Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Biyografiler

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
biyografi, unutulmayanlar

Unutulmayanlar (Biyografi)

Eski 08-23-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Unutulmayanlar (Biyografi)



ÖZDEMİR ASAF



AN

Gülüş bir yanaşımdır bir öbür kişiye
Birden iki kişiyi döndürür bir kişiye
Anılarından kale yapıp sığınsa bile
Yetmez yalnız başına bir ömür bir kişiye


Özdemir Asaf 1923 yılında Ankara'da doğdu Galatasaray ve Kabataş Liselerinde, İstanbul
Üniversitesi Hukuk ve İktisat Fakültelerinde öğrenim gördü Bir süre sigorta şirketlerinde çalıştı, daha
sonra bir basımevi kurdu

1981 yılında İstanbul’da öldü

"Yoğun düşün ve duyarlıkları, çarpıcı sözcükler seçtiğini sezdirmeden küçük dizeler halinde işlediği
kısa şiirlerde verdi Daha sonra, kimi bir kitaptan, kimi yaşamdan kopardığı izlenimlerden
esinlenerek bilgece dörtlükler yazdı, kendisiyle birlikte çağıyla ve toplumuyla hesaplaşmalarda
buruk öfkesini içinde saklayan yeni taşlama biçimleri getirdi"

Kurdakul, Şairler ve Yazarlar Sözlüğü)

Özdemir Asaf’ın şiirlerinin hem öz hem söyleyiş bakımlarından AH Çelebi'nin şiirleriyle yakınlığı var İlk
kitabındaki şiirlerde de düşünceye ve sözcük oyunlarına eğilimi görülüyor Dağlarca, O Veli, Necatigil
etkileri gözlemleniyor İkinci kitabında (ilk kitabında da bazı şiirlerde duyumsanan) lirizm öne geçiyor
Fakat, gerek temaları, gerek sözcük dağarcığı ile fazlaca daralan bir şiir dünyası Üçüncü kitabında
bilgelik, özlülük, duygululuk ve ironinin üstün bir sentezi var


Ülkü Tamer
1950’lerde edebiyat matineleri pek gözdeydi Öyle ki, edebiyat matinesiz hafta geçmezdi neredeyse
Yazarlar, özellikle şairler, bir matineden bir matineye koşturur dururlardı Bunun şiirini bile yazan Behçet
Hoca (Necatigil), "Yahu," demişti bir keresinde, "her gün sahnelere çıkıp okuyoruz Müzeyyen Senar’ı
bile geçtik"

Dinleyicinin ilgisi inanılmaz ölçüdeydi Okul salonları, halkevleri, tiyatrolar dinleyicilerle dolup taşardı
Ayakta kalanlar bile olurdu

Dinleyiciler dedim Aslında seyirciler demem gerekirdi belki Çok kişi sanatçıları seyre gelirdi çünkü
Asaf Halet Çelebi’nin sahneden "Kendimi sirkte vahşi hayvan gibi hissediyorum" dediğine tanık
olmuşumdur

En büyük ilgiyi ise her zaman Attila İlhan’la Özdemir Asaf çekerdi Çoğunlukla sona bırakılırdı onlar Attila
siyah balıkçı kazağıyla sahneye çıkıp uzun atkısını arkaya fırlattığı zaman korkunç bir alkış kopardı
Tempo tutulurdu: "Pia! Pia! Pia!" Attila da gözlerini kısıp ufuklara bakarak başlardı "Pia"yı okumaya



Özdemir Asaf mikrofona çağrıldığında ise gülüşmeler başlardı Bir güldürü oyuncusu gibiydi Özdemir
Asaf

Uzun uzun mikrofonu ayarlar, sessizce seyircileri süzer, tam şiirini okumaya başlayacakken susar, yine
seyircilere bakardı sessizce Kahkahalar dinince aynı şeyleri yineler, sonunda "r"leri "ğ" gibi söyleyerek
okurdu:

"Bütün ğenkleğ aynı hızla kiğleniyoğdu / Biğinciliği"

Seyirciler bir ağızdan tamamlardı: " beyaza veğdileğ"

Özdemir Asaf’ın ilk kitabı "Dünya Kaçtı Gözüme" 1955’de yayımlanmıştı Biçim olarak, baskı olarak, o
güne kadar rastlamadığımız güzellikte bir kitaptı Ama fiyatı da dehşetti: 250 kuruş! Şiir kitaplarının 100
kuruşa satıldığı bir dönemde ne büyük eleştiri almıştı bu Özdemir Asaf, "İçinde 47 şiir var Şiir başına 5
kuruş çok mu!" diyerek kendini savunmuştu

Elif Naci
Bizi tanıştıran olmadıydı Ama yine de tanırdık birbirimizi Bir gün Cağaloğlu'ndaki "Yuvarlak Masa
Yayınları"nın vitrinini seyrederken dükkanın kapısında belirivermiş ve seslenmişti bana:

-Sen Elif Naci değil misin?

-Evet Sen de Özdemir Asaf

Gülüştük "Gerçi tanıştıran olmadı ama biz kendi göbeğimizi kendimiz kesmeye alışığız," dedi, çağırdı beni
içeriye Büyük bir bardakla çay içiyordu "İster misin?" dedi Ben isteksizdim, o yineledi : "Ama içinde ne
var bir bilsen" Konyakla çay içmesini severmiş

-Laf olsun diye bak anlatayım sana, dedi Adamın birine bir yerde çayla konyak ikram etmişler, pek
beğenmiş Karısına tarif etmiş, "hanım, buna punç derler ne zaman istersem bana yaparsın," demiş
Günün birinde istemiş Bakmış, karısının getirdiği nesnenin rengi bir tuhaf Bir yudum almış, içilecek gibi
değil "Hanım," demiş, "bu ne biçim punç?" karısı, "Bey," demiş, "evde çay yoktu, kahve yaptım; konyak
yoktu, rakı koydum"

O gün bir şey içmedim ama, o koltuğumun altına bir düzine kitap sıkıştırdı Bunlardan birinin üstüne de
şunları yazmış Aynen alıyorum: "Elif Naci Beyfendi, çağımızda doğruların güzelliği eksik, Güzellerin
doğruluğu yanlış iken (yumuşaklıklar değil) 991967 Özdemir Asaf"

Sonraları, ikimiz de içkiyi sevdiğimiz için, sık sık meyhanelerde buluştuk Ben ona "rakı sofrasında içkinin
en iyi mezesi şiirdir," derdim, Nazlanmadan okurdu şiirlerini bana Böylece geç kalmış bir dostluğu bir
yudumda içivermiştik

Bir ara kayboldu ortalıktan Yayınevi kapanmış Sonradan içkievi açtığını duydum Nedense uzun bir süre
birbirimizi göremedik Yıllar sonra, 1978'de, bir romancı hanımın kokteylinde karşılaştık, kucaklaştık
hasretle Sonradan adının Melda Sayar olduğunu öğrendiğim bu hanım, Onuralp imzasıyla yazdığı, "Adak
Mumu" adlı, içinde benim de ismim geçen bir kitabın yayına çıkmasını kutlamak için Ertem Galerisinde bir
kokteyl düzenlemişti Çoğu kadındı davetlilerin Ve hanımların hepsi birbirinden güzel, birbirinden şık,
zarifti; parlak tuvaletler içindeydiler Hepsinin de az önce kuaförden çıktıkları belliydi Galeriye nefis bir
esans ve kadın kokusu yayılmıştı Özdemir, elinde kadeh, durmadan içiyordu Kendisine bu hızla sarhoş
olacağını söylediğimde yüzüme anlamlı bir bakışla baktı

-Hazret! dedi Beni içki sarhoş etmez Ama bu güzel kadınlar çarkıma okudu, bilesin

Haklıydı Doğrusu ben de bu kadar güzel kadını bir arada hiç görmemiştim, bu kadar zengin ve pahalı bir
kokteyl de anımsamıyordum İkimiz de çevremize iltifatlar yağdırmakta adeta yarışıyorduk Bir ara
kulağıma eğilerek, "Herkesin bir 'sen'i var yalan söylediği," dedi "Evet," dedim "ama yalnız şairlere
verilmiş bir imtiyaz değil, yalan"

Kafalar iyice tütsülenmişti ki, benden bir konuşma istediler Hani hoşuma gitmedi de değil Hemen çıktım
ortaya Oscar Wilde'in bir öyküsü ile başlamak istedim:

"Deniz kenarında bir balıkçı baba"

Özdemir Asaf, kendi alanına girilmiş gibi tedirgin, "Hayır," dedi, "deniz kenarında değil, ormanda" Ben,
bildiğim gibi "Deniz kenarında" diye direnirken o birden köpürdü "Ormanda!" diye haykırdı Ben
konuşmamın kösteklenmesinden üzgün,

-Öyleyse dostum gel sen konuş, dedim O yaptığından utanmış gibi sustu Ama onun huzurunda asıl
benim susmam gerekirdi "Reading Zindnı Balladı"nı Oscar Wilde'den dilimize çevirenin karşısında
İngilizce bile bilmeyenin susması gerekirken, ben güzel hanımların alkışlarından şımarmış, başladım
anlatmaya: "Denemeler", (Andre Gide'den Suut Kemal Yetkin çevirisi Varlık Yayınları, 1962 İkinci baskı,
S 16)

"Oscar Wilde bana şöyle anlattı, diye başlar Gide Ormanda bir kır tanrısı gördüm Flavta çalıyordu
Etrafında küçük orman perileri halka halka raks ediyorlardı Köylüler: Anlat, anlat, daha başka, neler
gördün? Deniz kıyısına vardığım zaman dalgaların kenarına oturmuş üç deniz kızı gördüm Yeşil saçlarını
bir altın tarakla tarıyorlardı Ve köylüler masal söylediği için onu severlermiş Bir sabah o adam yine her
günkü gibi köyünden çıkmış, ama deniz kenarına geldiği zaman bakmış ki sahiden üç denizkızı dalgaların
kenarına oturmuş, yeşil saçlarını bir altın tarakla tarıyorlar, yürüyüşüne devam ettiği için koruluğa
yaklaşırken de flavta çalarak orman perilerini oynatan bir kır tanrısı görmüş O akşam köyüne dönünce
köylüler yine onun etrafını almışlar Anlat bakalım, bugün neler gördün? demişler O da şu cevabı vermiş:
Hiçbir şey görmedim"

Efendim, bana her kokteyl dönüşü sorarlar Ben de "şöyle güzel kadınlar vardı, böyle güzel ikramlar"
falan diye görmediklerimi ballandıra ballandıra anlatırım Ama bugün buradan çıkınca soran olursa ben
de, sanki hiçbir şey görmemiş gibi, şöyle yanıtlayacağım:

-Hiçbir şey görmedim

Konuşmamı bitirdikten sonra Özdemir Asaf şöyle dedi: "Hoca dedi yine yaptın yapacağını"
Sanat Olayı Dergisi Mart 1981


1955 Dünya Kaçtı Gözüme
1956 Sen Sen Sen
1957 Bir Kapı Önünde
1961 Yuvarlağın Köşeleri (özdeyişler)
1962 Yumuşaklıklar Değil
1970 Nasılsın
1975 Çiçekleri Yemeyin
1978 Yalnızlık Paylaşılmaz
1983 Benden Sonra Mutluluk
1987 Dün Yağmur Yağacak


ŞİİRLERİNDEN


Yalnızlık Paylaşılmaz

Yalnızlık, yaşamda bir an,
Hep yeniden başlayan
Dışından anlaşılmaz

Ya da kocaman bir yalan,
Kovdukça kovalayan
Paylaşılmaz

Bir düşün'de beni sana ayıran
Yalnızlık paylaşılmaz
Paylaşılsa yalnızlık olmaz


Kalmak Türküsü

Daha gidilecek yerlerimiz var
Şu sohbetini dinler gideriz
Coştukça şarkılar, türküler, sazlar
Rakı mı, şarap mı, içer gideriz

Geçse de umudun baharı yazı
Gözlerde kalıyor yaşanmış izi
Kimseler kınamaz burada bizi
Ne varsa hesabı öder gideriz

Söyleyecek sözü olan anlatsın
İsterse içine yalan da katsın
Yeter ki kendinden, bizden söz etsin
Yalanı doğruyu sezer gideriz

Neler gördük neler bu güne kadar
Daha gidilecek yerlerimiz var
Bizi buralarda unutamazlar
Kalacak bir türkü söyler gideriz

Sevgiye var olduk sevdik sevildik
Kavgalara girdik öldük, dirildik
Bir anlam fırını içinde piştik
Anlamlı güzeli sever gideriz



Kaynakça: Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi - Ataol Behramoğlu

Mehmet Akif Ersoy (1873 - 1936)



Türk, şair İstiklal Marşı'nı yazmış, günlük konuşma dilinin şiirle kaynaşmasını sağlayarak halkçı bir nazmın doğuşuna ön ayak olmuştur İstanbul'da doğdu, 27 Aralık 1936'da aynı kentte öldü Bir medrese hocası olan babası doğumuna ebced hesabıyla tarih düşerek ona "Rağıyf" adını vermiş, ancak bu yapma kelime anlaşılmadığı için çevresi onu "Âkif" diye çağırmıştır Babası Arnavutluk'un Şuşise köyündendir, annesi ise aslen Buharalı'dır

Mehmed Âkif ilköğrenimine Fatih'te Emir Buharî mahalle mektebinde başladı Maarif Nezareti'ne bağlı iptidaîyi ve Fatih Merkez Rüştiyesi'ni bitirdi Bunun yanı sıra Arapça ve İslami bilgiler alanında babası tarafından yetiştirildi Rüştiye'de "hürriyetçi" öğretmenlerinden etkilendi Fatih camii'nde İran edebiyatının klasik yapıtlarını okutan Esad Dede'nin derslerini izledi Türkçe, Arapça, Farsça, veFransızca bilgisiyle dikkati çekti Mekteb-i Mülkiye'nin idadi (lise) bölümünde okurken şiirle uğraştı Edebiyat hocası İsmail Safa'nın izinden giderek yazdığı mesnevileri şair Hersekli Arif Hikmet Bey övgüyle karşıladı Babasının ölümü ve evlerinin yanması üzerine mezunlarına memuriyet verilen bir yüksek okul seçmek zorunda kaldı

1889'da girdiği Mülkiye Baytar Mektebi'ni 1893'te birincilikle bitirdi Ziraat Nezareti (Tarım Bakanlığı) emrinde geçen yirmi yıllık memuriyeti sırasında veteriner olarak dolaştığı Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da köylülerle yakın ilişkiler kurma olanağı buldu İlk şiirlerini Resimli Gazete'de yayımladı 1906'da Halkalı Ziraat Mektebi ve 1907'de Çiftçilik Makinist Mektebi'nde hocalık etti 1908'de Dârülfünûn Edebiyat-ı Umûmiye müderrisliğine tayin edildi İlk şiirlerinin yayımlanmasını izleyen on yıl boyunca hiçbir şey yayımlamadı

1908'de II Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte Eşref Edip'in çıkardığı Sırat-ı Müstakim ve sonra Sebilürreşad dergilerinde sürekli yazılar yazmaya, şiirler ve çağdaş Mısırlı İslam yazarlarından çeviriler yayımlamaya başladı 1913'te Mısır'a iki aylık bir gezi yaptı Dönüşte Medine'ye uğradı Bu gezilerde İslam ülkelerinin maddi donatım ve düşünce düzeyi bakımından Batı karşısındaki zayıflıkları konusundaki görüşleri pekişti Aynı yılın sonlarında Umur-u Baytariye müdür muavini iken memuriyetten istifa etti Bununla birlikte Halkalı Ziraat Mektebi'nde kitabet ve Darülfununda edebiyat dersleri vermeye devam etti İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne girdiyse de cemiyetin bütün emirlerine değil, sadece olumlu bulduğu emirlerine uyacağına dair and içti I Dünya Savaşı sırasında İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin gizli örgütü olan Teşkilât-ı Mahsusa tarafından Berlin'e gönderildi Burada Almanlar'ın eline esir düşmüş Müslümanlar için kurulan kampta incelemeler yaptı Çanakkale Savaşı'nın akışını Berlin'e ulaşan haberlerden izledi Batı uygarlığının gelişme düzeyi onu derinden etkiledi Yine Teşkilât-ı Mahsusa'nın bir görevlisi olarak çöl yoluyla Necid'e ve savaşın son yılında profesör İsmail Hakkı İzmirli'yle birlikte Lübnan'a gitti Dönüşünde yeni kurulan Dâr-ül -Hikmetül İslâmiye adlı kuruluşun başkâtipliğine getirildi Savaş sonrasında Anadolu'da başlayan ulusal direniş hareketini desteklemek üzere Balıkesir'de etkili bir konuşma yaptı Bunun üzerine 1920'de Dâr-ül Hikmet'deki görevinden alındı İstanbul Hükümeti Anadolu'daki direnişçileri yasa dışı ilan edince Sebillürreşad dergisi Kastamonu'da yayımlanmaya başladı ve Mehmed Âkif bu vilayette halkın kurtuluş hareketine katkısını hızlandıran çalışmalarını sürdürdü Nasrullah Camii'nde verdiği hutbelerden biri Diyarbakır'da çoğaltılarak bütün ülkeye dağıtıldı

Burdur mebusu sıfatıyla TBMM'ye seçildi Meclis'in bir İstiklâl Marşı güftesi için açtığı yarışmaya katılan 724 şiirin hiçbiri beklenilen başarıya ulaşamayınca maarif vekilinin isteği üzerine 17 Şubat 1921'de yazdığı İstiklal Marşı, 12 Mart'ta birinci TBMM tarafından kabul edildi Sakarya zaferinden sonra kışları Mısır'da geçiren Mehmed Âkif, laik bir Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması üzerine Mısır'da sürekli olarak yaşamaya karar verdi 1926'dan başlayarak Camiü'l-Mısriyye'de Türk dili ve edebiyatı müderrisliği yaptı Bu gönüllü sürgün yaşamı sırasında siroz hastalığına yakalandı ve hava değişimi için 1935'te Lübnan'a, 1936'da Antakya'ya birer gezi yaptı Yurdunda ölmek isteği ile Türkiye'ye döndü ve İstanbul'da öldü

Mehmed Âkif'in 1911'de 38 yaşında iken yayımladığı ilk kitabı Safahat bağımsız bir edebi kişiliğin ürünüdür Bununla birlikte kitabın Tevfik Fikret'ten izler taşıdığı görülür Fransız romantiklerinden Lamartine'i Fuzuli kadar, Alexandre Dumas fils'i Sâdi kadar sevdiğini belirten şair, bütün bu sanatçıların uğraşı alanlarına giren "manzum hikâye" biçimini kendisi için en geçerli yazı olarak seçmiştir Ancak, sahip olduğu köklü edebiyat kaygusu onun yalınkat bir manzumeci değil, bilinçle işlenmiş ve gelişmeye açık bir şiir türünün öncüsü olmasını sağlamıştır Mehmed Âkif'in düşünsel gelişiminde en belirleyici öğe onun çağdaş bir İslamcı oluşudur Çağdaş İslamcılık, Batı burjuva uygarlığının temel değerlerinin İslam kaynaklarına uyarlı olarak yeniden gözden geçirilmesini, Batı'nın toplumsal ve düşünsel oluşumuyla özde bağdaşık, ama yerel özelliklerini koruyan güçlü bir toplum yapısına varmayı öngörür Bu görüşe koşut olarak Mehmed Âkif'in şiir anlayışı Batılı, hatta o dönemde Batı'da bile örneklerine az rastlanacak ölçüde gerçekçidir Kafiyenin geleneksel Osmanlı şiirinde bir bela olduğunu savunan, resim yapmanın yasak sayılmasının, somut konumların betimlenmesini aksattığı ve bu yüzden şiirin olumsuz etkiler altında kaldığı görüşünü ileri süren Mehmed Âkif, Fuzuli'nin Leylâ vü Mecnûn adlı yapıtının plansız olduğu için yeterince başarılı olamadığını dile getirecek ölçüde çağdaş yaklaşımlara eğilimlidir Konuşma diline yaslandığı için kolayca yazılıvermiş izlenimi veren şiirleri biçime ilişkin titiz bir tutumun örnekleridir Hem aruzdan doğan bağların üstesinden gelmiş, hem de şiirin bütününü kapsayan bir iç musiki düzenini gözetmiştir Dilde arılaşmadan yana olan tutumunu her şiirinde biraz daha yalın bir söyleyişi benimseyerek somutlukla ortaya koymuştur Mehmed Âkif geleneksel edebiyatın olduğu kadar, Batı kültürünün değerleriyle etkileşimi kabul eder, ancak Doğu'ya ya da Batı'ya öykülenmeye şiddetle karşı çıkar Çünkü her edebiyatın doğduğu toprağa bağlı olmakla canlılık kazanabileceği ve belli bir işlevi yerine getirmedikçe değer taşımayacağı görüşündedir Gerçekle uyum içinde olmayı herşeyin üstünde tutar Altı yüzyıllık seçkinler edebiyatının halktan uzak düştüğü için bayağılaştığına inanır İçinde yaşanılan toplumun özellikleri göz önüne alınmadan Batılı yeniliklere öykünmenin doğrudan doğruya edebiyata zarar vereceği, "edebsizliğin başladığı yerde edebiyatın biteceği" anlayışına bağlı kalarak "sanat sanat içindir" görüşüne karşı çıkmış, "libas hizmetini, gıda vazifesini" gören bir şiiri kurma çabasına girişmiştir Bu yüzden toplumsal ve ideolojik konuları şiir ile ve şiir içinde tartışma ve sergileme yolunu seçmiştir Bütün çıplaklığıyla gerçeği göstermekteki amacı okuyucusunu insanların sorunlarına yöneltmektir Bu kaygıların sonucu olarak yoksul insanların gerçek çehreleriyle yer aldığı şiirler Türk edebiyatında ilk kez Mehmed Âkif tarafından yazılmıştır Mehmed Âkif şiirinin yaşadığı dönemde ve sonrasında önemini sağlayan gerçekçi tutumudur Bu şiirde düş gücünün parıltısı yerini gözle görülür, elle tutulur bir yapıya bırakmıştır Şairin nazım diline bu dilin özgül niteliğini bozmaksızın elverişli olduğu gelişmeyi kazandırması, aruz veznini yumuşatmayı, başarmasıyla mümkün olmuştur Bu aynı zamanda Türkçe'nin şiir söylemedeki olanaklarının ne ölçüde geniş olduğunu göstermesi demektir Söz konusu dönemde her şairin dili kişisel bir dil kurma adına dar bir vadiye sıkışmak zorunda kalmıştı Mehmed Âkif dilin toplumsal kimliğini öne çıkarmış, üslupta öz günlük ve kişiselliğe ulaşmıştır Yenilikçi bir şair olarak, yaşadığı dönemde görülen ölçüsüz yenilik eğiliminin bozucu etkilerine, ölçüsü işleviyle bağlantılı bir şiir kurmak suretiyle sınır çekmeye çalışmıştır

Bedri Baykam



Bedri Baykam 1957 yılında Ankara'da doğdu İki yaşında resim yapmaya başladı Altı yaşında Ankara, Bern ve Cenevre'de ilk eserlerini sergiledi Harika çocuk olarak tanımlandığı 1960'lı yıllarda Avrupa ve Amerika'nın birçok sanat merkezinde sürekli olarak sergiler açtı, büyük ilgi gördü İstanbul Fransız Lisesi'ne devam eden Bedri Baykam 1975 yılında Paris'e taşındı Sorbonne Üniversitesi'nde işletme ve ekonomi tahsili yapan Baykam, bu fakülteden master aldı Paris'te aynı süreç içinde L'Actorat isimli özel okulda aktörlük tahsili de yaptı

1980 yılında Amerika'ya taşınan sanatçı, 1984'e kadar California College of Arts and Crafts'de resim ve sinema eğitimi gördü 1987 yılına kadar Amerika'da kalan Baykam, bu süre içinde de San Francisco, New York, İstanbul ve Paris'te birçok sergiler açmaya devam etti

1987'de atölyesini İstanbul'a taşıyan Baykam, bugüne kadar 71 kişisel sergi açtı, birçok grup sergisine katıldı, birçok kısa metrajlı film ve video filmleri çekti, kısa ve uzun metrajlı filmlerde aktörlük yaptı Baykam'ın yayınlanmış onbir kitabı bulunuyor: "Boyanın Beyni" (1990), "27 Mayıs İlk Aşkımızdı" (1994), "Mustafa Kemaller Görev Başına" (1994 ), "Monkeys' Right To Paint" (Maymunların Resim Yapma Hakkı) (1994), "Ödünsüz Laik Türkiye" (1995),"Geçici Anlar, Kalıcı Tatlar" (1996), "Gözleri Hep Üzerimizde" (1996), "Dönemin Rengi" (1997), "68'li Yıllar-Eylemciler" (1998), "68'li Yıllar-Tanıklar" (1999), "Maymunların Resim Yapma Hakkı" (Monkeys' Right To Paint'in Türkçesi) 1999, "Küba ve Binyılın Süvarisi Che" (2000)

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve Atatürkçü Düşünce Derneği'nin aktif üyelerinden olan sanatçı, aynı zamanda Plastik Sanatlar Derneği'nin de kurucularından ve bu dönem de 2 başkanı Sosyal demokrat üç partinin birleşmesini sağlamak amacıyla kurulan Taban Operasyonu hareketini, çeşitli demokratik kitle örgütleri başkanları ile beraber örgütleyen ve yönlendiren Baykam, 1995 yılı CHP kurultayında, CHP Parti Meclisi Üyeliğine seçildi ve bu göreve üç sene boyunca devam etti Daha önce Tempo, Siyah-Beyaz, Cumhuriyet, Aydınlık ve Akşam'da köşesi olan ve üç yıl boyunca "Dönemin Rengi" isimli bir kültür tartışma programını Prima TV'de hazırlayan ve sunan Baykam, Artist-Skala sanat dergisinin genel yayın yönetmenliğini yapıyor

1999 Aralık ayında, 40 yıllık sanat serüvenini ele alan retrospektif sergisi İstanbul'da, AKM'de açıldı Amerikalı yönetmen Stefan R Svetiev'in "This Has Been Done Before" isimli filmi, sanatçının tüm kariyerini ve siyasi yaşamını ele alan bir belgesel olarak aynı süreçte tamamlandı Boyut Yayın Grubu aynı vesileyle Baykam'ın tüm dönemlerini biraraya getiren 480 sayfalık, "I'm Nothing But I'm Everything" isimli geniş monografiyi yayınladı

1997 Mayıs ayında gazeteci Sibel (Yağcı) Baykam ile evlendi Ocak 1999'da çiftin Suphi adını verdikleri oğulları oldu

Alıntı Yaparak Cevapla

Unutulmayanlar (Biyografi)

Eski 08-23-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Unutulmayanlar (Biyografi)



Mehmet Rauf
12 Ağustos 1875 tarihinde İstanbul'da doğdu İlk ve orta öğrenimini Balat'daki mahalle mektebiyle, Soğukçeşme Askeri Rüşdiyesi'nde gören Mehmet Raûf, Bahriye mektebini bitirerek (1893) deniz subayı oldu 1894'de staj için Girit'e, 1895'de Kiel kanalının açılış merasiminde bulunmak üzere Almanya'ya gönderildi ve dönüşünde Trabya'da elçilik gemilerinin irtibat subaylığına atandı Üç kez evlenen (ilki Tevfik Fikret'in halasının kızıdır) ve çeşitli gönül maceraları peşinde sürüklenen 1908'den sonra bahriyeden ayrılarak, hayatını yazarlıkla kazanmaya çalıştı Cumhuriyet devrinde kadın dergileri çıkarmasına, ticaretle uğraşmasına rağmen eknomik sıkıtılardan bir türlü kurtulamadı ve yoksulluk içinde, 23 Aralık 1931 tarihinde İstanbul'da öldü

ESERLERİ
Romanları:Eylül,Ferda-ı Garam, Karanfil ve Yasemin, Genç Kız Kalbi, Böğürtlen, Son Yıldız, Halas, Ceriha, Kan Damlası
Hikaye kitapları:İhtizar, Son Emel, Aşk Kadını, Eski Aşk Geceleri,İlk Temas, İlk Zevk
Oyunençe
Düzyazı şiirler:Siyah İnciler

Cahit Berkay


3 Ağustos 1946'da Isparta'da doğdu 1959'da ailesi ile birlikte İstanbul'a gelen Berkay, liseyi İstanbul Kabataş Lisesi'nde bitirdi Daha sonra İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi'nde yüksek eğitimini tamamladı

Müzik hayatına, 1962 yılında Siyah inciler grubunda başladıktan sonra, 1964'te Selçuk Alagöz'ün grubunda profesyonel oldu Moğolları kuran ilk kadroda yer aldı Grupta akustik elektrik gitar, yaylı tambur, ıklığ, bağlama çalıyordu 1974'de sinema dünyasına giren Berkay, Moğollar dışında yıllardır film müzikleri yapıyor

1978'de"Fıratın cinleri", 1982'de"Kırık bir aşk hikayesi", 1991'de"Gizli yüz" filim müzikleri ile Altın Portakal ödülünü aldı 149 film, 58 dizi ve 10'un üzerinde belgesel müziği yapan Cahit Berkay, 1997'de, film müzikleri albümleri serisinin birincisini yaptı 1998de Film müzikleri volüm 2 , 2000de de, Film müzikleri volüm 3ü yaptı

Yahya Kemal Beyatlı



2 Aralık 1884 yılında Üsküp'te doğdu Asıl adı Ahmed Agâh'tır İlk öğrenimini İstanbulda Vefa Lisesinde tamamladı Parise giderek (1903) bir yıl bir kolejde Fransızcasını ilerlettikten sonra Siyasal Bilgiler Fakültesine girdi Dokuz yıl kaldığı Paristen döndükten (1912) sonra, İstanbulda üniversitede çeşitli dersler okuttu (1915-1923),

Urfa milletvekili oldu (1923); Varşova (1926), Madrid (1929) Ortaelçiliklerine atandı, Tekirdağ (1935-1942) ve İstanbul (1943-1946) milletvekilliklerinde bulundu
Büyükelçi olarak Pakistana gitti (1948), bir yıl sonra emekliye ayrılarak yurda döndü (1949) Rumelihisarı mezarlığında gömülü Spor ve Sergi Sarayı civarındaki parka bir anıtı dikildi (1968) Kişiliğini Pariste okurken ünlü tarihçi Albert Sorelin derslerinden aldığı tarih zevkiyle, Fransız şairlerinin (Jean Moreas, Baudelaire, Verlaine, vb) ölçü ve biçim güzelliklerinde buldu
Parise gidişi, II Abdülhamit baskısından bir kaçış olduğu halde, orada siyasi faaliyetlere katılmayarak sanat çevrelerinde kendini yetiştirdi Paris öncesi Hamid ve Servet-i fünun şiiri etkisinden kendisini böylelikle kurtardı, klasik divan şiirimizi Batı şiirindeki bütünlük anlayışıyla ele aldı Avrupa dönüşü Yeni Mecmuada "bulunmuş sayfalar" başlığıyla yayımladığı gazel ve şarkılarla tanındı (1918) Bu neoklasik şiirler, onun çıkış noktasının Osmanlı tarih ve şiiri olduğunu gösterdiği gibi, sonradan yeni şekiller ve sade dille yazdıklarında da şairin genel olarak Osmanlı medeniyet ve kültürüne bağlı kaldığı görülür

Onda tarih, vatan, millet ve İstanbul sevgisi, hep bu açıdan işlenir Osmanlı medeniyeti yüzyıllar boyu en yüce eserlerini İstanbulda yarattığı için, Yahya Kemaldeki İstanbul, Boğaziçi ve Türk musikisi hayranlığına, tabiat güzellikleri yanı sıra, tarih değerleri de girer Duygu, düşünce ve hayali ustalıkla kaynaştıran şair, pek çoğuna hikaye karakteri verdiği lirik-epik şiirlerinin konularını aşk, tabiat, deniz, ölüm ve sonsuzluktan da alır İç ahengi her şeyden üstün tutuşu, şiiri "musikiden başka türlü bir musiki" kabul edişi; "Ok" şiiri bir yana, bütün şiirlerini, bu ahengin sağlanmasına daha elverişli gördüğü aruzla yazmasına sebep oldu Yahya Kemal, şiirlerini, makale ve hikayelerini sağlığında kitaplarda toplamamış, eserleri dergilerde, dağınık kalmıştı
Ölümünden sonra dostları ve hayranları tarafından bir Yahya Kemali Sevenler Cemiyeti kurulduğu gibi, İstanbul Fetih Cemiyetine bağlı bir de Yahya Kemal Enstitüsü ve Müzesi açıldı (1961) Bu Enstitünün yayımlamaya başladığı Yahya Kemal Külliyatında şairin ilk üçü şiirlerini; diğeri makale, deneme ve anılarını derleyen şu eserleri çıktı: Kendi Gök Kubbemiz (1961), Eski Şiirin Rüzgariyle (1962), Rübailer ve Hayyam Rübailerini Türkçe Söyleyiş (1963), Aziz İstanbul (1964), Eğil Dağlar (1966), Siyasi Hikayeler (1968), Siyasi ve Edebi Portreler (1968), Edebiyata Dair (1971), Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım (1973), Tarih Müsahabeleri (1975), Bitmemiş Şiirler (1976), Mektuplar-Makaleler (1977) Hakkında yayımlanan kitapların sayısı yirmiyi geçer

Yakup Kadri Karaosmanoğlu



27 Mart 1889'da Kahire'de doğdu İlköğrenimine ailesiyle birlikte gittiği Manisa'da başladı 1903'te İzmir İdadisi'ne girdi Babasının ölümünden sonra annesiyle yine Mısır'a döndü, öğrenimini İskenderiye'deki bir Fransız okulunda tamamladı 1908'de başladığı İstanbul Hukuk Okulu'nu bitirmedi 1909'da, arkadaşı Şehabettin Süleyman aracılığıyla Fecr-i Âti Topluluğu'na katıldı 1916'da tedavi olmak için gittiği İsviçre'de üç yıl kadar kaldı Mütareke yıllarında İkdam Gazetesi'ndeki yazılarıyla Kurtuluş Savaşı'nı destekledi 1921'de Ankara'ya çağrıldı ve bazı görevler verildi

1923'te Mardin, 1931'de Manisa Milletvekili oldu Bir yandan da gazeteciliğini ve roman yazarlığını sürdürdü 1932'de Vedat Nedim Tör, Şevket Süreyya Aydemir, Burhan Asaf Belge ve İsmail Hüsrev Tökin ile birlikte Kadro Dergisi'nin kurucuları arasında yer aldı Savunduğu bazı görüşler aşırı bulunduğu için Kadro Dergisi'nin 1934'te yayımına son vermek zorunda kalmasından sonra Tiran Elçiliği'ne atandı Daha sonra 1935'te Prag, 1939'da La Haye, 1942'de Bern, 1949'da Tahran ve 1951'de yine Bern Elçiliklerine getirildi 27 Mayıs 1960'tan sonra Kurucu Meclis Üyeliği'ne seçildi Siyasal hayatının son görevi 1961-1965 arasındaki Manisa Milletvekilliği oldu 13 Aralık 1974'te Ankara'da öldü

Karaosmanoğlu, yazarlığa Ümit, Servet-i Fünun, Resimli Kitap gibi dergilerde başladı Fecr-i Âticiler'in "sanat şahsi ve muhteremdir" görüşünü paylaştığı ve "sanat için sanat" yaptığı bu ilk döneminde Nirvana adlı bir oyun, makaleler, denemeler, düzyazı şiirler ve öyküler yazdı

Balkan Savaşı ve I Dünya Savaşı sırasında ülkenin durumu, sanat anlayışını değiştirmesine yol açtı Türk Toplumu'nun çeşitli dönemlerdeki gerçekliğini sergilemek istediği için bir ikisi dışında eserlerinde belli tarihi dönemleri ele aldı Kiralık Konak I Dünya Savaşı öncesinin, Hüküm Gecesi II Meşrutiyet'in, Sodom ve Gomore Mütareke Dönemi'nin, Yaban Kurtuluş Savaşı yıllarının, Ankara Cumhuriyet'in ilk on yılının, Bir Sürgün II Abdülhamid Dönemi'nin işlendiği romanlardır Panorama 1923-1952 yıllarını kapsar

Karaosmanoğlu, 1920'lerden sonra iyimser bir devrimci görünümündeyken, sonra umutlarını yitirerek romancılığını devrimci yönde kullanmaktan vazgeçmiştir 1955'ten sonra da anı kitaplarından başka bir şey yazmamıştır Romanları arasında en ünlüleri Nur Baba, Kiralık Konak ve Yaban'dır Nur Baba, Karaosmanoğlu'nun ilk romanıdır 1922'de kitap olarak çıkmadan önce gazetede yayımlanmıştır Ama yazılışı ondan sekiz dokuz yıl öncesine gider O yıllar, Karaosmanoğlu'nun Eski Yunan ve Latin edebiyatıyla ilgilendiği ve Çamlıca'daki bir Bektaşi Tekkesi'ne devam ettiği dönemdir Nur Baba'yı Euripides'in Bakkhalar'ından esinlenerek ve Tekke'deki gözlemlerine dayanarak yazmıştır

Roman, tekkenin şeyhiyle, evli bir kadın arasındaki tutkulu bir aşkın öyküsünü anlatır İçki, müzik ve sevişmeyle sabahlara değin süren ayinler, Bektaşi töreleri ve tekke yaşamı kitapta büyük yer tutar Bu ayinlerle Bakkhalar'in ayinleri arasında benzerlik bulan Karaosmanoğlu, romanın kadın kahramanı Nigâr'ın cinsi ilişkileriyle bu benzerliği anlatmaya çalışır Ancak okur için romanın ilginç yönü Bektaşilik'e ilişkin bilgiler olmuş ve bu yönü, yapıtın çok satılmasını sağladığı gibi Karaosmanoğlu'nun ününü de yaygınlaştırmıştır Ancak Karaosmanoğlu, Bektaşilik'in sırlarını açıklamak ve üstelik Bektaşilik'i küçük düşürmekle suçlandığı için romanın ilk ve ikinci baskılarına yazdığı "izah"larla bu suçlamalara karşı kendini savunmak gereğini duymuştur

Kiralık Konak'ta Karaosmanoğlu, II Meşrutiyet yıllarında Batılılaşma Hareketi'nin yol açtığı değer kargaşasını, geleneklerden ve eski hayat biçiminden ayrılışı ve kuşaklar arasındaki kopukluğu sergiler Romanda, yazar adına konuşan Hakkı Celis, başlangıçta yurt sorunlarına karşı ilgisiz, âşık, içli bir şairken, sonradan bilinçlenerek değişir ve "milli ideal" sevdasına tutulur Bu ideal geleceğin Türkiye'sidir Karaosmanoğlu, romanın diğer kişilerini ve dolayısıyla toplumu, bu yeni bilince ulaşmış Hakkı Celis'in gözleriyle değerlendirir ve yargılar

Alıntı Yaparak Cevapla

Unutulmayanlar (Biyografi)

Eski 08-23-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Unutulmayanlar (Biyografi)



Gani Müjde


Doğum Tarihi / Yeri 01011959 İstanbul
Eğitim Mimar Sinan Üniversitesi Sinema - Televizyon Bölümü
G Başlangıç Yılı
G Başlangıç Kurumu
Çalıştığı Kurumlar Gırgır, Fırt , Laklak , Limon , Nankör, Deli, Politika, Şenola, Günaydın, Güneş, Cumhuriyet, Tomorrow, Aktüel, Sabah, Milliyet
Aldığı Ödüller
Yayınlanmış Eserler Peynir Gemisi (22Baskı), TÖrkiye (14 Baskı), Ayaküstü ( 9Baskı), Beraber ve Solo Kaygılar (9Baskı), Ahmak Islatan (6Baskı), Aramızda Kalsın (6Baskı), Seni sevdiğimi kimseye söyleme , çünkü ben herkese söyledim (8Baskı), Üç yanlış bir doğruyu götürür (4 Baskı), İsim, şehir, hayvan, bitki (2Baskı), Kahpe Bizans (Senaryo Kitabı), Ya benimsin ya toprağın ya da arasını bulalım (2Baskı), Bendeki Kulak Van Gogh’ta yok (Yeni )
Özgeçmiş Yugoslavya göçmeni bir ailenin 4 ve son çocuğudur Lise yıllarında karikatüre olan ilgisi nedeni ile Gırgır dergisine gidip gelirken zamanla dergide çalışmaya başladı 8 yıla yakın bir süre Gırgır ve Fırt dergilerinde çalıştı Laklak adlı dergide bir süre editörlük yaptıSonra bir gurup arkadaşı ile birlikte ayrılıp Limon dergisini kurdu Bu dergide Peynir Gemisi başlığı altında sürekli yazılar yazmaya başladı Tükenmezkalem adlı bir yazım ve prodüksiyon şirketi kuran Gani Müjde halen NTV de GÜNDEM DIŞI başlığı altında günlük söyleşiler gerçekleştirmekte Aktüel ve Marine Aktüel dergilerinde köşe yazarlığı yapmaktadır Çok tutan iki sinema filmine imza attı; Arabesk ve Kahpe Bizans İlkine senarist, ikincisine hem senarist hem yönetmen olarak Yazdığı ve katkıda bulunduğu veya Tükenmezkalem tarafından yapımı gerçekleştirilen televizyon programları:Uğur Yücel Aile Planlaması skeçleri (Aile Planlaması Vakfı), Biraz Düş Biraz Gülüş(TRT), Eğrisiyle Doğrusuyla(TRT), Bir Başka Gece (TRT), Şamata (Show TV), Bir yaz gecesi rüyası (TRT), Eller yukarı (İnterstar), Turgutlu Sultanlığı (Çizgi Film-Show TV), Laf Lafı Açıyor (Show TV-Kanal D), Kaygısızlar (Kanal D- İnterstar - Kanal 6), İnce İnce Yasemince (Kanal D - İnterstar), Baskül Ailesi (İnterstar - Kanal D), Şafak Vakti (Kanal D), Akasya Pasajı (Kanal D), Dostlar Pasajı (TRT), Ruhsar (Kanal D), Şans Direksiyonu (Kanal D), Ayrılsak ta beraberiz (TRT), Vay Anam Vay (Kanal D), Dikkat Bebek Var (TRT), Zor Baba (TGRT), Ceyhun Yılmaz Show (ATV), Kibar Ana (Kanal D - Star), Yarım Elma (Kanal D), İki Arada (Kanal D), Bayanlar Baylar (Kanal D) Yazdığı veya katkıda bulunduğu sahne gösterileri:Uğur Yücel - Müjde Ar Show; Uğur Yücel - Sezen Aksu Show; Müzikomedi (Nükhet Duru - Demet Akbağ - Rasim Öztekin); Mega Show; Ve Cem Özer ve; Beyaz stand-up Yazdığı Tiyatro Oyunları:Burası TÖrkiye (Ercan Yazgan - Cihat Tamer), 2071 Türkiye (Demet Akbağ - Rasim Öztekin - Cenk Koray)

Alıntı Yaparak Cevapla

Unutulmayanlar (Biyografi)

Eski 08-23-2012   #4
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Unutulmayanlar (Biyografi)



Cahit Sıtkı Tarancı
(1910-1956)
Diyarbakır'da doğdu Galatasaray Lisesi'ni bitirdi Mülkiye Mektebi'nde okudu Paris'e gitti ikinci Dünya Savaşı çıkınca geri döndü Çevirmenlik yaptı Ağır bir hastalığa yakalandı Viyana'ya götürüldü Orada öldü Ankara'ya getirilip toprağa verildi Otuz Beş Yaş şiiriyle ün yaptı Hayat, aşk ve ölüm, şiirlerinin başlıca temalarını oluşturmaktadır Ömrümde Sükût, Otuz Beş Yaş, Düşten Güzel ve Sonrası adlı şiir kitapları bulunmaktadır

Şiirlerinden örnekler;

DESEM Kİ
Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır,
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor,
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,
Sende tattım yemişlerin cümlesini

Desem ki sen benim için,
Hava kadar lâzım,
Ekmek kadar mübarek,
Su gibi aziz bir şeysin;
Nimettensin, nimettensin!
Desem ki
İnan bana sevgilim inan,
Evimde şenliksin, bahçemde bahar;
Ve soframda en eski şarap
Ben sende yaşıyorum,
Sen bende hüküm sürmektesin
Bırak ben söyleyeyim güzelliğini,
Rüzgârlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber
Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi farkedemezsen,
Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm
Fakat yine üzülme, müsterih ol;
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum



AŞK
Açınca baharın dişi gülleri,
Bir başka rüzgâr eser bahçelerde
Dinle çılgınca öten bülbülleri;
Sorma niçin düştüğünü bu derde

De ki: � Aşktır şâdeden gönülleri;
Perişan, berbat eden gönülleri
Aşk söyletir en yanık türküleri,
Ay buluta girdiği gecelerde


BİR ÖLÜNÜN ARDINDAN

Kabrime çiçek getirenlere gülerim;
Gafil kişilermiş şu insanlar vesselâm;
Bilmezler ki bu kabirle yoktur alâkam;
Ben o çiçeklerdeyim, ben bu çiçeklerim

Alıntı Yaparak Cevapla

Unutulmayanlar (Biyografi)

Eski 08-23-2012   #5
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Unutulmayanlar (Biyografi)



Türkan Şoray


28 Haziran 1945'de İstanbulda doğdu Babası Halit Şoray devlet demir yollarında memur, annesi ev hanımıydı Maddi imkanların kısıtlı olduğu bir ailede dünyaya geldi Öğrenimine Rami Taş mektebinde başladı fakat sürekli mahalle değiştirdiklerinden, eğitimini 1956da Feriköy ilkokulunda tamamladı

1954te Meliha ve Halit Şoray çifti boşanır Çocuklar annede kalır Karagümrük Sarmaşık Sokaka taşınırlar Burada ev sahiplerinin kızı Emel Yıldız'la tanışır, onun sayesinde de Yeşilçama adım atar Bir gün onunla beraber film setine gider ve böylece ünlü Yeşilçam Sokağına adımını atmış olur Şoray o dönemde on beş yaşındadır Emel Yıldız, o sıra Köyde Bir Kız Sevdim� adlı filmin başrolünde oynayacaktır Bir gün filmin setine Şoray'ı da götürür Kenarda bir yerde otururken Türker İnanoğlunun dikkatini çeker Şorayla tanıştırılır İnanoğlu başrol için Türkan Şorayın daha uygun olacağına karar verir Şorayın Yeşilçama girişi de böylece gerçekleşir

Bir Yıldızın Doğuşu (1960lar)
Türkan Şoray bu filmin ardından yeni yeni teklifler almaya başlar Çevirdiği filmlerle, özelikle magazin basının dikkatini çeker ve ilk kez, dönemin ün yapmış haftalık popüler dergilerinden Sinema ya kapak olur (15 Mart 1961, s18) Ardından Artist, Büyük Gazete ve Ses Dergilerine

1960 yıllarla birlikte Şorayın başarı grafiği de yükseliyordu Artık yaşamında herşey değişmekteydi ve bu değişiklik sosyal durumdan fiziğine kadar her şeyine yansıyordu Erkeklerden gördüğü ilgi ve artan seyirci ilgisi ona güven kazandırıyordu Artık kararsızlıktan kurtulup kadınlığa adım atıyordu Artık daha şuh biri halini alacaktır Bu değişimiyle gerek Yeşilçam çevrelerinde gerek seyircisi arasında büyük bir etki gücüne sahip olur

İlk Önemli Aşama
Acı Hayat Türkan Şorayın sinema hayatındaki ilk dönüm noktasıdır Otobüs Yolcuları ile bu dönüm noktasının ilk kıpırtılarına veren Şoray Acı Hayatla ilk önemli aşamasını da geçer Bu filmindeki rolü diğerlerine göre daha tutarlı, tip olarak da gerçeğe daha yakındır Film o güne kadar yapılmış en başarılı, en şiirsel görüntülü bir aşk filmidir

1963te çevirdiği bu filmle 1964te I Antalya Film Festivalinde en iyi kadın oyuncu ödülünü alır Ayrıca Acı Hayat sinema yazarlar tarafından yılın filmi seçilir Artık izleyicide Şoray imgesi oluşmaya başlamıştır Senaryo yazarları onun için öyküler oluşturabilir, yönetmenler filmlerini onun üzerine kurabilirler
Hayatına Yön Veren Adam
Rüçhan Adlının Şorayın hayatında önemli bir rolü vardır Onu korumuş, hep zirvede kalmasında büyük rol oynamıştır Eylül 1962de bir film setinde tanışırlar Rüçhan Adlı Şoraydan tam 23 yaş büyüktür Görmüşgeçirmiş bir insandı Şoray hep bir babanın şefkatinden ve sevgisinden mahrum büyümüş, bunlara ihtiyaç duymaktadır Şorayda bu sevgi ve şefkati Adlıda bulur ve 20 yılını onunla birlikte geçirir

İlişkilerinden sonra Şoray giderek süzgün bakışlı şuh bir kadın olmaktan sıyrılıp, yeni kimliğine bürünür ve 1965lerden başlayarak Türk sinemasının bir numaralı kadını olur Dört büyükler arasında olup (Fatma Girik, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın) en çok o tutulmaktadır

Sultan
Şorayın Sultan olmasında ve kanunlarının oluşmasında Adlının büyük payı vardır Adlı, Şoraya gönderdiği çiçek buketlerine iliştirdiği kartlarda ya da bıraktığı notlarda ona hep Sultanım diye hitap eder (Canım sultanım, hanım sultan gibi) Bunlar daha sonra basında yer alır ve dönemin ünlü gazete ve dergilerinde yayınlanır Böylece Şoray artık Türk sinemasının da, halkın da Sultanı olmaya başlar

Adlının onun hayatındaki yeri ve üzerindeki etkisi, özelikle birlikte yaşamaya başladıkları 1963 yılından başlayarak önemini ve ağırlığını artırır 1966nın sonlarına doğru ise birbiri ardına Şoray filmleri çevrilir ve aynı haftalarda Beyoğlu sinemalarında vizyona girince durum bir süre için aleyhine gelişir Aynı haftalarda oynayan Şoralı filmler adeta birbirini vurur Şorayın böyle bir hataya kurban gitmesinin nedeni aynı yıl içinde çok sayıda film çevirmesi ve oynadığı filmlerin aynı konuları kapsamasıdır

Bir süre sonra aleyhine gelişen bu tehlikeli sarsıntıyı güçlükle atlatır ve durumu lehine geliştirip fiyatına zam yapar Böylece bütün yapımcılar Şorayı kara listeye alırlar Bu karara göre ona film çevirttirmeyecek, mukavele süresi uzatılmayacak, sinema salonlarında da filmleri gösterilmeyecektir O artık Akün, Acar, Arzu, Duru filmgibi büyük şirketlerin de kara listesindedir Aleyhine gelişen tüm olaylardan sonra Şoray kendine bir savunma politikası bulur ve yapımcıların karşısına aldığı bazı kararlarla çıkıp, bu kararlardan da taviz vermeyecektir Böylece Şoray kanunları oluşur
Şoray Kanunları
1) Türkan Şoray film senaryolarını film çekim tarihinden en az bir ay önce beğenir
2) Türkan Şoray, Senaryoyu beğenmediği takdirde yeni senaryo verilecektir
3) Her senaryoda beğendi mutabakatı şarttır
4) Filmde öpüşme ve açık sahneden olmayacaktır
5) Filmdeki modern giysiler Türkan Şoraya tarihsel olanlar ise şirkete aittir
6) Film çekimi İstanbul dahili olup Türkan Şoray İstanbul dışına çıkamaz
7) Çalışma saatleri sabah 8 ile akşam 19 arasıdır
8) Pazar günleri Türkan Şoray çalışmaz
9) Türkan Şoray adı jenerik, afiş ilan ve sinema fenerlerinde başta ve tek olarak yazılacaktır
10) Filmin her oynadığı yerde 9 madde uygulanacaktır
11) Filmlerin seslendirilmesinde Türkan Şorayın sesi için kendi mutabakatı şarttır
12) Şirket filmi kendi hesabına çeker Eğer başka şirketle ortak yapıma gidilirse Türkan Şorayın mutabakatı şarttır
13) Film renkli ise Türkan Şorayın mutabakatı ile çekim günleri uzayabilir
14) Çekilecek filmin rejisörü ve baş erkek oyuncusu için Türkan Şoraın mutabakatı şarttır
15) Bu şartlara riayet etmeyen film şirketi 100 bin lira ödemeyi taahhüt eder
16) İhtilaf vukuunda merci mahkemeleri İstanbul mahkemeleridir
17) Türkan Şoray şirketlerden film başına 60 bin lira alır
18) Türkan Şoray mecburi gecikmeleri 10 günden fazla beklemez

Dönemine göre bu oldukça ağır koşullar, 1967de son halini alıp yazılı bir metne dönüştürülür Türkanın ünlü ve gişe geliri öylesine yüksektir ki, hiçbir firma, yönetmen veya oyuncu ona karşı çıkamaz Türkan Şorayla mukavele yapmak için birbirleriyle yeniden yarışa girerler Bu kanunlarla Rüçhan Adlı, Şorayın, Yeşilçamdaki imajını koruma altına alır

Şorayın Sinemamızdaki Yeri
1960larda 4 büyükler saltanatı söz konusudur Fatma Girik; baştan itibaren dinamik canlı, acul, girişken kolay yılmayan, daha erkeksi, yeni yaşama kültürüyle dalga geçen, alt kültüre yakın bir tip, Filiz Akın; daha modern, toplumun Batıya dönük yüzüydü O ince sarışın ve kırılgan kişiliğiyle halk kızlarını oynasa da pek inandırıcı olmayacak, daha çok zengin kızlarını, burjuva güllerini temsil ederek biraz farklı bir alana geçecekti Hülya Koçyiğit, geniş bir canlandırma yelpazesi ve çok farklı kimliklere bürünme yeteneği olan, her sınıfa ait olabilen, kibar evin kızı

Türkan Şoray ise; güzel, çekici, alımlı bir kadın kişiliği yaratacak ve bunu hem güldürü, hem dramda aynı başarıyla sürdürecekti Sosyal kökenler itibarıyla bir uçtan öbürüne, bir kutuptan diğerine kolaylıkla gidip gelebilecekti Türk toplumu, sanatçının halk kızı veya burjuva dilberi tiplemelerini aynı ilgiyle kabul edecekti

Tip olarak da Türk kadınını yansıtmaktadır Türk sinemasının en güzel resim veren kadın oyuncusudur Sinemasal açıdan zengin, seyirciyi çarpan bir görüntüsü vardır Halkın içinde gelmesi zor şartlarda büyümesi onu halka daha yakın kılacaktır Türk sinemasında hiçbir kadın oyuncu onun gibi çevresinde yaygın bir etkinliğe sahip olmamıştır Güzelliği hep abartılıdır ama sıcaklığı da tartışılmaz

Bu özellikleriyle sinemamızda farklı bir yer açar Diğer kadın sanatçılara örnek olmuş, uygulamalarıyla da takip edilmiştir Sinemada en yüksek fiyata sahip oyuncu oluşu, en çok aşık olunan kadın oluşu, kendine has yasaklar koyuşu, her rolün altından başarıyla kalkması, farklı güzelliği, sıcaklığı, bir sultan, bir efsane oluşuyla ve diğer yönleriyle sinemadaki yerini de belirlemiştir

1970ler, Şoray, Sinema ve Toplum
Şoray, değişir gözüken bir şeylere karşın, 1970lerin başlarında da sinema siyasetini hemen hemen aynen sürdürür Yılda yine 10-12 film yapar Ünlü yazarların eserlerine el atılır fakat başarılı olunmaz Sultan Gelin, Cemo gibi yarım başarılar elde edilirken, Vukuat Var, Asiye Nasıl Kurtulur gibi filmler fiyaskoyla sonuçlanır Ünlü yönetmenlerle (Atıf Yılmaz, Osman Seden, Halit Refiğ) çalışmak da pek bir şey değiştirmez

70lerin başında yine zirvede gözükmektedir Fakat o artık daha değişik, daha farklı birşey arama çabasındadır 1972 yılında mesleki yaşamında yeni bir dönem açılır Film sayısını ciddi anlamda azaltır Bu yıla iki filmi damgasını vuracaktır Biri Cemodur Bu filmin çekimlerinde Şoray attan düşer ve felç olma tehlikesiyle karşı karşıya kalır Olay, filme iyi bir reklam aracı olur Asıl büyük tepkilere yol açan olay ise bir diğer filmi Dönüştür Çünkü Şorayın yönetmenlik denemesi yaptığı ilk filmdir Şoray birçok çevrenin eleştirisine maruz kalır Filmin başarılı olmayacağı düşünülür, fakat beklenenin aksine dikkat çeker ve başarılı olur Şoray, eleştirmenlerin, sinema uzmanlarının ve de ciddi basının dikkatini çeker Film yılın en büyük iş yapan filmi olur Şoraya daha önce yüz çevirenler, bu kez onu sahiplenirler Ayrıca Dönüş 1973te Moskova Film Festivalinde özel bir ödül alır Azapta (1973) ikinci yönetmenlik denemesini gerçekleştirir fakat bu filmde başarılı olamaz

70lerin başlarında O hepsi birbirinin aynı, en azından benzeri dram veya komedilerden daha kişilikli, daha gerçekçi filmlere doğru kaymasında, belki yıllardır süre gelen aklı başında, sorumlu ve oldukça poltize bir eleştirinin katkısı olmuştur Ama temel neden, Türk toplumunun o yıllardaki genel havasıdır Artık sinema da o uzun yıllar sürdürdüğü pembe rüyadan uyanıyordu Yönetmenler ilk defa gerçekçi konulara el atmakta, Anadolu bozkırlarında mekan bakmakta, köylü kadınların dramını keşfetmektedirler Başta Türkan Şoray ve diğer ünlü starlar, gerçekten yaşamış ve yaşayan kadın portreleri çizmeye başlarlar Konfeksiyon usulü yapılan filmlerin yerini daha gerçekçi konular, daha kapsamlı yaklaşımlar, daha bütüncül çabalar alır Artık her film ayrı bir proje olup, çok daha dikkatle üzerinde durulacaktır 76da 3 Şoray yönetmenliği ürünü olan Bodrum Hakimini çeker ve yeniden sahnededir Yerini yeniden sağlamlaştırmıştır 1977de en güzel filmlerinden biri olan Selvi Boylum al Yazmalım da oynar Bu filmle Şoraya en iyi kadın oyuncu ödülü gelir

1980ler ve Sonrası Şoray, Toplum ve Sinema
Bu hızlı dönemden sonra Şoray bir süre setlerden uzak kalır 80de film yapmaz 1981de ise son yönetmenlik ürünü olan Yılanı Öldürsele ile geri döner Bu arada halk sinemaya gitmeyi reddeder Artık yeni bir kuşak, yeni yönetmenler, yeni bir anlayış doğuyordu (ve 80li 90lı yıllar boyunca Şorayda bir çok yeni yönetmene destek verdi) 1980lerle bağımsız sinemanın önü açılır 80lerde sinemamız artık daha aydın, daha incelmiş ürünler, büyük kentin orta sınıflarına dönük hikayeler vermeye başlayan daha özel bir alan olmaya doğru gidecektir

1983te şarkıcı ve türkücülerin oynadığı arabesk ağırlıklı filmler Türk Sinemasındaki yerini ne kadar korumaya çalışsa da, kadın dünyalarını sorgulayan �kadın filmleri öne çıkmaya başlayacaktır Değişen koşullar ve yaşanan ekonomik krizler nedeniyle 1980-86 yıllarında ikişer filmle yetinmek zorunda kalan Türkan Şoray 1987�de bu sayıyı dörde çıkarır

80li yıllar Şorayın hem mesleğinde hem de özel yaşamında önemli değişikliklere sahne olacaktır Şoray kanunları yıkılacak, oynadığı Mine adlı filmiyle kadın filmleri akımını da açacaktır Özel yaşamında ise yirmi yılını feda ettiği Rüçhan Adlyı 1983te terk edecek, aynı yıl sinema ve tiyatro sanatçısı Cihan Ünal ile evlenecektir 84te annesini kaybedecek ve bir süre sonra kızı Yağmur dünyaya gelecektir Şoray Ünal çifti beraber birkaç filmde beraber oynarlar fakat filmler beklenen işi yapmaz 87de çift ayrılır 90lı yılları da birkaç filmle kapatır Şoray 94te babasını, 95te de büyük aşkı Rüçhan Adlıyı kaybeder Bu yıllarda seyircisinin karşısına birkaç dizi filmle gelir 2000 yılında çevirdiği İkinci Bahar adlı dizi ise diğerlerinden çok farklı bir yere sahip olacaktırAyrıca Türkan şoray Türkiye eğitiminede katkıda bulunmuştur1973 yılında yaptırmış olduğu ilköğretim okulu Istanbul'un Hisarüstü semtinde yer almaktadır

Aldığı Ödüller
- 1964 I Antalya Film Festivali Acı Hayatla en başarılı kadın oyuncu (Altın Portakal)
- 1968 5 Antalya Film Festivali: Vesikalı Yarimle en başarılı kadın oyuncu (Altın Portakal)
- 1969 Ekspress Gazetesi: Halk oyu ile yılın kadın artisti
- 1971 Ekspress Gazetesi: Halk oyu ile yılın kadın artisti
- 1973 5 Adana Film Festivali: Mahpusla en başarılı kadın oyuncu (altın Koza)
- Moskova Film Şenliği (Rusya): Dönüşle özel ödül
- Ankara Gazeticiler Cemiyeti: Yılın Artisti
- Kelebek Gazetesi: Halk oyu ile yılın kadın sanatçısı
- Kıbrıs Gazeteciler Cemiyeti: Yılın Sanatçısı
- Tercüman Gazetesi: Halk oyu ile en iyi sanatçı
- İzmir Kadınlar Birliği: Dönüşle en iyi kadın oyuncu
- 1978 Taşkent Film Şenliği: Selvi Boylum Al Yazmalımla Uluslarası Aytmatov Kulübünün geleneksel ödülü
- 1987 27 Antalya Film Festivali: Hayallerim, Aşkın ve Sendeki yorumuyla en iyi kadın oyuncu (Altın Portkal)
- 1990 2 İzmir Film Festiali: Altın Artemis onur ödülü
- 1992 8 Bastia Akdeniz Sinemaları Festiali Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordudaki yorumuyla en iyi kadın oyuncu
- 1994 6 Ankara Film Festivali: Emek ödülü
- 31 Antalya Film Festivali: Bir Aşk Uğrunadaki yorumuyla en iyi kadın oyuncu (Altın Portakal)
- 1996 15 Uluslararası İstanbul Film Festivali: Sinema onur ödülü
- Magazin Gazeticiler Derneği 4 Altın Objektif Ödülü, Onur Ödülü
- 1999 Roma Film Festiali: Büyük Ödül
- 2 Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali: Kadın yönetmen ödülü
- 2000 Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi: Zirvedekiler 2000 ödülü
- 31 Antalya Film Festivali: Bir Aşk Uğrunadaki yorumuyla en iyi kadın oyuncu (Altın Portakal)
- 2001 Sakıp Sabancı Türk Kalp Vakfı: İkinci Bahar dizisiyle iyi kalp ödülü
- 2001 İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi-Tekofaks Panasonic: İkinci Bahar dizisindeki rolüyle 2000 yılının başarılı iletişimci ödülü
- Akademi İstanbul: Yılın en başarılı sanatçısı ödülü
Filmografisi
1960: Köyde Bir Kız Sevdim, Aşk Rüzgarı, Güzeller Resmi Geçidi, Utanmaz Adam
1961: Afacan, Aşk ve Yumruk, Dikenli Gül, Gönülden Gönüle, Hatırla Sevgilim, Kaderin Önüne Geçilmez, Kardeş Uğruna, Melekler Şahidimdir, Otobüs Yolcuları, Sevimli Haydut, Siyah Melek
1962: Acı Hayat, Allah Seviniz Dedi, Aşk Yarışı, Bardaktaki Adam, Billur Köşk, Bizde Arkadaş mıyız, DikmenYıldızı, Kırmızı Karanfiller, Lekeli Kadın, Ne Şeker Şey, Ümitler Kırılınca, Zorlu Damat
1963: Acı Aşk, Ayşecik Canımın İçi, Badem Şekeri, Beni Osman Öldürdü, Bütün Suçumuz Sevmek, Çalınan Aşk, Çapkın Kız, Dağlar Kralı, Genç Kızlar, İki Kocalı Kadın, Küçük Beyin Kısmeti, Sayın Bayan
1964: Adanalı Tayfur Kardeşler, Anasının Kuzusu, Bomba Gibi Kız, Bücür, Fıstık Gibi Maşallah, Gençlik Rüzgarı, Gözleri Ömre Bedel, Kader9 Kapıyı Çaldı, Kızgın delikanlı, Macera Kadını, Mualla, Öksüz Kız, Yılların Ardından
1965: Ekmekçi Kadın, Elveda Sevgilim, Garip Bir İzdivaç, Hayatımın Kadını, Komşunun Tavuğu, Sana Layık değilim, Seven Kadın Unutmaz, Siyah Gözler, Sürtük, Vahşi Gelin, Veda Busesi
1966: Akşam Güneşi, Altın Küpeler, Anaların Günahı, Çalıkuşu, Çamaşırcı Güzeli, Düğün Gecesi, El Kızı, Eli Maşalı, Günahkar Kadın, Karanfilli Kadın, Kenarın Dilberi, Meleklerin İntikamı, Meyhanenin Gülü, Siyah Gül
1967: Ağlayan Kadın, ana, Ayrılsak da Beraberiz, Bir Dağ Masalı, Her Zaman Kalbimdesin, Kara Duvaklı Gelin, Kelepçeli Melek, Ölümsüz Kadın, Sinekli Bakkal, Tapılacak Kadın
1968: Abbase Sultan, Ağla Gözlerim, Artı Sevmeyeceğim, aşk Eski Bir Yalan, Ayşem, Dünyanın En Güzel Kadını, Kadın Değil Baş Belası, Kadın intikamı, Kadın Severse, Kahveci Güzeli, Vesikalı Yarim
1969: Aşk Mabudesi, Ateşli Çingene, Bana Derler Fosforlu, Buruk Acı, Fosforlu Cevriye, Günah Bende mi, Köle Olayım, Sana Dönmeyeceğim, Seninle Ölmek İstiyorum, Son Bahar Rüzgarları
1970: Ağlayan Melek, Arım Balım Peteğim, Birleşen Yollar, Buğulu Gözler, Bülbül Yuvası, Hayatım Sana Feda, Herkesin Sevgilisi, Kara Gözlüm, Mağrur Kadın, Mazi Kalbimde Yaradır, Merhamet, Tatlı Meleğim
1971: Ateş Parçası, Bir Genç Kızın Romanı, Bir Kadın Kayboldu, Gelin Çiçeği, Gülüm Dalım Çiçeğim, Güllü, Mavi Eşarp, Melek mi, Şeytan mı, Sevmek ve Ölmek Zamanı, Unutulan Kadın, Yedi Kocalı Hürmüz
1972: Cemo, Çile, Dönüş, Sisli Hatıralar, Vukat Var, Zulüm
1973: Asiye Nasıl Kurtulur, Azap, Dert Bende, Gazi Kadın, Güllü Geliyor Güllü, Mahpus, Namus Borcu, Sultan Gelin, Yalancı
1974: Açlık, Bal Kız-Şenlik Var, Çılgınlar, Yüreğimde Yare Var
1975: Acele Koca Aranıyor
1976: Bodrum Hakimi, Deprem, Devlerin Aşkı
1977: Baraj, Dila Hanım, Selvi Boylum Al Yazmalım
1978: Bir Aşk Masalı, Cevriyem, Sultan, Tatlı Nigar
1979: Hazal, Küskün çiçek
1981: Yılanı Öldürseler
1982: Mine, Seni Kalbime Gömdüm
1983: Metres, Seni Seviyorum
1984: Bir Sevgi İstiyorum
1985: Bir Kadın Bir Hayat, Körebe
1987: Gramafon Avrat, Hayallerim Aşkım ve Sen, On Kadın, Rumuz Gonca Gül
1988: Ada
1989: ölü Bir Deniz
1990: Berdel, Menekşe Koyu, Soğuktu ve Yağmur Ciseliyordu
1993: Şahmaran
1995: Yerçekimli Aşklar
1997: Nihavent Mucize
2003: Gönderilmemiş Mektuplar
2004: Mürüvvetsiz Mürüvvet

Diziler
1993 Tatlı Betüş
1996 Bir Aşk Uğruna
2000 Gözlerinde Son Gece
2000 İkinci Bahar
2002 Tatlı Hayat
2006 Cemile


Benim En Sevdigim Sanatcıdır



Alıntı Yaparak Cevapla

Unutulmayanlar (Biyografi)

Eski 08-23-2012   #6
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Unutulmayanlar (Biyografi)



Enis Behiç Koryürek

1892 yılında İstanbul'da doğdu Selanik ve Üsküp idadilerinde, İstanbul Lisesi'nde okudu, Mülkiye Mektebi'ni bitirdi Hariciye Nezareti'nde görev aldı Daha Mülkiye'de öğrenciyken aruzla şiirler yazan, Servet-i Fünun etkisi taşıyan bu şiirlerini Şehbal'de yayınlayan Enis Behiç, Balkan Savaşı yıllarında Ziya Gökalp'in tavsiyesiyle heceyi benimser ve Milli Edebiyat akımına bağlanır Bu yıllarda onu üne kavuşturan ulusal duygularla yüklü kahramanlık şiirleri yazdı Bir yandan da hece vezni üzerinde çalışarak kimi durak değişikliklerini, bir şiirde çeşitli hece kalıplarını kullanmayı denedi İlk kitabını yayınladıktan sonra bir suskunluk dönemine giren şair, 1946'dan sonra bir çeşit mistisizmle Çedikçi Süleyman Çelebi adlı bir mevlevinin ruhuyla temas sonucu doğduğunu söylediği dini ve tasavvufi şiirler yazdı

Şiir kitapları: Miras (1927), Varidat-ı Süleyman (Çedikçi Süleyman Çelebi Ruhundan İlhamlar 1949), Güneşin Ölümü (1951

Ahmet Adnan Saygun



Müzik eğitimcisi olan Saygun, Türk bestecisi olarak klasik batı müziğinde yapıtlar vermiştir

Matematik öğretmeni Celal Bey ile Zeynep Seniha Hanım’ın ilk oğulları olarak 1907 yılında İzmir’de doğdu

1912 yılında İzmir’deki Hadika-i Subyan İlkokulu'na başladıMüzik derslerindeki üstün yeteneği herkesin dikkatini çekiyor ve güzel soprano sesiyle duyduğu şarkıları bir dinleyişte söyleyebiliyordu

1918 yılında İzmir’de İttihat ve Terakki Lisesi’ne yazıldı ve müzik öğretmeni olan İsmail Zühtü Kuşçuoğlu’nun kurduğu dört sesli koroya katıldı

Saygun henüz 13 yaşındayken öğretmeninin önerisi üzerine ünlü piyano öğretmeni olan Rossati’den piyano dersleri almaya başladı

1922’de Macar Tevfik Bey ile çalışmalara başladı, 1923’de Hüseyin Sadettin Arel’den iki ay armoni dersleri aldı

1926’da İzmir Lisesi’ne müzik öğretmeni olarak atandıBundan iki yıl sonra Maarif Vekaleti’nin açtığı sınavı kazanarak burslu olarak Paris’e gönderildi

Paris’te ünlü müzik okulu Schola Cantorum’da Vincent D’Idy, Eugene Borrel, Souberbielle, Amedee Gastoue gibi öğretmenlerin öğrencisi oldu

İlk yapıtı olan “Divertissement” i 1930’da Paris’te besteledi

1931 yılında yurduna dönerek Musiki Muallim Mektebi’ne, 1936’da İstanbul Belediye Konservatuarı'na kontrpuan ve teori öğretmeni olarak atandı

1939’da CHP’nin Müzik Danışmanı ve Halkevleri Müfettişi, bundan bir yıl sonrada Ankara’da “Ses ve Tel Birliği” adlı bir dernek kurdu

1946 yılında Ankara Devlet Konservatuarı kompozisyon ve modal müzik öğretmenliğine atandı

Sanatçının başarıları üzerine 1948’de İnönü Armağanı, 1949’da Fransa Milli Eğitim Bakanlığın’ca Akademik Nişan, 1950’de Akademi Madalya’sı, 1951’de İtalya Hükümetince, 1Nişan ve Uluslararası Müzik Sosyetesi'nden Sibelius Bestecilik madalyası verildi

1971’de “Devlet Sanatçısı” unvanı, 1981’de Atatürk Sanat Armağanıve 1985’te “Sanatçı Profesör” unvanı verildi

Türk Beşleri arasında yer alan Adnan Saygun, Türk halk ve sanat müziklerinin etkilerini taşıyan yapıtlarında romantik estetiğe bağlı kaldı

6 Ocak 1991 tarihinde İstanbul’da hayatını kaybetti

Eserleri: Divertimento, Suit, Ağıtlar, Sezişler, Manastır Türküsü, Kızılırmak Türküsü, ÇobanArmağanı, Özsoy, İnci’nin Kitabı, Taş bebek, Sonat, Sihir Raksı, Sonatina, Bir Orman Masalı, Dağlardan Ovalardan, Eski Üslupta Kantat, Geçen Dakikalarım, Bir tutam keklik, Üç türkü, Halay, Anadolu’dan, Yunus Emre, Kerem, Partita, Üç ballad, Demet, 1 Piyano Konçertosu, 2Kuartet, Töresel Musiki, 3 Kuartet, Keman Konçertosu, Nefesli Çalgılar Beşlisi, Dört Lied, Dictum, Üç Prelüd,Küçük Şeyler, Köroğlu, Ağıtlar II, Trio Ballad, Ayin Raksı, Viyola Konçertosu, Oda Konçertosu,Gılgameş, Atatürk’e ve Anadolu’ya Destan, 2 piyano Konçertosu, Viyolonsel Konçertosu, Kumru Efsanesi

Kitapları: Rize, Artvin, Kars Havalisi Türkü, Saz ve Oyunlar Hakkında Bazı Malumat, Yedi Karadeniz Türküsü ve bir Horon, Türk Halk Musıkisinde Pentatonizm, Halkevi ve Mektepler için, Halkevlerinde Musıki, Yalan (Sanat Konuşmaları), Lise Müzik Kitabı I-II-III (Halil Badi Yönetken ile birlikte), Karacaoğlan(Yeni Bilgiler-Bir Rivayet-Melodiler), Musıki Temel Bilgisi I –II –III –IV, Mod öncesi Ezgilerin Sınıflandırılması, Toplu Solfej I –II, Töresel Musıki, Bela Bartok’s Folk Music Research in Turkey

Ahmet Haşim




Şair ve edebiyatçı (1883-1933)

Birçok bilim adamı ve şair yetiştirmiş soylu bir Irak Türk ailesinin çocuğudur 1885'te Bağdat'tan İstanbul'a gelerek Galatasaray Lisesi'ne girdi (o zaman Galatasaray Sultanisi deniyordu) Okulda hayli yabancılık çekti İçe dönük ve hayalci bir çocuktu Yaşlandıkça, daha da duyarlı ve alıngan oldu İlk şiirlerini okul sıralarında yayımladı (1901) Galatasaray'ı 1907'de bitirdi Önce Reji İdaresi'nde çalıştı Sonra Fransızca öğretmeni olarak İzmir'e gitti Bir süre sonra İstanbul'a döndü ve Maliye Bakanlığı çevirmeni oldu Bu arada Birinci Dünya Savaşı'na katıldı Savaş bitince bir süre, Osmanlı Bankası'nda çalıştıktan sonra, Güzel Sanatlar Akademisi'ne, estetik ve mitoloji öğretmeni olarak girdi Bir yandan da şiirler yazıyor ve yayımlıyordu

YENİ BİR ŞİİR ANLAYIŞI

1921'de, o zamana kadar yazdığı bütün şiirleri Göl Saatleri adlı bir kitapta topladı Bu arada bir süre Paris'e gitti Piyale adlı ikinci kitabını Paris dönüşünde yayımladı Ahmet Haşim'in şiirleri o güne kadar alışılagelen şiir biçimlerinin hiç birine benzemediği için, yayımlandığı sırada büyük tartışmalara yol açıyordu Bu tartışmalara verdiği cevapta Haşim, şiiri ve şairi şöyle tanımlıyordu: «Şiir bir hikâye değil, sessiz bir şarkıdır; şair de, ne bir gerçek habercisidir, ne güzel konuşan bir insan, ne de bir kanun koyucu Şiirin dili, düzyazı gibi, anlaşılmak için değil, duyulmak için oluşmuş, müzikle söz arasında, sözden çok müziğe yakın, arabulucu bir dildir» Bu savunmasıyla Haşim, sembolizm yanlısı bir şair olduğunu açıklıyordu

Ahmet Haşim, bu yeni şiir anlayışıyla kendinden sonra gelen, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Muhip Dranas, Cahit Sıtkı Tarancı gibi birçok önemli Türk şairini etkiledi Haşim'in, şiirlerinden başka, düzyazıları da vardır

ESERLERİ

Şiirler: 'Göl Saatleri, Piyale Düzyazılar: Bize Göre, Gurabahane-i Laklakan («Leylekler Bakımevi»), Frankfurt Seyahatnamesi

Cenap Şahabettin



Cenap Şahabettin, Edebiyatı Cedide akımının en önemli temsilcilerinden biridir Manastır'da doğdu İstanbul'a gelip Rüştiye'de okuduktan sonra Tıbbiye'ye girdi

Hekim olunca Paris'e gönderildi Dönüşünde gene edebiyatla uğraşmağa, o zamanın ünlü dergisi Serveti-fünun'da şiirler, edebiyat yazıları yayımlamaya koyuldu Serveti-fünun İstibdat İdaresi'nce susturulunca o da bir süre susmak zorunda kaldı 1908 Meşrutiyet Devrimi'nden sonra gazeteciliğe başladı Arada bir şiirler de yazıyordu

SANATI VE KİŞİLİĞİ

Cenap Şahabettin edebiyat dünyasına, sanat çevrelerini yadırgatan değişik bir hava ile girdi Avrupa'da yeni sanat akımlarını görmüş, öğrenmişti Bir aşk şairi olarak tanınmakla birlikte şiirlerinde derin duygulardan çok o zamana kadar görülmemiş sözcükler ve tamlamalar kullanmasıyla ün kazandı Edebiyatı Cedide şairlerinin kullandıkları tamlamalardan birçoğunu icat edip herkesi şaşırtan odur «Berf-i zerrin» (altın kar), «lerze-i ruşen» (ışıklı titreme) gibi şiir başlıkları bugün için şaşırtıcı olmasa da o zaman için yadırganacak isim tamlamalarıydı

Cenap Şahabettin, şiirlerini kitap halinde yayımlamadan öldü Düzyazı türünde olan «Hac Yolunda», Servetifünun'da tefrika edilmişti «Suriye Mektupları» (1917) ve «Avrupa Mektupları» (1919) adıyla gezi notları yayımlandı Sohbet, eleştiri ve deneme yazılarını «Evrakı Eyyam» (1915), «Nesri Harp», «Nesri Sulh» ve «Tiryaki Sözleri» (1918) adlı kitaplarında topladı Tiyatro oyunları da yazdı: « Valan», «Körebe», «Merdud Aile» İki de biyografi yayımladı: «Kadı Burhanetlin» (1922) ve «Shakespeare» (1931)

Orgeneral Eşref Bitlis (1933 - 1993)



1933 yılında Malatya'da dünyaya geldi 1952 yılında Kara Harp Okulu'ndan Teğmen rütbesi ile mezun oldu 1966 yılında Kara Harp Akademisini tamamladı Almanya'da dil eğitimini tamamladıktan sonra 1969 yılında Silahlı Kuvvetler Akademisi'nden mezun oldu 1973'de Alman Harp Akademisi'ni tamamladı Bir yıl Kara Harp Akademisi'nde başöğretmen olarak görev yaptı

1978'de Tuğgeneral oldu ve Bolu Komando Tugay Komutanlığına getirildi 1982'de Tümgeneral ve Kıbrıs 28 Tümen Komutanı oldu 1986'da Korgeneral rütbesi aldı 1988'de Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanı oldu

1990'da Orgeneral rütbesi aldı ve Jandarma Genel Komutanlığı'na atandı

Bitlis, bölgede konuşlanmış durumda bulunan Çekiç Güç Kuvvetlerinin Türkiye'den ayrılması gerektiğini açıklıyor ve ABD'nin Kuzey Irak'da oluşturmaya çalıştığı Kürt Devleti'nin Türkiye'nin zararına olduğunu söylüyordu Bu nedenle ABD büyükelçiliği tarafından birkaç defa Hükümete şikayet edildiği iddia edildi

17 Aralık 1992'de Çekiç Güç'e bağlı Amerikan savaş uçakları, kendilerine bildirildiği halde Irak'ın Selahattin kentine gitmekte olan Bitlis'in helikopterine taciz uçuşu yapmış ve helikopteri inişe zorlamışlardı

Eşref Bitlis 17 Ocak 1993'de henüz çözümlenmemiş bir şekilde uçağının düşmesi sonucu öldü

Filiz Akın



1943 yılında Ankara'da doğan Akın, Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü'nde bir süre okudu Sinemaya geçmeden önce bir acentada çalıştı 1962'de Artist dergisinin düzenlediği yarışmayı kazanarak Yeşilçam�a geçti ve aynı yıl "Akasyalar Açarken" adlı filmini çevirdi Ardından �Şakayla Karışık� adlı filmde Ajda Pekkan�la başrolü paylaştı �Kadın Berberi� ve �Kadın Terzisi� filmlerindeki rolleriyle oldukça ünlenen sanatçı, 1964 yılında oynadığı �Yankesici Kız� adlı sinema filminde, değişik türdeki karakterleri başarıyla canlandırabileceğini tüm sinemaseverlere kanıtladı Bir yıl aradan sonra film arşivine bir yenisini daha ekleyen Akın, 1965�te �Kolejli Kızın Aşkı� isimli filmde Ayhan Işık�la başrolü paylaştı Ardından �Çıtkırıldım� da benzer bir tiplemeyi canlandıran Filiz Akın, bu filmde başrolü Cüneyt Arkın�la paylaştı Filmde şımarık kızı canlandıran Akın, ciddi öğretmen Cüneyt Arkın�la sorunlar yaşamaktadır
Yine aynı yıl, Ayhan Işık�la �Tamirci Parçası� adlı filmde oynayan sanatçı, burada da zengin kız tiplemesini canlandırdı �Hindistan Cevizi�nde ise başrolü Zeki Müren�le paylaşıp yine havai bir kompozisyonu canlandırdı Filmde yazarlığını Zeki Müren�den gizleyen Akın, daha sonraları �yazar olup gerçek kimliğini gizleyen zengin kız� rollerini sık sık tekrarlayacaktır Nitekim yıllar sonra oynadığı �Gül ve Şeker� adlı filmde de aynı rolü canlandırmıştır Bu filmi Sadri Alışık�la oynadığı �Efkarlı Sosyete� izler
1967 yılında oynadığı �Sözde Kızlar� filminde başına türlü belalar gelen kızı canlandırdı Peyami Safa�nın eserinden uyarlanan filmde Filiz Akın, morfinman olur, tecavüze uğrar ve hastane köşelerine düşer Yeşilçam�ın güzel sarışını olan Akın; �Seni Seviyorum� filminde şımarık çiftlik kızını, �Silahlı Paşazade� filminde Cüneyt Arkın�ın aşkından yanıp tutuşan paşa kızını, �Hüzünlü Aşk� filminde bar şarkıcısını ve yine Cüneyt Arkın�la başrollerini paylaştığı �Lekeli Melek� filminde bir sekreteri canlandırdı Daha sonra çekilen �Affedilmeyen� adlı filmdeki rol arkadaşı yine Cüneyt Arkın�dır Bu filmin konusu da diğer birçok Yeşilçam filminin konusu olan zengin kız ve fakir erkeğin unutulmaz bir büyük aşk yaşamasıdır
Reklam filmlerinde de oynayan sanatçı, sinemacı Türker İnanoğlu ile evlendi ve bu evliliklerinden, daha sonra tüm sinema severlerin tanıyacağı, �Yumurcak� adlı seri filmlerinin başrol çocuk oyuncusu �İlker İnanoğlu� doğdu Sinemada özellikle romantik rolleri canlandıran Filiz Akın, 1969 yılında şarkısıyla ünlü �Reyhan� filminde Kartal Tibet�e aşık olan şarkıcı kızı canlandırdı Yine aynı yıl �Karlı Dağın Eteği� adlı filmde bu kez Ayhan Işık�a aşık olan kızı canlandırdı Ardından �Ağlıyorum� filminde iki kız kardeşi birden canlandırdı ve bu kez aşık olduğu erkek Ediz Hun�du Filmlerini sahnede çokça şarkı söylediği �Cilveli Bir Kız�, �Oyun Bitti�, �Cambazhane Gülü Fadime� ve �Oyun Bitti� izler Başarılı sanatçı, unutulmaz vapur sahnesinin olduğu �Aşka Tövbe�, intiharı seçen kadını canlandırdığı �Acı Hatıralar�, hüzünlü şarkılar söylediği �Seni Sevmek Kaderim� filmleriyle sevenlerinin beğenisini bir kez daha kazandı
1973 yılında, Kemal Sunal�ın da ilk kez beyaz perdede rol aldığı �Tatlı Dillim� filminde yine iki kız kardeşi (biri köylü diğeri de kentli) birden canlandırdı �Yumurcağın Tatlı Rüyaları�nda melek rolünü, �Beyaz Gül� de Kartal Tibet�e, �Memleketim� filminde de Tarık Akan�a aşık olan kadını canlandırdı başarılı sanatçı "Ankara Ekspresi" filmindeki rolüyle �Antalya Film Festivali"nde "en başarılı kadın oyuncu" seçilen Akın, MİT eski Müsteşarı Sönmez Köksal'la evlendi 1980�lerin başında sinemaya veda eden sanatçı, yıllar sonra TRT�de �Geçmiş Bahar Mimozaları� adlı televizyon dizisinde çıktı hayranlarının karşısına

Ahmet Muhip Dıranas (1909 - 1980)



Cumhuriyet dönemi şairlerinden Dıranas, 1909 yılında Sinop'un Salı köyünde dünyaya geldi Ortaöğrenimini Ankara Erkek Lisesi'nde tamamladı Lisedeki edebiyat öğretmenleri Faruk Nafiz Çamlıbel ve Ahmet Hamdi Tanpınar, şiir sevgisinin gelişmesinde etkili oldular Ankara Erkek Lisesi'ni bitirdikten sonra Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde çalıştı (1930-1935) Ankara Hukuk Fakültesi'ne iki yıl devam ettikten sonra İstanbul'a gitti, Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'ne girdi ve burayı bitirdi Bu arada Güzel Sanatlar Akademisi'nde kütüphane memurluğu yaptı Dolmabahçe Resim ve Heykel Müzesi resim yardımcılığında bulundu
1938'de Ankara'ya döndü ve CHP Genel Merkezi'nde Halkevleri Kültür ve Sanat Yayınları'nı yönetti Ağrı dolaylarında askerlik görevini yaptıktan sonra, Ankara'da Çocuk Esirgeme Kurumu Yayın Müdürü, Kurum Başkanı (1957-1960), daha sonra İş Bankası Yönetim Kurulu üyesi oldu Devlet Tiyatrosu Edebî Kurul Başkanlığı, Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu üyeliği yaptı Politikaya atılarak Zafer gazetesinde yazılar yazdı Birkaç kez DP'den milletvekili adayı olduysa da seçilemedi Yayımlanan ilk şiiri, "Ankara Lisesi�nden Muhip Atalay" imzasıyla Milli Mecmua'da çıkan "Bir Kadına" adlı şiirdir (15 Eylül 1926)

Hece şiirinin son kuşağı denilebilecek şairler arasında Ahmet Muhip Dıranas, çağcıl Batı şiirine (Baudelaire, Verlaine) en yakın, kendinden bir iki kuşak sonrası şairler üzerinde, az sayıda şiirle bile olsa, uzun süre etkili olan bir şairdir O da hocası Tanpınar gibi az yazmış, seyrek yayımlamış, şiirlerini şiire başladıktan nerdeyse elli yıl sonra (1974) kitaplaştırmıştır Gerek Fransız şiiri, gerekse kendinden önceki kuşaktan ustaları Ahmet Haşim ve Ahmet Hamdi Tanpınar'dan aldığı etkileri sanatına yedirerek özgün bir şiire ulaşmıştır Hece ölçüsü sınırlarında kalarak ama durak ve vurgu yerlerini değiştirerek gelenekselde çağdaşlığı yakalayan, çağrışım gücü yüksek, yurdu, insanı ve doğası ile barışık, alışılmadık deyiş örgüsüyle unutulmaz şiirler yazdı Şiirlerinde aşk, tabiat, ölüm, hatıralar, sığ olmayan bir anlatımla ve düşündürücü boyutlar içinde verilmiştir

Ahmet Muhip Dıranas, 21 Haziran 1980 yılında Ankara�da öldü

FAHRİYE ABLA
Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar,
Kapanırdı daha gün batmadan kapılar
Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden,
Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın, sen!
Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen
Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla
Ne güzel komşumuzdun sen, Fahriye Abla!

Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi,
Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi;
Güneşin batmasına yakın saatlerde
Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede
Yaz, kış yeşil bir saksı ıtır pencerede;
Bahçende akasyalar açardı baharla
Ne şirin komşumuzdun sen, Fahriye Abla!

Önce upuzun, sonra kesik saçın vardı;
Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı
İçini gıcıklardı bütün erkeklerin
Altın bileziklerle dolu bileklerin
Açılırdı rüzgârda kısa eteklerin;
Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla
Ne çapkın komşumuzdun sen, Fahriye Abla!

Gönül verdin derlerdi o delikanlıya,
En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya
Bilmem şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın,
Hâlâ dağları karlı Erzincan�da mısın?
Bırak, geçmiş günleri gönlüm hatırlasın;
Hâtırada kalan şey değişmez zamanla,
Ne vefalı komşumuzdun sen, Fahriye Abla!

Fikret Muallâ Saygı

Türk, ressam Dışavurumculuk'un (Ekspresyonizm) ve Fovizm'in üslup özelliklerini kaynaştıran, coşkun bir lirizm ve içtenlik dolu resimler yapmıştır

Fikret Muallâ Saygı İstanbul'da doğdu, 20 Temmuz 1967'de Fransa'da Nice yöresinde öldü Küçükken geçirdiği bir kaza sonucu topal kalması ve annesinin ölümünden sonra babasının yeniden evlenmesi gibi olaylar onun sinirli ve uyumsuz bir çocuk olmasında rol oynadı Saint Joseph Fransız Okulu'ndan sonra bir süre Galatasaray Lisesi'nde okudu, ama okulu bitiremeden mühendislik eğitimi yapması için Almanya'ya gönderildi

Almanya'nın çeşitli kentlerinde dolaştı, İsviçre ve İtalya'ya gitti, müzeleri gezdi Resim yeteneğinin farkına vararak kısa zamanda sağlam bir desen bilgisi edindi Başarılı resimlemeler, moda çizimleri ve gravürler yaptı, desenlerini en gözde Alman dergilerine kabul ettirdi Babasının mali durumu bozulup para gönderemez hale gelince bir Mısırlı prens, onun yirmi beş yaşına değin Almanya'da kalmasını sağladı

Fikret Muallâ 1928'de aşırı alkol tutkusu nedeniyle bir süre hastanede tedavi gördü Daha sonra Almanya'dan Fransa'ya geçti, Paris'te Montparnasse ve Saint Germain gibi sanat çevrelerinde yaşadı Orada, André Lhote'un atölyesinde çalışan Hale Asaf'la tanıştı Paris'te sürekli resim yapan Fikret Muallâ bir süre sonra parasızlık nedeniyle Türkiye'ye döndü Geçimini sağlamak amacıyla Milli Eğitim Bakanlığı'na yaptığı başvuru üzerine 1934'te Ayvalık Ortaokulu resim öğretmenliğine atandı, ancak kısa bir süre sonra bu görevinden istifa etti

İstanbul'da Lüküs Hayat, Deli Dolu, Saz Caz gibi operetler için kostümler çizdi Nâzım Hikmet'in Varan 3 adlı şiir kitabını resimledi İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu'nun çıkardığı Yeni Adam dergisi için desenler hazırladı Bir ara, yanlış yorumlanan bazı sözleri yüzünden savcılık emriyle 1936'da Bakırköy Akıl Hastanesi'nde bir yıla yakın gözetim altına alındı 1937'nin sonlarına doğru taburcu edildi Bu olaydan sonra Fikret Muallâ'da gittikçe artan ve ölümüne değin süren bir polis korkusu başladı

Babasının ölümü üzerine eline geçen miras payı ile Paris'te yaşamını sürdürebileceğini düşünerek 1939'da Türkiye'den ayrıldı Hastaneden çıkışı ile Türkiye'den ayrılışı arasındaki iki yıllık sürede 1939 Uluslararası New York Fuarı Türk Pavyonu için Abidin Dino'nun isteği üzerine İstanbul konulu otuz kadar tablo yaptı 1938'de yayımlanan Ses dergisi için çizdiği desenlerden birinin müstehcen olduğu gerekçesiyle, Türkiye'den ayrıldıktan
sonra aleyhinde dava açıldı, 1939'da beraat etti Bu dönemde yazılmış ve Ses'te yayımlanmış "Masal" ve "Üsera Karargâhı" adlı iki de öyküsü vardır

Fikret Muall-â Fransa'da yirmi altı yılı aşkın bir süre yaşadı Geçimsizlik, içkiye düşkünlük ve sürekli polis korkusu ile geçen yıllar sonunda yaşamındaki dengesizlik ve uyumsuzluk yoğunlaştı Bir ara tedavi için hastaneye yatırıldı Burada kaldığı iki ay içinde kendisine resim yaptıran Dina Vierny'nin koruması altına girdi Bu resimleriyle Kasım 1954'te ilk sergisini açtı İkinci sergisinden sonra yeniden akıl hastanesine girdi Bir ay sonra taburcu edilince sanayici Lharmin'le bir anlaşma yaptı ve Seine Nehri'nin daha çok varlıkların oturduğu "sağ" yakasına taşındı

Resimlerinin sürekli müşterisi olan Madame Anglés'yle bu dönemde tanıştı Fikret Muallâ'yı bundan sonra koruması altına alan Madame Anglés, 1962'de felç geçirdiğinde onu hastaneye kaldırttı, bakımını sağladı Daha sonra Nice yöresinde Reillane kasabasındaki evine yerleştirdi ve bütün giderlerini karşıladı Fikret Muallâ ömrünün sonuna değin felçten kurtulamadı Mayıs 1967'de eski sinir bunalımları yeniden başladı Önce hastaneye, sonra da bir dinlenme evine yatırıldı ve orada öldü

Ressam Hale Asaf gibi kimsesizler mezarlığına gömüldü Ölümünden yedi yıl sonra 1974'te Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün ilgilenmesiyle kemikleri Türkiye'ye getirildi ve Karacaahmet Mezarlığı'na gömüldü 1976'da dostlarından, yakınlarından ve çeşitli koleksiyonlardan derlenen yüz on sekiz resmi ile Ankara'da adına bir sergi düzenlendi Yapıtlarının çoğu bugün özel koleksiyonlarda bulunmaktadır

Yaşamının büyük bölümünü Fransa'da geçiren Fikret Muallâ konularını kahveler, sirkler ve sokaklar gibi Paris yaşamının ayrıntılarından seçmiştir Resim onun için bir yaşama biçimi olmuştur Yaşamın gerçeklerini büyük bir içtenlikle renge ve biçime aktarmış, içinde yaşadığı bohem çevrenin insanını resmine konu olarak almıştır Daha çok guvaş tekniğine yakınlık duymuş ve bu teknikle çok hızlı çalışabilmiştir Ancak yağlıboyayı da suluboya ve guvaşı kullandığı ustalıkla kullanmıştır Resmin kuramsal sorunları onu pek ilgilendirmemiş, dış etkilere yabancı
kalmış ve çağdaş akımlara katılmamıştır İçinden geldiği gibi, öznel, coşkun bir lirizm ile dolu resimler yapmıştır



Nida Tüfekçi



Mehmet Nida Tüfekçi 1 Mart 1929'da Yozgat’ın Akdağmadeni ilçesinde doğdu Annesi Zeynep Tüfekçi, Babası Hamdi Tüfekçi ’dir İlk müzik eğitimini babası Hamdi Tüfekçi den aldı Müziği seven ve müziğin içindeki bir ailenin çocuğu olan Nida Tüfekçi , bağlama çalmaya başlamasını şöyle anlatırdı: “7-8 yaşlarındaydım her halde Sazla benim boyumu ölçtüklerinde saz 1,5 karış uzun gelirdi benden Sazın sapına kolum yetişmezdi de teknesini bir duvara dayayıp öyle çalmaya çalışırdım” Nida Tüfekçi ilkokul çağlarında bazen derslerde bazen müsamerelerde saz çalmasını sürdürmüş ve küçük yaşlarda yeteneğini ortaya koymuştur İlköğrenimini Akdağmadeni’nde bitiren Nida Tüfekçi ortaokula Akdağmadeni’nde başlamış üçüncü sınıfı Boğazlıyan’da tamamlamıştır Yaşadığı ilçede lise olmadığından öğrenimine çevre illerden birinde devam etmek zorunda kalır Liseye Ankara Maliye Okulu’nda bitirir

Nida Tüfekçi Maliye Okulu’nda öğrenci iken Muzaffer Sarısözen’le tanışır Sarısözen’le tanışması belki de yaşamının dönüm noktasıdır Hem okuluna devam eder hem de 1947'den itibaren Ankara Radyosu’nun Yurttan Sesler emisyonlarına ses ve saz sanatçısı olarak katılır O zamana kadar gerek radyo sanatçılarının gerekse Muzaffer Sarısözen’in bilmediği bir tavır ve tezene ile (Sürmeli Tavrı) saz çalıp türkü söyleyen Tüfekçi, radyonun en parlak simaları arsında yer almıştır

1953 yılında Ankara Radyosunda açılan sınavda başarı göstererek Yurttan Seslerin daimi korosunda çalmaya başlar 1959 yılında İstanbul radyosuna naklen atanır 1964 yılında Türk Halk Müziğinden sorumlu Türk Müziği şube müdür yardımcılığına, 1972 yılında ise TRT Müzik Dairesi Türk Halk Müziği Müdürlüğü’ne atanır 1974 yılında ise TRT Müzik Dairesi Başkanlığına (vekaleten) getirilir 1976’da bu görevden istifa eder Aynı yıl İstanbul Türk Müziği Devlet Konservatuarı’nın kurucu üyeliğini yapan Tüfekçi bu okulda, yönetim kurulu üyeliği, başkan yardımcılığı, bölüm başkanlığı ve danışma birimi üyeliğinde bulunur Yine aynı okulda Bağlama, THM Solfeji, THM Bilgileri ve Bölge Tavırları derslerini okutur

Türk folklorunun müzik ve oyun dallarında yurt içinde ve yurt dışında seçkin bir yer edinmiş, kültürümüze yapmış olduğu katkılarla halk müziği dünyasına damgasını vurmuş olan Mehmet Nida Tüfekçi 18 Eylül 1993 Cumartesi günü yaşama veda etmiştir

Esin Afşar




Bir diplomat kızı olan Esin Afşar, İtalya doğumludur Ankara Devlet Konservatuarı piyano bölümünü bitirdi Maria Callas ve Leyla Gencer'in hocası olan Madam Hidalgo ve Madam Böhm'den şan dersleri aldı
Muhsin Ertuğrul'un genel müdür olduğu sırada piyanist olarak girdiği devlet tiyatrolarında onun önerisi ve sınavı ile 12 yıl tiyatro oyunculuğu yaptı Konuk sanatçı olarak Meydan Sahnesi'nde oynadığı "Fantastiks" isimli müzikal oyun ile müzik dünyasına döndü Hafif müzik dalında şarkı söylerken Ruhi Su ile çalışarak folk müziğe yöneldi Çağdaş folk müziği yaparak bu akımı yeniden başlattı

Yurtdışı Konserler ve Etkinlikler

Devrin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil tarafından "Diplomatik Sanatçı" ünvanı ile parlamenterlerle birlikte konserler vermek üzere Macaristan'a gönderildi

1969 yılında Jacques Brel ile birlikte "Dario Moreno" ödülü aldı Fransız televizyonunda "Tele Dimanche" ve "Midi Magazin" programına çıktı Aynı yıl Monaco Prensesi Grace Kelly tarafından "10 televizyon festivali" ne davet edildi Gilbert Becaud ve Josephine Baker ile konser verdi Romanya Braşov Uluslararası Müzik Festivalinde, "Eleştirmenler Ödülü"nü aldı
1970 yılında Türkiye'de yılın en iyi şarkıcısı, Bulgaristan'da Uluslararası Altın Orfe Müzik Fesivali'nde de üçüncülük ödüllerini aldı Dışişleri tarafından gönderildiği İtalya'da (Napoli) konser verdi 1972'de Japonya'da (Tokyo) bir konser ve TV programı (NHK) yaptı Aynı yıl Sofya Televizyonu için program yaptı Bir davet üzerine 1973 yılında İsrail'de Kudüs Tiyatrosu'nda konser verdi Aynı yıl Türkiye Dışişleri Bakanlığı'nın isteği üzerine İngiltere, İtalya, Belçika, Tunus'da; 1974'de ise Avusturalya'da Sidney ve Melbourne' da konserler verdi 1975'te İsrail'de "Akdeniz Halk Şarkıları Festivali"ne davet edildi ve Selmi Andak'ın bir bestesiyle dördüncülük ödülünü aldı 1980'de İstanbul'da Atatürk Kültür Merkezi'nde ve 1981'de yine İstanbul Hodri Meydan Kültür Merkezi'nde birer konser verdi

1980'de ingilizceden çevirdiği "Kırmızı Pabuçlar" 4 yıl Ankara ve İstanbul Devlet Tiyatroları'nda ve TV'de oynadı 1982-83 yıllarında Bilgesu Erenus'un tek kişilik tiyatro oyunu "Kelaynaklar" da oynadı 1985'te Fransa turnesine çıktı ve 1986'da Paris Şehir Tiyatro'sunda konser verdi Aynı yıl "Dünün ve Bugünün Türkiyesi'nden Şarkılar ve Şiirler" adlı ilk uzunçaları piyasaya çıktı (Paris'te Horizon plak şirketi tarafından) Fransa'da sürekli konserler vermektedir 1986'da "Orient Express 1 Avrupa Festivali"ne katıldı (France Culture Radyosu 4 gün yayınladı)14 Kasım 1987'de Turizm Bakanlığı tarafından davet edildiği İsviçre'nin Zürih kentinde bir konser verdi 1988 Ocak ayında Paris'te Orient Occident Mediterrance Festivali'nde Fransa'dan Guilletto Greco, Yunanistan'dan Iren Papos gibi ünlü sanatçıların katıldığı bir festivalde solo program, ayrıca 6 radyo, 5 TV programı yaptı 1988'de Lozan'da (İsviçre) "La Faux Nez"de konserler verdi (23 Kasım 1988)

1989 Haziran'ında Fransa'nın Moulouse kentinde "Racine" Festivali'ne katıldı (Onbin seyircili, göl üzerinde kurulu sahnesi olan)
1989 Yunus Emre beste çalışmalarını kaset olarak hazırlamaya başladı (Kültür Bakanlığı desteğiyle) Kültür Bakanlığı tarafından hazırlatılan "Yunus Emre" filminin müziği de bu bestelerden biri olan "Bir ben vardır bende benden içeri" dir Bu kapsamda hazırlanan filmlerden olan "Mevlana" filminde ise sunucuyu oynayıp, "Ne olursan ol yine gel" şiirini besteleyip eşliksiz olarak filmde seslendirdi (Bu film yabancı ülke TV'leri için hazırlatılmıştır) 1990, 18 Mayıs Fransa'da Audincourt'da ırkçılığa karşı düzenlenen festivalde Polonya'lı, İspanyol, İtalyan, Portekiz, Cezayir, Tunus'lu sanatçıların katıldığı festivalde bir konsere davet edildi Annesinin (Basın Şeref Kartı Sahibi RS) ölümü üzerine yaşlılar için bir kampanya başlattı Boğaziçi Üniversitesi'nde gençleri örgütledi Yunus Emre kaseti çıktı (kendi bestelerinden oluşan)

Yunus Emre kasetinin Talat Halman çevirisi ile İngilizcesini çıkardı (Kültür Bakanlığı tarafından çıkartılan CD ve kaset) 1991 Yunus Emre yılı dolayısıyla Kültür Bakanlığı tarafından yurtiçi ve yurtdışı (Amerika, Avrupa, Uzakdoğu ) konserleri verdi

1991 İstanbul Festivali kapsamında 6 Temmuz'da AKM'de bir konser verdi
1992 Mevlana kasetini bitirdi (CD ve kaset Kültür Bakanlığı tarafından finanse ediliyor)

1993 Dışişleri Bakanlığı tarafından Mevlana-Yunus CD'si hazırlığı yapılıyor
1993 Haziran'ında Ankara ile Sofya'nın kardeş kent ilan edilmeleri nedeniyle Ankara Büyük Şehir Belediyesi'nin düzenlediği bir konser verdi (Sofya'da)

Yurtiçi Konserleri

Ortaköy Meydanı konseri
1993 Kasım Fransa (Strasbourg ve Moulhause kentinde) Nazım Hikmet'in 30 Ölüm Yıldönümü nedeniyle Nazım'ın şiirlerinden bestelediği bir programla iki konser verdi
1994 için Yapı Kredi Bankası Kültür Hizmetleri kapsamında "Esin Alaturka" isimli eski Türk Müziği şarkılarının yer aldığı çok sesli, kaset ve CD çalışması

Dernekler

1994 Şubat Atatürk Kültür Merkezi'nde Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin organize ettiği ikibuçuk saatlik konserinde "Atatürk" şiirinden bestelenmiş iki şarkıyı da yorumladı 1995 Yapı Kredi Bankası Kültür Hizmetleri kapsamında "Atatürk" CD çalışması yakında piyasaya çıkmak üzere tamamlandı

Birçok dernek çalışmaları da olan Esin Afşar'ın üyesi olduğu derneklerden bazıları şunlardır; *Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, *Atatürkçü Düşünce Derneği, *Türkiye- Yunanistan Dostluk Derneği yönetim kurulu üyesi, *Sokaktaki Çocukları ve Gençleri Koruma Derneği kurucu üyesi, *Sigara İçmeyenler Derneği, *Beyoğlu'nu Güzelleştirme Derneği, *Müzik Dostları Derneği yönetim kurulu üyesi


Alıntı Yaparak Cevapla

Unutulmayanlar (Biyografi)

Eski 08-23-2012   #7
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Unutulmayanlar (Biyografi)



Fuat Saka




1952 yılında doğan Fuat Saka, İstanbulda resim, Fransa ve Almanyada da müzik eğitimi aldı İlk albümünü 1982 yılında Yıkılır Zulmün Son Kaleleri adıyla çıkardı Bir yıl sonra da Ayrılık Türküsü albümünü piyasaya sürdü 1980li yıllarda uzun bir süreliğine yurt dışına çıkan sanatçı, Kerem Gibi (Nazım Hikmet Şiirleri) albümünü 1984 yılında çıkardı
Sanatçı, dördüncü albümü Sevdalı Türküleri 1987 yılında çıkardıktan bir yıl sonra Nebengleis (Kenardaki Ray) albümüyle çıktı sevenlerinin karşısına Daha sonra bu albümü 1989da çıkardığı Askaros, 1991 yılında piyasaya sürdüğü Semahlar ve Deyişler ve 1993de çıkardığı Şiirce albümü izledi Müziğine Lazca-caz yakıştırması yapılan Fuat Saka, 1994 yılında çocuklar için düzenlediği Torik Balıklar Ülkesinde albümü müzik marketlerde yerini aldıktan iki yıl sonra, 1996da Demir Gökgölle Arhavılı Ismail albümünü çıkardı
Yerli ve yabancı müzisyenler için düzenlemeler yapan Saka, Lazutlar serisinin ilki olan Lazutları 1997 yılında sundu hayranlarına Üretken ve kaliteli müzik yapan birkaç sanatçıdan biri olan Fuat Saka, bir yıl sonra da Sen albümüyle çıktı hayranlarının karşısına Serinin ikinci albümü olan Lazutlar IIyi 2000 yılında, Perçem Perçem kasetini de bir yıl aradan sonra 2001 yılında çıkardı
Son yıllarda Türk müzikseverler tarafından çok sevilmeye başlanan sanatçı, serinin üçüncü albümü olan Lazutlar IIIü 2002 yılında bitirdi ve piyasaya sürdü Yaptığı müziklerle bir kültür elçisi gibi çalışan Saka, uluslararası bir çok solo konser verdi ve Almanya, Fransa, Danimarka ve Türkiyeden birçok müzisyenle çalıştı Müzik hayatını İstanbul Hamburg Paris üçgeninde sürdüren sanatçının grubu Alman, Amerikalı, Gürcü ve Azerbaycanlı müzisyenlerden oluşuyor

Edip Akbayram

29 Aralık 1950'de Gaziantepte doğduHenüz dokuz aylıkken çocuk felcine yakalandı Bu kötü hastalığın pençesinde çocukluğunu geçiren Edip Akbayram'ın müziğe tutkusuda çocukluk yıllarında başladı "Haftalığımdan biriktirdiği paralarla ünlü pop şarkıcılarının konserlerine gider, eve döndüğümde aynanın karşısında onların taklitlerini yapardım" diyor Akbayram o yıllar için Çocukluk yıllarında bir orkestra kurarak amatör olarak evlerinin yakınındaki bir düğün salonunda çalıştı

Lisede kurdukları orkestrada Pir Sultan'ın, Karacaoğlan'ın deyişleri üzerine yaptıkları besteleri çalıp söylediler İlk plağını da lise yıllarında yaptı: ‘‘Kendim ettim kendim buldum İlk plağını çıkardığı grubun adı Siyah Örümcekler'di Plakta zaten "Siyah Örümcekler-Gaziantep Orkestrası" ve "Edip Albayram ve Siyah Örümcekler" başlıkları altında iki farklı baskıyla çıktı

Gaziantep'ten sonra Adana ikinci adresi oldu Edip Akbayram'ın Adana, Akbayram'ın kurduğu orkestrayla ilk sahneye çıktığı kenttir Burada "Beyaz Saray" adlı bir gazinoda çalışmaya başdı

Akbayram yoksulluk içinde geçen bir çocukluktan sonra, liseyi bitirip kapağı İstanbul'a attığında yıl 1968'dir Liseyi bitirdiği zaman hep öğrenmeyi istediği mesleğin, doktorluğun eğitimini almak için üniversite sınavlarına girdi ve diş hekimliğini kazandı Ne var ki müzik ağır bastı ve bu meslekten vazgeçerek kendini müziğe verdi "Zaten diş hekimi olsaydım, babamın bana muayene açacak parası yoktu ki!" diyordu sanatçı geçirdiği o yoksulluk yılları için

İstanbul'a geldikten sonra 1971'de Altın Mikrofon Yarışması'na katıldıAşık Veysel'in bir şiirinden esinlenerek gerçekleştirdiği ilk bestesi olan "Kükredi Çimenler" ile birinci oldu 1974'te Dostlar Orkestrası'nı kurdu ve Anadolu pop müziğinin önde gelen isimlerinden biri olduDaha sonra Kara Kuzu, Deniz Üstü Köpürür ve Garip adlı 45'liklerimle ödüller aldı ve ünü yurt çapında duyulan bir sanatçı oldu "Aldırma Gönül" ve "Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz" adlı parçalarıyla satış rekorları kıran ve altın plak kazanan sanatçının çeşitli kuruluşlar tarafından verilen 250 kadar ödülü mevcuttur

Edip Akbayram, zirveye çıksa da müziği paraya tercih ettiği için çocukluk yıllarındaki yoksullukların benzerlerini bu dönemde de yaşadı "Bu ülkede arabeskin altın çağını yaşadığı yıllarda asla müzikteki çizgimden ödün vermedim Zaten 12 Eylül sonrası beni kimse çalıştırmadı 1980'den 1984 yılına kadar, koskoca bir dört yıl Zor yıllardı o yıllar Kimse bana iş vermedi Karımın bileziklerini ve alyanslarımızı sattık 12 Eylül sonrası beni canavar gibi görmeye başladılar" diyor Edip Akbayram o yıllar için

80'ler Edip Akbayram ve benzeri müzik yapanlar için zor yıllardı Arabesk okumasını istediler, büyük paralar teklif ettiler Reddetti Sesi soluğu duyulmaz oldu müzik piyasasında 1981-88 arasında bestelerinin TRT'de çalınması yasaklandı Ama 90'ların ortasından itibaren, özellikle ‘‘Türküler Yanmaz’’ albümüyle yeni bir çıkış yaptı ve kendi çizgisinde sapmadan yürümeye devam ettiğini gösterdi Can Yücel'in, Oktay Rifat'ın, Ahmed Arif'in, Vedat Türkali'nin yapıtlarından bestelediği şarkılar vardı bu albümünde

Edip Akbayram başlangıçtan itibaren ne yapmak istediği şöyle açıklıyordu: "Kalıcı bir şeyler yapmak istiyordum Fikret Kızılok ve Cem Karaca'nın Anadolu ezgilerini pop çizgisinde söylemelerini örnek olarak aldım Renk ve çizgide tamamen bir Edip Akbayram olarak geliştirdim Toplumcu müzik yapmak istedim Müziğimde geniş halk kitlelerinin yaşamı, sorunları olmalıydı Ancak sivri, ucuz kahramanlıklardan da uzak durmaya çalıştım İnançlarımdan, düşüncelerimden, politikamdan taviz vermeden, müzik tekniğinden yararlanarak, sorunlu, yoksul, geniş halk kitlelerine ulaşmak, daha çağdaş bir şeyler yapmak istiyordum"

Bugün geçimimi kaset ve konserlerimden gelen paralarla sağlayan sanatçının bir de iki ortaklı küçük bir inşaat şirketi bulunuyor Çevre düzenlemeciliği, TIR taşımacılığı, küçük çapta bina yapımıyla uğraşıyorAyrıca, 1979 yılında Ayten hanım ile evlenen sanatçının bu evliliğinden Ozan ve Türkü adlarında bir oğlu, bir kızı var

Aşık Veysel

Ekim 1894 - 21 Mart 1973 Şarkışla’nın Sivrialan köyünde doğdu Asıl adı Veysel Şatıroğlu’dur 7 yaşında yakalandığı çiçek hastalığından dolayı bir gözünü,
daha sonra bir kaza sonucu, az gören öteki gözünü yitirdi

Evlerine sürekli olarak gelen aşıklardan dolayı türküyle ve bağlamayla ilgilendiğini gören babasının aldığı bağlama Veysel’in yaşamına eşlik etti İlk bağlama
derslerini de babasının arkadaşı Çamşıhılı Ali’den aldı Yunus, Karac’oğlan, Dertli, Erzurumlu Emrah gibi aşıklardan etkilendi ve türkülerinde onlarla
olan duygu yakınlığını yansıttı

Önceleri usta malı türküler söyleyen Aşık Veysel, 40 yaşlarına doğru kendi şiirlerine ağırlık vermeye ve türküleştirmeye başladı 1931 yılında gerçekleştirilen
Aşıklar Bayramında adı duyulan ve 1933 yılında Atatürk için söylediği bir türküden sonra özellikle Ahmet Kutsi Tecer’in de yardımıyla giderek tüm Türkiye’de
tanınmaya başladı Bu yıllar aynı zamanda Veysel’in kendi türkülerini söylemeye yönelmesi anlamında bir geçiş dönemi olarak sayılabilir Bu döneme dek
köyünden hiç çıkmayan Aşık Veysel bunu izleyen yıllarda Türkiye’nin birçok yöresini dolaşarak kendi yöresi dışında da insanlara türkülerini aktarma fırsatı
buldu

1952 yılında İstanbul’da kendisi için büyük bir jübile yapılan Aşık Veysel’e, 1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin özel bir kararıyla aylık bağlandı

Türkülerinde kendi özgü bir içtenlikle doğadan insan sevgisine hemen her konuyu işleyen Aşık Veysel, İstanbul Radyosunun ilk yayınlarında da türkü söyledi
1941-46 arasında, Aşık Ali İzzet’le birlikte Köy Enstitülerinde halk türküleri ve bağlama dersleri verdi Zamanla Veysel ve Ali İzzet’in temsil ettiği
bağlama çalma ve türkü söyleme biçimi başlıbaşına bir tavır olarak yerleşti

Önceleri yöresindekiler sonra Türkiye’nin her yerinden aşıklarla karşılaştı, tanıştı Ölümüne dek de sürekli olarak, yaşlı genç aşıklar tarafından ziyaret
edildi

Aşık Veysel’in önemli sayılan ancak pek bilinmeyen bir özelliği de köyünde ilk kez meyve bahçesi kuran ve meyve yetiştiren kişi olmasıdır

Araştırmacılara göre bağlamanın ilk düzeni olarak kabul edilen ve aslında Aşık Süleyman tarafından kullanılan ancak Aşık Veysel aracılığıyla yayıldığından
dolayı aşıklama düzeni (la-re-mi), »Veysel Düzeni« olarak da bilinir

Aşık Veysel'in şiirlerinin toplandığı »Deyişler« (1944), »Sazımdan Sesler« (1950) ve »Dostlar Beni Hatırlasın« (1970) adlı kitaplar yayımlandı

Neyzen Tevfik



24 Mart 1879’da Bodrum’da doğan Neyzen Tevfik’in asıl adı Tevfik Kolaylı’dır Babasının memleketi Bafra'nın Kolay nahiyesi olduğu için soyadı kanunuyla "Kolaylı" soyadını almış Babası Rüştiye Mektebi muallimi Hasan Fehmi Bey, Annesi Emine Hanım’dır Kendine özgü yergileri ve yaşam biçimiyle adını duyuran Neyzen Tevfik, babasının görevli bulunduğu Urla kasabasında, usta bir neyzen olan Berber Kâzım'la tanıştı ve ondan ney dersleri almaya başladı Aynı günlerde de, ilk sar'a nöbetini geçirdi

Bu arada okulu bırakan Neyzan Tevfik’i babası yatılı olarak “İzmir İdadisi”ne yazdırdı Ancak sar’a nöbetlerinin yeniden başlaması üzerine okulu tamamen bıraktı Ney’e duyduğu derin sevgiyle İzmir Mevlevihanesi’ne girdi Neyzen Tevfik, burada Tokadizade Şekip, Tevfik Nevzat, Ruhi Baba, ve Şair Eşref gibi pek çok ünlü isimle ile tanıştı ve onlardan Türkçe'nin yanı sıra Arapça ve Farsça dersleri aldı Şair Eşref, yalnızca dostu ve hocası olarak kalmayarak ona hicvin kapılarını da açtı İlk şiiri bu günlerde, 13 Mart 1898'de “Muktebes” dergisinde yayımlandı

1898 yılında, babası medrese öğrenimi için Neyzen’i İstanbul'a gönderdi ve Fethiye Medresesi'ne yerleştirdi Ama Neyzen Tevfik, zamanını daha çok Galata ve Yenikapı Mevlevihanelerinde geçirdi Bu arada Mehmet Akif Ersoy'la tanıştı ve Mehmet Akif, dönemin seçkin müzisyen ve edebiyatçıları ile tanışmasını sağladı 1901 yılında, medrese giyimi olan cüppe ve şalvar yerine Akif'in verdiği setre pantolonu giymesi, akşamları medrese dışında kalması ileri-geri konuşmalara yol açınca, Fethiye Medresesi'nden ayrıldı Önce Fatih'teki Şekerci Hanı'na, sonra da Çukurçeşme'deki Ali Bey Hanı'na yerleşti Bu arada babasını tanıyan ve daha sonra Şeyhülislam da olan Musa Kazım Efendi onu kendi derslerine kabul etti

Onun sayesinde Neyzen Tevfik, Ahmet Mithat Efendi, Muallim Naci, Şair Şeyh Vasfi gibi edebiyatçılarla tanıştı Mehmet Akif'le dostluğu süren Neyzen, Mehmet Akif'e ney öğretti; Mehmet Akif de Neyzen'e Arapça, Farsça ve Fransızca öğretti Dost çevresi içinde artık İbnülemin Mahmut Kemal, Tevfik Fikret, Uşakizade Halit Ziya, Ahmet Rasim, Tanburi Cemil, Hacı Arif Bey, Yunus Nadi de vardı

1900 yılında, gramofon ticaretini ilk yapanlardan Gülistan Plâk Mağazası sahibi Hâfız Âşir Bey'le bir plâk doldurma girişimi oldu Neyzen aşırı içkili olduğu için güçlükle doldurulan plâklar yine de basılıp piyasaya verildi 1949'da yayımlanan Azâb-ı Mukaddes'e yazdığı önsözde belirttiğine göre, "yüze yakın plâk" doldurmuştur

Öte yandan istibdata karşı olan gençlerle Sirkecideki İstasyon Gazinosu ve Güneş Kıraathanesi'nde bir araya gelir; yurt sorunlarına ilişkin ve istibdat karşıtı konuşmalar yaparlardı Güneş Kıraathanesi'ne gelip gidenlerden Ziya Şakir, bir gün, sözü Eşref'ten açıp Jön Türk hareketinin önderlerinden Ahmet Rıza'ya getirerek Neyzen Tevfik'i konuşturdu ve tüm düşüncelerini öğrendi, ardından da ihbar etti Gözaltına alınan Neyzen, sıkıntı dolu bir sorgulamadan geçirildi Bu arada, daha önce tam otuz beş kez jurnal edilmiş olduğunu öğrendi On beş gün sonra da serbest bırakıldı

Serbest kaldıktan sonra kendisini Beyoğlu meyhanelerine attı Bu esnada Sütlüce Bektaşi Tekkesi'ne devam ederek Şeyh Mümin Baba'dan nasip aldı Siyasi baskının artmasından sonra yurt dışına gitmeye karar verdi ve 1902 yılında Mısır'a gitti

Neyzen Tevfik'in Mısır'da geçen yıllarına ilişkin olarak gerçekle gerçek olmayanı birbirinden ayırmak neredeyse imkansız Ama geçimini neyi ile sağladığını ve hicvetmeye devam ettiği biliniyor Mısır’da bir arkadaşı ile Neyzenler Kahvehanesi açıp işletti Özbekiye Saz Bahçesi'nde çalarken plâk da doldurdu Jön Türklerle ilişkili, bir dost toplantısında sarhoşlukla tabancasını ateşlediği ve duruşmada yargıca "haksızlık yapıyorsunuz" dediği için altı ay hapse mahkûm edildi Ancak yaptığı itiraz kabul edildiği için bir buçuk ay yattıktan sonra özgürlüğüne kavuştu Bu arada Feride adlı Lübnanlı bir kadınla iki ay birlikte yaşadı

II Abdülhamit için yazdığı "Abdülhamid'in Ağzından Bir Nutk-ı Hümâyun" adlı hicvini İstanbul Kıraathanesi'nde okuyunca tutuklanmak istendi fakat çevrenin işe karışması ile kurtuldu "Türk Aydınlarının Mısır Hidivi Hakkındaki Düşünceleridir" başlığı ile gazetelerde yayımlanan yazı nedeniyle hakkında tutuklama kararı verildi Kurtulmak için de "Kaygusuz Sultan" adlı bektaşi tekkesine sığındı

II Meşrutiyet'in ilânıyla Mısır'dan ayrıldı ve İzmir'e döndü Daha sonra da İstanbul’a geçti Çemberlitaş'ta bir han odasına yerleşen Neyzen Tevfik, seyretmek için gittiği ve Ferah Tiyatrosu'nda sergilenen "Sabah-ı Hürriyet" adlı oyunun İttihat ve Terakki'ce yasaklanması üzerine yaptığı konuşma yüzünden tutuklandı Ardından kısa bir süre sonra da serbest bırakıldı
Neyzen Tevfik 1910 yılında "sarıklı bir zâtın kızı olan Cemile hanımla", kardeşinin ve babasının karşı çıkmasına karşın, annesinin ısrarı ile evlendi ve bir kızı oldu Ancak yürümeyen evliliği, kızı Leman henüz üç aylıkken kayınbabasının eşini alıp götürmesiyle son buldu

I Dünya Savaşı yıllarında, Askeri Müze'nin kurucusu Muhtar Paşa'nın emrinde ve Mehterbaşı olarak askerlik yaptı Düzenle başı hoş olmayan Neyzen Tevfik, herhangi bir meseleden dolayı Muhtar Paşa ile kavga etti ve askerden çıkarıldı Daha sonra, dönemin Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın yalısında Mehter takımının verdiği konseri izleyen Almanya'nın Romanya'daki Kuvvet komutanının ilgisini çekti Bazı kaynaklarda da onun çağrılısı olarak Romanya'ya gittiği yazılır Romanya'da piyano eşliğinde konser verdi

1919 yılında, ilk kitabı “Hiç”i yayınlandı

1923 yılında Ankara'ya gitti ve kardeşi Şefik Kolaylı'nın yanında 4-5 ay kaldı Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı ve Mustafa Kemal'i yücelten şiirler yazdı bu sırada 1924 yılında, arkadaşı Hasan Sâit Çelebi'nin de yardımları ile yazdıklarını “Azâb-ı Mukaddes” adı altında forma forma yayımlamaya kalkıştı ancak girişim başarılı olmadı ve iki formadan sonra noktalandı

1926 yılında Atatürk'le tanışan Neyzen Tevfik, 1927 yılında sa'ra nöbetleri ve alkol yüzünden artık sık sık gideceği Toptaşı Tımarhanesi ve Zeynep Kâmil Hastanesi'nde tedavi görmeye başladı 1928 yılında, ski dostu Mehmet Akif'i görmek için tekrar Mısır'a gitti ve bir yıla yakın bir süre yanında kaldı

1930’lu yıllarda, ekonomik destek olsun diye, Vali ve Belediye Reisi Muhiddin Üstündağ'ın girişimi ile Konservatuvar'da görevlendirildi 1940’lı yıllarda doktoru olduğu kadar dostları da olan Mazhar Osman ve Rahmi Duman'ın aracılığı ve Valiliğin oluru ile Bakırköy Akıl Hastahanesi'nin 21 nolu koğuşu ona ayrıldı İstediği zaman gelir, yatar, dinlenir ve çıkar giderdi Rahmi Duman, Neyzen Tevfik'le ilgili şunları yazmış; "Onu yakinen tanımak mazhariyetine 1932’de erdim O tarihte genç bir asistan olarak Bakırköy Akıl Hastahanesi'ndeki 18 numaralı serviste (ehline) açmış olduğu şiir ve felsefe kürsüsünün hevesli ve usanmak, yılmak bilmeyen bir talebesi olmuştum"

9 Mart 1946'da, basın yararına düzenlenen bir konserde ney çaldı ve yaptığı taksimlerle izleyicileri büyüledi 1949 yılında, dostlarından İhsan Ada, Neyzen Tevfik'in eserlerini, onun gözetimi altında, “Azâb-ı Mukaddes” adı ile kitaplaştırdı 1951 yılında “Onu Affettim” adlı bir filmde önemli bir rolde gözüken Neyzen Tevfik, “Ağlayan Şarkı” adlı bir başka filmde ise, Suzan Yakar'la oynadı

1952 yılında, arkadaşlarının ısrarı ile Şehir Komedi Tiyatrosu'nda jübilesini yaptı 1930'larda İstanbul Belediye'sinin bağladığı yardım aylığını saymazsak Neyzen'in düzenli bir geliri hiç olmadı Neyzen Tevfik'in söylenceleşen yaşamı 28 Ocak 1953'de son buldu Cenaze namazı Beşiktaş'ta Sinan Paşa Camii'nde kılındı Caminin avlusundan taşan kalabalık; ana caddeleri, kahveleri, yolun karşısında ki Barbaros Bulvarını doldurdu Memurların, profesörlerin, ileri gelenlerin yanı sıra kılıklarına çeki düzen vermeye çalışmış sarhoşlar, sokak serserileri ve bin bir çeşit insan bir arada uğurladılar Neyzen'i bilinmeyene Kim bilir belki de hiçlikten hepliğe…

Ne hayatı, ne dünyayı, ne de kendisini "hiç" kavramıyla ifade etmek değildi onun yaptığı O, karşıtlıkların birbirini var ettiği algılayışımızda, var oluş derinliğinin sarhoşluğu içinde arayışını sürdürürken “Hiç” olanı fark etmişti Para-pul, mal-mülk, şan-şöhret elinin tersiyle ittiği şeylerdendi Adaletsizliğe, çıkarcılığa, kör inançlara, baskıya, otoriteye, din istismarına sert ve etkili bir üslupla hicivlerinde ve hayatında baş kaldırdı Boynunda eski yazıyla “Hiç” yazardı

Adile Naşit ( 17061930)- (11121987)



Ünlü sinema ve tiyatro oyuncusu Adile Naşit, 17 Haziran 1930’da İstanbul’da doğdu Asıl adı Adile Keskiner’dir Tiyatro oyuncusu Amelya Hanım ile ünlü komedyen Naşit’in kızıdır Babasının ölümü üzerine öğrenimini yarım bırakarak, 1944 yılında İstanbul Şehir Tiyatrosu Çocuk Tiyatrosu’na girdi Herşeyden Biraz oyunuyla sahneye çıktı Aynı yıl Halide Pişkin’in grubuyla İstanbul’da turneye çıktı Daha sonra Muammer Karaca’nın tiyatrosuna girdi 1948’de komedi oyuncuları Aziz Basmacı ve Vahi Öz’le birlikte kurdukları toplulukta 1951 yılına kadar çalıştı Yine 1948 yılında Lüküs Hayat filmiyle sinema oyunculuğuna başladı 1950’de, kendisi gibi tiyatorcu olan Ziya Keskiner ile evlendi 1954’te yeniden Muammer Karaca tiyatrosuna döndü ve 1960’a dek burada çalıştı 1961’de, eşi Zİya Keskiner ve abisi Selim Naşit Özcan ile birlikte, Naşit Tiyatrosu’nu kurdular Bu topluluğun dağılmasından sonra 1963’te girdiği Gazanfer Özcan-Gönül Ülkü tiyatrosunda, 1975’e kadar aralıksız olarak çalıştı

Adile Naşit, sinemaya ikinci ve asıl girişini 1970’lerde yaptı 1976’da İşte Hayat adlı filmdeki rolüyle, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandı Bu, Türk sinemasında, ‘star’ olmayan bir başoyuncunun kazandığı ilk ödüldü Hababam Sınıfı filmlerinin birçoğunda, müstahdem kadın rolüyle yeraldı ve buradaki oyunculuğuyla da büyük beğeni kazandı 1978’de Uluslararası Sanat Gösterileri’nin tiyatro ve müzikallerinde rol almaya başladı 1981 yılında TRT televizyonunda Uykudan Önce isimli bir çocuk programı yapmaya başladı Bu programda anlattığı masallar ve öykülerle, çocukların gönlünde taht kurdu Gerek sinema filmlerinde, gerekse oyunlarda, basit, saf, iyi yürekli kadın tiplemesini başarıyla oynadı ve kendine has bir üslûpla yenileyerek karakteristik hale getirdi Adile Naşit, 11 Aralık 1987’de İstanbul’da öldü

Peyami SAFA

Peyami Safa 1899'da İstanbul'da doğdu Şair İsmail Safa'nın oğludur 13 yaşında Posta Telgraf Nezaretinde çalışmaya başladı 1914 ve 1918 yılları arasında öğretmenlik,1918 ve 1961 arasında gazetecilik yapmıştır Yirminci Asır adlı bir akşam gazetesi çıkardı

Bu gazetede 1919'da imzasız olarak "Asrın hikâyeleri" başlıklı hikâyelerini yayınladı, Kültür Haftası (21 sayı, 15 Ocak-3 Haziran 1936) ve Türk Düşüncesi (63 sayı, 1953-1960) adlarında iki de dergi çıkardı Tasvîr-i Efkâr, Cumhuriyet, Milliyet, Tercüman, Son Havadis gazetelerinde yazdı Oğlunu askerliğini yaptığı sırada kaybetmesi Peyami Safa'yı çok sarstı Bu olaydan birkaç ay Havadis Gazetesi'nin baş yazarı iken 15 Haziran 1961'de İstanbul'da öldü Peyami Safa halk için yazdığı romanlarını "Server Bedi" adıyla yayınladı

80 kadar olan bu eserler arasında; Cumbadan Rumbaya (1936) romanıyla, Cingöz Recai polis hikâyeleri dizisi en ünlüleridir Ayrıca ders kitapları da yazdı Peyami Safa'nın fıkra ve makalelerinde sağlam bir mantık dokusu ve inandırıcılık görülür Romanlarında olaydan çok tahlile önem vermiştir Toplumumuzdaki ahlâk çöküntüsünü, medeniyetin yarattığı bocalamayı, nesiller ve sosyal çevreler arasındaki çatışmayı dile getirdi Zıt kavramları, duygu ve düşünce tezadını ustaca işledi

Falih Rıfkı Atay



Falih Rıfkı Atay (1894 - 1971) 1894 yılında İstanbul'da doğdu Fıkra, makale, gezi türlerindeki gazete yazılarıyla ve özellikle Atatürk'ü yakından tanıtan anılarıyla ün kazanan Falih Rıfkı Atay, Kovacılar semtindeki Rehberi Tahsil Rüştiyesi'ni bitirdikten sonra Hüseyin Cahit Yalçın'ın müdürlük yaptığı Mercan İdadisi'nde öğrenimini tamamladı Darülfünunun Edebiyat bölümünü bitirdi İdadide edebiyat öğretmeni olan Celal Sahir Erozan ile kendisinden bir ileri sınıfta okuyan Orhan Seyfi Orhon, Falih Rıfkı'nın edebiyat zevkinin gelişmesine yardımcı oldular İlk Yazıları, Serveti Fünun dergisinin genç yazarlara ayrılan ek sayfalarında yayımlanan Falih Rıfkı'nın Tecelli(1911) dergisi ile Süleyman Bahri'nin yönettiği Kadın(1912) dergisinde Cenap Şahabettin ile Ahmet Haşim'in eserlerini hatırlatan şiirleri çıktı

1912'de Tanin gazetesinde düz yazıları yayımlanmağa başladı; İstanbul Mektupları, Edirne mektupları gibi yazıları çıktı 1913- 1914 yıllarında sadaret ve Dahiliye Nazırlığı kalemlerinde çalıştı Dahiliye Vekili Talat Paşa ile birlikte gittiği Bükreş'ten Tanin gazetesine röportaj yazıları yolladı Bu dönemdeki yazıları, Türkçülük ve Türkçecilik akımlarının etkisini taşıyordu I Dünya Savaşında yedek subay olarak Suriye'ye gitti; 4 Ordu kumandanı Cemal Paşa'nın hususi katipliğini yaptı Suriye ve Filistin'deki savaş anılarını "Ateş ve Güneş" (1918) kitabında topladı Cemal Paşa'nın Bahriye nazırı olması üzerine Kalemi Mahsusa müdür yardımcılığına getirildi (1917)

Kazım Şinasi Dersan, Necmettin Sadık Sadak, Ali Naci Karacan ile birlikte Akşam Gazetesini çıkarmağa başladı (1918) Bu gazetede Günün Fıkraları başlığıyla sürekli yazılar yazdı Kurtuluş Savaşını destekleyen etkili yazıları dolayısıyla idam istenerek Kürt Mustafa Divanı Harbi'ne verildi Fakat İnönü Zaferinin kazanılması üzerine Divanı Harp tutumunu değiştirdiği için idamdan kurtuldu Kurtuluş Savaşı sona erdiği sırada İzmir'de Atatürk ile görüşmeğe gelen gazeteciler arasındaydı Atatürk'ün isteği üzerine İkinci Büyük Millet Meclisi'ne Bolu'dan milletvekili seçildi ( 1922) Daha sonra uzun yıllar Ankara Milletvekili olarak TBMM'de bulundu Hakimiyeti Milliye, Milliyet ve Ulus gazetelerinin başyazarlığını yaptı

Yeni Türk Alfabesinin hazırlanması ve uygulanması sırasında Dil Encümeninde görev aldı Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın tutumuna şiddetle karşı çıktı Ulus gazetesinin başyazarlığını yaptığı dönemde Ankara şehir planı jürisinde üyelik ve İmar Komisyonunda başkanlık yaptı 1946'da çok partili döneme geçildikten sonra Ulus gazetesinde CHP'nin savunuculuğunu sürdürdü Demokrat Parti'nin 1950'de iktidara geçmesinden sonra Dünya Gazetesini kurarak (1952) muhalefete geçti; yeni iktidara karşı Atatürk devrimlerini savundu

Falih Rıfkı Atay, sağlam, atak, çekici, anlatımı ve duru Türkçesiyle Cumhuriyet basınının Encümeninde usta kalemlerinden biriydi Günlük siyasi olayları ele alan başyazı ve fıkraları yanında Ulus ve Dünya gazetelerinde Pazar günleri yayımladığı haftalık yazılarında çok usta bir deneme ve söyleşi yazarı niteliği gösteriyordu Gezi ve anı türlerinde Cumhuriyet döneminin çok ilginç ürünlerini verdi

Metin Oktay (1936 - 1991)


1936 yılında İzmir'de doğan Metin Oktay, Damlacık kulübünde futbola başlamış, Yün Mensucat takımından sonra geçtiği İzmirspor'da kendini göstererek genç milli takıma yükselmiştir

1956 yılında Galatasaray'a gelen Metin Oktay, İtalya'nın Palermo takımına transfer olduğu 1961-62 sezonu dışında sürekli Sarı Kırmrzılı formayı giymiştir

Daha İzmirspor'da oynarken, attığı 17 golle İzmir Profesyonel Ligi gol kralı olan Metin Oktay, ondan sonraki yıllarda da bu unvanı nadiren başkalarına kaptırmıştır

Metin Oktay kral olamadığı yıllarda da çok sayıda golle listenin hep ilk sıralarında yer almış, toplam 608 golle bir rekorun sahibi olmuştur (Bazı kaynaklarda bu sayının 632 olduğu belirtilmektedir) Bir sezonda attığı 38 golle oluşan rekor ise, tam 25 yıl sonra yine Çolak tarafından kırılabilmiştir Metin Oktay, 36'sı A, 4'ü de genç olmak üzere Milli Takım formasını 40 kez giymiş, 7 kez kaptanlık yaparken, 19 gol atmıştır
10 Haziran 1959'da Fenerbahçe kalesinin ağlarını yırtan golü , Türk futbol tarihine geçen büyük olaylarından biridir

1965 yılında ''Taçsız Kral'' adlı bir filmde de rol alan Oktay, futbol yaşamı boyunca sadece 1 kez oyundan atılmıştı Büyük bir golcü oluşunun yanı sıra, efendi ve sportmen kişiliğiyle de Türk futbolseverlerinin sevgilisi olan Metin Oktay, futbolu bıraktıktan sonra yine futbolla ilgili çeşitli işler yaptı Sarı Kırmızılı kulüpte yönetici ve menajer olarak görev yapan Metin Oktay'ın son görevi spor yazarlığı idi Oktay, Galatasaray ve Bursaspor'da teknik adam olarak da görev yapmıştı

Türk futbolunun efsane golcüsü Metin Oktay, 13 Eylül 1991'de bir trafik kazası sonucunda yaşamını yitirmişti

Metin Oktay'ın gol krallığı listesi şöyledir:
1956-57 İstanbul Profesyonel ligi, 17 golle,
1957-58 İstanbul Profesyonel ligi, 19 golle,
1958-59 İstanbul Profesyonel ligi, 22 golle,
1959 Türkiye ligi,11 golle,
1959-60 Türkiye ligi, 33 golle,
1960-61 Türkiye ligi, 36 golle,
1962-63 Türkiye ligi, 38 golle,
1964-65 Türkiye ligi, 17 golle, 1968-69 Türkiye ligi, 17 golle,

Cengiz Topel(1934-1964),



Cengiz TOPEL Trabzonlu Tekel tütün eksperi Hakkı Bey'in oğludurBabasının görevli olduğu İzmit'te 2 Eylül 1934 tarihinde doğduAnnesi Mebuse Hanım'dır Ailede dört kardeşin üçüncüsüdür

İlkokula Bandırma II İlkokul'unda başladı, babasının Gönen'e tayini ile Ömer Seyfettin İlkokulu'nda öğrenimine devam etti 1934 yılında babasını kaybettikten bir süre sonra İstanbul Kadıköy'e yerleştiler Kadıköy Yeldeğirmeni Okulu'nda ilk ve orta öğrenimini tamamladı Lise öğrenimini, Haydarpaşa Lisesi'nde başlayıp Kuleli Askeri lisesi'ne devam ederek 1953 yılında bitirdi 1955 yılında Kara Harp Okulu'nu bitirip asteğmen olarak ordu saflarına katıldı


Küçük yaşlardan beri havacılığa olan merakı sonucu hava sınıfına ayrıldı Pilotaj eğitimi için Kanada'ya gönderildi Kanada'daki eğitimini başarıyla tamamlayarak 1957 yılında yurda dönüp Merzifon Hava Üssü'nde göreve başladı 1961 yılında Eskişehir I Ana Jet Üssü'ne atandı 1963 yılında yüzbaşılığa terfi etti

8 Ağustos 1964 yılında Rumlar'ı Türk Halkı'na karşı işledikleri insanlık dışı eylemlerden caydırmak için Eskişehir'den Kıbrıs'a, 4'lü Kol Komutanı olarak gönderildi Uçuş esnasında uçağı yerden isabet alarak düşürüldü Paraşütle atlamayı başardı, fakat Rumlar tarafından esir edilerek barbarca yapılan işkenceler sonucu şehit edildi Kıbrıs'ta ilk hava harp şehidimiz olan Cengiz TOPEL'in hastanede öldüğü açıklandı, ancak cenazesi israrlı girişimler sonucu 12 Ağustos 1964 tarihinde Rumlar'dan alınabildi

Kıbrıs'ta, Adana'da, Ankara ve İstanbul'da yapılan törenlerden sonra 14 Ağustos 1964 tarihinde Edirnekapı'daki Sakızağacı Hava Şehitliği'nde toprağa verildi

Örnek bir insan, mükemmel bir asker olan Cengiz TOPEL'in manevi varlığı önünde Türk Milleti ve Türk Havacılığı şükran ve saygıyla eğilir


7-8 Ağustos 1964 Hava Harekatı
7 Ağustos Cuma günü, ESKİŞEHİR'e yaklaşmakta olan bir C-54 uçağından Meydan Nöbetçi Subaylığına mesaj geldi Mesajda; Hava Kuvvetleri komutanı Orgeneral İrfan TANSEL 'Muhsin Paşa kuleye gelsin konuşacağım' diyordu Mesaj hemen kendisine iletildi Tümg Muhsin BATUR ile Orgeneral İrfan TANSEL yaklaşık olarak bir saat pist başında motorları çalışır bekleyen uçağın içinde konuştular Bu konuşma sırasında, İrfan TANSEL ''Kıbrıs'taki karışık durum nedeniyle İSTANBUL'dan ANKARA'ya çağrıldığını ve hemen gideceğini fakat kendisi ile görüşmek istediği için ESKİŞEHİR'e indiğini'' belirttikten sonra "Hükümetin muhtemelen KIBRIS'a uyarı uçuşu kararı alacağını bunun için silahlı bir dörtlü kolun hazır olarak beklemesini" bildirip hükümet toplantısına katılmak için ANKARA'ya hareket eder Tümg Muhsin BATUR ise 1 nci üsse dönerek, Üs kilit personelini toplantıya çağırır Bu arada liderliğini

1 numara Yzb Necmi SOYUPAK�ın yaptığı ve

2 numara Ütğm Şevket YAVUZ,

3 numara Yzb Osman KAYADİBİNLİ,

4 numara Ütğm Ethem SANCAR'dan meydana getirilen bir dörtlü kol, makinalı top yüklü olarak beklemeye bırakılır Saat 1900'da, başta Tümg Muhsin BATUR olmak üzere 1nci üs komutanı TuğgSemih ALAYBAYOĞLU, Uçuş Grup Komutanı YbTarık GÖKERİ ve Uçuş Grup Komutanı Yb Necdet HORASAN olduğu halde üsse gelerek, hazır bekleyen kolu brifinge alırlar Bizzat Tümg Muhsin BATUR tarafından verilen birifing emri ile, ki bu emir, uyarı uçuşu ve gözle temas sağlanan hedeflere makinalı top ile taarruz edilmesi, idi Kol saat 1935 de kalkış yapar Hızlı bir uçuş ile 40 dakika sonra saat 2017 de hedef olan ERENKÖY üzerinde olunur İlk önceliğe sahip olan Rum hucumbotlarının bölgeden ayrılması nedeni ile Rum mevzilerine makinalı top taaruzu yapılarak geri dönülür

Yapılan bu uyarı uçuşu, ERENKÖY'de üç gündür direnen ve Anavatandan yardım bekleyenler için umut ışığı olmuştur

8 Ağustos 1964 gününe gelindiğinde istihbarat raporlarından Rum hucumbotlarının ERENKÖY ve GEMİKONAĞI Limanı civarında toplandığı öğrenilir Bu hucumbotlar ERENKÖY'ü denizden top ateşine tutuyorlardı Türkler çok zor durumda idiler Çünkü savunma durumunda olan Türkler sırtlarını güvenli buldukları denize vermişlerdi Ama denizden gelen top mermileri onları ateş arasında bırakıyordu 8 Ağustos günü yine bizzat Tümg Muhsin BATUR tarafından verilen brifing ve emir ile; bir F-100 F ve iki adet F-100 D uçağından oluşan keşif kolu hazırlandı Bu keşif kolu yine Yzb Necmi SOYUPAK liderliğinde, iki numara Yzb Osman GÜLSES olarak havalandı F-100 F�de Yzb Necmi SOYUPAK�la birlikte Ütğm Uluer ECERAL da bulunuyordu Görevleri ise:

ERENKÖY bölgesine kadar kol halinde uçtuktan sonra bölgeye varıldığında kol ikiye ayrılacaktı İki adet F-100 D uçağı Yzb Osman GÜLSES liderliğinde bölgede kalarak keşif ve Rum mevzilerine taarruz görevini yerine getirirken; Yzb Necmi SOYUPAK ve Ütğm Uluer ECERAL komutasındaki F-100 F uçağı GEMİKONAĞI Limanına keşfe gidecekti

Yzb Necmi SOYUPAK ve Ütğm Uluer ECERAL komutası altındaki F-100 F, GEMİKONAĞI Limanına ulaştığı zaman hücumbotların bölgede olduklarını tespit etti Daha önceden kararlaştırılan bir şifre ile kendisinden sonra kalkan

1 numara Yzb Hüseyin ÇAPAOĞLU liderliğinde ve

2 numara Ütğm Ethem SANCAR

3 numara Yzb Vahdet GÜNDÜZ

4 numara Ütğm Mustafa KÖSEOĞLU� ndan oluşan dörtlü kola bildirecekti Hücumbotların GEMİKONAĞI olduğu Limanında tesbitinden sonra; �Hava yerinde güzel� parolası ile hücumbotların bölgede olduklarını bildirerek, kolun hedef arayarak zaman kaybetmesi önlenmiş oluyordu

Yzb Hüseyin ÇAPAOĞLU liderliğindeki dörtlü kol, hedef bölgesine ulaşarak Rum gemilerine roket ve makineli top taaruzuna geçtiler

KIBRIS semalarında bu faaliyetler olurken TÜRKİYE�deki faaliyetler de olanca hızıyla devam etmekteydi MALATYA�dan ADANA�ya intikal eden 113 ncü Filo, Bnb HBasri YURDAKUL liderliğinde kalkan bir dörtlü kol ise ERENKÖY�e doğru uçmaya hazırlanıyordu Hedef ; ERENKÖY�de bulunan Rum birlikleri idi

ESKİŞEHİR 112 nci Filoda ise pilotlar kamelyada kendilerine sıra gelmesini bekliyorlardı Yzb Cengiz TOPEL ise kamelya içerisinde dolaşıyordu Derken 1 nci Hava Kuvveti Komutanı Tümg Muhsin BATUR, Kurmay Başkanı Tuğg Hulusi KAYMAKLI, Üs Komutanı Tuğg Samih ALAYBAYOĞLU, Grıp Komutanı Yb Necdet HORASAN gelerek hücumbotlara yapılacak ikinci dalga taaruz için dört asil ve bir yedek pilot seçtiler

Seçilen bu dörtlü kol, öğleden sonra geç vakitlerde brifinge alındı Brifing yine 1 nci Hava Kuvveti Komutanı Tümg Muhsin BATUR tarafından veriliyordu ( Saatin tam olarak belirlenememesine rağmen 1630 civarında brifinge girmeleri kuvvetle muhtemeldir) Teşkil edilen dörtlü kolda;

Lider, Yzb Cengiz TOPEL F-100D 55-2766

2 numara Ütğm İzzet ÖZTARHAN

3 numara Yzb Mehmet KONEDRALI

4 numara Ütğm Ethem SANCAR bulunmaktaydı Ayrıca 5 numara olarak Ütğm Şevket YAVUZ brifinge katılmıştı Kalkış esnasında koldan herhangi bir numaranın bir numaranın arıza yapması durumunda arıza yapan uçağın yerine kalkacaktı

Brifingte hedef bölgesi olarak GEMİKONAĞI Limanı bölgesinde olan hücumbotlara ikinci dalga olarak taaruz edileceği bildirildi Silah yükü olarak uçaklara bomba ve makinalı top mermisi yüklenmişti Yapılan brifing sırasında ki Cengiz TOPEL�i Şevket YAVUZ şöyle anlatıyor;

''Brifinge girdiğimiz zaman, Cengiz'i ilk defa olarak bu kadar sessiz gördüm Brifing boyunca hiç konuşmadı Soru dahi sormadı Sadece verilen emri aldı ve 'Hadi arkadaşlar gidelim' dedi''

Cengiz TOPEL liderliğindeki kol, takriben 1700-1800 civarında ESKİŞEHİR'den kalkış yaptı Koldaki tüm uçakların başarıyla havalanmasından sonra, beş numara olarak piste giren Ütğm Şevket YAVUZ ise geriye döndü





SON UÇUŞU
ANTALYA'ya kadar yapılan yüksek irtifa uçuşundan sonra kol, AKDENİZ üzerinde alçalarak, alçak uçuşa başladı Alçak uçuş yapmalarının nedeni, İngilizlerin KIBRIS�a kurdukları radara yakalanmamaktı Böylece DİKELYA Üssünden kalkacak İngiliz av uçaklarının önlemesine de maruz kalmayacaklardı (Harekat boyunca İngiliz radarı tesbit ettiği Türk uçaklarına karşı önleme uçakları kaldırdı Ancak bu uçaklar hiçbir şekilde hasmane bir davranışta bulunmadılar)

Kol ANTALYA'yı geçip AKDENİZ�in mavi suları üzerinde uçmaya başladığı zaman telsiz kulaklıklarından bilinen bir ses duyuldu: ''Tık tık'' Bu ses GEMİKONAĞI Limanındaki görevini bitirip ESKİŞEHİR�e dönmekte olan Yzb Hüseyin ÇAPAOĞLU liderliğindeki kolun başarı dileklerini iletiyordu Bu dileğe Cengiz TOPEL tarafından yine aynı şekilde cevap verildi Aynı saatlerde ADANA�ya intikal etmiş olan 113ncü Filodan BnbHBasri YURDAKUL liderliğinde bir dörtlü kol ERENKÖY�deki Rum mevzilerini bombalamak için havalanıyordu

Sinirler gerilmişti yıllardır barış şartları içinde savaş için hazırlananlar artık savaşın içindeydiler Ölümü göze alarak öldürmeye gidiyorlardı Herşeyden önemlli olan tek bir şey vardı: Görevin yapılması Bu sayede insanlık onuru ve KIBRIS Türk�ünün yaşam hakları korunmuş olacaktı

Kol, akşam alaca karanlık vaktinde hedef bölgesine ulaştı Ortalık tam anlamıyla mahşer gününe dönmüştü Her yerde patlayan uçaksavar mermilerinin kara dumanları, yanan gemilerin siyah bulutlarına karışıyordu Pilotların hiç görmedikleri büyüklükte muazzam bir uçaksavar ateşi vardı Rumlar, GEMİKONAĞI Limanını olası bir Türk çıkarma bölgesi olarak gördükleri için büyük ölçüde silahlandırmışlar ve çok sayıda da uçaksavar ile desteklemişlerdi

Kol hedefleri olan hücumbotlar görülür görülmez, bir atış paterni teşkil etti Limanın hemen arkasında denize paralel uzanan yüksek dağlar nedeniyle denizden karaya doğru bir atış paterni kurulamadığı için, karaya paralel ve dalış anında güneş arkada kalacak şekilde bir atış paterni kuruldu Artık taarruzlar başlamıştı Denizdeki hücumbotlar kaçmaya uçaklar ise onları hedef almaya çalışıyordu Bu uğraşma içerisinde, Cengiz TOPEL ilk dalışını yaptı Hücumbot hedef göstergesinde hızla büyürken, bombasını attı ve yükseldi Fakat küçük geminin son anda yaptığı bir manevra bombanın on metre geriye düşmesine neden oldu Bu durumu yadırgamamak gerekir Çünkü o zamana kadar hareketli hedeflere özellikle de deniz hedeflerine karşı atış eğitimi yapılmıyordu

İlk dalışlardan sonra kol, tekrar paterne girerek ikinci bir dalış için hazırlandı İşte herşey o zaman oldu

Uçağın İsabet Alması Ve Şehadeti

AKDENİZ üzerinde, ERENKÖY'e gitmekte olan, BnbHBasri YURDAKUL kolunun telsizlerinden şu sözler yankılanır:

- Cengiz Yüzbaşım uçağından dumanlar çıkıyor atla! (ÜtğmİÖZTARHAN)

-

- Yüzbaşım!Cayır cayır yanıyorsun atla! (ÜtğmİÖZTARHAN)

- Tamam atladı(Muhtemelen YzbMKONEDRALI)

- Paraşütü açıldı(Muhtemelen ÜtğmİÖZTARHAN)




ATLADIKTAN SONRASI
Cengiz TOPEL�in uçağı yara almış ve kendisi paraşüt ile atlamak zorunda kalmıştır Uçağının yara alması ile ilgili olarak iki varsayım öne sürülmektedir

(1) Birinci varsayıma görre Cengiz TOPEL hedef şeçtiği hücumbota, ikinci dalışı esnasında emniyetli irtifanın altına inmiş veya bombayı bıraktıktan sonra bombasının gidişatını takip etmek suretiyle emniyetli irtifanın altına inmiştir Bu durumda da attığı bombanın parça tesiri ile uçağının yara almasına neden olmuştur Eğer Cengiz TOPEL, emniyetli irtifanın altına inmiş ise de bu hedef aldığı gemiyi kaçırmak istememe düşüncesinden kaynaklanmaktadır

(2) İkinci varsayımda ise; dalış, bombayı bırakış ve yükseliş anında hücumbotlardan veya karadan açılan uçaksavar ateşi ile vurulduğudur Bu konuda yerden açılan uçaksavar ateşi ile vurulduğu varsayımı daha fazla kişi tarafından ifade edilmiştir Ayrıca harekat boyunca görev alan pilotların belirttikleri gibi bölgede yoğun bir uçaksavar ateşinin bulunması ikinci varsayımı doğrular niteliktedir

Cengiz TOPEL paraşütle atladıktan sonra; LEFKE, GAZİVEREN; ELYE ve ÇAMLIKÖY Türk yerleşim birimleri arasında bulunan, PERİSTERONORİ Rum köyünün yakınından geçen bir asfalt yola inmiştir Yere indiği zaman bir ayağının kırıldığı ve çene kemiğinin zedelendiği söyleniyor olmasına rağmen bunun doğruluk derecesini belirtir bir kanıt yoktur Bu konuda Şevket YAVUZ

1974 yılından sonra Kıbrıs'a gittiğim zaman Cengiz'in olayına tanık olan mücahitler ile tanıştım Bana Cengiz'in yere indikten sonra cebinden birşeyler çıkartıp yaktığını söylediler Bunlar muhtemelen, bir gün önce hazırlanan hedef bilgileri ve haritalardı yani Cengiz yere indiği zaman sağlam ve doğruyu ayırt edecek kadar kendinde idi

Cengiz TOPEL'in yere indikten sonra haritasından LEFKE yönünü tespit ederek o yöne koşmaya başladığı ancak kısa bir süre sonra, arkasından bir jiple gelen üç Rum tarafından yakalandığı belirtilmektedir Ayrıca mermisinin bitimine kadar kendisini koruduğu ve yanına hiç kimseyi yaklaştırmadığı söylenenler arasındadır

Buraya kadar anlatılanlardan anlaşılacağı gibi, Cengiz TOPEL�in uçağının yara alışından şehit olmasına kadar geçen olayların tam bir kanıtı olmamakta söylenenler genellikle varsayımlara ve tanıklara dayanmaktadır

Cengiz TOPEL'in yakalandıktan sonra başına gelenler konusunda da bir çok varsayımlar ortaya atılmıştırEn fazla anlatılanlar şunlardır:

İlk varsayıma göre; Cengiz TOPEL'in PERİSTERONORİ Rum köyü yakınlarında yakalandıktan sonra GÜZELYURT'a götürülür Fakat tam şehrin girişinde, 500 kadar Rum askeri ve Grivas'ın (EOKA LİDERİ) adamları tarafından araba durdurulmak suretiyle aşağıya indirilir Elleri kelepçeli olduğu halde, hemen oracıkta konuşturulmak istenilir Cengiz TOPEL�in suskunluğu attıkları dipçik darbeleri ile çözemeyince, sinirlenirler ve arkadan üç el ateş ederek O�nu yaralarlar Ancak Cengiz TOPEL�den daha çok bilgi almak isteyen Rum liderlerinin olaya el atmaları ile LEFKOŞE Rum Hastahanesine kaldırılarak ameliyat edilir

İkinci bir varsayıma göre ise, Cengiz TOPEL, yakalandıktan sonra ilk olarak GÜZELYURT Rum Hastahanesi�ne götürülerek müşahade altına alınır (Bu hastaneye daha sonra Cengiz TOPEL adı verilecektir) Burada BM kontenjanına ait olan bir Amerikalı doktor Cengiz TOPEL�in başına gelecekleri tahmin ederek onu korumaya çalışır; ama Rum çapulcu sürüsü karşısında başarılı olması beklenemez Daha sonra buradan alınarak GÜZELYURT Rum Manastırı�na götürülür (Bugün kışla olarak kullanılan manastırın işkence yapılan odası, bir müze haline getirilmiş ve yapılan işkenceler odanın duvarlarına yazılmıştır) Burada kendisine bilgi vermesi ve radyodan TÜRKİYE aleyhinde konuşma yapması yolundaki istekleri reddeder Her zaman Türklüğünün değerini bilen ve emsalsiz bir vatan sevgisine sahip olan bu genç Türk konuşması yolundaki istekleri geri çevirirken bir an olsun düşünmemiştir Sonuç ise dünyanın en adi ve en canice ikna etme metodu: İşkence

Bir başka tez ise, Cengiz TOPEL'in işkence görerek öldüğü fakat ölümünden sonra da vücudunda tahribat yapıldığı yolundadır

İster işkence görerek şehit edilmiş olsun ki bu durum gerçeğe en yakın olanıdır İsterse şehadetinden sonra vücudunda tahribat yapılmış olsun, yapılanlar; İnsanlık ölçülerine sığmamaktadır Bu ancak yüzyıllardır bastırılmış, her an her dakika körüklenerek alevlendirilmiş temelsiz bir kinin; savunmasız bir insan üzerine kusulmasıdır

Bütün bunlardan sonra Cengiz TOPEL, Lefkoşe Rum hastanesine götürüldü Rumların açıklamalarına göre 9 Ağustos günü ölmüştü Bir başka kaynak ise Cengiz TOPEL'in 12 Ağustos günü öldüğünü belirtmektedir

Cengiz TOPEL'in düşmesinden sonra TÜRKİYE hemen devreye girerek pilotunun geri verilmesini istedi Eğer pilotu verilmezse intikam taarruzları yapılacaktı Bu intikam taarruzlarına hedef olarak başta Makarios'un evi olmak üzere birçok askeri hedef seçilmişti Ayrıca 9 Ağustos günü BMBarış Gücü Komutanı General THİMAYYA Türkiye'ye bir mesaj çekerek, kendisinin, Türk pilotu ziyarete gideceğini, bir isteklerinin olup olmadığını soruyordu Türk Genelkurmayından cevap olarak bir isteğimizin olmadığı, ama pilotumuzun sağlık durumu konusunda bilgi verilirse mutlu olacağımız bildiriyordu General THİMAYYA, Cengiz TOPEL'i hastanede ziyaret ettimi bilmiyoruz; ama Rumlar Cengiz TOPEL'in öldüğünü radyo aracılığı ile aynı gün dünyaya duyurdular Bu haber saat 2300 civarında Türk Genelkurmayına ulaştı ve bomba etkisi yaptı

Cengiz TOPEL korunabilir miydi? Bu soruyu o zamanın şartları içinde ele almak gerekir Harekat ani olarak planlandığı için hazırlanmış bir kurtarma operasyonu planı yoktu TOPEL yere indiğinde Rum mevzilerinin tam üzerine düşmüştü Mücahitler, Cengiz TOPEL'i kurtarmak için hemen harekete geçmelerine rağmen, Rumların yoğun ateşi nedeniyle mevzilerine dönmek zorunda kaldılar Bu onu kurtarmak için yapılan ilk ve tek girişim idi Bundan sonra götürüldüğü yerlerden, kaçırma girişiminde bulunulabilirdi; ama bu da gerçekleştirilemedi Olayı yaşayan mücahitlere sorulan ''O sizi kurtarmak için gelmişti, neden kurtarmadınız'' sorusuna, mücahitler: ''Düşünemedik Çok büyük gaflettir'' Diye cevap vereceklerdi

Alparslan Türkeş


Milletimizin yetiştirdiği son Başbuğ�un hayat hikayesinin başlangıcında da göç var
Yıl 1860 Orta Anadolu'da, Kayseri'nin, Pınarbaşı ilçesi'nin Yukarı Köşkerli Köyünde meskun Avşar Obalarından Koyunoğlu ailesi bir toprak meselesi yüzünden kavgaya girişince Sultan Abdülaziz'in fermanıyla Kıbrıs�a sürgün edilir

Yıl 1917 ve Kasım�ın 25'i, öğle vakti yer, Lefkoşe Haydarpaşa Mahallesi Kirlizade sokağı 13 numaralı mütevazi evde, Kıbrıs�a yerleşen Koyunoğlu soyuna mensup Tuzlalı Ahmet Hamdi Bey ve esi Fatma Zehra Hanimin Ali Arslan adini verdikleri oğulları dünyaya gelir
Yıl 1921 ve 4 yıl 4 ay 4 günlük Ali Arslan, annesi tarafından yıkanır, yeni elbiseler giydirilir ve devrin âdetince fesi mücevherler ile süslenerek Sarayönü ilkokul'una (Sıbyan Mektebi) gönderilir Sarıklı ve mübarek bir Osmanlı Uleması olan Hoca Efendi'nin dizi dibine çöken Ali Arslan'ın ağzından çıkan ilk söz bir euzü besmeledir Ey Rahman ve Rahim olan Allah�ım, annem beni yetiştirdi bu mektebe yolladı, okuyup yetişip, milletime hizmet etmek istiyorum dermişçesine bir besmeledir, Ali Arslan'ın ağzından dökülen
Birbirinin ardısıra gelen ilkokul ve Rüştiye yılları ve her biri birbirinden daha değerli Hüsnü Bey, Selahattin Bey, Mehmet Asim Bey, Ragıp Tüzün Bey, Turgut Bey, Osman Zeki Bey ve Faiz Kaymak gibi Türklük ve Türkçülük şuuruyla bilenmiş birer hançer olan hocalarından feyz alır Onlar Ona müfredatın yanısıra Kıbrıs Türklerinin yalnız olmadığını Devlet-i âli Osman bakiyesi hür ve müstakil Türkiye'nin yanısıra yeryüzünde kendileri gibi bahtsız esaret altında milyonlarca Türk olduğunu da öğretirler Dahası Osman Zeki Bey Ali Arslan'ın adini adeta senin adin "Alparslan olsun" ve Sultan Alpaslan'a denk bir yiğit Türk ol, diyerek değiştirir
Küçük Alparslan�ın doğup, yetiştiği o yıllarda, Piyale Pasa yadigârı Kıbrıs, sevgili Yeşilada'mızın tamamı İngiliz işgali altındadır ve Türk'ün istiklâlini kaybetmesinin ne demek olduğu Onun ruhunun derinliklerine şuurunun uyanmağa başladığı günden, çocukluk yıllarının başlangıcından başlayarak siner O her gece Türkiye'ye gidip asker olmayı ve gelip ata-baba ocağını kurtarmanın düşüyle uyur, uyanır
Yıl 1933 ve Alparslan�ın artik işgal altında, esaret altında yasamaya dayanacak gücü kalmamıştır Babası Ahmet Hamdi Bey'i ve Annesi Fatma Zehra Hanım�ı ikna eder, aile mallarını satıp savar yanlarında oğulları Alparslan ve kızları Dervişe olduğu halde, ak toprakların, hür toprakların, Türk'ün Türk olduğundan utanmadığı, boynunun eğik olmadığı toprakların, anavatanın, Türkiye'nin yoluna düşerler; Viyana vapuru ve ver elini İstanbul
Ailesi İstanbul�a yerleşince Alparslan�ın ilk isi Kuleli Askeri Lisesi'ne kayıt olmak olur Artık O yüreğinin Onu çağırdığı yerde ve düşlerinin peşindedir O düşlerini düşleyen başkaları da vardır İstanbul�da Derlenip toparlanmışlar, Türklük, Türkçülük ülküsünün O bir daha hiç inmeyecek olan bayrağını açmışlardır O Yüce Dilek, O aziz Ülkü, O muhteşem düşler, özellikle, bir Ülkü devi olan Atsız Hoca�nın can evinde, ocağında pişer ve sohbetlerle, şiirlerle, dergilerle, romanlarla mektuplarla Türk aydınlarının gönlüne cemre cemre düşmekte ve yayılmaktadır Onlarla tanışır, buluşur, Alparslan Türkeş
Yıl 1936 Kuleli Askeri Lisesi'ni pekiyi derece ile asteğmen olarak bitirince Ankara ve Harp Akademisi yılları baslar 1938'de Harbiye'den mezun olur, artik O Türk Ordusu'nun genç bir teğmenidir ve Türk Milleti'nin emrindedir
Yıl 1940 Isparta'da gönlünü Muzaffer Ana'ya kaptırır ve evlenirler Ayzit, Umay, Selcen, Sevenbige (Çağrı) ve Yıldırım Tuğrul adli çocuklarla çiçeklenir bu evlilik ve bozkurtların Muzaffer Ana�sının 1974 yılında elim kaybından sonra 1976 yılında, Sevâl Hanım�la yaptığı ikinci evliliğinde de Tanrı Onu Ayyüce ve Ahmet Kutalmış adli iki evlât daha vererek sevindirecektir
Yıl 1944 3 Mayıs Ankara'da eski tabirle bir nümayiş yani gösteri veya yürüyüş vardır Türk'ün, Türklüğün ölmediğini, ölmeyeceğini ve yükselen Türkçülük bayrağının bir daha hiçbir şekilde inmeyeceğini gösteriyorlar Hem dosta hem düşmana hem devlet hizmetindeki gafillere hem de yurda sızmaya çalışan hainlere, Asya bozkırlarında yaratılan bozkurt soyluların bozkurt torunlarının, bir kaç çakalın günü birlik menfaatleri için göz yumdukları kızıl yılanın farkında ve onun başını ezme azminde olduklarını gösterirler
Şâirin öz yurdunda garipsin, özyurdunda parya dediğince tutuklanır Türkçüler Devrin dalkavuk iktidarının uyduruk nedenlerle açtığı Türkçülük-Turancılık Davası baslar Türkçüler tabutluklara atılırlar, işkencelere uğrarlar Türkiye'de Türk Milliyetçisi olmanın bedelidir bu Genç Üsteğmen Alparslan Türkeş�te bunlar arasındadır 20 Ekim 1944'te kendisini "vatan hainliği" suçlamasıyla sorgulayan mesnetsiz Savcıya "Diğer sanıklar gibi bana da vatan hainliği isnat edilmiştir Bunu şiddetle redderim Ben yeryüzünde her şeyden çok milletimi ve vatanimi severim" diye haykırır Ancak mahkeme tarafından, 9 ay 10 gün hapis cezasına çarptırılır ve bir yıldır hücre hapsi yattığı için tahliye edilir Kendisine verilen cezada daha sonra Askeri Yargıtay tarafından bozulur ve 2 numaralı mahkemede beraat eder Bu onun Türk Milliyetçisi olduğu için zindanlara ilk atilisidir ve son olmayacaktır Ülkücü olmak çileye talip olmaktır, nimete, ikbale değil O da Türklük Ülküsü için zaman zaman şiddeti artan çileyi bir ömür boyu bir an bile tereddüt etmeksizin ve yakınmaksızın, çekmiş ve çile çekmeyi şeref bilmiştir
Yıl 1947 Alparslan Türkeş ve 15 diğer Türk subayı, ABD Kara Harp Akademisi ve Piyade Okulunda iki yıllık bir süre eğitim görürler Bu arada ülkemizden Kars ve Ardahan civarıyla Boğazlardan üs talep eden Sovyetler Birliği�nin Komünizm maskesi ardına saklanmış, o eski ve değişmez "Moskofluğu" ayan beyan ortaya çıkar Bu atmosferde yurda dönen Alparslan Türkeş Gelibolu ve Çankırı�daki görevlerinden sonra 1951 yılında Kurmaylık sınavını kazanır ve 1955 yılında Harp Akademisi'nden Kurmay Binbaşı olarak mezun olur
Yıl 1955 dış görev için açılan sınavı kazanarak ABD Pentagon'da NATO Türk Temsil Heyeti üyeliğine atanır Bu arada Üniversitesinde Uluslararası Ekonomi eğitimi görür 1957 yılında Türkiye'ye döner
1959 yılında Almanya'ya Atom ve Nükleer Okulu'na gönderilir ve bu okulu basarıyla bitirir O artik bir Kurmay Albaydır
Yıl 1960, tarih 27 Mayıs öteden beri örgütlenen ve memlekette kardeş kavgasını önleyerek bazı reformlar yapmayı hedefleyen Milli Birlik Komitesi'nin ülke yönetimine el koyduğunu açıklayan bildiriyi radyodan okuyan kişi ve "ihtilâl'in kudretli Albayı�dır Kurmay Albay Alparslan Türkeş ihtilâl hükümetinde Başbakanlık Müsteşarlığı görevini üstlenir Bu vazifesi esnasında Devlet Planlama Teşkilatı, Devlet istatistik Enstitüsü ve Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü gibi kurum ve kuruluşları kurar
Ancak Milli Birlik Komitesi arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle, 13Kasim 1960'ta Kurmay Albay Alparslan Türkeş ve "ondörtler" olarak bilinen arkadaşları Komite'nin diğer üyelerince emekliye sevk edilerek tasfiye edilirler ve zorla evlerinden alınıp yurtdışında görevlendirilmek suretiyle sürgün edilirler O da 19 Kasım�da Türkiye'nin Hindistan Büyükelçiliği müşaviri sıfatıyla sürgüne gönderilir
1961-62 1963 yılına kadar 2,5 yıl, yönetimi elinde bulunduranlarca Alparslan Türkeş�in Türkiye'ye dönmesine müsaade edilmez
Yıl 1963 tarih 23 Mart Alparslan Türkeş sürgünden yurda döner
Dava arkadaşlarıyla birlikte kadro oluşturup partileşmek amacıyla "Huzur ve Yükseliş Derneği" adli bir dernek kurar
Kısa bir süre sonra Talat Aydemir'in giriştiği darbe teşebbüsüne karıştığı iddiası ile tutuklanır ve Mamak Askeri Cezaevinde dört ay hücre hapsinde yatar, yargılanır ve beraat eder
Tarih 31 Mart 1965 saat 1100 de Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ne katılır
Tarih 1 Ağustos 1965 Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi Büyük Kurultay�ında Genel Başkanlığına seçilir Aynı yıl yapılan genel seçimlerde Ankara milletvekili seçilir
Yıl 1969 Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'nin adi Milliyetçi Hareket Partisi amblemi de Üç Hilâl olarak değiştirilir O yıl yapılan genel seçimlerde Adana milletvekili olarak seçilir
İlki, 31 Mart 1975 -13 Haziran 1977 yılları arasında ve ikincisi de 1 Ağustos - 31 Aralık 1977 tarihleri arasında Süleyman Demirel başkanlığında kurulan koalisyon hükümetlerinde MHP Genel Başkanı olarak, Başbakan Yardımcılığı ve Devlet Bakanlığı yapar
Ülkü Ocakları, Büyük Ülkü Derneği ve diğer mesleki örgütlenmeler baslar
1968 Yılından itibaren Marksist ve bölücü gençlik hareketleri üniversitelerde yuvalanır ve üniversite özerkliğinden istifade ederek buraları silah, cephane deposu haline getirerek "Komünist Devrim" için üs haline koyarlar Üniversiteler işgal altındadır Her yer Lenin'in Stalin'in Mao'nun resimleri ve komünist sloganlarla doludur Komünist yeraltı örgütleri "şehir gerillası" mı "kır gerillası" mi tartışmaları yapmakta okullara kendilerine tabi olanlardan başka hiç kimseye hayat hakkı tanımamaktadırlar Bunun üzerine Başbuğ Alpaslan Türkeş toplanan çok az sayıdaki gence verdiği seminerlerle onları komünizm konusunda aydınlatmaya ve alternatif olarak da Türk Toplumculuğunu, Türk Milliyetçiliğini anlatır Kısa zamanda çoğalan gençler örgütlenmeye başlarlar Doktriner Türk Milliyetçiliği safhası başlamıştır Türk Milliyetçileri Dokuz Işık, dokuz prensip etrafında toplanırlar
Bu gelişmelerden rahatsız olan Türklük ve Türkçülük düşmanları özellikle de Komünist örgütler kendilerine okulda, fabrikada, köyde, kentte, dağda her yerde ama her yerde karşı çıkıp mücadele eden Ülkücü Hareket'e karşı savaş ilan ederler ve 12 Eylül 1980'e kadar 5000 civarında Ülkücüyü şehit ederler Devlet'in zaaf içinde olduğu düşünülen "zinde güçlerdi bir şeylerin yani ihtilâlin şartlarının "olgunlaşması" için daha fazla kanın akmasını beklemektedirler
Başbuğ için 1978, 1979, 1980 yılları bir çoğunu bizzat kendisinin yetiştirdiği binlerce ülküdaşının Komünist çetelerce katledildiğini gördüğü, kan ağlayan bir yürekle her şeye rağmen kaybetmediği soğukkanlılığıyla bir iç savaşı önlediği ızdırap dolu yıllardır
12 Eylül 1980 sabahı pusudakiler yeterince olgunlaşan şartların neticesi ihtilâllerini yaparlar Başbuğ Alparslan Türkeş ve Türkiye'nin komünist bir ihtilâle kurban olmasını engelleyen Ülkücü Hareket sanık sandalyesinde, idam sehpalarındadır Mamaklar ve C5'ler bu sürecin şekillendiği mekanlardır
Başbuğ 12 Eylül'den üç gün sonra teslim olur Cunta tarafından tutuklanan Başbuğ, önce 1 ay Uzunada'da daha sonrada Ankara Askeri Dil Okulu'nda ve hastalandığı dönemde de Mevki Hastahanesi�nde 4,5 yıl hapis yatar O ve 218 Ülkücünün idamı istenir, 9 Nisan 1985'de tahliye olur ve beraat eder
Tarih 6 Eylül 1987 Yapılan referandum neticesi diğer siyasilerle birlikte Başbuğ�a da konulan siyaset yapma yasağı kalkar ve Başbuğ Milli Ülküyü iktidar yapmak davayı kitlelere anlatmak için yine meydanlardadır
Tarih 4 Ekim 1987 Milliyetçi Çalışma Partisi olağanüstü kongresinde Genel Başkanlığa seçilir
Tarih 20 Ekim 1991 Genel seçimlerde MÇP'nin RP ve IDP ile yaptığı seçim ittifakı neticesi Yozgat milletvekili seçilir Başbuğ, son kez TBMMdedir Bu dönemde ülkemizi kasıp kavuran bölücü teröre karşı en etkili mücadeleyi O gerçekleştirir
Tarih 27 Aralık 1992 Oniks Eylül'ün kapattığı partilerin tekrar açılabilmesini sağlayan değişiklikler neticesi toplanan MHP'nin son kurultay delegeleri, MHP'nin isim ve amblemini MÇP'nin kullanabilmesine karar verirler
Tarih 24 Ocak 1992 MÇP'nin 4 Olağanüstü kurultayı toplanır ve partinin adini MHP amblemini Üç Hilal olarak değiştirir
Yıl 1997 tarih 4 Nisan

Alıntı Yaparak Cevapla

Unutulmayanlar (Biyografi)

Eski 08-23-2012   #8
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Unutulmayanlar (Biyografi)



Ediz Hun



1940 Istanbul dogumludur 1963 yılında sinemaya 'Genç Kızlar' filmiyle geçen, kısa süre içinde aranılan romantik jönler arasına giren Ediz Hun, 1976'da gittiği Norveç'te biyoloji ve çevre bilimleri eğitimi aldı Hun, 1999'da da milletvekili seçildi

Ediz Hun, 1940 yılında İstanbul'da dünyaya geldi Babası Adnan Bey, Çerkez, annesi Neşvet Hanım ise Rumeli göçmeniydi Hun, çocukluğunu anlatırken özellikle tutumlu olduğunu her zaman hatırlattı

'Annem felsefe öğretmeniydi, babam da makine mühendisi Tek oğluydum ailemin Ancak tek çocuk olmama rağmen asla şımarmadım Zaten onlar da bana böyle bir fırsat vermedi Ailemin maddi durumu iyi olmasına rağmen kazandığım paraları hiçbir zaman çarçur etmedim Hep yatırım yaptım'

Atatürk Lisesi'nden mezun olduktan sonra bir süre Almanya'daki Würzburg Üniversitesi'ne devam etti 1963 yılında bir derginin açtığı yarışmada birinci oldu ve aynı yıl Nevzat Pesen'in yönetiminde Türkan Şoray ve Hülya Koçyiğit'le başrolünü oynadığı 'Genç Kızlar' adlı filmle sinemaya başladı Kısa süre içinde romantik jön olarak Yeşilçam'ın aranılan oyuncuları arasına girdi Ediz Hun, o dönem Türk sinemasını yakından tanıdı

'Sinemamız o yıllar tamamen kendi kabuğunda bulunuyordu Sinemadan kazanılanlar da zaten sinema dışına taşındığı için gelişme de olmadı Fakat halkın başka bir eğlencesi yoktu ve bu nedenle de bu filmleri izliyordu Ne var ki tüm bunların dışında genelde sevgiyi, dürüstlüğü, yardımlaşmayı anlattığı için ve bu tür mesajlar verdiği için Türk sinemasının o dönem yapılan filmleri çok önemlidir İnsanlara bir anlamda bu konularda eğitim verdi o filmler'

3 Ocak 1973'te hostes Berna Hanım'la evlendi 1974'te kızı Bengü dünyaya geldi Türk sineması krize girince 1976'da ailece Norveç'e gitti Oslo ve Trondheim üniversitelerinde biyoloji ve çevre bilimleri eğitimi aldı 1981'de Türkiye'ye geri döndü ve matbaa kurarak ticaret hayatına atıldı Aynı yıl oğlu Burat dünyaya geldi 1985'te Orhan Aksoy'un TRT adına yönettiği 'Acımak' adlı dizisinde başrolü oynadı Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Turizm, Mahalli İdareler ve Avrupa Topluluğu Bölümleri Öğretim Görevlisi olarak öğretmenlik yaptı Bu görevini 1999'da ANAP milletvekili seçilinceye kadar sürdürdü 1991-93 yıllara arasında Çevre Bakanlığı Bakanlık Baş Danışmanı ve İstanbul Çevre İl Müdürlüğü görevini üstlendi 1996 Çevre Bakanlığı'ndaki görevinden istifa etti ve 'Doğal Dengenin Korunması' konularında yurtiçi ve dışında konferanslar verdi

Coşkun Aral

1 Mayıs 1956’da Siirt’te doğdu Sırasıyla 14 Eylül İlkokulu, Oruç Gazi Ortaokulu ve Mecidiyeköy Lisesi’nde eğitimini tamamladı Basın fotoğrafçılığı mesleğine 1974 yılında Günaydın ve Gün gazetelerinde başladı 1976 yılında Ekonomi ve Politika gazetesinde devam etti

1977 yılı, kanlı 1 Mayıs olaylarında çektiği fotoğraflarla ilk kez Sipa Press Ajansı yoluyla adını dünya basınında duyurdu Bu olaya ilişkin fotoğraflarıyla Time, Newsweek dergilerinde yer aldı Bunu izleyen yıllarda Sipa Ajansı’nın Türkiye muhabirliğini üstlendi Bu arada Türk basınında da Türk Haberler Ajansı, Milliyet, Hürriyet gazeteleriyle serbest olarak çalıştı

1980 yılında ilk defa Sipa Press Ajansı adına Türkiye dışında görev aldı Polonya’da ünlü Gdansk Grevi, İran, Irak olaylarına ilişkin çalışmalarıyla uluslararası platformda adını duyurmaya başladı 1980, 12 Eylül darbesini daha önce yaptığı arşiv çalışmalarıyla ünlü Newsweek, L’Express dergilerinin kapaklarında ve yüzlerce uluslararası dergi sayfalarında yansıttı

14 Ekim 1980 günü kaçırılan bir uçakta dünyada ilk kez hava korsanlarıyla bir röportaj gerçekleştirerek, Türk ve dünya basınında adından söz ettirdi Aynı olayla Türkiye ve dünyanın çeşitli ülkelerinde ödüller aldı 1980 yılından itibaren sürekli olarak Lübnan, İran, Irak, Afganistan, Kuzey İrlanda, Çad ve Uzakdoğu’da meydana gelen savaşları görüntüledi Time, Newsweek, Paris-Match, Stern, Epoca gibi dergiler adına fotoğrafçı olarak mesleğine devam ediyor

1986 yılında fotoğrafa ilaveten Türkiye’de 32 Gün adına başlattığı savaş TV muhabirliğini asıl mesleği ile birlikte, şu anda Haberci adlı televizyon haber belgeseli yapımcılığını da sürdürüyor

Fotoğraf Sergileri


1983-85 yılları arasında çektiği savaş fotoğrafları Paris’te FNAC’da sergilendi
Aynı yıllarda NewYork’ta Time Life Galerisi’nde savaş fotoğrafları sergilendi
1988 yılında Ara Güler ile birlikte Danimarka ve Finlandiya’da bir sergi açtı
1993 yılında Almanya’nın Düsseldorf kentinde yabancılar kültür merkezinde “Savaş ve İnsan” konulu bir sergi hazırladı

Kitapları


1983 yılında aralarında National Geographic’in ünlü fotoğrafçısı Reza ve Yan Morvan’ın da bulunduğu dört savaş fotoğrafçısı ile birlikte hazırladığı “Galile’de Barış” adlı savaş fotoğraf albümü Edition de Minuit tarafından yayınlandı Lübnan savaşını konu alan bu kitap, daha sonra Almanya ve Cezayir’de basıldı
Yine New York’ta, Pantheon Yayınevi tarafından son dönemin en iyi 31 savaş fotoğrafçısını içeren "War Torn" kitabında yer aldı
1988 yılında “Türkiye: Bin Millik Büyük Serüven” adlı macera fotoğraf albümü yayınlandı 1995 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde, Fielding Worldwide Yayınevi tarafından biri “Savaş Tehlikeli Işık”, diğeri “Dünyanın En Tehlikeli Yerleri” adlı iki kitabı yayınlandı 2000 yılının Temmuz ayında ise, Aral’ın savaş fotoğrafçılığı yaptığı yıllardaki çalışmalarını içeren “Sözün Bittiği Yer” isimli fotoğraf albümü yayınlandı Albümde, son 20 yılda dünyamızda yaşanan savaşların tamamına yakını yer alıyor
2001 yılının Şubat ayında, Viyana’da Kültür Bakanlığı Yabancılar Kültür Merkezi’nde savaş konulu fotoğraf sergisi açıldı

Evliya Çelebi (1611 - 1682)



Asıl adı Derviş Mehmed Zillî olan Evliya Çelebi'dir 1611 yılında İstanbul Unkapanı'nda doğdu Babası Derviş Mehmed Zillî, sarayda kuyumcubaşıydı Evliya Çelebi'nin ailesi Kütahya'dan gelip İstanbul'un Unkapanı yöresine yerleşmişti İlköğrenimini özel olarak gördükten sonra bir süre medresede okudu, babasından tezhip, hat ve nakış öğrendi Musiki ile ilgilendi Kuran'ı ezberleyerek "hafız" oldu Enderuna alındı, dayısı Melek Ahmed Paşa'nın aracılığıyla Sultan IV Murad'ın hizmetine girdi
Evliya Çelebi Seyahatname’nin girişinde seyahate duyduğu ilgiyi anlatırken bir gece rüyasında Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed'i gördüğünü, ondan "şefaat ya Resulallah" diyerek şefaat isteyecek yerde, şaşırıp "seyahat ya Resulallah" dediğini, bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz'in ona gönlünün uyarınca gezme, uzak ülkeleri görme imkanı verdiğini yazar
Evliya Çelebi bu rüya üzerine 1635'te, önce İstanbul'u dolaşmaya, gördüklerini, duyduklarını yazmaya başladı 1640’larda Bursa, İzmit ve Trabzon’u gezdi, 1645'te Kırım'a Bahadır Giray'ın yanına gitti Yakınlık kurduğu kimi devlet büyükleriyle uzak yolculuklara çıktı, savaşlara, mektup götürüp getirme göreviyle, ulak olarak katıldı
1645'te Yanya'nın alınmasıyla sonuçlanan savaşta, Yusuf Paşa'nın yanında görevli bulundu1646'da Erzurum Beylerbeyi Defterdarzade Mehmed Paşa'nın muhasibi oldu Doğu illerini, Azerbaycan'ın, Gürcistan'ın kimi bölgelerini gezdi Bir ara Revan Hanı'na mektup götürüp getirmekle görevlendirildi, bu sebeple Gümüşhane, Tortum yörelerini dolaştı 1648'te İstanbul'a dönerek Mustafa Paşa ile Şam'a gitti, üç yıl bölgeyi gezdi 1651'den sonra Rumeli'yi dolaşmaya başladı, bir süre Sofya'da bulundu 1667-1670 arasında Avusturya, Arnavutluk, Teselya, Kandiye, Gümülcine, Selanik yörelerini gezdi
Seyahatname
Evliya Çelebi 50 yılı kapsayan bir zaman dilimi içinde gezdiği yerlerde toplumların yaşama düzenini ve özelliklerini yansıtan gözlemler yapmıştır Bu geziler yalnız gözlemlere dayalı aktarmaları, anlatıları içermez, araştırıcılar için önemli inceleme ve yorumlara da olanak sağlar Seyahatname'nin içerdiği konular, belli bir çalışma alanını değil, insanla ilgili olan her şeyi kapsar Üslup bakımından ele alındığında, Evliya Çelebi'nin, o dönemdeki Osmanlı toplumunda, özellikle divan edebiyatında yaygın olan düzyazıya bağlı kalmadığı görülür
Divan edebiyatında düzyazı ayrı bir marifet ürünü sayılır, ağdalı bir biçimle ortaya konurdu Evliya Çelebi, bir yazar olarak, bu geleneğe uymadı, daha çok günlük konuşma diline yakın, kolay söylenip yazılan bir dil benimsedi Bu dil akıcıdır, sürükleyicidir, yer yer eğlenceli ve alaycıdır Evliya Çelebi gezdiği yerlerde gördüklerini, duyduklarını yalnız aktarmakla kalmamış, onlara kendi yorumlarını, düşüncelerini de katarak gezi yazısına yeni bir içerik kazandırmıştır Burada yazarın anlatım bakımından gösterdiği başarı uyguladığı yazma yönteminden kaynaklanır Anlatım belli bir zaman süresiyle sınırlanmaz, geçmişle gelecek, şimdiki zamanla geçmiş iç içedir Bu özellik anlatılan hikayelerden, söylencelerden dolayı yazarın zamanla istediği gibi oynaması sonucudur
Evliya Çelebi belli bir süre içinde, özdeş zamanda geçen iki olayı, yerinde görmüş gibi anlatır, böylece zaman kavramını ortadan kaldırır Seyahatname'de, yazarın gezdiği, gördüğü yerlerle ilgili izlenimler sergilenirken, başlı başına birer araştırma konusu olabilecek bilgiler, belgeler ortaya konur Bunlar arasında öyküler, türküler, halk şiirleri, söylenceler, masal, mani, ağız ayrılıkları, halk oyunları, giyim-kuşam, düğün, eğlence, inançlar, komşuluk bağlantıları, toplumsal davranışlar, sanat ve zanaat varlıkları önemli bir yer tutar
Evliya Çelebi insanlara ilgili bilgiler yanında, yörenin evlerinden, cami, mescid, çeşme, han, saray, konak, hamam, kilise, manastır, kule, kale, sur, yol, havra gibi değişik yapılarından da söz eder Bunların yapılış yıllarını, onarımlarını, yapanı, yaptıranı, onaranı anlatır Yapının çevresinden, çevrenin havasından, suyundan sözeder Böylece konuya bir canlılık getirerek çevreyle bütünlük kazandırır Seyahatname'nin bir özelliği de değişik yöre insanlarının yaşama biçimlerine, davranışlarına, tarımla ilgili çalışmalarından, süs takılarına, çalgılarına dek ayrıntılarıyla geniş yer vermesidir Eserin bazı bölümlerinde, gezilen bölgenin yönetiminden, eski ailelerinden, ileri gelen kişilerinden, şairlerinden, oyuncularından, çeşitli kademelerdeki görevlilerinden ayrıntılı biçimde söz edilir Evliya Çelebi'nin eseri dil bakımından da önemlidir Yazar, gezdiği yerlerde geçen olayları, onlarla ilgili gözlemlerini aktarırken orada kullanılan kelimelerden de örnekler verir Bu örnekler, dil araştırmalarında, kelimelerin kullanım ve yayılma alanını belirleme bakımından yararlı olmuştur Evliya Çelebi'nin Seyahatname'si çok ün kazanmasına rağmen, ilmi bakımdan, geniş bir inceleme ve çalışma konusu yapılmamıştır1682'de Mısır'dan dönerken yolda ya da İstanbul'da öldüğü sanılmaktadır

Cem Karaca ( 05041945)- (08022004)

Muhtar Cem Karaca 5 Nisan 1945'de İstanbul'da dünyaya geldi Tiyatrocu bir ailenin tek çocuğuydu ve sanatçı bir ailenin çocuğu olmak onun sanatla içiçe büyümesini sağladı Ortaöğretimini Robert Koleji'nde yapan Cem Karaca'nın müzikle tanışması oldukça ilginçtir Ergenlik çağındayken hoşlandığı kızı etkilemek amacıyla şarkı söylemeye başlamış ve bu başlangıcın arkasından devam eden olaylar sonucu kendisini müzik piyasasının içinde bulmuşturCem Karaca'nın sesinin keşfedilmesi ise annesi Toto Karaca tarafından olmuştur İlk dönemlerde Jaguarlar, Dinamitler gibi gruplarla amatörce çalışmalar yapan Cem Karaca bu dönemlerde henüz Anadolu müziğiyle tanışmamış batının Rock'n'Roll müziğine gönül vermiş bir şekilde o dönemin popüler parçalarını söylemekteydi O dönemlerde Cem Karaca'nın en büyük destekçilerinden biri de İlham Gencer'di ve onun orkestrasında müzikal deneyimini o dönemlerde oldukça ilerletmişti Bu dönemlerde müziğin yanında tiyatro ile de ilgileniyordu Cem Karaca ve çeşitli oyunlarda da görev aldı

Anadolu insanıyla tanışma

Cem Karaca'nın Anadolu müziği ile ciddi anlamda ilk tanışması ise askerliği esnasında oldu Askerliği sırasında Anadolu'yu daha yakından tanımasının yanısıra birgün orada askerliğini yapan birisinin saz çalışı sonucu daha önce son derece ilkel ve sıkıcı bulduğu bu müziğin aslında onun o anki gerçek duygularını yansıttığını ve hiçbir batı müziğinin o sazın içerdiği duyguları içeremeyeceğini anladı Cem Karaca'nın profesyonel olarak ilk müzikal deneyimi ise Apaşlar grubu ile 1967 yılında Hürriyet'in düzenlediği Altın Mikrofon yarışmasında Emrah isimli parçalarıyla aldığı ikincilikle oldu Aldıkları bu dereceden sonra Apaşlar grubu müzikal çalışmalarına dört elle sarıldı ve daha önceki tutkuları olan batı beat müziği ile yeni tutkuları doğu müziğini sentezleyip Anadolu-Beat tarzında çalışmalara giriştiler Bir süre sonra arkalarına Ferdy Klein orkestrasını da alarak müzikal altyapılarını iyice güçlendiren Cem Karaca ve Apaşlar grubu Ferdy Klein orkestrası eşliğinde de bir süre yollarına devam ettiler Bu beraberlik 1969'un sonlarına kadar sürdü ve ortaya çıkan sağlam ve başarılı eserlere rağmen grupta gitarist Mehmet Soyarslan ve Cem Karaca arasında doğan bazı politik anlaşmazlıklar sonucu Cem Karaca ve Apaşlar grubu dağıldı Bu grubun dağılmasından sonra Cem Karaca kafasındaki gerçek anlamda sol söylemde ve doğulu kimliğiyle Rock müzik yapma düşüncesini gerçekleştirmek amacıyla Apaşlar'ın basçısı Seyhan Karabay'ı da yanına alarak, yeni bir grup kurmak amacıyla genç ve yetenekli bir gitarist olan Ünol Büyükgönenç'i ziyarete gitti ve görüşme olumlu sonuçlanınca bu üçlü Cem Karaca-KARDAŞLAR grubunu kurma girişimlerinde bulundu ve hep beraber müzisyen arayışına girdiler Birkaç başarısız kombinasyondan sonra vokalde Cem Karaca gitarlarda Ünol Büyükgönenç bas ve ıklığ'da Seyhan Karabay ve davulda Hüseyin Sultanoğlu tarafından kardaşların ilk gerçek kadrosu kurulmuş olduFakat ilk baştaki maddi sıkıntılar nedeniyle Cem Karaca, Almanya'ya biraz para kazanıp gruba adam gibi ekipmanlar alabilmek için Ferdy Klein orkestrası eşliğinde çalışmalar yapmaya gitti Almanya'dan dönüşte Karaca'nın Almanya'dan getirdiği yeni gitarist Alex Wiska'yı da yanlarına alarak tam gaz çalışmalara başladılar ve Cem Karaca-KARDAŞLAR'ın çıkış 45'liği olan Dadaloğlu'nu yayınladılar Bu 45'liğin listelerde iyi bir sıraya yerleşmesinden sonra çok sağlam 45'lik çalışmalarına devam eden Kardaşlar bir dönem Alex Wiska gruptan ayrıldıktan sonra Fehiman Uğurdemir'le son kadrolarını oluşturup bir süre daha çalışmalarına devam ettiler Dışarıda grubun durumu oldukça iyi gözükmesine rağmen Cem Karaca ve Seyhan Karabay arasındaki tartışmalar Cem Karaca Kardaşlar'ın dağılmasına sebep oldu Grup Hüseyin Sultanoğlu yerine başka bir davulcu bulduktan sonra gerçekten Türk müzik piyasası ilginç bir değiş tokuşa sahne oldu Cem Karaca, Kardaşlar grubundan ayrılıp Anadolu Pop'un güçlü sesi Moğollar'la birleşirken Kardaşlar'da o dönemliğine konserlerde solistlik yapmak için Moğollar'la anlaşmış Ersen Dinleten'i gruplarına dahil ettiler Cem Karaca Moğollar'la Anadolu Rock tarzında çalışmalarına Kardaşlar sound'undan çok daha farklı olsa da devam ettiler Moğollar'ın Cahit Berkay'ın Fransa'ya gitmesi üzerine dağılmasıyla, Cem Karaca yeniden bir grup kurma arayışına girişti ve müzikal kariyerinin en önemli ve olgun dönemlerinden birini yaşayacağı grup olan Cem Karaca-DERVİŞAN kuruldu Cem Karaca bu grubu kurarken esas amacı Kardaşlar ve Moğollar'daki Anadolu Rock tarzına devam etmekti fakat gruba yeni giren basçı Oğuz Durukan ve Klavyeci Uğur Dikmen'in uzun süre İsveç'te Asia Minor Mission isimli grupla beraber yaptıkları müzikten ötürü batı progressive rock müziği konusunda deneyimli fakat Anadolu- Rock konusunda deneyimsiz olmaları bu grubun soundunun batıya kaymasına sebep oldu Cem Karaca bu grubu Ünol Büyükgönenç ile birlikte kurmuştu fakat daha bir 45'lik yapımına bile girişmeden grupla verilen birkaç konser sonrası grubun kuruluş ilkelerine uyulmadığı gerekçesiyle Ünol Büyükgönenç gruptan ayrıldı Dervişan grubu müzik yaptığı sürece gerçek anlamda birçok kadro değişikliğine uğramış bir gruptu Bu grubun kilit isimleri ise Cem Karaca ve Uğur Dikmen'di Cem Karaca'nın Kardaşlar ve Moğollar'da politik rock müziği çalışmalarına (Kardaşlar-Oy Gülüm Oy, Moğollar-İhtarname) yer vermiş olduğu görülse de ciddi anlamda sol söyleme geçtiği ve sanat toplum içindir düşüncesini gerçek anlamda benimsemiş olduğu esas grup Dervişan'dır Dervişan politik-rock yapmanın yanısıra İngiltere'de King Crimson,Yes,Emerson Lake&Palmer gibi grupların öncülük ettiği progressive rock müziğinin Uğur Dikmen ve Oğuz Durukan gibi ustalar sayesinde Türkiye ile tanışmasında önemli rol oynamıştır Türkiye'de bu tarz çalışmalar zaten olmuyor değildi(Barış Manço'nun 2023 albümü gibi) fakat Dervişan gerçekten "Zamanında acaba Türkiye'de progressive rock yapıldı mı?" sorularının hepsini safdışı edebilecek nitelikte bir grup olarak Türk Rock tarihinde derin izler bırakmıştır Cem Karaca toplama olmayan ilk LP'sini yine bu grupla çıkarmıştır"Yoksulluk Kader Olamaz" adındaki bu LP adından da anlaşılacağı gibi sol söylemde bir albümdür Bu albümün kadrosu son ve en uzun sürmüş Dervişan kadrosudur Basta-Hami Barutçu, davulda-Sefa Ulaştır, gitarda-Taner Öngür, klavyede-Uğur Dikmen ve vokalde-Cem Karaca Dervişan'ın dağılmasından sonra ise Cem Karaca 70'lerdeki son grubu olan Edirdahan'ı kurmuş ve bu grupla Safinaz isminde bir Long Play yapmıştır Bu Long Play, Barış Manço-Kurtalan Ekspresi'nin 1975 yılı albümleri 2023 ile birlikte Türkiye'nin sayılı senfonik rock albümlerindendir Edirdahan'dan sonra uzun bir süre Almanya'da yaşayan Cem Karaca yurda döndüğü zaman solo olarak müzik çalışmalarına devam etmiştir Sanatçının en son albümü, Nisan-1999'un başlarında piyasaya sürülmüş olan "Bindik Bir Alamete Gedeyoz Kıyamete" isimli albümdür

Sanatçı Cem Karaca, solunum ve kalp yetmezliği nedeniyle 8 Şubat 2004 günü 59 yaşında hayatını kaybetti Karaca, Üsküdar Seyit Ahmet Yesevi Camii’nde kılınan namazın ardından Karaca Ahmet Mezarlığı’nda toprağa verildi

Hakkında yazılanlar

1Bir Cem Karaca Kitabı
Gökhan Aya
Ada Müzik Kitapları

“Sevinçlerimiz bile artık mekanik Sevgisiz, saygısız, otomatik Bu şarkı kimilerine çok geç artık Bu şarkı kirlenmiş bir çığlık!”

Fakir BAYKURT




Burdur, Yeşilova, Akçaköy'de 1929 da doğdu İlköğrenimini köyünde yaptı

Gönen Köy Enstitüsü' nü bitirince (1948) beş yıl köy öğretmenliği yaptı Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü'ndeki öğrenimini tamamlayınca da (1955) ortaokul öğretmeni olarak Sivas, Hafik ve Şavşat'ta çalıştı, 1957 yılında yedek subay olarak askere gitti

"() Benim yazma yöntemim katımlıcılık diye özetlenebilir Köylünün yaşamını da öyle yazdım Düş gücüne de güvenirim tabii ama yalnız ona yaslanmam Yazmak istediğim yaşamı elimle tutacak derecede tanımak isterim Bugünkü yazarın görevi doğru yazmaktır, doğru bilgi vermektir, doğruyu dosdoğru göstermektir Son dönemlerde belgesel kitaplara gösterilen ilginin nedeni budur Okur doğru bilgi istiyor Yazar insan doğru görmeli, dosdoğru görmelidir Bundan uzaktan baktığım, karşıdan seyrettiğim, elimle yakalayamadığım durumları yazamam, buna cesaret edemem ()


Askerlik dönüşü Şavşat'a tayin edildi Ancak kısa bir süre sonra Ankara'ya alındı İlköğretim müfettişliği yaptı, TÖS ( Türkiye Öğretmenler Sendikası) ve TÖDMF ( Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu ) Genel Başkanı oldu Baykurt bu etkinliklerinden ötürü 1971' de sıkıyönetimce tutuklandı; askeri mahkeme önünde uzun süre yargılanıp beraat etti

Öğrenciliğinde Köy Enstitüleri Dergisi' nde ( Temmuz 1946), Tahir Baykurt imzalı şiirleriyle sanat hayatına girdi Şiiri köy notları ve hikayeler izledi, sonra romana geçti


Ne yapmak istedim ben? Köyün, köylülerin yaşamına ışık tutmak Bunu sanatın gereklerini her iyi yazarı birinci derece de ilgilendiren sanatsal kaygıları göz önünde tutarak yapmak istedim


Yazarken bütün endişesinin "içinde doğup yetiştiği köylülerin hallerini, sanatın gerçeklerini de göz önünde tutarak ortaya sürmek; sanatın en iyi amacının, hem konusu olan insanı hem de okuyanı, bulunduğu durumdan biraz daha ileri sıçratmak" olduğunu belirten ve eserleri tükendikçe yeni baskıları yapılan Baykurt, bu yönüyle gerçekçi, devrimci romanlarımız arasında yer aldı


"Her yazarın, yarattığı biçemin yanında, bir kendine özgülüğü vardır Fakir Baykurt, Türk insanını konuşturmada özellikle kendine özgüdür Romancılığımızın bu alanda ilerlemesinde sonsuz emekleri olmuştur Konuşturmalarında en küçük bir yapaylık yoktur Halkın dil değerlerinin bir anlatım dili olmasındaki çabaları da azımsanamaz Fakir Baykurt'un Çünkü, onun Türkçeleştirdiği, tek tek sözcükler değil, 'anlatım'dır Türk dilinin yazın ve düşünce dili olarak gelişmesinin kökeninde yatan da bu anlatımsal çabadır" (Adnan Binyazar)


1979 yılında Almanya'nın Duisburg şehrine yerleşen yazar, öğretmenlik görevi ile yazarlığı, ölümüne değin bu şehirde sürdürdü

Yaşamı boyunca sevgiye büyük önem veren Fakir Baykurt, 1989'da yazdığı "Benim Dileğim" başlıklı şiirinde şöyle diyor:

Benim dileğim
Yüz yıldan fazla yaşamak değil
Bir küçük dileğim var halkımdan
Mutlu olduğu o güzel mevsimde
Bir türkü süresi anımsanmak
Onu da paşa gönlü bilir


Benim yazma yöntemim katılımcılık diye özetlenebilinir Köylünün yaşamını da öyle yazdım Düş gücüne güvenirim tabii ama yalnız ona yaslanmam Yazmak istediğim yaşamı elimle tutacak derecede tanımak isterim Bugünkü yazarın görevi doğru yazmaktır, doğru bilgi vermektir, doğruyu dosdoğru göstermektir Son dönemde belgesel kitaplara gösterilen ilginin nedeni budur Okur doğru bilgi istiyor Yazar insan gerçeğini doğru görmeli, dosdoğru görmelidir Bundan dolayı uzaktan baktığım, karşıdan seyrettiğim, elimle yakalayamadığım durumları yazmam, buna cesaret duymam



Baykurt, Burdur-Yeşilova kazası Akçaköy'deki evlerinde bir kütüphane kurdu ve bunun açılışını da Kültür Bakanı İstemihan Talay'a yaptırdı Ünlü yazarın, Bakan'dan dileği ise, bu kütüphaneye bir görevli atanması idi

Fakir Baykurt "Almanya Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubu" ve "Duisburg Edebiyat Kahvesi"ni kurdu


Bizim köyün unu bitti
Koca köylü hapı yuttu
Mart ayının içinde
Kara Süllü öldü gitti
Sarı gelin öldü gitti
Elif gelin, Kezban gelin öldü gitti
Aaaaah
Ölenler öldü gitti
İyi kötü
Bir sevdiğim kız vardı
Öldü gitti
Gayri koymam sazımı
Alır başımı giderim
Gidenlerin suçu neydi?
Sual ederim!


Fakir Baykurt Essen'de öldü

Fakir Baykurt'un adı, Duisburg'da 20 yıl boyunca yaşadığı semtteki meydana verildi

Sinemaya da aktarılan ve tiyatroda oynanan ve Prof HWBrands tarafından "Izarcanın Dirliği" ile birlikte Almancaya çevrilen "Yılanların Öcü", Cumhuriyet gazetesinin Yunus Nadi Roman Ödülünde birincilik kazanmıştı (1958) Baykurt daha sonra "Sınırdaki Ölü" ile 1970 TRT Öykü Ödülü' nü, daha sonra "Tırpan" ile 1970 TRT ve 1971 Türk Dil Kurumu Roman Armağanları' nı, ayrıca, 1980 Avni Dilligil Tiyatro Ödülü' nü, "Can Parası" ile 1974 Sait Faik Öykü Armağını' nı, "Kara Ahmet Destanı" ile de 1978 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı kazandı Taner Barlas'ın oyunlaştırdığı "Tırpan" 1979' da İstanbul Şehir Tiyatrosu ile İzmir Devlet Tiyatro'sunda oynanarak Avni Dilligil En İyi Oyuncu ve Yazar Ödülleri' ni kazandı Mahmut Gököz tarafından tiyatroya uyarlanan çocuk romanı "Sakarca", Tiyatro 79 dergisi tarafından "yılın oyunu" seçildi Almancaya çevrilen "Barış Çöreği" ile 1984 Berlin Senatosu Çocuk Yazını Ödülü' nü, "Gece Vardiyası" ile 1985 Alman Endüstri Birliği (BDİ) Yazın Ödülü' nü aldı




ESERLERİ :

Roman :

Yılanların Öcü (1954)
Irazcanın Dirliği (1961)
Onuncu Köy (1961)
Amerikan Sargısı (1967)
Tırpan (1970)
Köygöçüren (1973)
Keklik (1975)
Kara Ahmet Destanı (1977)
Yayla (1977)
Yüksek Fırınlar (1983)
Koca Ren (1986)
Yarım Ekmek (1997)


Öykü :

Çilli (1955)
Efendilik Savaşı (1959)
Karın Ağrısı (1961)
Cüce Muhammet (1964)
Anadolu Garajı (1970)
On Binlerce Kağnı (1971)
Can Parası (1973)
İçerdeki Oğul (1974)
Sınırdaki Ölü (1975)
Gece Vardiyası (1982)
Barış Çöreği (1982)
Duirsbug Treni (1986)
Bizim İnce Kızlar (1992)
Dikenli Tel (1998)

Toplum - Eğitim :

Efkar Tepesi (1960)
Şamaroğlanları (1976)

Halk Öyküleri :

Kerem ile Aslı (1974)
Kale Kale (1978)

Çocuk :

Topal Arkadaş (1980)
Yandım Ali (1980)
Sakarca (1980)
Sarı Köpek (1980)
Dünya Güzeli (1985)
Saka Kuşları (1985)

Şiir :

Bir Uzun Yol (1989)

Cemal Resit Rey



Cemal Reşit Rey sarayla yakın ilişkileri olan, son Osmanlı ailelerinden birinin oğluydu 25 Ekim 1904'te Kudüs'te doğdu Babası Ahmet Reşit Bey, o dönemde Kudüs'e mutasarrıf olarak atanmıştı Cemal Reşit'in müziğe yeteneği o yıllarda ortaya çıktı Diğer çocuklar sokakta oynarken o bulduğu bir akordiyonu çalmaya ve ondan çıkan sesleri taklit etmeye çalışıyordu Beş yaşındayken ailecek İstanbul'a geldiler Burada bir yandan ilkokula giderken, bir yandan da piyano çalışmaya başlar Galatasaray Lisesi'nde okumaya başladığı yıllarda babasının politik durumu nedeniyle 1913 yılında zorunlu olarak Paris'e taşınırlar Burada özellikle Fransa Cumhurbaşkanı Raymond Poincare aileye sahip çıkar Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasına çok az zaman vardır ve Ahmet Reşit Bey ve ailesi dünyanın kültür başkenti Paris'te yaşamaya başlarlarCemal Reşit Bey daha çocuk yaşlarında Mahler'i orkestra yönetirken görecek, konservatuvarda onu müdür ve ünlü besteci Gabriel Faure dinleyecektir Faure onu dinledikten sonra ünlü pedagog Marguerite Long'a telefon açar ve "Madam size bir Türk çocuğu gönderiyorum ve hiçbir şey söylemiyorum, kendiniz göreceksiniz" der Sonra babasına dönerek "Oğlunuz hayatta müzikten başka hiçbir şey yapamaz" diye onun müzik dehasını hemen keşfeder Debussy'nin öğrencisi, Ravel'in en yakın dostlarından ve eserlerini en iyi yorumlayan piyanistlerden biri olan Marguerite Long, 19 yaşına kadar hiç para almadan Cemal Reşit'in eğitimi ile yakından ilgilenecektir

Ahmet Reşit Bey ve ailesi, savaş başlayınca Paris'te uzun süre kalamazlar Cenevre'ye yerleşirler Cemal Reşit eğitimine burada Cenevre Konservatuvarı'nda devam ederken, normal lise eğitimini de sürdürür Konservatuvarın ustalık sınıfına kadar yükselir ancak 1919'da babası dahiliye nazırlığına atanınca İstanbul'a gelirler Baba oğlunu hemen İstanbul'da bir piyano öğretmenine götürür Ancak çocuğun piyano bilgisi öğretmeninkinden fazladır Cemal Reşit bu kez tek başına Paris'e eğitime gönderilecek, tekrar Marguerite Long'la çalışmaya başlayacaktır Konservatuvarda Gabriel Fauret'den müzik estetiği dersleri alır Besteci, piyanist ve orkestra şefliği üzerinde eğitim görür Daha okul yıllarında besteleriyle ilgi çekmeye başlar

Cemal Reşit, cumhuriyetin ilanından iki ay önce Paris Konservatuvarından mezun olur Bu arada İstanbul Belediyesi Darülelhan'a (ilk konservatuvar) batı müziği bölümü açılmasına karar verilir ve hoca olarak genç Cemal Reşit çağrılır Bu onun için dünyanın en büyük mutluluğudur Henüz 19 yaşındadır, onu Avrupa'da büyük bir kariyer beklemektedir ancak hocalarının tüm engellemelerine karşın İstanbul'a döner Belki Batı'daki büyük kariyerini bırakmıştır ama, Cemal Reşit Rey Türkiye'de klasik müziğin kuruluşuna öncülük etmiş, pek çok öğrenci yetiştirmiş ve yaşamı boyunca müzik dünyasının hep bir numarasında yaşamıştır Türkiye'ye döndükten sonra yaşamı boyunca artık kendi ülkesinden hiç ayrılmayacak, çeşitli orkestralar kurup, bunlarla yurt içi ve dışında konserler yönetecek, dünyanın en ünlü sanatçılarını şef olarak Türkiye'de ağarlayacak, Türkiye'de bir yandan klasik müziğin yaygınlaşması için çalışırken, öte yandan yazdığı operetlerle tiyatro dünyasında unutulmayacak eserlere imza atacaktır

Cemal Reşit Rey'in yaşamı sürekli çalışarak, üreterek geçti Ailesiyle birlikte oturdukları Nişantaşı'nda Şair Nigar Sokak'taki konukta anne babası, ağabeyi Ekrem Reşit, kız kardeşi Semine ve eşi Semih Argeşo ile birlikte yaşıyorlardı Semih Argeşo Cemal Bey'in kurup yönettiği İstanbul Senfoni Orkestrası'nın baş kemancısıydı Semine Hanım da orkestrada keman çalıyordu Konakta hem ciddi klasik müzik çalışmaları yapılıyor, hem de ağabeyi Ekrem Reşit'le birlikte müzikaller üzerine çalışıyorlardı Cemal Bey'in müzikalleri zevk almasının ötesinde yapacağı klasik müzik çalışmalarında özellikle yurt dışı konserlerinde değerlendirmek için para kazanmaya yönelik olarak da yaptığı oluyordu Çünkü özellikle o yıllarda Türkiye'de klasik müzik yapmak bir misyoner gibi çalışmayı gerektiriyordu Babasının ölümü, ardından Semine Hanım ve eşinin ayrı bir eve çıkarak konaktan ayrılmaları, Ekrem Reşit Bey'in ve 1962'de annesinin ölümü ile Cemal Bey'in konak yaşamı son buldu Koca İstanbul'da tek başına kalmıştı Yanında ağabeyine çok iyi baktığı için aile emektarı olan Rıfkı Ergün ve ailesiyle birlikte Serencebey'de bir apartman dairesine taşınır Orkestradan emekli olan Cemal Bey, piyano dersleri vermekte, yine evi eski dostları ve öğrencileri ile dolup taşmaktadır ama artık o eski debdebeli günler geride kalmıştır Bir zamanlar şık giysileri ile her yerde dikkat çeken Cemal Reşit Rey üzerinde eski kıyafetleri, mütevazı evi ile onu eskiden tanıyanların içlerini acıtmaktadır Giderek Rıfkı Ergün'ün ailesini kendi ailesi gibi görmeye başlar Hele içlerinde sağır dilsiz olan Melek'i özel bir ihtimamla büyütür

1970'lerde Cemal Reşit Rey, Haldun Dormen'in sahneye koyacağı bir müzikalin siparişini alır Ağabeyinin ölümünden sonra müzikal yazmamaya karar veren Rey, Erol Günaydın'ın yazacağı metinleri müzikleyebileceğini söyleyerek herkesi şaşırtır Erol Günaydın'la kısa süre içinde çok iyi dost olurlar ve Yaygara 70 büyük başarı kazanır Ardından Uy Balon Dünya isimli ikinci bir müzikal yapılır ama aynı başarıyı yakalayamaz 1980'lerde Cemal Bey iyice kendi dünyasına çekilir 1985'de Lüküs Hayat 51 yıl aradan sonra yine aynı sahnede İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda sahnelenecektir Cemal Bey, gala gecesi için özel olarak hastaneden çıkarılır ve Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu'na getirilir Eser yıllar sonra yine büyük bir başarı kazanmıştır Haldun Dormen ve Gencay Gürün onu alkışlar arasında sahneye çıkarırlar Anlatılmaz derecede mutludur Seyirci onu dakikalarca ayakta alkışlar Bu onun son sahneye çıkışı olacaktır Ertesi gün tekrar hastaneye yatırılır ve buradan ikinci çıkışında Edirnekapı'daki aile mezarlığına defnedilecektir

Yılmaz Güney



Asıl adı Yılmaz Pütün'dür Babası Zaza, annesi Kürt, Urfa-Siverekli yoksul bir işçi ailesinin çocuğu olan Yılmaz, Adana`daki ortaöğretim yıllarında tarlalarda çalıştı ve bunun gibi türlü işler yaptı

Yılmaz Güney oynadığı filmlerde haksızlığa uğramış halktan insanları canlandırdı Güney, yapımcılığını, yönetmenliğini, senaryo yazarlığını ve oyunculuğunu üstlendiği Seyit Han/Toprağın Gelini (1968) filmiyle ileride kendi adıyla anılacak olan film türünü ortaya çıkardı Bu filmde, sevdiği kıza kavuşmak için tüm kötüleri tek tek ortadan kaldıran, ama sonunda bilmeden sevgilisini de öldüren bir yalnız kahramanı canlandırıyordu Daha sonraki dönemlerde, genellikle Spagetti Westernler ile benzerlik gösteren bazı filmlerde rol aldı; bu tür filmleri yazdı ve yönetti Bu açıdan, Türk Sineması'nın en özgün kişilerinden biri olarak görülmektedir

Güney, sonraki Aç kurtlar (1969), Umut (1970), Umutsuzlar (1971), Acı (1971), Ağıt (1971) gibi filmlerinde ülke gerçeklerine değinen ve ezilen insanı odak olarak alan bir anlatım geliştirdi Yaşamı olanca gerçekliği içinde yansıtmaya çalışan bu sinema, bir yönüyle 2 Dünya Savaşı sonrasında İtalya'da gelişen Yeni Gerçekçilik Akımı'nı, bir yandan da geleneksel halk destanlarını anımsatmaktadır



Güney, 1974'te yönettiği Arkadaş'ta ve daha sonra hapse girdiği için Şerif Gören tarafından tamamlanan Endişe`de (1974), gene hapse girdiği için sadece senaryosunu yazdığı, Şerif Gören tarafından yönetilen Yol`da (1982), ölümünden önce yurtdışında yönettiği son filmi Duvar`da (1983) kendine özgün tema ve anlatım biçimlerini geliştirerek uyguladı Yurtdışına çıktıktan sonra kurgusunu yapıp gösterime çıkardığı Yol, 1982 Cannes Film Şenliği`nde Kayıp (Missing) adlı filmle birlikte büyük ödül olan Altın Palmiye'yi paylaşarak Türk sinemasına tarihinin en önemli ödüllerinden birini daha getirdi

Güney 1974 yılında Yumurtalık Savcısı'nı öldürme suçundan, 18 yıla mahkum oldu 1981 sonunda izin alarak ayrıldığı Isparta Cezaevi'ne dönmeyen Güney, daha sonra Fransa'ya sığındı TC uyruğundan çıkarıldı 9 Eylül 1984'te kanserden öldü ve orada toprağa verildi

Atıf Yılmaz Batıbeki

Atıf Yılmaz Batıbeki,9 Aralık 1925'te Mersin'de dünyaya geldi ve 5 Mayıs 2006 akşamı İstanbul'da vefat etti, mezarı Zincirlikuyu Mezarlığındadır Yeşilçam'ın nitelik ve nicelik olarak en fazla üreten yönetmenlerindendir Atıf Yılmaz, 119 filme imzasını attı, 51 filmin senaryosunu yazdı ve 27 filmin yapımcılığını üstlendi

Üniversite öncesi öğrenimini Mersin'de tamamlayan Atıf Yılmaz, bir süre İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde okuduktan sonra resime olan ilgisi nedeniyle Güzel Sanatlar Akademisi'nin Resim Bölümü'ne geçiş yaparak eğitimini tamamladı Öğrencilik dönemi ve sonrasında da Nuri İyem Atölyesi'nde resim çalışmaları yaptı

Batıbeki, bir süre film eleştirmeni, ressam ve senaryo yazarı olarak çalıştıktan ve iki filmde yönetmen yardımcılığı yaptıktan sonra, 1951 yılında ilk konulu filmi Kanlı Feryatla yönetmenliğe başladı Türk sineması içinde yer aldığı süreçte bir çok meslek örgütünün kuruculuğunda ve yönetiminde yer aldı Yönettiği son film 2004 ylında Eğreti Gelin oldu Türk sinema tarihinin 1950 sonrası evrelerini onun filmlerinde görmek ve gözlemlemek mümkündür Her dönemin moda ve ticari akımları paralelinde filmler yapmıştır Filmlerinde sıradanlaştırmadan tutturduğu kalite ile de örnek olmuştur Sinema anlayışında sanattan çok ticari kaygıları gözlemlemek mümkündür Türk sinemasının gişe yapan filmlerinde hep onun imzası oldu Bu anlamda bir tarz olarakta Türk sinema tarihinde özel bir yere ve öneme sahiptir



Türk sinemasının tanınan bir çok yönetmeninden; Zeki Ökten, Yılmaz Güney, Şerif Gören, Ali Özgentürk, Halit Refiğ gibi ünlü yönetmenlerin yetişmesinde katkısı oldu Atıf Yılmaz'a, 1991 yılında Hacettepe Üniversitesi tarafından Sanatta Onursal Doktora payesi verildi Antalya Altın Portakal Film Festivali�nde en çok ödül alan yönetmen olarakta tarihe geçti Atıf Yılmaz'ın son ödülü; Ankara Uluslararası Film Festivali kapsamında verilmekte olan geleneksel 'Aziz Nesin Emek Ödülü' oldu


Eğreti Gelin'den bir sahne


Türk sinemasına 'kadın'ı öğrenen yönetmen olarakta geçmiştir Türk sinemasının önemli kadın oyuncuları ile yaptığı filmler:
Türkan Şoray: 'Kölen Olayım' (1969), 'Kara Gözlüm' (1970), 'Ateş Parçası', 'Güllü', 'Unutulan Kadın', 'Yedi Kocalı Hürmüz' (1971), 'Cemo', 'Zulüm' (1972), 'Güllü Geliyor Güllü' (1973), 'Selvi Boylum Al Yazmalım' (1977), 'Mine' (1982)
Müjde Ar: 'Adı Vasfiye' (1985), 'Aaah Belinda', 'Dul Bir Kadın', 'Asiye Nasıl Kurtulur'
Hale Soygazi: 'Bir Yudum Sevgi' (1984) , 'Kadının Adı Yok', 'Bekle Dedim Gölgeye'
Özel hayatında üç evilik yaptı; Nurhan Nur, Ayşe Şasa ve son olarak yazar Vedat Türkali'nin kızı Deniz Türkali ile evliydi

Yıldırım Gürses



21 Ocak 1939 yılında Bursa'da doğdu Bursa Erkek Lisesi'ni bitirdikten sonra Ankara İktisadi Ticari İlimler Akademisi İşletme Bölümü'nü bitirdi Sanat hayatına 1951 yılında Bursa Ses Kralı seçilerek başladı

1959'da da Üniversitelerarası Ses Kralı seçildi 1961 yılında kendisi gibi ses sanatçısı olan Ayla Gürses'le evlendi Bu evlilikten Beyazıt adını verdiği bir oğlu dünyaya geldi 1961 yılında Devlet Opera imtihanına girdi ve birinci oldu Operada da 7-8 ay çalıştıktan sonra ayrıldı 1965 yılında Hürriyet Gazetesi'nin düzenlediği Altın Mikrofon yarışmasını kazandı

350'ye yakın bestesi olan sanatçının ünlü besteleri arasında "İçime Hüzün Doluyor", "Gençliğe Veda", "Son Mektup", "Aşkın Bahardır", "Senin Aşkına Doyum Olmaz", "Gurbet", "Bir Garip Yolcu", "Feryat", "Eller", "Affetmem Asla Seni", Güller Ağlasın", Sonbahar Rüzgarları", "Sarsam Seni Gül Dudaklım", "Liseli Kız", "Mazideki Aşk" bulunuyor

Yıldırım Gürses 18 Kasım 2000 yılında öldü

Vahi Öz



1911 yılında İstanbul'da doğdubir süre Samsun Lisesinde okuduİlk kez 1928'de Samsun Gençlik Mahfeli'nde sahneye çıktı1930'da İstanbul Şehir Tiyatrosuna girdiDaha sonra Raşit Rıza, Ses, Yeni Ses, Şen ses ve Küçük Operada çalıştıktan sonra, 1968'de kendi adına bir topluluk kurduAyrıca Ankara Radyosu temsil kolunda çalıştı1947'de Bir Dağ Masalı filmiyle sinemaya geçtiSinemada asıl ününü 1960'dan sonra yaptıHoroz Nuri tiplemesiyle tanındı ve Mualla Sürer'le ilginç bir tip oldular1953'te Kan Kardeşler ve Süt Kardeşler adlı iki filmin yönetmenliğini de yaptı1969 yılında öldü

FİLMLERİ
Bir Dağ masalı, Toto Ali Milyoner, Gol Kralı Cafer,Ayşecik Fakir Prenses,Şaşkın Baba,Anadolu Çocuğu, Dokunma Bozulurum, Helal Adanalı Celal, Horoz Nuri, Bekar Odası, Kanlı Nigar

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.