Türk Tarihine Genel Bir Bakiş |
10-07-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihine Genel Bir BakişTÜRK TARİHİNE GENEL BİR BAKIŞ İslâmiyetten Önce Türkler : Türkler, dünyanın en eski, asil, büyük devletler kurup, pek çok ünlü şahsiyetler yetiştiren medenî milletlerinden biridir Türkler, Nuh peygamberin oğullarından Yâfes'in Türk adlı oğlunun neslindendir Tarihî şahıs, boy ve millet adlarının oluşumuna göre, Türk kelimesinin aslı "türümek" fiilinden gelmektedir Bu fiilden türetilmiş, kişi ve insan anlamında "türük" ve nihayet hece düşmesiyle "Türk" kelimesi ortaya çıkmıştır Nitekim Anadolu'da bir kısım göçebeler de yürümekten "yürük" adını almışlardır Türk kelimesi, ayrıca, çeşitli kaynaklarda; "töreli, töre sahibi, olgun kimse, güçlü, terk edilmiş, usta demirci ve deniz kıyısında oturan adam" manâlarında kullanılmaktadır Coğrafî ad olarak Turkhia (Türkiye) tabiri ise altıncı yüzyıldaki Bizans kaynaklarında, Orta Asya için kullanılmıştır Dokuzuncu ve onuncu asırlarda, Volga'dan Orta Asya'ya kadar olan sahaya denilirdi Bu da Doğu ve Batı Türkiye olmak üzere ikiye ayrılıyordu Doğu Türkiye, Hazarların; Batı Türkiye ise Türk asıllı Macarların ülkesiydi Memlukların ilk zamanlarında, Mısır'a da Türkiye deniliyordu Selçuklular zamanında, onikinci yüzyıldan itibaren Anadolu'ya Türkiye denilmeye başlandı Türk kelimesini Türk devletinin resmî adı olarak ilk defa kullanan, yedi ve sekizinci yüzyıllarda hüküm süren (681-745) Göktürk Devletiydi Bilinen en eski Türk kavmi, Çinlilerin Hiong-nu dedikleri, MÖ 3 asrın başından itibaren tarih sahnesinde görülen Hunlardır Bu kavmin anayurdu, Tienşan'ın kuzey kesimiyle batıdaki Altay Dağları, Orta Urallar ve Hazar Denizi'nin kuzey hudutları içinde kalan vadideydi Şenyu denilen hükümdarlarının ordugâhı, Orhun Irmağı kıyısında bulunuyordu Nüfus çoğalması ve fetih isteği gibi iki büyük sebeple yayılmaya başladılar ve Çin hudutlarına kadar olan bölgeyi ele geçirdiler İslamiyetten Önce Türk Devletleri: Türklerin kurduğu en eski devlet olan Hun İmparatorluğu, aynı zamanda, Türk askerî teşkilat ve idareciliğinin de ilk örneğidir Osmanlılar zamanı dahil olmak üzere, bütün tarih boyunca Türk teşkilatının baş kaidesi olan, sağ ve sol ikili nizam, Hunlar tarafından kurulmuştur Hun ordusu, on bin, bin, yüz ve on kişilik gruplar halinde, onlu sisteme göre oluşturulmuştu Keçe çadırları içinde oturuyor ve besledikleri koyun, at ve sığır sürülerinden elde ettikleri ile geçiniyorlardı Hunlar, MÖ 3 yüzyılın sonlarında, Sarı Irmağın kıvrım yaptığı alana gelerek, Çin içlerine doğru akınlara başladılar Çinliler, bu Türk kavminin süvarileri karşısında tutunamayıp, ağır yenilgilere uğradılar Böylece Çin hakimi olan Ti-şin hanedanı, Çin Seddini tamamlamaya çalıştı Türk kavimlerini toplayıp, imparatorluk halinde birleştiren ilk büyük Hun hükümdarı, Teoman Yabgu'dur (MÖ 220) Teoman Yabgu'dan sonra, Hun tahtına oğlu Mete Yabgu geçti Mete Han zamanında yapılan fetihlerle, Hun İmparatorluğunun toprakları, Hazar Denizinden Japon Denizine kadar uzandı Bu topraklarda, çeşitli Türk kavimlerinin yanısıra, diğer Altaylı kavimler de yaşıyordu Mete devri, Hun İmparatorluğunun en parlak devri oldu (MÖ 209-174) Mete Han'dan sonra gelen yabgular zamanında, Çinlilerle ilişkiler arttı Özellikle evlenme yoluyla, Türk ve Çin hükümdar aileleri arasında yakınlıklar doğdu Bu yakınlıklar, Hunların iç işleri bakımından bir çok karışıklıklara yol açtı Buna rağmen Hun İmparatorluğu, MÖ 1 yüzyıla kadar üstünlüğünü devam ettirdi Bu yüzyıda ise, Türk beyleri arasında taht kavgaları gittikçe arttı Çinliler de bu kavgalardan faydalanarak, Türkleri zayıflatmayı bildiler Neticede Hunlar, Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrıldı Bunlara, Güney ve Kuzey Hunları da denir MS 3 yüzyılın başlarında, başka bir Türk kavmi olan Siyerpiler, Hunlarla iktidar mücadelesine giriştiler Sonunda Moğolların ve bazı Türk boylarının da yardımıyla, Hunların hakimiyetine son verdiler Büyük Hun İmparatorluğu, tarihte bilinen eski imparatorlukların en büyüğüydü Siyerpiler'le yaptıları savaşları kaybettikten ve Asya'daki Büyük Hun İmparatorluğu dağıldıktan sonra, Hunların bir kısmı, Dinyeper nehriyle Aral Gölünün doğusu arasındaki bölgeye yerleştiler ve 4 yüzyılın ortalarına kadar orada yaşadılar Çin'den gelen Hun kitleleriyle çoğalan ve uzunca bir süre sakin bir hayat yaşamak suretiyle güçlenen bu Hunlar, iklim değişikliği ve geçim şartlarının bozulması sebebiyle, bu tarihten itibaren Batı'ya göç etmeye başladılar O tarihlerde, Karadeniz kuzeyindeki düzlükler, bir Cermen kavmi olan Gotların işgali altındaydı Don-Dinyeper nehirleri arasında Doğu Gotları (Ostrogotlar), batısında ise Batı Gotları (Vizigotlar) bulunuyordu Daha batıda Transilvanya ve Galiçya'da Gipidler, bugünkü Macaristan'da Tisa Nehri havalisinde Vandallar vardı Hun başbuğu Balamir'in idaresinde, hayret edilecek bir hareket kabiliyeti ve gelişmiş bir süvari taktiğiyle hareket eden Hunlar, Önce Doğu, sonra da Batı Gotlarla karşılaştı Yerlerinden kopan bu kavimler, batıya doğru hızla akarak, Roma İmparatorluğu topraklarını, Kuzey Karadeniz'den İspanya'ya kadar her tarafı alt üst ettiler Böylece, Avrupa'nın etnik manzarasını değiştiren ve tarihte Kavimler Göçü denilen hadise meydana geldi Âni ve şiddetli Hun darbelerinin, beklenmedik şekilde ortaya çıkan Hun akıncı birliklerinin, Doğu Avrupa kavimleri arasında uyandırdığı dehşet, Batı dünyasında büyük yankılar yaptı Hunlar aleyhine, Latin ve Grek kaynaklarından inanılmaz rivayet ve hikâyelerin çıkmasına ve yayılmasına sebep oldu Hunlar, 378 yılı baharında Tuna'yı geçtiler ve Romalılardan direniş görmeksizin Trakya'ya kadar ilerlediler Bu arada daha büyük bir Hun kütlesi, Kafkaslar üzerinden Anadolu'ya yöneldi Bu ikinci akıncı kolu, Güney Anadolu'dan Suriye'nin Akdeniz kıyılarına ve Kudüs'e kadar yıldırım hızıyla ilerledi Sonbahar'da aynı yoldan Azerbaycan'a döndü Batı'da ise Balamir'in oğlu Ildız'ın komutasındaki Hun süvari birlikleri, Bizans İmparatorluğunu barışa zorladı Ildız'dan sonra hun tahtına geçen Karaton ve Rua zamanlarında da Bizanslılar, Hunlara vergi ödedi Rua'nın 434'te ölmesi üzerine devletin başına Attila geçti Attila zamanında Hunların hakimiyeti, Volga Nehrinin doğusundan bugünkü Fransa'ya kadar uzandı Yönetimleri altında, çeşitli Türk boyları da dahil olmak üzere kırkbeş kavim yaşıyordu Bunların çoğu, şimdiki Avrupa milletlerinin dedeleridir Bizans, Hunlara verdiği vergiyi üç katına çıkardı Attila, 451'de Hristiyan dünyasının merkezini zaptetmek üzere, yüz bin kişilik ordusuyla Roma önüne geldi Ancak, Attila'nın önünde diz çöken ve Roma'nın kendisine boyun eğdiğini bildiren papa, kentin kurtarılmasını sağladı Attila'nın ölümünden sonra tahta çıkan oğulları İlek, Dengizik ve İrnek dönemlerinde, Hun birliği parçalandı Ayaklanan Cermen kavimleriyle yapılan savaşlar, Hunları yordu Sonuçta Orta Avrupa'da tutunmanın zorluğunu gören İrnek, Hunların büyük kısmı ile, Bizans'tan geçiş izni alarak Karadeniz'in batı kıyılarına döndü İrnek idaresindeki Hunların, önce Güney Rusya düzlüklerinde görülen, sonra Balkanlarda ve Orta Avrupa'da birer devlet kuran Bulgarlarla Macarların oluşumunda büyük rol oynadığı anlaşılmaktadır Geleneklere göre, Bulgar Türk Devletinin kurucusu Dulo sülalesiyle Macar kabilelerini Tuna boyuna getirerek orada yerleştiren Arpad Hanedanı, İrnek'i ata tanımaktadırlar Hunların büyük kısmı, Volga'dan batıya geçerken, onlardan bir kısmı olduğu ileri sürülen Ak Hunlar 4 yüzyılda Batı Türkistan'a göçerek, burada Ak Hun devletini kurmuşlardı Ak Hunlar, 441 senesinde Semerkant, Buhara ve Belh çevresini ele geçirerek, İran Sâsânî Devletiyle komşu oldular Bir süre sonra Horasan'a sefer düzenleyen Türkler, Sâsânî hükümdarı Şehinşah Firûz'u mağlup ettiler Ak Hunlar, bu parlak zaferden sonra tam bir asır Türkistan ve Afganistan'ın kudretli hâkimi olarak hüküm sürdüler 6 Asrın başlarında Ak Hunlar, ülkelerini Göktürklere bırakmak zorunda kalarak, onların tâbiiyeti altına girdiler MS 3 yüzyıl başlarında, Türklerin Tabgaç Hanedanı Kuzey Çin'de güçlü bir siyasî teşekkül meydana getirerek, Asya Hunlarının yerini aldı Tabgaç hakimiyeti, hükümdar Kuei zamanında (385-409) Pekin'e kadar uzandı Bu durum, Tabgaçların Çin'le çok fazla yakınlık kurmalarına ve onların hayatlarına alışmalarına yol açtı O kadar ki, bazı Tabgaç yabguları, Çinlilere hayranlıkları yüzünden kendi halklarını ve kültürlerini hor gördüler Bu durum Tabgaçların Çin kültürü ve Çin kalabalığı içinde eriyip gitmelerine sebep oldu Onların yerine 4 asrın sonunda, iktidar, Avar hanedanının eline geçti Avar Türkleri, önceleri Hun ve Tabgaç hanedanlarının hakimiyeti altında yaşıyorlardı Tabgaç iktidarının zayıflamasıyla Orta Asya hakimiyetini ele geçiren Avar Hanedanı, 4 yüzyıl sonundan 6 yüzyıl ortasına kadar devam etti Avar kağanları hem doğuda, hem batıda fetihler yapmışlar, esas olarak Çin'le uğraşmışlardır Avar Devleti, Onabay Kağan zamanında Göktürklerin isyanı üzerine yıkıldı (552) Göktürkler karşısında uğranılan başarısızlık üzerine, Avar kitleleri batıya doğru çekildiler 558 yılında, Sabar hakimiyetini yıkıp, Kafkaslara doğru ilerlediler Buradaki İranlı Alanları egemenlikleri altına aldıktan sonra, Bizans'a elçi gönderek yıllık vergi ve kendilerinin yerleşebilecekleri arazi istediler Bu arada Dalmaçya'da ve Balkanlar'da geniş çaplı bir fetih hareketine giriştiler Bizans İmparatoru, Avar akınını durdurmak maksadıyla, Aşağı Tuna havzasında, başta Antlar olmak üzere, bazı Slav ülkelerinde bir set kurmaya çalıştı Fakat 562'de bu engeli rahatlıkla aşan Avarlar, Bizans'la sınırdaş oldular Avrupa içlerine büyük akınlarda bulundular Bizans İmparatorunun vergi ödememesi üzerine Orta Karpatlara girdiler 568'de, bugünkü Macaristan'ı tamamen hakimiyetleri altına aldılar Böylece Orta Avrupa'da büyük Avar İmparatorluğu kuruldu Devletin sınırları, Elbe Vadisi ve Alp Dağlarından Don Nehrine kadar uzanıyordu Avar Hakanlığının ikiyüz yıl kadar süren hakimiyeti devrinde en mühüm askerî teşebbüsleri, İstanbul'u kuşatmalarıdır 619 ve 626 yıllarında iki defa olmak üzere, Sâsânîlerle ortak yapılan bu kuşatmalar çok şiddetli geçti Surlar önünde çarpışmalar günlerce sürdü Ancak Avar ordusu kuşatmadan, donanması olmadığı için bir sonuç alamadı Güç şartlar altında çekilmek zorunda kaldı Avarların, Bizans başşehrinde büyük heyecan uyandıran özellikle ikinci harekâtı, tarihî birtakım hâtıralar da bıraktı Avarların çekildiği gün, Bizans'ta bayram ilan edildi ve kiliselerde âyinler asırlarca devam etti Diğer taraftan İstanbul kuşatmasının başarısızlıkla sonuçlanması, Avar Hâkanlığının îtibarını sarstı Tâbi kavimler başkaldırmaya ve dağılmaya başladılar Uzun mücadeleler neticesinde, Balkanlar Bulgarlara, Tuna-Sava bölgesi Hırvat-Sloven gibi Slav kabilelerine, Bohemya sahası da Çeklerin atalarına terkedildi Zayıflayıp küçülmesine rağmen Avar Hakanlığı, yaklaşık 170 yıl daha varlığını korudu Fakat, 791'den itibaren Frank İmparatorluğunun amansız hücumları sonunda tamamen ortadan kalktı(805) Parçalanan Avar grupları, Doğu Macaristan ve Balkanlara dağılıp kısa zamanda Hristiyanlaşarak ve dillerini unutarak yerli halk içinde eridi Türk sözünü ilk defa resmî devlet adı olarak kullanan ve onu bütün bir millete ad olarak vermek şerefini kazanan Göktürk Kağanlığı, Doğu Sibirya'daki Yakut Türkleriyle batıdaki Oğur (Bulgar) Türklerinin bir bölümü dışındaki Türk asıllı bütün kütleleri, kendi idarelerinde birleştirdiler Göktürklerin tarih sahnesine çıktıkları sıralarda, Altay Dağlarının doğu eteklerinde, toplu bir halde, geleneksel sanatları olan demircilikle uğraştıkları ve Juan-Juan Devletine silah imal ettikleri bilinmektedir 552'de Juan-Juan Devletinin çökmesi üzerine Göktürklerin boy beyi Uluç Yabgu'nun oğulları Bumin ve İstemi Kağanlar, Ötüken merkez olmak üzere devleti kurdular Avar Kağanlığını yıktılar Bumin Kağan, devletin doğu bölgesine, İstemi Kağan da batı bölgesine hükümdar oldu Doğu Göktürkler, siyasî bakımdan hep Çin'le karşı karşıya geldiler Çin'le sık sık savaşlar yapılıyor, arada uzun sürmeyen barış dönemleri geliyordu Doğu Göktürk Devletinin başına Bumin Kağan'dan sonra sırasıyla, İstemi Kağan, Kara Kağan, Muskan Kağan, Tapo Kağan, İşbara Kağan, Çur Bağa Kağan, Tulan Kağan, Bilge Tardu Kağan, Türe Kağan, Şipi Kağan, Çuluk Kağan ve Kara Kağan geçti Bu Göktürk kağanları da önceki Türk hükümdarları gibi, Çinli prenseslerle evleniyorlardı Çinliler ise zaman zaman gönderdikleri elçilerle, zaman zaman da bu Çinli hâtunlar sayesinde Göktürk ülkesinde siyasî karışıklıklar ve parçalanmalar meydana getirebiliyordu Nitekim Çinli İçing Hâtunla evlenen Kara Kağan, onun etkisinde kalarak Çin'e savaş açtı (630) Yapılan savaşlardan birinde Kara Kağan esir düştü ve Türkler, Çin hakimiyetini tanımak zorunda kaldılar Göktürklerin en buhranlı zamanında açılan bu savaş, Kara kağan ve onbinlerce Türkün esareti ve devletin yıkılmasıyla sonuçlandı 582'de Doğu Göktürk Hakanlığından kesin olarak ayrılan; Ötüken, Batı Moğolistan, Aral Gölü havalisi, Kaşgar, Mâverâünnehir ve Merv'e kadar Horasan sahaları üzerinde hakim bulunan Batı Göktürk Hakanlığının hakimiyeti de uzun sürmedi Tardu Kağan'dan sonra ülke, şehzadeler arasında taht kavgalarına sahne oldu Nihayet 630 yılı Doğu Göktürklerinin olduğu gibi Batı Göktürklerinin de Çin hakimiyeti altına girdiği bir devir oldu 630-680 yılları arasındaki 50 yıllık zaman, Göktürklerin bağımsızlıklarını kaybettikleri bir mâtem devresi oldu Her ne kadar Orta Asya'da Türkler varlıklarını, dil, inanç ve geleneklerini korumuşlarsa da, müstakil bir devletten mahrumiyet, Göktürkler için haysiyet kırıcı bir ızdırap kaynağıydı Kitabelerden anlaşıldığına göre, Göktürkleri bu felâkete düşüren sebepler üç noktada toplanmaktadır: 1 Sonra gelen devlet adamlarının kötü idaresi "Kağan bilge imiş, cesur imiş; buyrukları bilge imiş, cesur imiş Beyleri de kavmi de iyi imiş, böylece ülkeyi tutup töreye göre tanzim etmişler Sonra kardeşler, oğullar kağan olmuş, küçük kardeş büyük kardeş gibi olmadığı, oğul babası gibi olmadığı için, bilgisiz kağanlar tahta oturmuşlar, buyrukları da bilgisiz, fena imiş Türk beyler, Türk adını atmışlar, Çin beylerinin adını almışlar Çin hakanına boyun eğmişler, elli yıl işlerini güçlerini ona vermişler" 2 Türk kavminin yanlış tutum ve davranışı "Türk budunu Sen aç olduğun zaman tokluğunu düşünemezsin, tok olduğun zaman açlık nedir bilmezsin Bu sebeple hakanın iyi sözlerine kulak vermedin, yurdundan ayrıldın, harap, bitkin düştün Müstakil hanlığına karşı kendin yanıldın Doğuya gittin, batıya gittin, kutlu yurt Ötüken'i terk ederek gittiğin yerlerde ne yaptın? Su gibi kan akıttın Kemiklerin dağlar gibi yığıldı Türk budunu, kendi hakanını bıraktı, hüküm altına girdi Hüküm altına giren Türk budunu öldü, mahvoldu" 3 Çinlilerin bölücü ve yıkıcı propagandası "Çin kavminin sözü tatlı, hediyesi güzel imiş Tatlı sözü, güzel hediyesi, uzak kavimlari yaklaştırır imiş Sonra da fesat bilgisini orada yayarmış İyi, bilge kişiyi yürütmez imiş Onun tatlı sözüne, güzel hediyesine kapılan çok Türk kavmi öldü" Millet, kendisine de şöyle sesleniyordu: "Ülkeli bir kavim idim, şimdi ülkem nerede? Hakanlı bir kavim idim, hakanım nerede?" Bu düşünceler içindeki Türk prensleri, zaman zaman ihtilâl girişimlerinde bulundularsa da, hepsi kanlı bir biçimde bastırıldı Bu hareketler arasında en hayret verici olanı, 639 yılında Kürşad'ın ihtilâl teşebbüsüdür T'ang imparatorunun saray muhafız kıtası subaylarından olan Göktürk prensi Kürşad, Türk devletini diriltmek için, 39 arkadaşı ile gizlice anlaştı Bazı geceler şehirde dolaşmaya çıkan imparator, yakalanarak kaçırılacaktı Fakat plânın tatbik edileceği gece ansızın patlayan fırtına yüzünden, İmparator saraydan çıkmadı Kararın geciktirilmesini mahzurlu gören Kürşad ve arkadaşları bu defa doğruca saraya yürüdüler 40 Türk, sarayı ele geçirip, başkente hakim olmayı düşünüyorlardı Yüzlerce muhafız telef edildiyse de, dışarıdan sevkedilen orduyla başa çıkılamadı Bunun üzerine saray ahırlarından seçme atları alarak Vey Irmağına doğru çekildiler Ancak, fırtına ve sel, köprüleri de yıkıp götürmüştü Irmak kenarında Çin ordusuyla savaşa tutuşan Kürşad ve arkadaşları, birer birer ecel şerbetini içerek bu dünyadan göçtüler Kürşad liderliğindeki kırk yiğit başarısız kaldılarsa da, Türk milletinin kalbindeki sönmez istiklâl ateşini tutuşturdular Onlardan sonra bu ateşle yanan Türkler, her fırsatta baş kaldırdılar Birkaç kez daha başarısız ihtilâl girişiminden sonra, nihayet 682 yılında Kutlug Şad, etrafına topladığı Türklerle bağımsızlığını ilân etti Dağılmış boyları bir araya topladı Bu sebeple İlteriş ünvanını aldı Çinli bir prensesle değil, bir Türk kızıyla evlendi Bilge Han ve Kültigin adında iki oğlu oldu Kutlug ölünce yerine kardeşi Kapagan Han kağan oldu Yirmiiki yıl saltanat süren Kapagan Kağan'ın ölümünden sonra ülke karışıklıklar içinde kaldı Bunun üzerine İlteriş Kutlug Kağan'ın oğulları Bilge Han ve Kültigin birleşerek idareyi ele aldılar Bilge Han kağan, Kültigin ise ordu kumandanı oldu Böylece Türk tarihinde ilk defa iki kardeş, devlet idaresinde birlikte hareket etmiş ve hiçbir kıskançlık duymadan birbirlerine yardım etmiş oluyorlardı Bilge Kağan ile Kültigin, iç ve dış bütün tehlike ve tehditleri ortadan kaldırdılar Başkaldıran herkese boyun eğdirdiler Ülkenin, milletin ve devletin birliği sağlandı Göktürkler devrinin en önemli eseri, Orhun Âbideleri'dir Göktürk yazısı ile yazılan üç âbide, 725-735 yılları arasında diktirilmiştir Burada Bilge Kağan ile kardeşi başkumandan Kültigin'in ve Bilge Kağan'ın kayınpederi olan Vezir Bilge Tonyukuk'un bir ara Çin esaretine düşen Türk devletini yeniden kalkındırmak için gösterdikleri gayretler anlatılır ve gelecek Türk nesillerinin bu tecrübelerden faydalanmaları istenir Ayrıca istiklâl fikri verilir 745'te Göktürklerin yıkılması üzerine, Uygur hanedanı, büyük Türk Hakanlığı tahtına geçti Uygurlar devrinde, Türkistan tamamen Türkleşti ve İranlı unsurlar, dillerini bırakarak eridi Bir kısmı da batıya çekildi 840'ta kuzeyden gelen Kırgızlar, Uygurları bugünkü Moğolistan'dan sürünce, Doğu Türkistan'a yerleştiler İlk Uygur hakanı olan Kutluk Bilge Kül Kağan, atalarının inancındaydı Uygurlar devrinde Türklük, bir din arayışına girdi Aralarında Maniheizm, Budizm, hattâ Hristiyanlık yayıldı Bu devirde Türkler yerleşik medeniyete geçerek, Doğu Türkistan'da pek çok şehir kurdular ve kurulu şehirleri genişlettiler Uygur alfabesiyle binlerce eser tercüme edildi Kâğıt ve matbaa kullandıkları için, bazı kitapları günümüze kadar ulaşan Uygurlar, bugünkü Moğolistan'ı kaybettikten sonra imparatorluk olmaktan çıktılar Türkistan ve Kansu'da yaşayan bir Türk hânedanıyken 840'ta Karahanlı hakimiyetine girdiler 468'den 965'e kadar, diğer bir Türk kavmi olan Hazarlar, Kuzey Karadeniz ve Kafkasya'da, kudretli, yüksek kültrülü bir hakanlık kurdular Bir kısmı Müslüman olan Hazarların kağan denilen hakanları, daha çok musevî dinine girdiler ve bu dine giren yegâne Türk kitlesini teşkil ettiler Diğer taraftan, Avarlar'dan sonra 10 asırda Peçenekler, Balkanlar ve Karadeniz'in kuzeyinde güçlü bir devlet kurdular Peçenekleri takiben, Uzlar ve Kıpçaklar Avrupa'ya yerleşerek, Balkanlar'da bir müddet hakimiyet sürdükten sonra, Hristiyan olup Slavlaşarak Türklüklerini kaybettiler 8 asırla 13 asır arasında yaşayan en tanınmış Türk kavimleri; Uygurlar, Kırgızlar, Kıpçaklar, Karluklar, Peçenekler ve Oğuzlardı Uygurlar, Göktürkler zamanında Altay Dağlarının kuzeydoğusunda yaşıyorlardı 745'te Göktürk hânedanına son vererek, kendi hânedanlıklarını kurdular Göktürkler zamanında Baykal Gölü ile Yenisey arasındaki Sayan Dağları havalisinde yaşayan Kırgızlar, daha ziyade mavi gözlü ve sarışın idiler 9 ve 10 asırda, Müslüman tüccarlar vasıtasıyla İslamı kabul ettiler Kıpçaklar, Büyük Kıymek kavminin en önemli koluydu 11 asrın ikinci yarısında Sirüderya Irmağının kuzeyindeki bozkırın önemli bölümüne hakim oldular Moğol istilâsı sırasında esir alınan genç Kıpçak Türkleri, İslâm ülkelerine satılmıştır Bunlar; Bağdat Abbasî halifeleri, Türkiye Selçukluları ve Eyyubîlerin hâssa ordularında hizmet etmişler ve 1250 yılında, Mısır'da asırlarca devam edecek olan Memlûk Devletini kurmuşlardır Karluklar, Göktürk İmparatorluğuna dahil en önemli Türk kavimlerinden birisiydi Göktürkler zamanında Balkaş Gölü'nün doğu kıyıları ile Kara İrtiş Irmağı kıyılarında oturuyorlardı 9 asrın ortalarından 13 asra kadar Ceyhun ve Tarım Irmağı ve Balkaş Gölü arasındaki Türk ülkelerini idare eden Karahanlı Hânedanı Karluk kavmindendir Oğuzlar, Türk câmiâsının belkemiğini teşkil eden en mühim ve en büyük koldur Tarihteki en büyük ve en muhteşem devletleri onlar kurdular Göktürkler, Selçuklular ve Osmanlılar, Oğuzlar'ın birer koluydu |
Türk Tarihine Genel Bir Bakiş |
10-07-2012 | #2 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihine Genel Bir BakişEski Türklerde Devlet Teşkilâtı, Kültür ve Medeniyet Türk cemiyetinin temeli aile idi Evlenen kız veya erkek, ailesinden kendi hissesine düşenleri alarak ayrı ev kurardı Aileden sonraki en büyük sosyal birlik Uruk (sülâle) idi Uruk veya soylar toplamına ise boy denirdi Boyların kendilerine ait toprakları, başlarında boy beyleri bulunur, boy beylerini ise aile ve uruk temsilcileri seçerdi Boylar birleşerek siyasî bir birlik haline gelirse, buna "budun" denirdi Budunun başına geçen kimseye "han" adı verilirdi Birden fazla budun bir merkezden idare edilirse, buna "il" denilmekteydi ki, bugünkü "devlet" teriminin karşılığıdır Türklerin en belirgin özelliklerinden biri, kuvvetli bir teşkilâtçılık yeteneğine sahip olmalarıdır Yaşadıkları hayat da onları hürriyete, istiklâle alıştırdığı için, hiçbir zaman devletsiz olmamışlardır Gerçekten Türklerin 2500 yıllık tarihlerinde, devletsiz kaldıkları, yani istiklâllerini kaybettikleri bir devre rastlanmaz Dünyada daima bir veya birkaç Türk devleti bulunmuştur Türklerde istiklâle verilen değer, bazı tarihî kayıtlarda görülmektedir MÖ 58'de cereyan eden bir hâdise dolayısıyle, Çin yıllığı, Hun devlet meclisinde yapılan şu konuşmayı nakleder: "Bizim için tâbiiyet yüz kızartıcıdır Atalarımızdan toprakla birlikte devraldığımız istiklâlimizi, Çin ile uzlaşmak pahasına feda edemeyiz Mücadele edecek savaşçılarımız halâ mevcutken, devletimizi korumalıyız" Orhun Kitabelerinde ise, istiklâl elden gittikten sonraki durum için: "Beğ olmaya lâyık oğlun kul, hâtun olmaya lâyık kızın cariye" olduğundan yakınan Bilge Kağan, Türk devlet ve istiklâlinin devamına inancını şu sözlerle ifade etmiştir: "Yukarıda gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe, Türk budununun ilini, töresini kim bozabilir" Türk devletinin başında bulunan kimselere "Tanju, Kağan, Han, Yabgu, İlteber" gibi çeşitli isimler verilmiştir Bunların hükümdarlık alâmetleri, "taht, otağ, tuğ, davul, sorguç" gibi şeylerdi Hükümdar tuğunun tepesinde, altından bir kurt başı bulunurdu Hükümdar, yaradanın inâyet ve yardımına mazhar olduğu sürece halkına iyi bakar, onu zenginlik ve adalet içinde yaşatırdı Bunu başaramayan kağandan, yaradanın, kut'u yani siyasî iktidarı geri aldığı düşünülür ve ona karşı isyan etmek meşru sayılırdı Hükümdarlar, devlet işlerinde daima, büyük beylerden meydana gelen bir meclise danışırlar, onların razı olmadıkları işi pek yapmazlardı Danışma meclislerinde herkes sözünü açıkça söyler, hükümdarı dahi istediği gibi tenkit edebilirdi Çünkü meclis üyeleri, asıl güçlerini, temsil ettikleri zümrelerden alırlardı Hükümdarın idare yetkisi, bazı şartlarla tahdit edilmiştir Bunların başında halkı doyurmak, giydirmek, toplamak, çoğaltmak ve huzura kavuşturmak gelir Kutadgu Bilig'te, halkın hükümdardan isteklerini; a) iktisadî istikrar, b) âdil kanun, c) âsâyiş olarak sınırladıktan sonra , "Ey hükümdar, sen halkın bu haklarını öde, sonra kendi hakkını iste" denilmektedir Hükümdarların eşlerine "katun" (hâtun) denirdi Türk kağanları çoğunlukla Çinli veya diğer yabancı prenseslerle evleniyorlardı Bunlar daha çok siyasî sebeplere dayanıyordu Ancak, oğulları hükümdar olacağı için, ilk eşlerini Türk kızlarından seçmeye dikkat ederlerdi Hâtunlar zaman zaman devlet işlerine karışırlar, hattâ kendi başlarına hükümdar bile olabilirlerdi Fakat onların devlet işlerine karışmaları dâima şikâyet konusu olmuş ve çoğunlukla kötü sonuçlar vermiştir Kağanların oğulları, devlet işlerine alışmak üzere, tecrübeli devlet adamlarının yanında yetişirler, sonra devletin sağ veya sol kanadına vali olurlardı Bunlar han, şad, tigin gibi ünvanlar alırlardı Hükümdarın ve valilerin emirleri altında, çeşitli görevler yapan devlet memurları vardı Sivil idarede devlet meclisi üyeleri, buyruklar (nâzır, bakan), iç buyruklar (saray idaresine bakan) yanında inanç, tarkan, apa, boyla, yula, baga, ataman, tudun, yugruş, külüg, babacık vb ünvanları taşıyan ve hiçbiri verasete dayanmayan devlet büyükleri bulunurdu Devletin dış siyaset işlerini idare eden memuruna "tangucı", Osmnlılarda "tuğracı", hükümdarların başvezir durumundaki baş müşavirlerine ise "aygucu" denirdi Eski Türkler devamlı şehirlerde yaşamadıkları için, yerleri, sayıları belli bir orduları yoktu Esasen Türklerde herkes savaş sanatını bilir ve gerektiğinde hemen kendi beylerinin emrinde orduya katılırdı Askerlik hizmetinden dolayı kimse devletten ücret almaz, savaş ganimetinden kendi payına düşeni alırdı En büyük askerî birlik, 10 000 kişilik kuvvetti Bu birliğe Tabgaçlar, Göktürkler ve Uygurlarda "tümen" adı veriliyordu Tümenler binli, yüzlü, onlu gruplara ayrılır ve bunların başına binbaşı, yüzbaşı, onbaşı denen komutanlar tayin edilirdi Ordular, o çağın tekniğine göre en tesirli silahlarla donatılırdı Meselâ başlıca silahları olan ok, yay ve kılıç, mızrak ve kargının yanında, kumandanlarda neft atan yangın mermili mancınıklar, subaylarda, görülmemiş savaş âletleri bulunuyordu Savaşta düşmana en şiddetli darbeyi vuranlar, okçu süvari birlikleriydi Bunlar yıldırım hızıyla düşman birliğine ok yağdırıp şaşkına çevirirler, sonra öbür birlikler düşmanı çevirerek imha ederlerdi Savaş sırasına yarım ay biçiminde açılırlar, merkezdekiler geri çekiliyormuş gibi görünür ve onları takip eden düşman, sağ ve sol kanatların kapanmasıyla çevrilmiş olurdu Bu savaş usulüne Türkler kurt oyunu adını verirlerdi Türk ordularının en önemli özelliklerinden biri de disiplindi Savaşta bir asker, komutandan gelen emri eksiksiz yerine getirmekten başka birşey düşünmezdi Diğer taraftan etrafları devamlı düşmanla çevrili bulunan Türklerin rahat ve emin olabilmeleri, disiplinli bir şekilde birlik ve beraberlik içinde yaşamalarıyla mümkündü Bu itibarla Türk ülkelerinde nizam ve intizam sağlayan töre, herşeyden önce gelirdi Türk töresi bugünkü gibi yazılı kanunlar halinde olmayıp, örf ve âdet şeklinde çok sağlam olarak yerleşmişti Her konuda, töre'nin ne olduğunu, küçükler büyüklerden öğrenerek ve yaşayarak yetişirlerdi Gerek kağanın başkanlık ettiği siyasî mahkemelerde, gerek öbür yargıcıların idare ettiği normal mahkemelerde töre hükümleri hiç şaşmadan uygulanırdı Töreye hükümdar da karşı gelemezdi Töreye ters düşen kağanlar, tahtlarından indirilir, hattâ idam edilirdi Türk töresi, oldukça sert ve kesin hükümler ihtiva ederdi Cezaları ağırdı Ancak töre, Türk cemiyetinin belkemiğini teşkil ettiği için, kimse bu cezaları haksız ve adaletsiz görmezdi Zaten, töre'nin dâima doğru ve adaletli olanı emrettiğini herkes baştan kabul ederdi Öyle ki, Türk töresi, milletin yüzlerce yıllık hayat tecrübesinden süzülmüş kurallardan ibaretti Eski Türklerin dinleri, hangi dinden oldukları bugün hâlâ tartışma konusu olmaya devam etmektedir Eski Türklerden günümüze bu bilgileri ortaya çıkaracak yazılı metinlerin gelmemesi, doğru veya yanlış pek çok değerlendirmenin yapılmasına sebep olmaktadır Meselâ Oğuz boylarında bir orgon/uğur kabul edilen kuşlar, totemcilik olarak açıklanmıştır Oysa totemcilik sadece, bir hayvanı ata tanımaktan, yani ona değer vermekten ibaret değildir Bir inanç sistemi olarak onun içtimaî ve hukukî cepheleri de vardır ki, sistemin yaşaması için bu şartların tamam olması gerekir Bu bakımdan, bunları eski Türklerde totem inancı ile izah etmek mümkün görünmemektedir Birçok tarih kitabındaysa, eski Türklerin, Şaman dinine mensup oldukları iddiâ edilmektedir Aslında Şamanlık bir din olmayıp sonradan Türklerin dinine karışmış bir hurafe durumundadır Türkler, Tunguzca bir kelime olan "şaman" yerine "kam" kullanırlardı Kam, tabiat-üstü güçlerle temasa geçebilen insandır Bunlar, kendilerine göre birtakım usullerle trans hâline girer, yani kendilerinden geçer ve normal insanların görüp işitmediği şeylerden haber verirlerdi İslâmiyetten önce Arabistan'daki kâhinlere benzeyen bu kişiler, yani kam veya şamanlar, din adamı olmaktan ziyade, birer kabile büyücüsü durumundaydılar Gelecekten haber verirler, hastaları iyileştirirler, ruhlar âleminde neler olup bittiği hakkında ileri geri konuşurlardı Bu büyücülere olan inancı, din gibi görmek de meseleyi içinden çıkılmaz hale getirmektedir Bugün kesinlik kazanan bilgilere göre Türkler, Tengri (tanrı) dedikleri bir yaratıcıya inanmaktaydılar Tanrının iradesinin üstünlüğüne inanılır, her işte onun rızası düşünülürdü Kazâ ve kadere inanırlar, Yaratan öyle istediği için bir işin öyle olduğunu kabul ederlerdi Bu yaratıcıya Gök-Tanrı denildiği de olurdu Bazıları bu sebeple, tanrının gökyüzü olduğunu belirttiler Oysa Orhun Kitabelerinde: "Üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldıkta, ikisi arasında insanoğlu yaratılmış" denilerek bunların mahluk (yaratılmış şey) oldukları belirtilmiştir Yine onların "Tanrı yapar, Tanrı yaşar" inancına göre, Tanrı mahlûk değil, yaratandır Dolayısıyla Gök-Tanrı meselesinin, gökyüzünü tanrı olarak kabul etmek değil, olsa olsa yanlış bir inanışla tanrının gökyüzünde, yani üstte olduğunu kabul etmek gibi bir düşünceyle ortaya çıktığı kabul edilebilir Nitekim bugün dahi, çok yanlış ve söylenmesi çok tehlikeli olan "üstümüzde Allah var" sözü bazan kullanılmaktadır Diğer taraftan eski Türklerde ahlâkî prensipler bakımından, zina etmek, yalan söylemek, dedikodu yapmak, düşmanları bile olsa bir kimseyi aldatmak, zulüm etmek, hırsızlık yapmak gibi hususlar büyük suç olarak kabul edilip, bunları yapanlar çok ağır şekilde cezalandırılırdı Yukarıda belirtilen temel itikadî ve amelî esaslar, İslâmla büyük bir benzerlik göstermektedir Allah'ın her kavme ve millete peygamber gönderdiği bilindiğine göre, Hazret-i Nuh'un oğlu Yâfes'in evlatları olan Türklere de peygamberler geldiği ve bunlara doğru yolu gösterdiği çok büyük ihtimal dahilindedir Ancak bu peygambere veya yol göstericiye Türklerin ne ad verdiği üzerinde durulmalıdır Nitekim, uçmak (Cennet), tamu (Cehennem), yükünç (secde, namaz), uluğ-gün (kıyamet), yek (şeytan), yazuk (günah) terimlerinin her biri İslamiyette de görülmektedir Bu durumda Türklerin, sonradan zalim hükümdarlar veya bozuk din adamları eliyle, dinlerine hurafeler, yanlış fikirler katıldığı anlaşılmaktadır Göktürklerin ilk yıllarında Budistler, onların ülkelerinde tapınakalar kurmaya ve taraftar toplamaya başladılar Mukan Kağan'ın ölümü üzerine onun yerine geçen Taba Kağan (572-581), Budist rahiplerini ve onların tapınaklarını aziz kılmaya başlayınca, beyleri bu işe karşı çıktı Aynı şekilde Bilge Kağan, Tao dininin ve Budizmin Türkler arasında yayılmasına göz yumunca, Bilge Tonyukuk karşı gelerek, bu dinlerin Türk milletini uyuşturacağını belirtti ve engelledi İlk defa Uygur Kağanı Bögü Kağan (759-779), Tibet Seferi sırasında Mani dînini kabul etti ve halkı bu dine çevirmeleri için yanında mani rahipleri getirdi Uygur Devleti, böylece resmen Mani dînine girdi Daha sonra Uygurların bir kısmı Budist oldu Avrupa'ya giden Türklerden Hazarlar, Musevî dinine girdiler Avrupa'daki diğer Türk kavimleriyse Hristiyanlaşarak millî benliklerini kaybettiler |
Türk Tarihine Genel Bir Bakiş |
10-07-2012 | #3 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihine Genel Bir BakişTürklerin İslâmiyete Girişi Peygamberimizin İslâmı tebliğiyle birlikte, dünyanın ücra bir köşesinde yaşayan küçük bir kavim, yeni ve büyük bir millet hâline geldi Meçhul, basit bir hayat süren ve hattâ aşağılanarak yaşayan insanlar, bu dinle birlikte birdenbire, tarihin mümtaz kahraman, fatih ve dâhîleri oldular Halife Hazret-i Ömer, emrindeki bir avuç Müslüman gâzisiyle 641'de Suriye ve Mısır'ı fethederek, koca Doğu Roma'nın kanatlarını kırdı 642'de Büyük Sâsânî İmparatorluğunu yıkarak Ceyhun kenarına ulaştı ve Türklerle temasa geçti Ancak bu devrede İslâmın merkezinde Hazret-i Ömer ve yerine geçen Hazret-i Osman'ın şehit edilmeleri ve sonraki yıllarda başlayan iç mücadeleler, 8 yüzyıl başlarına kadar Türklerle Müslümanların münasebetlerini bir sınır komşuluğundan ileri götürmedi Bazı kaynaklarda, Hazret-i Muâviye döneminde Ubeydullah bin Ziyâd'ın, Müslüman olan Türkleri Kûfe'ye yerleştirdiği belirtilmektedir Daha sonra Emevîler tarafından, İslâm İmparatorluğunun bütün doğu bölgelerini içine alan Irak genel valiliğine Haccâc'ın getirilmesi ve bunun da Horasan'a, devrin sayılı kumandanlarından Kuteybe bin Müslim'i tayin etmesi (705), savaşları birdenbire alevlendirdi Müslümanlar, kısa zamanda Mâverâünnehir'e hakim olduktan sonra Talas'a kadar akınlarda bulundular Ancak, Türgeş Kağanı Şulu Han idaresindeki Türkler, 720 yılından itibaren cephelerdeki hakimiyeti ele alarak Emevî ordularını bozguna uğrattı Böylece Emevîler döneminde Türkler karşısında başlangıçta başarıyla sürdürülen mücadeleler, sonuçta başarısızlıkla son buldu Ancak bu mücadeleler, Türklerin İslâmiyeti yakından tanımalarına ve tetkik etmelerine zemin hazırladı Kısa bir süre sonra da, Türklerin İslâmın bayraktarı olarak dünya sahnesine çıkmasına vesile oldu Türklerin hiçbir baskı veya zorla karşılaşmaksızın İslâmı kabul etmeleri, üç ana sebebe dayanmaktadır Birincisi, Türklerin inanç ve yaşayışlarının İslâma çok yakın olmasıdır Tek bir yaratıcıya îman, âhirete ve ruhun ölmezliğine inanma ve yaratıcıya kurban sunma gibi temel inanışlar İslâmda da vardı Zinâ, hırsızlık, gasp, adam öldürme, yalancılık ve koğuculuk gibi kötü huylar, İslâm dininde de şiddetle men ediliyordu Nihayet, İslâmiyetteki cihad emri, Türkün alplik ve fetih görüşüne uygun düşüyordu Bu gibi sebeplerle öncelikle Mâverâünnehir (Türkistan) bölgesinde yaşayan Göktürkler arasında İslâmiyet yayılmaya başladı Türklerin İslâmiyeti kabullerinin ikinci safhası da bu sırada gerçekleşmeye başladı Daha kuzeyde ve batıda yer alan Müslüman olmayan Türkler, özellikle Türkistan'la ticarî faaliyetleri sırasında, kendi dillerini konuşan ırkdaşlarının dînine daha çabuk ve kolaylıkla girdiler Türkistan Türkleri arasında İslâmiyetin bu ilk yayılışıyla diğer Türklerin başka yabancı dinlere girişi hemen hemen aynı devreye rastlar Doğuda Uygurlar Mani, kuzeyde Hazarlar Mûsevî ve batıda Tuna Bulgarları Hristiyanlık dînine girerlerken Mâverâünnehir'deki Türkler arasında da İslâm, 8 asrın başından itibaren yayılmaya başladı Bu durumun diğer Türk ülkelerini de tesir ve cazibesi altına almaya başlaması Abbâsîler döneminde oldu Abbâsî halifelerinin Türklere karşı fevkalâde yakınlık göstermeleri, bu faaliyetin daha da hızlanmasına sebep oldu Halife El-Mansur (754-775) zamanından itibaren Türkler, Arap ordularına asker olarak girmeye başladı El-Me'mun döneminde (813-833) Türklerden özel muhafız birlikleri oluşturulmaya başlandı Nihayet, Halife Mu'tasım zamanında (833-842) halifelik ordusunun esasını Türkler meydana getiriyordu Türk ordusu için Samarra şehrini inşa eden halife, sarayını ve payitahtını da buraya nakletti Müellifler artık, Türklerin Araplarla aynı millet gibi olduklarını (İslâm milleti) ve Bizanslılar gibi müşrikler yanında, gayri müslim Oğuzlarla bile savaştıklarını yazmaktadır Halife El-Mütevekkil zamanında (847-861) ise Abbâsî Devletinin en önde gelen üç şahsiyeti Türktü 10 asrın ilk yarısında, emîrül-ümerâlığa iki Türk kumandanı, Beckem ve Tüzün, getirilmişti Türklerin Bağdat'ta idareyi ele almaları üzerine, uzak eyaletlerde bulunan Türk valiler, müstakil birer hükümdar gibi hareket etmeye başladılar İlk Müslüman Türk devletlerden bazıları, bu suretle kuruldu Bunlar arasında, Mısır'daki Tulunoğulları Devleti (868-905), Ahmed bin Tulûn adında bir Türk kumandanı tarafından kurulmuştur Ahmed bin Tulûn, Dokuz Oğuz Türklerindendi İbn-i Tulûn, Mısır'ı birçok mîmârî eserle süslemiştir Tulûnoğulları Devleti, 905'te sona ermiş ve yerine az zaman sonra Tuğaçoğlu Mehmed'in kurduğu Türk İhşidîler Devleti ortaya çıkmıştır Ancak bu devletlerde, idareci zümrenin Türk olmasına karşılık, esas kitle yani halk tabakası daha çok Mısırlılardan oluşuyordu İslâmiyetin, devlet ve halk olarak Türkler arasında kabulü, ilk defa İtil (Volga) Bulgarları arasında gerçekleşti Batıya giden Tuna Bulgarları, toplu olarak Hristiyanlaşırken, İtil boyu ve Kazan havalisinde kalan asıl büyük Bulgarlar, özellikle Türkistan'la olan ticarî ilişkileriyle tanıma fırsatı buldukları İslâmı severek kabul ettiler Bulgar hânı Almış, 920'de Bağdat'taki halifeye başvurarak, İslâmiyetin öğretilmesi ve kaleler inşası için kendilerine din ve ihtisas adamı gönderilmesini istedi Halife Muktedir Billah tarafından gönderilen kalabalık bir elçi heyeti, 922 Mayısında Bulgar ülkesine geldi Almış Han ve maiyeti, elçilere fevkalâde bir hürmet ve kabul gösterdiler Bu tarihten itibaren Bulgar ülkesi, Abbâsî halifelerine bağlı bir Müslüman yurdu haline geldi Ülkede Abbâsî halifesi ve Bulgar Hânı namına sikkeler basılmakta, taş camiler, saraylar, kaleler ve diğer binalar yapılmaktaydı Bulgarlar Müslümanlığı kabul ettikten sonra, Türk-İslâm medeniyetinin kuzeybatısında en ileri bir ucu olmakla, büyük bir değer kazandılar Bulgar ülkesine gelen Abbâsî elçilik heyeti içerisinde yer alan İbn-i Fadlan, yazdığı seyahatnamesinde, bu ülke insanlarının temiz, doğru, çalışkan ve samîmî Müslüman olduklarından bahsetmekte ve Bulgar ilinde gecelerin çok kısa olması dolayısıyla Türklerin, sabah namazını kaçırmamak için bir ay geceleri uyumadıklarından söz etmektedir Bu sözler, Türklerin İslâmı ne derece güçlü bir inançla kabul ettiklerini göstermektedir Müslüman Türk Devletleri İtil Bulgarlarından sonra ilk Müslüman Türk devletleri, Karahanlılar, Gazneliler ve Selçuklular'dı Karahanlılar, 944 yılında, İslâmı resmî din olarak kabul etti Karahanlılar arasında İslâm dîninin yayıcısı, Abdülkerim Satuk Buğra Han'ın oğlu Musa Baytaş oldu Karahanlı hükümdarı, 999 senesinde, Abbâsî halifesi tarafından İslâm hükümdarı olarak tanındı Hâkanlığın sınırları, Balasagun, Özkend ve havalisine, Tarım havzasının batı kısmına, Balkaş Gölüne, Hindukuş, Karakurum Dağları dolaylarına kadar yayıldı Ülke, doğu ve batı diye ikiye ayrılmıştı Doğu Karahanlılar 1090, Batı Karahanlılar ise 1089'da Selçuklulara bağlandılar Karahanlılar devrinde, 200 000 çadır Türk halkı, İslâmı kabul etmiştir 962 yılında Alptekin (Alb Tegin) adlı bir Türk kumandanı, Afganistan'ın Gazne şehrini zaptederek Gazneliler Devletini kurdu 977'de devletin başına Sebük Tekin geçti Sebük Tekin, iyi bir devlet adamı, mâhir bir kumandandı Bütün Afganistan ile Horasan ve İran'ın doğu kısımlarını idaresi altına aldı Hindistan'a, zaferle neticelenen bir zafer düzenledi Oğlu ve halefi olan Mahmud, yalnız Gazneli Devletinin değil Türk tarihinin de en büyük simalarından biridir Hindistan'a onyedi defa sefer düzenleyerek büyük zaferler kazandı Bu ülkede İslâmın köklü şekilde yerleşip gelişmesinde önemli rol oynadı Gazneli Mahmud, aynı zamanda, İran'ın orta eyaletleriyle Harezm topraklarını da ülkesine katarak zamanının en büyük hükümdarı oldu ve Abbâsî halifesinden ilk defa olarak, sultan ünvanını aldı Gazneliler, 1040 yılından sonra Selçuklulara tâbi oldular 1186 senesinde de Gûrlular tarafından tamamen ortadan kaldırıldılar 10 asrın ikinci yarısında Seyhun nehri kıyısı ile bunun kuzeyinde yaşayan Oğuzlar, Semerkand ve Buhara taraflarına inmeye başlamışlardı Buhara taraflarına inen Oğuzların başında, Kınık boyundan Selçuk Bey'in oğulları vardı Selçuk Bey'in torunlarından Tuğrul ve Çağrı beyler, çetin şartlar içinde Selçuklu Devletini kurdular Tuğrul 1064 senesinde vefat ettiği zaman, kurduğu devletin sınırları Ceyhun'dan Fırat'a kadar uzanıyordu Yerine geçen Alparslan, 1071'de Malazgirt ovasında Bizanslıları yenerek Anadolu'nun Türk ülkesi olmasını sağladı Bu zaferden Anadolu'nun fethine Kutalmış Bey'in oğulları memur edildiler Kutalmışoğlu Süleyman Şah, büyük zaferler kazanarak Üsküdar'a kadar geldi ve İznik'i hükümet merkezi yaparak Türkiye Selçuklu Devletini kurdu Süleyman Şah'tan sonra I Kılıç Arslan, I Mesud ve II Kılıç Arslan Türkiye Selçuklu Devletinin başına geçerek, Türk Milletine büyük hizmetler verdiler 13 yüzyılda Moğol istilâsı, İran, Horasan ve Mâverâünnehir taraflarında yaşayan âlimlerin hemen hepsinin Anadolu'ya gelmelerine sebep oldu Bu istilâ Selçuklu Devletinin de ortadan kalkmasına yol açtı Fakat çok geçmeden, yüksek yaylalarda yaşayan Türkmen beyleri, Anadolu'yu istilâcıların elinden kurtarmayı başardılar Bu Türkmen beylerinden birisi de Osman Bey'di 1299'dan itibaren gelişen Osmanlılar, mânevî yapısı ve teşkilatı bakımından Selçuklu Türklüğünden devraldığı birçok değerlerle cihanın en büyük devletlerinden birini kurmaya muvaffak olmuşlardır Söğüt'te kurulan Osmanlı Devleti, kısa zamanda Batı Anadolu'ya hakim olarak, 1356'da Rumeli'ye ayak bastı Bu geçiş çok mütevazı başlamakla birlikte, şiddetli Haçlı mukabelesiyle karşılaşıldı Fakat, üstün vasıflara sahip Osmanlılar, Haçlıları 1363'te, Edirne civarında Sırpsındığı mevkiinde, 1389'da Kosova'da ve 1396'da Niğbolu'da hezimete uğrattılar Böylece devlet Rumeli'de sağlam bir şekilde yerleşti Bu arada Anadolu'da yapılan ilhaklarla da genişledi ve Malatya'ya kadar uzandı Niğbolu Zaferi, Türk ilerleyişini durdurmanın mümkün olmadığını Hristiyan Avrupalılara gösterdi Hristiyan Batı âlemine galip gelen Osmanlılar'ın, doğuda Timur Han'a mağlup olması, Anadolu'daki birliği tekrar sarstı Ancak Fetret Devrinde sarsıntı, Rumeli'den daha çok Anadolu'da meydana geldi Fetret Devrinden sonra devletin başına geçen ve "ikinci kurucu" olarak adlandırılan Çelebi Sultan Mehmed Han, Osmanlı Devletini tekrar canlandırdı Oğlu II Murad Han, 1444'te Varna ve 1448'de II Kosova meydan savaşlarında, Haçlılara karşı yeni zaferler kazandı Osmanlılar bu suretle Anadolu'da Türklüğün ve kendilerinden önceki diğer İslâm devletlerinin maddî ve manevî mirasını toplayarak, yeni bir medeniyet kurdular Türk tarihinde ilk defa olarak, Osmanlıların merkezî bir devlet sistemi olarak ortaya çıkması, büyük bir siyasî yenilik oldu Gerçekte Osmanlı hanedanı, diğer Anadolu beyleri gibi, millî örf ve geleneklerini muhafaza ettiği halde, devletin bölünemez kutsal bir varlık olduğunu kavramış, şehzadelerin ve boy beylerinin siyasî hakimiyete ortak olmalarına imkân vermemiş ve bu sayede merkeziyetçi, sağlam, istikrarlı bir devlet ortaya çıkarmayı başarmıştı Fatih Sultan Mehmed Han, Anadolu beylerinin ve kendi içinde gelişen devleti sarsıcı hanedanların geriye kalanlarını bertaraf ederek merkeziyetçi otoriteyi daha da sağlamlaştırdı Daima devlet birliği şuuruna bağlanan Osmanlı inancı bakımından, Sultan II Bayezid Han'ın; "Osmanlı Devleti öyle namuslu bir gelindir ki, iki kişinin talebine tahammül edemez" sözü anlamlıdır Müslümanların birliğini sağlamak ve Anadolu'dan Şiî-Sâfevî propagandasını kaldırmak isteyen Yavuz Sultan Selim Han, Şah İsmail üzerine sefer düzenledi Şah İsmail'i saf dışı bıraktıktan sonra, yıldırım hızıyla Mısır ordularını 1516 Mercidabık ve 1517 Ridaniye zaferleriyle mağlup etti Bu zaferlerden sonra bütün Arap ülkeleri Osmanlı hakimiyeti altına girdi Yıldırım hızıyla, kıtaların fethini sekiz senelik saltanatına sıkıştıran bu büyük fatihin, cihan hakimiyeti girişimine ve Avrupa'yı fethetmeye kararlı olması tabîiydi Fakat ecel onun dünyayı tek ve yüksek nizama kavuşturmasına fırsat vermedi Kanunî Sultan Süleyman'ın yarım asır süren saltanatı, Türk ve Osmanlı dünya barışı davâsının en yüksek ve kudretli devrini teşkil eder Zamanında Türk ordusu, 1526'da mutlak bir zafer kazandı ve Orta Avrupa yolu Türklere açıldı Artık Osmanlı ordusu Orta Avrupa'yı çiğniyor, Viyana'yı geride bırakarak, Gratz, Merburg, Gunis gibi birçok Alman kentini fethediyordu 16 yüzyılın sonlarıyla 17 yüzyılda Osmanlı siyasî gücü gibi sosyal düzeni de kuvvetini sürdürmüştür Devlet; liyakat, ahlâk, maddî ve manevî disiplin ve çalışma üzerine kurulmuştu Osmanlılarda şahsî meziyet ve yetenekten başka bir şeye değer verilmezdi Herkes, liyakat, bilgi, ahlâk ve seciyesine göre bir mevkiye tayin edilirdi Ahlâksız, bilgisiz ve tembel kişiler, hiçbir zaman yüksek mevkilere çıkamazdı Osmanlıların başarısının ve dünyaya hakim olmalarının hikmeti buydu 17 asrın ikinci yarısından sonra devletin siyasî ve askerî kudretinde zaaf başlamış, idarî ve ilmî müesseselerde bozukluklar meydana çıkmış, bunun neticesinde gerileme başlamıştır Anadolu'da çıkan ve memleketi harap ve perişan eden kızılbaş teşvikli Celâlî ayaklanmalarını bastırmak için çok büyük gayretler sarfetmek ve uzun seneler uğraşmak gerekmiştir Amerika'nın keşfinden sonra götürülen Afrikalı köleler, nice zulümlerle, Avrupalı zalimler için bol bol gümüş çıkardılar Avrupa yoluyla Osmanlı ülkesine de bol miktarda giren gümüş, fiyatları altüst etti Gümüş olan Osmanlı akçesinin değeri düştü Devletin, düştüğü zor durumdan kurtarılması için zaman zaman hükümdar ve devlet adamlarının teşebbüsleri, olumlu neticeler verdiyse de, bilhassa yeniçerilerin çıkardığı isyanlar bunların devamlılığını baltaladı Türkler, 17 asırda da Avrupa'ya medeniyet verici durumdayken, 18 asırdan itibaren alıcı olmaya ve iktibaslar yapmaya mecbur bulunduklarını kabul etmişlerdir 18 asrın başlarından itibaren tahta geçen padişahların hemen hepsi, bu gerilemenin farkına varmışlar, batıdan faydalanarak ıslahat yapmak istemişlerdir Sultan II Mahmud Han, yeni, düzenli bir ordu kurduğu gibi, hükümet teşkilat ve usullerinde değişiklik yapmıştır Bu faydalı yenilik hareketleri yanında, siyasî bakımdan birçok felaket vuku buldu Fransız İnkılabının ortaya attığı milliyetçilik fikirlerinin, Osmanlı ülkesinde ırkçılık şeklinde yayılması, dış tahrikli Sırp ve Yunan isyanları, Avrupa devletlerinin kendi çıkarları için olaylara müdahale ederek işi çıkmaza sokmaları, Rusya'nın emperyalist ve geleneksel siyasetine uygun olarak savaş açması, Mısır valisi Mehmed Ali Paşa'nın isyanları bu felaketlerin başlıcalarıdır Bütün bu karışıklıkların halli için çareler arayan Osmanlı padişahı II Mahmud Han, Avrupa'daki teknik ilerlemeden istifade niyetiyle hocalar getirtti İlk defa 1834 yılında Avrupa'ya öğrenci gönderdi Avrupa başkentlerinde daimî büyükelçilikler kurdu Fakat Avrupa'ya gönderilen bazı öğrenciler, fen alanındaki ilerlemeleri alacak yerde, Hristiyan Avrupalının köhneleşmiş ahlâkına talip oldular Ahlâkî ve manevî değerlerini kaybederek Osmanlı ülkesine dönen bu öğrencilerin ilk işi, kendilerini para ve kadınla elde eden Osmanlı düşmanlarının çıkarları için çalışmalara başlamak oldu İngilizler tarafından yetiştirilip mason yapılan Londra büyükelçisi Mustafa Reşid Paşa, II Mahmud Han'ın vefatından sonra onaltı yaşında padişah olan Abdülmecid Hanı Gülhane Hatt-ı Hümayunu'nun ilanına ikna etti Böylece 3 Kasım 1839'da ilan edilen Tanzimat Fermanı ile, yeni düzene ait esaslar belirlendi Osmanlının isteklerinden çok Avrupalıların arzularına uygun olarak hazırlanan bu fermanda, Türk ve Müslümanlardan çok, Hristiyan tebaanın çıkarı gözetilmişti Tanzimat-ı Hayriye Fermanı denilerek yeni ve parlak bir devir açtığı iddia edilen bu fermanla Müslüman ve gayri müslim bütün tebaanın ırz, namus ve can güvenliğinin sağlanacağı vergi ve askerlik işlerinin düzenli bir usule bağlanacağı vaad ediliyor ve bu fermana dayanılarak çıkarılacak kanunlara saygı gösterileceği belirtiliyordu Tanzimat döneminde hukuk, askerlik, eğitim öğretim ve yönetim alanlarında birçok değişiklikler yapıldı Gülhane hattının eşitlik ilkesine rağmen, askerlik mükellefiyetine yalnız Müslüman tebaa tâbi kılınarak, gayri müslimler muaf tutuldu Fransız İnkılabı sonucu dünyaya yayılan milliyetçilik fikirleriyle, ülkede isyanlar çıktı Neticede âsîlere idarî ayrıcalıklar ve özerklik verilmesi, Avrupa'ya ilim için giden gençlerin, Avrupa bilim ve siyaset adamlarının Türkiye ve Türkler hakkındaki olumlu ve olumsuz fikir ve kanaatlerini öğrenmeye başlamaları gibi bazı sebepler, Osmanlı Devleti içindeki çeşitli kavimlerin millî şuur ve millî devlet fikirlerini güçlendirmiş ve çözülme hareketleri başlamıştır Bunun yanısıra, tebaanın önünde ve siyasî haklar konusundaki eşitliğini yeterli görmeyerek, meşrutî bir idarenin kurulması için mücadeleye girişen ve Osmanlı düşmanı devletler tarafından desteklenen Genç Osmanlılar'da iareye karşı hoşnutsuzluk başgösterdi Genç Osmanlıların fikirlerini paylaşan Midhat Paşa, padişahın fikir ve icraatına muhalefet eden Serasker Hüseyin Avni Paşa ve Rüştü Paşa, birlik olup Sultan Abdülaziz Hanı şehit ederek Beşinci Murad'ı tahta çıkardılar Beşinci Murad Han, hastalığı sebebiyle üç ay sonra tahttan indirilerek, veliaht Abdülhamid, Ağustos 1876'da tahta çıkarıldı II Abdülhamid Hanın tahta çıktığı 1876 yılı, Türk tarihinin gerçek dönüm noktalarından biri oldu İçeride pek çok mesele vardı Dışarıda ise Midhat Paşa'nın arzu ve isteğiyle, Rusya ile bir savaş yaklaşıyordu Avrupa devletlerinin Osmanlı hakimiyetindeki Hristiyan tebaayı sürekli kışkırtmaları, özellikle Balkanlar'da birkaç eyaletin kan, ateş, isyan ve huzursuzluk içine düşmesine yol açtı Malî durum bir hayli zayıflamış, Tanzimatla verilen tavizlerle Osmanlı sanayii ve ticareti çökertilmişti Ayrıca devletin coğrafî durumu, yabancı istilâ ve müdahalelere açıktı Türk olmayan eyaletler, Avrupa devletlerinde olduğu gibi, sömürge muamelesi görmediği, anavatanın birer parçası sayıldığı halde, dışa dayalı isyanlar durmak bilmiyordu Devamlı dış baskılar ve bitip tükenmek bilmeyen savaşlar, devletin kalkınmasını engelliyordu Avrupa devletlerinin, kendi çıkarları için tahrik ettikleri Ermenilerin özerklik elde etmek amacıyla ihtilalci komiteler kurarak ülkede olay çıkarmaya başlamaları, devlet için ayrı bir meşgale oldu Ayrıca Bulgar, Yunan ve Sırp çetelerinin meydana getirdikleri olaylar, devleti uğraştırdığı gibi, yabancı müdahalelere de yol açtı Sultan II Abdülhamid, batı devletleri ve Rusya'nın her türlü baskıları karşısında, devlet birliğini korumak için tek çıkar yolun, Müslüman tebaayı din bağıyla bütünleştirmek olduğunu düşünüyor ve bu birliğin yalnız Osmanlı ülkesinde değil diğer Müslümanlar arsında da kurulmasına çalışıyordu Ülkenin ekonomik kalkınmasına çok önem verdi Ulaştırma ve haberleşme alanlarında ıslahat, eğitim konusunda ciddî hamleler yaptı İngiltere ve Fransa'nın dostluk ve yardımlarına güvenilmediğinden, Alman dostluğuna önem vererek denge sağlamaya çalıştı Zamanla Sultan Abdülhamid idaresine karşı doğan muhalefet, Genç Türkler denilen kişiler tarafından ilerletilerek, İttihat ve Terakkî Cemiyeti adı altında siyasî bir teşkilat kuruldu Bunların baskısıyla, 23 Temmuz 1908'de Meşrutiyet rejimi, yeniden yürürlüğe konuldu İttihatçıların tertibi ile, 31 Mart Vakası olarak bilinen bir ayaklanma çıkarıldı Hadiseyle ilgisi olmadığı halde Padişah, bu bahaneyle tahttan indirilip, yerine Beşinci Mehmed Reşat çıkarıldı İktidara cemiyet yanlısı devlet adamları getirildi ve o zamana kadar idarî işlere karışmayan İttihat ve Terakkî Cemiyeti, söz sahibi oldu 1912'de başlayan Balkan Harbinde Osmanlı ordusunun yenilmesi üzerine, Enver Beyin başkanlığında küçük bir subay topluluğu, Ocak-1913'te Bâbıâli'yi basarak sadrazam Kâmil Paşa'yı istifaya zorladı Böylece İttihat ve Terakkî Cemiyeti, devletin mukadderatını doğrudan eline aldı ve sonunda kötü bir âkıbete yol açtı Yeni iktidar zamanında felaketler birbirini takip etti ve devletin çöküşü hızlandı Trablusgarp, Balkan Savaşları ve nihayet ittifak devletleri safında girilen I Dünya Savaşı, devletin yıkılışının başlangıcı oldu Savaş sonunda imzalanan Mondros Mütarekesi ile, Osmanlı Devleti baştan başa işgal edildi Sultan Vahideddin, bölünmüş, parçalanmış, hattâ işgal edilmiş bir devletin başına geçti ve bütün imkânsızlıklara rağmen İstiklâl Mücadelesini başlattı Mustafa Kemal Paşa liderliğinde gerçekleştirilen, şanlı Türk İstiklâl Savaşı sonunda, 24 Temmuz 1923'te Lozan Antlaşması imzalandı 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet ilan edildi Bugün, Uzakdoğu'daki Sakalin Adlarından, Batıdaki Balkan Adacığına kadar iki Avrupa kıtası büyüklüğünde bir alanda yaşayan Türklerin çoğunluğu Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile Çin ve İran hudutları içinde bulunmaktadır Türk Milletinin bağımsız millî devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti bulunmaktadır Diğer taraftan, 19 yüzyılda Rus işgaline uğrayan Orta Asya Türk Birlikleri uzun yıllar bu devletin sömürüsü ve zulmü altında kaldıktan sonra, bağımsızlıklarını kazanmak için mücadeleye başlamışlar ve 1991'de bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir Bunlar, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan ve Türkmenistan Cumhuriyetleridir |
Türk Tarihine Genel Bir Bakiş |
10-07-2012 | #4 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihine Genel Bir BakişMüslüman Türk Devletlerinde Kültür ve Medeniyet İlk Müslüman Türk devletlerinden olan Karahanlılarda, ülkenin doğusunu idare eden büyük hakana Arslan Han adı verilirdi Onun hakimiyeti altında batı bölgelerini, Buğra ünvanını taşıyan diğer bir han idare etmekteydi Sonra devlet merkezinde hakanlara vekâlet eden, Erkan, Sagun gibi ünvanlar alan İligler ve tekin diye anılan şehzadeler geliyordu Ayrıca bir danışma kurulu vardı Hükümdarlığı halife tarafından tasdik edilen Gazne hükümdarı Mahmud, sultan ünvanını ilk defa kullanan hükümdar olarak bilinir Daha sonra bu ünvan, bütün Müslüman devlet başkanları tarafından kullanılmıştır Anadolu Türkmen beyliklerinde, atabeyliklerde de sultan ünvanı kullanılmıştır İslamiyette devlet başkanı olan halife, peygamberin vekili olduğu için, bütün Müslümanların başı durumundaydı Türk cihan hakimiyeti düşüncesi, güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar dünyanın Türk hükümdarı tarafından idare edilmesi gerektiği esasına dayanıyordu 11 asır yazarlarından Kaşgarlı Mahmud şöyle demektedir: "Allah, devlet güneşini Türklerin burcunda doğdurmuş, göklerdeki dairelere benzeyen devletleri onun saltanatı etrafında döndürmüş, Türkleri yeryüzünün hakimi yapmıştır" Oğuz destanındaki ok motifi, Göktürk Kitabelerinde zaptı düşünülen istikametlere önceden prenslerin tayin edilmesi, Türk kültüründeki cihan hakimiyeti ülküsünün işaretiydi Selçuklular, Dandanakan Savaşının hemen arkasından bir savaş meclisi toplamışlar ve burada fütuhat yönlerini ve görev alacak başbuğları kararlaştırmışlardır Malazgirt Savaşı ve Anadolu'nun fethi de, cihan hakimiyeti ülküsünün bir sonucu idi Türk sultanları, topluluklar arsında sosyal, kültürel dînî müsamaha bakımından herhangi bir fark kabul etmemişler, herkese eşit hak ve adalet tanımışlardır Müslüman Türk devletlerinde çeşitli boylara mensup, türlü diller konuşan ve ayrı dinlere mensup olanların kültürlerine dokunulmamıştır Bu prensip, Osmanlı devrinde de devam etmiştir Türklerin İslam kültürünü tam anlamıyla benimsemeleri neticesinde, İslamiyet Türkler için başlıca dayanak haline gelmiştir Haçlı orduları Hristiyanlık davasıyla harekete geçerek İslam ülkelerini ağır tehdit altına aldıkları zaman ve daha sonra, asırlarca süren bu batılı zihniyet karşısında Türkler için Müslümanlık en büyük güç kaynağı oldu Böylece Türklüğü yükseltmek ve İslamı yaymak düşüncesi, fetihleri Hristiyan dünyasına dönük Osmanlı Devletinde, en yüksek seviyeye ulaşmıştır Müslüman Türk devletlerinde, kendilerine bir bölgenin idaresi verilen hanedan üyeleri, melik diye anılırdı Bunlar yarı müstakil bir şekilde hareket ederlerdi Bulundukları bölgede, asıl devlet merkezindekine benzer bir dîvan kuruluşuna da sahiptiler Ayrıca vezir ve askerî kuvvetleri vardı Halife, sultan ve kendi adlarına hutbe okuturlar, bağlı olarak para bastırırlardı Bu melikler, merkezdeki sultan tarafından temsil edilen yüksek iktidarı tanırlardı Siyasî temasları veya giriştikleri savaşları, asıl devletin ana siyaseti çerçevesinde yürütürlerdi Ancak melik olmak, ülkenin bir parçasını şahsî mülk haline getirmek ve onu kendi keyfine göre idare etmek değildi Hükümdarın vefatı veya şiddetli bir dış istilâ gibi hâdiseler sonucu, merkezde iktidar boşluğu olunca, devlet bütünlüğü bozulmaya yüz tutar, iktidara sahip olmak için şehzadeler birbiriyle mücadeleye girişirdi Bu durum, Selçuklu Devletinin daha uzun ömürlü olmasını önlemiştir Ancak Osmanlılar, bunu göz önüne alarak hakimiyetin bölünmemesini prensibini gerçekleştirip, devleti altı asırdan fazla ayakta tutabilmişlerdir Aynı husus Göktürklerde, İlteriş Kağan ile kardeşi Kapagan Kağan'ın çocukları arasında da görülmüştür Büyük Selçuklu Devleti zamanında, Türk medeniyeti çok yüksek bir seviyeye ulaşmıştır Selçuklu sultanları, devleti adaletle idare etmeye büyük önem verirler ve devletin devamını bunda görürlerdi Sultanlar, haftanın belirli günlerinde, devlet ileri gelenleri kabul ederlerdi Halkın şikâyetlerini dinler, devlete karşı işlenen suçlara bakan yüksek mahkemeye başkanlık yaparlardı Saray teşkilatı doğrudan sultanın şahsına bağlıydı ve görevlilerin hepsi onun en güvenilir adamları arasından seçilirdi Türkler, devlet kurdukları zaman Ortadoğu'daki kültür çevresinin en önmli unsuru din idi İslamın emirlerinden biri de bu dini yaymaktı Aslında cihad inancı, Türklerin fetih düşüncelerine de uygun düşüyordu Bu bakımdan bu yolda mücadeleye girişen Karahanlılar, Mâverâünnehir'deki eski kültür merkezleri Buhara ve Semerkand'da yaptıkları gibi, daha doğuda Balasagun Kaşgar'da İslamiyeti yaygınlaştıran müesseseler meydana getirmişlerdi İç Asya'nın dağlık bölgelerinden gelen Türklere, Müslüman olmaları için hanlık arazisinde yer verilmişti Karahanlı idarecileri, en çok Uygurların Müslüman olmasını hedef almışlardı Maniheist ve Budist olan bu Türk topluluğunun İslama kazandırılmasını istiyorlardı Gaznelilerde de devlet-halk birliğini sağlayan ilk unsur İslamdı Gazneliler, Afganlılar ve Gurlularla çetin muharebelere girişerek, onları İslama kazandırmaya çalışıyorlardı Müslümanlık, Sultan Mahmud'un oğulları ve Delhi sultanları vasıtasıyla daha da yaygınlaştırılmıştı Anadolu'nun fethinde tam bir cihad havasına girilmişti Bizans topraklarının kurtarılması gerektiği yolundaki İslam dünyasında mevcut genel kanaat, Türk başbuğlarına güçlü bir manevî destek sağlamıştır Böylece gelişen Türk birliği şuuru Haçlıların bütün gayretlerini boşa çıkardı Moğol istilâsına da aynı güçle karşı konuldu Müslüman Türk devletleri, Rafızîlik inancına düşen İranlılarla çok uğraşmışlardır Türk sultanları, siyasî birlik yanında manevî birliği de kurup yaşatmak gerektiğine inanmışlardı Selçuklu sultanları, Mısır Memlûk sultanları, Delhi Türk sultanlığı, Türkmen beylikleri, Atabeylikler, Timurlular ve Akkoyunlular da aynı yolda yürüdüler Fakat bu muazzam siyaset, Moğol istilâsıyla ağır bir darbe yemiş, Orta Doğu'yu işgal hareketine katılan Moğol idarecileri ve kitlelerinin büyük çoğunluğu putperest ve kısmen de Hristiyan oldukları için, Müslümanlara hiçbir din hürriyeti tanınmamıştır Ayrıca Moğollar, İslam dünyasında, kendi hakimiyetleri uğrunda din adamlarına ve halka büyük zulüm ve işkence yapmışlardır Müslüman Türk devletlerinde dinv efen ilimlerinin gelişmesi için çok gayret harcanmıştır Gazne, Delhi kültür çevresinde tanınmış Türk âlimleri yetişmiş, müspet ilimler sahasında da büyük ilerlemeler kaydedilmiştir Trigonometrinin kurucularından Birunî ve İbn-i Türk, Matematik ilminin doğudaki en önemli temsilcileri oldular Çeşitli ilim dallarında yüz ondan fazla eser yazan Birunî, Gazne sarayında yaşamış ve Sultan Mahmud'un Hind seferine katılmıştı Matematik, Coğrafya, Jeoloji, jeodezi, astronomi ve trigonometri ile ilgili eserler yazan bu büyük bilgin, bilim tarihinin dâhîlerinden kabul edilmektedir Karahanlılar devrine ait manzum ve Türkçe bir eser olan Kutadgu Bilig, Türk devlet düşüncesi, kanun anlayışı, hakimiyet telâkkisi ve siyasî görüşleri bakımından şaheserdir 1060 yılında, Balasagunlu Yusuf Has Hâcib'in Kaşgar'da yazarak Buğra Hana sunduğu, Uygur ve İslâmî Türk yazısı ile nüshaları bulunan bu eser, İslâmî devrin âbidelerindendir Selçuklular devrinde eğitim ve öğretim en yüksek seviyeye ulaşmıştır Bu dönemde sultanlar, devlet adamları, hatunlar ve tabiplerin gayretleriyle yeni müesseseler kurularak, her biri tıp fakültesi mahiyetinde, Kayseri, Sivas, Konya, Divriği, Çankırı ve Kastamonu'da hastaneler ve medreseler yapılmıştır Müslüman Türk devletlerinde, büyük kısmı şaheser sayılacak derecede, mîmarî, kitabe, hat, tezhib, süsleme, minyatür, çini, halı, kilim gibi mükemmel sanat eserleri yapılmıştır Asya içlerinden Akdeniz'e, Oğuz bozkırlarından Hindistan ortalarına ve Mısır'a kadar uzanan geniş sahada, o devrin Türk devletlerinden kalma saray, cami, mescit, imaret, han, hamam, dârüşşifa, medrese, hanekâh, türbe, künbet, şadırvan, çeşme, sebil, kale, sur ve mezar sandukası gibi binlerce sanat eseri günümüze kadar gelmiştir Türkler, bu çağda, sanat dünyasına önemli yenilikler getirmişlerdir Medrese ve medrese-cami mîmârîsi, çift kubbe inşaatı, silindir biçiminde bazan yivli, yüksek, ince minare tipi, demet sütun, sivri kemer, pencerelerin katlar halinde sıralanması, kubbe yapımında Türk üçgenleri, dikdörtgen veya beş köşeli mihraplar bunların belli başlılarındandır Yazı, minyatür, tezhib ve süslemede, büyük hamleler olmuştur Taş işçiliği, kuyumculuk, kakmacılık, bakır işçiliği, zırh, kemer, kalkan, mineli cam yapımı, seramik, dokumacılık, halıcılık ve döküm sanatının en zarif örnekleri verilmiştir Bunların taşınabilir olanları, halâ Türk ve dünya müzelerinin gözde eserleri durumundadır Taşınamaz olanları ise, Türkün ayak bastığı her yere, açıkhava müzesi görünümü verir Karahanlılarda halk dili ve edebî dil Türkçe'ydi Gazneli ve Harezmşahlar saraylarında Türkçe konuşulurdu Delhi Türk Sultanlığında, idareci tabaka ve ordu mensupları da Türkçe konuşuyordu Selçuklularda da halkın ekseriyeti ile ordunun dili Türkçe idi Bu devletlerde yazışmaların Farsça ve Arapça olması veya ilmî eserlerin bu dillerde yazılması, İslâm dünyasının ortak dili olmasından kaynaklanıyordu Müslüman Türk devletlerinde Türkçenin önemini gösteren vesikalardan biri, 11 asırda Kaşgarlı Mahmud tarafından, Bağdat'ta yazılan Dîvanü Lügati't-Türk'tür Müellif, bu eserini, Türk olmayanların Türkçe öğrenme ihtiyacını karşılamak üzere yazdığını kaydetmektedir Selçuklu teşkilatında çok önemli yeri bulunan atabeglik müessesesi, Türklerin İslâm dünyasına getirdiği bir yenilikti Osmanlılarda bunlara lala denmiştir Üç kıtanın ortasında ve iç denizler üzerinde kurulan Osmanlı Devleti, Türk milletinin en büyük eserini, Türk cihan hakimiyeti tarihinin de en yüksek siyasî teşkilatını temsil eder Osmanlı Devleti, siyasî istikrarı, sosyal adaleti ve bünyesinin sağlamlığı, kavimler ve dinler arasında kurduğu âhengi, çok yüksek ve ince idare sistemi, kudretli ordusu, yüksek askerî tekniği, geniş hukukî faaliyetleri ve nihayet edebiyat, sanat ve mîmarîde ortaya koyduğu ihtişamlı eserleriyle de, tarihte müstesna yerini almıştır Osmanlı devri, bu azameti, hiçbir devlete nasip olmayan, zengin yerli ve yabancı tarih kaynakları, muazzam arşivleriyle çok geniş bir şekilde tetkik imkânlarını bahşetmektedir Osmanlı Devletinin bütün ülkeye yayılmış eğitim ve öğretim kurumları olduğu gibi, gayri müslim ve yabancıların da okulları vardı Özellikle II Abdülhamid Han zamanında, ülkenin her köşesine aynı şekilde ve değerde liseler yapıldı Bunların bazısı halâ, açılış günlerinin tarihini taşıyan sağlam, eğitim ve öğretim düzeyi yüksek olan, Türkiye'nin en meşhur liseleridir Osmanlı eğitim ve öğretim sisteminde öğrenci-öğretmen ve veli münasebetleri mükemmel olup, hocaya saygı gösterilirdi O da öğrencisine şefkatle muâmele ederdi Okullarda, bazı kaynaklarda ileri sürüldüğü gibi falaka ve dayak yoktu Osmanlılarda bütün dinî, fennî, sosyal ilimler ve teknik bilgiler, kuruluşundan sonuna kadar her seviyede öğretilip uygulanarak yayıldı Devletin kuruluşunda, kurucuların etrafında, Türkiye Selçukluları devrinde yetişen âlimler vardı Osmanlılar devrinde yapılan mektep ve medreselerden, yazılan kitap ve diğer eserlerin bazılarından, imkânlar ölçüsünde halen faydalanılmaktadır Eserlerin çokluğu ve tasnif edilememesi, eldekilerin toplanamaması, bir kısmının çalınarak Avrupa'ya ve diğer ülkelere kaçırılması, bir kısmının Türkiye toprakları dışında kalması, kültür eserlerimizin Osmanlılar devrinde, akıllara durgunluk verecek düzeyde olduğunu göstermektedir Ne yazık ki Osmanlı Türkçesi de bu eserlere paralellik göstermekte ve kelime hazinesi halâ bilinmemektedir |
Türk Tarihine Genel Bir Bakiş |
10-07-2012 | #5 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihine Genel Bir BakişMüslüman Türklerde Toplum Hayatı: Müslüman Türklerde sınıfsız bir toplum hayatı vardı Köle vardı, fakat Osmanlı ülkesinden alınmazdı Kölelik devamlı değildi Âzad edilip hürriyete kavuşarak devlet kademesinde görev alabilirdi Köylü hür olup, serflik (toprağa bağlı kölelik) yoktu Bütün dünya Müslümanlarını ilgilendiren halifelik makamı da 1516 yılından itibaren, Osmanlı padişahları eliyle Türklere geçti Osmanlılar devrinde Türklere ve gayri müslimlere verilen, kendi din ve dillerinde mabed ve okul açıp ibadetlerini yapabilme hürriyet ve hoşgörüsü günümüzün hiçbir liberal, kapitalist, komünist ve dikta rejiminin imkân tanımadığı ölçüde serbestti Müslüman Türklerde İslam ahlâkı hakimdi Umumî kaideler dahil, herkes, İslam ahlâkına ve örfe uymak zorundaydı Vatanseverlik, vakar, büyüğe hürmet, küçüğe şefkat, vefa ve sadakat, hayırseverlik, cömertlik, merhamet ve hoşgörü, namus, temizlik, hayvan ve bitki sevgisi, his, kıymet ve idealleri başlığı altında toplanabilen ahlâk ölçülerine titizlikle riayet edilirdi Güzel ahlâk ve bu değer ölçüleri sayesinde, Türk toprakları emniyet ve huzur içindeydi ve kardeşlik havası hakimdi II Abdülhamid Han zamanında Osmanlı ülkesinde bulunan Edmondo da Amicis, Constantinopoli adlı eserinde: "Paşasından sokak satıcısına kadar istisnasız her Türkte vakar, ağırbaşlılık ve asillik ihtişamı vardır Hepsi, derece farkları olmasına rağmen, aynı terbiyeyle yetişmişlerdir Kıyafetleri farklı olmasa, İstanbul'da bir başka tabakanın olduğu belli değildir İstanbul'un Türk halkı, Avrupa'nın en nazik ve kibar cemaatidir En ıssız sokaklarda bile, bir yabancı için küçük bir hakarete uğrama tehlikesi yoktur Namaz kılınırken bile bir Hristiyan camiye girip, Müslüman ibadetini seyredebilir Size bakmazlar bile, küstahça bir bakış değil, sizinle ilgilenen mütecessis bir nazar dahî göremezsiniz Kahkaha ve kadın sesi duyamazsınız Fuhuşla ilgili en küçük bir olaya şahit olmak imkân dışıdır Sokaklarda bir yerde birikmek, yolu tıkamak, yüksek sesle konuşmak, çarşıda bir dükkânı lüzumundan fazla işgal etmek, ayıp sayılır" demektedir Rum isyanının baş planlayıcısı Patrik Gregoryus, Rus Çarı Aleksandr'a yazdığı mektupta, Müslüman Türk'ün ahlâk ve seviyesini çok güzel ifade etmektedir Bu ibret verici mektup şöyledir: "Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir Çünkü Türkler, çok sabırlı ve mukavemetli insanlardır Gayet mağrurdurlar ve izzet-i iman sahibidirler Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, an'anelerinin kuvvetinden, padişahlarına, devlet adamlarına, kumandanlarına, büyüklerine olan itaat duygularından gelmektedir Türkler, zekîdirler ve kendilerini müsbet yolda sevk ve idare edecek reislere sahip oldukları sürece de çalışkandırlar Gayet kanaatkârdırlar Onların bütün meziyetleri, hattâ kahramanlık ve şecaat duyguları da an'anelerine bağlılıklarından, ahlâklarının düzgünlüğünden gelmektedir Türklerde evvelâ itaat duygusunu kırmak ve manevî bağlarını parçalamak, dinî sağlamlığı zayıflatmak gerekir Bunun en kısa yolu, millî gelenekleriyle maneviyatlarına uymayan yabancı fikirlere ve hareketlere alıştırmaktır Maneviyatları sarsıldığı gün, Türklerin, kendilerinden şeklen çok kudretli, kalabalık ve zahiren hakim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve onları maddî vasıtaların üstünlüğüyle yıkmak kolay olacaktır Bu sebeple, Osmanlı Devletini tasfiye için, yalnız harp meydanlarındaki zaferler kâfi değildir Hattâ sadece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet ve vakarını tahrik edeceğinden, hakikatlerine nüfuz etmelerine sebep olabilir Yapılacak şey, hissettirmeden, bünyelerindeki tahribi tamamlamaktır" Türkler, Müslüman olduktan sonra her gittikleri yere adalet, fazilet ve medeniyet götürmüşlerdir Bugün, medenî olduklarını söyleyen Avrupa ülkeleri, medeniyeti Müslüman Türklerden öğrenmişlerdir Türk milletini ve devletlerini asırlarca ayakta tutan, yaşatan büyük ve başlıca kuvvet inanç, adalet, iyilik, doğruluk ve fedakârlıktır Türkler ve Spor: Büyük ve mükemmel devletler kuran Türkler, millî tarihlerini askerî zaferlerle süslemişlerdir Barış zamanlarında da çok iyi sporcu olmaları, başarı sırlarından biridir Bedenî kabiliyetlerinin üstün şekilde gelişmesi, her cins harp silahlarını kullanmadaki maharetleri sayesinde, çoğu zaman bire iki, bire üç nisbetindeki kalabalık düşmanlarına karşı parlak meydan savaşları kazanmışlardır Türklerin meşgul olduğu sporlar, daima savaşla ilgilidir Ata binmek, cirit oynamak, güreş, okçuluk, kılıç, gürz ve matrak talimi, hışt atmak, koşu, tokmak oyunu, av gibi sporlar bunların başlıcalarıdır Ata binmek, çok eski çağlardan beri, Türkler için yürümek kadar doğal bir şeydi Türkler, adeta at sırtında doğar ve at sırtında ölürlerdi Orta ve Ön Asya'da yetişen cüsse itibariyle biraz küçük, ancak yorgunluğa, sıcak ve soğuğa, her türlü eziyete, sıkıntıya fevkalade dayanıklı, çok süratli ve eğitilme yeteneği yüksek Türk atları, sahiplerini Çin Seddi'nden Orta Avrupa'ya kadar şerefle taşımışlardır Nitekim bütün Türk devletlerinde sefer gücünün esasını süvari teşkil etmiş ve bunlar savaşların kazanılmasında büyük rol oynamışlardır Osmanlı Devletinde de, gerek Kapıkulu süvarisinin ve gerekse Timarlı Sipahinin önemi çok büyük olduğu gibi, vezir ve beylerbeylerinin kapı halkı hemen hemen tamamen atlıydı Ata ve biniciliğe çok önem veren Türkler, eskiden beri at yarışları ve at üzerinde silah kullanma müsabakaları tertip ederlerdi Cirit, bunların en önemlisiydi Cirit, bir kol boyunda, ucunda temren denilen, demirden delici kısmı olan bir silah olup, kurutulmuş kayın veya şimşir ağacından yapılırdı Savaşta süvari hücum ettiği vakit, ciridi düşmana fırlatırdı Ciridi, uzun mesafeye atmakta Türkler pek hünerli olup, görenler hayrette kalırdı Güreşse, Türklerin çok eski millî sporuydu Göğüs göğüse yapılan savaşlarda, güreş bilenin daima üstün çıkacağı kuşkusuz olduğu için, bu spor dalı Türkler arasında çok rağbet görmüş ve gelişmiştir Türklerin asıl millî güreşi, yağsız karakucak güreşi idi Sonraları, Rumeli'ye mahsus olan yağlı güreşlere de yer verilmiştir Okçuluk, Türklerin ünlü sporlarındandır Çok eski zamnlardan beri harp sahasında kendileriyle karşılaşanlar, Türklerin ok atmadaki ustalıklarından hayranlıkla söz etmişlerdir Türkler, kısa fakat çok kuvvetli yaylar kullanırlardı Oku gerek piyade ve gerekse süvari olarak kullanmakta emsalleri yoktu Süratle giden bir atın üzerinden, hedefe isabetli ok atarlardı Okmeydanı'nda kurulan meşhur kemankeşler oağı, 15 ve 16 asırlarda emsalsiz üstadlar yetiştirmiştir Bu arada lodos, poyraz, gündoğusu, batı, kıble, karayel, yıldız gibi yönlerde esen rüzgârlara atılan kamış ve tahta oklarla kurulan menziller, yani kırılan rekorlar, erişilemeyecek kadar yüksektir Türkler, kılıç kullanmakta da ustaydılar Bu, şimşirbazlık denilen bir sporun, yani bugünkü eskrim sporunun doğmasına sebep olmuştur Türk kılıçları, başlıca yatağan ve pala olmak üzere iki kısımdı Yatağan, yeniçeri silahlarından olup, meşhur kıvrık Türk kılıcıydı Pala ise daha ziyade bahriye askeri ve süvariler tarafından kullanılırdı Pala, düz, genişliği ucuna doğru biraz artan ve bu yüzden hafifçe öne kıvrık gibi görünen bir silahtı Türklerin gürzleri de ünlüydü Bunlar yekpare saplı veya zincir saplı olurdu Spor için ise somak veya mermer gürz kullanılırdı Talim gürzleri, ikiyüz okka (2565 kg) kadar olurdu Bununla müsabakalardan önce çok idman yapılırdı Gürz, sağ ve sol elde, değişik yönlerde, belli kaidelerle çevrilip sallanarak, kaldırılıp indirdilerek kullanılırdı Türklerin en dikkat çeken sporu, muhakkak ki tokmaktır Bu oyun, bugünkü futbolun babası olup, Orta Asya'da çok makbul bir spordu Meşhur Ali Kuşçu'nun kısaltarak Türkçeye çevirdiği Tarih-i Hata ve Hoten adlı, aslı o taraflara giden İranlı bir tüccar tarafından yazılmış eserde; Türklerin öküz ödünü şişirip, ayak topu oynadıkları, yahut ata binerek değnekle bu topa vurmak suretiyle müsabakalar düzenledikleri nakledilmektedir Tokmak, aslında, tabanı kösele olmayıp, üstü gibi deriden yapılmış kısa konçlu bir çeşit çizmenin adıdır Öküz ödünden yapılmış top oynanırken, ayağa bu giyildiği için adına tokmak oyunu denilmiştir Bütün bu sporlarda muvaffak olmanın en büyük ödülü, kazanılan nam ve şandı Bu sporlar, Türk milletini ve özellikle askerî kuvvetleri, güçlü, çevik, mahir, meşakkate dayanıklı, iyi silahşör, soğukkanlı, mükemmel savaşçılar haline getirmiş, onlar da kendilerini her zaman zaferden zafere götüren bu hassalarını muhafaza için, sulh zamanlarında da talim ve sporu terk etmemişlerdi İdmanlarını her zaman seve seve yapan Türkler, bu sayede iyi bir spor terbiyesine ve bunun temin ettiği maddî ve manevî faydalara sahip olmuşlardır Türk Devletlerinin Kuruluş ve Yıkılış Tarihleri Büyük Türk Devletleri -Büyük Hun İmparatorluğu/MÖ 4 asır - MS 48 -Avrupa (Batı) Hun İmparatorluğu/374-496 -Ak Hun (Eftalit) İmparatorluğu/4 asır sonları - 577 -Birinci Göktrük İmpararorluğu/552-582 -Doğu Göktürk İmparatorluğu/582-630 -Batı Göktürk İmparatorluğu/582-630 -İkinci Göktürk İmparatorluğu/681-744 -Uygur İmparatorluğu/744-840 -Avrupa Avar İmparatorluğu/6 asır - 805 -Hazar İmparatorluğu/7 asır - 965 -Karahanlılar Devleti/840-1042 -Gazneliler Devleti/962-1187 -Büyük Selçuklu Devleti/1038-1194 -Harezmşahlar Devleti/1097-1231 -Osmanlı Devleti/1299-1922 -Timurlular Devleti/1370-1506 -Bâbürlüler (Gürgâniyye) Devleti/1526-1858 Devletler -Kuzey Hun Devleti/48-156 -Güney Hun Devleti/48-216 -Birinci Chao Hun Devleti/304-329 -İkinci Chao Hun Devleti/328-352 -Hsia Hun Devleti/407-431 -Kuzey Liang Hun Devleti/401-439 -Lov-lan Hun Devleti/442-460 -Tabgaç Devleti/386-557 -Doğu Tabgaç Devleti/534-557 -Batı Tabgaç Devleti/534-557 -Doğu Türkistan Uygur Devleti/911-1368 -Liang Şa-t'o Türk Devleti/907-923 -Tana Şa-t'o Türk Devleti/923-936 -Tsin Şa-t'o Türk Devleti/937-946 -Kan-çou Uygur Devleti/905-1226 -Türgiş Devleti/717-766 -Karluk Devleti/766-1215 -Kırgız Devleti/840-1207 -Sabar Devleti/5 asır - 7 asır arası -Dokuz Oğuz Devleti/5 asır sonu - 6 asır sonu -Otuz Oğuz Devleti/5 asır sonu - 6 asır sonu -Basar-Alan Türk Devleti/1380-? -Doğu Karahanlı Devleti/1042-1211 -Batı Karahanlı Devleti/1042-1212 -Fergana Karahanlı Devleti/1042-1212 -Oğuz-Yabgu Devleti/10 asrın ilk yarısı - 1000 -Suriye Selçuklu Devleti/1092-1117 -Kirman Selçuklu Devleti/1092-1307 -Türkiye Selçuklu Devleti/1092-1307 -Irak Selçuklu Devleti/1157-1194 -Eyyubîler Devleti/1171-1348 -Delhi Türk Sultanlığı/1206-1413 -Mısır Memlûk Devleti/1250-1517 -Karakoyunlu Devleti/1380-1469 -Akkoyunlu Devleti/1350-1502 Beylikler -Tulûnlular/868-905 -İhşidîler/935-969 -İzmir Beyliği/1081-1098 -Dilmaçoğulları Beyliği/1085-1192 -Danişmendli Beyliği/1092-1178 -Saltuklu Beyliği/1092-1202 -Ahlatşahlar Beyliği/1100-1207 -Artuklu Beyliği/1102-1408 -İnaloğulları Beyliği/1098-1183 -Mengüçlü Beyliği/1072-1277 -Erbil Beyliği/1146-1232 -Çobanoğulları Beyliği/1227-1309 -Karamanoğulları Beyliği/1256-1483 -İnançoğulları Beyliği/1261-1368 -Sâhib Atâoğulları Beyliği/1275-1342 -Pervâneoğulları Beyliği/1277-1322 -Menteşeoğulları Beyliği/1280-1424 -Candaroğulları Beyliği/1299-1462 -Karesioğulları Beyliği/1297-1360 -Germiyanoğulları Beyliği/1300-1423 -Hamidoğulları Beyliği/1301-1423 -Saruhanoğulları Beyliği/1302-1410 -Aydınoğulları Beyliği/1308-1426 -Tekeoğulları Beyliği/1321-1390 -Eretna Beyliği/1335-1381 -Dulkadıroğulları Beyliği/1339-1521 -Ramazanoğulları Beyliği/1325-1608 -Doburca Türk Beyliği/1354-1417 -Kadı Burhaneddin Ahmed Devleti/1381-1398 -Eşrefoğulları Beyliği/13 asır ortaları - 1326 -Berçemeoğulları Beyliği/12 asır -Yarluklular Beyliği/12 asır Atabeylikler -Böriler/1117-1154 -Zengîler/1127-1259 -İl-Denizliler/1146-1225 -Salgurlular/1147-1284 Hanlıklar -Büyük Bulgarya Hanlığı/630-665 -İtil (Volga) Bulgar Hanlığı/665-1391 -Tuna Bulgar Hanlığı/981-864 -Peçenek Hanlığı/860-1091 -Uz Hanlığı/860-1068 -Kuman-Kıpçak Hanlığı/9 asır - 13 asır -Özbek Hanlığı/1428-1599 -Kazan Hanlığı/1437-1552 -Kırım Hanlığı/1440-1475 -Kasım Hanlığı/1445-1552 -Astrahan Hanlığı/1466-1554 -Hive Hanlığı/1512-1920 -Sibir Hanlığı/1556-1600 -Buhara Hanlığı/1599-1785 -Kaşgar-Tufan Hanlığı/15 asır başları - 1877 -Hokand Hanlığı/1710-1876 -Türkmenistan Hanlığı/1860-1885 Cumhuriyetler -Âzebaycan Cumhuriyeti/1918-1920 -Batı Trakya Türk Cumhuriyeti-I/31 Ağustos 1913 -Batı Trakya Türk Cumhuriyeti-II/1915-1917 -Batı Trakya Türk Cumhuriyeti-III/1920-1923 -Türkiye Cumhuriyeti/1923- -Hatay Cumhuriyeti/1938-1939 -Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti/1983- -Âzerbaycan Cumhuriyeti/1991- -Kazakistan Cumhuriyeti/1991- -Kırgızistan Cumhuriyeti/1991- -Tacikistan Cumhuriyeti/1991- -Özbekistan Cumhuriyeti/1991- -Türkmenistan Cumhuriyeti/1991- TÜRK MİLLİ KÜLTÜRÜ |
|