Gelenekçilik Ve Modernlik |
10-24-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Gelenekçilik Ve ModernlikGelenekçilik ve Modernlik I- MODERN DÖNEMDE “GELENEK” EKSENLİ TARTIŞMA VE ARAYIŞLAR Edebiyatta modernizm, yeni toplumsal koşulların ve sanayi toplumunun ortaya çıkış sürecinde,hayatın geleneksel tarzda algılanmasının yetersizleşmesiyle görünürlük kazanmıştır Maddi alanlardaki değişimler; farklı gelenek ve göreneklere sahip insanların, birbirine uzak uç sınıfların kentlere akması ve bir arada yaşamaya başlaması sonucunu doğurmuştu Batı’da Baudelaire ve Rimbaud’nun verimleri, hem bu karmaşayı yansıtmış hem de kendisine bir dünya kurarak şiir yoluyla bu karmaşayı aşmanın sancılı çabasını getirmiştir Bu açıdan bakıldığında modern edebiyat, birçok özelliğinin yanı sıra, yeni yaşama düzeninin eleştirisini de başlangıçtan itibaren daima bünyesinde taşımıştır Modernizmin, Türkiye’de bir tür oryantalizm olarak hayata geçirildiği savını da burada zikretmek gerekir Geçen yüzyılın ilk yarısında, toplumun modernliğe geçiş sürecinde tecrübe ettiği kültür sorunlarına bütüncül bir estetik-etik yaklaşım geliştirmek gayretindeki kimi ‘muhafazakâr’ aydınlar, bu çerçevede sanat ve edebiyata da ayrı bir önem vermişlerdir Değişimin dış dünyada yarattığı düzensizliğin iç dünyaya vuran yansımaları üzerinde yoğunlaşan geleneksel çevreler ve muhafazakâr edebiyatçılar, bireysel anomalilerin toplumsal nedenleri üzerinde düşünürken, edebi yazını da daha çok içe dönük, öznelci bir üsluba yaslayarak geliştirmişlerdir Dış dünyada yaşanan ve genelde buyurgan bir nitelik taşıyan siyasal, ekonomik ve kültürel değişimlerin yıkıcı etkilerini yabancılaşma, kültürel ikirciklenme ve yozlaşma gibi vurgulara atfen dile getirmişlerdir Geleneksel zihniyetin kuşkuculuğunu popülerleştiren bir araç olarak edebiyat, modernliğe geçiş tecrübesini sancılı bir şekilde yaşayan insana kendi yaşantısını üzerine bina edeceği değerleri sorgulatan didaktik bir uğraş hâline de dönüşmüştür Bu eksende, çok yönlü bir sembolizme dayanan bir çatışma edebiyatı da oluşmuştur Bu işleyiş, modern edebiyat akımlarıyla ortaya çıkan değerleri tanımayı, onları ayıklayarak kullanmayı gereksindiği kadar modern hayata yönelik eleştirileri de kuvvetle içeren bir yolda yürümüştür Bu arada “gelenek” çizgi olarak dalgalanıp kırılmış, taşıyıcı özelliklerini yitirdiği yerde tükenmiş; ama algı zenginliği olmakla, dönüşerek devam etmiştir Yirminci yüzyıl başlarında, eski şiirden / edebiyattan kopmuş olmanın örnekleri Tevfik Fikret ve Mehmet Âkif’in yazdıklarında aranmıştır Seçilen şairlere bakıldığında; arayış sahiplerinin yeni bir şiir bilincinden çok düzyazının belirlediği bir algıya dayandıkları söylenebilir Mehmet Âkif’in atak bir dille ortaya çıkan diyalogları, müşterek duyumda meydana gelen çatışmaların etkili bir yansımasıdır Bu sıralarda iki kültür dünyası arasında sıkışan insanımızBda bireysel bir çatışma ortaya çıkmıştı Dokularında İslâm’a ve onun toplumuna bağlılık bulunan Âkif’in endişesi sosyal yapıdaki çözülme karşısında acıya bulanmış ve somutlaşmış plandaki konularda birleşmiştir Tevfik Fikret ise, dili ile de kültürel evreni ile de kökü eskiye gitmeyen bir şiir yazmıştır Döneminde geçerli olan ortalama bir dili kullandığından aşılması güç olmamış, temelde yoğun duygusal gerilime yüklenmiş olan etkisi sonraya pek kalmamıştır Geleneğin reddi ve her gelenin kendi geleneğini kendisinin kurduğu iddiasına, daha Cumhuriyet öncesinde rastlamak mümkündür Tanzimat edebiyatı, kendinden önceki beş altı asırlık edebî mirası dışlayıp olumsuzlayarak işe başlamak istemiştir Servet-i Fünuncular hem Divan hem de Tanzimat edebiyatına karşı çıkarak yola koyulmuş ve daha çok Batı şiirini gözettiklerini ilan etmişlerdir Fecr-i Âti’den sonra gelen Milli edebiyat akımı da yepyeni bir başlangıç olduğu iddiasındadır Şiirin hem kendisini hem de şiire yönelik ilgi ve sevgiyi taşıyan, sürdüren isimler Yahya Kemal ile Ahmet Haşim olacaktır bu dönemde Modern şiirin oluşum evresinin başında, halihazırdaki birikimi oldukça iyi değerlendirdikleri kabul edilen bu iki şair, gelenekten yararlanmakla kalmayacak, aynı zamanda yazdıklarıyla kendilerinden sonra gelenlere şiirin saçağı altında yeşeren bir güven duygusu aşılayacaklardır Beş Hececiler’den sonra gelen ve Cumhuriyet dönemindeki ilk edebi topluluk olarak kabul gören Yedi Meşaleciler 1928 -30 yılları arasında ekinlik göstermeye çalışmışlarsa da şiir adına tam anlamıyla bir hayal kırıklığı yaşatmışlardır Fecr-i Âticilerin, eleştirdikleri / yetersiz buldukları Servet-i Fünuncuların yanına yaklaşmakta bile zorlanmaları gibi, Yedi Meşaleciler de kendilerinden önceki şiirin silik bir sürdürücüsü olmaktan öteye geçememişlerdir Yedi Meşaleciler’in parlayıp söndüğü bu yıllarda eski ile yeninin çatışması da su yüzüne çıkmaya başlamıştır Artık epeyce tanınan bir isim olan ve serbest şiirin olanaklarını neredeyse tek başına ürettiği ve temsil ettiği kabul edilen Nâzım Hikmet; Putları Yıkıyoruz başlıklı iki yazı yazar Bu yazılarında özellikle Abdülhak Hâmit’i ve Mehmet Emin’i hedef alır Bu yazılar tartışmayı ve çatışmayı hızlandırır Otuzlu yıllarda, aruzu savunanlarla öncü hececiler, serbest şiir taraftarlarıyla genç hececiler arasında tartışmalar yaşanır ve 1939’da Tasfiye hareketiyle birlikte okuyucu çeşitli polemiklere tanık olur Nâzım Hikmet’in bu ortamda yazdığı kimi şiirler, “geleneğin, geleneksele karşı kullanımının” yetkin örnekleri olarak değerlendirilebilir Eski şiirin, estetik bir sorun olarak gündeme gelmesi, gelenekten yararlanma tartışmalarına koşut olarak gelişecektir Aslında bu konuda belli bir bilincin ve billurlaşmış yaklaşımların geliştiğini söylemek de çok zordur Divan şiiriyle ilgili temel birikim ve donanımdan bile yoksun kimi şairlerin öykünme yahut fantezi niteliğindeki bazı denemeleri vardır bu yıllarda Fakat bu kadarcık bir sempati dahi, Divan edebiyatına yönelik eleştirilerin dozunun artmasına neden olacaktır Muhsin Macit’in vurguladığı gibi, Divan şiiri konusunda dönem aydınlarının bakış açısını belirleyen şey estetik kaygıları değil, dinî içerikten soyutlanmış bâtıl itikatlarıdır Cumhuriyet döneminde eski şiir, gelenek ve Divan edebiyatıyla ilgili olarak vuku bulan tartışmalara, 1930’da başkentte toplanan Türkçe ve Edebiyat Muallimleri Kongresi’ndeki görüş ve yaklaşımlar örnek gösterilebilir Daha sonraları, Yeni Türk Edebiyatı kürsüsünün başına getirilecek olan Ahmet Hamdi Tanpınar, bu kongrede yaptığı meşhur konuşmada, Divan edebiyatının lise müfredatından kaldırılmasını önermiştir Mustafa Nihat Özön de Tanpınar’ın söylemiyle örtüşen görüşler ileri sürerek eski şiiri ve kültürü sert bir dille eleştirmiştir Aynı tartışmaların yetmiş yıl sonra yeniden alevlenmesi, edebiyat dışı yaklaşımların bitmeyen basıncına işaret etmesi açısından anlamlıdır Tanpınar, daha sonra yazdığı Eski Şiir ve Eski Şairleri Okurken başlıklı yazılarında, geçmişte yanıldığını itiraf edecek ve divanları okumaktan artık büyük bir zevk duyduğunu söyleyecektir Sözü edilen kongrenin düzenlendiği yıl kendisiyle yapılan bir söyleşide Nurullah Ataç, içinde çeşitli güzelliklerin olduğunu kabul etmekle birlikte, Divan şiirinin Doğu-İslâm medeniyetinin ürünü olduğunu vurgulayacaktır Ataç’a göre, yeni bir kültür dairesine adım atan ülke gençlerine bu şiirin okutulması sıkıntı ve zarar verecektir Şiirlerinde eski / geleneksel edebiyatın tasavvuf ve Halk şiiri birikiminden sıklıkla yararlanan; fakat bu şiirin dünyasını ve estetiğini yazdığı şiirlerde belirgin bir şekilde yansıtmayan Necip Fazıl, Yeni Adam dergisinin 26 Mart 1934 tarihli 13 sayısında düzenlediği ankete verdiği cevapta “Divan şiirini güzellik ve ideal Türk sanatı açısından önemsiz bulduğunu, ancak eski eserlerimizin birer kültür belgesi kabul edilip yeni harflere aktarılması gerektiğini” belirtmiştir İlerleyen yıllarda, Necip Fazıl şiirinde öne çıkan bireyin derinliğindeki varolma problemi ve hafakan, aslında bu yıllarda yaşayan ve söz konusu tartışmaya katılan herkesin hissettiği köksüzlük ve dağınıklığın ifadesi olmuştur Aynı zamanda şair ben’in oluşumunun izlenmesine ve bütünlenme umuduna da karşılık düşmüştür Necip Fazıl’da merkezî bir yer edinen varoluş sancısı, “ben” ile öteki varlıklar arasında beliren gerilimde yoğunlaşmakta, izahını da gerilimin bozulmadan sürmesinde aramaktadır Aynı şekilde, Fazıl Hüsnü Dağlarca’da gerilim çizgisinin uçları kozmik bir alana doğru giderek belirginliğini kaybetmekte ve böylece gerilim azalmış ya da daha sonra yazdığı Âsu’da görüleceği üzere zamana yayılmış görünmektedir Varoluş, ölüm, dramatik gerilim, okuru biçimleyen şiirin ortak özelliği olduğu halde, şiir malzemesini günlük hayatın görünümlerinde değil, şairin iç deneyimlerinde bulmuştur Ebubekir Eroğlu’nun belirlemesiyle söylersek, şiirdeki insan, eski şiirdeki idealize edişe benzer biçimde hızla soyutlaşmıştır Diğer taraftan “ben” şiiri, en iyi örneklerini belki de bu dönemde bulmuştur Şiir ve daha genelde edebiyat, toplumun içine sokulduğu zeminle ve kimi çevreler tarafından dayatılan rezervlerle sınırlı kalmamış, Türkçenin oluştuğu daha eski ve daha geniş bir süreç içindeki aranışını sürdürmüştür |
Gelenekçilik Ve Modernlik |
10-24-2012 | #2 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Gelenekçilik Ve ModernlikBu aranış; ritmin, mecazların, mazmunların, biçim ve biçem yakınlıklarının yanı sıra iç dünyaya, sezgiye, mistisizme yahut tasavvufla yoğrulan bir şiir evrenine sokuluş bağlamında da karşımıza çıkmaktadır Sözgelimi Âsaf Hâlet Çelebi; mistik eğilimlere, İran ve hatta Hint felsefesine bilinçli bir çaba ve tutumla ulaşan bir şair olarak öne çıkmaktadır Sezai Karakoç ve Cahit Zarifoğlu’nun kimi şiirlerinde modern mistik tecrübenin izdüşümlerine fazlasıyla rastlanabilmektedir Ebubekir Eroğlu da bu şiirsel çevrinin içinde değerlendirilebilecek şiirlere imza atmıştır İlk kitaplarından sonra, Hilmi Yavuz’un da tasavvufun istiareli dilinden yararlandığı; hatta Paulo Coelho’nun romanda yaptığını menkıbevi söylem ve söyleyişler üzerinden şiirde gerçekleştirmeye çabaladığı iddia edilebilir Nihat Hayri Azamat, Ali Günvar gibi şairlerin de tasavvufi şiirin öncülerine öykündükleri fakat bu eksende yeni ve sürdürülebilir bir dil yakalama konusunda çok da başarılı olamadıkları söylenebilir Tartışmaların hemen yanında boy veren aranışların, söz sanatları alanında da gelenekten etkilendiği söylenebilir Şiirin bütün tür ve dönemlerinde kullanılan ve çok bilinen söz sanatlarının yanı sıra “tehzil”, “tazmin” gibi sanatların Orhan Veli’den Can Yücel’e kadar birçok şair tarafından boy ölçüşme, şakalaşma, dünya görüşünü eleştirme gibi çeşitli amaçlarla kullanıldığı görülebilmektedir Sözgelimi, Mevlânâ’nın Mesnevi’sinin başında yer alan ve “kamışlıktan koparıldığı için ayrılıktan yakınan ney”i hatırlayalım Divan edebiyatının imge ve anlatım olanaklarını simgeci bir şiirle örtüştüren Ahmet Haşim’de bu “ayrılıktan yakınma” olgusu, “Göllerde bu dem bir kamış olsam” dizesine bürünecektir Orhan Veli’nin yazdığı “Bir de rakı şişesinde balık olsam” dizesi, buna şaka yollu bir naziredir Can Yücel, dizeyi aslına döndürürken şakayı elden bırakmaz: “Göllerde bu dem kılkamış olsam” 1940’lı yıllarda, edebiyat ortamında yeni ya da yıkıcı bir anlayışla öne çıkan Garip şiiri, kendinden önceki bütün edebi birikime tepkisel yaklaşır Garipçiler, gelenekten kopuşun şiirini ortaya koymak için uğraşırlar Bununla birlikte onların da zaman zaman gelenekten kopamadıkları, Divan ve Halk şiirinden yararlandıkları görülür Şiire klasik tarzda gazeller yazarak başlayan Âsaf Hâlet Çelebi, şiirlerinde eski şiire özgü imge, kahraman ve motifleri sıkça kullanır Âsaf Hâlet Çelebi’nin şiiri Garip’le bağlantılı olmanın yanında ‘soyut’ niteliğiyle İkinci Yeni’ye de kimi yönlerden kaynaklık etmiştir Ardından Behçet Necatigil’in, Divan şairleri gibi yoğun bir söyleyiş ve mükemmel bir istif arayışı içinde eski şiire bağlanan bir tutum ve izlekle de ilgilendiği söylenebilir İkinci Yeni ile Türk şiiri farklı boyutlar kazanmaya başlar Divan şiiri, gelenek ve modernizm tartışmaları, bu yıllarda tekrar ve yoğun bir şekilde gündeme gelir Onat Kutlar, 1959’da İkinci Yeni’yi kastederek Yeni Bir Divan Şiiri mi? başlıklı bir yazı yazar ve İkinci Yeni şairlerini, Divan şiiri muhipliği yapmakla suçlar İlginçtir ki aynı Onat Kutlar, 1981’de Peralı Bir Aşk İçin Divan adlı bir kitap yayımlayacaktır Divan edebiyatının biçim özelliklerini ve edasını / havasını yeni bir içerikle kullanan şairlerin başında şüphesiz Attila İlhan ve Turgut Uyar adlarına rastlarız Âhenk, ritim, gönderme ve alıntıların yanı sıra gazel, murabba, muhammes biçimli şiirler vardır kitaplarında İkinci Yeni’nin önde gelen şairlerinden Turgut Uyar, 1970’te adı Divan olan ve içinde modern şiirin gereklerini gözeterek yazılmış gazeller, kasideler, naatlar, münacatlar bulunan bir kitap yayımlayınca bazı eleştirmenler şairi oldukça sert ifadelerle eleştirirler Bunlardan biri olan Asım Bezirci, daha önce Osmanlı geleneğine yaslanmanın saçma olduğunu iddia eden Uyar’ın, bu yönelişini tuhaf, yersiz ve tutarsız bulur ve kitabını kötüler Kemal Tahir ise şairin çabasını över ve bu kitabı epeyce geç kalmış bir dönüşün önemli belirtilerinden biri sayar Şiirini Batılı / modern bir kanona oturtmaya çalışan İlhan Berk de 1968’de Âşıkane adıyla yayımlanan kitabında modern gazeller yazarak gelenekten yararlanır Asım Bezirci, onu da “ölmekte olan bir edebiyatı diriltmek”le suçlayacaktır Hasan İzzettin Dinamo, “toplumcu gazeller” yazmaya soyunan bir şair olarak göze çarpar bu dönemde Daha sonraları da Metin Altınok, “gazel” olarak adlandırdığı birçok şiirinde, gazelin uyak biçimini ödünç alır Cumhuriyet dönemi şiirinde, Divan edebiyatı nazım biçimlerinden en çok kullanılanı rubaidir şüphesiz Yahya Kemal ve Arif Nihat Asya’nın geleneksel edayı boşlamayan bir yaklaşımla kaleme aldıkları rubailerin yanı sıra aralarında Nazım Hikmet, Ataol Behramoğlu gibi isimlerin de bulunduğu çok sayıda şair bu tür şiirler yayımlayacaktır Bu arada, Hasan İzzettin Dinamo’nun Tuyuğlar adını verdiği bir kitabının da olduğunu yeri gelmişken zikretmiş olalım Diğer taraftan Ahmed Arif, Enver Gökçe, Gülten Akın, Cahit Külebi, Hasan Hüseyin, Yaşar Miraç, gibi isimlerde Halk şiirinin, folklorun biçim ve içerik yönünden kimi etkilerini, izdüşümlerini görmek mümkündür Türkü, koşma, ağıt, ilahi ve destanların, aruzdan heceye geçiş ve Garip döneminde etkili olduğu söylenebilir Orhan Veli’nin Pireli Destan, Melih Cevdet’in Karacaoğlan’ın Bir Şiiri Üstüne Çeşitlemeler adlı şiirleri, bu konuda hemen akla gelebilecek örneklerdendir Daha önce değindiğimiz Behçet Necatigil, şiir serüveni boyunca geleneğin evine sokulmaktan asla geri duymayan bir şairdir Onun şiirinin özelliklerinden biri de eksik bırakılmış dizelere, dizelerden eksiltilmiş sözcüklere yer vererek okurun şiiri yeniden yorumlamasına olanak sağlamasıdır Bu tutum; Necatigil şiirinde öne çıkan çekingen, tutuk, ürkek, itilip kakılan insan tipine de denk düşmektedir Yutkunan, kekemeleşen, diyeceğini tam olarak dışa vuramayan bir öznenin sesi dolaşır onun birçok şiirinde Bu, Divan şiirindeki söz sanatlarından biri olan kat’ sanatının yeniden yorumlanışı olarak da düşünülebilir “Sözü, etkisini artırmak amacıyla, devamı kendiliğinden anlaşılacağı ve susmanın söylemekten daha etkili olacağı bir noktada kesmek” şeklinde özetleyebileceğimiz bu söz sanatını Necatigil; dize sonlarında olduğu kadar dize içlerinde de kullanmış görünmektedir Bu bağlamda sosyal konulara açılan yola bireysel inceliğini serpiştiren Gülten Akın’ın verimleri, şiirle ilgisini sonradan tazeleyen Ahmet Oktay’ın ürünleri ile Ülkü Tamer şiirinin de dikkate değer bir seyri vardır Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Şeyh Galib’e Çiçekler başlığıyla Hüsn ü Aşk veznini gözeterek yazdığı şiirler bu çerçevede değerlendirilebilir Ülkü Tamer, her kitabında, dönemin belli özelliklerini iyi işlenmiş örneklerde yansıtmış, son ürünlerinde ise Halk şiirinin sesine ve mahallileşmeye dönmüştür Cahit Zarifoğlu, yaş ve kuşak olarak o dönemdeki şiir dilinin olgunlaştığı yerde söz almıştır Ancak, öncülerin bıraktığı yerden değil, başladığı yerden başlamış gibidir İlk şiirlerinde bile özgün bir şiir için gerekli sese ve tekniğe sahip olduğu söylenebilir Öyle ki Turgut Uyar ve Edip Cansever’in ilk kitaplarında bulunabilecek geçiş döneminden izler taşımaksızın, tariflerden değil şiirden yola çıkmıştır İçsel olmaktan, manevi olmaya doğru bir çizgi yansıtan eserinin bütününde, Sezai Karakoç’un prizmasından serpilmiş bir iklim hakim olmuştur Söz buraya gelmişken Yakup Kadri’nin, Peyami Safa’nın ve Tanpınar’ın romanlarını hatırlamak da yararlı olacaktır Özellikle Tanpınar’ın yazdıklarına bakıldığında şunları söylemek mümkündür: Tartışma konuları farklı kültürel temellerden gelmekte, tartışmalar aynı kültürleri işaret etmekte; ama aynı tartışmalar farklı kültürlerin üst düzeyde temsilcileri arasında olmaktan çok aynı kültür ortamında yetişmiş insanlar arasında geçmektedir Benzer şekilde; birçok yapıtında yozlaşmayı eleştiren, Doğu-Batı çatışmasına merkezî bir yer ayıran ve geleneksel değerleri öne çıkaran Peyami Safa’nın Divan edebiyatına “işkembe-i kübra edebiyatı” diyerek yaklaşması da en azından ilginçtir Postmodernizmle birlikte, tüm dünyada egzotizm merakını yedeğine almış seküler bir eksende temellendirilen metafiziğe yönelik bir ilgi de gözlemlenecektir Bu akımdan Türk şair ve yazarları da etkilenmiştir Özetini verdiğimiz tartışmalar da bu atmosferde devam etmekle birlikte artık tavsamıştır Özellikle postmodernizmin önerdiği ve içselleştirdiği rölatif dünyaya, Divan edebiyatının, geleneğin ve tasavvufun bazı ilke ve motifleri kimi zaman boca edilircesine aktarılmıştır Bu durum, postmodernizmden çok aslında bir eklektizm olarak da değerlendirilebilir Eklektik tutumda bütünü oluşturmuş gibi görünen ögeler birbirlerine eklemlenmiş değil, eklenmiştir Ögeler arasındaki yan yanalık ilişkisi belirleyicidir ve her öge bir başınalığını korur, bizi sürekli asıl dizgesine götürür Eklektik bir bütünde ögeler tam da bu doğal konumlarından ötürü hiçbir çatışma üretmeyebilirler Farklılıklar böylece silinir, eski–yeni, seçkin–sıradan her şey aynı değer düzlemine çekilerek büyük ölçüde eşitlenir Roman ve hikâyenin yanı sıra şiirde de gelenekle modernizmi sentezlemeye çalışan ya da yapıtlarına gelenekten biçim ve içerik özellikleri aktaran, bu eksende yeni bireşim ve duyarlık örgüleri geliştiren çok sayıda şairden söz edilebilir Bedri Rahmi Eyüboğlu, Arif Nihat Asya, M Âkif İnan, İsmet Özel, Metin Altıok, Erdem Beyazıt, Ebubekir Eroğlu, Ali Günvar, Enis Batur, Arif Ay, Hüseyin Ferhat, İhsan Deniz, Murathan Mungan, Necat Çavuş, Süleyman Çobanoğlu, Ömer Erdem, Yücel Kayıran gibi sayısı çoğaltılabilecek farklı kuşak ve eğilimlere sahip çeşitli şairlerin yazdıklarına bu gözle bakıldığında çok kapsamlı ve zengin ipuçlarına ulaşılabilecektir Düşünsel ve toplumsal altüst oluşların, dünya görüşlerinde meydana gelen fay kırıklarının arttığı bir dönemde, “gelenek” şiirin ve daha genelde edebiyatın hem başını ağrıtmaya hem de çeperlerini genişletme konusunda katkıda bulunmaya devam etmektedir II- TAHA İLE MONNA ROSA ARASINDA SEZAİ KARAKOÇ ŞİİRİ Türkçe şiirde, geleneğe belli bir bilinç ve birikim eşliğinde yaklaştığı kabul edilen sanatçılarda da dört başı mamur bir bütünlükten söz edilemez Bu konuda en diri poetikayı geliştiren ve kalıcı / sürdürülebilir örnekliklerle düşüncelerini görünür kılmaya çalışan şairlerde de muhkem bir çerçeveye, anlamlandırıcı bir “hükümler mecellesi”ne rastlanması zordur Şiirin kendine özgü evereni ve kaliteleri düşünüldüğünde, belki de bu oldukça lüks bir beklentidir |
Gelenekçilik Ve Modernlik |
10-24-2012 | #3 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Gelenekçilik Ve ModernlikWalter G Andrews, modern Türk şiirinde, birbirinden farklı izleklere sahip olarak geçmişle / gelenekle mikro ilişkiler geliştiren üç şairden söz etmektedir Ona göre Sezai Karakoç, Attila İlhan ve Hilmi Yavuz; modern Türk şiiri içinde “Osmanlı kültürüne ait moleküler çoğullukları birbirlerinden farklı üsluplarla yersizyurtsuzlaştıran ve kendi öznel yaratımlarıyla yeniden yerliyurtlulaştıran” şairlerdir Sezai Karakoç, Osmanlı kültürünün metafiziğini, dinsel özelliklerini öne çıkarmıştır Attila İlhan; isyancı ve devrimci pratiklerini, siyasi boyutunu tevarüs etmiştir Hilmi Yavuz ise bu kültürün şiirine ait verili gösterge rejimlerinin altında yoğun duygusal anlam tabakaları keşfetmek suretiyle dil ve duygu dünyası üzerinde yoğunlaşmıştır Sezai Karakoç, hakikat medeniyeti kavramıyla, aşkın ve değişmeyen bir merkeze yönelmiştir Onun bu arzusu, Osmanlı kültürünün tüm olumsuz tarihini görmemesine / yok saymasına da neden olacaktır Hakikat medeniyeti, eski kültürün çok güçlü ve daima olumluluk içeren imajıdır Karakoç’un bu kültürel birikim ile kurduğu mikro ilişki, bu olumlu imaj üzerinden gerçekleşmektedir Attila İlhan, Osmanlı kültürünün olumsuz niteliklerini de görür Bu eksende göze batan baskı ve zulüm, onun devrimci karakterini harekete geçirir Osmanlı’da var olan isyancı ve muhalif pratiklerle kendi sol-devrimci karakteri arasında bir karşılıklılık görmesi, İlhan’ın Osmanlı kültürü ile kurduğu mikro ilişkinin niteliğini gösterebilir Hilmi Yavuz ise, belli bir döneme kadar, Osmanlı yaşayış ve kültürüne rengini veren tüm merkezî içeriği reddeder Yavuz, despotik anlam rejimlerinden kaçmak için bilinçli olarak belirsiz bir üslup geliştirmeye çalışacaktır Çünkü bu belirsizlik, çok katlılığa birlik üzerinde bir imtiyaz tanıyacaktır Bu durum, Yavuz’un merkezileşmiş olana, yani anlamlandıran rejime olan karşıtlığını gösterir; ama bu karşıtlık doğrudan değil, bu merkezileşmiş anlamla bire bir yüz yüze gelinmeden gerçekleştirilir Osmanlı şiiri aynı zamanda bir bakış ya da ima edip geçme şiiridir ve Yavuz, Osmanlı şiirinin bu niteliğiyle de ilişki kurar Başka bir deyişle isyan, ima edilip geçilir Hilmi Yavuz da Karakoç ve İlhan gibi, modern dönemde bir duygusal eksiklik, boşluk hissi görmektedir Fakat o, onlar gibi bir kurtuluş projesi önermez Bu boşluk hissinden kalkarak, Osmanlı kültürünün yeniden canlanmasını önermez Onun bir hakikat medeniyeti yoktur Çünkü Yavuz’un şiirinde mistik, ruhsal ilişkilerin biçimlendiği, çok katlı, zorunlu olmayan ve herhangi bir bütünleştirici bir programa eklemlenmeyen, aksine ona direnen, başkaldıran, özgürleşen geçici ittifaklar vardır Eski şiirin dünyasıyla kurulan ilişkiler açısından Sezai Karakoç’a baktığımız zaman, kültürel altyapı bakımından da daha geniş bir temelden geldiğini görürüz Modern şiirde “İkinci Yeni”nin en “yeni”, en “özgün” şairlerinden biri olarak kabul edilen Sezai Karakoç; şiirini süreç içerisinde İslâm düşüncesine ve duyarlılığına daha fazla bağlayarak, Necip Fazıl’dan bu yana kırılan ‘fay’a eklemlenmiştir Sezai Karakoç’un edebi projesi, klasik İslam kültürünün imge ve mecazlarını modern bir şiir anlayışı çerçevesinde yeniden yorumlayarak onları çağdaş edebiyata kazandırmak ve böylece siyasi projesini edebi alanda da gerçekleştirmektir Bu açıdan bakıldığında aslında Sezai Karakoç, Nazım Hikmet’e de bir cevaptır Karakoç’un; ilk şiirlerinde, modern şiirin gerçeküstü ögeleriyle kaynaşan, şaşırtıcı, çarpıcı benzetme ve imgelerle yeni şiirin özelliklerini taşıdığı söylenebilir Biçim, bu şiirde fazlasıyla ön plandadır İlk çıkışındaki şaşırtıcılık zamanla yerini düşünceyi öne çıkaran, geleneği modernize eden bir tavra dönüşmüştür İkinci Yeni’nin imge, izlek, eğretileme gibi yazınsal ögeleri İslâmcı söyleme eklenmiştir Bu yöneliş, aynı çizgide tutunmaya çalışan birçok şairi de etkilemiştir Etki alanı bugünkü modern şiirin içine dek uzanmaktadır İslâmî duyarlılık ve söylem içinden köklenen pek çok şair için, Sezai Karakoç’un şiiri örnek alınabilir ve yeniden üretilebilir durumdadır Sezai Karakoç’un, metafizik kaygıları da kimi yönlerden Necip Fazıl’a bağlanabilir Ancak bu iki şair arasında çok önemli ayrımlar da vardır Necip Fazıl’da son kertede geleneğe evrilen şiirsel yapı, Sezai Karakoç’ta yerini yenilikçi bir tutuma bırakmıştır Zira Karakoç, modern Türk şiirinin en önemli atılımı sayılan İkinci Yeni ile bir kanal açmıştır şiirine Ece Ayhan’a göre “başlangıçtaki ilk anlamıyla Sezai Karakoç ve Cemal Süreya”dır İkinci Yeni Turgut Uyar da Edip Cansever de ara kuşaktandır; başlangıçta ikisi de Garip şiirinin etki alanı içindedir Oysa Sezai Karakoç ve Cemal Süreya, Garip şiirini atlayarak İkinci Yeni’nin merkezinde yer almışlardır Bu, İkinci Yeni’nin ilk örneklerini verirken de böyledir, poetikasını oluştururken de Sezai Karakoç, 1960’ta kaleme aldığı Yeni-Gerçekçi Şiir: İkinci Yeni adlı yazısında, İkinci Yeni hareketinin evrendeki insanı aradığını; ama bulmaya niyeti olmayan bir hareket olduğunu belirtir: “Bir pasaj, bir bulvardır bu akım Forum daha sonra gelecek, metropol daha sonra olacak Bir imar olayı olmaktan çok, bir istimlâk olayı yani bu şiir Yer yer akıl dışına kaçar, düşlerinde gezinir” Sezai Karakoç, bu şiirin ‘metafizik ve mistik’ yönünü şiirinin merkezine yerleştirmiştir Bu şiirin gerçeküstü yönüne dikkat çekmiştir: “Hz İsa, canı sıkıldığı için din icat etmiş bir adamdır bu şairlere göre; Sent-Antuan gökte don gömlek dolaşır; ‘Sayın Tanrı’, günah çıkartan, daha doğrusu günah sayan, günah numaralayan bir papazdır!” İkinci Yeni şairleri, ülkede ve dünyada olup bitenlere bireyin optiğin bakarken, Karakoç, Doğulu ve Müslümanca bir zaviyeden yaklaşmaktadır 1953-1959 yılları arasında yazdığı şiirleri içeren Körfez’de, Garip şiirine hiç uğramadan doğrudan İkinci Yeni şiirinin ilk örneklerini buluruz Yeni bir şiir diline atılan ilk adımları görürüz “Merhamet, mahşer, ruh, evliya” gibi sözcüklerin yanı sıra “anne, çocuk, balkon, sevgi” sözcüklerinin bağdaştırmalarıyla kurulan şiirler yer almaktadır bu kitapta “Yalnızlığın geyik gözlü köşesinden” türü soyutlamalar yeni bir şiir dilini haber vermektedir Körfez’deki şiirlerin öncesi de vardır 1951’de Rüzgâr, 1952’de Yağmur Duası, yine aynı yıl Monna Rosa-I yayımlanmıştır İlk kez şiire çoksesli bir boyut katan, derinlik taşıyan sözcükler girmektedir Sezai Karakoç, İkinci Yeni’nin bu ilk yıllarında şiirdeki yenilenmenin parıltılı adıdır 1960’larda Karakoç’un şiir dilindeki ayrışma belirginlik kazanır Köpük adlı şiiri, dinsel anlatılarla örtüşen bir içeriğe yönelirken; biçim, sözcüklerin istiflenişi gibi yönlerden İkinci Yeni’ye bağlanmaktadır Ayrışma, Sezai Karakoç’un şiirlerinin merkezine dinî motifleri, eski kültürü, kökü tarihe dayalı içeriği yerleştirmesiyle başlamaktadır Kitaplarına girmeyen bazı ilk şiirleriyle birlikte Monna Rosa’yı, yazılışından 46 yıl sonra kitaplaştırdı Sezai Karakoç Bu ilk şiirler ne Garip’ten ne hececilerden ne de gelenekçi çizgiden izler taşımaktadır Batı şiiriyle dirsek teması olan şiirlerdir bunlar Bazı bölümler, Baudelaire şiirinin yapısıyla benzerlikler içermektedir Metafizik kaygılar henüz dinsel bir şiire evrilmemiştir “Ellerinden belli olur kadın”, “Bir bakışın ölmek için yetecek”, “Yağmurlardan sonra büyürmüş başak” gibi gövdeleşen hayata, sevgiliye ilişkin aşk duyarlığı ön plandadır Tutkulu bir yüreğin çığlıkları duyulur dizelerde: � Göğsüme siyah bir gül takacağım Batan güne doğru kurşunlar sıkıp Kendimi boşluğa bırakacağım Bu tür dizeler, umutsuz bir aşkın sonucunda intihara dönüşen insanın trajiğine işaret etmektedir ki uzantılarını 1980 sonrası şiirde de bulmak mümkündür Sezai Karakoç’un şiiri için, İkinci Yeni’nin kurucu şairiyken bile metafizik sorunsalı temel alan bir şiir denebilir Nitekim “Benim şiirim; aşk, hürriyet, arayış ve ölüm gibi varolmanın dinamitlendiği noktalardaki trajik espriyi, irrasyonele, absürde bulanmış ‘Mutlak’ı zaptetmektir” derken, İkinci Yeni’yi salt dilsel bir serüvene indirgeyen tutumdan farklı düşündüğünü belirtmektedir şair Ece Ayhan “Sezai Karakoç sürmeli gözleriyle bir başına ve yalınayak yürümeyi seçti kızgın çöllerde, pingponglu bir aşk kırgınlığı onu Mecnun kıldı Monna Rosa şiirini hemen hemen bütün Boğaziçi Üniversitesi’ndekiler çok severler Kafasındaki kıza ihanet etmemek, derviş olmak için hiç evlenmedi” derken, onun yaşam biçimine de dikkat çekmektedir Köpük şiirinde geçen “Bir insanı al onu çöz çöz çocuk olsun” dizesindeki çocuğun tutkulu aşkıdır Monna Rosa Karakoç şiirinin iki temel ekseni, izleği vardır Bir ucu ile eski İslâm şiirine, bir yönüyle de çağdaş Batı düşüncesine ve şiirine uzanan bağlardır bunlar Karakoç’un gelenekle ilgili düşünceleriyle T S Eliot’ın düşünceleri arasındaki benzerlikler hemen dikkati çekecek niteliktedir Hıristiyan kültürünün Batı edebiyatlarında önemli bir kaynak olduğunu bilen Karakoç, Batılı kimi sanatçıları andıran bir tavırla İslâm’a ve geleneğe yönelir Bunu yaparken çok da seçici davranmaz İbn Arabî ile Gazalî arasında bir ayrım gözetmez sözgelimi Şiir anlayışında da bu alanda bir yeri olan ve çok farklı gibi duran kollara yakınlık duyar Mevlânâ’yı da Yahya Kemal’i de, Mehmet Âkif’i de Necip Fazıl’ı da sever Hatta Karakoç, bu dört farklı şahsiyetin bir terkibi gibidir Ona göre Cumhuriyet döneminde şiirin aktüel kaygısını ve sosyal görevini Âkif’ten alınan ilhamla, tarihe ve geleneğe dayanan yanını Yahya Kemal şiirindeki tutumla, hakikat ve varoluş, hayat ve ölüm, zaman ve ebedilik temalarını gıda edinmiş ruhun yeryüzüne çektiği çizgiyi Necip Fazıl’ın şiirinden izleyerek yenilenebilecektir edebiyat anlayışı Karakoç bir yazısında, gelenekten yararlanma konusunda şunları söylemektedir: “Şair gelenekledir ki başka bir zamanda yaşar, geçmiş şairler onunla çağdaş, o geçmiş şairlerle çağdaş olmuştur Onlarla diyalog kurmuştur Bir tür alışveriş başlamıştır” Yeni şiirin, eski edebiyatın süreklilik gösteren yönlerinden yararlanarak mükemmelliğe ulaşabileceğini belirten Karakoç, görüşlerini şiirlerinde de uygulama gayreti içinde olmuştur Hem düşünce ve duyarlık alanındaki hem de şiir atlasındaki yırtıkları bir diriliş aşısıyla dikmek, onarmak ve bu eksende bir uygarlık tasarımı ortaya koymak istemiştir Sezai Karakoç Fakat gelinen noktada o yırtıktan, Karakoç’un yarım asırdır kaçtığı bir Monna Rosa silueti sökün etmiş; dirilişi çiçeklendiremeyişin hüznünü gidermek ve yeni zamanlarda şairi teselli etmek Monna Rosa’ya kalmıştır Bu durum kuşkusuz, Taha için postmodern bir darbe ya da en azından postmodern bir sürprizdir 1 Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yayınları, İstanbul 1995 2 Asım Bezirci, İkinci Yeni Olayı, Evrensel Kültür Yayınları, İstanbul 1996 3 Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları-1, Diriliş Yayınları, İstanbul 1982 4 Nurullah Çetin, Yeni Türk Şiirinde Geleneğin İzleri, Hece Yayınları, Ankara 2004 5 Attila İlhan, İkinci Yeni Savaşı, Bilgi Yayınları, Ankara 1996 6 Walter G Andrews, Şiirin Sesi, Toplumun Şarkısı, (Çev Tansel Güney), İletişim Yayınları, İstanbul 2000 7 Ebubekir Eroğlu, Modern Türk Şirinin Doğası, YKY, İstanbul 2005 8 Muhsin Macit, Gelenekten Geleceğe, Akçağ Yayınları, Ankara 1996 9 Abdülbaki Gölpınarlı, Divan Edebiyatı Beyanındadır, Marmara Kitabevi, İstanbul 1945 10 Cevat Akkanat, Gelenek ve İkinci Yeni Şiiri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2002 11 Ali K Metin, Sezai Karakoç: Medeniyet Davasının Şairi, Kökler, nr 11, Ankara 2006 12 Necati Tonga, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatında Divan Şiiri Tartışmaları ve Gelenekten Faydalanma, 2007 13 Osman Özbahçe, İkinci Yeninin Doğuşu, Kökler, nr 11, Ankara 2006 14 Alphan Akgül, Oktay Rifat Şiirinde “Saray İstiâresi”nin Yeniden Üretimi, Pasaj, nr 3, s 201-223 ALİ EMRE |
|