Uzay Araştırmaları |
10-15-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Uzay AraştırmalarıAy'a Yolculuk İnsanoğlunun Ay'a ayak basmasından bu yana tam 30 yıl geçti Bundan tam 30 yıl önce, bir insan, ilk kez Ay'a ayak bastı İnsan için küçük ama insanlık için büyük bir adım atıldığını söyleyerek Ay'a ilk ayak basan ABD'li astronot Neil Armstrong, aynı zamanda ABD'yi uzay çalışmaları konusunda rakipsiz kıldı 30 yıl önce dünyada 600 milyon insan, yani o zamanki dünya nüfusunun beşte biri, bu macerayı canlı olarak televizyonlarından izledi Bu macera, Uzay bilimi ve Uzay sanayiinin bugün vardığı aşama için de bir eşik oluşturdu Sanatçılar için bir ilham, aşıklar için romantizm kaynağı, ilkçağ insanları için kutsal bir imge, bilim adamları için Dünya'nın uydusu ve med-cezir olayının sebebiydi 30 yıl önce 20 Temmuz 1969 yılında dokunulmazlığı kalktı Çünkü 30 yıl önce Ay'a ilk insan gitti ve büyü bozuldu O tarihten bu yana da özellikle Amerikalılar için komşu kapısı oldu 30 yıl önce, iki Amerikalı astronot, Neil Armstrong ve Edwin ‘‘Buzz’’ Aldrin, Kartal adlı Apollo Ay Modülü'nü, Sukünet Denizi'ne indirdiler ve altı saat sonra da modülden çıkarak Ay'a ayak bastılar Neil Armstrong, Ay'a ilk ayak basan insan olarak tarihe geçmiş sözlerini orada etti, ‘‘İnsan için küçük ama insanlık için büyük bir adım’’ Armstrong ve Aldrin, Ay'da yürürken, ekibin üçüncü astronotu Michael Collins, Columbia adlı ana gemide Ay'n yörüngesi etrafında turluyordu Bu yolculuğa o da katılmış, ama Ay'a ayak basmak ona nasip olamamıştı Ay'daki iki astronot, toprağa ABD bayrağını diktikten sonra, kameraları kurdular, toprak örneklerini aldılar, Ay taşları topladılar ve bazı bilimsel testler yaptılar Ay'da rüzgar olmadığı için, bayrağı tellerle tutturarak dalgalanan bayrak imgesi yarattılar Yerçekimi, Dünya'nın altıda biri kadar olduğundan Ay'da yürümekte ve hareket etmekte hiç zorlanmadılar Columbia, 16 Temmuz 1969 tarihinde Florida Cape Kennedy Üssü'nden, bir Saturn Beş roketiyle ateşlenmiş ve üç gün süren bir yolculuk sonucunda Ay'a varmıştı Yaklaşık 600 milyon televizyon izleyicisi, bir haftalık bu macera sırasında televizyonlarına yapışık kaldı Bu rakam, o tarihte dünya nüfusunun beşte birini oluşturuyordu Armstrong'dan sonra 11 kişi daha Ay'da yürüdü Bunlar arasında, bu ilk seyahata katılan ve Apollo XI'le gittiğinde Ay'da golf oynayan Edwin Aldrin de vardı Daha sonra Apollo XII, XIV, XV, XVI ve XVII de Ay'a insan taşıdı Aralarında, teknik bir arıza nedeniyle Ay'a inemeyen Apollo 13 de olan tüm Apollo Projesi, ABD'ye 25 milyar dolara mal oldu Apollo 13'ün arızalanması, 13 rakamı konusunda saplantılı olan Amerikalıların 13'ün uğursuzluğuna daha da inanmalarına yol açtıAncak yine de dünyanın kollektif bilincine yazılan isim, Ay'da ilk küçük adımı atarak ayak basan insan Neil Armstrong oldu 24 Temmuz tarihinde iki astronot tekrar ana gemi Columbia'ya dönmüşlerdi Geminin 31 turu tamamlanınca Collins, onları tekrar eve yani Dünya'ya döndürecek tek motoru ateşledi Columbia, Dünya'ya dönünce, Pasifik Okyanusu'na indi Korkunç bir fırtınanın ortasına, ancak tepetaklak iniş yapabildi ama her üç astronot da sapasağlamdı Esrarengiz Yıldız 28 yaşındaki astronomi öğrencisi Chris Fragile, Samanyolu Merkezi'nde her zamankinden daha fazla bir parlaklık farkettiğinde, hiç vakit kaybetmeden gözlediği, yıldızın koordinatlarını bilgisayara kaydetti ve o andan itibaren Mount Stromlo Gözlemevi'nde bulunan, tonlarca ağırlığındaki teleskopun elektromotorları da vınlamaya başladı Fragile, dijital kamerayla, bu esrarengiz yıldızın yaydığı ışınları, yarım saatte bir görüntüledi Genç astronom, artık dramatik bir olayın şahidi olduğuna inanmaya başlamıştı Dikey olarak yükselen ışık kümesi, birkaç gün sonra astronom Bruce Peterson tarafından da incelendiğinde, son derece ilginç bir sonuca ulaşıldı: Uzaktaki Güneş'in ani ve parlak ışığı, şimdiye dek bilinmeyen bir gökcisminden yansımıştı Ve Peterson'a göre, ilk kez Güneş Sistemi'mizin dışında, Dünya'ya benzer bir gezegen bulunmuştu Ama esas ilginç olan, bu isimsiz gezegenin, Güneş'ten olan uzaklığı, yüzey ısısının olasılıkla Dünya'mıza yakın bir sıcaklıkta olduğunu göstermesiydi "İşte bu yüzden orada herhangi bir yaşamın oluştuğunu düşünebiliriz" diyor, Peterson Avustralyalı astronom, aylarca Japonya, Yeni Zelanda ve Amerika'daki 60 meslektaşıyla, gözlem verilerini analiz bilgisayarında tekrar tekrar inceledi, fakat sonuç hep aynıydı; ve araştırmacılar, "Astrophysical Journal" adlı dergide, Dünya'nın olası bir eşine rastladıklarını açıkladılar Bazı çevrelerin, verilere şüpheyle yaklaşmalarına rağmen, Postdam'daki astrofizik enstitüsü astronomlarından Joachim Wambsganss, çok yakında Evren'de Dünya'mız gibi birçok gezegene rastlanacağına inanıyor Bundan dört yıl önce de, İsviçreli astrofizikçiler Michel Mayor ve Didier Queloz, 48 ışık yılı uzaklığındaki Pegasi, 51 yıldızın etrafında, Jüpiter benzeri bir uydunun döndüğünü keşfetmişlerdi O zamandan bu yana, gözlemciler gitgide daha kısa aralıklarla yeni gezegen bulmaya başladılar Şimdiye dek en az bir tane uydusu bulunan 18 sabit yıldız tespit edildi Astronomlar artık Güneş Sistemi'mizin dışında, içindekinden daha fazla gezegen tanıyorlar Amerikalı bilim adamları, çıplak gözle bile görülebilen ve yalnızca 44 ışık yılı uzaklıktaki Ypsilon Andromedae Gezegeni'nin, tam üç tane uydusu bulunduğunu açıkladı Ama ne var ki, Ypsilon Andromedae Gezegeni'nin uyduları da, tıpkı diğerleri gibi olağanüstü sıcaklıkta olduklarından, üzerlerinde herhangi bir yaşamın oluşması mümkün değildi Avustralyalı astronomların Dünya'mızın bir eşi veya benzeri olduğunu iddia ettikleri Gezegen'in bulunmasıyla, gezegen araştırmaları yeniden hareketlendi Şimdiye dek bilinen galaksiler, gaz bulutları veya "Quasar" cisimlerinin dışında, araştırmacılar çok daha evrensel bir konuyla ilgileniyorlar: Yaşam yalnızca gezegenlerin üst yüzeyinde oluşabiliyor ve gitgide daha gelişkin bir biçime ulaşmakta İşte astronomlar uzak dünyaları araştırırken bu soruya cevap bulmaya çalışıyorlar: Dünya'mızdan başka gezegenlerde de canlılar var mı? Hubble Uzay Teleskobu'nun yöneticisi Steven Beckwith, galaksilerde gezegenlerin çokluğundan yola çıkarak, bunların arasında pekâlâ yaşam belirtilerinin olabileceğini savunmakta Beckwith, son yıllarda gelişmekte olan yıldızların kaynaklarını saptamış İncelemelerine göre, her iki yeni güneşten biri, ilerde sert kütleli veya gaz içerikli bir uyduya dönüşebilecek bir toz diski ile çevrili Bu verilere göre gezegenler genç yıldızlardan oluşuyorlar Europa'da Yaşam Son araştırmalardan anlaşıldığı gibi, astronomlar aslında aramalarını Güneş Sistemi'nin yanlış bir bölgesinde sürdürmüşlerdi Uzay sondası "Galileo", Dünya'dan 800 milyon km uzaklıktaki olası bir vaha ile karşı karşıya: Jupiter uydusu Europa Gözlem Robotu üç yıldan beri, bu dev Gezegen'i ve uydusunu gözlemekte Geçen aylarda elde edilen görüntülerden, Jüpiter'in uydusunun, en az Dünya'nın uydusu Ay büyüklüğünde olduğu saptandı Peş peşe elde edilen görüntülerden sonra, Berlin Uzay Enstitüsü'ndeki bilim adamları, Europa Uydusu'nda, dev bir okyanusun bulunduğunu tahmin ediyorlar "Ancak okyanusun derinliğini şimdilik bilmiyoruz" diyor, Gerhard Neukum "Galileo" verilerini değerlendiren Amerikalı jeologlar, 15 km kalınlığındaki buz tabakasının altında 100 km derinliğinde bir denizin bulunduğunu hesaplamışlar Pasifik Okyanusu'nun derinliği ise sadece 11 km Eğer Amerikalı araştırmacıların hesapları doğruysa, Europa'da Dünya'dakinden iki misli daha fazla su bulunmakta İnanılır gibi değil, ama Europa'nın yüzeyinden alınan fotoğraflarda, tıpkı Arktik'tekine benzer hareketli buzul tabakaları görülmekte Asteroidlere ait düşme izleri, Ay'dakine oranla çok daha az Kraterlerin sayıları ve biçimleri, aslında buz tabakasının sadece birkaç milyon yıldan beri geliştiğini gösteriyor, yani sonuçta Europa tamamen donmuş olamaz Peki ama böyle bir şey mümkün olabilir mi? Neredeyse hiç Güneş ışını almayan Jüpiter uydularında, en yüksek sıcaklık -130 derecedeyken, hâlâ donmamış su bulunabilir mi? "Bu durum ilk başlarda bizi de çok şaşırtmıştı" diyor, Neukum "Fakat daha sonra Jüpiter'in Dünya'dan 300 misli daha ağır olduğunu hatırladık Yoğun gaz içerikli Gezegen, uydularını muazzam bir gelgit gücüyle yoğurduğundan, bunların içlerinde kinetik ısı oluşur" Jüpiter uydusundaki buz tabakası kilometrelerce derinliğinde, böylece pekala Güney Denizi'nin sıcaklığında bir deniz olduğu düşünülebilir Ne var ki, Europa uydusunun tümü karanlık Fakat basit organizmalar Güneş ışığı görmeden de yaşayabiliyorlar Örneğin, Yeryüzü'ndeki okyanusların hiç ışık almayan derinliklerinde, metrelerce uzunlukta spirografisler, yengeçler ve dev midyeler dolaşmakta Bu yüzden bazı bilim adamları, Europa'da canlıların varlığına inanıyorlar Araştırmacılar 2003 yılında Europa'nın yörüngesine, radarlarla, uydunun her yanını aydınlatacak bir aygıt yerleştirmeyi düşünüyorlar Pasadena (Kaliforniya) NASA Gezegen Araştırma Merkezi'ndeki bilim adamlarının Europa ile ilgili projeleri daha ilginç Uydu'nun yüzeyine gönderilecek bir uzay sondası, adeta bir torpido görevini yerine getirecek Nükleer enerjiyle çalışan sondanın ucunda bulunan "Cryobot" (delici kapsül), kilometrelerce karanlıktaki buz tabakasını eritecek Kalın buz tabakasının delinmesiyle birlikte, delici kapsül, "Hydrobot" olarak adlandırılan denizaltı robotunu, buz tabakasının altındaki "denize" fırlatacak; ve proje başarıya ulaşırsa, "Hydrobot" kilometrelerce derinlikte gözlemlerini sürdürebilecek NASA araştırmacıları, projeyi önce Antarktik'te deneyecekler Güney Kutup İstasyonu Wostok'un 4 km altında, yüz bin yıldır dış dünyadan kopmuş olarak varlığını sürdüren dev bir göl keşfetmişler Rus bilim adamları, ilk denemede buzun içinde yabancı mikroplara rastlamışlardı Biyolog Karl Stetter, yaptığı uzun incelemeler sonucunda, organizmaların yalnızca dondurucu sıcaklıklarda değil, kaynaçlarda, çok sıcak petrol kaynaklarında ve yanardağ ağızlarında da, tamamen havasız ve ışıksız yaşayabildiklerini tespit etti "Böylece, yavaş yavaş, yaşamın düşündüğümüzden çok daha çeşitli ortamlara uyum sağlayabileceğini anlamaya başladık" diyor, astrobiyolog Frank Drake Galileo Uzay Aracı Jüpiter, Güneş Sistemi'ndeki en büyük gezegendir Hacmi, Dünya'nın hacminin yaklaşık 1300 katıdır Kütlesi, sistemdeki öteki sekiz gezegen, onların uyduları ve asteroidlerin toplamından daha fazladır Zaten, "Güneş Sistemi, Güneş, Jüpiter ve çeşitli enkazlardan oluşur" diyenler de vardır Bu dev gezegene yönelik kapsamlı ilk araştırma projesi Galileo'dur Bu projede, Galileo adlı uzay aracının Jüpiter'e gönderilmesi, gezegeni ve uydularını incelemesi, beraberinde götürdüğü sondayı Jüpiter'e bırakması planlanmıştı Galileo 1986'da fırlatılacaktı ama o yılın ocak ayında, uzay mekiği Challenger faciası oldu Bu olay, NASA'nın planladığı birçok proje gibi, Galileo Projesi'nde de kimi değişikliklere yol açtı Her şeyden önce fırlatma tarihi 3 yıl ileri atıldı Galileo'yu Jüpiter'e götürecek roket sistemi değiştirildi; daha güvenli ama daha az güçlü katı yakıt roketleri kullanıldı Böyle olunca yolculuk süresi iki yıldan altı yıla çıktı Bu değişiklik nedeniyle, 18 Ekim 1989'da fırlatılan Galileo, doğrudan Jüpiter'e değil de önce Venüs'e yöneldi Venüs'ün kütleçekim etkisinden yararlandıktan sonra Dünya'ya doğru gitmeye başladı İki kez de Dünya'nın kütleçekim etkisinden yararlandı Bu manevralarla yeteri kadar hız kazanan uzay aracı Jüpiter'e yöneldi Galileo, 1995'ten bu yana Jüpiter'i ve uydularını inceliyor Bu incelemelerde, bilim adamları için çok şaşırtıcı ve umut verici veriler toplandı Galileo'nun beraberinde götürdüğü küçük uzay sondası, Jüpiter'e bırakıldı Gezegen'e düşen sonda, yüksek basınca uzun süre dayanamadı ama çalıştığı süre boyunca Gezegen'in yapısına ilişkin çok değerli bilgiler gönderdi Örneğin Jüpiter'de Dünya'dakilerden yüzlerce kez daha şiddetli fırtınaların olduğu anlaşıldı Galileo da yalnızca Gezegen'in çevresinde dolanıp, ona yönelik bilgiler toplamakla kalmadı; uyduları da inceledi Örneğin Güneş Sistemi'nin en aktif cismi Io'nun birçok fotoğrafını çekti, sıcaklık ölçümleri yaptı Bu ölçümler sayesinde Io'daki aktif yanardağların Dünya'dakilerden daha sıcak olduğu ortaya çıktı Bu da, uydu yüzeyinin altındaki lav tabakasının magnezyum açısından zengin olduğunu gösteriyor Bir başka uyduyu, Europa'yı, inceleyen Galileo, orada da şaşırtıcı gerçeklerle karşılaştı Jüpiter'in bu büyük uydusunda Dünya'daki bütün suların toplamından daha çok su vardı Bilim adamları, donmuş yüzeyin altında tuzlu okyanusların bulunabileceği ve belki de oralarda yaşamın ortaya çıkmış olabileceğini düşünüyorlar Galileo'nun incelemeleri, Callisto'da da yüzeyin altında tuzlu su okyanusları olabileceğini düşündürüyor Uzay aracının bir başka keşfi de Güneş Sistemi'ndeki en büyük uydu olan Ganymede'nin kendi manyetik alanının bulunması Böyle değerli bilgiler gönderen Galileo, bir buçuk milyar dolara mal olmuştu Görev süresi de iki yıldı Bu süre iki yıl uzatıldı Bu süre doldu ancak NASA yetkilileri, yeteri yakıtı bulunan ve içindeki bilimsel aygıtları sağlam Galileo'ya, 2002'ye değin sürecek yeni görevler verdiler Bu görevleri de yerine getirdikten sonra, Galileo'nun düşürülmesi planlanıyor Uzay aracı için böyle bir sonun düşünülmesinin nedeni, Galileo'nun bozulup, yanlışlıkla Europa'ya düşmesini önlemek Bilim adamları bu uyduda kimi yaşam biçimlerinin gelişmiş olabileceğini düşünüyorlar Dünya'dan ayrılmadan önce özel olarak bir temizleme işleminden geçmeyen Galileo, Dünya'ya özgü mikroorganizmalar taşıyor olabilir Galileo'nun yanlışlıkla Europa'ya düşmesi de bu mikroorganizmaların orada çoğalmasına ve Europa'nın özgün ekosisteminin bozulmasına yolaçabilir Bu nedenle görev süresi 2002'de dolacak Galileo'nun, doğrudan Jüpiter'e ya da Io'ya düşürülmesi planlanıyor Göktaşıyla Gelen Su Texas Manahan Kenti sakinleri, 22 Mart 1998'de unutamayacakları bir olay yaşadılar O gün, iki tane, yumruk büyüklüğünde göktaşı şehre düştü Birisi basketbol oynayan çocukların yakınına isabet etti Neyse ki kimse yaralanmadı Bu göktaşları, olaydan kısa süre sonra NASA Johnson Uzay Merkezi'nin yolunu tuttu Göktaşları, buradaki bilim adamlarını da şaşırttı Çünkü, bu taşların içinde su damlacıkları vardı Daha da ilginç olanı, su, ayrıca taşların içindeki mor renkli, neredeyse saf tuz kristallerinin içinde hapsolmuştu Çünkü, bu türden büyük kristallerin oluşabilmesi için çok miktarlarda su gerekir Benzer kristaller içeren bir göktaşı da, 1998 Ağustos'unda Fas'a düştü 175 kg'lık bu göktaşı da tuzlu su damlacıkları içeriyordu Bu göktaşlarının bir kuyrukluyıldızla çarpışmış bir asterodin parçaları olduğu sanılıyor Göktaşlarının daha iyi incelenmesiyle bunların gerçekten nereden geldikleri ve nasıl oluştukları anlaşılabilecek Orion Hubble Uzay Teleskobu'nun bulanık görüntü özünün, üç yıl önce, düzenlenen olağanüstü başarılı bir uzay seferiyle düzeltilmesiyle birlikte astronomi araştırmaları için yeni bir dönem başlamış oldu 29 Aralık 1993 tarihinde, göyüzünün en parlak bulutsusu olan Orion Bulutsusu'nu araştırmak üzere yönlendirilen Hubble, bulutsuyla ilgili birçok gizemin ortaya çıkarılmasını sağladı Yıldızlar da bizler gibi doğar, yaşar, yaşlanır ve ölürler Yıldızları oluşturan hammadde ise, yıldızlararası boşlukta bulunan gaz ve tozdur Bu gaz ve tozun daha yoğun bulunduğu bölgelere ise bulutsu ismi verilir Bulutsular, evrendeki temel madde olan hidrojenin dışında, daha ağır elementleri de içerirler Bu ağır elementler, daha önce yıldızların içinde üretilmişler ve bir süpernova patlaması ya da diğer nedenlerle uzaya savrulmuşlardır Yani bu olayı, çok büyük bir ölçekte gerçekleşen bir geri kazanım olarak düşünebiliriz Yıldızları oluşturan bu yoğun gaz ve toz bulutları, çok düşük sıcaklıklarda olmalarından dolayı, karanlık bulutsu olarak adlandırılılar Tipik bir karanlık bulutsu, birkaç bin Güneş kütleseni içerir ve yaklaşık 30 ışık yılı çapında (1 ışık yılı yaklaşık 10 trilyon kilometredir) bir hacim kaplar Bulutsunun içerisindeki madde, yaklaşık %74 hidrojen, %25 helyum, ve %1 daha ağır elementlerden oluşur Kızılötesi dalgaboyunda yapılan gözlemler, böyle bir bulutsunun sıcaklığının yaklaşık 10 Kelvin (-263°C) olduğunu gösteriyor Bulutsunun bu kadar soğuk olması, içerisindeki atomların çok yavaş hareket etmeleri demektir Eğer, herhangi bir şekilde, bulutsunun içerisindeki bir gaz ve toz yığını, çevresindeki maddeden daha yoğun bir hale gelirse, kütle çekiminin etkisiyle, bu yığınla birlikte, çevresindeki madde de sıkışmaya başlar Sıkışmanın etkisiyle giderek yoğunlaşan gaz ve toz bulutunun merkezindeki sıcaklık kritik değere ulaştıktan sonra (10 milyon Kelvin) nükleer füzyon başlar Bu sırada, hidrojen atomları, helyum atomlarına dönüşürken, büyük miktarlarda enerji serbest kalır Merkezden kaynaklanan bu enerji, içeriden dışarıya doğru bir basınç yaratarak, bulutun daha fazla sıkışmasını engeller Yeni bir yıldız doğmuştur Bu nükleer fırının etrafını saran gaz ve toz bulutu ise açısal hızından dolayı bir disk halini alır Daha sonra, bu madde, yıldızdan kaynaklanan yoğun ışınımın yarattığı basınçtan dolayı uzaklaşarak yeniden yıldızlararası boşluğa dağılır ve içerisideki parlayan kütle açığa çıkar Kışın, kuzey yarımkürede gökyüzünün en parlak ve belki de en romantik takımyıldızı olan Orion, binlerce yıldır gözlemciler için ilgi çekici bir hedef olmuştur MÖ 2000 yıllarında Yunanlılar, takımyıldızı oluşturan yıldızları birleştirmiş ve bunun bir avcıya benzediğine karar vermişlerdir Orion bulutsusu avcının belini temsil eden üç yıldızın altında, avcının kılıcını oluşturan üç ışıklı noktadan ikincisi olarak göze çarpar Bulutsu, gaz ve toz karışımı yapısıyla, 56 trilyon kilometre uzunluğunda bir alan boyunca yayılmaktadır ve içerisindeki genç yıldızlar sayesinde parlamaktadır Bir yıldızın rengi sıcaklığına bağlıdır Güneş, sarı renkli ortalama bir yıldız olup, yüzey sıcaklığı 5800°C'dir Avcı'nın sol dizini oluşturan Rigel, mavi-beyaz renkli bir yıldızdır ve yaklaşık 10000°C'de parlamaktadır Rigel gibi büyük kütleli, sıcak yıldızlar yakıtlarını çok hızlı yaktıkları için kısa sürede kendilerini tüketirler Büyük kütleli yıldızlar yaşamlarının son evrelerinde helyumu karbona, karbonu da demire dönüştürürler Daha sonra bunlar, yaşlı ve şişman Betelgeuse gibi kırmızı dev haline gelirler Avcının sağ omuzunda yer alan Betelgeuse soğuktur; yüzeyindeki sıcaklık sadece 3000°C'dir Bir yıldızın içindeki nükleer fırın söndüğü zaman, çekim kuvveti yıldızın çökmesine ve büzülmesine neden olur Bu hızlı büzülmeden dolayı serbest kalan enerji, büyük bir patlamayla sonuçlanır ve bir "süpernova" olarak ortaya çıkar Patlama eğer bir gaz ve toz bulutunun yakınında gerçekleşirse, şok dalgaları bu bulutu sıkıştırıp yoğunlaşmasını sağlayabilir ve yıldız oluşum döngüsü böylece sürüp gider Hubble'la yapılan ilk gözlemler, Orion'la ilgili gizemin ortaya çıkarılacağı konusunda oldukça ümit vermiştir Hubble'ın ilk görüntüleri, bilinmeyen bir dizi parlak cisimle doludur Dağınık bir şekilde yerleşmiş bu düzensiz noktaların, aynı Galileo'nun, teleskobundaki mercekte bulunan hava kabarcıklarını Jüpiter'in uyduları zannetmesi gibi, önceleri teleskobun optik alıcılarındaki bozukluktan kaynaklandığı düşünülmüştür Houston Üniversitesi'nde çalışmalarını sürdüren ve yaklaşık 30 yıldır Orion Bulutsusu üzerinde çalışan Robert O'Dell, bu cisimlerin, genç yıldızların etrafında dolaşan; gaz ve toz karışımı içeren gezegen sistemleri olabileceğine karar vermiştir Eğer O'Dell haklıysa, evrenin başka bir yerinde yaşam bulunması olasılığı artıyor demektir Çünkü sadece gezegenler, DNA oluşumu ve çoğalması için gerekli yoğunluğa sahiptir ve bilindiği kadarıyla yaşam için uygun sıcaklıklar sadece gezegenlerde bulunur Robert O'Dell, Hubble'la yapılan gözlemlerde hiçbir yanıltıcı cisme rastlanmadığını, Orion'u olduğu gibi gözlemlediklerini ancak beklenmedik bazı bulgularla karşılaştıklarını belirtiyor Bulutsunun merkezinin bir bölümüne yapılan ilk sağlıklı gözlem sonucunda 110 yıldız ortaya çıkarıldı ve bir sürprizle karşılaşıldı Bunların 56'sı ince ve küresel bir bulut katmanıyla çevriliydi Daha önce belirlenen parlak nesneler bu çatlak görünüşlü cisimlerdi O'Dell, bunlardan başka, teleskobun keskin gözünün bile farkedemediği, yakın yıldızların az miktarda aydınlattığı birkaç cisim daha gözlemlemeyi başardı Bulutlar her ne şekilde açıklanırsa açıklansın, bunların içinde bulunan yıldızlar (ve tüm diğer yıldızlar) Orion'daki gaz moleküllerinden Güneş Sistemi'mizdeki gezegenlere kadar tüm maddelerin asıl kaynağını oluşturur Galaksimizin sarmal kolları içinde dağılmış pek çok yıldız toplulukları olmasına rağmen, hiçbiri Orion Bulutsusu kadar "canlı" değildir Bize uzaklığı yaklaşık 1500 ışık yılı olduğu halde, kışın çıplak gözle bile gökyüzünde kolaylıkla farkedilebilir Galileo, 1610 yılında teleskobunu Orion Takımyıldızı'na çevirdiğinde bulutsuyu nasıl olduysa farketmedi Aynı yıl, bir amatör astronom olan Fransız hakim Nicolas Claude Fabri de Peiresc, Galileo'dan aldığı bir teleskopla bulutsuyu keşfetti Bir teleskoptan bakıldığında, bulutsu renksizmiş gibi görünür çünkü içerdiği azot ve hidrojenden dolayı kırmızı renkli olan dış kısımlar parlak olmadığı için gözlerimiz tarafından algılanamaz Bulutsu, aslında çoğunlukla hidrojenden oluşmuş olup daha az miktarda olmak üzere helyum, karbon, azot ve oksijen içeren sıcak ve parlayan bir gaz bulutudur Bu gaz bulutu kendisinden daha geniş ve karanlık bir gaz ve toz bulutunun içinde bulunur Su ve karbonmonoksit de dahil onlarca sayıda molekülün varlığı, bu gaz ve toz bulutunun yıldızların oluştuğu maddeyle yüklü olduğunu gösteriyor Bulutsunun aydınlık kısmının topografyası oldukça düzensizdir İçerdiği sıcak gazlardan gelen morötesi ışınlar özellikle moleküler bulutun ince olduğu yerlerde bulutsunun genişlemesine yol açmaktadır Orion'a baktığımızda aynı bizim Güneş Sistemi'mizin de bir zamanlar içinde yeraldığına benzer bir "yıldız fabrikası" görüyoruz Orion Bulutsusu'ndaki yıldızların çoğunluğu, 300,000 ile 1 milyon yaşındadır ve genç olanları genellikle kırmızı renkli ve küçük kütlelidir Bir kıyaslama yapacak olursak, bizim ortayaşlı Güneş'imiz 45 milyar yaşındadır Trapezium olarak adlandırılan dört büyük kütleli yıldız bu yıldız fabrikasının çarpan kalbini oluşturuyor En büyükleri olan Teta 1C, Güneş'ten 20 kat daha fazla kütleye sahiptir ve 100,000 kere daha parlaktır Bu yıldız tek başına bütün bulutsuyu aydınlatabilir Trapezium'u oluşturan ve bir milyon yaşından daha yaşlı olmadıkları tahmin edilen yıldızlardan kaynaklanan morötesi ışınlar, çevrelerinde bulunan maddenin gökkuşağı renklerinde parlamasına yol açmaktadır Trapezium'un dışında, bu yıldız fabrikası, oluşumlarının değişik aşamalarında olan yaklaşık 70,000 yıldız daha içermektedir Bulutsu, bu haliyle, gökadamızdaki bilinen en yoğun yıldız kümelerinden birisine sahiptir 1995 baharında, uzay teleskobu yönünü dört defa daha Orion Bulutsusu'na çevirdi ve 15 farklı bölgesinin değişik fotoğraflarını çekti Uzun çalışmalar sonucunda bu görüntüler birleştirilerek bulutsunun tutarlı bir görüntüsü elde edilebildi O'Dell'in söylediğine göre, bulutsu oldukça karmaşık ve şiddet dolu bir yer Şok dalgaları, Orion Bulutsusu'nun son gizemlerinden birisidir Astronomlar, şok dalgalarına, yeni oluşan yıldızlardan fışkıran gazların sebep olduğuna inanıyorlar Gaz fışkırmalarının, yıldız oluşturan gaz bulutundaki manyetik alandan kaynaklandığı düşünülüyor Bulut, kütle çekimi sayesinde sıkıştıkça, manyetik alan da bir miktar sıkışıyor ama belirli bir yere kadar sıkışıyor Bu sınıra ulaştığında, manyetik enerji dönen kütlenin dışına taşmaya başlıyor ve yolu boyunca gaz parçacıklarının çok yüksek hızlara ulaşmasına sebep oluyor Manyetik enerjinin dışarı taşması için en uygun yer ise kutuplar Bu nedenle, bu fışkırmalar yeni doğan yıldızların manyetik kutupların yerlerini gösteriyor olabilir Eğer, şok dalgaları, yeni doğmuş yıldızlardaki aktif kuvvetlerin varlığı anlamına geliyorsa, bu yıldızların çevresindeki gaz ve tozdan oluşan diskler gezegenlerin oluşumuna dair en büyük kanıttır Bu disklerin incelenmesi bize, Güneş Sistemi'mizin nasıl oluştuğu konusunda bilgi verebilir Bu gaz ve tozlardan oluşan diskler Immanuel Kant'ın, 1755 yılında ortaya attığı hipotezini doğruluyor gibi görülüyor Hipoteze göre, dönen gaz bulutu bir merkezde sıkışır ve yıldız oluşumunu sağlar Arta kalan maddeler ise dönmeye devam ederek gezegenleri oluşturur Yıldızları çevreleyen diskler genellikle küresel değil düzdürler (Eğer bir bulutsu, gezegen oluşturacaksa, dönüyor olmak zorundadır ve döndükçe de bir disk halini alır) Bu disklerden bazıları dairesel görünürler, çünkü cismin görünüşü bakış açısına göre değişir Diğerleri ise damla şeklindedir Bunun nedeni, maddenin, Trapezium Yıldızlarından kaynaklanan güçlü yıldız rüzgarları tarafından üflenmesidir Bazı diskler Güneş Sistemi'mize oranla çok daha büyüktür Bir tanesinin çapı Güneş Sistemi'ninkinin yaklaşık 75 katıdır Merkezinde ise bizim Güneş'imizin üçte biri kütleye sahip kırmızı ve sönük bir yıldız vardır Çevrelerinde disklere sahip olan yıldızların pek çoğu muhtemelen kendi gezegenlerini oluşturacaklar Henüz yıldızlar çok genç oldukları için, yıldızlardan herhangi birinin çevresinde gezegen sistemine rastlanmadı Ancak, benzer çalışmalar gökadamızda pek çok yerde gezegenlerin olma ihitimalini kuvvetlendiriyor Şimdiye kadar, binlerce yıldızın aynı anda ve çok büyük kümeler içinde doğdukları düşünülüyordu Fakat Arizona'daki Kitt Peak Ulusal Gözlemevi'ndeki astronomlar yeni kızılötesi teleskoplarını Orion Bulutsusu'ndaki bir bölgeye çevirdiklerinde sadece 10-15 yıldızın bulunduğu kümelerde de yıldızların oluşabildiğini gözlemlediler Bizim gökadamız Samanyolu'nda birçok yıldız bu şekilde oluşuyor olabilir Gözlenen yıldızların hemen hemen hepsi gaz ve tozdan oluşan bir diske sahiptir ve herbiri bizim Güneş Sistemi'mize benzer bir sistem olabilirler Tarihte Uzay Senaryoları Thomas Dick adındaki İskoç bir papaz, Evren'in haddinden fazla iskân edildiğini öne sürecek kadar ileri gitmişti Bu din adamı popüler bir kitabında, Evren'de yaklaşık 2,5 milyar gezegende, canlıların yaşadığını öne sürmüştü Bundan çok kısa bir süre sonra 1875 yılında, "New York Sun" adlı saygın bir gazetede, tüm zamanların "en büyük keşfinden" bahsediliyordu Yeni geliştirilmiş teleskoplarla, astronomlar sözde ayda yaşayan olağanüstü canlıları görmüşlerdi Ayda yaşayan canlılar, Gazete'nin tarifine göre, 1,20 m büyüklüğünde, kızıl saçlı ve kanatlıydılar Tabii çok geçmeden bunun sadece hayali bir haber olduğu anlaşılmıştı Fakat insanların, Evren'de başka canlıların yaşadıklarına inanmaya her an hazır oldukları, daha sonraki yıllardaki, hayali Mars insanlarıyla iyice ortaya çıkmıştı İtalyan astronom Giovanni Schiaparelli'nin komşu gezegenlerde gördüğü geometrik yapıları, yapay kanallar olarak açıklamasından sonra, Mars Haritası büyük bir sansasyon yaratmış ve Mars insanlarının varlığına inananlar birdenbire çoğalıvermişti Yazar H G Wells'in 1897 yılında yayımlanan bilim kurgu romanı, Marslıların Dünya'ya büyük bir saldırı düzenleyerek, Dünyalıları köleleştirmesini konu almaktaydı Bu senaryo insanları öylesine derinden etkilemişti ki, 1938 yılında Orson Welles'in benzer konulu bir piyesi, New York Radyosu'nda yayınlandığında, binlerce insan şehri terketmişti Daha 50'li yılların ortasında UFO hikâyelerinin babası olarak bilinen Pole George Adamski, Venüs'e yaptığı uzay gezisini anlatarak binlerce yandaş toplamıştı Venüslüler, sözde 1000 yıl yaşayabiliyorlardı ve gezegenlerinde her şey otomatikleştiği için, günde yalnızca iki saat çalışmaları yeterliydi Aynı tarihlerde ölçüm aygıtlarıyla çalışmaya başlayan astronomlar, Mars ve Venüs gibi komşu gezegenlerde, primitif bitkilerin veya mikroorganizmaların yaşadıklarına dair kanıtlar bulmuşlardı Ve Gerçekler Ne var ki altmışlı ve yetmişli yıllarda kanıtların doğru olmadığı ortaya çıktı Daha gelişkin gözlem sondalarıyla yapılan incelemeler sonucunda, Mars'ın adeta steril bir buz kütlesi, Venüs'ün ise madeni ergitebilecek sıcaklıkta olduğu anlaşıldı Daha üç yıl önce NASA araştırmacılarının bir basın toplantısında yaptıkları bir açıklamaya göre, Dünya'mızın dışında yaşamın izlerine rastlanmıştı Kanıt olarak bir zamanlar Mars'tan koparak Evren'de yuvarlanan ve bundan 13000 yıl önce Antarktik Bölgesi'ne düşen bir göktaşını göstermişlerdi Patates büyüklüğündeki bu taşın içinde, bilim adamları, bakterilerin fosilleşmiş kalıntılarını bulmuşlardı Bir süre önce ise, NASA araştırmacıları 1911 yılında Mısır'da bulunan bir Mars taşında da, mikroorganizmalara ait izlerin bulunduğunu açıkladılar Fakat olaya şüpheli yaklaşan jeologlar, mikroorganizmaların Dünya'ya ait olabileceğini savundular Belki de Mars ve Venüs gibi komşu gezegenlerde, primitif bitkilerin yaşadığı düşüncesi hatalıydı Ancak, Güneş Sistemi'nde yaşam belirtileri olmadığını söylemek için henüz erken Uranüs ve Neptün'ün Keşfi İki yüz yıl kadar önce gök bilimciler tarafından tasarılması bile güç olan büyük uzaklıklardaki dev gezegenlerin varlıklarının bilinmemesi hiç de şaşırtıcı değildir Bu gezegenler, eski gök bilimcilerin saptayabildikleri en uzak "gezgin yıldız" Satürn'ün ötesinde kaldıklarından uzun yıllar bilinmezliklerini korudular Eğer gözlemci tam olarak ne zaman, nereye bakacağını biliyorsa, Uranüs gökyüzünde çıplak gözle, iğne ucu kadar ufak bir ışık noktası gibi görülebilir Ama bu ufacık görüntü sayısız yıldızın içinde kolayca gözden kaçabilir ve uzun yörüngesinde çok yavaş hareket ettiği için, ancak güçlü teleskoplar yardımıyla seçilebilir Daha uzaktaki Neptün ise çıplak gözle görülemez O halde bu çok uzak gezegenler nasıl keşfedilmiştir? Gariptir ki, Uranüs bir rastlantı sonucu keşfedilmiştir İngiltere'de, 1781 yılının ilkbaharında o zamanlar tanınmış bir gök bilimci olan William Herschel, ev yapısı teleskopuyla Gemini (İkizler) takım yıldızını inceliyordu Bu arada, yakın yıldızlara hiç de benzemeyen değişik bir görüntü ile karşılaştı Yıldızlar uzaklıkları ne olursa olsun, teleskopla bakıldığı zaman, hep iğne ucu kadar ufak bir ışık görüntüsü verirler Oysa bu yeni görüntü, gezegene benzeyen belirgin bir disk biçimindeydi Gökyüzünün bu kesiminde bir gezegenin varlığı hiç umulmadığı için, Herschel yeni bir kuyruklu yıldıza rastladığını sanıyordu Uzun çalışma yıllarından sonra, bu "kuyruklu yıldız"m, Satürn yörüngesinin arkasında, dairesel bir yörünge olduğunu meydana çıkardı Ancak bu bulgular, birleştirildiği zaman Herschel, güneş sisteminin çok uzak ve hiç bilinmeyen bir gezegenini bulduğunu anladı Başka gök bilimciler de bu sonucu kabul ettiler Yeni gezegene mitolojide gökyüzü tanrısının adı olan Uranüs adı verildi Çok geçmeden Herschel ve öteki gözlemciler, bu yeni gezegenin yörüngesi üzerindeki hareketinde bir tuhaflık olduğunu fark ettiler Yörüngesinde yavaş ve doğal bir biçimde hareket etmek yerine Uranüs, zaman zaman beklenenden çok daha yavaş hareket ediyor, bazen de belirli bir çekime yakalanmışçasına hızlanıyordu Bilim adamları, bu durumda Uranüs'ten daha uzakta, henüz keşfedilmemiş bir başka gezegenin varlığını düşündüler İngiliz JC Adams ve Fransız Urbain JJ Le Verrier adında iki gök bilimci, matematiksel olarak, Uranüs'ün hareketini etkileyecek bir yerçekimi gücünde ve henüz bilinmeyen bir gezegenin konumunu saptamak için araştırmaya koyuldular Çalışmalarının sonucu gerçek anlamda bir başarı oldu Güçlü teleskoplarla, bir gezegenin bulunması gereken yer incelendiğinde, Uranüs'den ötede, denizler tanrısı Neptün'ün adı verilen gezegen böylece keşfedildi Uzayda Yaşam Belirtisi Gökbilimciler, uzak yıldızlarda hayatın oluşumu için gerekli temel maddelerden olan bileşik karbon molekülleri ve su buldu Bilim adamları, Submillimeter Wawe Astronomi Uydusu ve Kızılötesi Uzay Gözlemevi`nden alınan verilere dayanarak, Amerikan Bilim Gelişimi Derneği`nin toplantısında yaptıkları açıklamada, genç ve yaşlı yıldızların çevresindeki uzayı araştıran yörüngedeki gözlemevlerinin, yıldızlarda organik kimyada temel rol oynayacak büyük dalgalar halinde su buharı ve karbon molekülleri izleri bulduklarını kaydetti Avrupa Uzay Ajansı`ndan bilim adamı Martin F Kessler, bu buluşun, başka yerlerde hayat oluşumu olasılığını güçlendirdiğini söyledi Bunun ayrıca, bileşik karbon kimyasının yalnızca Dünya`ya özel olmadığını belirten Kessler, "Benzer kimyayı, şimdi evrenin başka yerinde de görüyoruz" dedi Cornell Üniversitesi`nden gökbilimci Martin Harwit de buluşun, Dünya'nın ötesinde yaşamın varolduğunu kanıtlamadığını ifade etti Harwit, ancak bunun, hayatın oluşumuna ve Güneş Sistemi`ne yönelik şartların birçok yerde varolduğunu kanıtladığını söyledi Uzay Haritası Çizildi Gökbilimciler, Avustralya’daki bir robot teleskop yardımıyla ilk kez Evren'in haritasını çıkardı New York Times Gazetesi'nin haberine göre, hesaplamalar, milyarlarca ışıkyılı genişliğindeki alanlara yayılmış 100000 galaksi arasındaki mesafelerin ölçülmesi yoluyla yapıldı Ölçümler, özellikle Dünya ile onun dahil bulunduğu Samanyolu Galaksisi'nin yer aldığı kesimi kapsıyor Haritaya göre galaksiler, ıssız boş alanlar arasında yakılmış kamp ateşleri gibi görünüyor Uzmanlar, galaksi topluluklarını "kozmik kıtalar" olarak nitelendiriyor Şimdiye kadar yapılan araştırmalarda birkaç galaksinin dışındaki alanları görmek mümkün olamıyordu Gelecekte yapılacak daha geniş kapsamlı haritaların, daha geniş alanların görülmesine olanak vereceği belirtiliyor Haritanın, şimdiye kadar yapılan bilgisayar benzetimlemelerini doğrular veriler içerdiği de belirlendi Bunlar arasında, "milyarlarca yıldan beri karşılıklı çekim esasına dayanarak dönen gökcisimlerinin Evren'e bugünkü şeklini verdiği ve telkari denilen tarzda oluşumlar meydana getirdiği" görüşü de bulunuyor Edinburgh Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr John Peacock, "Evren'deki dev yapıların, Ay’ın Dünya çevresinde dönmesine imkân veren karşılıklı çekim kanununa uygun biçimde oluştuklarını" anlattı Dr Karl Galzebrook da, yaptıkları işi şöyle tarif etti: "Sanki bir yerde oturuyorsunuz ve çevrenizde gördüğünüz her cisimle aranızdaki mesafeyi ölçüyorsunuz, ancak o gördüğünüz cisimlere gidemiyorsunuz" 2dF Projesi'nin ilk aşamasında 250000 galaksinin haritaya dahil edildiği, "Sloan Dijital Gök İncelemesi" adı verilen ikinci aşamada ise bu sayının 100 milyon gökcismine çıkartılacağı ifade edildi Bunların içinde yer alacak galaksi sayısı ise bir milyon |
Uzay Araştırmaları |
10-15-2012 | #2 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Uzay AraştırmalarıUzayın Keşfi Uzaya seyahat edebilmek sadece roketlerle mümkün olduğundan, roket gelişiminin tarihi, bir bakıma uzay uçuşlarının tarihi olarak görülebilir İlk roketin ne zaman yapıldığı bilinmemekle birlikte, onun bir Çin buluşu olduğu söylenmektedir 1232 yılında Çinliler, Moğolları uçan ateşli oklarla geri püskürtmüşlerdir 1379'da ise Venedikliler ve Cenevizliler arasında yapılan bir savaşta kaba bir roket kullanılmıştır 19 yüzyıl, savaş roketlerinin büyük ilgi gördüğü bir yüzyıldır Büyük Britanyalı Sir William Congreve, Napolyon Savaşları'nda ve 1812 Savaşı'nda katı yakıtlı itici kuvvetle çalışan bir roket geliştirmiştir Ancak akaryakıtlı roketlerin kullanılması ile Uzay'a seyahatin mümkün olacağını savunan ve bu konuda ilk bilimsel eseri yayınlayan kişi Constantin Tsiolkovsky adlı bir Rus bilim adamıdır Onun bu çalışması ciddiye alınmazken, Robert H Goddard adında bir Amerikalı ve Hermann adında Romanya asıllı bir Alman ayrı ayrı çalışarak modern roket biliminin temellerini atmışlardır Ayrıca Oberth adında bir bilgin, Dünya'dan bir cismin başka bir aleme gitmesi ile ilgili teorilerini ve formüllerini bir kitapta toplamış ve bu kitaptan esinlenerek Almanya'da Uzay'a Seyahat Kurumu kurulmuştur Goddard ise, uzun süre üzerinde çalıştığı konu ile ilgili görüşlerini bir rapor olarak yayınlamıştır 1919'da çıkan bu raporda Ay'a atılacak bir roketten de söz edilmektedir 1926'da bir deney roketi hazırlamış ve bu roket yaklaşık 60 metre kadar havalanmıştır 1929 yılında ise Goddard, içinde barometre, termometre gibi ölçü araçlarının ve bir fotoğraf makinasının bulunduğu ilk roketi havaya fırlatmıştır Füzecilik ve uzay yolculuğu denildiğinde akla ilk gelen isim kuşkusuz Wernher von Braun'dır Goddard ve Oberth'in çalışmalarından haberdar olan Von Braun, Uzay'a Seyahat Kurumu'nda füze denemeleri yapmış daha sonra Alman Hava Kuvvetleri hesabına çalışmış ve bu iş için bir füze üssü kurulmuştur Bu çalışmalar sonucunda İkinci Dünya Savaşı'nın en güçlü silahı olan V-2 roketleri doğmuştur Savaştan sonra von Braun, planları ile birlikte Amerika'ya kaçmış ve Kaliforniya'da kurulan Cape Canaveral (şimdiki adı Cape Kennedy) Uzay Araştırmaları Merkezi'nde çalışmaya başlamıştır 4 Ekim 1957 tarihinde ise Ruslar dünyanın ilk yapay uydusu olan Sputnik-1'i Dünya'nın yörüngesine oturtmayı başardılar 31 Ocak 1958'de ilk Amerikan yapay uydusu yörüngeye oturtuldu ve Uzay'a uydu gönderilmesi bu tarihten sonra baş döndürücü bir hızla devam etti Amerikalılar, uzay çalışmalarını bir çatı altında toplamak için Ekim 1958'de NASA'yı (Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi) kurdular 12 Nisan 1961'de ilk defa Uzay'a insanlı bir roket fırlatıldı Vostok-1 adlı roketle birlikte Uzay'a çıkan bu ilk insan Rus Yuri Gagarin idi 21-27 Aralık 1968'de Frank Borman, James Lowel ve William Anders, Ay çevresini Apollo-8 ile dolaştılar ve inişe uygun yerleri tesbit ettiler 20 Temmuz 1969 günü ise, Neil Armstrong, Edwin Aldrin ve Michael Collins idaresi altındaki Apollo-11 Uzay Aracı, Ay'ın Sessizlik Denizi denilen ıssız bir düzlüğüne inmeyi başardı ve Neil Armstrong, Ay'a ilk ayak basan insan ünvanını elde etti Bu başarı, gezegenlere gönderilen insansız araştırma gemileri ve 1981'de uzay mekiğinin geliştirilmesiyle sürdü Uzaktaki Ay Daha Yakın Pek çoğumuz, yeni doğan Ay'ı izlemekten hoşlanır, bundan zevk alırız Pek az doğa olayı bu kadar romantiktir Ay, bu sırada kan kırmızı göründüğü gibi, oldukça da büyüktür Bu göz yanılması, yani Ay'ın ufka yakınken daha büyük görünmesi, Aristo'dan Leonardo da Vinci'ye kadar pek çok filozofun ilgisini çekmiş Aslında o zamanlar da bunun bir göz yanılması olduğu biliniyor olmasına karşılık, nedeni bilinmiyordu Ancak, bu olayın asıl nedeni daha yeni keşfedildi 1960'larda, Lloyd Kaufman ve Irvin Rock adlı iki bilim adamı, "Görünür Uzaklık Kuramı" diye bir kuram geliştirdiler Bu kurama göre, beynimizin uzaklık belirleme mekanizması, Ay, ufka yakın olduğunda ve gökyüzünde yüksekte bulunduğunda farklı çalışıyordu Birincisinde, yani Ay, ufka yakın olduğunda görüş alanında başka cisimler de olduğundan beynimiz onu bu cisimlerle karşılaştırarak daha uzak olarak algılıyor Bu, beynimizin otomatik olarak yaptığı bir işlem Örneğin, uzaktaki bir ağaca baktığımızda, ağaç uzaklığı nedeniyle gözümüze çok küçük göründüğü halde, beynimiz onun gerçek büyüklüğünü hesaplayabiliyor Bu, geleneksel varsayıma aykırı bir düşünce; çünkü, Ay, büyük göründüğünden, daha yakın gibi gelir bize New York, Long Island Üniversitesi'nden Llyod Kaufman ve IBM Almadan Araştırma Laboratuvarı'ndan James Kaufman, bu göz yanılmasını çözmek için bir deney yaptılar Deney, gerçek gökyüzü altında, sanal Ay'larla yapıldı Gözlemciler, yarıgeçirgen aynalardan hem gökyüzünü ve ufku, hem de sanal ay görüntülerini görebiliyorlardı Deneylerde iki Ay görüntüsü kullanıldı Bu görüntülerden herbiri, iki ayrı projektörden gelen görüntülerle oluşturuluyordu Böylece üç boyutlu bir Ay görüntüsü oluşturulabiliyor; ayların uzaklığı değiştirilebiliyordu Ayrıca, deneyi yapanlar, sanal ayların gözlemcilere tam olarak ne kadar uzak göründüklerini ölçebiliyorlardı Deneyde, aylardan birisi sabit bir uzaklığa yerleştirildi ve her bir gözlemciden öteki ayı sabit ayın uzaklığının tam yarısı uzaklığa yerleştirmesi istendi Bunu, bir el kumanda aletiyle yapabiliyorlardı Deney, ay, ufka yakınken ve uzakken tekrarlandı Deneyde, ayların büyüklüğü sabit tutuldu Deneyin sonucunda, denekler, her seferinde ufka yakın Ay'ı, yüksektekine göre daha uzağa (yaklaşık dört katı kadar) yerleştirdiler Yani, ufka yakın olan Ay, gözümüze daha yakın değil; gerçekte daha uzak görünüyordu Gagarin Yuri Alekseyeviç Gagarin, Sovyet havacısı ve kozmonotu (1934-1968) 12 Nisan 1961: dünyada ilk defa, bir insan, Yuri Gagarin, bir uzay kabininin (Vostok I) içinde, yüz sekiz dakikadır, Dünya çevresinde uçuyor 1934'te, Smolensk dolaylarında, babasının marangozluk ettiği bir kolhozda doğan genç Yuri, madencilik mesleğine girmişti Bununla birlikte, öğrenimi sırasında (on dokuz yaşında tamamladı) pilotluğa başladı Dört yıl sonra, deneme pilotu olarak Kızılordu'ya katıldı ve başka gönüllülerle birlikte, uzay uçuşu özel hazırlıklarına başladı Yirmi yedi yaşında, evli ve bir kız babası olan Gagarin, uzaydaki ilk uçuşu yapmak üzere seçildi Büyük yankılar yaratan bu uçuşundan sonra, bütün dünyayı dolaştı, her yerde büyük kalabalıklar tarafından alkışlandı, bilginleri ve gazetecileri ilgilendiren bir dizi konferans verdi SSCB'ye döndükten sonra, bir deneme uçuşu sırasında öldü Otuz dört yaşındaydı Külleri Moskova'da Kremlin Sarayı'nda, Sovyetler Birliği'nin büyük kahramanlarının küllerinin yanına gömüldü Uzay Aracındaki Yerçekimi Uzay mekiğinin içindeki astronotların havada yüzer gibi dolaştıklarını, eşyaların ortalarda uçuştuklarını televizyonda görmüşsünüzdür Uzay mekiğinin dönüp durduğu yükseklik, dünyanın boyutları ile mukayese edildiğinde o kadar da fazla değildir Peki nasıl oluyor da bu kadar bir yükseklikte yer çekimi sıfırlanıyor? Koskoca Ay'ı bile yörüngesinde tutan dünyamızın çekim gücü, ufacık bir uzay aracına nasıl etkili olamıyor? Aslına uzay aracında da yer çekiminin yok olması söz konusu değildir "Yerçekimsiz ortam" deyimi doğrudur ama bu, mekiğin yörüngesindeki uçuşundan doğan bir durumdur Astronotları (veya kozmonotları) bu ortama alıştırmak için özel hazırlanmış yolcu uçaklarının kullanıldıklarını duymuşsunuzdur Uçak belirli bir yüksekliğe gelince aniden ve hızla bir eğri çizerek yere doğru inişe geçer Saniyeler süren bir sürede uçağın içinde yer çekimsiz ortam yaratılmış olur Uzay mekiğinin ve uzay istasyonlarının dünya etrafında dönüşü, uçağın yaptığı hareketin veya çizdiği rotanın sürekli olan bir şeklidir Yerden bakınca düz gidiyormuş gibi görünür ama uzay aracı devamlı düşüş halindedir Eğer düz gitseydi (uzaydan baktığınızı düşünün) yörüngeden çıkar giderdi Nasıl lunaparkta eğlence trenleri önce yükseğe çıkar sonra oradan hızla düşermiş gibi inerse, uzay aracının da dönüşü, aslında bu düşüş hareketinin devamlı bir halidir Uzay araçlarının uçtukları yükseklikte şüphesiz yer çekimi vardır ama bu sadece aracı yörüngede tutmaya yarar Dünya'dan Ay'a doğru düz bir hat üzerinde yolculuk yaptığınızı düşünün Ay ile Dünya arasında öyle bir nokta vardır ki burada Dünya'nın yerçekimi kuvveti biter Ay'ınki başlar Yani uzayda nereye giderseniz gidin bir şeyin sizi çekmesinden kurtuluş yoktur |
|