Prof. Dr. Sinsi
|
Ülkü'den Mektup : Onu Özlüyorum Ata'mı
" Bazen, gecenin bir yarısı aniden uyandığımda birden onu ne denli özlediğimi bir kez daha fark ediyorum Burnumun direği sızlıyor
Başımı kaldırdığımda gökyüzündeki milyonlarca yıldız arasında onun gözlerinin ışığını fark ediyorum Öyle ki, o bana hepsinden daha yakın, daha parlak, daha eşsiz 
Uzansam, sanki tutuverecekmişim gibi  Oysa yaşamımdan bir kuyruklu yıldız gibi akıp geçmesinin üzerinden ne çok zaman geçti  Bir ömür  Belki bir ömürden de fazla 
Annem bana hamileyken, bizimkilere haber gönderip, “Erkek ya da kız, çocuğun adı Ülkü olsun  ” diyerek daha ben dünyaya gelmeden bana elini uzatması, yaşamımı yönlendirmesi  "
Zaman zaman evimize geldikçe beni kucağına alıp sevmesi  Bir gün, ben daha dokuz aylıkken saatini çıkarıp oynamam için bana vermesi  Ben hemen saati kulağıma ***ürünce bu meraklı halimin çok hoşuna gitmesi  Kucağına aldığında ona sıkı sıkı sarılıp bırakmamak için ağlamam  Onun bu durumumdan çok etkilenip ardından eve hemen araba göndererek ailemle beni Çankaya Köşkü’ne getirtip, benimle saatlerce oynaması  
O günün, elbette yaşamımın dönüm noktası olacağını, onun ölümüne değin, altı yıl boyunca dizinin dibinde onunla yaşadığım anları ömrümün en değerli hazineleri sayacağımı bilemezdim  
Ona her zaman, her yerde “Atatürk’çüğüm” diye hitap ederdim Çocuk masumluğunun ve onun bana olan hoşgörüsünün bir sonucuydu belki bu hitap biçimi Bir gün bahçede çimenler üzerinde oturduğunu görünce koşup, “Kalk Atatürk’çüğüm, bak çimenler ıslak Burada oturursan hasta olursun” diyerek onu zorla yerinden kaldırmışım Atatürk, bu ilgiden duyduğu memnuniyeti kızkardeşi Makbule Hanım’a duygulanarak anlatmış sonradan  
“Çocuk sevgisi her insan için bir ihtiyaç, hele yaş ilerledikçe bu ihtiyaç kendisini daha kuvvetli, hissettiriyor Onun için Ülkü’yü yanımdan ayırmak istemiyorum” dediğini ise çok sonraları öğrenecektim  
Gününü çok yoğun yaşar, bazen saatlerce çalışma odasında kalırdı Bir gün çalışma masasının başında ona, “Atatürk’çüğüm, sen ne yazıyorsun?” diye sormuştum Aldığım yanıt, “Ülkü, bu Nutuk Bütün çalışmalarımı bu “Nutuk”ta topluyorum Sen büyüdüğünde ve senin gibi bütün çocuklar yarınlarda bunu okuyacaklar” olmuştu
Sabahları onu ben uyandırırdım Bazen ise geç yattığı için uyandırmamam söylenirdi Ben de uyanıncaya dek kapının önünden ayrılmazdım Sabah kahvaltısını çoğunlukla Sabiha Gökçen, Afet İnan ve benimle birlikte yapardı Daha kahvaltı sofrasındayken Ali Fuat Cebesoy, İsmail Müştak, Kılıç Ali, Salih Bozok, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak gelmeye başlardı
Yemek sofrasında sanatçılar, yazarlar, şairler, siyasiler, bilim adamları bulunur, bilgi ve görüş alışverişi, kültür sohbetleri yapılırdı Bu konuşmalar içinde bile çocukça sözlerimi, görüşlerimi sevgiyle dinler, değer verdiğini duyumsatırdı
Yemeklerde şatafata, lükse, abartıya ve gereksiz nezakete çok kızardı Omlet, kuru fasulye, pilav, üzüm hoşafı onun ana yemekleriydi Yemek sonrası Türk kahvesine bayılırdı
Arkadaşlarıyla günlük sohbetlerinde şehitlerden, gazilerden, çekilen sıkıntılardan ve ulaşılan başarılardan söz edilirdi Kurtuluş Savaşı’mızda cepheden cepheye koşarak gösterdiği olağanüstü başarı ise çevremde sürekli anlatılırdı Ben çocukluğumun o yıllarında bu anlatılanları masal gibi dinlerdim
Rumeli türkülerine, şarkılarına bayılırdı Bazen mırıldanarak söylerdi de  Çankaya Köşkü ve Dolmabahçe Sarayı’na Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Bedia Muvahhit, Vasfi Rıza Zobu gibi sanatçıları sık sık davet ederdi Benim de bu sanatçıları çok sevdiğimi bilirdi Eğer onlar köşke gelmeden uyumuşsam, “Ülkü’yü uyandırın, gelsin onları görsün, dinlesin, onlarla konuşsun, sonra geldiklerini duyarsa niçin görmedim diye üzülür” dermiş
Kimi geceler ise baloya katılırdık Burada eğer dans ediyorsa, ben de hemen koşup pantolonuna yapışır, “Benimle oyna, benimle dans et” dermişim
Deniz mevsimini ise Florya’da geçirirdik Florya Köşkü ve çevresi o zamanlar halkın denize girebildiği temiz ve sakin yerlerdi Atatürk’çüğüm, özellikle halkın yoğun olduğu bu yerde halkıyla yakın olmak için bir köşk yapılmasını istemiş Florya Köşkü’nde benim kaldığım bir çocuk odası vardı Yatağım, iskemlem, oyuncaklarım ve giyeceklerim bu odadaydı Florya’da zaman zaman denize girerdik birlikte
“Bir insan neyi seviyorsa, yeteneği neye yatkınsa onu yapmalı Çünkü insan, ancak sevdiği bir işte başarılı olabilir” derdi Manevi kızlarından Sabiha Gökçen’in havacılığa olan tutkusu nedeniyle onun pilot olmasını, Afet İnan’ın tarihe olan merakı nedeniyle o dalda eğitim görmesini istemiş
Yakın arkadaşı Cevat Abbas’a, “Cevat, ben Ülkü’de büyük bir yetenek görüyorum Onun bir an evvel büyümesini, kendisinin balerin olmasını istiyorum” demiş Ben çok enerjik, ritm duygusu gelişmiş, müzik duyunca oynamaya başlayan bir çocuk olduğum için Atatürk’çüğüm bendeki bu özelliği görmekte gecikmemiş Fakat o zamanlar Türkiye’de bir bale okulu yokmuş Dışarı gitmek için de yaşım çok küçükmüş Ömrü yetseydi mutlaka beni balerin olarak yetiştirecekti Atatürk’çüğümü kaybettiğimde çok küçüktüm, sonradan onun bu isteğini yerine getiremediğim için çok üzüldüm Üzerimde bembeyaz bale giysilerimle onun huzurunda “Kuğu Gölü”nü ya da “Fındıkkıran”ı oynamayı ne çok isterdim
Gözümün önünde, onunla geçen günlerin güzel anısı olarak anımsadığım pırıl pırıl taze yüzlerce fotograf var Fakat özellikle Türk eğitim ışığının başlangıcında bana okuma yazma öğretmesiyle ilgili fotografın önemi çok büyük Bu fotograf aynı zamanda Atatürk’çüğümün eğitime verdiği değer ve önemin de bir kanıtı Tahta başında, yeni alfabeyi büyük bir sabırla bana öğretmesi onun öğretmenlik tutkusundan olsa gerek Farkında olmadan o kadar çok şey öğrendim ki ondan Okumayı, yazmayı, resim boyamayı, yemek yerken çatal bıçak kullanmayı, yüzmeyi, en önemlisi de kendime saygı ve güven duymayı o öğretti bana Bunları yaparken de kırmadan, üzmeden, ağırlığını duyumsattırmadan, sonsuz bir hoşgörü içinde sevgiyle yaklaştı hep Herşeyi sabırla ve en küçük ayrıntısıyla anlatan yumuşacık sesi hâlâ kulaklarımda  Ben ele avuca sığmayan yaramaz bir çocukmuşum
Ama kimse Atatürk’ü buna bir türlü inandıramamış Bana karşı her zaman çok duyarlı ve bir anneden daha sabırlıydı Hiç “Yapma” diye, “Hayır” diye davranışlarımı engellemezdi, ancak yönlendirirdi Olağanüstü bir ikna yeteneği vardı, bir şeyi baskısız, özgürce ve istekle yaptırırdı Sanki bir rehber, bir psikolog gibiydi Liderlik, önderlik dedikleri bu olsa gerek  
Atatürk’çüğüm, benim her zaman doğruyu söyleyen, dobra bir insan olarak yetişmemi ister, hiçbir konuda asla yalan söylememem gerektiğini sık sık yinelerdi Hastalığı sırasındaki ilk komadan sonra kendine gelince ne olduğunu, doktorlara, yanındakilere soruyor Fakat aldığı yanıtları inandırıcı bulmuyor Bunun üzerine, “Bana Ülkü’yü çağırın! O bana doğruyu söyler” diyor Bu sözleri ne zaman anımsasam, bana o küçücük yaşımda duyduğu güvenden ötürü hâlâ duygulanır, göz yaşlarımı tutamam Doktorlar hastalığı sırasında onun yorulmamasını istedikleri için benimle geçirdiği zamanı bile 5-10 dakika ile kısıtlamışlardı O doyamadığım, sınırlı zamanda bile Atatürk’çüğümle olabilmek duygusu bana yetiyordu Sonra  Bir sabah evde herkesin ağladığını gördüm Durumu küçük yaşıma karşın hemen anladım Atatürk’çüğüm artık yoktu  Bir daha benimle olmayacaktı  Bu acı olayın ardından yıllar geçtikçe onun da bizim gibi ölümlü bir insan olduğunu kabullenmek zorunda kaldım Ve anılarımla yetindim Yaşamım boyunca onun ölümsüz düşüncelerinin izinden gittim O güzel anıları yüreğimde taşıdım ve korudum
Atatürk’ün sevgi ve ilgisiyle büyümek, onun “Ülkü”sü olmak benim en büyük onur ve gurur kaynağımdı Ama, küçük bir kız çocuğunun, çocukluğun o temiz duygulu ve sevecen tavrında, Türk’ün Atasının sevgisinin doruğunda olmak, onun tarafından korunmak, kollanmak ve sevilmek bambaşka bir duyguydu O günleri bazen yaşanmış güzel bir düş, görülmüş renkli bir rüya diye algılıyorum Böyle bir ayrıcalığa sahip olduğum için de kendimi şanslı görüyorum Ve  Atatürk’çüğümü, her geçen gün daha da çok özlediğimi burnumun direği sızlayarak duyumsuyorum
|