Şeyh Bedrettin Destanı |
10-21-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Şeyh Bedrettin DestanıSİMAVNE KADISI OĞLU ŞEYH BEDRETTİN DESTANI Darülfünün İlâhiyat Fakültesi tarihi kelâm müderrisi Mehemmed Şerefeddin Efendinin 1925-1341 senesinde Evkafı İslâmiye Matbaasında basılan «Simavne Kadısı oğlu Bedreddin» isimli risalesini okuyordum Risalenin altmış beşinci sayfasına gelmiştim Cenevizlilere sırkâtip olarak hizmet eden Dukas, tarihi kelâm müderrisinin bu altmış beşinci sayfasında diyordu ki: «O zamanlarda İyonyen körfezi medhalinde kâin ve avam lisanında Stilaryum - Karaburun tesmiye edilen dağlık bir memlekette âdi bir Türk köylüsü meydana çıktı Stilaryum Sakız adası karşısında kâindir Mezkûr köylü Türklere vaiz ve nesayihte bulunuyor ve kadınlar müstesna olmak üzere erzak, melbûsat, mevaşi ve arâzi gibi şeylerin kâffesinin umumun mâli müştereki addedilmesini tavsiye ediyor idi» Stilaryumdaki âdi Türk köylüsüsün vaız ve nasihatlarını bu kadar vuzuhla anlatan Cenevizlilerin sırkâtibi, siyah kadife elbisesi, sivri sakalı, sarı uzun merasimli yüzüyle gözümün önüne geldi Simavne Kadısı oğlu Bedreddinin en büyük müridine, Börklüce Mustafaya «âdi» demesi, her iki manasında da, beni güldürdü Sonra birdenbire risalenin müellifi Mehemmed Şerefeddin Efendiyi düşündüm Risalesinde Bedreddinin gayesinden bahsederken, «Erzak, mevâşi ve arâzi gibi şeylerin umumî mali müşterek addedilmesini tavsiye eden Börklücenin kadınları bundan istisna etmesi bizce efkârı umumiyyeye karşı ihtiyar etmiş olduğu bir takiyye ve tesettürdür Zira vahdeti mevcûda kail olan şeyhinin Mustafaya bunu istisna ettirecek bir dersi hususiyet vermediği muhakkaktır,» diyen bu tarihi kelâm müderrisini asırların üstüne remil atıp insanların zamirini keşfetmekte yedi tulâ sahibi buldum Ve Marksla Engelsten iki cümle geldi aklıma: «Burjuva için karısı alelâde bir istihsal âletidir Burjuvazi, istihsal âletlerinin içtimaileştirileceğini duyunca tabiatiyle bundan içtimaileştirilmenin kadınlara da teşmil edileceği neticesini çıkarıyor» Burjuvazinin modern amele sosyalizmi için düşündüğünü, Darülfünün İlâhiyat Fakültesi müderrisi de Bedreddinin kurunu vüstaî köylü sosyalizmi için neden düşünmesin? İlâhiyat bakımından kadın mal değil midir? Risaleyi kapadım Gözlerim yanıyordu amma uykum yoktu Başucumdaki çiviye asılı şimendifer marka saata baktım İkiye geliyor Bir cıgara Bir cıgara daha Koğuşun sıcak, durgun, ağır kokulu bir su birikintisine benziyen havasında dolaşan sesleri dinliyorum Benden başka yirmi sekiz insanı ve terli çimentosuyla koğuş uyuyor Kulelerdeki jandarmalar yine bu gece düdüklerini daha sık, daha keskin öttürüyorlardı Bu düdük sesleri ne zaman böyle deli bir sirayetle, belki de hiç sebepsiz, telaşlansalar ben kendimi karanlık bir gece batan bir gemide sanırım Üstümüzdeki koğuştan idamlık eşkıyaların zincir sesleri geliyordu Evrakları temyizde Yağmurlu bir akşam kararı giyip döndüklerinden beri hep böyle sabahlara kadar demirlerini şakırdatıp dolaşıyorlar Gündüzleri arka avluya çıkarıldığımız vakit kaç defa onların pencerelerine baktım Üç insan İkisi sağdaki pencerenin içinde oturur, birisi soldaki pencerede İlk yakalanıp arkadaşlarını ele veren bu tek başına oturanmış En çok cıgara içen de o Üçü de kollarını pencerelerin demirlerine doluyorlar Oldukları yerden denizi, dağları çok iyi görebildikleri halde onlar hep aşağıya, avluya, bize, insanlara bakıyorlar Seslerini hiç işitmedim Bütün hapishane içinde bir kerre olsun türkü söylemiyen sade onlardır Ve hep böyle yalnız geceleri konuşan zincirleri birdenbire bir sabah karanlığında susarsa, hapishane bilecek ki, dışardaki şehrin en kalabalık meydanında göğüsleri yaftalı üç beyaz uzun gömlek sallanmıştır Bir aspirin olsa Avuçlarımın içi yanıyor Kafamda Bedreddin ve Börklüce Mustafa Kendimi biraz daha zorlıyabilsem, başım böyle gözlerimi bulandıracak kadar ağrımasa, çok uzak yılların kılıç şakırtıları, at kişnemeleri, kırbaç sesleri, kadın ve çocuk çığlıkları içinde iki ışıklı ümit sözü gibi Bedreddinle Mustafanın yüzlerini görebileceğim Gözüme, demin kapatıp çimentoya bıraktığım risale ilişti Yarısı güneşten solmuş vişne çürüğü bir kapağı var Kapakta, üstünlü esreli sülüs bir yazıyla risalenin adı bir tuğra gibi yazılı Kapağın içinden sararmış sayfa yapraklarının yırtık kenarları çıkıyor Bu İlâhiyat Fakültesi müderrisinin sülüs yazısından, kamış kaleminden, dividinden ve rıhından Bedreddinimi kurtarmak lâzım, diye düşünüyorum Aklımda İbni Arabşahtan, Âşıkpaşazâdeden, Neşriden, İdrisi Bitlisiden, Dukastan ve hattâ Şerefeddin Efendiden okuya okuya ezberlediğim satırlar var: «Şeyh Bedreddinin tevellüdü 770 etrafında olmak lâzım geleceğini kuvvetle tahmin etmek mümkündür» «Tahsilini Mısırda ikmâl etmiş olan Şeyh Bedreddin senelerce burada kalmış ve hiç şüphesiz bu muhitte büyük bir kuvveti ilmiyeye mazhar olmuş idi» «Mısırdan Edirneye avdetinde ebeveynini burada berhayat bulmuş idi» «Kendisinin buraya vürudu peder ve validesini ziyaret maksadile olabileceği gibi bu şehirde tasaltun etmiş olan Musa Çelebinin daveti vakıasile olmak ihtimali de vardır» «Çelebi Sultan Mehmet kardeşlerine galebe ile vaziyete hâkim olunca Şeyh Bedreddini İznikte ikamete memur eylemiş idi» «Şeyh burada itmam etmiş olduğu Teshil mukaddemesinde "Kalbimin içindeki ateş tutuşuyor Ve günden güne artıyor, o surette ki kalbim demir de olsa selâbetine rağmen eriyecek" demektedir» «Şeyhi İznike serdiklerinde kethüdası Börklüce Mustafa Aydın eline vardı Andan göçtü Karaburuna vardı» «Diyordu ki: "Ben senin emlâkine tasarruf edebildiğim gibi sen de benim emlâkime aynı suretle tasarruf edebilirsin" Köylü avam halkı bu nevi sözlerle kendi tarafına celp ve cezb ettikten sonra hırıstiyanlar ile dostluk tesisine çalıştı Çelebi Sultan Mehmedin Sarohan valisi Sisman bu sahte rahibe karşı hareket ettiyse de Stilaryumun dar geçitlerinden ileriye geçmeğe muvaffak olamadı» «Simavne kadısı oğlu işitti kim Börklücenin hali terakki etti, o dahi İznikten kaçtı İsfendiyara vardı İsfendiyardan bir gemiye binip Eflak eline geçti Andan gelip Ağaçdenizine girdi «Bu esnada müşarünileyhin halifesi Mustafanın Aydın elinde avazeyi huruç ve fesat ve ilhadı Sultan Mehemmed'in kulağına vâsıl oldu Derhal Rumiyei suğra ve Amesye Padişahı olan Şehzade Sultan Muradın ismine hükmü hümayün sadır oldu ki Anadolu askerlerini cem ile mülhid Mustafanın def'ine kıyam eyliye Ve mükemmel asker ve teçhizat ile Aydın elinde anın başına ine» «Mustafa, on bine yakın müfsit ve mülhid müritlerinden olan asker ile şehzadeye mükabeleye kıyam eylediler» «Mübalega cenk olundu» «Bir çok kan döküldükten sonra tevfiki ilâhi ile o leşkeri ilhad mağlub oldu» «Sağ kalanlar Ayasluğa getirildiler Börklüceye tatbik olunan en müthiş işkenceler bile onu fikri sabitinden çeviremedi Mustafa bir deve üzerinde çarmıha gerildi Kolları yekdiğerinden ayrı olarak bir tahta üzerine çivilendikten sonra büyük bir alay ile şehirde gezdirildi Kendisine sadık kalan mahremanı Mustafanın gözü önünde katledildi Bunlar "Dede Sultan iriş" nidalarile mütevekkilâne ölüme tevdii nefs ettiler» «Ahir Börklüceyi paraladılar ve on vilâyeti teftiş ettiler, gideceklerin giderdiler bey kullarına timar verdiler Bayezid Paşa yine Manisaya geldi Torlak Kemali anda buldu Anı dahi anda astı» «Bu esnada Ağaçdenizindeki Bedreddinin hali terakkide idi Her taraftan birçok halk yanına toplandılar Bilumum halkın kendisiyle birleşmesine remak kalmış idi Bundan dolayı Sultan Mehemmedin bizzat hareketi icab etti «Ve Bayezid Paşanın teklifiyle bazı kimseler Kadı Bedreddinin silki mütabaatına ve müritliğine dahil oldular Ve birkaç tedbir ile orman içinde derdest edip bağladılar «Sirozda Sultan Mehemmede getirdiler Acemden henüz gelmiş bir danişmend var idi Mevlâna Hayder derlerdi Sultan Mehemmed yanında olurdu Mevlâna Hayder etti "şeran bunun katli helâl amma mali haramdır" «Andan Simavne Kadısı oğlunu pazara iletip bir dükkân önünde berdar ettiler Bir nice günden sonra cünüb müritlerinden birkaçı gelip anı andan aldılar Şimdi dahi ol diyarda müritleri vardır» Başım çatlıyacak gibi Saate baktım Durmuş Yukardakilerin zincir şakırtıları biraz yavaşladı Yalnız birisi dolaşıyor Herhalde o tek başına soldaki pencerede oturandır İçimde bir Anadolu türküsü dinlemek ihtiyacı var Bana öyle geliyor ki, şimdi yolparacılar koğuşundan yine o yayla türküsünü söylemeğe başlasalar başımın ağrısı bir anda diniverecektir Bir cıgara daha yaktım Eğildim Çimentonun üstünden Mehemmed Şerefeddin Efendinin risalesini aldım Dışarda rüzgâr çıktı Penceremizin altındaki deniz, zincir ve düdük seslerini kapatarak homurdanıyor Penceremizin altı kayalık olacak Kaç defa oraya, denizle duvarımızın birleştiği yere bakmak istedik Fakat imkânı yok Pencerenin demir çubukları çok dar İnsan başını dışarı çıkaramıyor Ve biz burada denizi ancak ufuk halinde görebiliyoruz Benim yatağımın yanında tornacı Şefiğin yatağı vardı Şefik bir şeyler mırıldanarak uykusunda döndü Karısının gönderdiği gelinlik yorganı kaydı Örttüm İlâhiyat Fakültesi tarihi kelâm müderrisinin altmış beşinci sayfasını açtım yine Cenevizlilerin sırkâtibinden bir iki satır ancak okumuştum ki başımın ağrıları içinde kulağıma bir ses geldi Bu ses: — Gürültü etmeksizin denizin dalgalarını aşarak senin yanında bulunuyorum, diyordu Döndüm Denizin üstündeki pencerenin arkasında birisi var Konuşan o: «— Cenevizlilerin sırkâtibi Dukasın yazdıklarını unuttun mu? Sakız adasında Turlut tesmiye olunan manastırda ikamet eden Giritli bir keşişten bahsettiğini hatırlamıyor musun? Ben, yani Börklüce Mustafanın "dervişlerinden biri" bu Giritli keşişe de böyle baş açık, ayaklarım çıplak ve yekpare bir libasa bürünmüş olarak denizin dalgalarını aşıp gelmez miydim?» Pencerenin demirleri dışında hiçbir yere tutunmasına imkân olmadan böyle boylu boyunca durup bu sözleri söyleyene baktım Gerçekten de dediği gibiydi Yekpare libası aktı Şimdi, yıllarca sonra, ben bu satırları yazarken İlâhiyat Fakültesi müderrisini düşünüyorum Şerefeddin Efendi öldü mü, sağ mı, bilmiyorum Fakat eğer sağsa ve bu yazdıklarımı okursa benim için: «Gidi hain, diyecektir, hem maddiyundan olduğunu iddia eder, hem de Giritli keşiş gibi, üstüne üstlük aradan asırlar geçmiş iken, Börklücenin denizleri sessizce aşan müridiyle konuştuğundan dem vurur» Tarihi kelâm üstadının bu sözleri söyledikten sonra atacağı ilâhi kahkakayı da duyar gibi oluyorum Fakat zarar yok Hazret kahkahasını atadursun Ben maceramı anlatayım Başımın ağrısı birdenbire dindi Yataktan çıktım Penceredekine doğru yürüdüm Elimden tuttu Benden başka yirmi sekiz insanı ve terli çimentosuyla uyuyan koğuşu bıraktık Birdenbire kendimi o bir türlü göremediğimiz, denizle duvarımızın birleştiği yerde, kayaların üstünde buldum Börklücenin müridiyle yan yana karanlık denizin dalgalarını sessizce aşarak yılların arkasına, asırlarca geriye, sultan Gıyaseddin Ebülfeth Mehemmed bin ibni Yezidülkirişçi, yahut sadece Çelebi Sultan Mehmet devrine gittik Ve işte size anlatmak istediğim macera bu yolculuktur Bu yolculukta gördüğüm ses, renk, hareket, şekil manzaralarını parça parça ve çoğunu — eski bir itiyat yüzünden — bir çeşit uzunlu kısalı satırlar ve arasıra kafiyelerle tesbit etmeğe çalışacağım Şöyle ki: 1 Sedirde al yeşil, dal dal Bursa ipeklisi, duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler, gümüş ibriklerde şarap, bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi Öz kardeşi Musayı ok kirişiyle boğup yani bir altın leğende kardeş kanıyla aptest alarak Çelebi Sultan Memet tahta çıkmış hünkâr idi Çelebi hünkâr idi amma Âl Osman ülkesinde esen bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü rüzgâr idi Köylünün göz nuru zeamet alın teri timar idi Kırık testiler susuz su başarında bıyık buran sipahiler var idi Yolcu, yollarda topraksız insanın ve insansız toprağın feryadını duyar idi Ve yolların sonu kale kapısında kılıçlar şakırdar köpüklü atlar kişner iken çarşıda her lonca kesmiş kendi pirinden ümidi tarumar idi Velhasıl hünkâr idi, timar idi, rüzgâr idi, ahüzar idi 2 Bu göl İznik gölüdür Durgundur Karanlıktır Derindir Bir kuyu suyu gibi içindedir dağların Bizim burada göller dumanlıdırlar Balıklarının eti yavan olur, sazlıklarından ısıtma gelir, ve göl insanı sakalına ak düşmeden ölür Bu göl İznik gölüdür Yanında İznik kasabası İznik kasabasında kırık bir yürek gibidir demircilerin örsü Çocuklar açtır Kurutulmuş balığa benzer kadınların memesi Ve delikanlılar türkü söylemez Bu kasaba İznik kasabası Bu ev esnaf mahallesinde bir ev Bu evde bir ihtiyar vardır Bedreddin adında Boyu küçük sakalı büyük sakalı ak Çekik çocuk gözleri kurnaz ve sarı parmakları saz gibi Bedreddin ak bir koyun postu üstüne oturmuş Hattı talik ile yazıyor «Teshil»i Karşısında diz çökmüşler ve karşıdan bir dağa bakar gibi bakıyorlar ona Bakıyor: Başı tıraşlı kalın kaşlı ince uzun boylu Börklüce Mustafa Bakıyor: kartal gagalı Torlak Kemâl Bakmaktan bıkıp usanmayıp bakmağa doymıyarak İznik sürgünü Bedreddine bakıyorlar 3 Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır Ve gölde ipi kopmuş boş bir balıkçı kayığı bir kuş ölüsü gibi suyun üstünde yüzüyor Gidiyor suyun götürdüğü yere, gidiyor parçalanmak için karşı dağlara İznik gölünde akşam oldu Dağ başlarının kalın sesli sipahileri güneşin boynunu vurup kanını göle akıttılar Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır, bir sazan balığı yüzünden kaleye zincirlenen balıkçının kadını İznik gölünde akşam oldu Bedreddin eğildi suya avuçlayıp doğruldu Ve sular parmaklarından dökülüp tekrar göle dönerken dedi kendi kendine: «— O âteş ki kalbimin içindedir tutuşmuştur günden güne artıyor Dövülmüş demir olsa dayanmaz buna eriyecek yüreğim Ben gayrı zuhur ve huruç edeceğim! Toprak adamları toprağı fethe gideceğiz Ve kuvveti ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip biz milletlerin ve mezheplerin kanunlarını iptâl edeceğiz» Ertesi gün gölde kayık parçalanır kalede bir baş kesilir kıyıda bir kadın ağlar ve yazarken Simavneli «Teshil»ini Torlak Kemâlle Mustafa öptüler şeyhlerinin elini Al atların kolanını sıktılar Ve İznik kapısından dizlerinde çırılçıplak bir kılıç heybelerinde el yazma bir kitapla çıktılar Kitaplarının adı: «Varidat»dı 4 Börklüce Mustafa ile Torlak Kemâl, Bedreddinin elini öpüp atlarına binerek biri Aydın, biri Manisa taraflarına gittikten sonra ben de rehberimle Konya ellerine doğru yola çıktım ve bir gün Haymana ovasına ulaştığımızda Duyduk ki Mustafa huruç eylemiş Aydın elinde Karaburunda Bedreddinin kelâmını söylemiş köylünün huzurunda Duyduk ki; «cümle derdinden kurtulup piri pâk olsun diye, on beş yaşında bir civan teni gibi, toprağın eti, ağalar topyekün kılıçtan geçirilip verilmiş ortaya hünkâr beylerinin timarı zeameti» Duyduk ki Bu işler duyulur da durmak olur mu? Bir sabah erken, Haymana ovasında bir garip kuş öterken, sıska bir söğüt altında zeytin danesi yedik «Varalım, dedik Görelim, dedik Yapışıp sapanın sapına şol kardeş toprağını biz de bir yol sürelim, dedik» Düştük dağlara dağlara, aştık dağları dağları Dostlar, ben yolculuk etmem bir başıma Bir ikindi vakti can yoldaşıma dedim ki: geldik Dedim ki: bak başladı karşımızda bir çocuk gibi gülmeğe bir adım geride ağlayan toprak Bak ki, incirler iri zümrüt gibidir, kütükler zor taşıyor kehribar salkımları Saz sepetlerde oynıyan balıkları gör: ıslak derileri pul pul, ışıl ışıldır ve körpe kuzu eti gibi aktır yumuşaktır etleri Dedim ki bak, burda insan toprak gibi, güneş gibi, deniz gibi bereketli Burda insan gibi verimli deniz, güneş ve toprak 5 Arkamızda hünkârın ve hünkâr beylerinin timar ve zeametli topraklarını bırakıp Börklücenin diyarına girdiğimizde bizi ilk karşılayan üç delikanlı oldu Üçü de yanımdaki rehberim gibi yekpâre ak libaslıydılar Birisinin kıvırcık, abanoz gibi siyah bir sakalı ve aynı renkte ihtiraslı gözleri, kemerli büyük bir burnu vardı Vaktiyle Musanın dinindenmiş Şimdi Börklüce yiğitlerinden İkincisinin çenesi kıvrık ve burnu dümdüzdü Sakızlı Rum bir gemiciymiş O da Börklüce müritlerinden Üçüncüsü orta boylu, geniş omuzlu Şimdi düşünüyorum da, onu, yolparacılar koğuşunda yatan ve o yayla türküsünü söyliyen Hüseyine benzetiyorum Yalnız Hüseyin Erzurumluydu Bu Aydınlıymış İlk sözü söyliyen Aydınlı oldu: — Dost musunuz düşman mı? dedi Dost iseniz hoşgeldiniz Düşman iseniz boynunuz kıldan incedir — Dostuz, dedik Ve o zaman öğrendik ki, Sarohan valisi Sismanın ordusunu, yani toprakları tekrar hünkâr beylerine vermek isteyenleri, bizimkiler Karaburunun dar, dağlık geçitlerinde tepelemişlerdir Yine, o yolparacılar koğuşunda yatan Hüseyin'e benziyeni dedi ki: — Buradan ta Karaburunun dibindeki denize dek uzayan kardeş soframızda bu yıl incirler böyle ballı, başaklar böyle ağır ve zeytinler böyle yağlı iseler, biz onları, sırma cepken giyer haramilerin kanıyla suladık da ondandır Müjde büyüktü Rehberim: — Öyleyse tez dönelim Haberi Bedreddine iletelim, dedi Yanımıza Sakızlı Rum gemici Anastası da alıp ve ancak eşiğine bastığımız kardeş toprağını bırakarak tekrar Âl Osman oğullarının karanlığına daldık Bedreddini İznikte, göl kıyısında bulduk Vakit sabahtı Hava ıslak ve kederliydi Bedreddin — Nöbet bizimdir Rumeline geçek, dedi Gece İznikten çıktık Peşimizi atlılar kovalıyordu Karanlık, onlarla aramızda duvar gibiydi Ve bu duvarın arkasından nal seslerini duyuyorduk Rehberim önden gidiyor, Bedreddinin atı benim al atımla Anastasınki arasındaydı Biz üç anaydık Bedreddin çocuğumuz Ona bir kötülük edecekler diye içimiz titriyordu Biz üç çocuktuk Bedreddin babamız Karanlığın duvarı ardındaki nal sesleri yaklaşır gibi oldukça Bedreddine sokuluyorduk Gün ışığında gizlenip, geceleri yol alarak İsfendiyara ulaştık Oradan bir gemiye bindik 6 Bir gece bir denizde yalnız yıldızlar ve bir yelkenli vardı Bir gece bir denizde bir yelkenli yapyalnızdı yıldızlarla Yıldızlar sayısızdı Yelkenler sönüktü Su karanlıktı ve göz alabildiğine dümdüzdü Sarı Anastasla Adalı Bekir hamladaydılar Koç Salihle ben pruvada Ve Bedreddin parmakları sakalına gömülü dinliyordu küreklerin şıpırtısını Ben: — Ya! Bedreddin! dedim, uyuklıyan yelkenlerin tepesinde yıldızlardan başka bir şey görmüyoruz Fısıltılar dolaşmıyor havalarda Ve denizin içinden gürültüler duymuyoruz Sade bir dilsiz, karanlık su, sade onun uykusu Ak sakalı boyundan büyük küçük ihtiyar güldü, dedi: — Sen bakma havanın durgunluğuna derya dediğin uyur uyur uyanır Bir gece bir denizde yalnız yıldızlar ve bir yelkenli vardı Bir gece bir yelkenli geçip Karadenizi gidiyordu Deliormana Ağaçdenizine 7 Bu orman ki Deliormandır gelip durmuşuz demek Ağaçdenizinde çadır kurmuşuz «Malûm niçin geldik, malûm derdi derunumuz» diye her daldan her köye bir şahin uçurmuşuz Her şahin peşine yüz aslan takıp gelmiş Köylü, bey ekinini, çırak çarşıyı yakıp reaya zinciri bırakıp gelmiş Yani Rumelinde bizden ne varsa tekmil kol kol Ağaçdenizine akıp gelmiş Bir kızılca kıyamet! Karışmış birbirine at, insan, mızrak, demir, yaprak, deri, gürgenlerin dalları, meşelerin kökleri Ne böyle bir âlem görmüşlüğü vardır, ne böyle bir uğultu duymuşluğu var Deliorman deli olalı beri 8 Anastası Deliormanda Bedreddinin ordugâhında bırakıp ben ve rehberim Geliboluya indik Bizden önce buradan denizi yüzerek geçen olmuş Galiba bir dildâde yüzünden Biz de denizi yüzerek karşı kıyıya vardık Lâkin bizi bir balık gibi çevik yapan şey bir kadın yüzünü ay ışığında seyretmek ihtirası değil, İzmir yoluyla Karaburuna, bu sefer şeyhinden Mustafaya haber ulaştırmak işiydi İzmire yakın bir kervansaraya vardığımızda, padişahın on iki yaşındaki oğlunun elinden tutan Bayezid Paşanın Anadolu askerlerini topladığını duyduk İzmirde çok oyalanmadık Şehirden çıkıp Aydın yolunu tutmuştuk ki bir bağ içinde, bir ceviz ağacı altında, bir kuyuya serinlesin diye karpuz salmış dinlenen ve sohbet eden dört çelebiye rastladık Her birinin üstünde başka çeşit libas vardı Üçü kavukluydu, birisi fesli Selâm verdiler Selâm aldık Kavuklulardan birisi Neşrî imiş Dedi ki: — Halkı ibahet mezhebine davet eden Börklücenin üzerine Sultan Mehemmed Bayezid Paşa'yı gönderir Kavuklulardan ikincisi Şükrüllah bin Şihâbiddin imiş Dedi ki: — Bu sofinin başına birçok kimseler toplandı Ve bunların dahi şer'i Muhammediye muhalif nice işleri âşikâr oldu Kavuklulardan üçüncüsü Âşıkpaşazâde imiş Dedi ki: - Sual: Ahir Börklüce paralanırsa imanla mı gidecek, imansız mı? - Cevap: Allah bilir anın çünkim biz anın mevti halini bilmezüz Fesli olan çelebi İlâhiyat Fakültesi tarihi kelâm müderrisiydi Yüzümüze baktı Gözlerini kırpıştırarak kurnaz kurnaz gülümsedi Bir şey demedi Biz hemen atlarımızı mahmuzladık Ve bir bağ içinde, bir ceviz ağacı altında, bir kuyuya saldıkları karpuzları serinletip sohbet edenleri nallarımızın tozları arkasında bırakarak Aydına, Karaburuna, Börklücenin yanına vardık 9 Sıcaktı Sıcak Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı sıcak Sıcaktı Bulutlar doluydular, bulutlar boşanacak boşanacaktı O, kımıldanmadan baktı, kayalardan iki gözü iki kartal gibi indi ovaya Orda en yumuşak, en sert en tutumlu, en cömert, en seven, en büyük, en güzel kadın: TOPRAK nerdeyse doğuracak doğuracaktı Sıcaktı Baktı Karaburun dağlarından O baktı bu toprağın sonundaki ufka çatarak kaşlarını : Kırlarda çocuk başlarını Kanlı gelincikler gibi koparıp çırılçıplak çığlıkları sürükleyip peşinde beş tuğlu bir yangın geliyordu karşıdan ufku sarıp Bu gelen Şehzade Murattı Hükmü hümâyun sâdır olmuştu ki Şehzade Muradın ismine Aydın eline varıp Bedreddin halifesi mülhid Mustafanın başına ine Sıcaktı Bedreddin halifesi mülhid Mustafa baktı, baktı köylü Mustafa Baktı korkmadan kızmadan gülmeden Baktı dimdik dosdoğru Baktı O En yumuşak, en sert en tutumlu, en cömert, en seven, en büyük, en güzel kadın : TOPRAK nerdeyse doğuracak doğuracaktı Baktı Bedreddin yiğitleri kayalardan ufka baktılar Gitgide yaklaşıyordu bu toprağın sonu fermanlı bir ölüm kuşunun kanatlarıyla Oysaki onlar bu toprağı, bu kayalardan bakanlar, onu, üzümü, inciri, narı, tüyleri baldan sarı, sütleri baldan koyu davarları, ince belli, aslan yeleli atlarıyla duvarsız ve sınırsız bir kardeş sofrası gibi açmıştılar Sıcaktı Baktı Bedreddin yiğitleri baktılar ufka En yumuşak, en sert, en tutumlu, en cömert, en seven, en büyük, en güzel kadın : TOPRAK nerdeyse doğuracak doğuracaktı Sıcaktı Bulutlar doluydular Nerdeyse tatlı bir söz gibi ilk damla düşecekti yere Birden- - bire kayalardan dökülür gökten yağar yerden biter gibi, bu toprağın verdiği en son eser gibi Bedreddin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına çıktılar Dikişsiz ak libaslı baş açık yalnayak ve yalın kılıçtılar Mübalâğa cenk olundu Aydının Türk köylüleri, Sakızlı Rum gemiciler, Yahudi esnafları, on bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafanın düşman ormanına on bin balta gibi daldı Bayrakları al, yeşil, kalkanları kakma, tolgası tunç saflar pâre pâre edildi ama, boşanan yağmur içinde gün inerken akşama on binler iki bin kaldı Hep bir ağızdan türkü söyleyip hep beraber sulardan çekmek ağı, demiri oya gibi işleyip hep beraber, hep beraber sürebilmek toprağı, ballı incirleri hep beraber yiyebilmek, yârin yanağından gayrı her şeyde her yerde hep beraber! diyebilmek için on binler verdi sekiz binini Yenildiler Yenenler, yenilenlerin dikişsiz, ak gömleğinde sildiler kılıçlarının kanını Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak Edirne sarayında damızlanmış atların eşildi nallarıyla Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların zarurî neticesi bu! deme, bilirim! O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim Ama bu yürek o, bu dilden anlamaz pek O, «hey gidi kambur felek, hey gidi kahbe devran hey,» der Ve teker teker, bir an içinde, omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri, yüzleri kan içinde geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak geçer Aydın ellerinden Karaburun mağlûpları* (*) Şimdi ben bu satırları yazarken, «Vay, kafasıyla yüreğini ayırıyor; vay, tarihsel, sosyal, ekonomik şartları kafam kabul eder amma, yüreğim yine yanar, diyor Vay, vay, Marksiste bakın» gibi laflar edecek olan bazı "sol" geçinen delikanlıları düşünüyorum Tıpkı yazımın ta başında tarihi kelâm müderrisini düşünüp kahkahasını duyduğum gibi Ve şimdi eğer böyle bir istidrad yapıyorsam bu o çeşit delikanlılar için değil, Marksizmi yeni okumaya başlamış, sol -----liğinden uzak olanlar içindir Bir doktorun verem bir çocuğu olsa, doktor, çocuğunun öleceğini bilse, bunu fizyolojik, biyolojik, bilmemne-lojik bir zaruret olarak kabul etse ve çocuk ölse, bu ölümün zaruretini çok iyi bilen doktor, çocuğunun arkasından bir damlacık gözyaşı dökmez mi ? Paris Komunasının devrileceğini, bu devrilişin bütün tarihî, sosyal, ekonomik şartlarını önceden bilen Marksın yüreğinden Komunanın büyük ölüleri «bir ıstırap şarkısı» gibi geçmemişler midir? Ve Komuna öldü, yaşasın komuna! diye bağıranların sesinde bir damla olsun acılık yok muydu? Marksist, bir «makina - adam», bir ROBOTA değil, etiyle, kanıyla sinir ve kafası ve yüreğiyle tarihî, sosyal, konkre bir insandır 10 Karanlıkta durdular Sözü O aldı, dedi: «— Ayasluğ, şehrinde pazar kurdular Yine kimin dostlar yine kimin boynun vurdular?» Yağmur yağıyordu boyuna Sözü onlar alıp dediler ona: «— Daha pazar kurulmadı kurulacak Esen rüzgâr durulmadı durulacak Boynu daha vurulmadı vurulacak» Karanlık ıslanırken perde perde belirdim onların olduğu yerde sözü ben aldım, dedim : «— Ayasluğ şehrinin kapısı nerde? Göster geçeyim! Kalesi var mı? Söyle yıkayım Baç alırlar mı? De ki vermeyim!» Sözü O aldı, dedi: «—Ayasluğ şehrinin kapısı dardır Girip çıkılmaz Kalesi vardır, kolay yıkılmaz Var git al atlı yiğit var git işine!» Dedim: «— Girip çıkarım!» Dedim: «-—Yakıp yıkarım!» Dedi: «—Yağış kesildi gün ağarıyor Cellât Ali, Mustafayı çağırıyor! Var git al atlı yiğit var git işine!» Dedim: «— Dostlar bırakın beni bırakın beni Dostlar göreyim onu göreyim onu! Sanmayınız dayanamam Sanmayınız yandığımı el âleme belli etmeden yanamam! Dostlar "Olmaz!" demeyin, "Olmaz!" demeyin boşuna Sapından kopacak armut değil bu armut değil bu, yaralı olsa da düşmez dalından; bu yürek bu yürek benzemez serçe kuşuna serçe kuşuna! Dostlar biliyorum! Dostlar biliyorum nerde, ne haldedir O! Biliyorum gitti gelmez bir daha! Biliyorum bir deve hörgücünde kanıyan bir çarmıha çırılçıplak bedeni mıhlıdır kollarından Dostlar bırakın beni, bırakın beni Dostlar bir varayım göreyim göreyim Bedreddin kullarından Börklüce Mustafayı Mustafayı» Boynu vurulacak iki bin adam, Mustafa ve çarmıhı cellât, kütük ve satır her şey hazır her şey tamam Kızıl sırma işlemeli bir haşa altın üzengiler kır bir at Atın üstünde kalın kaşlı bir çocuk Amasya padişahı şehzade sultan Murat Ve yanında onun bilmem kaçıncı tuğuna ettiğim Bayezid Paşa! Satırı çaldı cellât Çıplak boyunlar yarıldı nar gibi, yeşil bir daldan düşen elmalar gibi birbiri ardına düştü başlar Ve her baş düşerken yere çarmıhından Mustafa baktı son defa Ve her yere düşen başın kılı depremedi: —İriş Dede Sultanım iriş! dedi bir, başka bir söz demedi 11 Bayezid Paşa Manisaya gelmiş, Torlak Kemâli anda bulup anı dahi anda asmış, on vilâyet teftiş edilerek gidecekler giderilmiş ve on vilâyet betekrar bey kullarına timar verilmişti Rehberimle ben, bu on vilâyetten geçtik Tepemizde akbabalar dolaşıyor ve zaman zaman acayip çığlıklar atarak karanlık derelerin içine süzülüyorlar, henüz kanları kurumamış körpe kadın ve çocuk ölülerinin üstüne iniyorlardı Yollarda, güneşin altında, genç, ihtiyar erkek cesetleri serili olduğu halde, kuşların yalnız kadın ve çocuk etini tercih etmeleri karınlarının ne kadar tok olduğunu gösteriyordu Yollarda hünkâr beylerinin alaylarına rastlıyorduk Hünkârın bey kulları; çürümüş bir bağ havası gibi ağır ve büyük bir güçlükle kımıldanabilen rüzgârların içinden ve parçalanmış toprağın üstünden geçerek, rengârenk tuğları, davullarıyla ve çengü çigane ile timarlarına dönüp yerleşirlerken biz on vilâyeti arkada bıraktık Gelibolu karşıdan göründü Rehberime: — Takatim kalmadı gayrı, dedim, denizi yüzerek geçmem mümkün değil Bir kayık bulduk Deniz dalgalıydı Kayıkçıya baktım Bir Almanca kitabın iç kapağından koparıp koğuşta başucuma astığım resme benziyor Kalın bıyığı abanoz gibi siyah, sakalı geniş ve bembeyaz Ömrümde böyle açık, böyle konuşan bir alın görmemişimdir Boğazın orta yerine gelmiştik, deniz durmamacasına akıyor, kurşun boyalı havanın içinde sular köpüklenerek kayığımızın altından kayıyordu ki koğuştaki resme benziyen kayıkçımız: — Serbest insan ve esir, patriçi ve pleb, derebeyi ve toprak kölesi, usta ve çırak, bir kelime ile ezenler ve ezilenler, nihayet bulmaz bir zıddıyette birbirine karşı göğüs gererek bazen el altından, bazen açıktan açığa fasılasız bir mücadeleyi devam ettirdiler; dedi 12 Rumeline ayak bastığımızda Çelebi Sultan Mehemmedin Selânik kalesindeki muhasarayı kaldırarak Sereze geldiğini duyduk Bir an önce Deliormana ulaşmak için gece gündüz yol almağa başladık Bir gece yol kenarında oturmuş dinleniyorduk ki, karşıdan Deliorman taraflarından gelip Serez şehrine doğru giden üç atlı, doludizgin önümüzden geçti Atlılardan birinin terkisinde bir heybe gibi bağlanmış, insana benzer bir karaltı görmüştüm Tüylerim diken diken oldu Rehberime dedim ki: Ben tanırım bu nal seslerini Bu köpükleri kanlı simsiyah atlar karanlık yolun üstünden dörtnala geçip hep böyle terkilerinde bağlı esirler götürdüler Ben tanırım bu nal seslerini Onlar bir sabah çadırlarımıza bir dost türküsü gibi gelmişlerdir Bölüşmüşüzdür ekmeğimizi onlarla Hava öyle güzeldir, yürek öyle umutlu, göz çocuklaşmış ve hakîm dostumuz ŞÜPHE uykuda Ben tanırım bu nal seslerini Onlar bir gece çadırlarımızdan doludizgin uzaklaşırlar Nöbetçiyi sırtından bıçaklamışlardır ve terkilerinde en değerlimizin arkadan bağlanmış kolları vardır Ben tanırım bu nal seslerini onları Deliorman da tanır Filhakika bu nal seslerini Deliormanın da tanıdığını çok geçmeden öğrendik Çünkü ormanımızın eteklerine ilk adımımızı atmıştık ki, Bayezid Paşanın diğer tedbiratı saibe ile ormana adamlar bıraktığını, bunların karargâha kadar sokulup Bedreddinin müritliğine dahil olduklarını ve bir gece şeyhimizi çadırında uykuda bastırıp kaçırdıklarını duyduk Yani yol kenarında rastladığımız üç atlı Osmanlı tarihindeki provokatörlerin ağababası idiler ve terkilerinde götürdükleri esir de Bedreddindi 13 Rumeli, Serez ve bir eski terkibi izafi: HUZÛRU HÜMAYUN Ortada yere saplı bir kılıç gibi dimdik bizim ihtiyar Karşıda hünkâr Bakıştılar Hünkâr istedi ki: bu müşahhas küfrü yere sermeden önce, son sözü ipe vermeden önce, biraz da şeriat eylesin ibrazı hüner âdâb ü erkâniyle halledilsin iş Hazır bilmeclis Mevlâna Hayder derler mülkü acemden henüz gelmiş bir ulu danişmend kişi kınalı sakalını ilhamı ilâhiye eğip, «Malı haramdır amma bunun kanı helâldır» deyip halletti işi Dönüldü Bedreddine Denildi: «Sen de konuş» Denildi: «Ver hesabını ilhadının» Bedreddin baktı kemerlerden dışarı Dışarda güneş var Yeşermiş avluda bir ağacın dalları ve bir akarsuyla oyulmaktadır taşlar Bedreddin gülümsedi Aydınlandı içi gözlerinin, dedi: — Mademki bu kerre mağlubuz netsek, neylesek zaid Gayrı uzatman sözü Mademki fetva bize aid verin ki basak bağrına mührümüzü 14 Yağmur çiseliyor, korkarak yavaş sesle bir ihanet konuşması gibi Yağmur çiseliyor, beyaz ve çıplak mürted ayaklarının ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi Yağmur çiseliyor, Serezin esnaf çarşısında, bir bakırcı dükkânının karşısında Bedreddinim bir ağaca asılı Yağmur çiseliyor Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir Ve yağmurda ıslanan yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin çırılçıplak etidir Yağmur çiseliyor Serez çarşısı dilsiz, Serez çarşısı kör Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü Yağmur çiseliyor TORNACI ŞEFİĞİN GÖMLEĞİ Yağmur çiseliyordu Dışarda, demir parmaklıkların arkasındaki deniz ufkunda ve bu ufkun üstündeki bulutlu gökte sabah olmuştu Bugün bile gayet iyi hatırlıyorum İlkönce omuzumda bir elin dokunuşunu duymuştum Dönüp baktım Tornacı Şefik İçleri ışıl ışıl, kapkara gözlerini yüzüme dikmiş: — Bu gece uyumadın galiba, diyor Artık yukardan eşkıyaların zincir sesleri gelmiyordu Ortalık ağarınca onlar uykuya varmış olmalılar Gün ışığında nöbetçilerin düdük sesleri de manalarını kaybediyor Boyaları siliniyor ve ancak karanlıkta belli olan sert çizgileri yumuşuyor Koğuşun kapısı dışardan açıldı İçerde çocuklar teker teker uyanıyorlar Şefik soruyor: — Ne oldun, bir tuhaf halin var senin? Şefiğe geceki maceramı anlatıyorum: — Fakat, diyorum, hani gözümle gördüm Nah şu pencerenin arkasına geldi Yekpare ak bir gömleği vardı Elimden tuttu Bütün bir yolculuğu yan yana, daha doğrusu onun rehberliğiyle yaptım Tornacı Şefik gülüyor Bana pencereyi göstererek: — Sen, diyor, yolculuğu Mustafanın müridiyle değil, benim gömleğimle yapmışsın Bak, dün gece asmıştım Hâlâ pencerede Ben de gülüyorum Simavne Kadısı oğlu Bedreddin hareketinde bana rehberlik eden tornacı Şefiğin gömleğini demirlerin üstünden alıyorum Şefik gömleğini sırtına geçiriyor Bütün koğuş arkadaşları «yolculuğumu» öğrendiler Ahmed: — Bunu yaz işte, diyor Bir «Bedreddin destanı» isteriz Hem sana ben de bir hikâye anlatayım onu da kitabın sonuna koyarsın Ahmedin anlattığı hikâyeyi işte kitabımın sonuna koyuyorum AHMEDİN HİKÂYESİ Balkan harbinden önceydi Dokuz yaşındaydım Dedemle, Rumelinde, bir köylüye misafir olduk Köylü mavi gözlü ve bakır sakallıydı Bol kırmızı biberli tarhana içtik Kıştı, Rumelinin kuru, çok bilenmiş bir bıçak gibi keskin kışlarından biri Köyün adını hatırlıyamıyorum Yalnız, yola kadar bizimle gelen jandarma, bu köyün insanlarını dünyanın en inatçı, en vergi vermez, en dik kafalı köylüleri diye anlattıydı Jandarmaya göre bunlar, ne müslüman, ne gâvurdular Belki kızılbaştılar Ama, tam da kızılbaş değil Köye girişimiz hâlâ aklımdadır Güneş battı batacak Yol don tutmuş Yolda cam parçaları gibi pırıldıyan kaskatı su birikintilerinde kızıltılar Köyün karanlığa karışmıya başlıyan ilk çitlerinde bizi bir köpek karşıladı İri, alacakaranlık içinde kendi kendinden daha kocaman görünen bir köpek Havlıyordu Arabacımız dizginleri kastı Köpek atların göğüslerine doğru sıçrayıp saldırıyor Ben, «Ne oluyoruz?» diye başımı arabacının arkasından dışarı uzattım Arabacının kırbacı tutan kolu dirseğiyle yüzüme çarparak kalktı ve yılan ıslığı gibi ince bir şaklamayla köpeğin başına indi Tam bu sırada kalın bir ses duydum: - Hey Vurduğunu köylü, kendini kaymakam mı sandın? Dedem arabadan indi Köpeğin kalın sesli sahibine «merhaba» dedi Konuştular Sonra köpeğin bakır sakallı, mavi gözlü sahibi bizi evinde konuk etti Kulağımda çocukluğumdan kalan birçok konuşmalar vardır Bunlardan çoğunun mânasını büyüdükçe anlamış, kimisine şaşmış, kimisine gülmüş, kimisine kızmışımdır Fakat çocukken yanımda büyüklerin yaptığı hiçbir konuşma mavi gözlü köylüyle dedemin o geceki konuşmaları gibi bütün hayatımın boyunca müessir olmamıştır Dedemin yumuşak, çelebice bir sesi vardı Ötekisi kalın, hırçın ve inanmış bir sesle konuşuyordu Onun kalın sesi diyordu ki: — Hünkârın iradesi ve İranlı Molla Haydarın fetvasıyla Serezde, çarşıda, yapraksız bir ağaç dalına asılan Bedreddinin çırılçıplak ölüsü iki yana ağır ağır sallanıyordu Geceydi Çarşının köşesinden üç adam belirdi Birisinin yedeğinde kır bir at vardı Eğersiz bir at Bedreddinin asıldığı ağacın altına geldiler Soldaki pabuçlarını çıkardı Ağaca tırmandı Aşağıda kalanlar kollarını açıp beklediler Ağaca çıkan adam Bedreddinin uzun ak sakalı altından ince boynuna bir yılan çevikliğiyle sarılmış olan ıslak, sabunlu ipin düğümünü kesmeğe başladı Bıçağın ucu birdenbire ipten kaydı ve ölünün uzamış boynuna saplandı Kan çıkmadı İpi kesmekte olan delikanlı sapsarı oldu Sonra eğildi, yarayı öptü, doğruldu Bıçağı attı ve yarısından çoğu kesilen düğümü elleriyle açarak uyuyan oğlunu anasının kollarına bırakan bir baba gibi Bedreddinin ölüsünü aşağıda bekliyenlerin kollarına teslim etti Onlar çıplak ölüyü çıplak atın üstüne koydular Ağaca çıkan aşağı indi En gençleri oydu Çıplak ölüyü taşıyan çıplak atı yedeğinde çekerek bizim köye geldi Ölüyü yamacın tepesinde kara ağacın altına gömdü Ama sonra hünkâr atlıları köyü bastılar Atlılar gidince delikanlı, ölüyü kara ağacın altından çıkardı Hani belki bir daha köyü basarlar da cesedi bulurlar diye Bir daha da dönmedi Dedem soruyor: — Bunun böyle olduğuna emin misin? — Elbette Bunu bana anamın babası anlattı Ona da dedesi söylemiş Onun dedesine de dedesi Bu böyle gider Odada bizden başka sekiz on köylü daha var Ocağın kızıla boyadığı alaca aydınlık dairenin kıyılarında oturuyorlar Arasıra bir ikisi kımıldanıyor ve bu alaca aydınlık dairenin içine giren elleri, yüzlerinin bir parçası, omuzlarından bir tanesi kırmızılaşıyor Bakır sakallının sesini duyuyorum: — O gelecek yine Çırılçıplak ağaca asılan çırılçıplak gelecek yine Dedem gülüyor: — Sizin bu itikadınız, diyor, hırıstiyanların itikadına benziyor Onlar da, İsa peygamber tekrar dünyaya gelecektir, derler Hattâ müslümanların içinde bile İsa peygamberin günün birinde Şamı şerifte gözükeceğine inananlar vardır Dedemin bu sözlerine, O, birden karşılık vermiyor Kalın parmaklı elleriyle dizlerini tuta tuta, doğruluyor Şimdi bütün gövdesiyle kırmızı dairenin içindedir Yüzünü yandan görüyorum Büyük düz bir burnu var Kavga eder gibi konuşuyor: — İsa peygamberin ölüsü etiyle, kemiğiyle, sakalıyla dirilecekmiş Bu yalandır Bedreddinin ölüsü, kemiksiz, sakalsız, bıyıksız, gözün bakışı, dilin sözü, göğsün soluğu gibi dirilecek Bunu bilirim işte Biz Bedreddinin kuluyuz, ahrete, kıyamete inanmayız ki, dağılan, fena bulan bedenin yine bir araya toplanıp dirileceğine inanalım Bedreddin yine gelecek diyorsak, sözü, bakışı, soluğu bizim aramızdan çıkıp gelecektir, diyoruz Sustu Yerine oturdu Dedem, Bedreddinin geleceğine inandı mı, inanmadı mı, bilmiyorum Ben, dokuz yaşımda buna inandım, otuz bu kadar yaşımda yine inanıyorum SİMAVNE KADISI OĞLU ŞEYH BEDREDDİN DESTANI'NA ZEYL MİLLÎ GURUR «SİMAVNE KADISI OĞLU BEDREDDİN DESTANI» risalemin dördüncü formasının makina tashihlerini sabahleyin matbaada yaptıktan sonra eve gelmiş, bu destanı yazmak için kullandığım notları, bir hapishanede geceleri doldurulmuş hatıra defterimi gözden geçiriyordum Artık son forması da baskı makinası altında gidip gelmeğe başlıyan risaleme bir kelime bile ilâve edemiyeceğimi biliyordum Fakat bana bir şeyler unuttum gibi geliyordu Bana öyle geliyordu ki, tek bir satır yazı yazdım; fakat bu satırın sonuna nokta koymasını unuttum Vakit öğleye yakındı Şafakla beraber çalkalanmağa başlıyan lodos, ağır bulutların üstüne boşanmasıyla durulmuştu Çok geçmeden yağmur da dindi Gökyüzünün karanlığı yol yol yarıldı Ağır perdeleri birdenbire düşen bir pencere gibi hava açıldı Ve ben, hapishane gecelerinde doldurulmuş bir hatıra defterinde «Destan»ımın sonuna koymasını unuttuğum noktayı arayıp dururken Süleymaniye'yi gördüm Açılan öğle güneşinin altında Sinan'ın Süleymaniye'si bulutlara yaslanmış bir dağ gibiydi Evimin penceresiyle Süleymaniye'nin arası en aşağı bir saattir Fakat ben onu elimi uzatsam dokunacakmışım gibi yakın görüyordum Bu, belki, Süleymaniye'yi en küçük girinti ve çıkıntısına kadar ezbere, gözüm kapalı bile görebilmeğe alıştığım içindir Rüzgâr, deniz, endamlı ince kemerleri üstünde nasıl durabildiğine şaşılan eski bir taş köprü, «Çarşambayı sel aldı» türküsü, bir yağlığın kenarındaki «oya», bütün bunlar nasıl, ne kadar bir Cami değilse, bütün bunların Cami olmakla ne kadar alakaları yoksa, bence Süleymaniye de öyle ve o kadar Cami değildir; minarelerinde beş vakit ezan okunmasına ve hasırlarına alın ve diz sürülmesine rağmen Süleymaniye'nin de camilikle o kadar alakası yoktur Süleymaniye, benim için, Türk HALK dehasının; şeriat ve softa karanlığından kurtulmuş; hesaba, maddeye, hesabla maddenin ahengine dayanan en muazzam verimlerinden biridir Sinan'ın evi, maddenin ve aydınlığın mabedidir Ben ne zaman Sinan'ın Süleymaniye'sini hatırlasam Türk emekçisinin yaratıcılığına olan inancım artar Kendimi ferâha çıkmış hissederim İşte bu sefer de, büyük bir Türk halk hareketi için yazdığım bir risalede unuttuğumu sandığım son noktayı ararken Süleymaniye'mizi, biraz önce yağan yağmurla yıkanmış, açan güneşin altında pırıl pırıl görünce aradığımı birdenbire buldum Ferahladım Bulduğumu hatıra defterimin son sayfalarında okudum Ve anladım ki «Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı» isimli risaleme; belki on satırlık, belki on sayfalık bir zeyl yazmak mecburiyetindeyim *** Mevzuu bahis risalemin sonunda «AHMED'İN HİKÂYESİ» diye bir fasıl vardır Bulduğum ve hatıra defterimde okuduğum ve risaleme zeyl olarak yazmak mecburiyetini duyduğum «nokta» bana Ahmed bu hikâyeyi anlattıktan sonra onunla yapmış olduğum bir konuşmadır Bu konuşmayı olduğu gibi aşağı geçiriyorum: «Dışarıda çiseleyen yağmura, koğuşun terli çimentosuna ve yirmi sekiz insanına Ahmed hikâyesini anlatıp bitirmişti Ben: — Ahmed, demiştim, bana öyle geliyor ki sen Bedreddin hareketinden biraz da millî bir gurur duyuyorsun Sesime tuhaf bir eda vererek söylediğim bu cümlenin içinde, Ahmed, «millî gurur» terkibini birdenbire bir kamçı gibi eline almış, onu suratımda şaklatmış ve demisti ki: — Evet, biraz da millî bir gurur duyuyorum Tarihinde Bedreddin hareketi gibi bir destan söyliyebilmiş her milletin şuurlu proleteri bundan millî bir gurur duyar Evet, Bedreddin hareketi aynı zamanda benim millî gururumdur Millî gurur! Sözlerden ürkme! İki kelimenin yan yana gelişi seni korkutmasın Lenin'i hatırla Hangimiz Lenin kadar beynelmilelci olduğumuzu iddia edebiliriz? Lenin, yirminci asırda beynelmilel proletaryanın, dünya emekçi kitlelerinin, beynelmilel proleter demokrasisinin en büyük beynelmilelci rehberi, 1914 senesinde «Sosyal Demokrat»ın 35'inci numarasında ne yazmıştı? Eğer Ahmed, «Lenin filânca mesele hakkında ne yazmıştı?» demiş olsaydı, herhalde aramızda böyle bir sorgunun cevabını verenler bulunurdu Fakat «Sosyal-Demokrat»ın 35'inci numarası diye konulan mesele hepimizi şaşırttı Ve hiçbirimiz 35'inci numarada neler yazılmış olduğunu hatırlıyamadık Ahmed bu şaşkınlığımız karşısında gülümsedi — Zaten o en derin acıdan en büyük sevince kadar bütün duygularını hep bu meşhur gülümseyişiyle ifade eder — ve aşağı yukarı bütün Lenin külliyatının ana fikirlerini sayfaları ve satırlarıyla taşıyan hafızasından bize şu cümleleri okudu: « Biz şuurlu Rus proleterleri millî şuur duygusuna yabancı mıyız? Elbette hayır! Biz dilimizi ve yurdumuzu severiz, onun emekçi kütlelerini (yani nüfusunun 9/10'unu) şuurlu bir demokrat ve sosyalist yaşayışına yükseltebilmek için herkesten çok çalışan biziz Çar cellâtlarının, asılzadelerin ve kapitalistlerin bizim güzel yurdumuzu nasıl ezdiklerini, onu nasıl sefil kıldıklarını görmek herkesten çok bize ıstırap verir Ve bu zulümlere bizim muhitimizde, Rusların muhitinde de karşı konulmuş olması; bu muhitin Radişçev'i, Dekabristleri, 70 senelerinin inkilâpçılarını ortaya çıkarmış bulunması; Rus amelesinin 1905 senesinde muazzam bir kitle fırkası yaratması; aynı zamanda Rus mujiğinin demokratlaşarak büyük toprak sahiplerini ve papazları defetmeğe başlaması bizim göğsümüzü kabartır « Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz Çünkü Rus milleti de inkikâpçı bir sınıf yaratabildi Rus milleti, de beşeriyete yalnız büyük katliâmların, sıra sıra darağaçlarının, sürgünlerin, büyük açlıkların, çarlara, pomeşçiklere, kapitalistlere zilletle boyun eğişlerinin nümunelerini göstermekle kalmadı; hürriyet ve sosyalizm uğrunda büyük kavgalara girişebilmek istidadında olduğunu da ispat etti «Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz ve bilhassa bundan dolayı kendi esir mazimizden nefet ediyoruz Bizim esir mazimizde pomeşçiklerle asilzadeler Macaristan'ın, Lehistan'ın, İran'ın, Çin'in hürriyetini boğmak için mujikleri muharebeye sürüklemişlerdi Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz ve bilhassa bundan dolayı bugünkü esir halimizden; aynı pomeşçiklerin kapitalistlerle uyuşarak Lehistan ve Ukranya'yı ezmek, İran'da ve Çin'deki demokratik hareketi boğmak, millî haysiyetimizi berbat eden Romanof'lar, Bogrinski'ler, Purişkeviç'ler çetesini kuvvetlendirmek için bizi harbe sürüklemek istemelerinden nefret ediyoruz Hiç kimse esir doğmuş olduğundan dolayı kabahatli değildir Fakat esaretini haklı bulan, onu yaldızlayan (meselâ Lehistan'ın, Ukranya'nın vs'nin ezilmesine Rusların «vatan müdafaası» adını veren) esir, yeryüzünün en aşağılık mahlûkudur»* Lenin'den bu satırları bir solukta okuduktan sonra Ahmed birdenbire susmuş, nefes almış ve yine o meşhur gülümseyişiyle: — Evet, demişti, bizim muhitimiz de Bedreddin'i, Börklüce Mustafa'yı, Torlak Kemâl'i, onların bayrağı altında dövüşen Aydınlı ve Deliormanlı köylüleri yaratabildiği için, ben şuurlu Türk proleteri, millî bir gurur duyuyorum Millî bir gurur duyuyorum, çünkü derebeylik tarihinde bile bu milletin emekçi kütleleri (yani nüfusunun 9/10'u) Sakızlı Rum gemiciyi ve Yahudi esnafını kardeş bilen bir hareket doğurabilmiştir Çünkü unutmayın ki «başka milletleri ezen bir millet hür olamaz» «Simavne Kadısı Oğlu Bedreddin Destanı» isimli risaleme bir önsöz yazmak istemiştim Bedreddin hareketinin doğuş ve ölüşündeki sosyal-ekonomik şartlar ve sebepleri tetkik edeyim, Bedreddin'in materyalizmiyle Spinoza'nın materyalizmi arasında bir mukayese yapayım, demiştim Olmadı Buna karşılık risalemin zeyline kısa bir «sonsöz» yazdım Şöyle ki: Bana Ahmed: — Senden bir «Bedreddin destanı» isteriz, demişti Ben, benden istenenin ancak bir karalamasını becerebildim Daha iyisini de yapmağa çalışacağım Fakat tıpkı benim gibi Ahmed'in dostu, arkadaşı, kardeşi olduğunu söyliyenler, benden istenen sizden de istenendir Ahmed'e, Bedreddin hareketini bütün azametiyle tetkik eden kalın ilim kitapları, Karaburun ve Deliorman yiğitlerini, etleri, kemikleri, kafaları ve yürekleriyle oldukları gibi diriltecek romanlar, Ne ah edin dostlar, ne ağlayın! Dünü bugüne bugünü yarına bağlayın! diyen şiirler, boyaları kahraman tablolar lâzım (*) Lenin Külliyatı, baskı 1935, cild 18, sayfa 80, 81, 82, 83'de (Rusların millî gururu) isimli makaleyle — ki bu makale 1914 senesinde «Sosyal Demokrat»ın 35'inci numarasında çıkmıştır — Ahmed'in o gün bize hafızasından okuyup derhal tercüme ettiği satırları bilâhara karşılaştırdım Ahmed ezbere okuyup tercüme ettiği parçaların yalnız cümle kuruluşlarında bazı değişiklikler yapmış Fikirde hiçbir hata olmadığı için ben Ahmed'in tercümesini aynen aldım Nazim hikmet ran |
|