Kaşağı Hikayesi Ömer SEYFETTİN |
04-28-2009 | #1 |
Şengül Şirin
|
Kaşağı Hikayesi Ömer SEYFETTİN(1884-1920) Hikâye yazarı Gönen’de doğdu Harp Okulu’nu bitirdi Anadolu ve Rumeli’de subay olarak çalıştı (1903-1910) Askerlikten ayrılıp İstanbul’a yerleşti Balkan Savaşı çıkınca tekrar orduya döndü Yanya kuşatmasında esir düştü 1913′te askerlikten yeniden ayrıldı Kabataş Lisesi’nde ölünceye kadar dersler verdi İstanbul’da öldü Zincirlikuyu Mezarlığı’na gömüldü Servet-i Fünun edebiyatının anlaşılması güç olan diline karşı sâde Türkçe’yi, halk dilini savundu Ziya Gökalp ve Ali Canib (Yöntem) İle birlikte Millî Edebiyat’ı kurdu Yeni Mecmua, Şâir ve Büyük Mecmua’da, konularını günlük hayattan, çocukluk ve askerKk hâtıralarından, efsanelerden, halk fıkralarından ve tarihten alan hikâyelerle savunduğu edebiyatın örneklerini verdi Bâzı hikâyelerinde sosyal hayatın ve siyasî düşüncelerin tenkidi vardır Sağlığında Ashab-ı Kehfimiz (1918K Harem (1918) ve Ef-ruz Bey (1919) kitaplarını çıkarmıştır Ölümünden sonra Bilgi Yayınevi on cilt halinde hikâyelerinin tamamını yayımladı (1970-1971): 1 Efruz bey, 2 Eski Kahramanlar, 3 Bomba, 4 Harem, 5 Yüksek Ökçeler, 6 Kurumuş Ağaçlar, 7 Yalnız Efe, 8 Falaka, 9 Yüzakı, 10 Aşk Dalgası, 11 Beyaz Lâle Ta-hirAlangu’nun Ömer Seyfettin kitabı (1968) yazarı en iyi tanıtan kitaptır F A Tansel de Ömer Seyfeddin’İn 5Iİr|erl”ni yayımladı (1972) Millî Kütüphane, Ömer Seyfeddin Bibliyografyası bastırdı (1970) KAŞAĞI - ÖMER SEYFETTİN Kardeşimle ahırın avlusunda oynarken aşağıda, gümüş söğütler altında görünmeyen derenin hüzünlü şırıltısını işitirdik Evimiz iç çitin büyük kestane ağaçları arkasında kaybolmuş gibiydi Annem, İstanbul’a gittiği için benden bir yaş küçük olan kardeşim Hasan’la artık Dadaruh’un yanından hiç ayrılmıyorduk Bu, babamın seyisi, yaşlı bir adamdı Sabahleyin erkenden ahıra koşuyorduk En sevdiğimiz şey atlardı Dadaruh’la birlikte onları suya götürmek, çıplak sırtlarına binmek, ne doyulmaz bir zevkti Hasan korkar, yalnız binemezdi Dadaruh onu kendi önüne alırdı Torbalara arpa koymak, yemliklere ot doldurmak, gübreleri kaldırmak eğlenceli bir oyundan daha çok hoşumuza gidiyordu Hele tımar Bu en zevkli şeydi Dadaruh eline kaşağıyı alıp işe başladı mı, tıkı… tık… tıkı… tık… tıpkı bir saat gibi… yerimde duramaz, - Ben de yapacağım! diye tuttururdum O vakit Dadaruh, beni Tosun’un sırtına koyar, elime kaşağıyı verir, - Hadi yap! derdi Bu demir gereci hayvanın üstüne sürter, ama o uyumlu tıkırtıyı çıkaramazdım - Kuyruğunu sallıyor mu? - Sallıyor - Hani bakayım? Eğilirdim, uzanırdım Ama atın sağrısından kuyruğu görünmezdi Her sabah ahıra gelir gelmez, - Dadaruh, tımarı ben yapacağım, derdim - Yapamazsın - Niçin? - Daha küçüksün de ondan… - Yapacağım - Büyü de öyle - Ne zaman? - Boyun at kadar olduğunda… At, ahır işlerinde yalnız tımarı beceremiyordum Boyum atın karnına bile varmıyordu Oysa en keyifli, en eğlenceli şey buydu Sanki kaşağının düzenli tıkırtısı Tosun’un hoşuna gidiyor, kulaklarını kısıyor, kuyruğunu kocaman bir püskül gibi sallıyordu Tam tımar biteceğine yakın huysuzlanır, o zaman Dadaruh, “Höyt” diye sağrısına bir tokat indirir, sonra öteki atları tımara başlardı Ben bir gün yalnız başıma kaldım Hasan’la Dadaruh dere kenarına inmişlerdi İçimde bir tımar etmek hırsı uyandı Kaşağıyı aradım, bulamadım Ahırın köşesinde Dadaruh’un penceresiz küçük bir odası vardı Buraya girdim Rafları aradım Eyerlerin arasına falan baktım Yok, yok! Yatağın altında, yeşil tahtadan bir sandık duruyordu Onu açtım Az daha sevincimden haykıracaktım Annemin bir hafta önce İstanbul’dan gönderdiği armağanlar içinden çıkan fakfon kaşağı, pırıl pırıl parlıyordu Hemen kaptım Tosun’un yanına koştum Karnına sürtmek istedim Rahat durmuyordu - Sanırım acıtıyor? dedim Gümüş gibi parlayan bu güzel kaşağının dişlerine baktım Çok keskin, çok sivriydi Biraz köreltmek için duvarın taşlarına sürtmeye başladım Dişleri bozulunca yeniden denedim Gene atların hiçbiri durmuyordu Kızdım Öfkemi sanki kaşağıdan çıkarmak istedim On adım ilerdeki çeşmeye koştum Kaşağıyı yalağın taşına koydum Yerden kaldırabildiğim en ağır bir taş bularak üstüne hızlı hızlı indirmeye başladım İstanbul’dan gelen, üstelik Dadaruh’un kullanmaya kıyamadığı bu güzel kaşağıyı ezdim, parçaladım Sonra yalağın içine attım Babam, her sabah dışarıya giderken bir kere ahıra uğrar, öteye beriye bakardı Ben o gün gene ahırda yalnızdım Hasan evde hizmetçimiz Pervin’le kalmıştı Babam çeşmeye bakarken, yalağın içinde kırılmış kaşağıyı gördü; Dadaruh’a haykırdı: - Gel buraya! Soluğum kesilecekti, bilmem neden, çok korkmuştum Dadaruh şaşırdı, kırılmış kaşağı ortaya çıkınca, babam bunu kimin yaptığını sordu Dadaruh, - Bilmiyorum, dedi Babamın gözleri bana döndü, daha bir şey sormadan, - Hasan dedim - Hasan mı? - Evet, dün Dadaruh uyurken odaya girdi Sandıktan aldı Sonra yalağın taşında ezdi - Niye Dadaruh’a haber vermedin? - Uyuyordu - Çağır şunu bakayım Çitin kapısından geçtim Gölgeli yoldan eve doğru koştum Hasan’ı çağırdım Zavallının bir şeyden haberi yoktu Koşarak arkamdan geldi Babam pek sertti Bir bakışından ödümüz kopardı Hasan’a dedi ki: - Eğer yalan söylersen seni döverim! - Söylemem - Pekâlâ, bu kaşağıyı niye kırdın? Hasan, Dadaruh’un elinde duran alete şaşkın şaşkın baktı! Sonra sarı saçlı başını sarsarak, - Ben kırmadım, dedi - Yalan söyleme, diyorum - Ben kırmadım - Doğru söyle, darılmayacağım Yalan çok kötüdür, dedi Hasan inkârda direndi Babam öfkelendi Üzerine yürüdü “Utanmaz yalancı” diye yüzüne bir tokat indirdi - Götür bunu eve; sakın bunu bir daha buraya sokma Hep Pervin’le otursun! diye haykırdı Dadaruh, ağlayan kardeşimi kucağına aldı Çitin kapısına doğru yürüdü Artık ahırda hep yalnız oynuyordum Hasan evde hapsedilmişti Annem geldikten sonra da bağışlanmadı Fırsat düştükçe, “O yalancı” derdi babam Hasan yediği, tokat aklına geldikçe ağlamaya başlar, güç susardı Zavallı anneciğim benim iftira atabileceğime hiç ihtimal vermiyordu “Aptal Dadaruh, atlara ezdirmiş olmasın?” derdi Ertesi yıl annem, yazın gene İstanbul’a gitti Biz yalnız kaldık Hasan’a ahır hâlâ yasaktı Geceleri yatakta atların ne yaptıklarını tayların büyüyüp büyümediğini bana sorardı Bir gün birdenbire hastalandı Kasabaya at gönderildi Doktor geldi “Kuşpalazı” dedi Çiftlikteki köylü kadınlar eve üşüştüler Birtakım tekir kuşlar getiriyorlar, kesip kardeşimin boynuna sarıyorlardı Babam yatağın başucundan hiç ayrılmıyordu Dadaruh çok durgundu Pervin hüngür hüngür ağlıyordu - Niye ağlıyorsun? diye sordum - Kardeşin hasta - İyi olacak - İyi olmayacak - Ya ne olacak? - Kardeşin ölecek! dedi - Ölecek mi? Ben de ağlamaya başladım O hastalandığından beri Pervin’in yanında yatıyordum O gece hiç uyuyamadım Dalar dalmaz, Hasan’ın hayali gözümün önüne geliyor “İftiracı! İftiracı!” diye karşımda ağlıyordu Pervin’i uyandırdım - Ben Hasan’ın yanına gideceğim, dedim - Niçin? - Babama bir şey söyleyeceğim - Ne söyleyeceksin? - Kaşağıyı ben kırmıştım, onu söyleyeceğim - Hangi kaşağıyı? - Geçen yılki Hani babamın Hasan’a darıldığı… Sözümü tamamlayamadım Derin hıçkırıklar içinde boğuluyordum Ağlaya ağlaya Pervin’e anlattım Şimdi babama söylersem, Hasan da duyacak belki beni bağışlayacaktı - Yarın söylersin, dedi - Hayır, şimdi gideceğim - Şimdi baban uyuyor, yarın sabah söylersin Hasan da uyuyor Onu öpersin, ağlarsın, seni bağışlar - Pekala! - Haydi şimdi uyu! Sabaha kadar gene gözlerimi kapayamadım Hava henüz ağarırken Pervin’i uyandırdım Kalktım Ben içimdeki zehirden vicdan azabını boşaltmak için acele ediyordum Yazık ki, zavallı suçsuz kardeşim, o gece ölmüştü Sofada çiftlik imamıyla Dadaruh’u ağlarken gördük Babamın dışarıya çıkmasını bekliyorlardı |
Cevap : Kaşağı Hikayesi Ömer SEYFETTİN |
05-13-2009 | #2 |
Şengül Şirin
|
Cevap : Kaşağı Hikayesi Ömer SEYFETTİN Kaşağı (Ömer Seyfettin) Konu Kardeşine iftira atıp, onun ölümünden sonra vicdan azabıyla yanıp tutuşan bir çocuğun dramı anlatılmaktadır Özet O vakit Dadaruh, onu Tosun’un sırtına koyar, eline kaşağıyı verir, - Hadi yap! Der Bu demir gereci hayvanın üstüne sürter, ama o uyumlu tıkırtıyı çıkaramazdı Her sabah ahıra gelir gelmez, - Dadaruh, tımarı ben yapacağım, derAma adam izin vermez ancak boyu at kadar olunca yapabileceğini söylerBoyu atın karnına bile varmıyordu Oysa en keyifli, en eğlenceli şey buydu Sanki kaşağının düzenli tıkırtısı Tosun’un hoşuna gidiyor, kulaklarını kısıyor, kuyruğunu kocaman bir püskül gibi sallıyordu Tam tımar biteceğine yakın huysuzlanır, o zaman Dadaruh, “Höyt” diye sağrısına bir tokat indirir, sonra öteki atları tımara başlardıBir gün yalnız başına kalır Hasan’la Dadaruh dere kenarına inmişlerdi İçimde bir tımar etmek hırsı uyanır Kaşağıyı arar, bulamaz Annesinin bir hafta önce İstanbul’dan gönderdiği armağanlar içinden çıkan fakfon kaşağı, pırıl pırıl parlıyordu Hemen alıp, Tosun’un yanına koşar, karnına sürtmek ister fakat rahat durmaz - Sanırım acıtıyor? Diye düşünür Gümüş gibi parlayan bu güzel kaşağının dişlerine bakar Çok keskin, çok sivridir Biraz köreltmek için duvarın taşlarına sürtmeye başlar Dişleri bozulunca yeniden dener Gene atların hiçbiri durmaz ve kızar Öfkesini sanki kaşağıdan çıkarmak ister On adım ilerdeki çeşmeye koşar Kaşağıyı yalağın taşına koyup yerden kaldırabildiği en ağır bir taş bularak üstüne hızlı hızlı indirmeye başlar İstanbul’dan gelen, üstelik Dadaruh’un kullanmaya kıyamadığı bu güzel kaşağıyı ezip, parçalar Sonra yalağın içine atar Babası çeşmeye bakarken, yalağın içinde kırılmış kaşağıyı görür; Dadaruh’a yanına çağırınca çok korkar Dadaruh şaşırır, kırılmış kaşağı ortaya çıkınca, babası bunu kimin yaptığını sorarDadaruh, - Bilmiyorum, der Babasının gözleri ona döner, daha bir şey sormadan, çocuk kaşağıyı kardeşi Hasan’ın kırdığını söyler “Dadaruh uyurken odaya girdi Sandıktan aldı Sonra yalağın taşında ezdi” der Babası Hasan’I çağırır -Bu kaşağıyı niye kırdın?diye sorar Hasan, Dadaruh’un elinde duran alete şaşkın şaşkın baktıp, sarı saçlı başını sarsarak, - Ben kırmadım, der - Doğru söyle, darılmayacağım Yalan çok kötüdür, der babası Hasan inkârda direnir Baba öfkelenir Üzerine yürür “Utanmaz yalancı” diye yüzüne bir tokat indirir - Götür bunu eve; sakın bunu bir daha buraya sokma Hep Pervin’le otursun! diye haykırır Artık ahırda hep yalnız oynar Hasan eve hapsedilir Annesi geldikten sonra da bağışlanmazAnnesi onun iftira atabileceğine hiç ihtimal vermez Ertesi yıl anne, yazın gene İstanbul’a giderHasan’a ahır hâlâ yasaktır Bir gün birdenbire hastalandı Doktor “Kuşpalazı” der Babası yatağın başucundan hiç ayrılmaz Hizmetçi kardeşinin öleceğini söyler ve çocuk ağlamaya başlar Gece uyuyamaz, uykuya dalar dalmaz Hasan’ın hayali gözünün önüne gelir “İftiracı! İftiracı!” diye karşısında ağlar Pervin’i uyandırır Hasan’ın yanına gitmek istediğini ve babasına bir şey söylemek istediğini söylerYarın söylersin, derSabaha kadar gene gözlerini kapayamaz Hava henüz ağarırken Pervin’i uyandırır Ama zavallı suçsuz kardeşi, o gece ölmüştür Ana Fikir Yalan söylemek kötü bir alışkanlıktır Şahıslar ve Olaylar Büyük çocuk: Hasan’ın abisidirbabasından çok korkarAtları çok sever Hasan: Küçük kardeştirO da babasından çok korkar ve atları çok severGeçirdiği hastalık ölümüne sebep olur Dadaruh: Evin seyisidir Bütün zamanını atlarla geçirmekyen çok zevk alırİki çocuğu da çok sever Pervin: Evin hizmetçisidir Çok yumuşak kalplidir ve herşeyi açıkça söylerBir o kadar da sulugözdür Baba: Çocuklarının üzerinde büyük bir otorite sahibidir Çocukları onu çok sever ama ondan çok korkarlar Yazar Hakkında Bilgi Ömer Seyfettin, yazı ve öyküleriyle dilde sadeleşme hareketinin öncülüğünü yaparak yeni bir edebiyat akımının oluşumunu sağlayıp, Türk öykücülüğünde kısa öykü türünün dil, anlatım tekniği ile tematik yönden ilk özgün örneklerini vermiştir Aynı zamanda ulusal edebiyat akımını başlatan yazarlardan olan Ömer Seyfettin 28 Şubat 1884′te Gönen’de doğdu Öğrenimine, dört yaşında iken, Gönen Mahalle Mektebi’nde başladı Ailesiyle birlikte İstanbul’a gelince (1892), ilköğrenimini özel bir okul olan Aksaray’daki Mekteb-i Osmani’da sürdürdü Babasının isteği üzerine, Eyüp baytar Rüştiyesi’nin subay çocuklarına özgü bölümüne yatılı olarak yazıldı (1893) Buradaki eğitiminden sonra (1896), Edirne Askeri İdadisi’ni (1900) ve İstanbul Mekteb-i Harbiye’yi bitirdi 22 Ağustos 1903′te piyade teğmeni rütbesiyle mezun oldu Ziya Gökalp ve arkadaşlarının çıkardıkları “Genç Kalemler” dergisinin kadrosuna katıldı Balkan Savaşı’nın başlaması üzerine, yeniden orduya çağrıldı (14 Eylül 1914) Kısa bir süre “Türk Sözü” dergisinin başyazarlığını yaptı lan Calibe Hanım’la evlendi (1915) Eylül 1918′de eşinden ayrıldı 6 mart 1920′de kaldırıldığı Haydarpaşa Hastanesi’nde şeker hastalığından öldü Kadıköy Kuşdili’ndeki Mahmut Baba Türbesi mezarlığına gömüldü 1939′da, kemikleri Zincirlikuyu Mezarlığı’ndaki Asri Mezarlık’a taşındı ESERLERİ: Romanları: Yaşadığı yıllarda yayınlanan üç romanı ( Ashab-ı Kehfimiz, Efruz Bey, Yalnız Efe, 1919) onun bu alanda yarım kalmış denemeleri olarak sayılır “Fantezi roman” olarak nitelendirilen Efruz Bey; 1908′den Mütareke yıllarına kadarki süreci, aydın kişilerin eleştirisi ekseninde yansıtır Dönemin aydın hastalıklarını, siyasi akımların yanlış yönsemelerini toplumsal eleştiri bağlamında, yeni bir roman tekniğiyle verir Yarın kalan romanı Yalnız Efe, destansı bir nitelik taşır Konusunu bir halk menkıbesinden almıştır Dönemin toplumsal ortamında, yapılan haksızlıklara başkaldırarak silahlanıp dağa çıkan -kız kahraman- Yalnız Efe’nin kişiliğinde Türk halkanın direnme gücünü göstermeye çalışmıştır Öykü: Harem, (uö), 1918; Yüksek Ökçeler, (ös), 1923; Gizli Mabet, (ös), 1923; bahar ve Kelebekler, (ös), 1927 Bütün Eserleri, temalarına göre bir araya getirilen basım: Efruz Bey, 1970; kahramanlar, 1970; bomba, 1970; Harem, 1970; Yüksek Ökçeler, 1970; Yüzakı, 1970; Yalnız Efe, 1970; Falaka, 1970; Aşk Dalgası, 1970; Beyaz Lale, 1970; Gizli Mabet, 1970 |
|