|  | Ingmar Bergman Sineması Ve Kış Işığı (Film) |  | 
|  06-28-2009 | #1 | 
| 
[KAPLAN]
 |   Ingmar Bergman Sineması Ve Kış Işığı (Film)Uzun bir seri hâlinde düşündüğümüz ve ilk bölümünü Tarkovsky sineması ve Stalker filmine ayırdığımız “Bir Yönetmen Bir Başyapıt” yazı dizisinin ikinci bölümü, yine çok büyük bir yönetmen olan Ingmar Bergman’ın sinemasını ve “Winter Light- Kış işığı” filmini ele alıyor  İsveçli büyük sinema ustası Ingmar Bergman, sadece kendi ülkesinin değil, dünya sinemasının da yetiştirdiği en büyük sinema yönetmenlerindendir  Altmışdan fazla filmiyle sinema sanatına birbirinden değerli eserler armağan etmiş Bergman, bir Lutheryen papazın oğlu olmanın getirdiği disiplinli ve sert bir aile içinde büyümenin etkilerini filmlerinin çoğunda gösterir  Sanat hayatına tiyatro ile başlamış ve ömrünün sonuna kadar tiyatro yapmış olan Bergman’ın sinemaya geçtikten sonraki ilk eserleri, daha çok İsveç halk sanatları ile, İsveç kukla tiyatrosuyla, Strindberg ve Ibsen başta olmak üzere Baltık tiyatrosuyla ve Selma Lagerlöff’ün romanlarıyla yoğun ilişkide görünür  Çıkış noktası olarak her büyük sanatçı gibi kendi ülkesinin geleneklerini, sanatlarını alan Bergman, daha sonra folk sanatına ve tiyatroya has simgelerden hayatı için önemli olan sorulara dönüş yaptığı bir dönem geçirir  1975′lere kadar süren bu dönemde Bergman filmleri, adeta aynı temalar etrafında dönen ve dönerek derinleşen, derinleştikçe yeni sorular ortaya koyan bir izlenim verir  Benim açımdan Bergman’ın başyapıt olarak değerlendilecek ilk filmi “Yedinci Mühür”dür  Haçlı seferlerinden derin hayal kırıklıkları ve sorularla dönen ve “benim tüm hayatım manasız bir aramaymış” diyen şövalye, arayışının sonuçlanmamasından şikayetçidir  Vebadan kırılan Ortaçağ Avrupası’nda şövalye ve onun yardımcısı hayata bakışları farklı iki kişidir  Jöns (şövalye) kendisine gelen “ölüme” bile bu bilgiyi sormaktadır: Tanrı var mıdır? Tek istediğim bilgi diyen ve bu bilgi uğruna hayatını harcayan şövalyeye zıt şekilde, sadece yaşamak gerek diyen Jof hayattan tad almak peşindedir  Bergman sorunlarının iki merkezi bu iki zıt karakterde görülebilmektedir bence  Hayatı boyunca Tanrıya inanmak ya da inanmamak arasında gitgeller yaşamış bu büyük sanatçının sanatındaki en derin yönler de, eksik yönler de bence bu durumla açıklanabilir  Tanrı fikrinin kendi sanatının merkezî konusu olduğunu ilan ettikten 10 yıl kadar sonra filmleri başka bir fikre dönse de bence yine aynı konunun bakış perspektifini değiştirmekten başka bir şey yaşamamıştır Bergman  Yedinci Mühür’deki şövalyede eksik olan şey teslimiyet ve Tanrı ile bir şekilde ilişkili olabilecek bir imandan uzak olmasıdır bence  Bilgi isteyerek, aslında aklıyla tescil edebileceği bir Tanrı istemektedir Jöns  Belki de modern insanlığın krizinin bir şeklidir bu  Jof ise modern insanlığın bir başka yüzüne, artık herşeyi unutup “nihilizme” teslim olmuş ve Tanrıyla ilişkisini her açıdan yitirdiği için yaşamaktan başka bir değere inanmayan bir insan tipine işaret ediyor bence  Bu iki insana da aslında “doğru”yu gösteren gezgin bir sanatçı ailesidir  Sevgiye ve mutlak imana teslim olmuş bir aile! Yedinci Mühür, dünya sinema tarihinde, ölümü, inanç ve inanmamak ikilemini en derinlemesine sorularla anlatmaya çalışan büyük bir eserdir  Filmden bir sahne: Ölüm : Ne bekliyorsun hala? Şövalye : Bilgi Ölüm: Sen garanti istiyorsun Şövalye : Nasıl istiyorsan öyle de  Bizler gibi değil mi? İnanmak istiyoruz ama bunun için garanti istiyoruz  Bilgi istiyoruz, inanç değil! “Yaban Çilekleri” Bergman’ın yine çok önemli bir başyapıtıdır  Yaşlı bir tıp profesörünün geliniyle birlikte bir tıp ödülünü almak üzere yaptığı yolculukta, aynı zamanda kendi hayatının derinlerine, çocukluğuna yaptığı bir yolculuk konu edilir filmde  Yolculuk ilerledikçe, nazik görüntünün altında saklanan bencillikler, sertlikler ve hatalar bir bir ortaya çıkar  Hastaları iyileştiren doktor kendi hayatında onulmaz hastalıklar ve hatalar yaratmıştır  Yaban Çilekleri, Tarkovsky’nin “Ayna”sı, Angelopoulos’un “Sonsuzluk ve Bir Gün”ü gibi, otobiyografik olduğu kadar evrensel de olabilen yapıtlardan birisidir kanımca  Yazının konusu da olan “Winter Light- Kış Işığı”na geçmeden önce “Persona”, “Çığlıklar ve Fısıltılar” ve “Utanç” filmlerinden de bahsetmek gerekli  Persona, modern sinemanın gördüğü en derin filmlerden birisidir bence  Filmde birden, konuşmayı, yürümeyi , bir anlamda hayatını kesmiş bir aktristin, ona bakmak amacıyla gelen hemşire aracılığıyla kendi maskeleriyle yüzleşmesi; hemşirenin de aktrist aracılığıyla kendisiyle ve maskeleriyle yüzleşmesi anlatılır  Filmin sonunda her iki karakterin de yüzleri belirsizleşir ve birbirine girer  Acaba modern dönemlerde bizlerin yüzlerine de olan bunlar mı? Psikanalizin, belki de filmde erimiş halidir Persona; ama bilimsel bir soğuklukta değil, şiirin derinliğinde  Jung psikolojisinde, insanın toplumsal maskesi, yani insanın toplum içindeki rolleri için geliştirdiği maskesi anlamlarına gelebilecek olan persona filmde çözülüp gerçek benliğe ulaşıldığında, karşılaştıklarımızın çoğunlukla aynı insanlar olmadığını gösteren büyük bir başyapıttır Persona  Her izleyişte değişik bir yönüne şahit olduğumuz Persona çoğu eleştirmen tarafından Bergman’ın en önemli eseri olarak da görülmektedir   “Çığlıklar ve Fısıltılar”, Bergman filmlerinde çokça görünen kızkardeşler arasındaki iletişimsizlik üzerine bir filmdir  Benim için filmin en akılda kalan tarafı parlak kırmızı atmosferidir  Benim için o filmden beri kırmızı ölümün rengi gibidir  Bergman ise kırmızıyı kullanma sebebi olarak “sanırım kırmızı, ruhun rengi olduğu için kullandım” cümlesini kullanmıştır  ” Utanç” filmi ise savaşın korkunçluğuyla yüzyüze gelen bir çift aracılığıyla kendi korkularımızla yüzleşmemiz gibidir adetâ  Filmin son kısmında ard arda gelen kararmalarla son derece trajik bir “son” a yaklaşılır  İlk kararmadan sonra görüntü yeniden açıldığında , uçsuz bucaksız düzlüğün yerini, dalgalarla boğuşan bir tekne alır; sebebini kimsenin bilmediği bir savaştan kaçan insanların açlık, susuzluk ve en önemlisi umutsuzluk karşısındaki çaresizliğidir bu görüntü  Görüntü tekrar kararır  Martı sesleriyle birlikte teknenin etrafında ölmüş asker bedenlerinin olduğu bir görüntüyle tekrar açılır görüntü  Artık ölüm yanlarından geçmek şöyle dursun yanıbaşlarındadır  Ellerindeki küreklerle ölmüş bedenleri itmeye çalışırlar boşu boşuna  Görüntü kararıp tekrar açılınca dalga seslerinden başka hiçbir ses kalmamıştır  Herkesin sessizlik içindeki bakışlarından, tükenmişliğin, umutsuzluğun anlamsızlığı görülebilmektedir  Sonra teknedekilerden birisi kendisini usulca denize bırakır… bir sonraki sahnede kadın, kocasına, güllerin tutuştuğu fakat ateşin gülleri yakamadığı rüyasını anlatır ve sorar: “Jan, her şey bir rüya gibi, ama benim değil bir başkasının rüyası…Rüyasında bizi görenler neler hissederler acaba? Utanç mı?…” “Sessizlik” filmi ise yine kızkardeşler ve aileler arasındaki ilişkisizliğe odaklar bizi  Dilleri aynı olmayan insanların konuşup anlaşabildiği; ama kızkardeşlerin anlaşamadığı bir dünyadır söz konusu olan  “Fanny ve Alexander” yine bir aile dramıdır, adeta tüm Bergman motiflerine şahit olduğumuz bir aile dramı  Bergman’ın son sinema filmi, aslında görkemli bir vedadır aynı zamanda  “Winter Light- Kış Işığı”, aslında “Tanrının Sessizliği” ya da “Oda” üçlemesi olarak da bilinen üçlemeninin ikinci filmidir  Üçlemenin ilk filmi “Through a Glass Darkly- Aynanın İçinden” , üçüncü filmi ise “Silence- Sessizlik”tir  ” Yaşamalıyız” der , filmdeki rahip, intihara kalkışan bir adama  Adamsa ” niye yaşamalıyız?” diye sorar  Bu soru belki de Bergman’ın, sanatında cevabını aradığı asıl sorudur  Niye yaşamalıyız? Rahip, bu soruya karşılık hiçbir cevap veremeden susar ve başını öne eğer  Bergman’ın sinemasının en önemli özelliği işte bu tür, basit görünen ama insanın kendisine dönüşünü, kendisine bakışını , kendisiyle ve hayatın manasıyla ilgili düşünmesini sağlayan sorular sormasıdır  “Neden yaşamalıyız?” , “Biz kimiz?” , ” Tanrı var mıdır?”, gibi çocuk seviyesinde görülen ,yetişkinler olarak bizlerin cevabını bulduğumuzu düşündüğümüz soruların dünyasına tekrar bizi götürebilecek sorular sormak  İncil ile ilişkisi hep devam etmiş, en inanmadığı zamanlarda bile İncil’i ilham kaynağı olarak kullanmış olan Bergman için, “Kış Işığı” aynı zamanda kendi inancıyla\inançsızlığıyla da hesaplaştığı bir duruma işaret eder  “Kış Işığı” Bergman’ın en basit ama en derin filmlerinden biridir belki de  Hepimizin hayatta sorduğu sorulara bir ayna! Bu soruyu zaman zaman hepimiz sorarız: “niçin yaşamalıyız?” Rahip, aşk ile özdeşleştirdiği Tanrıya inancını, çok sevdiği karısını yitirince yitirmiştir  Mevlana’yı hatırlatmıyor mu? ” A be ahmak neden bir ölümlüye aşık oluyorsun da hiç ölmeyecek olana değil?” diyen Mevlana’yı…Filmde belki de gerçekten inançlı olan tek insan kilisenin piyanistliğini ve zangoçlugunu yapan engelli adamdır  Rahip ona bir zamanlar bir İncil vermiştir ve okumasını söylemiştir  Bir konuşmada - ince kalbini benim Victor Hugo’nun Quasimodo’suna benzettiğim - zangoç, rahibe bir sey sorar: “Neden İsa çarmıha gerildiğinde “Baba-Tanrı’ya ‘beni neden yalnız bıraktın demiştir?’ “  Rahip birşey söylemez, bunun üzerine adam rahibe “ben galiba İsa’nin çektiği derin acının sebebini biliyorum” der  “Sebebi ,O’nun çarmıha gerilmesi degil , çarmıhta yapayalnız bırakılmasıydı, bundan büyük bir acı düşünemiyorum  ” der  Rahip, Tanrının sessizliğinden şikayet etmektedir  Tanrıya yakarışında bir cevap gelmemesinden…bu acaba Tanrının sessizliği midir, yoksa Tanrıyla kurulacak ilişkinin yöntemini bilmeyen bizlerin mi? Garanti isteyen insanoğlu, Tanrı ile saf imana dayalı bir ilişki şansını da yitirmiş olmuyor mu? Tanrının sessizliğinden şikayet eden ve imanını yitiren rahibin durumunu düşününce hemen aklıma bir Mevlana hikâyesi geliyor  Hepimiz zaman zaman Allah deyişimizde ‘Lebbeyk” cevabı bekliyoruz, bu cevap kulaklarımızda çınlasın istiyoruz, Mevlana’nın hikayesindeki Şeytan tarafından kandırılan adam gibi  “Lebbeyk” sesini duyamadığımızda Allah sessiz, Allah yok sanıyoruz  Bu bize hüzün veriyor  Belki gözyaşlarımız oluk oluk akmaya başlıyor  “Neredesin Allah’ım diyoruz, neredesin, neden bana yardım etmiyorsun…” Sonra belki bir kapı açılıyor kalbimize, bir mutmain olma kapısı gibi  Hani Hz  Ali demisti ya ” insan hiç görmediği bir Varlığa inanır mı, ben yemin ederim ki Allah’ı görüyorum  ” Belki bu sözün manasını keşfetmeye başlıyoruz her damla gözyaşında  Görmenin illa ki gözle olması gerekmiyor, asıl görenin gönül olduğunu anlıyoruz çektiğimiz her acıda, döktüğümüz her damla gözyaşında …ve anlıyoruz ki, aynen Mevlana hikayesindeki gibi “benim her Allah deyişim O’nun ‘Lebbeyk’ demesiymiş” …aynen Mevlana’nın dediği gibi susuz nasıl suyun peşindeyse su da susuzun peşindeymiş meğer! Bergman, hemen her filminde beni bu sorularla başbaşa bırakır  Bütün büyük sanatçılar gibi soru sordurur  Cevabını vermesi şart değildir, hatta cevabını bilmesi de şart değildir  Bütün büyük sanatçılar gibi dinsel, geleneksel kaynaklarından filizlenir Bergman da  Bu filizlerle ilişkisi her zaman doğru bir ilişki olmasa da kaynağa saygı gösterir ve o kaynaktan susuzluğunu giderir  Bergman bir keresinde, kendisinin sadece birkaç kez girebildiği, onun harici umutsuzca yumrukladığı kapıdan Tarkovsky’nin o kadar rahatça girebilmesini şaşkınlıkla izlediğini, bu yüzden Tarkovsky’nin en büyük sinema yönetmeni olduğunu söylemiştir  Bence Tarkovsky’nin bu kapıdan bu kadar rahat girmesi, Bergman’ın ise sadece birkaç defa girebilmesi, sanatçının Yaratıcı ile kurduğu ilişkiyle ilgilidir  Yaratıcı ile ilişki kurmanın şeklini bilemeyen, ya da Yaratıcısıyla ilişkisini yitirmiş bir sanatçının gerçek sanat eserleri “yaratması” bence imkânsızdır  Bergman, bu ilişkiyi kör topal da olsa her zaman yaşatmıştır  En inanmadığı zamanlarda bile “inanmadığı bir Tanrı fikrinin” kendisini yönlendirdiğini ve eserlerinin içine nüfuz etmiş olduğunu görmemek olası değildir kanımca   | 
|   | 
|  | 
|  |