsveç Krallığına çeşitli imtiyazlar verildi Bu kapitülasyonlar, yabancılara; Osmanlı Devletinde yerleşmek, dolaşmak ve ticaret yapmak haklarını tanıyordu Ancak ticaret hususunda tam bir serbestliğe sahip bulunmuyorlardı Bundan başka, kapitülasyonlara göre, yabancıların Osmanlı Devletine getirdikleri, ticaret eşyası üzerinden başlangıçta %5, daha sonra %3 gümrük resmi alınmaktaydı On sekizinci yüzyılın ilk yarısına kadar verilen kapitülasyonların bir bölümü, antlaşma niteliği taşımaktaydı Ancak büyük bölümü (%90’ı), padişah fermanları ile tek taraflı verilmiş imtiyazlardı Bu tip kapitülasyonlar, padişah hayatta olduğu müddetçe yürürlükte kalır, istenildiği an kaldırılabilirdi Bu yüzden her padişah değiştiğinde imtiyazların da yenilenmesi gerekiyordu Ancak bu yenileme işlemlerinin uzun zaman alması ve Avrupa devletlerinin her defasında yeni imtiyazlar istemeleri üzerine, 1740’ta Sultan Birinci Mahmud ile Fransa Kralı Onbeşinci Louis arasında, daimî statü ile yeni bir kapitülasyon antlaşması yapıldı Yeni antlaşma, Fransa’ya tanınan ticarî ve hukukî imtiyazları genişlettiği gibi, kapitülasyon kavramına da yeni bir nitelik kazandırdı ve karşılıklı bağlayıcılığı olan bir ticaret muahedesi şeklini aldı Bu devrede verilen imtiyazların hiçbirisi, devletin aleyhine olmamıştı Zira maksat, batıya kayan ticaret yollarını tekrar Osmanlı ülkesine çekmek ve iç pazarı da devlet eliyle korumaktı Bu durum, 1838’e kadar Osmanlı lehine devam etti 1838’de İngiltere’yle başlayan ve diğer Avrupa devletleriyle devam eden bir dizi ticarî antlaşma, Osmanlı Devletinin iktisadî bakımdan batının hakimiyeti altına girmesine sebep oldu Bilhassa İngilizlerin yetiştirmesi olan Mustafa Reşit Paşa ve arkadaşlarının gayretleriyle imzalanan 1838 Baltalimanı Antlaşması, yabancı ülkelere, Osmanlı Devletini sömürmek için, kapitülasyonlara ek ticaret imtiyazları sağladı 1838 ticaret antlaşmalarıyla Osmanlı Devleti, bazı ticaret eşyası üzerinde mevcut yed-i vâhid (tekel) usulünü kaldırmayı taahhüt ederek, yabancılara iç ve dış ticaret hususunda tam bir serbestlik tanıdı Bununla beraber Osmanlı ülkesinden çıkacak mal üzerinden % 9 iskele ve % 3 çıkış resmi olmak üzere % 12 nispetinde resim alınmaktaydı Mustafa Reşit Paşanın yetiştirmelerinden; Âlî ve Fuad paşalar da, 1861’de imzaladıkları yeni ticaret antlaşmalarında, 1838 ticaret muahedelerinin iç ve dış ticaret serbestliği prensibini öngörmesi yanında, ihraç edilen mallardan alınmakta olan % 12 iskele ve gümrük resmini yabancı tüccarlar için başlangıçta % 8’e ve sekiz yıl sonra da % 1’e indirdiler Böylece 1838’de Reşit Paşa ile başlayan ve 1861’de Âlî ve Fuad paşalarla devam eden idareciler, Osmanlıyı Avrupa’nın mahkûmu yaptılar Artık yabancı tüccarlar, Osmanlı memleketlerine yayılıp Osmanlı tüccarları gibi iç ticarette iş yapıyorlar, hammaddeyi kolaylıkla Avrupa’ya ihraç ediyorlar, mamul getirip satıyorlardı Kendi memleketlerinde bundan daha kârlı ve imtiyazlı ticaret yapmalarına imkân yoktu Avrupalı tüccarlara verilen bu imtiyazlara karşılık, Osmanlı tüccarlarının ve esnâfının korunması için en ufak bir tedbir alınmamıştı Âlî ve Fuad paşaların ıslahat lâyihalarında, ticarete dair ciddî tek bir fikir yoktu Osmanlı topraklarından hammadde ihracı başlayınca, yerli sanayi, hammadde bulmakta sıkıntıya düştü Başka bir ifadeyle Osmanlı sanayiinin çöküşü hızlandı Böylece Osmanlı ekonomisi, zamanla, mevcut gücünü kaybetti ve gelişmelerin gerisinde kaldı Nihayet Avrupa’nın gittikçe gelişen ve genişleyen ticarî, iktisadî ve teknolojik rekabeti karşısında tutunamayarak 19 yüzyılın ikinci yarısından itibaren hızlı bir çöküş dönemine girdi Avrupa devletlerinin desteğine duyulan ihtiyaç, Osmanlı hükümetlerini, onların karşısında meselelerini eşit şartlarda müzakere etme gücünden mahrum bıraktı Yapılan bu ticarî antlaşmalar, başta İngiltere olmak üzere, diğer Avrupa ülkelerinin mallarına karşı ilgiyi arttırarak, yerli mallara olan talebi azalttı Bilhassa Osmanlı lirasının değerinin yüksek tutulması, yabancı tüccarı cezbederken, yerli sanayii hareketsiz bıraktı Ticaret ve sanayi geriledi 1838 antlaşmasıyla ekonomisi felce uğratılan devlet, Rusya ile harbe sokulup, 1854’te İngiliz ve Fransızlarla ilk borç antlaşmalarını imzalamak mecburiyetinde bırakıldı Alınan borçların faizlerinin ödenememesi ve yeni borçların alımı ile 1870’te borç miktarı, 792 milyon frangı buldu Bunu fırsat bilen Avrupa devletleri, Osmanlı Devleti üzerinde siyasî ve askerî baskılarını arttırdılar Bu sırada Abdülaziz Han'ın şehadeti ile tahta geçen Sultan Beşinci Murad’ın kısa süren saltanatından sonra Sultan İkinci Abdülhamid Han, padişah oldu Birinci Meşrutiyeti ilan ederek, Kanun-u Esasî’yi kabul etti Bu sırada Tanzimatçıların uyguladığı yanlış ekonomik politikalar ve yabancılara verilen imtiyazlar sebebiyle, devletin malî durumu iyice kötüye gitti Avrupa basını, Osmanlı Devletinin malî iflas hâlinde bulunduğunu yazıyordu Bu sırada Bosna-Hersek isyanı ile Midhat Paşa ve adamlarının tahrik ve teşvikleriyle Osmanlı-Rus Harbi patlak verdi Devletin içinde bulunduğu malî kriz daha da büyüdü Yabancı devletlerin baskılarını önlemek ve Osmanlı Devletinin kaybolan itibarını iade etmek isteyen Sultan İkinci Abdülhamid Han, birçok malî tedbirler aldı Düyun-u Umumiye idaresi kuruldu Alacaklı ülkelerin temsilcilerinden ve Osmanlı memurlarından meydana gelen bu idare, tütün, tuz ve ipek vergileriyle damga pulu ve balık gelirlerini toplamaya yetkiliydi Yapılan bu düzenlemeyle devlet, borçlarının büyük bir kısmından kurtuldu ve yabancı devletlerin iç işlerimize müdahalesi önlenmiş oldu Böylece Sultan’ın şahsî kabiliyeti ve akıllı siyaseti sayesinde devlet, malî itibarını elde etti ve siyasî istiklâline kavuştu Alınan bazı tasarruf tedbirleriyle de, borçların önemli bir kısmı ödendi Sultan Abdülhamid Han, yürürlükte olan ekonomik imtiyazları, devleti idare siyasetinde, maharetle kullandı Yabancı devlet şirketlerine ihaleler yoluyla çeşitli bölgelerde yeni yatırımlar yaptırdı Bu sırada İngiliz ve Fransız şirketleriyle birlikte Alman firmalarına da imtiyazlar verdi Bu şekilde, yabancı devlet ve firmalar arasında mücadele başladı Demiryolu yapımındaki mücadeleyi Almanya kazandı Almanya’dan alınan malî destekle 1888’de Haydarpaşa-İzmit demiryolu Ankara’ya kadar uzatıldı 1902’de Ankara-Bağdat demiryolunun yapımı da Almanlara verildi Alınan yeni tedbirlerle eğitim, bayındırlık ve tarım alanında müspet gelişmeler oldu Bütün memlekette ticaret, ziraat ve sanayi odaları açıldı Yabancılara tanınan imtiyazların yer aldığı kapitülasyonlar, Birinci Dünya Harbi'ne kadar devam etti Sultan Beşinci Mehmed Reşad Han, 9 Eylül 1914’te, kapitülasyonların 1 Ekim tarihinden itibaren yürürlükten kaldırılacağını, bütün yabancı devlet temsilcilerine bildirdi İmtiyazlardan faydalanan Fransa, İngiltere ve Çarlık Rusyası, milletlerarası özellikte bir antlaşmanın tek taraflı olarak yürürlükten kaldırılamayacağı görüşünü ileri sürerek, Sultan Beşinci Mehmed Reşad’ın kararını protesto ettiler Ancak, bu arada Osmanlı Devleti savaşa girdi Birinci Dünya Savaşından sonra, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi ile, kapitülasyonlar bütün ağırlığı ve şartları ile kendiliğinden geri geldi 20 Ağustos 1920’de, Sultan Vahideddin Han'ın tasdik etmediği Sevr Antlaşması'yla yabancılara tanınan haklar arttırıldı Ancak İstiklâl Savaşı'ndan sonra 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması ile kapitülasyonlar kesin olarak kaldırıldı Kasır Umumiyetle hükümdarlar için şehir dışında yaptırılmış saray ve köşk manâsında kullanılan bir tabir Anadolu beyliklerinin ve valilerinin, tehlikelere karşı savunma tedbirlerine sahip olan binalarına da kasır denirdi Bu tip kasırlar, şehirlerin yüksek yerlerinde yapılan hisarların içerisinde, iç kaleler özelliğindedir Aynı maksatla, kırlarda kesme taştan yapılmış kalın duvarlı, mazgal delikleri ve gözetleme kuleleri bulunanları da vardır Kayseri yakınlarında Haydarbey Kasrı, Hızırilyas Kasrı ve Doğubeyazıt’taki İshakpaşa Kasrı bu tip kasırlardandır Osmanlı sultanları yeşilliklerde, dinlenme köşkleri ve saray özelliğine sahip kasırlar yaptırmışlardır Güzel gezinti kıyılarında, orman kenarlarında inşa edilen çok odalı kasırlar, zengin süslemelere ve sanat eserlerine sahipti İstanbul’daki Sadâbâd, Göksu, Aynalıkavak ve tersane kasırları, bunların en güzel örnekleridir 17 yüzyılda Valide Turhan Sultanın Ramazan aylarında ibadet etmek ve Kur’ân-ı kerîm dinlemek için Yeni Camiye bitişik ve caminin hünkâr mahfiline bir geçitle bağlı olarak yaptırdığı Yeni Cami Kasrı çok güzel olup, bir eşi daha yoktur |
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik) |
06-27-2012 | #13 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik)K Kavalalılar (Kavalalı Hanedanı) Kılıç Alayı Kızılelma Kol Gezmek Korsanlık Kavalalılar (Kavalalı Hanedanı) Mısır’daki Kavalalı Mehmet Ali Paşa hanedanı Ailenin atası İbrahim Ağa, aslen Konyalı olup, Osmanlılar devrinde Edirne’ye gelmiş ve Makedonya’da Kavala şehri kalesine bekçibaşı tayin edilmişti Kavala’ya yerleşen İbrahim Ağanın kardeşi Tosun Ağa, şehrin mütesellimi, onun oğlu Ali Tosun Paşa da, Osmanlı Devleti'nde beylerbeyi vazifesindeydi Kavalalıların en meşhur şahsiyeti, Mehmet Ali Paşa'dır Kendisini, Osmanlı Sultanı Üçüncü Selim Han (1789-1807) vezirlik rütbesiyle Mısır valisi tayin etmiş, o da bilâhare Kavalalılar Hanedanını kurmuştur Kavalalılar Hanedanının başına geçenler, İsmail Paşa (1868-1879) devrinde hıdiv, Hüseyin Kâmil Paşa (1914-1917) devrinde sultan, Birinci Fuâd (1917-1936) devrinde melik unvanını aldılar Kavalalı ailesinden, Osmanlı padişahlarının kızlarıyla evlenerek akrabalık kuranlar olduğu gibi, devletin iç ve dış işlerinde vazife alanlar da vardı Abbas Hilmi Paşa'nın oğlu Damad İbrahim, Sultan Abdülmecid Hanın kızı Münîre Sultanla evlendi Mehmed Tosun Paşa, müşir rütbesini haizdi Melik Fuad Paşa da, Sultan İkinci Abdülhamid Han (1876-1909) devrinde binbaşı rütbesiyle Viyana’da askerî ataşelik yapmıştı Kavalalılar (1805-1953), Arabistan’daki Vehhâbîlere, Osmanlılara karşı ayaklanan Rumlara karşı mücadelelerde başarılı oldular Mehmed Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa'nın isyanı, Osmanlıları içeride ve dışarıda güç duruma düşürdü Devletin, 19 yüzyılın sonlarında malî bakımdan İngiltere’nin kontrolü altına girmesine sebep oldular Birinci Dünya Harbi (1914-1918) ve sonrasında İngiliz himayesi ve 1948 Arap-İsrail Harbindeki mağlubiyetleri, Kavalalılar Hanedanlığına karşı hoşnutsuzluklar meydana getirdi 1953’te Kavalalılar Hanedanlığına son verilip, cumhuriyet ilan edildi Kavalalılar Hanedanlığı Mehmet Ali Paşa (1805-1848) İbrahim Paşa (1848- (?) Birinci Abbas Hilmi Paşa (1848-1854) Said Paşa (1854-1863) Hıdiv İsmail Paşa (1863-1879) Hıdiv Tevfik Paşa (1879-1892) İkinci Abbas Hilmi Paşa (1892-1914) Hüseyin Kamil Paşa (1914-1917) Melik Birinci Fuad Paşa (1917-1936) Mehmed Fâruk (1936-1952) İkinci Fuad (1952-1953) Kılıç Alayı Osmanlı padişahlarının tahta oturduklarının ikinci ile yedinci günü arasında, Eyüp’te hazret-i Hâlid İbn-i Zeyd’in türbesinde kılıç kuşanmaları merasimine verilen isim Bir kısım İslâm devletlerinde olduğu gibi, kılıç kuşanma Osmanlılarda da kanun olduğundan, bu âdet ve an’ane, saltanatlarının sonuna kadar devam etmiştir Dinî ve askerî bir durum arz eden merasim iki safhalıdır Birincisi; törenin yapıldığı yere kadar gidiş ve gelişi ihtiva eden kılıç alayı; diğeri de mukaddes emanetlerden olan kılıçlardan birinin kuşanma safhasıdır Buna taklîd-i seyf denilmektedir Kılıç kuşanma âdetinin Osmanlılarda kesin olarak hangi tarihte ihdas edildiği bilinmemektedir Vakâyinâmelere göre, Sultan İkinci Murad, babasının Edirne’de vefat haberi üzerine, Amasya’dan Bursa’ya geldiğinde âlimler ve eşraf tarafından şehir dışında karşılandı Karşılamaya gelenler arasında bulunan, dedesi Yıldırım Bayezid’in damadı Emir Sultan tarafından, “el-muzaffer dâimâ” şeklinde biten bir duâdan sonra kendisine kılıç kuşatıldı Bu “el-muzaffer dâimâ” ibaresi, İkinci Murad Hanın tuğrasında yer aldı Osmanlı sultanlarının, İstanbul’un fethinden sonra, Eyüp semtinde Mihmândâr-ı Peygamberî (Peygamber efendimizi misafir eden) Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin türbesinde kılıç kuşanmaları, kanun oldu Tahta çıkan her yeni hükümdar, cülusundan birkaç gün sonra büyük bir alayla, bazen karadan, bazen de deniz yoluyla Eyüp'e gider ve türbede kılıç kuşandıktan sonra, saraya dönüş sırasında ecdâdının türbelerini de ziyaret ederdi Buna “türbeler ziyareti” de denilmiştir Eyüp Sultan Türbesinde padişahlara kılıç kuşatan zevât (muhterem kişiler) değişik olup, çok defa bu vazifeyi şeyhülislâmlar yapmışlardır Fatih Sultan Mehmed Han'a Eyüp’te Akşemseddin tarafından Osman Gazi'nin kılıcı kuşatılmıştır Sultan İkinci Bayezid’e, Eyüp’te, Nakîb-ül-Eşrâf kılıç kuşatmıştır Sultan Birinci Ahmed Han'a, Şeyhülislâm Ebü’l-Meyâmin Mustafa Efendi; Sultan Dördüncü Murad Han'a zamanın büyük evliyasından Celvetiyye yolu büyüğü Üsküdarlı Azîz Mahmûd Hüdâî Efendi kılıç kuşatmıştır Kılıç kuşanma için Eyüp’e hareket, büyük merasim hâlinde yapılırdı Devlet erkânı, resmî elbiseleriyle saraya gelirler, önceden top arabacıları, topçu, cebeci ve yeniçeri ocakları iki sıra hâlinde dizilip padişahı bekleyerek, geçişini seyrederlerdi Daha sonra alay, intizam hâlinde Eyüp’e gelir, Eyüp Camii'ne deniz yoluyla gelecek olan padişah, iskeleye geldiğinde sadrazam, şeyhülislâm ve diğer devlet erkânı karşılar ve selamlardı Öğle namazını müteakip hazret-i Hâlid’in türbesine gelinirdi Padişah, edeb ile türbeye girdikten sonra sadrazam, şeyhülislâm ve yeniçeri ağasını yanına davet eder, sonra şeyhülislâm duâya başlardı Padişah, iki rekat namaz kıldıktan sonra, duâsını yapar, kuşatılacak kılıcı saygı ile öptükten sonra şeyhülislâm veya devrin büyük âlimi tarafından beline kuşatılırdı Bundan sonra padişah merasime katılanlara selam verir, türbeleri ziyaret ederek saraya dönerdi Fatih Sultan Mehmed Han türbesini ziyaret âdet olmuştur Bu merasim sebebiyle Eyüp’te kesilen 40-50 ve daha fazla koyun, çevredeki fakir fukaraya dağıtılır, merasime katılan herkese ihsanlarda bulunulurdu Merasim, önceleri açıkta herkesin gözü önünde yapılırken, sonraları daha mahdut topluluk içinde yapılmıştır Kılıç alayında kullanılan kılıçlar, Peygamber efendimizin, hazret-i Ömer’in, hazret-i Hâlid bin Velîd’in, Osman Gazi ve Yavuz Sultan Selim Han'ın kılıçlarıydı Kızılelma Türk tarihinde cihan hakimiyeti ülküsünü temsil eden sembollerden biri Bir murada varmak “Kızılelma” kelimesinin ilk defa ne zaman, nerede ve nereyi ifade etmek için kullanıldığı bilinmemektedir Kızılelma'nın, Türk tarihinin akışı içinde, hep batı yönünde fethedilmesi gereken bir ülke, ele geçirilmesi hedef alınan bir taht veya saltanatı ifade için kullanıldığı kabul edilmektedir Bazı Türk tarihi yorumcularına göre ise Kızılelma, Bizans İmparatorunun tahtı üzerindeki, hazret-i İsa’ya ait olduğu söylenen altın top veya Ayasofya kilisesinin imparatorlara mahsus bölümündeki kubbeden sarkıtılan “altın top” gibi müşahhas bir şeyin adıdır Nitekim böyle düşünen yorumcular, İstanbul’un fethinden sonra, Kızılelma'nın, Roma’da Saint-Pierre kilisesinin mihrabındaki altın top olduğunu ileri sürmektedirler Zincirleme fetihler ve birbirini takip eden devletlerle daima batı istikametine akan Türk tarihinde, Kızılelma'nın cihan hakimiyeti mefkûresinin (ülküsünün) adı olması daha doğrudur Zaman zaman, bazı beldeler veya saltanatlar için kullanılmış olsa bile, buraların fethini müteakip bu defa yeni beldeler için kullanılmaya başlanması da bunu göstermektedir Türklerin, İslâmiyet'i kabul etmesinden sonra ise, İslâm dininin bütün Müslümanlara emri olan “İ’lâ-yı Kelimetullah” (Allah’ın dînini yeryüzünde üstün kılmak), gaye ve hedef olarak Kızılelma'nın yerini almıştır Selçuklu ve Osmanlıların çeşitli dönemlerinde de rastlanan Kızılelma, artık müşahhas şeyleri (ülkeler, tahtlar, saltanatlar vs) sembolize etmeye başlamıştır Nitekim, fetihten önce asker ve halk arasında Kızılelma, hazret-i Peygamberin, fethini müjdelediği İstanbul için kullanılırken, İstanbul’un fethinden sonra, Viyana, Roma gibi meşhur Hıristiyan şehirlerini ve bütün Firengistanı ifade etmeye başlamıştır Nitekim: “Gark-ı nûr olmak envâr-ı Muhammed’le Bu sefer Rîm Papadan Hazret-i Îsâ’ya Firenk” beytinde bu açıkça görülmektedir Asırlar ilerledikçe, ülkeler ve şehirler fethedildikçe, Kızılelma'nın temsil ettiği yer de değişmiş ve Kızılelma, padişahın sefer murad ettiği yerler olmuştur Padişah ise, yalnız ve yalnız “İ’lâ-yı Kelimetullah” için bu işi yapmaktadır Son devirde Ziya Gökalp ve benzeri Türkçü yazarların şiir ve makalelerinde Kızılelma, tekrar ısrarla Türk'ün cihana hakim olması manâsında kullanılmıştır Bu kullanılış şeklinde; inanç, fikir ve manâ itibariyle İslâmiyet'in emri olan cihad, “İ’lâ-yı Kelimetullah” gibi bilhassa Anadolu’daki yaklaşık bin yıllık Türk tarihinin temel unsuruna yer verilmemiştir Türk tarihinin akışı içinde en mühim bölüm olan bu devir atlanarak, doğrudan Orta Asya Türklüğü örnek alındığından, son devir Türkçü şair ve yazarlarının, Kızılelma üzerindeki yeni anlayış ve yorumları kısır kalmıştır Çıkdı Otranto’ya pür velvele Ahmed Pâşâ, Tuğlar varsa gerekdir Kızılelma’ya kadar Yahya Kemâl Kızılelma'nın sosyal yönden başka bir durumu da, Türk halk hikâyelerinde murada erilecek yer olarak gösterilmesidir Bu durum, daha çok düğünlerde çekilen bayraklarda kendini gösterir Gerçekte artık kalkmak üzere olan bu âdete göre düğün alaylarında taşınan bayrağın tepesine kıpkırmızı bir elma yerleştirilir Bu bayrak, önce oğlan evinden çıkar Kız evine dikilir Gelinle birlikte gelen düğün alayının en önünde taşınır ve sonunda yine oğlan evine dikilir Tepesinde kızıl elma vardır Bu murada işarettir Ayrıca elmanın yanına kabından delinen bir ayna da yerleştirilir Bu da kalp temizliği, doğruluk, aydınlık ve huzurlu olma temennisi içindir Kol Gezmek Osmanlılar zamanında şehir ve kasabaların âsâyişini muhafaza maksadıyla zabıta memurlarının dolaşması Kola çıkmak Tanzimâttan evvel sadrazamlar, yeniçeri ağaları, kaptan paşalar kola çıkarlar, yolsuz hareketi görülenleri cezâlandırırlardı Tanzimâttan sonra kurulan zaptiyelerin ve daha sonra polislerle jandarmaların gece ve gündüz, inzibat ve âsâyişin temini maksadıyla, çarşı pazarlarla mahalle aralarında dolaşmalarına da “kol gezmek” denirdi Yine bu mânâda “devriye gezmek” tâbiri de kullanılırdı Geceleri sokakta fenersiz gezmesinden dolayı şekil ve kıyâfetinde, kendinde şüphe uyandıran kimseler de kol gezenler tarafından çevrilir Bunlar karakola ve zindana gönderilmeyip sabaha kadar çalıştırılmak suretiyle cezalandırılmak üzere mahalle hamamının külhanına gönderilirdi İstanbul’un hemen her mahallesinde bulunan hamamların sabah namazından bir iki saat evvel hazır ve açık bulundurulması âdetti Oldukça ağır ve pis işlerden sayılan külhancılık eskiden ekseriyetle Ermeniler tarafından görülürdü Külhancılar, devriye tarafından yakalanıp kendilerine teslim olunanları sabaha kadar odun taşımak, külhan ocaklarını temizlemek gibi işlerde çalıştırırlar ve sabahleyin üstleri başları kurum ve kir içinde bunları salıverirlerdi Fenersiz gezen hüviyeti meçhul adamların bu suretle hamamlara teslim edilmesi hem kol gezenleri karakola kadar gitme zahmetinden kurtarır, hem de bir daha kimsenin fenersiz gezmemelerini temin ederdi Kol gezenlerin tatbik ettikleri bu cezâlar kânunî olmaktan ziyâde örfî idi Öyle ki, Osmanlılar zamanındaki bu idârî sistem, günümüzde bâzı tabirleriyle hâlâ yaşamaktadır: (Hastalık) Kol geziyor, külhanî, fenersiz yakalanmak gibi Korsanlık Düşman devlete veya onun tebaasına âit malları ele geçiren gemilerin hareketine verilen ad Korsanlık eskiden savaş kurallarına uygun sayılan bir metoddu Ele geçirilen korsan gemisinin kaptan ve tayfasına savaş esiri gibi davranılırdı Atlas Okyanusunda kısa süren korsanlık, bilhassa Akdeniz’de uzun yıllar devâm etti Bir yağma ve esir toplama faaliyeti olarak zamanla çok aşırı boyutlara ulaştı ve devletler, korsan gemiler için nizamlar koymak mecbûriyetinde kaldı Osmanlılar bu sebeplerden “korsan” denen deniz akıncılarına önem verdi Korsanlıktan yetişmemiş bir denizci gerçek denizci sayılmazdı Osmanlı deniz korsanları bahriyenin en imtiyazlı fedâî sınıfıydı En tehlikeli vazîfeleri yüklenir ve bunu hayâtı pahasına başarırdı Devletin sulh hâlinde bulunmadığı devletlerin gemilerini açık denize bırakmaz, zapteder veya korkuturdu Osmanlı Devletinin devamlı muhârebe hâlinde bulunduğu İspanya ve İtalya sâhillerine kadar giderek, düşmanın mâneviyâtını alt-üst eder, ekonomik gücünü kırar, limanlar arasındaki irtibatı keser ve ticâret yapmalarına izin vermezlerdi Osmanlı Devleti 14 yüzyıl sonlarından başlayarak Akdeniz’de dağınık haldeki Türk deniz korsanlarını düzenledi ve gelişmesine yardımcı oldu Akdeniz’deki Türk korsanları ile Osmanlı Devleti arasında ilk irtibatı sağlayan Sultan İkinci Bayezid Hanın üçüncü oğlu ve Yavuz Sultan Selim Hanın ağabeyi Şehzâde Korkut’tur Bu iş için çok çalışmış ve Oruç Reisi korsanlığa sevk etmiştir Bu korsanlardan ilk olarak devlet hizmetine giren Kemâl Reis olmuştur Ondan sonra Türk korsanlarının pîrî Oruç Reis, sonra kardeşi Hızır Reis (Barbaros Hayreddin Paşa), onun İstanbul’a çağrılması üzerine de Turgut Reis korsan ocağının başına geçmiştir Turgut Reis Tunus’ta Mehdiyye, Cerbe, sonra Trablusgarb ve Cezayir Beylerbeyliğinin birçok limanını belli başlı korsan üsleri hâline getirmiştir 1513 yılı yazında Oruç Reisin Kuzey Afrika’ya, Mağrib’e ayak basması, Türk denizcilik târihinin dönüm noktasıdır Oruç Reis bu kıyıları İspanyollardan temizleyip, yerli halkın sevgi ve îtimâdını kazandı Batı Akdeniz’de, hâkimiyet Oruç Reisin eline geçti Bu suları çok iyi bilen Kemâl Reisin yeğeni Pîrî Reis, Oruç Reisin maiyetinde idi Cezâyir-Türk korsanları, 16 asırda zamânının en iyi denizcileri idi İstisnâsız Akdeniz’in her yerinde faâliyet gösterdiler Bu asırda Türk deniz akıncılarının olmadığı hiçbir Akdeniz limanı gösterilemezdi Sardunya, Sicilya, Korsika, Malta, Türklerin her yıl çıkartma yaptıkları adalardı Hattâ Korsika’yı tamâmen Turgut Reis fethetmişti Tunus beylerbeyliğine âit korsan filoları da Malta şövalyelerine rağmen İtalya ve Sicilya’ya korku verdiler On yedinci asrın başlarında Büyük (Koca) Murâd Reisin Batı Akdeniz ve Atlantik seferleri çok meşhûrdur Deryâ sancakbeyi rütbesi verilen Murâd Reisin kahramanlık ve gazâlarını dinleyerek hayrân olan Sultan Birinci Ahmed Han, kendisini bizzât görmek istemiş, huzûr-ı hümâyûnda hiç bir vezîrin nâil olmadığı iltifâtlar göstererek onu Mora Sancakbeyi yapmıştır 1609’da vefat edip Rodos’ta yaptırdığı câminin yanındaki türbesine defnedilen Murâd Reisi selamlamak türbe önünden geçen Türk harb gemisi için kânun oldu Yine Rodos’ta medfûn bulunan Memiş Paşaoğulları, 16 ve 17 asrın büyük amirâl ve korsanlar yetiştirmiş bir denizci âilesiydi Denizciliğe Oruç Reisle başlayan Kurdoğulları çok meşhurdur Endonezya’ya giden Hızır Reis, Kurdoğullarından idi Türk korsanları, İrlanda gibi Büyük Britanya adasına da pek çok seferler yaptılar Devamlı şekilde 30 gemilik bir Türk filosu bu sularda geziniyordu 1625 yılında Türkler Bristol Kanalının açığında Lundy Adasını aldılar, Bristol liman ağzına hâkim oldular İngiltere yıllarca Türkleri bu Lundy ve Scillya adalarından atamadı 1631’de Türkler İngiliz limanlarını yıllık vergiye bağladılar Murâd Reisin 20 Haziran 1627’deki İzlanda Seferi meşhûrdur Adada 26 gün kalmış, ikinci İzlanda Seferine de Ali Reis kumanda etmiştir Korsanlık, akıncılık gibi bir teşkilât olup, Cezâyir Beylerbeyinin Rotterdam, Amsterdam, Ceneviz, Livorno ve emsâli büyük Avrupa limanlarında gizli ajanları vardı Bunlar o limanlara bağlı gemilerin giriş-çıkış ve rotalarını Cezâyir’e bildirirlerdi On sekizinci asırda da Türk deniz akıncıları eski hüviyetlerini korumakla birlikte, İngiltere ve Fransa da büyük denizci devletler arasına girdiler 1783 yılında Amerika Birleşik Devletleri denizlerde bayrak gezdirmeye başladı 25 Temmuz 1785’te Atlantik’te Cadiz açıklarında bu yeni bayrağı taşıyan ilk gemi, Cezâyir korsanları tarafından zaptedildi Bu gemi Boston limanına bağlı, kaptan İsaak Stevens’in idâresindeki Mora gemisi idi Az sonra Philadelphia limanına bağlı, Kaptan D Brienin’in Dauphin’i aynı âkibete uğradı ve Cezâyir’e getirildi 1793 Ekim ve Kasım aylarında 11 Birleşik Amerika gemisi daha Türk filosu tarafından zaptedildi Kongre 27 Mart 1794 celsesinde, Türk korsanlarına karşı koyacak güçte harp gemileri îmâl edilmesi veya satın alınması için başkan George Washington’a 688000 dolar harcama selâhiyeti verdi Böylece Birleşik Amerika donanmasının temeli atıldı Az zaman sonra Birleşik Amerika, Cezâyir donanması ile başa çıkamayacağını anladı ve Cezâyir’le anlaşma yoluna gitti 5 Eylül 1795 (21 Safer 1210) târihindeki muâhede (antlaşma) ile Birleşik Amerika, Cezâyir’deki esirlerinin iâdesi ve gerek Atlantik’te ve gerek Akdeniz’de Birleşik Devletlerin sancağını taşıyan hiçbir tekneye dokunulmaması karşılığında 642000 altın dolar ve yılda 12000 Osmanlı altını haraç ödeyecekti Türkçe ve 22 madde olan muâhedeye, George Washington ve Beylerbeyi Hasan Dayı imzâ koydular Böylece Birleşik Amerika da yıllık vergiye bağlanmış oldu Deryâ ve akıncı beylerinin çok mühim bir vasıfları da ellerinin son derece açık olması ve ünlü zenginlerin yapamadıkları cömertliği yapabilmeleri, fukarâ babası olmalarıydı Bütün bir bölgenin fakirleri bir tek deryâ ve akıncı beyinin sâyesinde geçinip giderlerdi Beylerin konakları misâfirhâne olup, herkese açıktı Misâfir, derecesine göre ikrâm görürdüMisâfiri çevirmek olmazdı Geri çevirmek, düşmana silâh teslim etmek derecesinde olup büyük şerefsizlik sayılırdı On yedinci yüzyılda deniz korsanlarının faaliyetleri iyice artarak deniz yolculuğu tehlikeli bir hal aldı Avrupalı korsanlar, kendi milletlerinin gemilerine bile çekinmeden saldırmaya başladılar Avrupa kral ve prensleri yapılan yağmalardan istifâde için korsanlara arka çıkmaya başladılar On sekizinci asrın sonuna doğru korsanlığın korkunç boyutlara ulaşması üzerine devletler, bunlardan kurtulma çârelerini araştırmaya başladılar 1785 yılında Amerika ile Prusya arasında yapılan antlaşmaya göre, aralarında olacak muhârebelerde karşılıklı korsanlık müsaadesi vermemeleri ve tüccar gemilerinin serbestçe dolaşmaları esâsı kabul edildi Bu konuda devletlerarası çalışmalar kesin bir netice vermedi Ancak Kırım Harbi (1853-1856) sırasında muhârip devletler, muhârip korsan gemisi çıkarmamaya karar verdiler Bu durum diğer devletlere de bildirildi Kırım Harbi sonunda Paris’te yapılan kongrede, korsanlığın tamâmen kaldırılması karârı alındı Daha sonra 14 Eylül 1937’de Lyon’da Türkiye, Mısır, Fransa, İngiltere, Yunanistan, Romanya, Yugoslavya ve Sovyetler Birliği antlaşma imzâlayarak korsanlığa karşı tedbir alınmasını kararlaştırdılar Antlaşmada uçakla da korsanlık yapılabileceği belirtilip, tedbir alınması kabul edildi Günümüzde korsanlık daha çok hava korsanlığı şeklinde devâm etmektedir |
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik) |
06-27-2012 | #14 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik)L Lala Lâle Devri Levent (Levend) Lala Osmanlı şehzâdelerinin tâlim ve terbiyesiyle meşgul olanlara verilen isim Selçuklularda bu vazifeyi atabegler yaparlardı Geleceğin hükümdarını yetiştirmek üzere görevlendirilen bu kişiler din ve fen ilimlerinde mümtaz şahsiyetler arasından seçilirlerdi Şehzâdeler sancağa çıkarken bâzen yanlarına birden fazla da lala görevlendirilirdi Bu durumda en kıdemlisi “Lala Paşa” ünvânını taşırdı Lalanın ilmî kıymeti yanında pâdişâhın fevkalâde îtimâdını kazanmış emin bir kimse de olması gerekliydi Çünkü bunlar şehzâdenin iyi bir devlet adamı olarak yetişmesi yanında onun pâdişâha karşı itâatini de kırmaması lâzımdı Îtimâdı sarsacak durumlarda lalaların görevden alınması pâdişâhın yetkisindeydi Lalalar yetiştirdikleri şehzâdenin pâdişâh olması durumunda büyük bir nüfuz kazanırlardı Tahta geçen yeni pâdişâh, lalalarının en kıdemlisi olan Lala Paşayı vezirliğe ve bâzen de sadrazamlığa tâyin ederdi Lala deyimi ayrıca halk arasında konak ve evlerde çocukların yetiştirilmesi için alınan görevliler için de kullanılmıştır (Bkz Atabeg) Lale (Lâle) Devri Türkiye târihinde Pasarofça Antlaşması ile Sultan Üçüncü Ahmed Han'ın tahttan indirilmesi (1730) arasındaki dönem Lâle Devri, Osmanlı Sultanı Üçüncü Ahmed Han (1703-1730) ve Vezir-i âzam Nevşehirli Damad İbrahim Paşa zamanında Osmanlı-Rus-Avusturya-Venedik harplerinden sonra imzâlanan Prut ve Pasorofça antlaşması ardından başladı Yıllarca süren harpler ve isyânlardan bıkan ahâli, antlaşmalardan sonra savaştan uzak bir hayat sürmeye başladı İstanbul’da sünnet ve düğün merâsimleri artarak, mevsimine göre kır, deniz seyahatları ve helva sohbetleri tertiplendi Pâdişah dahil, devlet adamları baharda, lâle mevsiminde Sâdâbâd, Şerefâbâd Bağ-ı Ferah, Emnâbâd, Hüsrevâbâd, Hümâyûnabâd, Kasr-ı Süreyya, Vezirbahçesi köşklerine, Tersâne Bahçesi, Çırağan Bahçesi, Beşiktaş yalılarına giderlerdi Devlet adamları, ahâli ve çiçekçi esnafı, iki yüzden fazla lâle çeşidi yetiştirip, bu bitkiye karşı alâka artmıştır “Mahbud”, devrin en meşhur ve pahalı lâle çeşidi oldu İstanbul başta olmak üzere bütün memleket sathında park, bahçe tanzimi, köşk, saray, çeşme, sebil, imâret, medrese, kütüphane ve câmiler dâhil pek çok sanat eseri yapıldı Aslında bu devir, Türk bahçe ve park anlayışının mükemmel bir tezâhürüdür ve Avrupa bunu “Turquerie” adıyla taklit etmiştir Bu devirde ayrıca, inşâ ve tâmir edilen sanat eserlerinin süslenip, tezyini için İstanbul’a çini fabrikası kuruldu Bugünkü Nevşehir, bu devrin eseridir Yine bu devirde, 16 yüzyıldan beri İstanbul’da ve diğer Osmanlı şehirlerinde Arapça, Ermenice, İbrânice, Rumca kitap basan matbaaların ardından, Şeyhülislâm Abdullah Efendinin fetvâsı ile, aslında bir eksiklik olan, Osmanlıca kitap basımı da gerçekleşti Matbaada basılacak kitapların kontrolü için âlimler vazifelendirildi İstanbul’da bulunan doksan bin kadar hattatın durumları dikkate alınarak, ilk zamanlar dînî kitap basılmadı Hattatlıkla uğraşan kalem ehlinin bir kısmı matbaada tab (baskı) işlerinde musahhihlik yaparak zamanla denge sağlandı ve dînî kitapların basımına geçildi Matbaanın ve hattatların ihtiyacını karşılamak için kâğıt fabrikası kuruldu Avrupa ile münasebetler arttırılıp, Viyana’ya konsolos tayin edilerek, çeşitli başşehirlere dostluk nâmeleri gönderildi Sonradan “Lâle Devri” diye adlandırılan 1718-1730 tarihleri arasındaki yıllar sulh, sükun ve huzurla geçtiğinden Osmanlı kültür, sanat ve ilim âleminde kıymetli şahsiyetler yetişti Hattatlar vasıtasıyla eski eserler çoğaltılarak, her tarafa dağıtıldı Damad İbrahim Paşa, tarihe meraklı olduğundan birçok tarih kitaplarının yazmaları kontrol edilip, karşılaştırmalı olarak hattatlara yazdırılıp çoğaltıldı İlmi encümen, heyet ve büroları kurularak, Arapça, Farsça, Yunanca kitaplar tercüme edildi Bu devirde yapılan saray ve köşklerdeki ilim meclislerine, sohbetlere kıymetli âlimler, sanatkârlar, şâirler ve edipler katılırdı Sohbetlere doğu dillerini iyi bilen ve ilim erbâbından şâir Nedim ayrı bir renk katardı Nedim, Lâle Devrinin günlük hayatını ve İstanbul’un tasvirini: Bu şehr-i Stanbul ki, bî-misl ü behâdır, Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır, Bâzâr-i hüner ma’den-i ilm ü ülemâdır mısralarıyla yapmıştır İran meselesi; devlet adamlarının îmar faaliyetlerini, ordudaki düzenlemeleri ve meclis toplantılarını istemeyen yabancılar; yazılan eserlerin yanlış açıklanıp, anlaşılması gibi sebepler, Lâle Devrindeki huzur ve âhengi bozdu Patrona Halil adında devşirme bir tellak yeniçeri, Sultan Üçüncü Ahmed Han sefer hazırlıkları içindeyken ve tatil günü devlet adamlarının yazlıklarda bulundukları esnâda, isyanı başlattı 28 Eylül 1730 tarihinde meydana gelen Patrona Halil İsyânı'yla Damad İbrahim Paşa ve yakınları, âsilerin arzusuyla vazifeden alınıp, öldürüldü Âsiler, seksen sekizinci İslâm halifesi ve yirmi üçüncü Osmanlı Sultanı Üçüncü Ahmed Hanın da hal’ini istediler İstanbul’da yapılan yalılar yağma edilip yıkılarak, lâle bahçeleri tahrip edildi Birçok güzîde sanat eseri, âsi ve yağmacıların tahribine uğradı Sanatkârlar, şâirler, edipler, ilim ve devlet adamları, öldürüldü Damad İbrahim Paşanın öldürülmesi ve Sultan Üçüncü Ahmed Hanın tahttan indirilmesi ile Türkiye tarihinde Lâle Devri (1718-1730) sona erdi Bu devir; sulh, sükûn, huzur, imar faaliyetleri, güzîde sanat eserleri yapılması, ilmî eserlerin çoğaltılarak dağıtılması, ihtiyaç duyulan maddelerin ülkede imalâtı için fabrika tesisi, askerî yenilikler, dünyada olup biten yenilik ve olayların takip edilmesi için Viyana (1719) ve Paris’e (1721) elçilik heyetleri gösterilmesi, İstanbul’da itfaiye teşkilâtının kurulması; âlim, edip, şâir ve sanatkârların korunmasına ayrı bir itinâ gösterilmesi bakımından, Türkiye tarihinde ayrı bir yer tuttuğundan, çok önemlidir Padişah ve şâirlerin başlattığı gerçek batılılaşma da bu devirde başlamış, fakat bu ve bundan sonra gelecek isyanlar, her türlü yenilik faaliyetini neticesiz kılmıştır Levent (Levend) Osmanlı donanmasında hizmet gören askerî sınıf Türkçe, Farsça ve İtalyancada ayrı ayrı mânâlara gelen kelime aslen İtalyanca olup, levantino “doğulu” anlamına gelir Venedik’e göre doğulu asker Farsça, nefsin arzû ve isteklerine uyan Türkçede ise, tekil olarak; “delikanlı, boyluposlu, yiğit, çevik” demektir Levendât şeklindeki çoğulunda, kara ve deniz askerleri ifâde edilir Deniz ve kara leventleri olmak üzere iki kısımdır Deniz leventleri: On altıncı asırda Akdeniz’de gemileri ile faaliyette bulunan gözüpek, güçlü kuvvetli Türk denizcileri Bunlar 17’şer oturaklı gemileri ile, Rumlalarla meskûn Livâdiye sâhillerini vurup, bol ganîmet ile dönerlerdi Leventler, Osmanlı Devleti hizmetine girmelerinden sonra, bulundukları yerin disiplini ve nizâmını sağlar, donanma sefere çıktığı zaman, asker olarak sefere katılırlardı Bunlar, Levent-i Türkî ve Levent-i Rûmî diye ikiye ayrılır “Levanda”adını taşıyan Rum leventleri, adalardan toplanırdı Bunlar, daha sonra hizmette hıyânette bulunduklarından tasfiye edildiler Türk leventleri timarlı olup, sâhil memleketlerindeki Türklerden alınırlardı Türk leventleri ile Rum leventlerinin kıyâfetleri farklı idi Türk leventleri, berate denilen kırmızı başlık, kollu beyaz gömlek ve kırmızı renkli, kenarları siyah harçlı bir yelek ile kırmızı şalvar giyer, bellerine sarı kuşak sararlardı Rum leventleri de kenarları sarı harçlı mâvi bir yelek, beyaz şalvar giyer, bellerine kuşak sararlardı; bellerinde ve başlarında mâvili beyazlı kuşak ve sarık bulunurdu Ayrıca Türk ve Rum leventleri bütün bedenlerini örten kenar dikişleri kırmızı harçla çevrili, başlıklı bir yağmurluk giyerler, bellerinde bıçak bulundururlardı Kılıç, mızrak, uzun namlulu tüfek ve tabanca da taşırlardı Rum leventleri, daha çok kürekli çektirilerde kullanılırdı Leventlerin komutanına “Şehlevent” denirdi Kıdemlerine göre “çektiri, firkate, kalyon levendi” adını taşırlardı Donanmanın her yıl seferden dönüşünde yoklama yapılır, sefere katılmayanların kayıtları silinerek maaşları kesilirdi Kara leventleri: Osmanlılarda donanma leventlerinden ayrı olarak vezir ve beylerbeyi maiyetlerinde süvârî görevi yapan sınıf Bunlara kapılı-levent de denilirdi Leventlerin mensub oldukları vezir veya beylerbeyi azledilince, bunlar bir yere kapılanıncaya kadar, başıboş bir hâlde dolaşdıkları için bunlara “kapısız levent” denirdi Kapısız leventlerin zamanla çoğalması ve Anadolu’da eşkıyâlığa başlamaları üzerine, bu teşkilât bozuldu Anadolu’daki isyânlara karıştılar 1776’da çıkarılan son fermanla varlıkları kesin olarak ortadan kaldırıldı Kara leventleri unutulduğu hâlde, deniz leventleri muhteşem hâtıraları ile hâlâ yaşamaktadır Levent denince akla Osmanlı devri Türk denizcisi gelmektedir Pekçok dehâ sâhibi Osmanlı amirâli leventlikten yetişmişlerdir Leventler, Osmanlı Devletine unutulmaz deniz zaferleri kazandırmışlardır |
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik) |
06-27-2012 | #15 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihi Kavramları(Alfabetik)M Malkoçoğulları Mecelle Malkoçoğulları Osmanlılar zamânında hizmetleri ve kahramanlıklarıyla meşhur akıncı âilesi Malkoçoğullarının merkezi Silistre’dir Yıldırım Bâzeyîd, Fâtih Sultan Mehmed, Sultan İkinci Bayezid ve Yavuz Sultan Selim Han zamanlarında önemli hizmet ve kahramanlıkları görülen bu âilenin atası Malkoç Mustafa Beydir Turhan Beyoğulları, Mihaloğulları ve Evrenosoğulları gibi, Rumeli’ye sefer yapan ve akınlar düzenleyen Malkoçoğulları, kısa zamanda büyük ün kazandı Yıldırım Bâyezîd Han, şehzâdesi Çelebi Süleymân’ın yerine Malkoçoğlu Mustafa Beyi Sivas dizdarlığına (kale komutanlığına) tâyin etti 1400’de Tîmûr Hanın Anadolu’ya düzenlediği sefer sırasında Sivas’ı on sekiz gün savunan Malkoç Mustafa Bey, sonunda kaleyi teslim etti Kale müdâfîleriyle birlikte Mustafa Bey de Tîmûr’un emriyle öldürüldü Malkoç Mustafa Beyin torunu Bâli Bey sâyesinde, âilenin ünü Fâtih Sultan Mehmed Han ve Sultan İkinci Bâyezîd Han zamanında da devâm etti Yavuz Sultan Selim Hanın Çaldıran (İran) Seferine katılan Malkoçoğlu Bâli Beyin iki oğlu Ali ve Tur Ali beyler, önemli kahramanlıklar gösterdiler Bâli Beyin küçük oğlu Silistre Beyi Tur Ali Bey, muhârebe esnâsında bizzât Şâh İsmâil tarafından şehit edildi Sofya sancak beyi olan Ali Bey de bu muhârebede şehit düştü Malkoçoğulları sülâlesinin son temsilcilerinden en önemlisi, Yavuz ünvânıyla tanınan Malkoçoğlu Ali Paşadır 1603’te Yemişci Hasan Paşanın yerine sadrâzamlığa getirildi Mısır’da bulunan Malkoçoğlu Ali Paşa, kırk günde İstanbul’a gelip vazîfesine başladı İlk iş olarak İran meselesini ele aldı O sırada kaptanpaşa olan Cağalazâde Sinan Paşayı kaptanpaşalığı üzerinde kalmak şartıyla serdârlığa tâyin ederek, İran üzerine yolladı Ertesi sene de kendisi, ordunun başında serdâr olarak Macaristan Seferine çıktı Sofya’ya ulaşıldığı sırada sağlığı bozulmaya başladı Belgrad’a vardıktan dört beş gün sonra vefât etti Ali Paşanın ölümüyle Malkoçoğlu sülâlesinin şöhreti de son buldu Mecelle (Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye) Osmanlı Devleti zamânında, Ahmed Cevdet Paşa Başkanlığındaki ilmî bir heyet tarafından, İslâm Hukûkuna bağlı kalınarak hazırlanan ve asıl ismi Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye olan meşhur kânun Mecelle, lügatte; içinde hikmet bulunan sahife, ciltlenmiş kitap, dergi vs mânâlarına gelir 1877 yılında Abdülhamid Han zamânında tatbik edilmeye başlanmış 1926’da yürürlükten kaldırılmıştır Mecelle, 1851 maddeden meydana gelmiş bir kânun olup, İslâm devletlerinde ve bu arada Osmanlı Devletinde uygulanmış, bugünkü mânâsıyla medenî hukûkun ve hukuk usûlünün birçok bölümünü ihtivâ etmektedir Osmanlı Devleti, kurulduğu târihten îtibâren İslâm Hukûku esaslarına bağlı kalınarak idâre olunmuştur Gerek amme hukûku ve gerekse özel hukuk sahalarında, bunun dışına çıkılmamıştır İslâmiyetin bildirdiği ilâhî kurallardan hiç ayrılınmamıştır Osmanlı Devleti, asırlarca süren idarî, askerî ve iktisâdî üstünlüğünü, İslâmiyete bağlı kalmasına ve tam tatbik etmesine borçludur Bu kurallara bağlılıkta gevşeklik başgösterince, devletin yükselmesi durmuş, ilimde, fende, askerlikte daha evvel gösterilen başarılar, yok olmuş, bir duraklama ve gerileme devri başlamıştır Devletin her bakımdan yara alması, Tanzimat hareketinden sonra daha çok olmuştur İslâm dînine yabancı kalan, Avrupa kültürü tesiri altında yetişen ve kurtuluşu batılılaşmakta görenler (Bkz Batılılaşma) başta M Reşid Paşa olmak üzere, Fuad ve Âli Paşalar, Avrupaî tarzda bir takım yenilik hareketlerine giriştiler Bu yenilik fikrini, devletin idare edildiği kânunlarda da göstermeye kalkıştılar Bunlardan bilhassa Âli Paşa, Fransa’da Birinci Napolyon zamanında (1804) tedvin edilmiş olan Fransız Medenî Kânunu’nun tercüme edilerek, Osmanlı Devletinde de tatbik edilmesi fikrini ileri sürüyordu Buna mukâbil Ahmed Cevdet Paşa ve bâzı ileri gelen ilim adamları İslâm hukukunun zengin ve işlenmiş bir dalı olan Hanefî fıkhının kânunlaştırılması tezini müdâfaa ediyorlardı Bu ikinci fikir gâlip geldi ve tahakkuk ettirilmesi için, “Mecelle Cemiyeti” adıyla ilmi bir heyet toplandı Başına Cevdet Paşa reis yapıldı Memleketin en kıymetli İslâm bilginlerinin (fakihlerin) iştirak ettiği bu cemiyet, Osmanlı Devletinin tanzimat devrinde en mühim içtimaî, sosyal hâdiselerinden birini teşkil eden ve Türk fikir hayâtının ölmez ve muhteşem âbidesi olan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’yi meydana koydu Mecelle ve Ahmed Cevdet Paşa: Mecelle, bir heyet tarafından telif edilmiştir Bu bakımdan onu sâdece Ahmed Cevdet Paşanın eseri olarak göstermek yanlıştır Cevdet Paşa zamânında, medenî hukuk sahasında iki zıt fikir vardı: 1) İslâm Hukuk (fıkıh) kâidelerinin bir kânun metin hâline getirilmesi, 2) Fransız medenî kânununun tercüme edilerek kabul edilmesi O zamanlar İstanbul’da en tesirli ve nüfuzlu elçi, Fransa elçisiydi O ve onun entrikalarına kapılanlar ikinci fikrin tatbikat sahasına konulmasını temin etmek için var güçleriyle çalışıyorlardı Fakat, birinci teze taraftar olanların başında bulunan Ahmed Cevdet Paşanın ve diğerlerinin gayretleriyle, İslâm fıkıh kitaplarından, zamânın icaplarına uyan meselelerin Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye adıyla asrî bir kânun şeklinde yazılması fikri kabul edildi Ahmed Cevdet Paşa, bu işi yapacak ilmî cemiyete reis seçildi Paşa’nın yazdığına göre, frenk hayranları, câhil softalar, ecnebî kışkırtmalarına âlet olanlar, bu hayırlı işi baltalamak için çok dalevereler çevirmişlerdir Nihâyet Mecelle, 1868’de neşrolundu Ahmed Cevdet Paşa çetin bir mücâdeleden gâlip çıkmıştı Aşağıdaki satırlar onun bu esnâdaki hissiyatını ifâde etmektedir: “Avrupa kıtasında en evvel tedvin olunan kânunnâme, Roma Kânunnâmesi’dir ki, Kostantiniye (İstanbul) şehrinde ilmî bir cemiyet tarafından tertip ve tedvin olunmuştu Avrupa kânunnâmelerinin esasıdır ve her tarafta meşhur ve mûteberdir Fakat Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’ye benzemez Aralarında pekçok fark vardır Çünkü o, beş altı kânun bilen zat tarafından yapılmıştı, bu ise beş altı fakih (İslâm Hukûkunu bilen) zat tarafından, Allahü teâlânın koymuş olduğu yüce İslâm dîninden alınmıştır Avrupa hukukçularından olan ve bu defâ Mecelle’yi mütâlaa ve Roma kânunlarıyla mukâyese eden ve her ikisine de sâdece birer insan eseri nazarıyla bakan bir zat dedi ki: “Dünyâda, ilmî bir cemiyet vasıtasıyla iki defâ kânun yapıldı İkisi de İstanbul’da oldu İkincisi; tertibi, düzeni ve içindeki meselelerin hüsn-i temsil ve irtibatı dolayısıyla evvelkinden çok üstün ve müreccahtır Aralarındaki fark da, insanın o asırdan bu asra kadar medeniyet âleminde kaç adım atmış olduğuna bir ölçüdür” (Târih-i Osmanî Mec No 47, s 284) Mecelle’nin hazırlanmasında hizmeti olan kimseler: 1) Filibeli Halil Efendi, 2) Seyfeddin İsmail Efendi, 3) Şirvanizâde Seyyid Ahmed Hulûsi Efendi, 4) Ahmed Hilmi Efendi, 5) Bağdatlı Muhammed Emin Efendi, 6) İbn-i Âbidinzâde Alâeddin Efendi, 7) Gerdankıran Ömer Hulûsi Efendi, 8) Şeyhülislâm Kara Halil Efendi, 9) İsa Ruhî Efendi, 10) Yunus Vehbi Efendi, 11) Abdüllatif Şükrü Efendi, 12) Ahmed Hâlid Efendi, 13) Karinâbadlı Ömer Hilmi Efendi, 14) Abdüssettar Efendidir Bu zevatın bâzıları Ahmed Cevdet Paşa ile birlikte bugünkü Mecelle’nin hazırlanmasında cidden değerli mesâi sarfetmiş, bâzılarıysa daha az çalışmışlardır Mecelle’nin yazılması esnâsında pekçok fıkıh kitaplarına ve fetvâ mecmualarına mürâcaat olunmuştur Bu kitapların adları, merhûm Ebü’l-Ulâ Mardin’in Medenî Hukuk Cephesinden Ahmed Cevdet Paşa ünvanlı eserinin 167’nci sayfasında ve Kayseri eski müftüsü Mes’ûd Efendinin Mir’at-ı Mecelle kitabında yazılıdır İslâm Hukûku denilince birçok kimsenin hatırına Mecelle gelirse de, İslâm Hukûkunun tamâmı Mecelle’den ibâret değildir Mecelle, yalnız Hanefî mezhebinin muâmelâta âit hükümlerini ihtivâ etmektedir İslâm Hukûku denilince, Hanefî mezhebi ile birlikte diğer üç mezhebin hükümleri de anlaşılır Bu hâliyle İslâm Hukûku, dünyâda benzeri hiç bulunmayan bir hukuk deryâsıdır Bilâhare Mecelle’nin eksik bahislerinin tamamlandığı söylenmişse de şu ana kadar ortaya çıkmamıştır Mecelle yazılmadan önce, asırlar boyunca bütün İslâm memleketlerinde ve bu arada Osmanlı Devletinde uygulanmış olan İslâm Hukûkunun bâzı hükümleri, Mecelle ile her an herkesin mürâcaat edip, kolaylıkla anlayıp tatbik edebileceği sâde maddeler hâline getirilmiş ve bu durum büyük bir hizmet olmuştur Mecelle’nin içindeki konular: Mecelle, İslâm medenî kânununun akitler ve borçlar kânunu ile sivil muhâkeme usûlünü içine alan bir kânunnâmedir (Bkz Kânunnâme) Bu, Osmanlı Medenî Kânunu olmak üzere 17 Eylül 1876 (26 Şâban 1293) târihinde îlân olunmuştur Mecelle kitâbında, bir başlangıç ile on altı kısım vardır Hepsi bin sekiz yüz elli bir (1851) maddedir Başlangıç, Fıkıh Temel bilgileri olup, yüz birden dört yüz üçüncü maddeye kadardır İkinci kısım, Kirâ bilgileri olup, altı yüz on birinci maddeye kadardır Üçüncü kısım, Kefil Olmak bilgileridir Altı yüz yetmiş ikinci maddeye kadardır Dördüncü kısım Havâle bilgisi, yedi yüzüncü maddeye kadardır Beşinci kısım, Rehin olup, yedi yüz altmış birinci maddeye kadardır Altıncı kısım, Emânet’tir Sekiz yüz otuz ikinci maddeye kadardır Yedinci kısım, Hibe bağışlamaktır Sekiz yüz sekseninci maddeye kadardır Sekizinci kısım, Gasb ve Zarar’dır Dokuz yüz kırkıncı maddeye kadardır Dokuzuncu kısım, Hicr ve İkrâh’dır Bin kırk dördüncü maddeye kadardır Onuncu kısım, Şirketler ve Sosyal Bilgiler’dir Bin dört yüz kırk sekizinci maddeye kadardır On birinci kısım, Vekâlet’tir Bin beş yüz otuzuncu maddeye kadardır On ikinci kısım, Sulh ve Afv’dır Bin beş yüz yetmiş birinci maddeye kadardır On üçüncü kısım, İkrâr’dır Bin altı yüz on ikinci maddeye kadardır On dördüncü kısım, Da’va’dır Bin altı yüz yetmiş beşinci maddeye kadardır On beşinci kısım, İsbât ve Yemin’dir Bin yedi yüz seksen üçüncü maddeye kadardır On altıncı kısım, Hâkimlik’tir Bin sekiz yüz elli birinci maddeye kadardır İktisâdî ve Ticârî İlimler Dergisinin 1969 da basılmış, yirmi üçüncü sayısında, profesör Dr Yılmaz Altuğ diyor ki: “İsrail Devletinin hukûku, memleketin târihi gelişimini aksettirir hâldedir Temel medenî kânun, Osmanlı Devleti zamânından kalma Mecelle’dir Mecelle, Filistin’in İngiliz idâresine geçtiğinde, aynen bırakılmış, sonra 1948’de İsrail Devleti kurulunca değiştirilmemiştir” Mecelle, Osmanlı Devletinin resmî kânunnâmelerinden biriydi 1918’den sonra Osmanlı Devletinden ayrılan memleketlerde, daha sonra buralarda kurulmuş olan devletlerde (yeni kânuna tâbi olarak) Mecelle hükümleri cârî kalmıştır Bu ülkelerde Mecelle, modern lâik mahkemelerce medenî kânun olarak tatbik edilegelmiştir Nihâyet Lübnan’da (1932), Suriye’de (1949) ve Irak’ta (1953) Mecelle’nin yerini yeni medenî kânunnâmeler almıştır Daha önce 1878’de Osmanlı Devletinden ayrılmış olan Kıbrıs’ta ve İsrail ile Ürdün’de hâlâ medenî hukûkun esâsını, Mecelle teşkil etmektedir Türkiye’de 1926 yılında, Mecelle ile birlikte bütün İslâm Hukuku ve şer’i mahkemeler kaldırılmıştır Aynı şey, 1928’de de Arnavutluk’ta yapılmıştır Bosna ve Hersek’te de yalnız şuf’a müessesesi muhâfaza edilmiş olmakla birlikte Mecelle kaldırılmış, İslâm Hukûku bâzı bakımlardan ahvâl-i şahsiyye (statut personnel) vasiyet ve vakıf gibi konularda Müslümanlara uygulanmaya devâm etmiştir Bütün bunlara normal mahkemelerde bakılmıştır Mecelle cemiyeti, vakitsiz kapatılmış olduğundan, bu mühim eser de tamamlanamamıştır Medenî kânunun mühim konularından olan evlenme, boşanma, gaib, mefkud, vakıf, vasiyet, miras mevzuları Mecelle’de eksik kalmıştır Yalnız bu konular fıkıh kitablarında geniş olarak yazılmıştır Her meselenin dindeki hükümleri açıklanmıştır Mecelle’nin yazılış tarzı: Mecelle’nin üslûbu bir kânun kitabı olarak şâheserdir Fesâhet ve belâgatla yazılmıştır Bilhassa başındaki 99 fıkıh kâidesinin çoğu, dilimize ezberlenmesi kolay cümleler hâlinde girmiştir Bunlarda Ahmed Cevdet Paşanın akıcı ve düzgün ifâdesi hissedilmektedir Fakat o devrin Türkçesi hakkında ve o konularda bilgisi olmayanlar Mecelle’yi kolayca anlayamazlar Mecelle’nin başındaki küllî (genel) kâidelerin çoğu, İslâm fakihlerinden İbn-i Nüceym’in Eşbah ve’n-Nezâir adlı eseriyle Mecâmı Şerhi’nden alınmıştır Mecelle’nin şerhleri: Mecelle’nin çeşitli lisanlarda şerhleri, açıklamaları kaleme alınmıştır Bunlardan, Osmanlıca olarak yazılmış Ali Haydar Efendinin Dürerül-Hukkâm ve Hacı Reşid Paşanın Rûhul-Mecelle, Kayseri Müftüsü Mes’ud Efendinin Arapça olarak yazdığı Mir’atül-Mecelle ve Fransız G Snopian’ın Code Civil Ottoman adındaki eserler meşhur olanlarındandır Bunları okuyan garp bilginleri, İslâm Hukûkuna ve İslâmiyetteki sosyal bilgilerin inceliğine ve çokluğuna hayran kalmaktadırlar Mecelle’den seçme maddeler: Mecelle’nin çeşitli maddelerinden alınmış “sosyal” nitelik taşıyan hükümlerinden bâzıları şunlardır: Madde 912- Birinin ayağı kayıp da düşerek başkasının malını telef etse öder Madde 914- Kendi malı sanarak, başkasının malını telef eden öder Madde 915- Başkasının elbisesini çekip de yırtan, tamâmen kıymetini öder Elbiseyi tutup, sahibi çekmekle yırtılsa, yarısını öder Madde 916- Çocuk, birinin malını telef etse, çocuğun malından ödenir Malı yoksa, malı oluncaya kadar beklenir Velisi ödemez Madde 918- Birinin binâsını yıksa, sâhibi dilerse, enkâzı ona bırakıp binânın kıymetini alır Yâhut enkâzı ve değer farkını birlikte alır Ağaçlarını kesmek de böyledir Madde 919- Yangını durdurmak için bir evi, Hükümetin emri ile yıkan ödemez Kendiliğinden yıkan öder Madde 921- Mazlum olanın, başkasına zulm etmeye hakkı yoktur Her ikisi de öder Meselâ sahte para alan, bunu başkasına veremez Madde 922- Birinin malının telef olmasına sebep olan, öder Ahırın kapısını açıp hayvan kaçarak zâyi olsa, öder Hayvanı ürkütüp kaçıran da böyledir Madde 926- Yoldan geçene zarar veren, öder Madde 927- Hükümetin izni olmadan yolda oturup satış yapılamaz Madde 928- Duvarı yıkılıp, birinin malına zarar verirse, önceden, duvarın yıkılacak, tâmir et gibi ikâz yapılmışsa öder Madde 929- Başı boş bırakılmamış bir hayvanın kendiliğinden yaptığı zararı sâhibi ödemez Sâhibi görüp, men’ etmezse veya hayvanın, tehlikelidir, çâresine bak, denilmişse, öder Madde 934- Yolda hayvanı bağlamaya, aracını park yapmaya kimsenin hakkı yoktur Park yerlerinde durdurabilirler Madde 1013- Bir binâya ortak olarak mâlik olan kimselere (Hisse-i şâyı’a sâhibi) denir Bir binânın yarısı Ahmed’in, üçte biri Ömer’in, altıda biri Ali’nin olsa, Ahmed hisse-i şâyı’asını satsa, Ömer ve Ali almak isteseler, yarısını Ömer, yarısını da Ali alır Ömer, hissesine göre iki misli alamaz Madde 1023- Karşılıksız hediye ve vasıyet gibi temliklerde şüf’a hakkı olmaz Madde 1031- Şüf’a hakkı bulunan kimsenin, satış yapıldığını işitince, hemen hakkını istemesi, iki şâhit yanında tekrar söylemesi ve bir ay içinde mahkemeye başvurması lâzımdır Madde 1036- Müşterinin teslim etmesiyle veya hâkimin karar vermesiyle, şüf’a sâhibi satılan binâya mâlik olur Madde 1198- Komşusuna (zarar-ı fâhiş) yapamaz Kullanmaya mâni olan şeyler, zarar-ı fâhiştir Demirci dükkânı, değirmen, bitişik binâyı sallarsa veya fırın dumânı, yağhânenin pis kokusu, harman tozları, bitişik evde oturulamayacak kadar sıkıntı verirse, değirmenin, bostanın su yolu, evin temelini, duvarını gevşetirse, çöplük bitişik evin duvarını çürütürse, harman yerine bitişik yapılan yüksek binâ, harmanın rüzgârını keserse, manifaturacı dükkânı yanında yapılan aşcı dükkânının dumanları kumaşlara zarar verirse, lâğım, kanalizasyon yollarının sızıntılarından komşu duvarı zarar görürse, sonra yapılanlar zarar-ı fâhiş olup, men’ edilirler Madde 1201- Evin havasını, manzarasını, güneş görmesini kapatmak, zarar-ı fâhiş sayılmaz Bir odanın ziyâsını (aydınlığını) tamâmen kesmek, zarar-ı fâhiş olur Madde 1202- Mutbah, kuyu başı, ev aralığının görünmesi zarar-ı fâhiştir Araya duvar, perde yapması, lâzım olur Madde 1210- Arada müşterek olan duvarı, bir ötekinin izni olmadıkça yükseltemez ve üzerine binâ yapamaz Madde 1224, yol, su yolu, kanalizasyon zarar-ı fâhişi olmadıkça, eskiden kalanlarına dokunulmaz Madde 1226- Bir kimse, verdiği izinden vazgeçebilir Meselâ tarlasından geçmeye izin vermişken, men edebilir Madde 1228- Arsasından geçmekte olan su yolunun geçmesine ve arsaya girilip tâmir olunmasına mâni olamaz Yeniden su yolu geçirilmesine mâni olabilir Madde 1243- Dağlardaki ağaçlar ve otlar herkese mübahdır Ağaçları kesen mâlik olur Madde 1255- Mübah şeyleri ele geçirmekte kimse kimseye mâni olamaz Madde 1265- Denizler, büyük göl ve nehirler, şehirlerden uzak sâhipsiz arâzi ve dağlar, herkese mübahtır Fakat, başkasına zarar vermemek şarttır Madde 1281- Şehirden uzak, sahipsiz yerde kuyu kazan, bunun (harim) ine mâlik olur Yirmi metre yarı çapındaki dâire içi, merkezindeki kuyunun harimi olur Madde 1291- Şehir içindeki kuyunun harimi olmaz Herkes mülkünde kuyu kazabilir Madde 1313- Değirmen, hamam, apartman gibi taksim olunamayan mülk harap olup, tâmirini istemeyen ortak bulunursa, hâkimin izni ile tâmir edilip, sonra hissesine düşen para ondan alınır Madde 1314- Müşterek bir binâ yıkılınca, yeniden ortaklaşa yapılmasını istemeyen olursa, buna cebr olunmaz Arsa taksim edilir Madde 1315- Apartman yıkılınca herkes kendi katını yaptırır Alttaki yaptırmazsa, üstekiler, hâkimin izni ile, hepsini yaptırıp, alttaki hissesini verinceye kadar, katını kullanamaz Madde 1321- Sâhipsiz nehirleri, Beytülmâl ayıklar Beytülmâlde para yoksa, masrafı oradan sulama yapanlardan alınır Madde 1327- Müşterek kanalizasyonu temizlemek masrafı aşağıdan başlar Şöyle ki, en aşağıdaki evden, arsadan başlayıp bunun masrafını hepsi öder Yukarıdaki arsalardaki kısımların masraflarına aşağıdakiler iştirak etmezler |
|