Şengül Şirin
|
Oğuzkağan Destanı
Oğuz Kağan Destan
![](http://3.bp.blogspot.com/_cVimxBmzqQw/RlA2pOqUe9I/AAAAAAAAAC4/45V_s9WSNNU/s320/O%C4%9Fuz+Ka%C4%9Fan+Destan%C4%B1.jpg)
![](http://www.efrasyap.com/images/editor/Image/oguz_kagan02.gif)
1 OĞUZ DESTANININ ÖZELLİKLERİ
Eski Türk tarihinde hükümdarların doğuşu, efsanelere büründürülmüş ve kutsal bir olay gibi anlatılmışlardı Hükümdarlar böyle kutsallaştırılıp, gökten indirilir iken; elbetteki Oğuz-Kağan gibi, bütün Türk kaviminin atası olan kutsal bir kişinin menşeleri de, Tanrıya ve göğe bağlanacaktı Eski Türklere göre herşeyi yaratan ve her varlığın sahibi olan tek kutsal şey, gökteki biricik Tanrı idi Aslında göğün kendisi olan Tanrı değildi Çünkü gök de, yer gibi, maddî birer varlık ve yüce Tanrı tarafından yaratılmış, dünyanın birer parçası idiler Gök, bir tane idi ve dünyamızın üstünü, bir kubbe şeklinde kaplıyordu Fakat bu kubbenin üstünde, daha bir çok gökler vardı Ayın güneşin ve türlü yıldızlar ile burçların dolaştıkları, ayrı ayrı gökler, uzayın sonsuzluklarını kendi aralarında paylaşıyorlardı Bütün bunların üstünde, bir gök daha vardı ki, bu gökte yaratıcı, büyük ve tek Tanrı oturuyordu Eski Türkler, ğögün katlarını üst üste koyma yolu ile saymamışlardı Fakat sonradan, biraz da dış tesirler sebebi ile gökleri, yedi veya dokuz kat olarak tarif etmeğe başladılar "Oğuz-Kağan destanına, Uygur çağından sonra, hafif dış tesirler girmeğe başladı": Göktürk çağında, eski Türk dini ile inançları, bozulmadan devam etmekte ve gittikçe de gelişmekte idi Uygur devleti kurulup da, yeni bir çok dinler Türkler arasına girmeğe başlayınca, durum biraz daha değişti Çünkü Uygurlar, çok daha önceleri Çin'in ortalarında gezmişler, ticaret yapmışlar ve birçok insanlarla karşılaşarak, konuşmuşlardı "Bu dış ilişkiler, Uygurlara birçok yeni görüşler getirmiş ve onlarda, büyük dinlere inanmak ihtiyacını doğurmuştur " Ticaret, eski Türk savaşçılarının dini ile, pek bağdaşan bir meslek değildi Eski Türk dini, disiplin, otorite ve savaşçılığı, herşeyden üstün tutuyordu Halbuki tüccarlar, daha geniş ve rahat bir hayata sahip olmak zorunda idiler İşte bunun içindir ki, bu zamana kadar Türkler göğe ve gökten gelen kutsallıklara inanırlar iken, Uygur çağında durum birdenbire değişiyordu Uygurlar, köklerini Suriye'den alıp, İran'da gelişen Mani dinini aldıktan sonra, aya daha çok önem vermeye başladılar Aslında ise Türklerde, kutsal olan en önemli şey, gökten sonra dünyamızı ışıtan güneş idi "Uygurların, güneşten aya geçmiş olmaları, yeni bir düşüncenin başlangıcı gibi sayılabilirdi" Bu sebeple, Uygurlar çağında yazılmış Oğuz-Kağan destanlarında, eski Türklerin dedikleri gibi kutsal kişiler, artık "Göğün oğlu" değil; "Ayın oğulları" oluyorlardı Oğuz-Kağan da "Ay Tanrı" nın bir oğlu idi Destan, daha başlangıçta, şöyle başlıyordu: "Aydın oldu gözleri, renklendi ışık doldu, "Ay-Kağan'ın o gündü, bir erkek oğlu oldu!" Eski Türkler de iyi ve güzel olayları, aydınlık ve ışıkla anlatırlardı Biz, nasıl yeni bir oğlu olan dostumuza, "Gözlerin aydın olsun" diyor isek, onlar da Oğuz-Kağan'ın doğuşu dolayısı ile, "Ay Kağan'ın gözleri aydın oldu, renklendi", diyorlardı "Müslüman olmuş Oğuz Türklerinin destanları da, Türk mitolojisinin en eski motifleri ile dolu idiler": Fakat Türkler, çoktan müslüman olmuş ve İslâmiyetin ana prensiplerine gönülden bağlanmışlardı Aslında ise, İslâmiyet ile eski Türk dini arasında büyük ayrılıklar da yoktu Buna rağmen, eski Oğuz-Kağan destanları, elbetteki İslâmilyetin birçok inançları ile uygunluk gösteremeyecekti Bunun içindir ki, İslâmiyetten sonra yazılan Oğuz-Kağan destanlarında, biraz daha değişiklik yapılmış ve İslâmiyete uydurulmuştu İslâmiyeti kabul eden Türkler bizce Uygurlara nazaran, eski Türk an'anesini ve töresini daha çok korumuşlardı Tabiî olarak biz Oğuz Türkleri üzerine, daha büyük bir önem veriyoruz "Çünkü Oğuzlar, bütün Ortaasya ve Türk âleminin, en soylu ve en gelişmiş zümreleri idiler" Şehir hayatına çoktan başlamış olmalarına rağmen, eski Türk devlet teşkilâtı ile disiplini, onların ruhlarından henüz daha silinmemişlerdi Bu sebeple Oğuz Türklerinin destanlarında, Uygurlarınkine nazaran, daha eski ve daha köklü motifler görüyoruz İslâmiyetten sonraki Türk destanlarına göre, "Oğuz-Han'ın babası Kara-Han" idi Oğuz Han'ın babasının, "Kara-Han" adını alması da boş değildi Eski Türklerde, "Ak ve kara soylular ile halkı birbirinden ayıran, sembolik renkler" idi "Ak-Kemik", Kağanlar ile, onların oğulları idiler "Kara-Kemik" ise, halk tabakasından başka bir şey değildi Diğer kitaplarımızda da her zaman söylediğimiz gibi, Türk halklarının "ak" ve "kara" şeklinde ayrılmış olmalarına rağmen, aralarında bir sınıf mücadelesi yoktu Müslüman Türkler, Oğuz-Han'ın babasına "Kara-Han" diyorlardı Çünkü kendisi Müslüman değildi Müslüman olmak isteyen oğlu Oğuz-Han'a da engel olmak istemişti Tabiî olarak bu fikirlerimiz tam ve kesin değildir Fakat Türk tarihi ve an'aneleri hakkındaki bilgilerimiz, bizi bu sonuca doğru sürüklemektedirler Oğuz Han Müslüman Türklere göre, babasından çok, an'anesine bağlıdır Bu sebeple Oğuz destanını anlatmağa başlarlar iken, hemen şöyle derler: Üç gün üç gece geçti, annesine gelmedi,
Annenin memesinden, bir damla süt emmedi
Bana gelmedi diye, annesi ağlıyordu,
Sütümü emmedi diye, kalbini dağlıyordu
Ağlayıp sızlıyordu, beşiğe dolanarak,
Sütümü, az em diye, çocuğa yalvararak!
![](http://ayavci.free.fr/ataturk/resimler/14.jpg)
2 TÜRK MİTOLOJİSİ VE KUTSAL ÇOCUKLAR
Oğuz Han diğer Türk destanlarında olduğu gibi doğar doğmaz, bir olgunluk ve erginlik gösteriyordu Annesi, henüz daha Müslüman olmamıştı Annesine karşı, bu kırgınlığın sebebi de, bundan başka birşey olmamalıydı Nitekim az sonra Oğuz Han annesi ile konuşmağa başlar ve ona şöyle der: Ey, benim güzel annem, öğüdümü alırsan!
Yüce Tanrı'ya tapıp, eğer hakkı tanırsan!
O zaman memen alır, ak sütünü emerim!
Bana lâyık olursan, adına anne derim! Oğuz-Kağan'ın annesi, henüz daha üç günlük beşikte yatan çocuğunun, böyle konuşup söyleşmeye başladığını görünce, ona kalpten bağlanır ve Tanrıya inandığını oğluna söyler Müslüman Türklerin söyledikleri bu Tanrı, İslâmiyetin Allah'ından başka birşey değildi Fakat aynı zamanda destanlar, zaman zaman bir "Gök Tanrısı" ndan da söz açıyorlar ve eski Türklerin, gerçek inançlarını açığa vurmaktan geri kalmıyorlardı Eski Türklerde de "üç sayısı" ve "üç yaşında" olma önemli idi Fakat Türk mitolojisinin en önemli sayısı "yedi" ile "dokuz" sayılarıdır Müslüman Türklerin Oğuz destanlarında: "Oğuz-Kağan, üç gün içinde olgunlaşmıştı" Halbuki eski Altay destanlarında: "Çocuğun olgunlaşması için, yedi günün geçmiş olması gerekiyordu" Hatta çok güzel, şöyle bir Altay efsanesi de vardır: Altay'da olmuş idi, bir çocuk doğmuş idi,
Dünyaya gelir iken, nurlara boğmuş idi
Yedi kurtlar uçmuşlar, koku alıp koşmuşlar,
"Çocuğu ver", demişler, uluyarak coşmuşlar
Annesi çok ağlamış, yüreğini dağlamış,
Çocuk da dile gelmiş, yarasını bağlamış
Demiş: "Anne, sızlama! Oyala da, ağlama!
"Yedi gün mühlet iste, işi bağla sağlama!"
Yedi gün mühlet dolmuş, annenin benzi solmuş,
Oğlan beşiği kırmış, bir civan yiğit olmuş Bu Altay efsanesi mitolojinin ta kendisidir Gerçi Oğuz-Kağan destanı da, bir mitolojidir Fakat büyük devletler kurup gelişen Türk toplumları, onun içindeki akla uymayan motifleri ayıklamış ve gerçekçi bir şekle sokmuşlardı Oğuz-Kağan destanında, göklerde dolaşıp, ğögün çeşitli katlarını zapteme ve türlü ruhlarla çarpışma, kutsal bir Hakandı Fakat O, daha çok, bir insandı İnsanlık özelliklerini taşımış ve insanların yaşadığı yeryüzünü zaptederek, Tanrı adına, idare etmeğe memur edilmişti Az önce özetini yaptığımız Altay efsanesi dikkatle incelenince, daha birçok mitolojik motifler de ortaya çıkacaktır Meselâ "Yedi kurt" "Büyük ayı burcu" nun, yedi yıldızında başka bir şey değildi Çünkü Türklere göre: "(Büyükayı burcu'nun yedi yıldızı, kalın ve demir zincirlerle Kutup yıldızı'na bağlanmış, yedi azgın kurt idiler) Bir ara bu kurtlar, çocuğun atı ile tayını da alıp götürmek isterler Bu savaşlar sırasında çocuk sıkışınca, akıllı ve kutsal buzağısı da ona yol gösterir ve başarı sağlamasına imkân verir (Türklere göre 'Küçükayı burcu', iki at tarafından çekilen, bir arabadan başka birşey değildi ) Bu burcun etrafından dönen Büyükayı burcunun yedi kurdu, bu iki atı yakalayıp yemek isterler ve bunun için de gökyüzünde, durmadan onların etrafında dönerlerdi (Altay efsanesi göre) Küçükayı burcu, çocuğun dostu ve yakını idi Boğa burcu da, herhalde yine bu kahramanın buzağısından başka birşey olmamalıydı" Görülüyor ki, Oğuz-Kağan destanı birdenbire uydurulmuş ve yazılmış bir hikâye değildi Onun kökleri, yüzyıllar önce inanılmış ve söylenmiş, Türk efsaneleri ile inançlarına dayanıyordu Süzüle, süzüle, akla mantığa uymayan bölümlerin, gerçeğe uydurulması ile, bütün Türklerin malı olan Oğuz-Kağan destanı meydana gelmişti![frmsinsi.com](images/smilies/frmsinsi.gif)
3 OĞUZ - KAĞAN'IN DOĞUŞU
"Oğuz-Kağan, kutsal bir şekilde doğmuştu": Az önce, büyük Türk kahramanlarının, genel olarak kutsal bir şekilde doğduklarını söylemiştik Elbette ki Oğuz-Kağan'ın da doğuşu da, kutsal ve fevkalâde bir şekilde olmalıydı Nitekim Uygurların Oğuz-Kağan destanı, O'nun doğuşunu şöyle anlatıyordu: Gök mavisiydi sanki, benzi bu oğlancığın!
Ağzı kıpkızıl ateş, rengi bu oğlancığın!
Al, al idi gözleri, saçları da kapkara,
Perilerden de güzel, kaşları var ne kara! Oğuz-Kağan doğarken, benzinin rengi tıpkı gök mavisi gibi idi Yüz, eski Türklere göre, insanın en önemli bir yeri idi Utanç, kötülük ve hatta kutsallık bile, insanın yüzüne akseden özellikleri idiler Kötü bir insanın yüzü, elbette kara idi İyilerin de yüzleri, aktı Ama kutsal insanların yüz rengi, gök mavisinden başka birşey olamazdı Çünkü gök, Tanrı'nın oturduğu ve hatta bazan, Tanrı'nın kendisinden başka birşey değildi "Oğuz-Kağan doğarken, yüzünün gök renkten olması, onun gökten geldiğini ve Tanrı'nın rengini taşıdığını gösteren bir belirti idi " Biz yanlış olarak Türklerin, "Gök Börü", yani gök kurt dedikleri kutsal kurda, bozkurt adını veregelmişiz Aslında ise gök ile boz arasında büyük ayrılıklar vardır Türklerin kutsal kurtlarının rengi de gök idi Çünkü o Tanrı tarafından gönderilmiş bir elçiden başka bir şey değildi Belki de Tanrı'nın ta kendisi idi Tanrı, kurt şekline girerek Türklere görünüyor ve onlara başarı yolu açıyordu Onun için de, kurdun rengi gömgök idi Daha sonraları Türkler, gök rengini olgunluk, erginlik ve tecrübenin bir sembolü olarak görmüşlerdir Oğuz-Kağan'ın ağzı ateşe niçin benzetilmişti": Bugün Anadolu'da söylenen, "Gözleri Kanlı" deyimi de, bize çok şeyler ifade eder O'nun gözlerinin al oluşu, daha doğrusu kan rengine benzemesi, Oğuz-Kağan'ın büyük bahadarlığının, bir özelliğinden başka bir şey değildi Cengiz-Han da doğarken "avucunun içinde bir kan pıhtısı" tutuyordu Bunu gören annesi ile babası şaşırmış ve hemen Şamanlara koşmuşlardı Şamanlar ise, O'nun dünyayı zaptedeceğini ve büyük bir bahadır olacağını söylemişlerdi Fakat Cengiz-Han çağı ile ilgili efsaneler, en eski Türk ve Ortaasya özelliklerini göstermiyorlardı Elbetteki onları kökleri de, Türk mitolojisine dayanıyordu Fakat Çin yolu ile, Moğollara birçok yabancı tesirler girmişti Türklerde yeni doğan kahramanlar, avuçlarında bir kan pıhtısı tutmazlardı Çünkü biraz da, eski Hint mitolojisinin motiflerinden biri idi "Türklerin kahramanlarının gözleri, kırmızı ve kızıldır " Çinde de, bu vardır Fakat çin kahramanlarının gözleri yalnız kırmızı olmakla kalmazlar, aynı zamandan cam gibi de parlarlardı Çinliler, "Büyük bir Göktürk Kağanı Mohan Kağan'dan söz açarken, onun da yüzünün kıpkırmızı ve gözlerinin cam gibi parladığını" söylüyorlardı Herhalde Mohan-Kağan, acayip bir fizyonomiye sahip değildi Fakat 20 sene müddetle, bütün Çin'i korkutmuş ve diz çöktürmüş bir hükümdardı Eski Türkler, kırmızı renk için genel olarak "al" sözünü kullanırlardı Fakat bu söz sonradan, biraz da manevi bir anlam almıştı Nitekim loğusaları basan ve kötülük yapan, "Albastı" da, yine bu rengi taşıyordu Altay Türkleri, büyük kurt sürülerini idare edip, köylere korkunç zararlar veren kurtlara da, zaman, zaman, "al-börü" derlerdi Bu allık, kurdun veya albastı gibi ruhların renginden dolayı değil; daha çok, onların korkunç zararlar vermesinden ileri geliyordu Çünkü onlar güçlü ve kudretli idiler Tıpkı yeryüzünü zapteden ve kendi egemenliği altında toplayan Oğuz-Kağan gibi "Oğuz-Kağan'ın yüzünün rengi gök mavisi, gözleri de al, yani kırmızı idi" Bazıları al sözünü, "ela" şeklinde anlamak istemişlerdi Fakat tabiî olarak, bunun aslı yoktur Çünkü, "Oğuz-Kağan'ın saçları da kara" idi Sarı değil Bu sebeple gözlerinin elâ olmasına da, hiçbir sebep yoktu
4 OĞUZ - KAĞAN'IN ÇOCUKLUĞU
"Türk mitolojisinde kahramanlar, 'üç' veya 'yedi' günde konuşurlardı": Az önce, Müslüman olmuş Türklerin Oğuz-Kağan destanlarından söz açarken, Oğuz-Kağan'ın üç günde konuşmağa başladığını belirtmiştik İslâmiyetin tesirleri görülmeyen, Uygurca Oğuz Kağan destanında da, aynı şeyleri görüyoruz Ama, yukarıda da dediğimiz gibi, eski Türk efsanelerinde büyük kahramanlar çoğu zaman "Yedi günde kendilerine gelir ve kırk gün sonra da bir delikanlı gibi hayata başlarlardı" Nitekim Uygurların Oğuz Destanı, Oğuz'un küçüklüğünü şöyle anlatıyordu: Geldi ana göğsünü, aldı emdi sütünü,
İstemedi bir daha, içmek kendi sütünü
Pişmemiş etler ister, aş yemek ister oldu,
Etraftan şarap ister, eğlenmek ister oldu
Ansızın dile geldi, şiirler düzer oldu,
Aradan kırk gün geçti, oynaşır, gezer oldu Geldi ana göğsünü, aldı emdi sütünü,
İstemedi bir daha, içmek kendi sütünü
Pişmemiş etler ister, aş yemek ister oldu,
Etraftan şarap ister, eğlenmek ister oldu
Ansızın dile geldi, şiirler düzer oldu,
Aradan kırk gün geçti, oynaşır, gezer oldu "Türkler yemeklerini, ilk çağlardan beri pişirerek yerlerdi": Türkler herhalde, tarihten çok önceki çağlarda bile, yemeklerini pişirerek yemeğe başlamışlardı Nitekim, Göktürklerin Çin kaynaklarında bulunan ilk efsaneleri de, "İlk Türk Atasının, ateşi icât ettiğini ve yemekleri pişirmeği öğrettiğini," söylüyordu Sibirya'nın tundralarında yaşayan geri halklar, Türklere nazaran çok daha sonraki çağlarda yemeklerini pişirip, yemeği öğrendiler Nitekim, Fin'lerle Macar'ların ataları olan Batı Sibiryalılar, kendi atalarının çiğ et yediklerini söylerler ve bununla öğünürlerdi Onlar, daha güneylerindeki Ortaasya Türk halklarına, "yemeklerini pişirenler" derler ve kendilerini, onlardan ayırırlardı Gerçi bu Sibirya halkların da, sonradan yemeklerini pişirmeğe başlamışlardı Ama, zaman zaman bu eski hatıraları yadetmek için "çiğ et yeme törenleri" yapmağı da, ihmal etmezlerdi Türk mitolojisinde, Türk çiğ et yediğine dair, elimizde hiçbir delil yoktur Ama büyük kahramanlar, o kadar korkunç idiler ki, zaman zaman çiğ et bile yerlerdi Onun için Oğuz-Kağan'ın, çiğ et istemesinin sebebi de, bundan ileri geliyordu "Oğuz-Han'ın vücudu, güçlü ve korkunç hayvanlara benzetilirdi": Dede Korkut masallarında da büyük kahramanların yürüyüşü, arslanlara benzetilmiş ve vücut yapıları da, korkunç hayvanlar gibi anlatılmışlardı Oğuz-Kağan destanında da, az da olsa bunları görmüyor değiliz Uygurların Oğuz destanı, Oğuz-Kağan'ın şeklini, şöyle anlatıyordu: Öküz ayağı gibi, idi sanki ayağı,
Kurdun bileği gibi, idi sanki bileği
Benzer idi omuzu, ala samurunkine,
Göğsü de yakın idi, koca ayınınkine! Destana göre, Oğuz'un elleri ve pençesi, ayının büyük ve güçlü pençesini andırıyordu Ama kurdun bileği başka idi Kurt, yeryüzündeki hayvanlar içinde, koşma bakımından, en dayanıklı hayvandı Bir türlü yorulma bilmezdi Bileği ince idi Fakat o ince bilekli kurdun pençesi korkunçtu Bir samur büyüklüğündeki, kıllı omuzlar ve ayının göğsü gibi, gergin ve şişkin ğögüsler, Oğuz-Kağan'ın bir insan olarak ne derece güçlü olduğunu anlatmağa yarayan sözlerdi "Oğuz-Kağan'ın vücudu niçin "tüylü" idi": Eski Türkler, "ilk insanın, tüylü olduğuna inanırlardı " Altaylarda yaşayan birçok efsanelerde, bu konu ile ilgili, sayısız örneklere rastlıyoruz: "Tüylere kaplı olan ilk insan, Tanrı'ya karşı günah işlemiş ve bundan dolayı da tüyleri dökülmüştü Tüyleri dökülünce de insanoğlu, bir türlü hastalıktan kurtulamamış ve ölümsüzlüğü elinden kaçırmıştı (Bir söylenişe göre) Tanrı, insanı yaratırken şeytan gelmiş ve insanın üzerine tükürerek, her tarafına pislik içinde bırakmıştı Tanrı da, insanın dışını içine, içini de dışına çevirmek zorunda kalmıştı Bu suretle insanın içinde kalan şeytanın pisliği ve tüyler, insanoğlunun ruhunu ve ahlâkını kötü yapmıştı İnsanın gerçi dışı, Tanrı yapısı idi ve güzeldi ama; içi şeytan tarafından kirletilmiş ve şeytana benzer, bir özelliğe bürünmüştü" Bu sebeple Oğus destanında, bu çok eski Türk inançlarının izlerini de buluyoruz Çünkü Oğuz-Kağan, bizim gibi tüysüz değil; her tarafı kıllarla dolu ve fevkalâde bir yaratıktı: Bir insan idi fakat, tüyleri dolu idi,
Vücudu kıllı idi, çok uzun boylu idi
Güder at sürüleri, tutar, atlara biner,
Daha bu yaşta iken, çıkar, avlara gider
Geceler günler geçti, nice seneler doldu
Oğuz da büyüyerek, bir yahşi yiğit oldu!
5 OĞUZ - KAĞAN'IN GENÇLİĞİ
Türk mitolojisinde büyük kahramanların, çocukluk ile gençliğini birbirinden ayıran, bazı önemli, çağlar vardı Altay efsanelerinde bu çağ, daha çok "Ad koyma" töreni ile başlardı Adı olmayan bir çocuk, henüz daha yetişkin bir genç ve kahraman sayılmazdı Bir gencin ad alabilmesi de, kolay bir iş değildi Elbette adsız bir insan olamazdı Her çocuğa Türkler, doğuşundan itibaren bir ad verirlerdi Fakat bu ad, onun gerçek adı ve ünvanı sayılmazdı Hatta Türkler kahramanlarına, her yeni bir başarı üzerine, yeni bir ad daha verirlerdi Daha yüksek bir rütbeye terfi eden kimseler bile, yeni memuriyet unvanı ile beraber, ayrıca bir ad da alırlardı Bu sebeple Çin kaynakları, bu bakımdan bize bir çok güçlükler çıkarmışlardır Meselâ, büyük bir komutan veya Kağan'ın, bir gençlik adı vardır Geçliğinde büyük şöhret elde eden bu komutanlar, Çin kaynaklarında çoğu zaman, gençlik adları ile adlandırılırlardı Zaman-zaman bunlar, bazı savaşlar dolayısı ile yeni ünvanlar alırlardı Fakat Çin kaynaklarında bu Türkler, gençlik ve olgunluk adları ile geçince, tarihçeler için, kimin kim olduğunu anlamak, adetâ çok güç bir hale girer Bu sebeple Oğuz Han'ında, gerçek bir ad ve unvan alabilmesi için, büyük bir kahramanlık ve başarı göstermesi lâzımdı Eski Türk tarihinde de, "Baş kesmeyen ve kan dökmeyen" şehzadelere, gerçek adları verilmezdi
|