|  | Büyük Sırrın Arkeolojik Keşfi(Nuh Tufanı) |  | 
|  08-20-2012 | #1 | 
| 
Prof. Dr. Sinsi
 |   Büyük Sırrın Arkeolojik Keşfi(Nuh Tufanı)Arkadaşlar bu yazının sahibi PROF  DR  MEHMET ÖZDOĞAN, İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ, PREHİSTORYA ANABİLİM DALI BAŞKANI dır  Gılgamış, Tevrat ve Kuran, büyük tufanı anlatır  İlk efsane, Fırat ve Dicle arasında yazılmıştı  Kutsal kitaplar, Nuh'un gemisinin oturduğu karayı Anadolu'da gösterir  İlk kez Mehmet Özdoğan, büyük tufanın bu coğrafyadaki arkeolojik izlerini ve nedenlerini Atlas için yazdı  Yaşamı susuz düşünemeyiz; hangi kültür düzeyinde olursak olalım, ister göçebe avcı ister endüstri devrimini tamamlamış kent toplumunda olalım su yaşamın temelini oluşturur  İnsan çok farklı coğrafi ortamlara uyum sağladı  Suyun damlasının bile değerli olduğu en kurak çöllerden suya doymuş bataklıklara kadar her yerde yaşamayı becerdi, suyu elde etmeyi, denetlemeyi öğrendi  Bu yalnızca içme suyu için geçerli değildi  Ulaşımda ya da sulamada kullanılsın kullanılmasın; akarsu boyları, göller, deniz ya da okyanus kıyıları insan belleğine çekim öğesi olarak yer etti  Suya bağımlılığımız öylesine güçlüdür ki bu denetimden çıkan suyun yaratacağı tehlikeleri karşılamayı, onunla birlikte yaşamayı beraberinde getirdi  Yaşama kısa süreç içinde baktığımızda akarsu boylarında yaşamak her zaman sel bekletisini, deniz kıyısında yaşamak büyük fırtılanların yaratacağı dalgayı beklenir bir tehdit durumuna getirir  Bu günümüzde özellikle muson yağış bölgesinde ya da büyük nehirlerin deltalarında hemen hemen her yıl karşılaşılan bir durumdur  Anadolu gibi akarsu rejimlerinin düzensiz olduğu coğrafyalarda da, örneğin Edirne, Adana gibi kentler bu akarsuları denetim altına alan barajların öncesinde de her yıl yaşanan sellere rağmen binlerce yıl suyun kenarından ayrılamamıştır  Sellerin, dalgaların, taşkınların sıradanlığının ötesinde doğanın zaman zaman beklenmedik süprizleri de vardır  Tarihsel süreç içinde bunlar çok ender, bazen yüzlerce, binlerce yılda bir kere tekrarlanan olaylardır  Ancak dost olan su, bu süpriz zamanlarında öylesine bir korku yaratır ki toplumun hafızasına işlenir, kuşaktan kuşağa aktarılır ve hatta dünyanın oluşum öyküleriyle, efsanelerle bütünleşir  Bununla ilgili en renkli ve gerçekle düşün birbirine karıştığı örneklerin başında herhalde Atlantis gelir  Çok zengin ve görkemli bir ülkenin başkentinin sular altında yok olmasını anlatan bu hikâyenin kökeni olasılıkla Ege Bölgesi'nde Minos uygarlığına son veren Thera-Santorini yanardağ patlaması ile ilişkilidir  Patlamayla Minos uygarlığının yazlık saraylarının bulunduğu Thera Adası'nın ortası radyokarbon ölçümlerine göre İÖ 1600-1650 yıllarında olduğu gibi havaya uçar, dağ yerini Ege'nin sularına bırakır  Burada öne çıkan, efsaneleşen su hikâyelerinin yalnızca toplumların belleğine kazınması ve kuşaktan kuşağa farklı toplumlara aktarılması değildir  Suyun tehdidi sosyal belleğe öylesine derin izlerle kazınmıştır ki, bu bilim insanlarını da yönlendirmiş; sanatçılar, toplum ve bilim insanları arasında ilginç bir üçgen oluşmuştur  Kuşkusuz bu öykülerin en güçlüsü, tektanrılı üç büyük dinin de ele aldığı, bütün dünyanın su ile kaplandığı, seçilmiş birer çift canlı dışında tüm yaşamın sulara gark edilerek yok olduğunu anlatan Nuh Tufanı'dır  Tanrının günahkâr insanları cezalandırmak için dünyayı sularla kapladığı, Nuh Peygamber'in kurtardığı ya da seçtiği insan ve hayvanları bir gemide toplayarak felaketi atlattığı ve sular çekilince yaşamı yeniden başlattığı anlatılır  Kuşkusuz bu anlatıda Nuh'un Gemisi'nin karaya çıkacağı ilk nokta o bölgenin bilinen en yüksek dağı olacaktır  Hıristiyan inancı bu dağı Ağrı olarak görür ve bu nedenle yüzyıllardan bu yana hâlâ birçok araştırıcı Nuh'un Gemisi'nin artıklarını bulmak üzere Ağrı Dağı'na gelir  Her on yılda bir birileri Ağrı Dağı'ndan bir tahta ya da gemiye benzettiği kayaların resimleri ile döner  Bu beklentiye hazır kamuoyunda sansasyon yaratır, hatta sempozyumlar bile yaptırır  Bu sosyal hafıza, inanç, macera ve kültür turizminin güzel bir bileşimidir  İslam'da ise Nuh Peygamber'in Şırnak-Cizre'deki Cudi Dağı'nda karaya çıktığına inanılır  Gerçektende Cudi Dağı Mezopotamya düzlüklerinin Anadolu dağlık bölgesi ile kaynaştığı noktada engin bir duvar gibi yükselir  Ağrı Dağı efsanesinin gölgesinde kaldığı için o denli yaygın olmasa da Cudi o bölgede yaşayan yerel toplulukların bilincine kazınmış olarak halen onlarla birlikte yaşar  Dağın yamacında Nuh Peygamber'in mezarı olarak bilinen bir türbe vardır  Ayrıca türbenin bulunduğu yeri özellikle o bölgede göçerler yaz başında toplanıp yaptıkları Nuh töreni ile kutsarlar  Söylencenin Dışavurumu İster Cudi ister Ağrı Dağı olsun Nuh Tufanı tüm Ortadoğu ve Batı düşünce sisteminde binlerce yıldan bu yana yer edinen, onları etkileyen bir öyküdür  Bu öykü farklı anlatımlara dönüşmüş, gemiye alınan hayvanlar, geminin şekli değişmiş ama bu coğrafyalarda yaşayan sanatçılar için o her zaman bir ilham kaynağı olmuştur  Özellikle Bizans ile gelişen bu anlatım Avrupa resim sanatında çok sayıda örnekle temsil edilir  Günümüzün çizerleri tarafından kullanılan Nuh Tufanı anlatımı ise genellikle geminin penceresinden başı uzanır halde bir zürafa ile neredeyse sembolleşmiştir  Kutsal kitaplarda geçen tufan anlatımı bilimsel çalışmalara da ilham kaynağı olmuştu  Bilimsel düşüncenin gelişim sürecinde tufan olayı, yeryüzünün oluşumu ile ilgili ilk kuramlarda da etkin bir açıklama şekliydi  On sekizinci yüzyıl Batı düşünce sisteminde yaratılan ve yaratıldığı gibi değişmeden günümüze kadar gelen bir dünya ile değişen ve bir zaman derinliği olan açıklamaların halen birbiri ile çeliştiği bir dönemdi  Endüstri devriminin yol açtığı yoğun hammadde gereksinimi, bu hammaddelerin elde edilebilmesi için bugün jeoloji olarak adlandırdığımız bilim dalının gelişmesine neden oldu  Jeologlar hammadde için toprağı kazdıklarında bugün artık var olmayan birçok hayvanın fosili ile karşılaştılar  Hatta bunlarla birlikte insan yapımı aletler de buldular  Bugün jeolojik adı ile pleistosen, arkeolojik adı ile Paleolitik Çağ'a tarihlendiğini bildiğimiz bu kalıntılar 19  yüzyılın başlarına kadar tufanda suda boğulan canlıların artıkları olarak kabul edildi ve jeolojiye ?dilivium? kuramı olarak girdi  Araştırmalar ilerleyip daha derin katmanlarda, yukarıdakilerden farklı ikinci bir fosilli tabakaya rastlanınca dönemin bilim insanları Tevrat ve İncil´e yeniden dönerek Nuh'tan eski ikinci bir tufanın ipuçlarını aradı ve buldular  Bu katman ise ?eski dilivium? olarak adlandırıldı  Ancak fosilli tabakaların sayısı arttıkça bu süreç artık tufan kavramı ile açıklanamaz duruma geldi  Tufan Mezopotamya arkeolojisindeki gelişmelerle 20  yüzyılın başlarında yeniden fakat farklı bir boyutta bilim dünyasının gündemine girdi  Nineve kazısında ortaya çıkan, Gılgamış Destanı olarak bilinen tabletlerde, Nuh Tufanı'na çok benzeyen, aynı motifleri taşıyan bir anlatıma rastlanması arkeologlar kadar dinbilimcileri de etkiledi  Daha sonra Gılgamış Destanı'nın biraz daha farklı ve daha eski kopyalarına rastlandı ve tufan öyküsünün Mezopotamya odaklı olduğu anlaşıldı  Hemen hemen aynı yıllarda Güney Mezopotamya'da Sir Leonard Woolley'nin Ur kazıları ve özellikle 1929 yılında Ur Mezarlığı'nı ortaya çıkarırken rasladığı kalın sel dolguları, efsaneler, tabletler ve söylencelerle yoğrulmuş tufanı somutlaştırdı, olayın görsel kanıtlarını sundu  Ne var ki İÖ 2650-2550 yıllarına tarihlenen, Sümer uygarlığına ait Ur mezarları beklenmedik ve herkesi şaşırtan öylesine zengin buluntular verdi ki, tufanın göstergesi kalın çamur tabakası bir anda unutulup geri plana itildi  Bu ancak bölge ile ilgilenen bilim insanlarını ve özellikle o yıllarda gelişen, doğal çevre ortamının değişimi ile kültür tarihi arasındaki ilişkiyi konu edinen jeoarkeologları harekete geçirdi  Ur'da görülen selin dar kapsamlı yerel bir olay olarak mı kaldığı, yoksa Mezopotamya coğrafyasında geniş alanları mı etkilediği sorusu ortaya çıktı  Doğanın Öfkesi Klasik anlamı ile Mezopotamya olarak adlandırılan bölge Fırat ve Dicle'nin getirdiği alüvyonlu topraklardan oluşan geniş düzlüklerden oluşur  Bu düzlüklerin büyük bir kısmı, -hemen hemen Bağdat'ın güneyinde kalan kesimi- Neolitik Çağ'ın başlarında, Buzul Çağı'nın bitip günümüz iklim koşullarının oluşmaya yüz tuttuğu İÖ 10000 yıllarına kadar halen Basra Körfezi'nin bir parçasıydı  Okyanus seviyelerinin sabitlenmesi ile bu iki büyük akarsuyun getirdiği dolgular delta oluşturmaya başladı ve delta zaman içinde ilerleyerek İÖ 3  binyıllarda bugünkü Basra'nın olduğu yere kadar geldi  Dolayısı ile Gılgamış Destanı'nda tanımlanan coğrafya bu ardışık deltaların bulunduğu akarsular ve kolları ile akaçlanmış çok sayıda delta gölünün bulunduğu düzlüklerdi  Bu iki büyük akarsu Mezopotamya düzlüklerine gelmeden önce çok farklı ortamları, iklim kuşaklarını aşar  Doğu Anadolu'nun dağlık kesimlerinden, ortalama yüksekliği bin metreyi aşan dağ arası ovalardan ve bu dağları yaran, esasında fay kırıklarının açtığı derin boğazlardan geçerek güneydeki düzlüklere iner  Bu bakımdan güneyde Mezopotamya bölgesinde gerek Fırat ve Dicle'nin su rejimi, gerekse bunların getirdiği molozun miktarı, Mezopotamya'nın çok dışında, uzaklarda, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da meydana gelen olaylara bağlıdır  Örneğin Doğu Anadolu'da çok sert geçen bir kış, yağış buz ve kar olarak tutulduğu için, bu olaydan hiç haberi olmayan Mezopotamya'da suların alçalmasına neden olur ya da iklimin ani ısınması güçlü sel ve taşkınlara yol açar  Güney Mezopotamya'daki su ile bağlantılı olayların anahtarı Doğu Anadolu'dur  Bu kadar geniş bir coğrafyadan su toplayan her nehir için yıllık ya da birkaç yılda bir gerçekleşen seller, taşkınlar sıradan olaylardır  İnsanlar buna daima hazırlıklıdır  Tufan gibi büyük boyutlu bir selin olabilmesi için ise bu iki büyük akarsudan en azından birinin su topladığı bölgede çok önemli bir doğa olayının yaşanmış olması gerekir  Doğu Anadolu 1968 yıllarında Keban Barajı Kurtarma Kazıları'nın başlamasına kadar arkeolojik bakımdan hemen hemen hiç araştırılmamış bir bölge idi  Araştırılmadığı için hiçbir bilgi, dolayısı ile ilginin olmadığı bir yerdi  Keban kazıları Elazığ ve Tunceli çevresinde, Fırat boyu ve özellikle Fırat'a açılan Heringet Suyu'nun geçtiği Altınova'da yoğunlaşmıştı  Çalışmalar Toros Dağları'nın kuzeyindeki bir dağ arası ovası olan bu bölgede İÖ 3  binyıldan itibaren hızlı bir alüvyon birikimi olduğunu ve dolayısı ile daha eski katmanların bugünkü ova seviyesinin çok altında kaldığını göstermişti  Örneğin Elazığ Tepecik Höyüğü'nde Neolitik dönem katmanları ova seviyesinin 8 metre kadar altında, Tülintepe Höyüğü'nde İlk Kalkolitik Çağ dolguları taban suyunun içinde bulunabilmişti  Yine de bu ilk bulgular Bingöl'den Basra'ya kadar uzanan Fırat'ı bir bütün olarak ele alacak bir bakış açısını, değerlendirmeyi tetikleyememişti  Bu bağlamda ilk somut ve tanımlı veriler 1978 yılında başlayan ve yine Fırat üzerindeki, Malatya Ovası'nı basan Karakaya Baraj Göl Alanı'ndaki kurtarma kazılarından geldi  Malatya Ovası'nın Fırat üzerinde çok önemli bir konumu vardır  Fırat'ın iki ana kolu Karasu ve Murat suları dağ arası ovalardan geçip Malatya'ya geldikten sonra Kömürhan Boğazı olarak bilinen, 100 kilometreyi aşan uzunluğunda, yer yer derinliği bin metreyi bulan boğaza girer  Burası bir huni ağzındaki dar bir boğaz niteliğindedir  Bugün üzerinde Karakaya Barajı'nın yer aldığı bu boğaz Toros Dağları'nı geçen, Doğu Anadolu'yu Güneydoğu Anadolu'dan ayıran tektonik kökenli bir fay yarığıdır  Depremsellik etkinliği çok yüksektir  Karakaya Baraj Göl Alanı'nda İÖ 4000 yıllarına, Obeyd dönemi olarak da bilinen Kalkolitik döneme inen Değirmentepe kazıları çok kalın ve şiddetli bir selin ilk izlerini vermişti  Bu sel yalnızca diğer sellerde olduğu gibi alüvyonlu, mil ve kilden oluşan toprakları değil, kalınlığı iki metreyi bulan çakılları da Obeyd tabakasının üzerine yığmıştı  Sele ait izler bölgedeki diğer höyüklerin üzerinde de açık olarak izlenebiliyordu  Jeomorfologlar bu kadar etkin ve şiddetli bir selin ancak Kömürhan Boğazı'nın şu ya da bu şekilde tıkanması ile oluşabileceğini öngörüyorlardı  Nitekim bu dar boğaz her zaman şiddetli bir depremin etkisi ile oluşacak geçici bir baraj gibi tıkanma potansiyeline sahipti  İS 16  yüzyılda yaşanan bir depremin anlatımında boğazın düşen kayalar ile tıkandığı ve Fırat'ın bir hafta boyunca ters aktıktan sonra tekrar bu doğal barajı yıkıp yoluna devam ettiğinden söz edilir  Benzer bir olayı İÖ 4  binyıla da taşıyabiliriz  Boğazın bir süre tıkanması, arkasında baraj gölü gibi Fırat'ın göllenmesi, biriken onlarca metre yüksekliğindeki suyun birden güneye, Mezopotamya düzlüklerine bir barajın yıkıldığı zamanki etkiyi yapacak şekilde boşalması    Bu görüşü kanıtlayan izler 1999 yılında Urfa bölgesinde başlayan kazılarda da görüldü  Yine Fırat üzerinde yapılan Birecik ve Karkamış baraj göl alanlarındaki höyük kesitlerinde yapılan değerlendirmeler İÖ 4  binyıl ile 2  binyıl arasında en az üç büyük selin varlığını gösteriyordu  Bunların hiçbiri sıradan yıllık taşkınlar ile açıklanamayacak kadar yüksek seviyelerden geçen şiddetli sellerdi  En şiddetli olanı ise İÖ 4  bin ile 3  binyıl başları arasına denk gelen özellikle Birecik Zeytinli Bahçe Höyüğü kesitinde görülen sel tabakasıydı  Bu dolgu zaman olarak Malatya Ovası'nda, örneğin Değirmentepe'de izlenen büyük sel ile çağdaş olduğu gibi; bundan çok daha uzaklarda, güneyde, Basra yakınlarına kadar inen alanlardaki seli de açıklıyor  Büyük bir olasılıkla Mezopotamya uygarlıklarının hafızasına kazınan ve Gılgamış Destanı ile anlatılan, daha sonra da Ebla metinleri ile diğer inanç sistemlerine aktarılan 'Büyük Tufan' herhalde arkeolojik kanıtlarını gördüğümüz bu selden kaynaklanmıştı  Bütün bu arkeolojik çalışmalar farklı ortamlardan geçen, en kurak dönemlerde bile çok büyük bir su kütlesini taşıyan Fırat'ın yaklaşık birkaç yüzyılda bir meydana gelen büyük depremlerin de etkisi ile sık sık tufan denebilecek selleri yapabildiğini göstermiştir  Kuşkusuz burada temel etken depremin şiddeti ve özellikle Kömürhan Boğazı'nda doğal bir baraj oluşturabileceği noktada olmasıdır  Arkeolojik kayıtlar ilk yerleşimlerin olduğu dönemden itibaren Fırat'ın en azından bin yılda iki kere böyle bir sel oluşturduğunun ipuçlarını veriyor  Elimizdeki ana öykü ilk yazılı belgelerin çıktığı dönemden kalmadır  Bundan da eski selleri biliyoruz  Belki bunların hepsi birleşti, kent uygarlıkları ve ona bağlı zenginliğin odağı haline gelen Mezopotamya'nın belleğine kazındı  Çiviyazılı tabletlere bu korkunun birleşimi, Mezopotamya Tanrılarının onlara verdiği bir ceza şeklinde yansıdı Alıntı | 
|   | 
|  | 
|  |