Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Forum İslam > İslami Genel Konular

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
çeşitli, hermenötik, kuran, tarihselcilik, varyantasyonlarıyla

Kur'an Ve Çeşitli Varyantasyonlarıyla Tarihselcilik Ve Hermenötik

Eski 08-20-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Kur'an Ve Çeşitli Varyantasyonlarıyla Tarihselcilik Ve Hermenötik




http://wwwhikmetnet/content/view/57726/34/ konun zaruri gördüğüm kısmını aldım yazının tamamı için linke bakabilirsiniz



KONUNUN TENKİDİ VE İSLÂM

Konu, bilhassa usûlleri itibariyle tefsir ve fıkıh gibi İslâmî ilimleri de ilgilendirdiği için çok boyutlu olmakla birlikte, meselenin bu yanını uzmanlarına bırakarak, burada onu kendi mantığı ve temel İslâmî prensipler çerçevesinde incelemeye çalışacağız

Hareket Noktası Her şeyden önce ifade etmek gerekirse, konu İslâmî bir mesele olarak ele alınmasına rağmen, bizzat ele alıştaki mantık açısından çelişmektedir Çünkü, tarihselciliğe ve hermenötiğe göre, her konu, anlam, anlama ve yorumlama, kendine has şartlarda gerçekleşir ve ne ise o olur Dolayısıyla İslâmî bir meselenin, İslâm'ın şekillendirdiği bir ortamda ele alınması zaruridir (Şu kadar ki hermenötik, her şartta her ferdin anlam ve yorumunu doğru kabul eder ve sabit bir doğruya yer vermezken, İslâm, kendisinin şekillendirdiği bir ortamda her zaman aslında, yani evvelemirde ne ise odur ve değişmez) Fazlurrahman, kişilerin şartlara rağmen objektif bir değerlendirmeye ulaşabileceklerini söylese de, onun, tarihselciğin ve hermenötiğin temel kalkış noktası, tarihî şartların vazgeçilmezliği ve kendi hususiyetlerini dikte etmesidir İkinci olarak, tarihselci-hermenötikçiler, dini ve Kur'ân'ı temelde daha çok ahlâkî ve mânevî prensiplerine oturtup, hukuku bunların üzerinde temellendirmelerine, yani hukuk kaidelerini adalet, kalkınmışlık ve fesattan uzak bir toplum gibi belli mânevî-ahlâkî değişmez prensipler üzerine bina etmelerine rağmen, bu prensipleri temel değil, pratikte bir sonuç olarak ve hukukun uygulanışını öne alarak değerlendirdiklerinin farkına varmamaktadırlar Çünkü, hukuk kaidelerinin temelini teşkil ettiğini söyledikleri adalet ve fesadın ortadan kalkması gibi İslâmî hedefler, esasen İslâm'ın mânevî-ahlâkî prensiplerine göre oluşmuş bir toplumda anlamını bulur Yoksa, mevcut şartlara ve kriterlere göre bir adalet ve fesatsız toplum anlayışının ortaya çıkması ve tam tersine olarak, İslâm'ın mânevî-ahlâkî kaidelerinin bunlara göre belirlenmesi kaçınılmaz olacaktır

İşte, Müslümanlar olarak bugün üzerinde tartıştığımız problemlerdeki anlaşmazlığın ve yanlış sonuçlara varmanın asıl kaynağı, kalkış noktasındaki bu temel hatadır Acı ama üzerinde durulması gereken bir vakıa olarak, belki birkaç asırdır bize, yani İslâm'a, hattâ İslâm toplumlarına ait olmayan meseleleri bize aitmiş ve İslâm'ın da o tür problemleri varmış gibi tartışma konusu yapıyor ve çözüm için bunların referanslarını başka kaynaklarda arıyoruz İkinci olarak, İslâm adına tartıştığımız meseleler, İslâmî bir sürecin ortaya çıkardığı meseleler olmaktan çok, içinde bulunduğumuz gayr-ı İslâmî şartlar, oluşumlar ve süreçlerin ortaya çıkardığı meselelerdir Bu meseleler, başka sistem ve süreçlere İslâm'ı adapte etme, hem Müslüman, hem de başka türlü olabilme gibi, farkına vararak veya varmayarak kapıldığımız sakîm bir akım içinde karşımıza çıkmakta ve sonra da onları güya İslâm'a göre çözmeye çalışmaktayız Dolayısıyla, bir ortak nokta bulmak da oldukça güçleşmektedir İslâmî bir süreç, Tevhid'i düşünce, inanç ve hayatta hakim kılma adına atılmış bir ilk adımla başlar Bu ilk adım, "Oku!" emridir İslâm'ın ve Müslüman'ın hayatının "Oku!" emriyle başlaması, çok önemli gerçeklere parmak basmakta ve İslâm'a ve İslâmî meselelere bakışımızda bize ışık tutmakta, yol göstermektedir Her şeyden önce, İslâm'ın bir fiille başlaması, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin çok önemli tesbitiyle, muhatabı önce aksiyona yöneltmektedir Bu noktanın bilhassa son asırlarda iyi kavranamamış olması, İslâm'ı ve İslâmî meseleleri ele alış, takdim ve İslâm'ı tebliğde yapılan hataların anası konumundadır

Fethullah Gülen Hocaefendi, İslâm'ın bir aksiyonla başlamasını, "başkalarının hamle ve aksiyon dalgalarının, düşünce ve plân girdaplarının tesirine girmeden, onların hareket fasıllarını temsil etme zorunda kalmadan kendimiz olarak hareket etmenin" anahtarı ve garantisi olarak görür (Gülen 1998, 52) İslâmî düşüncenin, bir ilk İslâmî adıma bağlı olarak başlaması ve bu şekilde oluşacak aksiyon-düşünce-aksiyon salih dairesi içinde İslâmî meselelerin tahlil edilmesi, başkalarının gündemlerine takılmadan, İslâm'ın kendi gündeminde yürünmesi elzemdir Aksi hâlde, İslâm dışı oluşumların yön verdiği bir gündemde İslâmî meselelerin ele alınması, İslâm adına yanlış sonuçlara varılmasını kaçınılmaz kılacaktır ve kılmaktadır Bu temel gerçeğin kavranamaması, bilhassa son asırlarda mevcut gündemleri genel-geçer kabul ederek, İslâm adına ona göre tavır belirleme, dolayısıyla İslâm'ı sürekli olarak bu gündemlerin peşinden koşturma, kısaca, sürekli reaksiyoner (tepkici) bir tavrın kaçınılmaz kıldığı yenilgi ve başarısızlıklarla, İslâm'ı ve İslâmî meseleleri ele almada sürekli revizyonlara gitme ve İslâm'ın yanlış anlaşılıp, yanlış tanınmasına sebep olma sonucunu doğurmuştur ve doğurmaktadır

İslâm'ın bir aksiyonla başlaması, meselelere bakış açımızı sağlam bir zemine oturtur ve bize onlara Müslümanca bakabilme adına İslâmî bir perspektif sunar Yani, İslâmî bir perspektif, ancak İslâmî pratik içinde elde edilebilir ve İslâm'ın her türlü kaidesi, İslâmî pratik içinde mânâsını bulur Bu pratikte, evet İslâm'ın temel inanç ve ahlâk kaideleri esası teşkil eder Bundandır ki, tarih boyu bütün peygamberler, ne zaman, nerede ve hangi şartlarda gelmiş olurlarsa olsunlar, daima aynı esaslarla gelmiş ve bu esasları, hattâ, detaylarda bazı farklılıklar olsa da, temelde aynı hareket çerçevesinde (sünnet) tebliğ etmişlerdir Yani, onların aynı esasları tebliğde ve pratiğe dökmede uyguladıkları yöntem de, temel karakteri itibariyle hep aynı olmuştur O kadar ki, Kur'ân-ı Kerim, meselâ Şuarâ sûresi'nde arka arkaya beş peygamberin tebliğini neredeyse aynı lâfızlarla takdim buyururken (26:105-110, 123-127, 141-145, 160-164, 176-180), bu tebliği ve ona tepkilerin neticelerini de "Allah'ın Sünneti, bu Sünnet'te değişiklik olmayacağı" gibi bir takım temel kaidelere bağlar (4:26; 8:38; 17:77; 18:55; 33:38, 62; 35:43; 48:23) Peygamberlerin baba bir, anne ayrı kardeşler oldukları hadis-i şerifi de (Buhari, enbiya 48), onların teferruatta farklılıklar olsa da, aynı esaslarla geldikleri şeklinde yorumlanmıştır (Gülen, Sonsuz Nur, 1:58) Şu kadar ki, burada üzerinde durulması gereken ince bir nokta vardır Tarihî hâdiseler, tarihselcilerin de kabul ettikleri üzere, kendilerini aynen tekrar etmez; fakat, bir ağacın her yıl, bir önceki senedekinin aynı renk, yapı ve özellikte yaprak ve çiçek açıp, meyve vermesi gibi, misliyle tekrar edebilir Şurasını belirtelim ki, tarihselcilik bu tekrar etmemeyi, nasıl meydana geldikleri üzerinde hiç durmadan tarihin âdeta kendisine bağlarken, Kur'ân, bu tekrarı, ne aynıyla ne de misliyle zaruri görür Fakat, insan tabiatı, insanın çabuk tefessüh etmesi ve başına gelenlerden fazla ders almaması, tarihin çok defa misliyle tekerrür etmesine yol açmaktadır Bunun sebebi ise, insanın cüz'î iradesidir İslâm, insanı bir takım değerlere ve hedeflere yönlendirir; gerek tarihin insana bağlı olarak misliyle tekerrür etmesi, gerekse İslâm'ın insan için tayin ettiği ideal, gerekse insan tabiatındaki, hayatındaki ve insanın varlığındaki, dünya içinde varoluşundaki temel değişmez unsurlar, onun değişmez aslî ihtiyaçları, her zaman için geçerli, aynı ve değişmez kaidelerin varlığını gerektirir Bundandır ki, bütün peygamberler inançta, ibadetlerde, temel haram ve helâllerde, temel içtimaî-siyasî-iktisadî düsturlarda ve ahlâkî değerlerde hep aynı esaslarla gelmişlerdir İşte bu esaslar ve onların tebliğ yöntemindeki birlik, ortaya İslâmî bir pratik ve süreç (sünnet) çıkarmış, diğer bütün meseleler, bu arada tabiî ki hukuk kaideleri de bu süreçte oluşup, mânâsını bulmuştur Tarihselci-hermenötikçiler ise, gayr-ı İslâmî pratikler içinde İslâm'ı ele almakta ve İslâm Hukuku'nun dayandığı prensiplerin içini, gayr-ı İslâmî pratiklerin doğurduğu muhteva ile doldurmaya çalışmaktadırlar Müşahhas bir örnek olarak, Fazlurrahman, modern dünyanın bilimsel ve teknolojik meydan okumalarına karşı koyamayıp, geri kalmamızın sebepleri arasında faizin haramlığını, kadının şahitliğinin bazı durumlarda erkeğin şahitliğine eşit kabul edilmemesini ve mirasın paylaşımı gibi bir takım hukukî kaidelere temas eder ve bu konularda mevcut Batı hukuk prensiplerine göre düzenlemeler yapılabileceği sonucuna ulaşır O, modern banka sistemlerinin vazgeçilmez olduğu modern ekonomik dünyada faizin haramlığını geçerli kabul etmeyi garip karşılar

Tarihselci-hermenötikçiler, bu noktada da kendileriyle çelişmektedirler Onlara göre, yukarıda arz edildiği gibi, eğer Kur'ân, hukuk kaideleriyle adaleti ve fesatsız bir toplum düzenini esas almışsa -ki, adaletin sağlanıp, fesadın ortadan kaldırılmasını en geniş mânâsıyla ele aldığımızda bu doğrudur- bu takdirde, onların gözden kaçırdığı ve kendileriyle çeliştikleri nokta, faizin haramlığının, adaletin ve fesatsız toplum düzeninin hem bir sebebi, hem bir sonucu olduğudur Yani, hem İslâm'ın temel mânevî-ahlâkî değerleri, hem onların hayata aktarılışıyla ortaya çıkan İslâmî pratik ve bu pratiğin getirdiği İslâmî iktisadî ve içtimaî sistem, hem de bu sistemin unsurları olan hukuk kaideleri ve onların üzerlerine oturup, hedef aldığı temel iki değer olan adalet ve fesatsız toplum düzeni için faizin haramlığı, hem vazgeçilmez bir kaidedir, hem de bir sonuçtur Oysa, hermenötikçiler, kendileriyle çelişerek, faizin haramlığını adaletin ve temel İslâmî mânevî-ahlâkî değerlerin üzerine bina etmedikleri gibi, mevcut gayr-ı İslâmî pratiği esas kabul edip, bu pratiğin bir boyutu olan faizi ve bankacılık sistemini esas almakta ve adaleti buna oturtmaktadırlar İslâm, faizin helâl olduğu hiçbir adalet anlayışını kabul edemez Kabul edemez çünkü, hiç kimse, faizin li-gayrihî, yani sonuçları itibariyle haram olduğunu ileri süremez İslâm, haramları li-aynihî - bizzat kendisinden dolayı, yani öz niteliği gereği haram- ve li-gayrihî - sonuçlarından dolayı haram - olarak ikiye ayırır Faiz, li-aynihî bir haramdır ve adaletsizliğin ve fâsit ve müfsit bir toplum düzeninin en önemli sebeplerindendir Bediüzzaman, bu konuda gerçek tesbiti yapar:

Bütün ihtilâllerin ve fesadın asıl kaynağı ve bütün ahlâk-ı rezilenin muharrik ve menbaı iki kelimedir:

Birinci Kelime: "Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse bana ne!"

İkinci Kelime: "İstirahatim için zahmet çek; sen çalış, ben yiyeyim"

Birinci kelimenin kökünü kesecek tek bir devası var ki, o da vücub-u zekâttır İkinci kelimenin devası, faizin haramlığıdır Kur'ânî adalet, dünyanın kapısında durup, faize, "Yasaktır, girmeye hakkın yok" der Beşer bu emri dinlemedi, büyük bir sille yedi Daha müthişini yemeden, dinlemeli! (Mektubat, 495)

Tarihselci-hermenötikçilerin ileri sürdükleri metot, pek çok soruları da beraberinde getirmektedir Meselâ: Yukarıda da üzerinde durulduğu üzere, hukuk ile iman, mânevî-ahlâkî değerler ve prensipler birbirinden ayrılabilir mi? Hukuk, insanın yetişmesinde ve nihaî hedef olan Cennet'e ehil hâle gelmesinde, üzerine oturduğu mânevî-ahlâkî değerlerin referansından farklı referanslar benimseyebilir mi? Benimserse, İslâm'ın vazettiği temel mânevî-ahlâkî değerlere hizmet eder mi? Bu, meseleleri parçalı ele alma değil midir? Meselâ, bir zaman şartlar öyle gerektirirse, hattâ denebilir ki modern dünyanın âdeta birer hususiyeti olarak, kontrolsüz ve sadece kendi kendisini tayin eden bir ticaretin, savaşta mutlaka yenmek için kadınları-çocukları öldürmenin, gayeye hizmet ediyorsa terörün kabul edildiği bir hukuk, İslâm'ın mânevî-ahlâkî temelleriyle, adalet ve fesatsız toplum hedefiyle bağdaşır mı? Ayrıca faizle, meselâ adam öldürmenin mutlak haramlığı veya diğer hükümler arasında bir münasebet yok mudur? Bu şekilde hükümler kendi bağlamlarında tek olarak ele alınabilirler mi?

Tarihselci-hermenötikçilerin problem yaptıkları miras hukuku, kadının şahitliği gibi diğer hususlar da aynı çerçevede ele alınmak mevkiindedir Hepsi, temel İslâmî mânevî-ahlâkî değerler üzerinde oluşacak bir toplumda ve bu oluşumun pratiği içinde gerçek mânâ ve muhtevasını bulacak ve o zaman, onları izahta kimse zorlanmayacak, tam tersine, o pratik, Peygamberimiz (sas) zamanında kadınlara örtünme emri ve içki yasağı gibi hükümler gelmeden, Sahabe'nin Efendimiz'e müracaatla bunları talep etmesinde olduğu gibi, onları mecbur hâle getirecektir

Yalnız, bu noktada ortaya bir mesele çıkmaktadır Gayr-ı İslâmî pratik içinde Müslümanlığı yaşamak mümkün müdür? Yani, gayr-ı İslâmî temeller üzerinde oturan bir toplumda Müslüman için, meselâ faiz gibi haramlar yine haram mıdır ve bunlar kaçınılmaz hâle gelebilir mi? Hemen belirtelim ki, İslâm'ın tesbit ettiği haram ve helâller değiştirilemez; onların bilhassa asıl olanları, bütün peygamberlerin şeriatlarında tarih boyu haram ve helâl olmuştur Şu kadar ki, gayr-ı İslâmî pratiğe ve temel değerlere göre oluşmuş bir toplumda her zaman için esas olan, temel ahlâkî-mânevî değerlerden başlayarak, tamamen aksiyoner çizgide bir tebliğin yapılmasıdır İşte, İslâm'ın yeniden hayata taşınması demek olan bu aksiyoner çizgide veya süreçte İslâm'ın bütün meseleleri mânâ ve muhtevasını bulacak ve hangi noktada hangisinin her bakımdan uygulamaya konacağı, konması gerektiği kendiliğinden ortaya çıkacaktır Bu sürecin başından sonuna kadar her adımında o ana kadar, teoride haram ve helâl olanları pratikte aynen uygulamak için şartlar müsait olmasa bile, bu şartlar için de, İslâm'ın özünden istinbat edilerek geliştirilmiş hukuk veya fıkıh kaideleri ve usûl-i fıkıh prensipleri vardır Meselâ:

Adalet-i mutlakanın uygulanması mümkün olmadığı zaman ve şartlarda adalet-i izafiye uygulanır

Bütünüyle elde edilemeyen bir şey bütünüyle de terk edilemez Hayr-ı mutlakın mümkün olmadığı durumlarda ehven-i şer tercih edilir, edilmezse şerr-i mutlak olur

Meşakkatler kolaylığı celb eder

Zaruretler yasakları mübah kılar

Eşyada aslolan ibaha, yani mübah olmasıdır

Kısaca, 14 asırlık geleneği içinde İslâm, bütün problemleri kendine göre çözebilecek bir dinamiğe ve muhtevaya sahip olmasına rağmen, bir takım meselelerin farklı mecralarda tartışılmasının altında yatan asıl sebep, gayr-ı İslâmî şartlara ve pratiğe onu adapte etmeye çalışma, onu kendi pratiğine dökecek bir aksiyonun içinde bulunamama ve buna karşılık, tamamen tepkici tavırlarla onu kendi çerçevesi dışında yorumlamaya girişip, teorik tartışmalar ağında boğmadır

Din Anlayışı Günümüzde veya son birkaç asırdır tartışılan pek çok İslâmî mesele gibi, tarihselcilik ve hermenötik konusunda da bizi farklı mecralara çeken ve farklı neticelere götüren faktörlerin bir diğeri, din anlayışıdır Bu anlayış, bazı çevrelerde, bilhassa 19'uncu asırda Batı'da ortaya çıkan ve antropolojik, sosyolojik ve psikolojik üç yaklaşıma dayanırken, daha başka bazı çevrelerde ise, müsteşriklerin de tesiriyle, Hıristiyanlık temelinde oluşan bir yaklaşıma dayanmaktadır Bu anlayış, konumuz açısından iki büyük yanlışa sebep olmuştur Bu yanlışlardan birisi, din denince akla Hıristiyanlığın gelmesi ve bilhassa aydın kesimde İslâm ile Hıristiyanlığın özdeşleştirilmesidir Birbirleriyle akideden ibadetlere, ibadetlerden sosyal hayattaki rollerine ve oradan davranış ölçülerine kadar aralarında önemli farklar bulunan bu iki dinin özdeşleştirilmesinin doğurduğu en büyük yanılgılardan biri, İslâm'a ve onun meselelerine yaklaşımlarda görülmektedir Hıristiyanlık'ta, bilindiği gibi teokratik bir yapı vardır ve Papalık kurumu, Hz İsa'nın ruhunun vücut verdiği bedeni olarak görülür Dolayısıyla, papaların söyledikleri birer dogma niteliğindedir ve Hıristiyanlığın aslî kaynaklarından çok, her dönemde papaların görüşleri muteberdir Oysa, Tanrı'nın yeryüzündeki temsilcilik makamı olarak görülen ve sonuçta bir 'teokrasi'ye vücud veren Kilise türü bir kurum İslâm'da hiçbir zaman var olmadığı gibi, yine hiçbir zaman ne hiyerarşik yapıda din adamları sınıfı, ne de bir teokrasi ortaya çıkmıştır Dolayısıyla, İslâm'da ana kaynaklar Kur'ân ve Sünnet, ikinci derecede de, bu iki kaynağa dayalı olarak fer'î meselelerin çözümünde ortaya konan icmâ, kıyas ve içtihad gibi prensiplerdir Din anlayışının Batı'dan ithal edilişinin yol açtığı ikinci hata, İslâm'ın ya yine Hıristiyanlık gibi reforma muhtaç bir skolastik inanç, ibadet ve hayat sistemi veya üzerinde hiç düşünülmeden, akıl yürütülmeden kabul edilmesi gereken dogmalar bütünü, ya da, tarihin bir döneminde bir insanın zihninden çıkmış bir sistem gibi görülmesi veya farkına varılmadan ya da varılarak öyle ele alınmasıdır Oysa, bu noktalarda da İslâm ile Hıristiyanlık arasında çok temel farklar vardır Bir defa Hıristiyanlık, dünya hayatını tanzim eden kaideleri itibariyle, bir-iki istisna dışında Tevrat üzerine bina edilmiş, fakat hemen Hz İsa'dan sonra bu kaidelerden de mahrum bırakılarak, daha çok ferdî ve "öte dünya" dini olarak gelişmiştir Bununla birlikte, daha sonra onun siyasî ve dünyevî hayatı yönlendirmeye girişmesi, onda çok önemli revizyonlara gidilmesine yol açmıştır İkinci olarak, bugün İslâm'ın dışında hiç bir dinin kitabı, aslî şekliyle ve aslî diliyle korunmakta değildir Oysa dil, bir metin için oldukça önemlidir Hiç bir tercüme ve yorum, asıl metni aktaramaz Hıristiyan dünyada hermenötiğin ortaya çıkmasının en önemli sebeplerinden biri, Kitab-ı Mukaddes'in aslî hâli ve diliyle korunamamasından dolayı, bazı ifadelerinin, bu dünyada bilhassa Rönesans'ı takiben ortaya çıkan gelişmelerle ve ilmî buluşlarla te'lif edilememesidir Kur'ân'ın i'cazının, yani taklit edilemez belâgatinin onun için koruyucu bir cilt mesabesinde olduğunu nazara aldığımızda, meselenin önemi daha bir tebarüz edecektir Kur'ân, indiği andan itibaren bütün zamanlara ve seviyelere hitap edebilen diliyle -bu konuda Bediüzzaman'ın Sözler isimli eserindeki 25 Söz ve tefsire giriş mahiyetinde müstakil bir kitap olan İşârâtü'l-İ'caz ile, onun mukaddimesi hükmündeki Muhakemât çok önemlidir- her zaman geçerliliğini korurken, İncil ve benzeri kitapların bundan mahrum bulunması, onları her zamana ve şartlara göre uyarlamaya ve farklı yorumlara sebebiyet verebilmektedir Hıristiyanlığın kutsal kitabı olarak İncil, mahiyeti, muhtevası ve ilk günden itibaren intikali itibariyle Kur'ân-ı Kerim'le değil, İslâm'da hadis külliyatı, hattâ ancak siyerle mukayese mevzuu olabilir Hadis külliyatıyla mukayese edildiğinde, burada da, intikal noktasında isnad gibi ilmî objektiflik açısından çok önemli olan bir unsur devreye girmektedir Ayrıca, Kur'ân gibi hadis külliyatı da, yine aslî şekliyle ve diliyle elimizde bulunmasına mukabil, İncil, yukarıda belirtildiği gibi, böyle değildir

İşte, pek çok mesele gibi, tarihselcilik ve hermenötik konuları da, bu ana noktalar gözden kaçırılarak tartışılmakta ve dolayısıyla yanlış sonuçlara yol açmaktadır

Konuyu Tenkitte Daha Başka Noktalar

1 İslâm'da inanç, ibadet, ahlâk, muamelât ve ukûbât, birbirleriyle iç içedir ve birbirlerinden ayrı mütalâa edilemez Muamelât ve ukûbâtta tarihselciliği savunmak, onları belli bir tarihî zemin ve belli tarihî şartlar çerçevesinde ele almak, kaçınılmaz olarak neticede aynı şeyi inanç, ibadet ve ahlâkta da yapmaya gidecektir Tarihselci-hermenötikçiler, bir yandan Kur'ân'a küllî bakışı savunurken, bir yandan muamelât ve ukûbâtı bu küllîlik içinde değerlendirmeyip, parçalı ele almakla, farkına varmadan yine kendileriyle çelişmektedirler Hayat bir bütün olduğu gibi, her bir parçası bütün parçalarla ve bütünle içten alâkalı ve bağlantılı olan kâinat kitabı ve bu kitabın küçültülmüş misali olan ve her bir hücresi, hattâ zerresi tek tek ve bütün zerrelerle, aynı anda bütünün tamamıyla da münasebattar olan insan gibi, bütün âyetleri hem birbirleriyle hem de tamamıyla içten bağlantılı olan Kur'ân da bir bütündür Şu kadar ki, yine gözden kaçan bir nokta olarak, Kur'ân'ın bütünüyle âyetler arasında hem kül-cüz, hem de küllî-cüz'î münasebeti vardır Yani, her bir âyet hem kendi başına bir bütünü temsil eder, hem de Kur'ân'dan bir parçadır Ayrıca ve bu sebeple, Kur'ân'ın bütününü anlama, iddia edildiği gibi, onu âyetler ve âyet grupları içinde anlamakla da olmaz; Kur'ân'ın bütününü anlama, onu âyetler ve âyet grupları içinde anlamayı da aşar Çünkü o, bir defada inmemiş, 23 yılda inmiştir Ayrıca, her âyet ve âyet grubu için bir inme zamanı ve ortamı tesbit etmek mümkün değildir Kaldı ki, âyetlerin dizilişi, mutlaka iniş sırasına ve sebebine göre olmamıştır İnişleri bir hâdiseye bağlı olan âyetlerin, bu hâdiseleri bir sebep olarak kullanan, fakat onu aşan özellikleri ve boyutları vardır Bundandır ki, "Sebebin hususiliği, hükmün umumiliğine mani değildir" kaidesi söz konusudur Ayrıca, bir konu ve hâdise hakkında, diğerlerinden bağımsız belirli âyetler ve âyet grupları tesbit etmenin imkân dahilinde olduğunu söylemek de çok zordur Her bir âyet, sebeb-i nüzulüyle birlikte ele alınırken, Kur'ân'ın bütünlüğü içindeki yerinden de koparılamaz Ayrıca Kur'ân'ın bütünü, o bütünün içinde her bir âyetin özel konumundan da farklı düşünülemez Hem, böyle bir teşebbüs ve tavır, Kur'ân'ı bizzat bütüncül anlamaya da mânidir ve onu parçalı ele almanın ta kendisidir Kısaca, Tarihselci-hermenötikçilerin teklif ettikleri tefsir usûlü, kendisini nakzetmekte ve kendi içinde çelişmektedir

2 Kur'ân'ın bazı âyetlerin inişinde bazı hâdiseleri sebep olarak kullanmasında dikkat çekilmesi gereken bir diğer nokta, Kur'ân'ın bu hâdiseleri küllî kanunlara basamak yaptığı gerçeğidir Çok defa basit gibi görünen bir hâdise küllî bir kanun ve kaideye işarette bulunur ve o kanun veya kaidenin vaz'ına sebep teşkil eder Meselâ, Hz Yusuf'un, öz kardeşini yanında alıkoymasına yol açan cüz'î bir hâdise ile, "Her bilenin üstünde bir bilen vardır" gibi evrensel bir hakikat ifade edilmiştir (Yusuf sûresi, 12/76) Yine, bir defasında Efendimiz (sas), Kadir Gecesi'ni araştırırken Sahabe'den iki kişinin münakaşa ettiğini görür ve Kadir Gecesi'ni araştırdığını unutur İki kişinin münakaşası, bütün ümmetin, Kadir Gecesi'nin kesin vaktini bilmek gibi büyük bir hayırdan mahrumiyetine sebep olmuştur Buradaki sebep, zahiren netice ile asla münasip değildir Fakat, bu hâdisenin bu neticeye asıl sebep olan küllî bir gerçeğe işaret etmektedir O da, münakaşa ve cidalin beşerî bir realite olduğu ve Müslüman ümmetin de bundan uzak kalamayacağıdır Ama bu küllî gerçek, Efendimiz'e iki kişinin münakaşası şeklinde gösterilmiş veya o, bu münakaşada bu gerçeği görmüştür Demek ki, hâdiseler tarihselci-hernenötikçilerin sandığı gibi "tikel, kendi başlarına ve biricik" değildir ve onların taşıdığı, derin ve kendilerini aşan mânâlar olabilmektedir Âyetin nüzûl, hadislerin vürud sebebine de böyle bakmak gerekir

3 Tarihselcilik, sabit bir doğru kabul etmez Nasıl Quantum fiziği, kâinatın T1 hâlinde iken nasılsa, T2 ânında, yani bir an sonra aynı olacağı gibi bir neticeye varamayız diyor ve her şeyi harekete bağlıyorsa, bunun gibi, tarihselcilik ve hermenötik yorum metodunun kullanılmasıyla farklı içtimaî hâdiseler için de her zaman için geçerli bir yorum getirmek mümkün değildir Dolayısıyla, tarihsel şartlara bağlanan herhangi bir âyet, T1 zamanında ne anlama geliyorsa T2 zamanında pekâlâ farklı bir anlama gelebilir; hattâ bu anlam, kişilere göre ve kişilerin içinde bulundukları şartlara göre de değişir ve bir kişi, şu anda bir âyetten farklı bir mânâ, biraz sonra daha başka bir mânâ çıkarabilir ve bunların ikisi de doğrudur Bu ise, sabit doğru kavramına indirilmiş en büyük darbedir

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.