Prof. Dr. Sinsi
|
Ömer Seyfettin'den Kısa Hikayeler
Ömer Seyfettin Kısa Hikayeler
Ömer Seyfettin'den Kısa Hikayeler
Kaşağı (Ömer Seyfettin)
AHIRIN avlusunda oynarken aşağıda, gümüş söğütler altında görünmeyen derenin hüzünlü şırıltısını işitirdik Evimiz iç çitin büyük kestane ağaçları arkasında kaybolmuş gibiydi Annem, İstanbul’a gittiği için benden bir yaş küçük olan kardeşim Hasan’la artık Dadaruh’un yanından hiç ayrılmıyorduk Bu, babamın seyisi, yaşlı bir adamdı Sabahleyin erkenden ahıra koşuyorduk En sevdiğimiz şey atlardı Dadaruh’la birlikte onları suya götürmek, çıplak sırtlarına binmek, ne doyulmaz bir zevkti Hasan korkar, yalnız binemezdi Dadaruh onu kendi önüne alırdı Torbalara arpa koymak, yemliklere ot doldurmak, gübreleri kaldırmak eğlenceli bir oyundan daha çok hoşumuza gidiyordu Hele tımar Bu en zevkli şeydi Dadaruh eline kaşağıyı alıp işe başladı mı, tıkı… tık… tıkı… tık… tıpkı bir saat gibi… yerimde duramaz,
- Ben de yapacağım! diye tuttururdum
O vakit Dadaruh, beni Tosun’un sırtına koyar, elime kaşağıyı verir,
- Hadi yap! derdi
Bu demir gereci hayvanın üstüne sürter, ama o uyumlu tıkırtıyı çıkaramazdım
- Kuyruğunu sallıyor mu?
- Sallıyor
- Hani bakayım? 
Eğilirdim, uzanırdım Ama atın sağrısından kuyruğu görünmezdi
Her sabah ahıra gelir gelmez,
- Dadaruh, tımarı ben yapacağım, derdim
- Yapamazsın
- Niçin?
- Daha küçüksün de ondan…
- Yapacağım
- Büyü de öyle
- Ne zaman?
- Boyun at kadar olduğunda…
At, ahır işlerinde yalnız tımarı beceremiyordum Boyum atın karnına bile varmıyordu Oysa en keyifli, en eğlenceli şey buydu Sanki kaşağının düzenli tıkırtısı Tosun’un hoşuna gidiyor, kulaklarını kısıyor, kuyruğunu kocaman bir püskül gibi sallıyordu Tam tımar biteceğine yakın huysuzlanır, o zaman Dadaruh, “Höyt ” diye sağrısına bir tokat indirir, sonra öteki atları tımara başlardı Ben bir gün yalnız başıma kaldım Hasan’la Dadaruh dere kenarına inmişlerdi İçimde bir tımar etmek hırsı uyandı Kaşağıyı aradım, bulamadım Ahırın köşesinde Dadaruh’un penceresiz küçük bir odası vardı Buraya girdim Rafları aradım Eyerlerin arasına falan baktım Yok, yok! Yatağın altında, yeşil tahtadan bir sandık duruyordu Onu açtım Az daha sevincimden haykıracaktım Annemin bir hafta önce İstanbul’dan gönderdiği armağanlar içinden çıkan fakfon kaşağı, pırıl pırıl parlıyordu Hemen kaptım Tosun’un yanına koştum Karnına sürtmek istedim Rahat durmuyordu
- Sanırım acıtıyor? dedim
Gümüş gibi parlayan bu güzel kaşağının dişlerine baktım Çok keskin, çok sivriydi Biraz köreltmek için duvarın taşlarına sürtmeye başladım Dişleri bozulunca yeniden denedim Gene atların hiçbiri durmuyordu Kızdım Öfkemi sanki kaşağıdan çıkarmak istedim On adım ilerdeki çeşmeye koştum Kaşağıyı yalağın taşına koydum Yerden kaldırabildiğim en ağır bir taş bularak üstüne hızlı hızlı indirmeye başladım İstanbul’dan gelen, üstelik Dadaruh’un kullanmaya kıyamadığı bu güzel kaşağıyı ezdim, parçaladım Sonra yalağın içine attım
Babam, her sabah dışarıya giderken bir kere ahıra uğrar, öteye beriye bakardı Ben o gün gene ahırda yalnızdım Hasan evde hizmetçimiz Pervin’le kalmıştı Babam çeşmeye bakarken, yalağın içinde kırılmış kaşağıyı gördü; Dadaruh’a haykırdı:
- Gel buraya!
Soluğum kesilecekti, bilmem neden, çok korkmuştum Dadaruh şaşırdı, kırılmış kaşağı ortaya çıkınca, babam bunu kimin yaptığını sordu Dadaruh,
- Bilmiyorum, dedi
Babamın gözleri bana döndü, daha bir şey sormadan,
- Hasan dedim
- Hasan mı?
- Evet, dün Dadaruh uyurken odaya girdi Sandıktan aldı Sonra yalağın taşında ezdi
- Niye Dadaruh’a haber vermedin?
- Uyuyordu
- Çağır şunu bakayım
Çitin kapısından geçtim Gölgeli yoldan eve doğru koştum Hasan’ı çağırdım Zavallının bir şeyden haberi yoktu Koşarak arkamdan geldi Babam pek sertti Bir bakışından ödümüz kopardı Hasan’a dedi ki:
- Eğer yalan söylersen seni döverim!
- Söylemem
- Pekâlâ, bu kaşağıyı niye kırdın?
Hasan, Dadaruh’un elinde duran alete şaşkın şaşkın baktı! Sonra sarı saçlı başını sarsarak,
- Ben kırmadım, dedi
- Yalan söyleme, diyorum
- Ben kırmadım
- Doğru söyle, darılmayacağım Yalan çok kötüdür, dedi Hasan inkârda direndi Babam öfkelendi Üzerine yürüdü “Utanmaz yalancı” diye yüzüne bir tokat indirdi
- Götür bunu eve; sakın bunu bir daha buraya sokma Hep Pervin’le otursun! diye haykırdı
Dadaruh, ağlayan kardeşimi kucağına aldı Çitin kapısına doğru yürüdü Artık ahırda hep yalnız oynuyordum Hasan evde hapsedilmişti Annem geldikten sonra da bağışlanmadı Fırsat düştükçe, “O yalancı” derdi babam Hasan yediği, tokat aklına geldikçe ağlamaya başlar, güç susardı Zavallı anneciğim benim iftira atabileceğime hiç ihtimal vermiyordu “Aptal Dadaruh, atlara ezdirmiş olmasın?” derdi
Ertesi yıl annem, yazın gene İstanbul’a gitti Biz yalnız kaldık Hasan’a ahır hâlâ yasaktı Geceleri yatakta atların ne yaptıklarını tayların büyüyüp büyümediğini bana sorardı Bir gün birdenbire hastalandı Kasabaya at gönderildi Doktor geldi “Kuşpalazı” dedi Çiftlikteki köylü kadınlar eve üşüştüler Birtakım tekir kuşlar getiriyorlar, kesip kardeşimin boynuna sarıyorlardı Babam yatağın başucundan hiç ayrılmıyordu
Dadaruh çok durgundu Pervin hüngür hüngür ağlıyordu
- Niye ağlıyorsun? diye sordum
- Kardeşin hasta
- İyi olacak
- İyi olmayacak
- Ya ne olacak?
- Kardeşin ölecek! dedi
- Ölecek mi?
Ben de ağlamaya başladım O hastalandığından beri Pervin’in yanında yatıyordum O gece hiç uyuyamadım Dalar dalmaz, Hasan’ın hayali gözümün önüne geliyor “İftiracı! İftiracı!” diye karşımda ağlıyordu
Pervin’i uyandırdım
- Ben Hasan’ın yanına gideceğim, dedim
- Niçin?
- Babama bir şey söyleyeceğim
- Ne söyleyeceksin?
- Kaşağıyı ben kırmıştım, onu söyleyeceğim
- Hangi kaşağıyı?
- Geçen yılki Hani babamın Hasan’a darıldığı…
Sözümü tamamlayamadım Derin hıçkırıklar içinde boğuluyordum Ağlaya ağlaya Pervin’e anlattım Şimdi babama söylersem, Hasan da duyacak belki beni bağışlayacaktı
- Yarın söylersin, dedi
- Hayır, şimdi gideceğim
- Şimdi baban uyuyor, yarın sabah söylersin Hasan da uyuyor Onu öpersin, ağlarsın, seni bağışlar
- Pekala!
- Haydi şimdi uyu!
Sabaha kadar gene gözlerimi kapayamadım Hava henüz ağarırken Pervin’i uyandırdım Kalktım Ben içimdeki zehirden vicdan azabını boşaltmak için acele ediyordum Yazık ki, zavallı suçsuz kardeşim, o gece ölmüştü Sofada çiftlik imamıyla Dadaruh’u ağlarken gördük Babamın dışarıya çıkmasını bekliyorlardı
Perili Köşk (Ömer Seyfettin)
Sermet Bey döndü, arkasındaki bekçiye,
- İşte bir boş köşk daha! Dedi
Küçük bir çam ormanının önünde beyaz, şık bir bina, mermerdenmiş gibi göz kamaştıracak derecede parlıyordu Tarhlarını yabani otlar bürümüş Bahçesinin demir kapısında büyük bir “Kiralıktır” levhası asılıydı Bekçi başını salladı:
- Geç efendim, geç!… Orası size gelmez
- Niçin canım?
- Demin gösterdiğim evi tutunuz Küçük ama çok uğurludur Kim oturursa erkek çocuğu dünyaya gelir
- On iki kişi nasıl sığarız beş odaya! Buraya bakalım, buraya… Tam bize göre…
Bekçi tekrar, katî bir işaretle,
- Buraya oturamazsınız efendim… dedi
Sermet Bey, gözünü köşkten alamıyordu Her tarafında geniş balkonları vardı Temellerinin üzerine yaslanmış sanılacaktı Kuluçka yatan beyaz bir Nemse tavuğu gibi yayvandı Yirmi senedir, çocuğa kavuşalıdan beri hep böyle bir yuva tahayyül ederlerdi Asabî bir istical ile,
- Niye oturamayız? diye sordu
- Efendim, bu köşkte peri vardır
- Ne perisi?
- Bayağı peri! Gece çıkar Evdekilere rahat vermez
Sermet Bey, gözüyle gördüğüne, kulağıyla işittiğine inananlardan değildi Eliyle sıkı sıkıya tutup hissetmeyince bir şeyin varlığına hükmetmezdi, gözle kulak onca birer yalan kovuğuydu Yalanla hep bize bu dört kapıdan girerdi Fakat el… fakat Lâmise, hiç dolma yutmazdı Bütün hurafeler, bâtıl itikatlar dimağımıza hücum için gözle kulağa koşardı Güldü:
- Perinin bize zararı dokunmaz! dedi:
Bekçi bir küfür işitmiş gibi Sermet beyin yüzüne baktı
- Her giren evvelâ böyle söyler, ama bir ay oturmaz
- Senin nene lâzım Haydi burasını gezelim
- Anahtarı sahibindedir
- Sahibi kim?
- Sahibi Hacı Niyazi Efendi İşte şu yandaki köşkte oturan…
- Haydi anahtarı alalım
- Peki, ama…
Döndüler Sık ağaçlar arasından yalnız üst katının çatısı görünen kırmızı aşıboyalı bir eski eve doğru yürüyorlardı
İhtiyar bekçi yolda beyaz köşkün tarihini kısaca anlattı On senedir buraya girenler bir aydan ziyade oturamamışlardı Evvelâ peri görünüyor, sonra büyük büyük taşlar atıyor, nihayet gelip camları kırıyor, içeridekilere geceleri hiç rahat vermiyordu Kiracılardan ikisinin yüreğine inmiş, üçünün evlâtlıkları çarpılmış, birisinin karısı korkudan altı aylık çocuğunu düşürmüştü Gölgelerinde koyunlar otlayan çiçekli badem ağaçlarının altından geçtiler Kırmızı köşkün kapısını açtılar
Hacı Niyazi Efendi eski bir evkaf memuruydu Hürriyet’te tazminat olarak daireden çekilmiş, ev alıp satmakla geçinmeğe başlamıştı Fakat çok doğru bir adamdı Senede belki yüz ev sattığı halde kendi perili köşkünü hariçten gelip Hanya’dan Konya’dan haberi olmayan enayi bir müşteriyi sokmuyor: “Allah’tan korkarım neme lâzım!” diyordu Köşkünün perili olduğunu hiç saklamazdı Kapıyı kendi açtı Sermet Bey evi gezmek istediğini söyledi:
- Pekâlâ, buyurun! Dedi
Önlerine düştü Bahçeden geçtiler Hacı Niyazi Efendi sokakta sarı aba cübbesinin cebinde pirinç bir anahtar çıkardı Bahçe kapısını açtı, Sermet Beye,
- Bu anahtar köşkü de açar… dedi
Yürüdüler, bahçe hakikaten biraz vahşiydi Bakımsızlıktan, ayak basmamış bir dere içine dönmüştü Köşkün arkasındaki küçük çam ormanında da vahşi bir sükun vardı Bekçi köşke girmedi Kapıda kaldı Sermet Bey, ev sahibiyle gezdi Tezyinata hiç diyecek yoktu Alt kat bütün mermerdi Sarnıç, banyo, kuyu, kümes, ahır… Hepsi tamamdı
- Kirası ne kadar?
- Çok istemiyorum Yüz seksen lira Ama üç seneliğini peşin isterim
- Niçin?
- Bakınız beyim, niçin: Düşmanlarım, köşk kiracısız kalsın diye peri lafı çıkarmışlar Birisi girdi mi, herkes fisebilillâh peri propagandasına başlar Nihayet kiracılar işittikleri yalanı, gördük sanıyorlar Meselâ kış ortası köşkü başıma bırakıp savuşuyorlar Daha fenası, çıkanlar propagandacılara katılıyor İki sene daha böyle giderse malımı ne satabileceğim, ne de kiracı bulabileceğim
Sermet Bey sordu:
- Vâkıa şimdiye kadar hemen hiç… Fakat giren, komşuların lafına kapılır Çok durmaz Ürker, kaçar
- Ben ürkmem
- İnşallah
- Fakat üç senelik peşin, bu biraz ağır…
- Ne yapayım beyim Canım yandı İsterseniz…
Sermet Bey köşkü çok beğenmişti Hem kirası da ucuzdu Şimdi üç odalı kulübelerin seneliğine yüz elli lira istiyorlardı
Hemen o gün kontratı yaptılar Üç senelik kira olan beş yüz kırk lira peşin verilecekti Hacı Niyazi Efendinin evinden çıktıktan sonra Sermet Bey bekçiyi çıkardı, bahşişiye bir yirmi beşlik kağıt verdi Bekçi,
- Paranıza yazık oldu efendi dedi, üç sene değil, üç ay oturamazsınız
- Görürsün
- Görürüz Hacı Efendi her girenden böyle üç seneliğini peşin alır, ama hiç birisi bir yaz kalamaz Verdikleri para da yanar
Sermet Bey bir hafta sonra kalabalık ailesiyle köşke taşındı Halis bir zevk ehliydi Her gece çalgı çağanak, yemek, içmek, keyif, sefa gırla giderdi Daima akrabalarından kadın, erkek, dört beş misafiri bulunurdu Sermet Bey Türkiyeli’ydi Fakat Avrupalıların “Gündüz cefa, gece sefa” düsturunu kabul etmişti Çocukları mektebe giderlerdi Kızlarını büyük ticarethanelere kâtip diye yerleştirmişti Karısı kız mekteplerinde piyano dersi verirdi Evde çalışmayan yalnız yetmiş beşlik annesiydi O da mutfağa, hizmetçilere, filan bakardı Yemeğe gece yarısına yakın yerler, yemekten sonra hiç oturmazlar, hemen yatarlardı Aradan on beş gün geçmedi Bir gece aşağı kattan bir çığlık koptu Hizmetçi Artemisya, avazı çıktığı kadar haykırarak yukarı koştu Arkada, çamların arasında beyaz bir şeyin gezindiğini haber verdi
- Gözünüze öyle görünmüştür! Dediler
Gören diğer hizmetçilere de kanmadılar Çoluk, çocuk, hepsi arka odanın balkonuna çıktılar Artemisya’nın parmağıyla gösterdiği beyaz hayaleti gördüler Ağaçların altında duruyor, sanki köşke bakıyordu Sermet Bey gözlerini oğuşturdu:
- Vay anasına! dedi, telkinin kuvvetine bak!
Karısı, kızları, çocukları korkudan sapsarı kesildiler Büyük kızı,
- Ne telkini beybaba! İşte karşımızda, görmüyor musun? Dedi
- Görüyorum
- Ey, o halde telkin ne demek?
- Buraya girdik gireli peri masalından başka bir şey işittik mi? Her gelen bir şey söyledi Şimdi biz bu tesirle böyle hepimiz birden, olmayan bir şeyi görüyoruz
- Bu mümkün değil
- Nasıl değil?
Sermet Bey, hokkabaz Kazanöv’ün nasıl bütün bir tiyatro halkına ceplerindeki sanatı yanlış gösterdiğini filan anlattı “Gözümüz kulağımızdan giren yalanları görür dedi, fakat elimizi bu gördüğümüz şeye sürmeyiz Hemen kaybolur” Sonra kalktı Karısının menetmesini filan dinlemedi Elini görünen hayale sürmek için bahçeye fırladı Çamlara doğru gitti Fakat hayal kaçtı Kayboldu O gece evin içinde Sermet Beyden başka kimse uyuyamadı
Artık her gece bu hayali görüyorlardı Sermet Bey, elini sürmeğe çıkınca hayal kaçıyordu Biraz alışır gibi oldular Fakat bir gece hepsi uyurken müthiş bir sarsıntı köşkü yerinden oynattı Balkonlara koştular Bir şey göremediler Sabahleyin yemek odasının dibinde kocaman bir taş buldular Sermet Bey annesi, “Bizi bu köşkten çıkarmazsan sana hakkımı helâl etmem” demeğe başladı Beş yüz kırk liraya iki ay oturmak… Bu Sermet Beyin işine gelecek şey değildi Ama gece aşırı büyük büyük taşlar ev halkına uyku uyutmuyor, hepsini heyecan içinde bırakıyordu Sermet Bey, her defasında hayalin üzerine gidiyor, bir türlü elini süremiyordu Taşların başladığını duyan komşular, “daha çıkmazsanız camlarınızı da kırar” diyorlardı Sermet Bey kontratın, “Çıkarken bütün tamirat müstecire aittir” maddesini hatırlayarak daha ziyade canı sıkılıyor, bu cam kırma devresinin hululünden evvel bir şey yapmayı düşünüyordu
Yavaş yavaş kendi itikadı da bozulmağa başladı Nihayet çıkmağa karar verdiler Fakat başka bir ev bulamıyorlardı Köşke dair daha bin türlü hikayeler işitmeğe başladılar Sözde burası eskiden kabristanmış Mutfağın olduğu yerde beş yüz senelik bir evliya yatıyormuş… Sermet Bey, atılan taşlara, kırılan camlara rağmen hâlâ periye inanmıyordu Bu peri daima çamlığın içine kaçıyor, orada sır oluyordu Sermet Bey, bir gün çamlığın içine saklanıp birdenbire perinin karşısına çıkmayı, yahut arkasından yavaşça gidip elini sürüvermeyi düşündü Evdekilerin hiçbiri buna razı olmadı: “Seni hemen oracıkta çarpar!” diyorlardı Fakat Sermet Bey, bulanan gönlüne rağmen, periye, ecinniye filan bir türlü inanmıyordu Ertesi akşam koruya gitti Büyük bir çamın alt dallarından birine bindi Bekledi, bekledi Gece yarısı oldu Köşktekiler de meraktan uyuyamıyorlardı Zavallıların balkonlarda gezindiklerini görüyorlardı Birdenbire yüreği hop etti Hayal sökün etmişti
Eliyle dokununca gölge gibi uçup silineceğini katiyen bildiği halde yine Sermet Beyin dizleri titremeğe başladı İçinden, “Ben korkmuyorum, fakat vücudumun korkuyor!” dedi Yavaşça aşağı atladı Hayalin arkasından yürüdü Şeklinin hatları pek sarih gözüküyordu Yaklaştığını hayalet hiç duymadı Yavaşça elini uzattı Beyaz cisme dokundu Hayal birdenbire fena halde ürktü Ama kaybolmadı Döndü, Sermet Beyi görünce alabildiğince kaçmağa başladı
Sermet Bey, dokununca kaybolmadığı için bu hayalin peri filan olmadığını hemen anlamıştı Peşini bırakmadı Kovaladı Çamlığın sonundaki alçak duvara dayalı bir tahtaya tırmanırken yakaladı Gayet kuvvetliydi Hayal, mukabele olmadığını anlayınca çırpınmaktan vazgeçti Sermet Bey,
- Ben sana elâlemle alay etmesini gösteririm diye zavallı hayali sırtladı Köşke doğru sürükledi Bağırdı
- Lamba getirin, suratını görelim
- …
Köşk halkı bahçe kapısına inmişti
- İnsanmış kerata! Ben dünyada ecinni filan yoktur, demez miyim?
Hayal bir türlü beyaz çarşafı başından bırakmak istemiyordu Sermet Bey zorla çekti Sakalı bıyığına karışmış Hacı Niyazi Efendiyi görünce şaşırdılar Biçare, yüzünü göstermemek için elleriyle örtüyordu Arkasındaki Şam kumaşından gecelik entarisi yırtılmıştı
Sermet Bey bir kahkaha attı
Kızlar, çocuklar, hizmetçiler alıklaştılar
Büyük Hanım,
- Niçin ümmet – i Muhammed’i korkutup deli ediyorsun a efendi?… dedi
Sermet Bey,
- Onun sebebini ben bilirim! Cevabını verdi
Sonra büyük kızına hokka kalemle, yazıhanedeki kontrat kağıdını çabucak getirmesini söyledi Hacı Niyazi Efendi donmuş gibi, sorulan şeylere hiç cevap vermiyor, hep yüzünü karanlıklara çeviriyordu Kontrat kağıdıyla hokka kalem gelince, Sermet Bey,
- Haydi bakalım, al eline kalemi!… Yüreğine indirdiklerinin düşürttüğünün çocukların cezasını görmek istemiyorsan söylediğimi yaz, imzayı bas! dedi
Hacı Niyazi Efendi mihaniki bir hareketle kaleme kaptı Sermet Bey’in kelime kelime söylediklerini tereddüt etmeden yazdı:
“Kiracım Sermet Bey’den köşkün altı senelik kirası olan bin seksen lirayı peşinen, aldım”
- Hah şöyle!
- …
imzasını attı Beyaz örtüsüne bu sefer yarım bürünmüş olduğu halde, her gece sır olduğu tarafa gitti
Sermet Bey’in iki senedir köşkte oturabildiğine herkes hayrette kaldı Komşuları Hacı Niyazi Efendiye,
- Galiba senin evin ecinnileri, başka eve göç ettiler Yeni kiracın hiç çıkacağa benzemiyor! dedikçe, evvelâ sararıyor, sonra kızarıyor, şu cevabı homurdanıyordu:
- Ne abdest, ne oruç, ne namaz, ne niyaz… Karılı, erkekli, çoluklu çocuklu hepsi akşamdan sabaha kadar sarhoş! Ayol onlara ecinni değil, şeytan bile görünemez!
İlk Cinayet-Ömer Seyfettin
Ben hep acı içinde yaşayan bir adamım! Bu sıkıntı âdeta kendimi bildiğim anda başladı Belki daha dört yaşında yoktum Ondan sonra yaptığım değil, hattâ düşündüğüm kötülüklerin bile vicdanımda tutuşturduğu sonsuz cehennem sıkıntıları içinde hâlâ kıvranıyorum Beni üzen şeylerin hiç birini unutmadım Anılarım sanki yalnız hüzün için yapılmış
Evet, acaba dört yaşımda var mıydım? Ondan önce hiç bir şey bilmiyorum Bilinç, başımıza nasıl yakmayan bir yıldırım gibi düşer Tolstoy, daha dokuz aylık bir çocukken kendisinin banyoya sokulduğunu hatırlıyor İlk duygusu bir hoşlanma! Benimki müthiş bir sıkıntıyla başladı Ben ilk kez kendimi Şirket vapurunda hatırlıyorum Hâlâ gözümün önünde: Sanki dünyaya o anda doğmuşum, annemin kucağı… Annem, yanındaki çok sarı saçlı, genç bir hanımla gülüşerek konuşuyor, cıgara içiyorlar Annem cıgarasını ince gümüş bir maşaya takmış Ben bunu istiyorum
- Al ama ağzına sürme! diyor
Bana bu ince maşayı veriyor, cıgarasını denize atıyor Galiba yaz Çok aydınlık, çok güneşli bir hava… Annem, konuşurken mavi tüylü bir yelpazeyi yavaş yavaş sallıyor Ben kucağından kayıyorum Beni kollarımdan tutarak yanına oturtuyor Gümüş maşacığın halkasına parmağımı takıyor, annem görmeden ucunu ağzıma sokuyor, dişlerimle ısırıyorum Konuştuğu sarı saçlı hanımın çarşafı mavi… Ben beyazlar giymiştim Başım açık Saçlarım çok Hem galiba dağılmış Annem bunları düzeltirken başımı yukarıya kaldırıyorum Güneşten kum kum parlayan tentenin kenarında el kadar bir gölge kımıldıyor
- Bak, bak! diyorum
Annem de başını kaldırıyor:
- Kuş konmuş, diyor
Bu kuşu isteyince,
- Tutulmaz, diyor
Ben yine istiyorum Annem şemsiyesiyle bu gölgenin altına vuruyor Ama
gölgede kımıltı yok Yine yanımdaki hanıma dönüyor:
- A, kaçmadı
- Neye acaba?
- Yavru olacak mutlaka
- …
- Anne, ben kuşu isterim! diye tutturuyorum
O vakit annem yelpazesini bırakıp ayağa kalkıyor, beni koltuklarımın
altından tutuyor ve küçük bir top gibi dışarıya kaldırırken diyor ki:
- Birdenbire tut ha!
Başım keten tenteye yaklaşınca, gözlerim kamaşıyor Ellerimi
uzatıyorum Tutuveriyorum Bu, beyaz bir kuş… Annem alıyor elimden, öpüyor,
sarı saçlı hanım da öpüyor, ben de öpüyorum
- Ah, zavallı daha yavru
- Martı yavrusu
- Uçamıyor olmalı
- Denize düşerse boğulur
- …
Öteki kadınlar da söze karışıyor, «Yaşamaz!» diyorlar Annem beyaz
kuşu A zavallı, a zavallı!» diye uzun uzadıya okşadıktan sonra benim kucağıma
veriyor
- Eve götürelim, belki yaşar, diyor, ama sakın sıkma yavrum
- Sıkmam
- Böyle tut işte
Gümüş maşacığına bir ince cıgara takıyor Yanındaki hanımla yine dalıyor söze Kuşcağızın tüyleri o kadar beyaz ki… Dokunuyorum… Kanatlarının kemikleri belli oluyor Ayakları kırmızı Kaçmak için hiç çırpınm yor, şaşırmış Gözleri yusyuvarlak Kırmızı gagasının kenarında sanki sarı bir şey yemiş de bulaşığı kalmış gibi sarı bir iz var Boynunu uzatarak çevresine bakmağa çalışıyor Ben o zaman gözlerimi anneme kaldırıyorum Yanımdaki hanımla gülüşerek konuşuyorlar Benimle ilgili değil Sonra beyaz kuşun uzanan ince boynunu yavaşça elimle tutuyorum Bütün gücümle sıkmağa başlıyorum Kanatlarını açmak istiyor Öteki elimle onları da tutuyorum Mercan ayakları dizlerime batıyor Sıkıyorum, sıkıyorum, sıkıyorum Dişlerimi, kırılacak gibi sıkıyorum, gık diyemiyor Sarı kenarlı gagacığı titreyerek açılıp kapanıyor Pembe sivri dili dışarı çıkıyor Yuvarlak gözleri önce büyüyor Sonra küçülüyor, sonra sönüyor… Birdenbire, kasılmış ellerimi açıyorum Beyaz kuşçağızın ölüsü «pat!» diye düşüyor yere
Annem dönüyor, eğiliyor Yerden bu henüz sıcak masum ölüyü alıyor
«A… Aaa… Ölmüş! » dedikten sonra bana dik dik bakıyor:
- Ne yaptın?
- …
- Sıktın mı?
- …
- Söyle bakayım?
- …
Karşılık veremiyor, avazım çıktığı kadar ağlamağa başlıyorum Annemin
elinden beyaz kuşun ölüsünü sarı saçlı hanım alıyor:
- Ah, ne günah!
- …
- Zavallıcık
- …
Başka kadınlar da söze karışıyor Karşımızda oturan şişman, yaşlı bir
kadın cinayetimi bildiriyor:
- Boğdu Gördüm vallahi, ne hain çocuk…
- …
- Annem sapsarı kesilmiş, sesi titriyor:
«Ah insafsız!» diye bana yine acı acı bakıyor Daha beter ağlıyorum O kadar ağlıyorum ki… Beni artık susturamıyorlar Ne vakit, nerede, nasıl sustuğumu bugün hatırlayamıyorum Sanki sonsuza kadar ağlıyorum
Kendimi bilir bilmez yaptığım bu cinayetin üzerinden işte otuz yıldan fazla bir zaman geçti Şimdi Şirket vapurlarının güvertelerinde otururken ne zaman bir martı görsem, birdenbire, neşemi kaybederim Bir çocuk haykırışıyle ağlamak isterim Yüreğimin içinde derin bir sızı büyür, büyür Göğsümü acıtır
Ah insafsız!» diye beni azarlayan anneciğimin hiç bitmeyen paylamasını duyar gibi olurum
|