Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Sinsi Eğlence > Bir Tutam Hikaye

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
adam, küfeyi, taşıyan

******* Küfeyi Taşıyan Adam******

Eski 10-24-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

******* Küfeyi Taşıyan Adam******




******* KÜFEYİ TAŞIYAN ADAM******

Zaman ahir zaman Üç yüz yıldır uyuyan mağaradakiler Onlar içinde biri var ki; 0 uyumuyor, uyuyamıyor Sırtında bir mukaddes emanet; küfe Küfede yumurtalar Kimisi çatlamış, kimisi çatla-maya hazır, kimisinden civcivler başını çıkarmış şaşkın şaşkın zalim zamanı seyretmektelerArtık mağaradakiler yakaza (uyku ile uyanıldık arası) halinde Mağara dı-şında fırtınalar Kar diz boyu Devam ediyor tipi Mağara da sakin değil hani
Küfeyi taşıyan adam hüzünlü Tedirgin Yumurtaları koruma, bakımı- görümü adına Omuzlarında ağır bir yük izi kalır mantığıyla çamurlar atı-lan bir bedeni Sanki dünyayı taşıyor beli Mağaradakilere ve mağara dı-şına uzanıyor dostluk ve diyalog eli
Yumurtalar olanlardan bihaber Yumurtalar rahat Yumurtalar küfeyi ta-şıyan adamın sıcaklığı ve şefkatiyle gelişiyor, gün sayıyor
Mağaradakiler yıllardır süregelen mezelletin, yaşanan hadiselerin toka-dıyla sere serpeler Uyku ve uykunun sersemliği ile yaka paçalar Uykunun bitişi baharın başlangıcı Çiçeklerin, bin bir nağme ile öten kuşların cıvıltıla-rının müjdecisi
Küfeyi taşıyan adam belinde ve omuzundaki ağır yüke, zamanın çıldırtı-cılığına rağmen mağara ve dışındakilerin duymayı özledikleri, hasret kaldık-ları ezgiyi/türküyü onlara okuyor Okuyor ama; düşünceler mahmur, kalp-lerin balansı iğdiş edilmiş Fırtına mağaradakilerle alaylı Duyuyorlar bel-ki Belki de hissediyorlar Yürekler zamanın buhranında rikkatli Fırtına he-veslileri dikkatli
Uyanmayı/baharı bekleyip gün saymak sabır işi Küfeyi taşıyan adam “Hel mim mezit” abidesi Bahara gurbet türküsünün yanık sesi Gürül gürül hizmetlerin fer veren nefesi Öte yandan fırtına ekip, fırtına biçenler aksi-yona, harekete ket vuran insan halesi
Küfedeki yumurtalar ısınıyor, ısınacak, günü gelince çatlayacak Gün ışığına ne civanmertler çıkacak Cıvıl cıvıl mağara, dışarıdaki güneşli günle-rin, gök kuşağının, yemyeşil kırların habercisi olacak Kim bilir, milyonlarca bülbül hangi nağmeleriyle yeryüzünü çınlatacak Bin bir fedakarlıkla, sabır küpünün çeperlerini zorlayarak, her hadisede, her yenilen tokatta “kahrın da hoş, lütfün da hoş” diyerek çekilen sıkıntılar küfeyi taşıyan adamı hatır-latacak Eski fırtına heveslileri çevresinde olacak “Bir yiğit öldü, göm-düler karşı bayıra” diyen inleyen hüznü mağaradakilere metafizik gerilim olan, basireti gelecek adına ümide ışık veren, varlığı saadet asrını hatırlatan misal
Başkaları belki ama, küfeyi taşıyan adam unutulmayacak

Sızıntı Haziran 2000

İRADE-İ CÜZ’İYYE BAHSİ:

A) İrade-i cüz’iyye’nin varlığına deliller:
a) Vicdan, işlediği kötülüklerin ağırlığını insana hissettirir Evet, çok zaman insan, yaptıklarından dolayı pişmanlık duyar; ızdıraptan kıvranır, hattâ, muvazenesiz insanların bu sebeple intihara sürüklendiği bile olur İnsan irade ve istekten mahrum olup, yaptığını cebrî bir kaderin zorlamasıyla yapıyorsa, o zaman neden vicdan azabı çeksin ve günahlarının ağırlığı altında ezilip gözyaşı döksün, istiğfarda bulunsun? Hem neden bir insanı kırdığınızda gidip kendisinden af diler ve beyan-ı i’tizarda bulunursunuz? Bütün bunlar, yaptıklarınızı bizzat dileyerek, yani kendi iradenizle yaptığınızı göstermiyor mu?

b) Söz ve davranışlarımızda, harekât ve faaliyetlerimizde hür müyüz, değil miyiz? İstediğimiz zaman elimizi kaldırıp, ayağımızı, kolumuzu, dilimizi hareket ettirebiliyor muyuz, yoksa, kollarımıza zincir, ayaklarımıza pranga vurmuş ve boynumuza da tasma geçirmişler de, ancak bunları çözdükleri zaman mı yapacalarımızı yapabiliyoruz? Oturup-kalkmak, yiyip-içmek, ya da Hak adına bir iş yapmak istediğimizde, müsbet veya menfi ma’nâda bizi zorlayan var mı? Hak ve hakikatı duyurma mevzûunda irâdemizle mi hareket ediyoruz, yoksa zorlamayla mı? Hayır, hiçbirimiz, kumanda düğmesi başkasının elinde, istenilen yöne çekilen bir robot veya -olmayan- ipimiz çekildikçe oraya buraya hareket eden bir kukla, bir piyon değiliz
c) Tereddüt, mukayese, muhakeme, düşünüp değerlendirme ve tercih edip karar verme faaliyetleri de irâdeyi gösterir
Güzel bir arkadaşımız güzel bir yere davet ediyor; fena birisi de aynı anda fena bir yere Böyle bir durumda nereye gideceğimizi düşünür, mukayese ve muhakemede bulunur, neticeye bakar ve sonunda tercihimizi yaparız Aynı şekilde, günde belki yüz kere içimizde melek ve şeytanın ters istikametteki davetleri karşısında aynı mukayese, aynı muhakeme ve aynı tercihlerle karar verme faaliyetlerinde bulunmaktayız Zira biz, rüzgârın önünde her tarafa savrulan bir yaprak veya akıntıya kapılıp sürüklenen bir saman çöpü değiliz
d) İşlediğiniz bir suçtan ötürü, mazlumun veya adalet mekanizmasının önünde, “ne yapayım, iradem yok ki!” diyebilir misiniz; deseniz bile, böyle bir özrü kabûl ettirebilir misiniz? Gerçek bu istikamette olsaydı, o zaman ne hükümet, ne adliye, ne polis ve ne de mahkemeler olurdu ve hayat sahnesi, ölenleri ve öldürenleriyle milyarlarca ‘kader kurbanı’yla dolardı Oysa, insanların bir yanda faziletleri, güzel ahlâk ve davranışları, öte yanda kötü ahlâk ve hareketleriyle; bir yanda suçsuzları, öte yanda suçlularıyla; bir yanda çalışıp ter dökenleri, öte yanda miskin miskin oturanlarıyla ve hayat basamaklarında çeşitli meslek, karakter ve vazifeleriyle sınıf sınıf ve rütbe rütbe oluşları, her bir insanın, irâdesinin kavgasını vererek kendine bir yer hazırladığını göstermiyor mu?
e) Ancak, mecnun veya deli dediğimiz insanlar mükellef değildirler, çünkü onların iradeleri, bizim anladığımız ma’nâda fonksiyon ifa etmez Bu sebeple, onların söz ve davranışlarını normal karşılamaz, “bunlar, akıllı işi değil” deriz Nedir öyleyse bizi onlardan ayıran şey? Nedir akıllılığın hakkı? Akıl ve kalbin, düşünce ve irâdenin hakkını vermemek, ayrı buudda bir deliliğin ifadesi olmaz mı? Malın, paranın, dünyânın ve makamın delisi olmak, çok buudlu bir cinnet ifâdesi değil midir? Mefhum kargaşası içinde, akıllılık da delilik de anlaşılmaz oldu Burada, Hasan Basri hazretlerine atfedilen şu sözün ma’nâsını bir daha düşünmek yerinde olur:
“Eğer siz Sahabe’yi görseydiniz, onlara “deli” derdiniz; onlar sizi görselerdi, “bunlar mü’min değil” derlerdi
f) Hayvanlarda şuur, idrak ve irâde yoktur Onlar ‘sevk-i İlâhî’ ile hareket ederler Meselâ arı, Allah (cc)’tan aldığı sevk ve ilham, yani sevk-i İlâhî ile (sevk-i tabiî veya içgüdü değil) peteklerini devamlı altıgen şeklinde yapar; çünkü, ne irâde sahibidir, ne de kendine değişik bir model meydana getirme kabiliyeti verilmiştir
Bazen farkına varmadığınız, irâde dışı davranışlarınız da olur Plânsız, programsız, düşüncesiz, fakat kafanızda binbir düşünce ile evinizden çıkarsınız Kalbleri doğranan, imanı alevler içinde yanan ve kendini kelebekler gibi ateşe atma cinneti içinde bulunan neslimizi ve Ümmet-i Muhammed’in hâl-i hazırdaki durumunu düşünürsünüz yağmur yağıyordur ama, siz yağmuru farketmediğinizden elinizdeki şemsiyeyi açmaz, yürürsünüz Neden sonra ayağınızın yağmur sularıyla dolmuş bir çukura kaçması, ya da yanınızdaki arkadaşınızın gittikçe yükselen sesiyle daldığınız âlemlerden sıyrılıp, kendinize gelirsiniz tıpkı, çok zaman ümmetinin derdiyle dopdolu, başına konan işkembelerin, yüzüne atılan çamur ve savrulan yumrukların farkına ancak kızı Fatıma(ra)’nın veya dostu Ebû Bekir (ra)’ın ağlamalarıyla varan ve “Niye ağlıyorsun Fatıma?” “Niye ağlıyorsun Ebâ Bekir?” diye soran Kâinatın Efendisi gibi
İrşad ve hizmet aşkıyla öylesine şahlanmış ve öylesine hizmet aşığı olmuşsunuz ki, akşam evime gideyim diye attığınız adımlarınız, bir de bakmışsınız sizi evinize değil de, bir Allah evine getirmiş
Bu şekilde, irâdemiz dışında yaptığımız davranışları farkına vardıktan sonra değiştirmemiz de, irâde-i cüz’iyyeyi göstermektedir
İrâdemizle yaptığımız işlerimizin de, yine Allah (cc)’ın ilim ve kudreti dahilinde olduğunu ve yine bizzat Allah (cc) tarafından yaratıldığını tekrar belirtmeye gerek yok Evet, âyetin ifâdesiyle, bizi de, yaptıklarımızı da yaratan Allah (cc)’tır (Saffat, 37/96)
B- Cüz’î irade’nin ma’nâ ve mahiyeti:
Cüz’-i ihtiyarî de dediğimiz ‘irade-i cüz’iyye’, esasen haricî vücudu bulunmayan, itibarî bir varlığa sahip insanî bir temayül ve eğilim hissidir İtibarî vücudu var demek, var-yok gibi bir şey demektir Bu itibarla, vücud-u harîcisi olmadığından, ona mevcut nazarıyla da bakmıyoruz Meselâ başımız, kolumuz ve kulağımız vardır; çünkü bunlar yaratılmış olup, haricî vücuda sahiptirler Haricde yaratılmayan şey ise, esasen mevcud değildir Yine meselâ, “İki gözüm var” deriz; çünkü yaratılmıştır ve vardır Fakat, üçüncü bir gözün varlığını kabul etmiyoruz, zira yaratılmamıştır Fakat siz, “Benim öyle bir iç gözüm var ki, onunla iki gözün gördüğünden daha ilerisini görürüm” diyebilirsiniz Böyle bir vazife icra eden bir iç göz de olabilir; fakat, yaratılmış bir vücud-u haricîsi olmadığından, ona “yoktur” da diyebiliriz Binaenaleyh, hakikatte bir varlığı olmadığı ve yaratılmış bir vücudu bulunmadığı için, cüz’î irâdeye de “yoktur” diyebiliriz, fakat fonksiyon, vazife ve neticesini sürekli müşahede edip durduğumuz bir meyelanı ve adeta zar gibi incecik bir tercih noktasının varlığını insana isnad etmekle de Allah (cc)’a şirk koşmuş olmayız; zaten, Allah (cc)’da kulun fiillerini bu meyelan ve tercih üzerinde yaratır ve inşâ eder
Cüz’î İrade, aslında hiç bir şey, fakat belki de kendine çok şey dedirtecek bir şart-ı âdîdir Çapı ve ağırlığı, ma’nâ ve mahiyeti ne olursa olsun, Allah (cc), cüz’î irâdeyi azîm ve cesîm icraatı için basit, âdî bir şart ve bir sebep kabul etmiştir İrade-i cüz’iyye çok küçük, basit, zayıf ve dış âlemde yok olmakla beraber, büyük, mükemmel ve kendi üzerinde yaratılan pek mühim neticelerin de sebebi durumundadır
Yapmak istediğiniz bir binanın plânı, kâğıt üzerinde dolabınızın çekmecesinde kaldığı sürece hiç bir fayda ve ma’nâ ifâde etmeyecektir Ama, çekmeceden çıkarılıp ona göre bir bina yapımına başlandığı ve bina ortaya çıktığı zaman, o plân mühim bir ma’nâ ifâde edecek ve âdeta binanın temel sebebi mevkiine yükselecektir Aynen öyle de, -lâ teşbih- insanın irâdesi, üzerinde kendine göre çok önemli hizmetler ifa edecek, belki de pek çok kötülüklere sahne olacak bir binanın yapılacağı hatlar ve çizgilerden ibaret böyle bir plân gibidir Bu plân üzerinde binayı asıl kuracak olan Allah (cc)’tır; fakat Allah (cc), binayı kuracağında, sizin irâde-i cüz’iyyeniz olan plâna bakacaktır böylece irâdeniz, zatında herhangi bir kıymet ve mevcudiyet ifâde etmese de, Allah (cc)’ın yaratmasına âdî bir sebep teşkil ettiğinden, kendi çapından kat kat fazla önem kazanacaktır
Evet, her şeyi yaratan Allah (cc) olmakla beraber, yine de hilkatte hiç bir zaman mutlak cebir değil, belki insan irâdesinin sebeb olduğu ‘şartlı cebir’ bahis mevzuudur Allah (cc), insanın fiillerini plân mesabesindeki irâdesine göre yaratmakta ve nasıl davranacağını önceden bildiği için de, yarattıklarını tâ baştan ‘Kader Kitabı’na yazmış bulunmaktadır
Büyük bir sarayın aydınlatılması için önce mükemmel bir elektrik şebekesinin kurulması gerekir Fakat, avizelerin yanar hale gelip, sarayı aydınlatması için de, basit ve âdî bir şart olarak parmağın düğmeye dokunması zarurîdir O parmak o düğmeye temas etmediği sürece, o dev ve mükemmel elektrik şebekesine rağmen saray aydınlanmayacak ve o şebeke adeta işe yaramaz bir halde bekleyip duracaktır İşte, iman adına bir meyil ve isteği olan insan, kalb sarayındaki meş’aleleri yakmak için o düğmeye dokunacak, Allah da meşietiyle bütün lambaları yakacak ve onu aydınlıklar ülkesi Cennet’e varan yola sevkedecektir tabiî ki, küfür meyli olan da ona göre muamele görecektir
Geda, fakrını, aczini ve ihtiyacını dile getiren kulluk dilekçesiyle ve gedalığına yakışır şekilde Sultan’ın kapısına müracaat etse, dilekçesine Sultan’a yakışır bir sultanlıkla cevap verilecek; bu basit ve cüz'î müracaat, gedayı kâinata sultan yapacağı gibi, ebedî âlemde de dünyâ sultanlarına taç giydirir hale getirecektir Yine, bir üfürmekle yıldızların dağılıp saçılmasını, bir kaşık su ile ummanlara sahip olunmasını, bir damla ile arz yüzünün boyanmasını ve bir asansör düğmesiyle galaksiler ötesine yolculuk yapılmasını da aynı zâviyeden düşünebiliriz
Demek ki, küllî irâde cüz’î irâdeye bakmakta olup, cüz’î irâde de çok büyük neticelerin yaratılması için âdî ve basit bir şart hükmündedir Evet, görülüyor ki insan, kader önünde eli kolu bağlı robot gibi cebren hareket ettirilen, hele bazı edep bilmeyenlerin iddia ve ifâde ettikleri gibi, “Kader kurbanı, kaderin mahkumu, zalim feleğin mazlumu” bir varlık değildir Ne var ki -hakkını inkâr etmemekle birlikte- irâde de kendi adına hiç bir şeye sahip çıkmamalıdır Çünkü, gayet âdi, basit ve küçük olan insan irâdesiyle, son derece büyük olan neticeler arasında herhangi bir tenasüb ve uygunluk mevcud değildir Evet, küçük bir düğmenin koca bir sarayın aydınlatılmasında veya yine bir düğmenin insanın galaksiler arası seyahat yapmasındaki rolü ne kadar olabilir? Öyleyse, meydana gelen hareketi yaratan ve çok küçük, zayıf ve basit sebeplere azîm ve cesim neticeler terettüp ettiren bir Zât vardır ve O, herşeye hakimdir İrâde, ihtiyar ve çapımıza göre cüz’î bir kudretimiz olsa bile, kâinat çapında teşhir edilen tecelliler içinde bize düşen pay, milyonda bir bile değildir Bu ve bunun gibi, bize karşılıksız hibe edilen lütufları saymanın üstesinden gelemeyiz (Nahl, 16/18) Allah (cc) bizden, kendimize düşenle, Zât-ı Ulûhiyeti’ne düşeni ayırmamızı istese, herhalde kendimize en yakın bilip, “sahibiyiz” dediğimiz ‘ben’ dahil, elimizde ‘sıfır’dan başka bir şey kalmayacaktır
Meselâ, her gün menşeini ve âkibetini hiç düşünmeden yediğimiz bir lokma ekmekteki payımız ne kadardır? Her şeyden önce, o lokmanın ana kaynağı toprağı var eden ve ekime müsait hale getiren kimdir? Toprağa atılan buğday tanesini yaratıp, ona çimlenme, başak verme ve nihayet ekmek olma yolunda nemi, havayı, bulutu, yağmuru, rüzgarı, ısı ve ışığı halkeden kimdir? Hattâ, tanenin toprak altındaki macerasını; toprakla içli-dışlı olmasını, gübreyle tanışmasını, bakterilerle dost ve kardeş olmasını tanzim eden kimdir? Sonra, toprağı sürme, ekip biçme, ürün alma ve taneyi un haline getirip ekmek yapma ilmini, kabiliyet, güç ve kuvvetini bize kim verdi, kim öğretti? Öğrenmek ve bütün bu işleri yapmak için lüzumlu aklı, düşünceyi, beyni, kas ve kemikleri bize hediye eden kim? Lokmayı ağzımıza götürüp çiğnemek ve sonra vücudumuza yarayışlı hale getirmek için gerekli olan el, kol, dişler, birtakım bezler ve yutaktan yemek borusuna, mideden bağırsaklara ve pankreasa kadar bütün uzuvlar kimin eseri ve kimin emriyle çalışıyor? Lokmanın tadı ve dilimizin o tadı alma fonksiyonu nereden geliyor? Hem, bizden habersiz lûtfedilmiş olan acıkma ve doyma hissinde irâde ve kudretimizin ne dahli var? Sonra, o lokma ile beden arasındaki sıkı hayatî ilişkiyi tanzim eden kim? Lokmanın kan, gıda ve hücrelere yapı taşı oluşundaki kompleks keyfiyet ve kompleks faaliyet kimin eseri? İşte böyle, bir lokma için zeminden âsumana, soğuktan sıcağa, güneşten diğer sistemlere, yağmurdan kara kadar nerdeyse bütün kâinat iş birliği yapıyor ve bu işbirliği en dakik biçimde vücut mekanizmasıyla birleşip, bütünlük kazanıyor Acaba, bu sergüzeşti içinde lokmanın masrafı ve fiatı nedir? Dünyâdaki gelmiş geçmiş ve gelecek bütün insanların serveti bir araya getirilse, bu masrafı ödemeye kâfi gelir mi? Ve, bu sergüzeşt içinde bizim payımız ne kadardır, hiç düşündük mü?!
Lûtfedilen ve daha da lûtfedilecek bunca nimeti acaba hangi ibâdetimiz karşılayabilir? Bir günlük cüz’î bir ücret için sekiz saat yorucu bir mesai yapmıyor muyuz? Yeryüzünde üzümün kendi değil de sadece resmi mevcud olsaydı, bütünüyle insanlık olarak gücümüzü, kabiliyetimizi ve servetimizi birleştirerek, bir salkım gerçek üzüm elde edebilir miydik? Oysa, Allah (cc) bütün nimetleri karşılıksız vermiş ve vermektedir de; karşılığında istediği nedir? Meselâ, bir çuval buğday için bin rek’ât namaz emredebilir, insanlar da açlıktan ölmemek için bu emri mecburen yerine getirirlerdi Kuraklık zamanında dağlara, sahralara çıkıp, dualar ediyoruz; ya her damla su bir rek’ât namaz karşılığı olsaydı, milyonlarca rek’âtı eda etmekten başka ne gelirdi elimizden? Çölde kalıp, ciğeri yanmış bir insana bir şişe suyu keselerce altına satamaz mısınız?
Efendimiz (sav)’in ifâde buyurdukları üzere, vücudumuzdaki her bir eklemin şükrünü ne ile ödeyebiliriz? Hastanelerde idrarını yapamayan, kolunu, bacağını ya da gözünü kaybetmiş veya kendilerine patatesten başka bütün yiyeceklerin yasaklandığı insanlar görürsünüz Şimdi, sıhhatin şükrü nasıl eda edilebilir, düşünün! Mü’min ve müslüman olmanın, mü’min insanlarla bir arada bulunmanın mukabilinde nasıl teşekkür edilmesi gerektiğini tefekkür edin! Sonra, kulluğumuzu hakkıyla yapamamanın murakebe ve muhasebesiyle, Cennet’i müşahede nimetini hesab edin! Bütün bu nimetlere Allah (cc)’ın sonsuz rahmetinden ve bu rahmeti harekete geçiren acz, fakr ve hiss-i ihtiyacımızdan başka ne ile hak kazanabiliriz? {Ya Rabb, bizi Sana kulluktan ırak etme, Sırat-ı Müstakim’den ayırma ve Habib-i Edibi’nin izinden ve Sünneti’nden mahrum etme! (Âmin)}
Herhalde, sahip olduğumuz irâdeyle, perverde kılındığımız nimetler arasında herhangi bir tenasübün olmadığı anlaşıldı Gerçek bu iken, Allah (cc), sonsuz merhametiyle bizim için çeşitli vesileler yaratmış ve o küçücük ve incecik cüz’i irâdemizi Cenneti’ni lûtfetmeye sebeb-i âdi kılmıştır “Allah!” diye inleyip, “ah!” ile bir buhurdanlık gibi kaynayınca, Allah (cc)’ın affına mazhar olursunuz Ebediyyen iman, sebat ve azm niyetiyle bir defa “Lâ ilâhe ill’Allah” dersiniz, Allah (cc) da “Cennetimi size vacip kıldım” karşılığında bulunur İşte, dilde kolay, mizanda ağır ifâdeler ve işte cüz’î irâdemiz, işte neticesi!
Netice olarak, her ne kadar şudur diyemesek de, cüz’î irâde, varlığı bedihi ve açık ama, mahiyeti ve ağırlığı bizce meçhul bir meyelandan ibarettir Hariçte elle tutulur ve gözle görülür bir mevcudiyeti yok; ama, kendi var olan bir sır belki, insana göre beyin ne ise, ruha göre de irâde odur

KADER-İRADE MÜNASEBETİNDE ORTA YOL

Kader mevzuunda zihinleri en fazla meşgul eden husus, kaderle insan irâdesinin tevfiki mes‘elesidir Bir yanda, kaderi tenkide varan, zorlayıcı, bağlayıcı ve insanı bir kurban ve mahkûm durumuna düşürücü kader anlayışı, öte yanda, kaderi de, yaratmayı da tamamen insana veren kıt anlayış bu her iki anlayış da, bulundukları uç noktalarda kaderin ve irâdenin hakkını vermekten çok uzaktırlar (Cebriye ve Mu’tezile) Halbuki kader adına gerçek, bu ikisinin tam ortasındadır Yani, yukarıda izahına çalıştığımız gibi, hem bütün kâinatta ve insan hayatında kaderin hâkimiyeti bahis mevzûudur; hem de insan meyil, niyet, düşünme, muhakeme, mukayese, tercih ve karar verme adına cüz’î bir irâdeye sahiptir Öyleyse, mes’ele terazinin iki kefesi gibi ele alınmalı ve denge sağlanmalıdır
Kur’ân, peş peşe iki âyette, iki makamı birden cem etmek suretiyle mes’eleyi halletmektedir Tekvir suresi 27 ve 28 nci âyetlerde “O (Kur’ân) alemlere ancak bir öğüttür sizden istikamet üzere olmayı dileyen için” buyrulurken, hemen arkadan gelen 29ncu âyette ise, “Alemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz” denilerek, her şeyi dileyenin de yine Allah (cc) olduğu, fakat bu meşietin, insana da bir meyil ve isteme hakkı verilmesine aykırı bulunmadığı ifâde edilmektedir Bir başka âyette, “Allah, sizi ve bütün yaptıklarınızı yaratandır” (Saffat, 37/96) buyrularak, yaratma ve var etmenin tamamen Allah (cc)’a aid olduğu beyan edilmekte, daha başka âyetlerde ise, “İnsana çalıştığından başkası yoktur! Allah yolunda mücahede edin! Cennet’e koşun! Allah’tan vesile isteyin! okuyun, yazın, düşünün!” şeklindeki beyan ve teşviklerle, insanın kader karşısında eli-kolu bağlı bir mahkum olmadığı ve âdi bir şart olarak irâdenin kullanılması gerektiği belirtilmektedir Bazı âyetlerde bu, daha da vazıhtır: “Bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım” (Bakara, 2/40) “Siz Allah’ın (Dini’ne) yardım ederseniz, Allah da size yardım eder” (Muhammed, 47/7)“Bir millet, kendi durumlarını değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez” (Ra’d, 13/11) Öyleyse, ‘mutlak cebir’ cemâdat, nebâtat ve hayvânat, kısaca irâde sahibi olmayan varlıklar için olup, insanlar ve cinler için ise, ‘şartlı cebir’ vardır Şu kadar ki, cüz’î irâde ve neticelerini yaratmak; bütünüyle Allah (cc) tarafından önceden yazılıp çizilmiş ve Kader Kitabı’nda harfi harfine tesbit edilmiştir
a) Allah (cc), irâdemizle nasıl davranacağımızı önceden bildiği için kaderimizi öyle yazmıştır:
Önceden izah edildiği gibi, kader insanı belli bir istikamette davranmaya zorlamaz; bilakis, kulun neyi nasıl yapacağı önceden Allah (cc) tarafından bilindiği için, kaderi de öyle tesbit edilir Yani, kader ilim nev’inden olup, irâde ve kudret nev’inden değildir; ilim ise malûma tâbîdir Ancak, Allah'ın ilmi için tâbî demek doğru da olmayabilir
Kaderin ilim nev’inden olması demek, herşeyin Allah (cc)’ın ilminde kesilip biçilmesi ve tayin, tesbit ve sonra da bir plân ve proje haline getirilmesi demektir Bilmek ayrı, bilineni yapmak, yani dış âlemde tezahür ettirmek ayrıdır Zihnimizde ne kadar plân, proje çizersek çizelim, bunlar hiç bir zaman, meselâ bir fabrika veya bir ev olmayacaktır İlmin malûma tabi olması da, bir tasarı veya plânın dışta, yani pratikte alacağı şekle bağlı olması demektir -Lâ teşbih vela temsîl- Allah (cc)’ın ilminin bir ünvanı olan kader de, böyle bir plân ve proje gibidir ki, bu plân veya proje pratikte insanın irâdesiyle yapacağı fiillerle şekil ve hüviyete ulaşır Bu, kâğıt üzerinde görülmeyen yazıların, o kâğıda kudret ve irâde eczasının sürülmesiyle vücut bulması gibidir İnsan, cüz’î irâdesiyle teşebbüsde bulununca, Allah (cc)’da, kağıttaki görünmez yazılara Kudret ve İrâdesiyle tecelli eder ve böylece kağıttaki yazılar dışta bir vücud ve şekil alır Şu kadar ki, Allah (cc), insanın irâdesiyle neler yapacağını önceden bildiğinden, hepsini önceden tek tek defterine yazmış bulunmaktadır
İzmir-Ankara arasında çalışan bir tren düşünün Bu trenin hangi saatlerde hangi istasyonlarda olacağı dakikası dakikasına tesbit edilip, bir vakit cetveli halinde asılmıştır Tren, bu vakit cetvelinde yazılı olan saatleri hiç şaşırmadan varacağı istasyonlara varır Halbuki trenin hızı, üzerinde gideceği demiryolunun çeşitli hususiyetleri, trenin ne kadar yolcu veya yük alabileceği, yani taşıma kapasitesi, yol boyunca bulunan istasyonlar ve hattâ mevsimler ve hava durumu trenin seyahatına tesir eden faktörler olup, bütün bu faktörler de, vakit cetvelini hazırlayan ilgili büro tarafından bilinmektedir Şimdi tren, vakit cetvelini hazırlayan büro yazdığı için mi belli saatlerde belli istasyonlara varmaktadır; yoksa, sözünü ettiğimiz bürodan bağımsız faktörlere göre mi trenin seyahatı düzenlenmiştir? İşte, irâdenin durumu da böyledir ve o, kaderin mutlak mahkûmiyeti altında değildir
Güneş tutulması gibi astronomik hâdiseler önceden tesbit edilip takvimlere ve ilmî raporlara saati saatine, dakikası dakikasına kaydedilir Şimdi, güneş ya da ay tutulması, takvimde yazıldığı veya ilim ehlince tesbit edildiği için mi o saatte ve o dakikada gerçekleşir; yoksa o saatin o dakikasında gerçekleşeceği için mi takvimlere yazılır veya ilim adamlarının raporlarına geçer? Güneş veya ay, takvimlerde yazıldığı için tutulmuyor, bilakis tutulacağı için takvimlere yazılıyor İnsan, yaptığını Allah (cc) kaderinde yazdı diye yapmaz; insan yapacağı için Allah (cc) yazar İnsanın irâdesini kullanarak yapacağı her şeyin kaderî olarak yazılması, irâdesini kullanmasına nasıl mâni değilse, insanın irâde sahibi olması da, yapacağı şeylerin önceden kader halinde yazılmasına aynı şekilde mani değildir
b) İradenin hesaba katılmadığı tek yönlü bir kader, bahis mevzûu olamaz:
Kader mevzûunun nirengi ve can alıcı noktası diyebileceğimiz husus şudur: Allah (cc), sonsuz ilmiyle olacağı olmadan evvel bilip Kader Kitabı’nı yazarken, insanın kesbi veya o kesbi meydana getiren irâdesi bu yazının haricinde ve devre dışı bırakılmamıştır İnsanın yaptığı şeydeki payı, kesb, yani düğmeye dokunmak, Allah (cc)’ın ise yaratmak, meydana getirmek, neticeyi hasıl etmekdir İşte, bu ikisinin aynı zamanda beraberce tesbit edilip yazılmasına ‘Kader’ diyoruz
Yan odada göremediğiniz, fakat ‘tik tak’ sesini duyduğunuz bir saat düşünün Size, bu saatin çalışıp çalışmadığı sorulsa “evet, çalışıyor” diye cevap verirsiniz ve artık size “ bir bak bakayım, akrep ve yelkovanı da dönüyor mu?” denmez Saatın çalışması, akrep ve yelkovan hareketi de içinde olmak üzere, bütün mekanizmanın devrede olması demektir; ya da tersinden bir deyişle, akrep ve yelkovanın durmadan dönüp saatleri göstermesi, saatin çalıştığına ve çarkın da döndüğüne delâlet eder Aynen bunun gibi, kader varsa irâde de vardır veya irâdeyi ele almak istiyorsak, ancak kaderle birlikte ele alabiliriz
Şu halde, insan kaderin önünde eli-kolu bağlı bir robot değildir Yani insan, bir örümcek ağı gibi kaderin ağlarıyla sarılmış, elleri arkadan kelepçelenmiş, idam fermanı boynuna asılmış, soluk alamaz hale getirilmiş veya denize atılmış, sonra da kendisine, “sakın ıslanma!” denerek alaya alınmış zavallı bir mahkûm değildir Evet, kader bu olmadığı gibi, insan da o kader rüzgârının önünde savrulup duran kuru bir yaprak değildir İslâm’ın her mes’elesinde bir itidal ve istikamet vardır Mesela, olur olmaz heryerde öfkelenme bir ‘ifrat’ ise, her söz ve davranış karşısında susma da bir ‘tefrit’tir Hiç evlenmeyip, kadını adeta inkâr etme bir tefritse, önüne gelen her kadından istifade düşüncesi de ifrattır Kapitali totemleştirme ‘ifrat’sa, bunun tam tersi, servete hayat hakkı vermeme de bir ‘tefrit’tir İşte, kader mevzuunda her şeyi insana verme ve “İnsan kendi fiilini kendi yaratır” (İ’tizal) deme ifrat ise, bunun tam zıddı, “Kulun, kendi fiilinde hiç bir dahli ve fonksiyonu yoktur” deyip, insanı kader karşısında hiç bir uzvunu oynatamaz felçli duruma düşürmek de (Cebriyecilik) tefrittir Bahsimiz boyu görüşlerine tercüman olmaya çalıştığımız Ehl-i Sünnet ise, “Kesb ve irâde kuldan, yaratma ise Allah (cc)’tandır” diyerek, bu mevzûda da hakikatı ve i’tidal yolunu ortaya koymuştur
Hidayeti de dalâleti de, sevabı da günahı da yaratan Allah’tır (İbrahim, 14/4) Hidayet ve dalâlete, sevaba ve günaha sevketme ve bunları yaratma on tonluk bir yükse, bunların yaratılması tamamen Allah’a aid olup, kula düşen gramla ifâde edilebilecek bir miktar, ama neticesi büyük bir miktardır İnsan câmi, mescid veya Allah evlerinden birine gelmek istek ve niyeti taşıyıp, o yönde bir tercih ve meyil ortaya koyduğunda, Allah (cc) da onu arzu ettiği o büyük ve mühim neticeye götürür Bir sohbet dinlemesi, ya da temiz bir arkadaşın dizi dibinde Allah (cc) hakkında malumat edinmesi, hidâyete sevkine bir vesile olabilir; çünkü düğmeye dokunmuştur artık Öte yandan, meyhaneye gitme niyeti içinde yolu veya meyli o yöne olan bir insanı da Allah (cc) dalâlete sevkedip, o yolda batırabilir, ama, dilerse batırmayabilir de Allah (cc) ve Rasûlü (sav) hakkında sarfedilen çirkin bir söz, Allah (cc)’ın Mudill (dalâlete götüren) isminin tokmağına dokunmak olabilir ve niyetine göre ona cevap verilince de haksızlık yapılmış olmaz Kısaca, hidâyet ve dalâlet yollarından birini tercih eden insan, tercih edip yöneldiği yolun encamına ve neticesine vardırılır; vardıran Allah (cc), varan ve varmaya meyleden kuldur ve amelinin cinsine göre de öbür âlemde ceza veya mükâfat görecektir
c) Kader, sebeple müsebbebe bir bakar; irâdenin elinde bulunan malzeme ve vasıtalar da Kader Kitabı’nda yazılıdır:
Bir kaza, bir ölüm, kısaca üzücü bir hâdiseden sonra çok defa “Keşke oraya gitmeseydi, keşke tüfeği eline almasaydı; keşke bu kadar sürat yapmasaydı!” gibi sözler sarfederiz Oysa, kaderde hâdiseyle birlikte, o hâdiseye yol açacak amiller ve insan irâdesi dahilinde bulunan sebeplerle, dahilinde bulunmayan sebepler birlikte yazılmış, yani, her hâdise, hayatın her ânı bütün yönleriyle ve teferruatıyla kaydedilmiştir
Sözgelimi, bir insan, irâdesini kullanarak tüfekle bir başkasını öldürmüşse, bu hâdise Allah (cc)’ın ezelî ilminde vukuundan evvel görülüp bilinmiş ve ikisi birlikte kaydedilmiştir “Tüfeği kullanan bu işi irâdesiyle yapacak, tetiği parmağıyla çekecek ve neticede diğeri ölecektir” diye önceden yazılmıştır Öldürmede kullanılan veya ölüme sebep olan kurşunun atıldığı tüfeği ve parmağı oynatan sebebi ortadan kaldırınca, karşıdakinin ölümüyle ilgili takdir nasıl ve ölümüne sebep başka ne olabilirdi? Diyelim ki, “Trafik kazasında ölebilirdi” O zaman da, onun ölümünün trafik kazasından olacağı yazılmıştır deriz Bir başka sebep gösterilip, meselâ, hastalık dense, o zaman da, netice olan ölümün, hastalıkla beraber yazıldığını söyliyecektik
d) Netice olarak, kader irâdeyi te’yid eder ve ikisi omuz omuzadır Ne irâde kaderi, ne de kader irâdeyi nefyeder
Mevzûyu net cümleler halinde ifâde edecek olursak:
1 Kâinat’ta İlâhî bir kader ve program hakim olup, insanda da bir irâde ve meyil vardır
2 Allah (cc), sonsuz ilim sahibi olduğundan, geçmişi, hazır zamanı ve geleceği bir nokta gibi görür ve bilir
3 Allah (cc), gelecekte vukû bulacak bütün hâdiseleri muhtelif kitaplar halinde kaydeder ve yazar
4 Biz yaptıklarımızı Allah (cc) öyle yazdı diye yapmayız; bilakis, Allah (cc) önceden irâdemizi hangi yönde kullanacağımızı bildiği için öyle yazar
5 Allah (cc), kaderimizi yazarken irâdemizi dışta tutmaz ve onu nasıl sarfedeceğimizi hesaba katarak yazar
6 Allah (cc), engin rahmetiyle bize lûtfettiklerinden ayrı olarak, irâde düğmemizi yolunda kullanmamızın neticesinde de Cennetler va’d etmektedir

KADER, KAZÂ VE ATÂ KANUNLARI

Kazâ, Levh-i Mahfûz’da, yani Ana Kitap’ta Allah (cc)’ın takdir buyurduğu hükümlerin, mevsimi gelince kulun da irâdesiyle edâ ve icra edilmesi, yani takdirin infâzıdır
Atâ, ‘verme’ kökünden Arapça bir kelime olup, Cenâb-ı Hakk’ın vergisi, ihsanı, lûtuf ve bahşişi demektir
Levh-i Mahfûz’dan ayrı olarak, Allah (cc)’ın bir de Levh-i Mahv ve İsbat’ı vardır ‘Levh-i Mahfûz’, daha önce sözünü ettiğimiz gibi ‘İmam-ı Mübin’ veya ‘Ümmü’l-Kitab’ olup, kendinde değişme ve silinme olmaz Levh-i Mahv ve İsbat ise, “Allah dilediğini siler, mahveder; dilediğini de yerinde bırakır; Ana Kitap O’nun katındadır” (Ra’d, 13/39) âyetinde ifâde olunduğu üzere, Allah (cc)’ın ‘atâ’ kanunuyla takdiratından bazısını değiştirip, infaz buyurmadığı kitabının adıdır
Atâ kanunu kazâyı bozar Meselâ, hakkındaki takdirin infaz edilebileceği, yani kazâ buyurulabileceği herhangi bir kul, kendine has bir lâtifeyi kullanarak Allah (cc)’la münasebete geçer, kurbiyet kazanır veya dua ve sadaka gibi Cenâb-ı Hakk’ın hoşuna gidecek bir amelde bulunup, O’na yaklaşır ve kazandığı bu kurbiyetten dolayı Allah (cc) kendisine husûsî bir atâ-yı şâhânede bulunur ve hakkındaki bir kazâyı infaz etmeyip, lehinde değiştirir
Meselâ, kul bir günah yerine gitmek niyet ve meyliyle evden çıkar o bu niyetle irâde düğmesine dokunduğu için, Allah da meylinin neticesini yaratacak ve onu irâde ettiği yere götürecektir Fakat, o kulun güzel bir hali, Allah (cc)’ın hoşuna gidecek bir tarafı, sözgelimi gecesinin zülüfünde iki damla gözyaşı ya da arabasıyla bir-iki arkadaşını bir sohbete götürüşü vardır da, bunlar Rahmet-i İlâhî'yi ihtizaza getirmiştir ve Allah (cc) da yolda o kulun karşısına kendisini günah mahalline değil de gülzâra götürecek bir arkadaş çıkarır ve kulun iradesiyle hak ettiği hükmü değiştirir İşte, Allah (cc)’ın sebepli sebepsiz kulu hakkındaki bir hükmü veya bir kazâyı onun lehinde değiştirmesi, O’na ait bir atâdır
Bu değiştirmesinden dolayı Allah (cc)’a, “Niyet ettiği halde, neden o kulun meyhaneye gitmesine müsaade etmedin?” Neden hakkındaki kazâyı atâ ile değiştirdin?” diye sorma hakkımız yoktur O, dilediğini dilediğine dilediği kadar lûtfeder; dilediğini hidâyete, dilediğini dalâlete sevkeder Bu sebeple, bizim bütün hasenatımız Allah (cc)’ın lûtfu, bütün seyyiatımız ise kendi müktesebatımızdır (Nisa, 4/79) Fakat çok defa Allah (cc), seyiatımız ve günahlarımızla baş aşağı düşeceğimiz zaman, elimizden tutup bizi kurtarır Lûtfudur bu; bu lûtufla belâ ve musibetlerin önünü aldığı gibi, küfre, küfrana ve günahlara dalma izni de vermez Bunlar, hak etmedikleri ve liyakatleri olmadığı halde bir kısım kullarına onun atâyâ-yı Sultanî’sidir
Allah (cc), atâsıyla kazasını bozmayıp, irâdemizi sarfetmek suretiyle yapmaya meylettiğimiz işi yaratsaydı, bu mahz-ı adâlet olurdu ve yine kimse bir şey diyemezdi Yaratmaması ise, husûsî bir lûtuf ve ihsandır Kur’ân’da sık sık ifâde edildiği üzere, Allah (cc), çeşitli kavim ve milletlerin helâkını küfür, şirk, zulüm, tuğyan ve isyanda temerrüdlerine bağlamıştır Ama Yunus Kavmi, tam hak ettikleri belâ ve helâk gelmeye başlayınca duaya durmuş, bunun neticesinde de Allah (cc) o belâyı kendilerinden def’ etmiştir; yani atâ, Yunus (s) kavmi hakkındaki kazâyı bozmuştur

MUKADDİME

Kader, ölçme-biçme, biçime koyma ve şekillendirme demektir Arapçada fiil şekliyle ‘Ka de ra’ dediğimiz zaman, ‘takdir etme, belli hisselere ayırma ve herkese bir pay çıkarma’ ma’nâlarını anlarız ‘Tef’il babında ise, ‘Kad de ra,’ ‘hükmetti, kazada bulundu, hükmünü geçerli kıldı’ ma’nâsınadır O halde kader, “Mâ yükaddirullahü mine’l-kadâ ve yahkümü bih”, yani “Allah’ın kazâdan takdir ettiği ve hükmettiği şey” demektir
Mevzûyu derinlemesine ele almadan önce, kaderle alâkalı bazı ayetleri mealen vermede fayda mülâhaza ediyoruz:
“Gayb’ın anahtarları, O’nun yanındadır, onları ancak O bilir (O) karada ve denizde olan herşeyi bilir Düşen bir yaprak -ki, mutlaka O’nu bilir,- yerin karanlıkları içinde gömülen dane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir Kitab’da olmasın” (En’am, 6/59)
“Gökte ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir Kitab’da bulunmasın” (Neml, 27/75)
“Şüphesiz Biz, ölüleri diriltiriz ve önden gönderdikleri ve arkada bıraktıklarını yazarız Zaten Biz, herşeyi apaçık bir kütüğe kaydetmişizdir” (Yasin, 36/12)
“(Eş şani yüce Nebî!) Doğrusu sana vahyedilen bu Kitab, Levh-ı Mahfuz’da bulunan şanlı bir Kur’an’dır”(Büruc/85:21-22)
“Doğru sözlü iseniz bildirin, bu azab sözü ne zamandır?” derler De ki: “Onu bilmek ancak Allah’a mahsustur Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım” (Mülk/67:25-26)
Kazâ ile Kader, bir ma’nâda aynı, diğer ma’nâda ise kader, Allah’ın takdiri, kazâ ise, bu takdiri infaz ve yapılacak şeyin edâ edilmesi ve hükmün yerine getirilmesi demektir
Kader, sonsuz ilme sahip, geçmiş, hal ve geleceği bir nokta gibi görüp bilen -esasen kendisi için geçmiş, hal ve gelecek diye zaman dilimleri bahis mevzuu olmayan- Cenâb-ı Hakk’ın, mikro âlemden makro âleme, zerrelerden sistemlere ve gelecekteki bütün hayatıyla ‘normo âlem’ insana kadar en küçükten en büyüğe bütün kâinatı, ilmî plânda, ilmî vücudlarıyla plânlayıp programlaması, plân ve projeleriyle kesip biçmesi, tayin, tesbit, tasnif ve takdir etmesi ve bütün bunları tasarı ve ilmî plândan alıp, irâde, meşîet, kudret plânına geçirmesi ve haricî vücut meşherlerinde, halk âleminde göstermesi için, hemen her şeyi, daha olmadan evvel ‘mübîn’ bir Kitap’ta tesbit ve takdir etmesidir
Evet ‘Kitab-ı mübîn’, henüz zuhur silsilesinde yerini almaya başlayan eşyayı, Levh-i Mahv ve İsbat’ta ve Levh-i Mahfuz’un istinsahları halinde Allah’ın mükerrem meleklerinin yazması demektir
Ve yine Kader, insanın kesbiyle Allah (cc)’ın yaratmasının mukareneti ve beraberliğidir Yani insan, bir işe mübaşeret edip, irâdesiyle o işin içinde bulunduğunda Allah (cc) dilerse o işi yaratır İşte kader, bu iki ana hususu ezelî ve sonsuz ilmiyle olmadan evvel bilen Allah (cc)’ın, yine olmadan evvel tesbit buyurmasıdır
Kader, insanın kesb ve irâdesi hesaba katılmadan düşünülemez
Kâinatta kader, plân, program, ölçü ve denge hâkimdir “Allah, her dişinin neyi yüklendiğini ve rahimlerin neyi eksiltip artırdığını bilir O’nun yanında herşey bir mikdar iledir” (Ra’d, 13/8) “Arzı da yaydık; oraya sağlam dağlar attık ve orada ölçülü mütenasip şeyler bitirdik” (Hicr, 15/19) “Göğü yükseltti ve mîzânı koydu” (Rahman, 55/7)
Kâinatta öyle şamil ve geniş dairede bir kader hâkimdir ki, onun dışında hiç bir şey tasavvur edilemez Kâinatı yaratan Allah (cc), çekirdeğin çatlamasından bahara, insanın doğuşundan yıldızların ve galaksilerin doğuşlarına kadar her şeyde muhît ilmiyle öyle bir plân ve program tesbit buyurmuş ve bir kader tayin etmiştir ki, dünden bugüne dünyânın dört bir yanındaki ilim adamları ve araştırmacılar, binler eserleriyle bu nizam, bu âhenk ve bu takdire tercüman olmaya çalışmaktadırlar Bir kısım Marksistlerin bile, ‘determinizm’ gibi değişik ad ve ünvanlar altında kabul ettikleri umûmi disiplinler, dost-düşman, inanmış-inanmamış herkesin kâinatta bir plân ve kaderin bulundu- nu kabul etmesi bakımından çok önemlidir Marksistlerin anladığı ma’nâda bir determinizm, bizim için hiçbir zaman sözkonusu değildir Biz sadece, farklı bir ma’nâda dahi olsa, mes’eleye kader açısından temas etmek istedik Gerçi, İbn Haldun gibi bir kısım İslâm müellifleri de bir nevi determinizme taraftar görünür ve son dönem batı düşüncesinde, meselâ Historisizm’de olduğu gibi, bu determinizmi toplum hayatına da teşmil ederler ama biz, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat düşüncesi içinde bunu belli şartlara bağlar ve ‘belki’lerle ifade ederiz İşte biz de bu ölçüler içinde, insan irâdesinin de dahil olduğu her şeyde küllî bir kaderin hâkim olduğuna inanırız Evet, nasıl ki bir saat veya bir bina yaparken önce bir plân ve proje çizer, fizibilite çalışmalarında bulunur ve hassas ölçüler ve çizgilerle ilerde ortaya çıkacak şeklin takdiratını yaparız; öyle de, şu baş döndürücü sistemlerin ve şu atomlar âlemiyle insanların kendi aralarında ve kendi içlerinde biribirleriyle olan münasebetlerinin belli bir bir plân ve program haricinde olması düşünülebilir mi? Bir saat gibi bozulmadan, en ufak bir çarpma ve çarpışma olmadan idâre edilip giden şu madde âlemindeki nizam ve dengenin binde biri kadar bir sistem veya sistemler dev bilgisayarlarla bile yürütülemezken, başdöndürücü büyüklüğü ve ihtişamıyla şu koca kâinatları plansız, programsız, düşünmeye imkân var mıdır?
Çekirdek ve tohumlar, kader yüklü sandukçalardır İlerde geçireceği her bir safhasıyla ağacın bütün hayatı, çekirdekte kaydedilmiştir Yapı îtibâriyle birbirinin aynı görünen ve aynı basit maddelerden meydana gelen pek çok çekirdek, toprağa düştüğünde, çeşit çeşit çiçekler, binbir türde bitkiler ve ağaçlar meydana gelmektedir Her bir çekirdek, kaderin kendine biçtiği, ya da kendine kader yapılan ölçü içinde ilmî, mânevî bir suret ve şekil alıp, kendine has biçim ve elbiseyle toprak üstünde tüllenir ve seyreden gözlere arz-ı endam eder Binlerce terzi, yıllarca çalışsa, değil bunca çiçek ve bitkiye, tek bir ağaca bile böyle bir elbise dikemiyecektir Oysa yüzbinlerce ağaç, belki yüzbinlerce yıldır, hiç bir ölçü, kesim ve dikiş hatası yapılmadan, adeta ısmarlama dikilmiş elbiseleri birbiri ardınca giyip çıkarmaktadır Acaba bunu yapan gerçekten kendileri midir, yoksa onlara o kalıbı, o şekli, o kaderi veren bir yüce takdir edici midir?
Belli bir kader ve programa tâbi olduğundan dolayı bir sperm asla yalan söylemez; kromozomların dili, RNA ve DNA’nın şaşmaz vazifesi ve hücrelerin beyanıyla, ağız, dil, dudak, göz, kaş, kulak, sîma, duygu ve kabiliyetler gibi pek çok safhalardan geçip “İnsan olacağım” der ve olur
Astrofizikçilere göre, kâinatın her noktasında hangi buudların var olduğu ve bu noktalarda hangi manyetik etkinin ne tarzda bulunduğu az da olsa bellidir Çünkü, geometrik yerler ve kuvvetlerin şiddeti önceden vardır Kompüterlerin keşfiyle de anlaşılmıştır ki, atomlardan galaksilere kadar kâinatta yaratılan her varlık yaratılışıyla birlikte programlanmaktadır; evet, herşey önce Levh-i Mahfuz’da tayin ve tesbit edilmiştir


Alıntı Yaparak Cevapla

******* Küfeyi Taşıyan Adam******

Eski 10-24-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

******* Küfeyi Taşıyan Adam******




Tuğla örgülü depo görünümlü binaların yanından hızla koşarak, çıkmaz olduğu daha ilk girişte belli olan sokağa girdiğinde, onu takip eden aracın farlarını çok açıkça görüyordu Tel örgüye doğru bir hamle yaptı ama kapı iki yerinden kalın zincirle kilitlenmişti Üzerinden atlamak geldi aklına ama takiptekiler iyice yaklaşmış, araçtan inmiş, yüzlerindeki sırtlan gülümsemesi ile biri elindeki zinciri sallıyor, diğeri sopayı avucuna avucuna zarifçe değdirip bırakıyordu…

Fonda bir aksiyon müziği… Adam yutkundu… Birazdan hayatta yemediği dayağı yiyecekti… Belki ihtiyacı olan buydu belki daha sağlıklı düşünebilecekti dayağını yedikten sonra… Ellerinde dayak enstrümanı olan kişiler yutkunan adama giriştiler Ama öyle böyle değil… Allah ne verdiyse tabir edileninden… Aradan saatler geçtikten sonra yutkunan adam biraz doğruldu Gün ışıyor, sokak köpeği üzerine işiyordu… Etrafa saçılmış dişlerini avucuna toplayıp, doğrulmaya çalıştıysa da ilk seferinde başaramadı…

Yere oturdu İki elini başının arasına alıp, acısına mı, düştüğü duruma mı ağladığını anlamaya çalıştı Üzerine işeyen köpek bile acımış olsa ki haline yüzünü yalamaya başladı Kollarına aldı köpeği Sıkıca sarılarak, hıçkıra hıçkıra ağladı Bir gözü tamamen kapalıydı Etrafına bakmaya çalıştı… Dayak yedikten sonra yağmur yağmış, üzerinden akan kanları oluğa doğru süpürmüştü Elbisesi paramparçaydı Kaburgaları, ellerinin üzeri ve özellikle yüzü ateş gibi yanıyordu Kafasının arkasından ılık ılık kan akıyordu hala… Bir hamle daha yaptı kalkabilmek adına Demin yüzünü yalayan köpek, biraz uazklaşmış, sanki acıyan gözlerle ona bakıyordu Elini pantalonunun arka cebine attı Cebi yırtılmamıştı Cüzdanı ve içindekiler duruyordu Yola çıkıp bir taksi çevirebileceği geldi aklına Yavaş hareketlerle yol doğru yürümeye başladı Kulakları çınlıyordu Sanki çok yüksek sesle müzik çalınan bir gece klübünden henüz çıkmış gibi hissediyordu Acı ile karışık gülümsedi Yola vardığında liman bölgesinde olduğunu hatırladı Bu saatte ne taksi ne otobüs hiçbirşey geçmezdi buralardan… biraz daha yürümenin iyi olacağını düşündü Bir bacağı oldukça aksıyordu Takip edildiğini hissettiğin ise içini bir ürperti almıştı Ani bir dönüşle arkasına baktığında, üzerine işedikten sonra tanıştıkları köpeğin olduğunu anlayınca içi biraz rahatlamıştı Biraz daha yürümeye karar verdi İleride bir otobüs durağı olduğunu anımsıyordu Fakat bu hızla çok süreceği belli idi Kararlı adımlar atmak istedi fakat acısı çok fazlaydı Arada kesik kesik öksürüyor, bu kasılmalar ona fazlasıyla acı çektiriyordu Neden sonra otobüs durağına geldi ve banka oturdu Başı dönüyordu Görüntüler bulanıklaşıyordu… Ağzına patlamış kaşından akan kan tadı geliyordu… Bir anda kendinden geçiverdi

Gözünü açtığında, bembeyaz bir odadaydı Yatar vaziyette, acılarından arınmış ve hafiflemiş gibiydi kolunu bacağını kaldıracak hali yoktu ama içinde garip bir huzur vardı Biraz susamış hissediyordu kendini Odada kendinden başka kimse yoktu Duvarların beyazı göz alıcı bir beyazdı Etrafta hiç ses yoktu Tıpkı kıyafetleri gibi… etrafa bakmaya çalıştı Birden içi huzur doldu Emniyetli bir yerde olduğunu hissetti O huzurla tekrar kendinden geçti Kendine geldiğinde, yeşil önlük giymiş doktor kılıklı birini baş ucunda gördü Konuşmaya çalıştı ama sesi çıkmadı Doktor kılıklı olan bakışlarındaki güvenle onu yorulmaması konusunda uyardı

Gözünü açtığında, bir tekerlekli sandalyeye oturmuş, yemyeşil çimlerin üzerinde, bi sürü hasta kılıklı insanların, birileri ile yürüyüş yaptığı bir manzara ile karşılaştı Yanında, orta yaşlı bir hemşire vardı Sessizce ve kendi kendine kitap okuyordu “Merhaba” dedi hem hemşireye hem hayata Gülümseyerek cevap verdi hemşire… Ona aylardır bu hastanede bakıldığını anlattı O gece ile ilgili neleri hatırladığını sordu… Adam herşeyi detayları ile hatırladığı halde cevap vermedi ama ne zaman çıkabileceğini sordu Yakında diye cevap verdi hemşire…

Aradan uzun zaman geçmesine rağmen, sebebini sadece adamın bildiği ilginç bir gece yaşanmıştı Adam o günden sonra hiç kimseyle çok uzun cümleler kurmadı… Yalnız bir adam olarak olarak hayatına devam etti Kimdi? ne için? neciydi? hiç bilineme


Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.