Kuantum Bilinç (Düzensizliğin Düzeni) |
08-21-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Kuantum Bilinç (Düzensizliğin Düzeni)Geçmişten günümüze kadar “evrende kaos var mı? Yok mu?” sorusu, beyinleri devamlı meşgul etmiş, ama modern bilimin gelişmesiyle bu daha somut bir anlam kazanmıştır “Kaos”un sözlük anlamı “kargaşa, düzensizlik”tir Kargaşa ve düzensizliğin olduğu bir yerde de her şey bir rastlantı şeklinde gelişir Buna kaynaklık eden temel yasa, termodinamiğin ikinci kanunu olarak da bilinen entropi ilkesidir Başka bir deyişle entropi ilkesi; bir fiziksel sistemin ne kadar düzenlenmemiş olduğunu, düzenden düzensizliğe veya organize olmuşluktan dağılmaya geçişi gösteren niceliksel bir ölçüdür ki, bu ölçü daima kapalı bir sistemde düzensizliğin ya da dağınıklığın her zaman arttığını söyler Ancak bu değer sonsuz değildir Yani entropi artışının bir sınırı, gelebileceği maksimum bir değeri vardır Bunu belirleyen şey ise, (ısı sisteminde) sıcak uçtan soğuk uca olan akışın belli bir dengeye ulaşmasıdır Böylece belli bir dengeye oturmuş olan sistemde hareket ve değişim artık gözlemlenmez Bu yüzden yalıtılmış olan sistemlerde entropi olmaksızın hiçbir olay (hareket) meydana gelemez Bununla birlikte, ısıl dengeye ulaşmış olan bir sisteme eğer dışarıdan bir ısı verilerek tekrardan ısı faaliyeti başlatılacak olsa dahi bu, sistemin entropisini üst bir değere yükseltmekten başka bir şeye yaramayacaktır Şimdi bu kavramı çeşitli şekillerdeki örnekleriyle birlikte görmeye çalışalım Bildiğimiz gibi, sıcak suya buz koyduğumuzda, su buzu eritir Çünkü sıcak olan kısımdan soğuk kısma doğru oluşan bir ısı akımı, aralarındaki sıcaklık farkını dengeleyene kadar yavaş yavaş buzu eriterek sistemi tamamlamaya çalışır Sistem tamamlandığında da buz tamamıyla erimiş olur Dolayısıyla, kapalı bir sistemde ısı, daima sıcak olan kısımdan, soğuk kısma doğru akar Bunun tam tersi imkânsızdır İşlemin bu geri tersinmezliği, geçmişten geleceğe doğru bir okla gösterilir ki buna zamanın termodinamiksel ok yönü adı verilmektedir Bir başka örnekte de; kapalı bir valf bulunan bir boruyla birbirine bağlı, eşit hacimli iki kapalı kap olan A’yı ve B’ yi göz önüne alalım A kabı gazla dolu iken B de boş olsun Valfı açtığımız takdirde gaz, A ve B içinde eşit basınçlı bir denge durumuna gelene kadar, kapalı kaptan boş olana geçecektir Gaz, entropi artışı yasasına uygun olarak hareket ettiğinden, bir kere valf açıldıktan sonra tüm gazın A’ da kalması son derece olanaksız bir düzen olacaktır Ve bu nedenle maksimum entropi sağlanıncaya kadar, gaz B’ye dolacaktır(Bu eşit basınç düzeni basitçe daha muhtemel olandır) Üçüncü bir örnek olarak da ; sulandırılmış biraz mavi, biraz da sarı boya olan iki tüpümüz olsun Bu iki boyayı aynı kaba boşalttığımızda boya molekülleri, moleküllere özgü zıplamalarla, düzgün bir yeşil karışım olana kadar hareket edeceklerdir Moleküller tamamıyla rasgele, düzensiz dağılmış olmalarına karşın, kendileri için olabilecek en dengeli biçimi alırlar İşlemi tersine çevirmeye karar verdiğimizde, yani düzenli, rastlantısal olmayan bir duruma geçmek, başka bir deyişle ayrı ayrı, mavi ve sarı sıvılar elde etmek istediğimizde (diyelim ki altta mavi, üstte sarı sıvı) sistemin karışmaya, rasgele, dengeli ve düzensiz yeşil haline varmaya yönelen çok güçlü “isteğine” karşı savaşmak zorunda kalırız Böylece kapalı bir sistem, her zaman tam anlamıyla düzensizliğe erişebilecek en son dengeyi arar Bu yüzdendir ki, kullandığımız eşyalar yavaş yavaş özelliklerini kaybedip bozulmakta, yediğimiz meyveler zamanla çürümekte, kayalar ise biz fark edemeden kuma; kum da denizdeki tuza dönüşmektedir Aynı şekilde big bang patlamasıyla start alan gözlemlediğimiz evrenimiz de bir andaki durumu bir önceki durumuna göre düzensizliğini artırarak genişlemesini, tüm enerjisinin bütün noktalarında tamamen denk hale (yani Entropisini maksimum dereceye yükselterek hiçbir olay gerçekleşmeyecek duruma) gelinceye kadar sürdürecek ve sonunda sistem kendi kendini yok edecektir Evrende canlı ve cansız olarak iki farklı şekilde ayırdığımız varlıklardan canlıların da enerjilerinin tüketim oranında hızlı bir şekilde, dönüşüme uğrayarak bozulmakta olduğunu görmekteyiz Mesela, cansız olarak nitelendirdiğimiz katı varlıklar, sırasıyla sıvı, oradan da gaz hale yani buharlaşarak ışınlara, ısı ve ışık haline dönüşürken geride bıraktığı külleri de toprak ve suda yok olmaktadır Aynı şekilde canlı olarak kabul ettiğimiz varlıklara baktığımızda ise onların da doğup büyüyüp belli bir olgunluk döneminden sonra bir üstte söylediğimize benzer biçimde ortadan kalktıklarını bu nedenle her iki varlıkta da, düzenden düzensizliğe yani Entropi kavramının geçerli olduğunu görmekteyiz Ayrıca, klasik bilimde her şeyi parçalı, belirli bir düzen içinde oluşturulmuş şeyler ve parçalı, düzensiz olarak meydana getirilmiş şeklinde iki grupta değerlendirir Mesela, yere döktüğümüz bir bardak dolusu suyun oluşturduğu düzen, bir patlamayla oluşan kalıntı ve yere atılan bir çift zarın ortaya çıkardığı sayılar, hep düzensiz olarak nitelendirilir Kar taneleri, elektronik aletler, bilgisayarlar ve canlıların hepsi ise düzenli birimlerdir Ancak sistemde düzenli ya da (düzene göre) düzensiz olarak gördüğümüz bu tüm şeyler, entropi ilkesince geri dönüşümsüz bir şekilde yok oluşa, amaçsızlığa doğru her an yol almaktadır Elbette, örnekler bunlarla da sınırlı değil Mesela bu bakış açısına göre bir çay yaprağı da demlenip içilir vaziyete gelmeden, bir yumurta pişirilip yenmeden, bir şekeri çaya, kahveye atıp karıştırılmadanvb önce, her zaman daha düzenlidir Her şeye Entropi gözüyle bakıp değerlendirenlerin evrende var olan şaşmaz düzeni ise; düzenli olan her şeyin düzensizlik içinde mevcut olduğu ve zamanla Entropi ilkesi gereğince de düzensizliğe kayarak düzenin sona ereceği şeklinde cevap vermekte ve bu durumu da şöyle açıklamaktadırlar: Bildiğimiz gibi kapalı ve yalıtılmış bir sistemde ısı, sıcak olan kısımdan (cisimden, noktadan) soğuk olan kısma doğru geçmekte ve sistemin entropisi artmaktadır İki ayrı sistem birleştirildiğinde ise birleşik sistemin entropisi, ayrı ayrı sahip olunan entropilerin toplamından büyük olmaktadır Eğer böyle bir sistemde ısıyı soğuktan sıcağa transfer eden bir ısıtıcıyı göz önüne aldığımızı düşünürsek bu, entropinin azalması anlamına gelecektir Oysa sisteme genel olarak bakarsak bunun böyle olmadığını görürüz Çünkü ısıtıcının bu düzeneği ayakta tutmak için harcayacağı enerjiyi de ele almak gerekmektedir Böylece bu harcanan enerjiyi hesaba kattığımızda bunun azalan entropiyi dengelediği ve azalmasını engellediği görülür Yani; düzensizlik içinde bir düzenin oluşumu ve bunun da artan bir şekilde varlığını sürdürmesi, sistemin bir başka yerinde, düzene oranla daha fazla düzensizlik yaratacağından entropi, yalıtılmış sistemlerde en kötü ihtimalle durmuş olsa da asla azalmaz Benzer bir ifadeyle, kapalı bir sistemde kaosa karşı bir düzen meydana geldiğinde ya da getirildiğinde bu düzenin oluşumu ve devamlılığı için harcanan enerji, sistemin toplam entropisini artıracağı için bu durumun zamanla tekrar düzene yansıyarak bu düzenin yavaş yavaş düzensizliğe dönüşeceği söylenmektedir Dolayısıyla, kapalı bir sistemde enropi her zaman artar Bu nedenle; termodinamiğin birinci kanunu olan enerjinin korunumu ilkesi ile birlikte gözlem ufku içinde kalan evrenin kendisinin kapalı, yalıtılmış bir sistem olduğu düşünülürse, her şeyin zamanla ısıl ölüme doğru yol aldığı daha geniş bir ifadeyle büyük patlamayla birlikte elle tutulmayan bir halden somut hale dönüşen, algıladığımız, maddesel evrenimiz, tekrar yavaş yavaş eriyerek radyasyon ışınımına, yani elle tutulamayan durumuna değişmektedir Böylece, aldığımız oksijen ve gıdalar düşük entropili olarak vücudumuza girerken bunun bir kısmı kaosa karşı bedenimizde düzeni artırmaya, büyük bir kısmı da ısı, karbondioksit, dışkıyani yüksek entropi biçiminde dışa atılıp yayımlanarak genel entropinin artmasına neden olur Aynı şekilde, bir ev inşa ettiğimizde veya bozuk olan bir şeyi onardığımızda, her ne kadar karmaşıklığa karşı bir düzen yaratarak entropiyi azaltmış olsak da bu işlem sırasında toplam entropiyi artırıcı artık enerji üretmek suretiyle, düzenden daha çok düzensizliğe katkıda bulunuruz Bir başka örnekte de güneşten gelen enerjiyi göz önüne alırsak, bu enerji de dünyamızda bir düzenin meydana gelmesini sağlayarak entropinin düşmesine neden olur Ancak bu durum, sistemin burada kapalı değil açık olmasından kaynaklanmaktadır Bunun yerine tüm güneş sistemini göz önüne aldığımızda, sistem açık değil, yalıtılmış bir sistem olacağından güneşten gelen düşük entropili enerji, yeryüzünde belli bir düzen için harcanırken, daha (düşük enerji) yüksek entropili enerji uzaya yayımlanarak genel entropinin, dolayısıyla düzensizliğin artışına neden olur Böylece, gezegenimizdeki yaşam, belli bir süre sonra artan entropi nedeniyle güneşle birlikte aynı kaderi paylaşacaktır Bu açıdan bakıldığında, düzensizlik içinde gördüğümüz düzenin ilk oluşum şeklini ise, bilimsel olarak da kesinlikle kabul edilmesi mümkün olmayan tesadüflerle açıklamaya çalışmaktadırlar Acaba bugünün bilimi bize sadece bunun doğruluğunu mu göstermekte yoksa başka şeyler de var mı? Gerçektende bütün düşünür ve bilim adamları Entropi konusunda aynı fikre sahip değildirler Çünkü entropi kavramı, her şeyi görünenden ibaret sayarak algılanmayan şeyleri hesaba katmadığı gibi, algılanan şeyler üzerine söylediklerinde de gerçekliğe ve bilimselliğe dayanmayan, bir takım temelsiz varsayımlar, kabuller içermektedir Mesela; entropinin geçerli olduğu bir sistemde düzensizlikten rast gele bir düzenin hiçbir şekilde meydana gelemeyeceği ve bu denli düzenli yapıların devamlı bir şekilde düzenlerini artırması beklenilecek bir durum olmamasına karşın sadece bir varsayımdan hareket ederek tesadüfi bir biçimde düzensizlikten bir düzenin ve buradan da tekrar bir düzensizliğe gidişle bütün sistemin yok olacağının söylenmesi doğru değildir Dolayısıyla bu görüşten hareket ederek entropi kavramın gerçekte geçerli olmadığını, aksi yönde ki net ve kesin delilleriyle açıklamaya çalışanların en başta gelen görüşleri ise sırasıyla, düzenden düzensizliğe giden bir sistemde evrim teorisinin asla gerçekleşmeyecek olmasıdır Bunu biraz daha açarsak; cansız olarak nitelendirdiğimiz bir sistemden canlı bir sisteme geçiş yani, basit birkaç atomun birleşerek, molekül zincirlerini bir araya getirmesiyle ilkel ilk hücreli bir yapıdan, daha kompleks (karmaşık, düzenli) bir canlının oluşmaması gerekirdi ki, o zaman da bizler (canlılar)var olamazdık, diyebiliriz Oysa, durum böyle değil, tam aksine, canlı varlık devamlı “dengesizlik” durumunu yaratarak “rastlantısallık” karşısında düzen yaratmaktadır Böylece canlılar belli olgunluk dönemine geldikten sonra yaşlanıp ölmelerine karşın, bir sonraki nesillere sahip oldukları bilgileri genetik yolla ve artan bir biçimde aktarabilmekte, hatta bu bilginin daha büyük oranla artışı içinde elektronik bilgisayarlarvb) aletler geliştirerek entropiyi azaltmaktadırlar Oysa entropi ilkesi diğerlerinde olduğu gibi bilginin de yok olmakta olduğunu söylemekteydi Ayrıca, beş duyu boyutunda bu kavramı incelesek bile, cansız olarak algıladığımız, ancak kendi içinde bir düzene sahip olan sistemlerin, canlı sistemlerinden çok daha az kompleks (karmaşık) yapılı olmaları dolayısıyla, kıyaslama yapılamayacağıdır Çünkü, işleyiş mekanizmaları çok farklıdır Mesela, birkaç tane top şeker yediğimizi düşünürsek, bu işlem bunların düzensizliğini artırırken, yenen şeker, kan şekerini yükseltmekte, beyinde bunun değerlendirilmesi sonucunda zihin yeni düzenler kurarak Entropinin azalmasını sağlamaktadır Bununla birlikte bir düzen meydana getirmek için bir planın oluşması gerekir ki, hücreler de, daha önceden var olan bir planı, programı izleyerek düzen kurmaktadırlar Zaten, canlı kavramının anlamı da, sadece organizasyon, düzen, karmaşıklık değil, kendisine zıt çalışan bir ortamda bu söylediğimiz nitelikleri sağlama, oluşturma demektir ki, bazı bilim adamları da, canlı varlıkların ”sibernetik sistem” kurallarına bağlı bir şekilde yaşamlarını devam ettirmekte olduklarını, bundan dolayı da kendi entropi’lerini azalttıklarını vurgulu bir biçimde belirtmişlerdir Ayrıca, entropi her ne kadar düzensizliğin artışını belirlese de, düzensizlik için öncelikle bir mevcut düzenin var olması gerekmektedir Oysa onların bakış açısıyla değerlendirirsek evrenin ilk durumundaki enerji-parçacık çorbasından atom, molekül ve gördüğümüz yıldız ve galaksiler bize var olan bir düzenden düzensizliğe geçişi değil, düzensizlikten bir düzene geçişi göstermektedir Şimdi de bu düzenin düzensizlikten tesadüfi olarak oluştuğu iddiasını ele almaya çalışalım Entropi kavramı açısından cansız maddelerden, canlı yaşamın meydana gelmesinin çok zayıf, yani sıfıra yakın bir ihtimal olsa da var olabileceğini düşünen JMonod gibi birtakım moleküler biyologlar da aynı şekilde, gerçekte yine bilimsel olarak hiçbir anlam ve değer ifade etmeyen bu tür şeylere sığınmaktadırlar Çünkü, evrenin tüm yasalarını göz önüne aldığımızda sıfıra yakın ya da trilyon, trilyar gibi sonsuzluk ifade eden kavramlar bilimde “yok” ya da “imkânsız” “kesinlikle olamaz” hükmünde değerlendirilir Ünlü fizikçi Boltzman bunu, “bütün mümkün evrenler arasından bizim evrenimizin sahip olduğu parametrelerin tesadüf olarak mevcut olmasının dahi mümkün olamayacağı, çünkü bunun “istatistiksel bir hilkat garibesi olduğu” şeklinde dile getirdi Oxford’lu profesör Roger Penros da, Boltzman’ ın entropi tanımından yola çıkarak evrenin mümkün evrenler içerisinden rastt gele seçiminin ihtimali için (1/10 üzeri 10 üssü123) gibi bir sayı verdiğini, bunun ise imkânsızlıkla eş anlamlı olduğunu belirtmiştir Bu sayıdan sadece 10 üssü123’ ü ele alsak dahi, gözlemleyebildiğimiz evrende bu sayıda tanecik olamayacağı için bu rakamların ne anlama geldiğini bir de siz düşünün (ilk verdiğimiz rakam için her bir sıfırı bir protona karşılık yazdığımızı düşünsek dahi, maddesel evren bazındaki proton sayısının bu sayının ancak yarısı kadar olduğunu görürdük) Fransız bilim akademisi üyesi Jean Guitton ile birlikte önemli bir çok bilim adamı da evrenin tesadüfi olarak meydana gelme olasılığının matematiksel olarak sıfır olduğunu belirterek kesinlikle böyle bir şeyin var olamayacağını belirtmektedirler Bununla birlikte matematikçilerde rast geleliğin formülünü bir türlü bulamadıkları gibi, öne sürdükleri çok az sayıdaki matematiksel ifadelerinde bir varsayımdan başka bir şey olmadığı görülmüştür Ayrıca aniden, kaotik, düzensiz, amaçsız kör tesadüfi bir biçimde evrenlerin meydana geldiğini ve bunlardan sadece bizim algıladığımız evrenimizde yine aynı biçimde gördüğümüz düzenin olduğu şeklindeki bir yaklaşım zaten hiçbir şekilde kendine, kendi varlığına bir açıklık getiremediği gibi hiçbir zaman da getirebilecek bir yapıda değildir Üstelik bu durumun objektif olarak bilimsel ve mantıksal açıdan da doğru olmadığı kuantum ve altı boyutuyla ilgili deneysel verilerle de ispatlanmıştır Bazı bilim çevrelerinin, sıkıştığı ve açıklama getiremediği konularda her zaman takipçisi oldukları bilimsel düşünceleri bile bir anda hiçe saymak suretiyle hiçbir bilimsel görüşe ve mantığa dayanmayan tesadüflüğe, rastlantısallığa sığınmaları, onların yine bilimsel metotlarla, yöntemlerle hesaplamalarla yada deneysel olarak gözlemlemelerle, ölçümlemelerleortaya koydukları gerçekler değil, sadece o konudaki kişisel zanları ve inançlarıdır ki buda hiçbir şey ifade etmez Yoksa, o şey gerçekten öyle olduğu için bu görüşü dile getiriyor değillerdir Bununla birlikte; bilim alanında entropi ve diğer benzeri bazı yaklaşımlar, her ne kadar bilimsel olarak görülse de, birkaç bilimsel bulguya dayandırılıp diğer bilimsel gerçekleri ve algılayamadığımız, ölçümleyemediğimiz bize göre yok hükmünde olan boyutları göz önüne almamak suretiyle geneli anlamak, değerlendirmek tamamıyla eksik ve de yanlıştır Bununla birlikte entropi ilkesi, sınırsız algılama yerine, sınırlı duyular ve ölçüm teknikleri yüzünden de istatiksel bir kavramdır Dolayısıyla, bizim bir olaya istatistiksel olarak yaklaşım sağlamamız, onu bu biçimde tanımlamamız, sistem aslında o şekilde olduğu için değil, bizim sistemi o biçimde değerlendirmemizden kaynaklanmaktadır Böylece aysbergin sadece su üstünde görünümüne bakarak her şeyin bu görüntüden ibaret olduğunu sanmamız gibi, hem boyutları hem de yapısıyla sonsuz-sınırsız bir Bütün olan Kâinatın sadece algıladığımız yanını değerlendirmeye tabi tutmakta ve tüm sistemi de bu lokal anlayışa göre yorumlamaktayız Evrenin büyüklüğü, gerçek boyutları hakkında bir bilgi sahibi olmak için Hz Muhammed (sav) Efendimiz “ Birinci sema ve içindekilerinin tümü, ikinci sema içinde çöldeki bir yüzük oranındadır; ikinci sema ve içindekilerinin tümü üçüncü sema içinde gene çöldeki bir yüzük gibidir ve yediye kadar bu böyledir” diyerek gördüğümüz ve ölçümlediğimiz evrenimizin bir üst boyutuna göre hiç hükmünde iken, bu evrenin de diğer bir üst boyuta göre aynı şekilde hiç hükmünde” olduğunu genel anlamda yedi boyut biçiminde özetleyerek bize bildirmektedir Bu yüzden evren ve içindeki nesneler (gezegen, yıldız, galaksi) materyalist anlayışla sadece algıladığımız madde ve ona dayalı enerjiden ibaret değildir Onun dolayısıyla bu nesnelerin algılayıcısına göre maddi olarak görünen sonsuz sayıda boyutları olduğu gibi( ki evrende yaşam çeşitli düzeylerden bir diğerine boyutsal dönüşümler, boyut değiştirmeler şeklinde sürekli devam etmektedir), yine Özünde bir Ruhu ve Bilinci bulunmaktadır Bu nedenle canlı ve cansız ayrımı olmaksızın evrende her şey canlı ve de şuurludur Keza insanında bir ruhu ve bir de şuuru vardır (ancak evren, kendi ruhu tarafından meydana getirilmesine karşın, insanın ruhu maddesel beyni tarafından anne karnında 120 günde üretilmektedir) Bu insan şuuru da Evrensel Bilinçten ayrı bir yapı olarak değil, Kozmik Bilincin o boyuttaki bir görünümü olarak mevcuttur Dolayısıyla insanın maddesel bedeni ortadan kalksa da sahip olduğu şuuru, benliği çeşitli boyutlarda o boyutun kurallarına göre sonsuza dek yaşamaya devam eder İnsanların büyük çoğunluğu mikrodalga boyutunda, çok az bir kısmı mikrodalga (ışınsal) boyuttaki çeşitli maddi ve manevi arınmalar sonucunda kendi kapasitelerince Salt Bilinç Boyutuna adım atarak, yok denecek kadar az sayıdaki insanlarda daha maddesel boyutta iken, bir öncekilere kıyasla çok daha geniş kapsamlı olarak Mutlak Bilinç boyutunun çeşitli sıkalalarına dönüşüm yaparlar( bu Bilinç boyutunda kendini tanıyanlar arasında da boyutsal farklılıklar bulunmaktadır) Genel kapsamıyla evrende her şey salt enerji-bilinç boyutundan mikrodalga boyuta ve bu boyuttan da sırasıyla parçacık, atom, molekül ve madde boyutuna ve buradan da tekrar atom altı mikrodalga boyutuna doğru dönüşüm yapmaktadır Bu nedenle eğer biz bu sisteme bir Bütün olarak Tek bir gözle bakabilseydik (algıladığımız evrenimizin bütünselliği anlamında değil) varlıkta bir Kaos yerine, Kozmik Bilincin bize göre her an yeni bir yaratışının gereği olarak Kainatta meydana getirdiği çeşitli mekansal ve boyutsal dönüşümlerinin; düzensizlikten bir düzene yada bir düzenden düzensizliğe doğru bir gidiş şeklinde değil de, bir düzenden ayrı bir düzene geçişler biçiminde var olduğunu görürdük Dolayısıyla evrenin tüm katmanlarındaki yaşamlar Özden gelen bir biçimde programları doğrultusunda belli bir sistem ve düzen ile hareket etmektedir (bkz Hangi Evreni Algılamaktayız I, II, III / wwwgulizkcom /fizik) Termodinamiğin birinci ilkesi olarak bilinen Lovaziyer prensibini yani; yoktan bir şey var olmaz, var olan bir şeyde yok olmaz prensibini de aslında Teklik açısından değerlendirirsek Salt Bilinç boyutuna göre ikinci bir varlığın mevcut olmayıp görünenlerin ise yokluktan yok olarak var görünmesi nedeniyle yoktan bir şey meydana gelmediği gibi, kendini var kabul edene göre de, varlık hiçbir zaman yok olmayıp devamlı boyutsal dönüşümler içerisinde yaşamına devam etmektedir Ünlü kimyacı İlya Progogine de Entropi kavramının sadece bizim algılama yetersizliğimizden kaynaklanmakta olduğunu belirterek bazı kimyasal maddelerin birbirleriyle karıştırıldıklarında daha düzensiz örgütlenme beklenmesine karşın daha düzenli bir örgütlenmeye dönüştüğünü göstermiş ve bu kendiliğinden beliren düzeni “çözücü yapılar” ismiyle adlandırarak bu buluşuyla Nobel ödülü almıştır Bu buluşun en önemli sonucu ise, (ki kendisinin de belirttiği gibi) bu düzenin yoktan, tesadüfi olarak meydana gelmeyip, bunun yerine daha Derin Düzeydeki bir Düzenin boyutumuzda belirdiğini göstermiş olmasıdır Bu aynı zamanda hayatın bu anlamda nasıl bir anda başlayıp evrimleşerek daha komplike bir düzen haline geldiğini de bize açıklamış olur (*) Sufizm de “madenden nebata, oradan da hayvan ve insana geçiş” şeklinde anlatılmaya çalışılan evrimleşme de bildiğimiz maddesel boyut itibariyle değil, Kainat ve boyutları göz önüne alınarak tespit edilmiş bir olgudur Neils Bhor un, “eğer bir kimse kuantum fiziğini okuyup da şok geçirmiyorsa, o kuantum fiziğini anlamamış demektir” şeklinde ifade ettiği gibi, kuantum ve altı boyutlarındaki bizi şok edici gerçekleri görmeye ve her şeyin Mutlak Bilincin yansıması olarak bir ikilik söz konusu olmaksızın bir plan, düzen ve şuurla hareket ettiğini idrak etmeye (anlamaya) çalışalım Bunların en başında çift yarıklı deney gelmektedir Çift yarıklı deneyi de ayrı ayrı üç şekilde inceleyeceğiz Birinci deneyde kurşun, ikinci deneyde ışık dalgaları, üçüncü deneyde de elektron gibi parçacıklar (1) kullanalım Düzeneğimiz; kurşun atan bir tüfek, bir ışık kaynağı ve bir elektron tabancası Ayrıca bu kurşun, ışık ve elektronun geçeceği kadar aralarında belli bir mesafe bulunan iki delikli plaka ve bu deliklerden geçtikten sonra hangi noktaya gittiğini tespit etmek için de ikinci bir dedektörlü plakamız olsun (bu plaka da her üçü için farklı şekillerdedir) Öncelikle kurşun örneği için deliklerden birini kapalı tuttuğumuzda diyelim, I delik kapalı, II delik açık olsun Gelen kurşunlar, II delikten geçerek arka plakadaki belli yerlere çarpmak suretiyle bir dağılım gerçekleştirirler Aynı şekilde, II yi kapatıp I deliği açtığımızda da, bu sefer I delikten geçen kurşunlar, tıpkı diğer durumdaki gibi, bu deliğin arka kısmında bulunan bölgelerde daha çok yoğunlaşacak şekilde yine düzgün bir dağılım oluştururlar Her iki deliği birden açtığımızda ise, plaka yüzeyine çarpan kurşunların oluşturacağı dağılım, ayrı ayrı bulduğumuz I bölme ile II bölmedeki dağılımların toplamına eşit olur Aynı deneyi şimdi de ışık ile yaparsak göreceğiz ki,bu sefer gelen ışık dalgaları II delik kapalı olacağından I delikten geçerek plakanın bir bölümünü aydınlatacaktır I deliği kapatıp II deliği açtığımızda ise, aynı şekilde II delikten geçen ışınlar, II deliğin arkasını daha yoğun bir şekilde aydınlatıp diğer kısımları karanlık bırakacaktır Şimdi her iki deliği açtığımızda, ışığın kaynaktan delikli plakaya kat ettiği yol, her iki yarık için değişik olacağından yarıklardan geçen ışık dalgaları aynı fazda olmayacak, bunun sonucunda da tıpkı su dalgalarında olduğu gibi birbirleriyle girişim yaparak dalga tepelerinin üst üste geldiği yerlerde birbirlerini güçlendirip plakada daha parlak, dalga genliklerinin birbirlerini tam olarak yok etmeyip dalganın zayıfladığı yerlerde ise parlak olmayan yarı aydınlık, dalgalardan birinin tepesinin diğer dalganın çukuruna geldiği noktalarda da dalgalar birbirlerini tamamen yok edeceğinden (yani enerjilerini sıfırlayacağından) plakanın bazı bölgelerinde simsiyah karanlık bölgeler oluşur Böylece plaka üzerinde açık-koyu şeklinde girişim çizgileri ya da aydınlık-karanlık-aydınlık biçiminde şeritler görünecektir Burada önemli bir ayrıntı, kurşun örneğinin aksine, plakadaki aydınlıklı bölgelerin, deliklerin ayrı ayrı, yani biri kapalı diğeri açık iken oluşan aydınlık bölgelerin toplamından daha az olduğudur Şimdi aynı deneyi elektronlarla yaptığımızı ve gelen elektronların da fosforla kaplanmış dedektörlü ekrana çarpıp bir ışık vermek suretiyle yerlerini tespit etmiş olalım Tıpkı öncekilerde yapmış olduğumuz gibi, elektronlar için de bir deliği kapatıp diğer deliği açmak suretiyle ayrı ayrı aynı şeyleri tekrarladığımız taktirde, plaka üzerindeki dağılımın kurşun örneğiyle benzer dağılımı verdiğini tespit ederiz Çünkü elektronlar, bu şekilde tanecik özelliği ile hareket etmiştir Her iki deliği açtığımızda ise, yine kurşun örneğindeki düzgün dağılımı vermesi beklenirken iş böyle olmayıp tamamen ışık dalgası örneğindekine benzer dağılım şeklini verirler Yani; her iki delik açık iken plakada oluşan dağılım, deliklerin ayrı ayrı açık iken oluşan dağılımından farklı olmakta böylece, her iki delik açıkken oluşan izlerin toplamı deliklerden birinin ayrı ayrı açık olduğu durumdaki plakada bulunan izlerin toplamından daha az olmaktadır Bunun nedeni, elektronların, kuantum fiziğindeki taneciklerin parçacık ya da dalgacık (çift, dualite) özelliği dolayısıyla delikli plaka ile dedektör arasında ışık dalgaları gibi bir girişim meydana getirmesi, bu girişim örgüsünü de plakaya yansıtmasıdır Burada ilginç olan başka bir şey de, plakada dalgasal özellikli motif olmasına karşılık, elektronların plakaya parçacık olarak çarpmış olmasıdır (parçacık olarak bu girişim motifini oluşturmasıdır) Böylece elektronlar, kaynağından parçacık olarak çıkmış, dalgalar şeklinde yol almış (yayılmış), yarı yolda deliklerden bu şekilde geçtikten sonra yine dalgasal özelliği dolayısıyla girişim göstermiş, fakat plakaya bu girişim özelliği ile parçacıklar halinde varmışlardır Bu nedenle bize uzaktan plakada girişim deseni olarak görünürken plakaya yakından bakıldığında girişim, tıpkı deliklerden biri kapalı iken plakaya bıraktığı izler gibi noktalardan meydana geldiği ve bu izlerin de girişimin güçlü olduğu yerlerde en çok, girişimin zayıf olduğu yerlerde en az ve girişimin olmadığı bölgelerde ise hiç olmadığı görülmektedir Klasik nesnellik açısından tek bir elektronun özelliğini incelediğimizde o bir parçacık olduğu için tıpkı kurşun örneğinde olduğu gibi ya I Ya da II delikten geçerek düzgün bir dağılım gerçekleştirmesi beklenmektedir Başka bir deyişle, elektron bir parçacık olduğu için, dünya nesnel ise, her zaman bir parçacık olarak kalır ve I no’ lu ya da II no’ lu delikten geçmesi gerekmektedir Fakat,durum böyle olmayıp taneciklerin kurşun parçacıklarındaki gibi değil de ışık dalgalarında olduğu gibi girişim deseni oluşturması, klasik nesnelliği ortadan kaldırıp yerini kuantum fiziğinin belirlenemez doğasına bırakır Bunun sonucu olarak da, deliklerin yanına, hangi delikten geçtiğini görmek üzere bir dedektör sistemi kurmadığımız sürece, elektronun ya I ya da II numaralı delikten geçeceği şeklindeki önerme anlamsız olur Çünkü gerçekte onları gözlemlemeden dünyadaki olaylar hakkında konuşamayız Bu da bizi, biz onu gözlemlemediğimiz sürece dünyanın nesnelliğini varsayan klasik dünya görüşünden tamamen farklı bir gerçeğe götürmektedir Benzer bir ifadeyle, deliklere yaklaşırken bir elektronun ne olduğunu gözümüzde canlandırmaya (anlamaya) çalışırsak, Richard Feyman’ın dediği gibi, kanalizasyon çukuruna batarız Çünkü, elektronu küçük bir kurşun gibi göz önünde canlandırmaya çalıştığımız taktirde kurşun modeli tespit etmeliyiz Ama durum öyle değildir Bu sefer elektronu bir çeşit dalga gibi hayal etmeye çalışırsak, o takdirde de perdede dalgalar tespit etmeliyiz Ama öyle de olmaz , tek tek parçacıklar elde ederiz Bu yüzden görsel olarak var olan bu paradoks, kafalarımızdaki bir nesnellik resmini gerçek dünyaya uydurmaya çalışmamızdan kaynaklanmaktadır İşte kuantum yorumu, bu tür düşüncelerin gerçek dünyada uygulanabilir bir şeye karşılık olmadıkları için anlamsız oldukları gerekçesiyle, bunu tam olarak betimlemek için nasıl gözlemlediğimizi belirlemek zorunda olduğumuzu söyler İlginçlik bununla da sınırlı değil Çünkü elektron (tanecik) akımını yavaşlatıp öyle ki her iki delik açıkken tek tek olarak göndersek dahi bu durumda ya I ya da II delikten geçerek tüfek örneğindeki dağılımı gerçekleştirmesi beklenirken (gerekirken) yine aynı girişim desenini oluşturduğu görülmektedir (tanecikleri tek tek gönderdiğimizde de aynı girişim örgüsü oluşuyor) Yani, diyelim ki 100 tane elektronumuz var ve bunları tek tek plakaya doğru gönderiyoruz Bunlardan bir kısmı I delikten, bir kısmı da ikinci delikten geçerek kurşun örneğindeki gibi aynı dağılım şeklini vermesi dolayısıyla da plakada 100 tane parçacık izi olması gerekirken, durum böyle olmayıp tıpkı ışık dalgaları örneğinde olduğu gibi, bu plakada girişim deseni oluşmak suretiyle 100’ den daha az sayıda iz meydana gelmektedir Tek tek gönderilen elektron kendisinden önce ya da sonra gönderilen girişim oluşturamayacağından tek bir elektron nasıl oluyor da bu girişimi meydana getiriyor dediğimizde, cevap olarak tek bir elektron dalgasal özelliği dolayısıyla aynı anda her iki delikten geçerek kendisiyle girişim oluşturup bunu da dedektörlü plakaya yansıtmaktadır deriz Aynı olayı farklı bir açıdan deneylersek; diyelim ki plakadaki girişim deseni yirmi bin tane tanecikle meydana gelmiş olsun Eğer biz bir deneyde peş peşe ve tek tek bu parçacıkları göndermek yerine aynı deney araçlarımızdan yirmi bin tane üreterek dünyanın çeşitli yerlerinde ve farklı zamanlarda, ancak her bir deneyde yalnızca bir tek tanecik kullanmak suretiyle yapmış olsaydık acaba ne olurdu? Sonuç yine şok edicidir Çünkü her bir deneyde parçacıklar dedektörlü plakanın her hangi bir yerine rast gele bir iz bırakmış gibi görünseler de bu plakaları üst üste yerleştirdiğimiz taktirde bu izlerin toplamının yine girişim desenini meydana getirdiği görülmüştür (bu tür deneyler gerçekten yapılmıştır) Girişim sonucu dedektörlü plakadaki izlerin sayısının azalmasının nedeni ise; dalgaların çift yarıklardan geçtikten sonra girişime uğramasıdır Çünkü girişime uğrayan dalgalar bazı noktalarda birbirlerini zayıflatıp yok etmekte, dolayısıyla çift yarıktan geçmeden önceki haline nispetle daha da azalmakta ve böylece de bu durum tanecikli yapıya ve dedektörlü plakaya yansımaktadır Bu yansıma biçimi ise şöyledir: Bildiğimiz gibi, dalgaların olasılık dalgası olması nedeniyle girişim yaptığı noktaların birbirlerini güçlendirdiği yerlerde bulunma ihtimalinin çok yüksek, dalgaların birbirlerini yok ettiği yerlerde de taneciğin bulunma olasılığının sıfır, benzer ifadeyle o bölgede taneciğin hiç olmaması (bulunmaması) anlamına gelmektedir (yoksa taneciğin yarısı bir bölgede, diğer yarısı da başka bir bölgede değil Girişim yapan tanecikler bu özellikleri nedeniyle çarpacağı plakanın neresinde bulunacağını ve hangi bölgede bulunmaması gerektiğini, bilerek bu bölgelerden tamamen kaçmak suretiyle plakanın ilgili yerlerine çarparlar Fakat, izleri topladığımızda kurşun örneği yerine dalga özelliğindeki gibi, deliklerden birinin ayrı ayrı açık iken gerçekleştirdikleri izlerin toplamından daha az sayıda işaret bulunur Çünkü tanecikler bu girişimi vermek için bazı noktalara birden fazla çarpmıştır (Ancak hangi taneciklerin bunu yaptıkları belirsizlik ilkesince belli değildir) Aynı olaya bir başka açıdan bakarsak, yine elektronları tek tek gönderdiğimizde, ama bu sefer parçacıkların plakadaki girişim deseni üzerindeki izleri, diyelim ki %30‘luk seyrek olan bölgesini öncelikli doldurduğunda, diğer gelen taneciklerin bu bölgeleri dolduğunu biliyormuşçasına bu bölgelerden kaçıp geri kalan % 70 ‘lik bölgedeki yerleri doldurduğu (izler bıraktığı) görülür Bir elektron (ya da bir tanecik) dalgasal özellik gösterdiğinde elektron artık yoktur O belli bir hacimde, boyutta olmak yerine, dalganın her yerinde olacak bir biçimde hareket eder Bu belirsizlik yüzden (2) çift yarıklı deneyde taneciklerin hangi yarıktan geçtiği, plakanın neresine çarptığı bilinememesine karşın, tüfek örneğinde ise kurşunların hangi delikten geçtikleri ve nereye çarpacakları bellidir Benzer ifadeyle, plakadaki kurşunların yerlerine bakarak onların hangi delikten geçtikleri bilinebilmektedir Kuantum boyutlarındaki elektronları (tanecikleri) tespit edebilmemiz içinse delikli plakanın hemen arkasına bir ışık kaynağı koymamız gerekmektedir Çünkü ışık fotonları, tıpkı fotoelektrik olayında olduğu gibi maddesel bir ortama çarpınca parçacık özelliğini sergileyeceğinden, aynı zamanda yine bir tanecik olan elektronlarla çarpışması durumunda da elektronların parçacık özelliğini göstermesini sağlayacaktır (3) Benzer ifadeyle fotonlar, yarıktan geçen elektron dalgası ile çarpışıp (onlarla etkileşime girip) onları birer parçacık olmaya, kendilerini maddesel biçimde göstermeye yönelterek davranış biçimlerini değiştirecek ve bu durum, plakadaki dağılıma yansıyacağından, onların hangi delikten geçtiği tespit edilebilecektir Bunu yapmadığımız sürece taneciklerin dalgasal yapıları dolayısıyla ancak onların istatistiksel olarak hangi bölgeye gelebileceğini önceden tahmin edebiliriz Gerçekten de ışığı açtığımızda elektronların fotonlarla etkileşime girmesi sonucu plakadaki girişim örgüsü de değişmeye başlar ve yavaş yavaş ışığı artırdığımızda, etkileşime giren foton sayılarını artırmış olacağımızdan girişim deseni tamamen bozularak yerini deliklerden birinin kapalı diğerinin açık olan deneydeki gibi ayrı ayrı dağılımların toplamı olan şekle dönüşür ve böylece taneciklerin hangi delikten geçtikleri de belli olur Işığı kapattığımızda ise, yayımlanan foton olmayacağından plakada tanecik özelliğinin getireceği dağılım değişerek yerini dalgasal özellikli girişim örgüsüne bırakır Özetlersek; ışık kaynağını açmamız, ışık fotonlarının elektronların dalgasal yönlerini bozarak parçacık özelliği ile hareket etmesini sağlarken, ışık azaltılıp tamamen kapatılınca da elektronları tekrardan dalgasal özellikli davranışlarına geri döndürmüş oluruz Böylece ben, bir elektronun hangi yarıktan geçtiğini “gözlemleme” olayı ile sisteme müdahale etmiş ve bu suretle de bu elektronun plakadaki dağılım şeklini, davranış(hareket) biçimini değiştirmiş olmaktayım Bu sistemi açıklayıcı bir başka örnek için tekrar deneye dönüp bu sefer, çift yarıklı plakanın arkasına, önce parçacık dedektörünü sonra da dedektörlü plakayı yerleştirerek taneciklerin davranışlarını gözlemlemeye çalışalım Bir kaynaktan çıkan elektronlar ya tanecik olarak deliklerin birinden ayrı ayrı olarak geçerler ya da dalgasal özellikleri dolayısıyla tek tek, aynı anda her iki delikten de geçecek şekilde yol alırlar Gerçekten de ben tanecik dedektörünü yerleştirdiğim zaman elektronlar parçacık özelliğini kullanarak yarıkların birinden geçip dedektöre gelirken, tanecik dedektörünü kaldırıp bunun yerine dedektörlü plakayı koyduğumda da, tanecikler parçacık özelliği yerine dalgasal özelliğini kullanarak her iki delikten aynı anda geçip girişim motifi oluşturmakta ve bunu da plakaya aksettirmektedirler Kısacası, ben parçacık dedektörünü kullanarak ölçümü gözlemlemeye çalıştığımda elektronlar tanecik özelliğini gösterirken, dalga dedektörüyle ölçümü gözlemlemek istediğimde ise, girişim deseni oluşturarak dalgasal yönlerini sergilemektedirler Dolayısıyla, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, benim deneyi gözlemleme şeklim, taneciklerin davranışını belirlemektedir Şimdi burada bir şey daha yapalım ve deneye öncelikle parçacık dedektörüyle başlayalım Ama öyle bir düzenek kuralım ki, elektronlar yarıkları geçtikten sonra hemen bu parçacık dedektörünü kaldırarak yerine dalgasal ölçeri yerleştirelim Bunu yaptığımızda, yarıklardan geçen elektronların dalgasal özellik yerine parçacık özelliğini sergileyip plakaya çarparak girişim deseni oluşturmamasını beklerken, durumun böyle olmayıp tam aksine, plakada girişim desenini meydana getirdiğini görürüz Eğer kararımızı, elektronlar deliklerden geçtikten sonra verip bu plakalardan birini deneye sokmuş olsak bile yine aynı sonuçları elde ederiz Gerçekten de böyle bir deney 1985 yılında Amerika Maryland’ dan üç fizikçi Oleg Jakubowicz, William Wickes ve Carrol Alley tarafından foton ve ayna kullanarak gerçekleştirilmiştir Bu aynayı kullanmadıklarında tek bir foton, parçacık özelliği ile bu deliklerin birinden geçerken ayna devreye girdiğinde dalgasal özelliği ile aynı anda iki yarıktan geçmekteydi Ancak işin ilginç yanı, aynanın devreye sokulup sokulmayacağı kararı fotonların yarıklardan geçtikten sonra verilmiş olmasıydı Bu da bize, o anda verilen bir kararın fotonların (taneciklerin) geçmiş durumlarını etkilediğini göstermektedir Bunların dışında yapılan ayrı bir deneyde de (ki bu Bell teorisinin Paris Üniversitesi Optik Fizikçilerinden Alain Aspect, Gerard Roger ve Jean Dalibard tarafından gerçekleştirilmiş olan deneyidir), iki tanecikten birinin yönü değiştirildiğinde diğer parçacığın da aynı anda yönünün değiştiği gözlemlenmiş ve bu tanecikler arasındaki mesafe, en büyük hız olan ışık hızının bile milyonlarca, milyarlarca yıl gidebileceği bir uzaklığa kadar artırılmış olsa da birindeki hareket değişikliğinin diğerine aynı anda yansıdığı anlaşılmıştır Sadece bu parçacıkların doğrultu değişimleri için değil spinleri için de aynen geçerlidir Tüm bunlardan çıkan sonuçlara sorular halinde cevap bulmaya çalışırsak; acaba elektronlar (tanecikler), tek tek gönderildikleri zaman geçeceği deliklerin tek yarıklı mı yoksa çift yarıklı mı olduğunu nereden bilmektedirler ki ona göre harekette bulunuyorlar? Ya da bir elektron (parçacık) aynı anda hem öncesinde hareket eden hem de sonrasında hareket edecek olan tüm elektronların ne şekilde davranacaklarını, deney aletlerini, deneycinin zihninin vereceği kararı önceden nasıl biliyor da bu duruma göre kendi hareketlerini (davranışlarını) belirliyor? Üstelik aralarındaki mesafenin de hiçbir önemi olmaksızın Bununla birlikte, kuantum fiziğindeki çift yarıklı deney ile madde-antimadde veya parçacıklar arasındaki etkileşmenin aralarındaki mesafeye bağlı olmaksızın gerçekleşmesine ve kuantumun ihtimalli doğasına, “Tanrı zar atmaz” diyen Einstein ve arkadaşları, EPR paradoksu ile bunun, hem yerel nedensellik ilkesine (yani uzak olayların herhangi bir aracılık olmadan yerel olayların anında etkileyemeyeceği ilkesi) hem de Determinist ilkeye ters düşmesi nedeniyle, kuantum fiziğinin yetersiz ya da yanlış olduğu fikriyle karşı çıktılar Ve bu durumun uzun yıllar felsefik olarak tartışılması sonucunda, Cern’deki fizikçi Jhon Bell, teorik bir durum olan bu görüşlere karşın, olaya deneysel yönden uygulanabilirlik sağlanacağını göstermiş, 1982 yılında da Paris’ten Alain Aspect bu deneyi yaparak kuantum gerçekliğinin ardında bir başka gerçekliğin gizli olduğunu bulmuş ve Einsten’ın determinist ilkesi ile Bhor’un madde –antimadde arasındaki etkileşmenin sonucu yerel nedensellik ilkesinin olamayacağı görüşünün bu boyutta birleşmesini sağlamıştır Böylece bir foton (tanecik) galaksinin ya da evrenin ucundaki bir diğer fotonla (parçacıkla) veya diğer tüm fotonlarla (parçacıklarla) çift yarıklı deneydeki gibi zaman ve mekan kavramı olmaksızın bağlantılıydı Bell’in bulgusu, alışılmış kuantum teorisinin bir şekilde eksik ve yanı sıra gizli değişkenler şeklinde, dünyanın durumu hakkında ek fiziksel bilgi vermiş ve bir alt kuantum teorisinin mevcut olduğunu göstermiştir Eğer fizikçiler bu değişkenleri bilselerdi, belli bir ölçümün sonucunu (yalnızca çeşitli sonuçların olasılıklarını değil) kestirebilirlerdi Hatta, parçacıkların momentum ve konumlarını aynı anda belirleyebilir ve determinizmin varlığını da yeniden oluşturabilirlerdi Benzer bir ifadeyle eğer biz gerçekliğin bir kart destesi olduğunu düşünürsek, kuantum teorisine göre, dağıtımı yapılan tüm ellerin olasılığı konusunda öngörüde bulunmayacak, bunun yerine kuantum altı boyutun gizli değişkenleri vasıtasıyla destenin içine bakıp her eldeki tek tek kartlar hakkında kestirimde bulunabileceğiz Parçacıkların yerel olmayan ilişkilerini David Bhom bir plazma içindeki, elektronların, gelişi güzel, kaotik bir biçimde sürekli bir kararsızlık durumunu yaratarak hareket etmek yerine, tüm elektronların bilgisine göre yani holografik bir biçimde davranış sergilediğini ve buna da “plazmon” ismini vererek (aynı durumu metallerde de) deneysel olarak göstermiştir Bu görünmeyen ve holografik özellikli sisteme “Gizli (Örtük) Düzen” ve bu düzenin kendi boyutlarınca belirdiği, göründüğü düzenleri de “Belirgin Düzenler” olarak ifade etmiştir (bkz Kuantum Potansiyeli I, II / wwwgulizkcom / Fizik) Böylece bir taneciğin, diğer taneciklerden, deney aletlerinden ve onu gözlemleyen (deneyi yapan ve izleyen) gözlemcinin zihninden veya gözlemcinin zihninin deney aletleri ve taneciklerden bağımsız olmadığı ve daha derin bir düzeyde birbirinden ayırt edilmeksizin Tek bir yapı oldukları, ancak belirgin düzende açığa çıktıklarında farklı isim ve yapılarla anıldıkları ve de bu iki düzen arasındaki gidiş gelişlerle de her an birbirleriyle bağlantılı oldukları görülür Bu nedenle her şey bir diğer şeyin tüm özelliklerine sahip olan diğer aynı şeydir ki, varlık bu şekilde birbirinin devamı olarak sürekliliğini devam ettirmekte ve bundan ötürü fark edelim ya da etmeyelim, yine birbirlerini zaman - mekan kavramı olmaksızın her an ve her şekilde etkilemektedirler Uzay- zamandan bağımsız etkileşmeyi sadece mekanlar arası değil, varlığın geçmiş-şimdi-geleceği arasında var olan aynı biçimdeki bağlantıyı da kapsayacak şekilde düşünmeliyiz Bu zamansal bağlantıyı anlamak içinse, nasıl ki sağduyumuza göre geleceğimiz, geçmişimiz tarafından oluşturuluyorsa, geçmişimiz de aynı biçimde geleceğimiz tarafından şekillendirilmektedir Dolayısıyla, olaya Tek bir gözle (bakış açısıyla) Bütünsel Boyuttan baktığımız taktirde ayrı ayrı olarak geçmişin mi geleceği yoksa, geleceğin mi geçmişi var ettiği sorusu anlamsızlaşır Çünkü o boyutta, herhangi bir zaman ayrımı olmaksızın Tek bir zamanın varlığı söz konusudur Tıpkı Einstein’ın “geçmiş, şimdi ve gelecek, sadece bir illüzyondan ibarettir Her ne kadar gerçek görünseler de” dediği gibi Gizli Düzende varlığın Tek olması ve Belirgin Düzenlerdeki tüm şeylerin birbirleriyle bağlantılı, ilintili olması dolayısıyla, evrenin herhangi bir noktasında meydana gelen bir aktivite, evrenin bilemediğimiz ve hatta hayal bile edemeyeceğimiz bir diğer noktasındaki bambaşka şeyleri etkileyerek onların çeşitli şekillerde harekete geçmesini sağlamaktadır Bu durumun tüme olan genelleştirilmesini parçacıklar açısından irdelersek; bir elektron (tanecik) tüme (Bütüne) ait olan bilgiye göre hareket ederken aynı zamanda tüm parçacıklar da bir elektronun tüm özelliklerine sahip olarak davranışlarını düzenlerler Yani bir parçacık bütün parçacıkların davranışlarını etkilerken aynı şekilde tüm parçacıklar da bir taneciğin hareketini etkilemektedir Varlığın Gizli Düzendeki Tekliği (Bütünselliği) ve Belirgin Düzenlerdeki her bir şeyin de diğer tüm şeylerle olan bağlantısını göz önüne aldığımızda ise, Tek’in dışında ikinci bir şeyin hiçbir şekilde mevcut olmadığını, bu nedenle de Belirgin Düzenlerde görünenlerin kendilerine özgü özgür ve hür iradelerinin olmadığını görürüz Ayrıca Kuantum fiziğindeki bu özellikler; dünyanın bizim onu gözlemlememizden bağımsız, belirli bir varlık durumu olduğu fikrini sona erdirerek, klasik nesnelliğin var olmadığını; gerçeğin gözlemci tarafından yaratıldığını ve dünyanın insanın niyetinden bağımsız olarak belli bir durumda var olmadığını göstermektedirTıpkı bir cihazı kurup onu gözlemleyişimize kadar, atomik dünyanın belirli bir durumda olmayışı gibi (Klasik anlamda değil, ama dalgasal formda farklı bir biçimde mevcuttur Çünkü kuantum altı boyutta İndeterminizm değil, Determinizmin varlığı söz konusudur) Kuantum düzeylerine inildiğinde sistemin Zihinden bağımsız açıklanamayacağını söyleyen (ayrıca buna Antropik ilke de denmektedir) Prof Dr John A Wheleer: “Eğer evreni şekillendirecek gözlemciler olmasa, fizik yasaları, tüm değişen evren ve evrenler olmayacaktı Çünkü gözlemcilerin var olmadığı evren, yok demektir” diyerek “kendi kendini besleyen (self reference)” adını verdiği evren modeliyle her şeyin bir diğer şeyi meydana getirdiğini, dolayısıyla bizim kuantum parçacıklarından makroskobik boyutlara kadar tüm evreni oluşturduğumuz gibi, aynı zamanda evrenin de bizi meydana getirmekte olduğunu belirtmektedir Bu da bizi, algılananın mutlak evren değil, sadece insanın evreni olduğuna; bunun gibi her boyut algılayıcısına göre de sonsuz sayıdaki evrenlerin bulunduğuna ve evrende mevcut olan bağlantılar dolayısıyla insanın boyutsal bilinç sıçraması sonucu genişleyen-değişen algı durumu ile birlikte Hakikâti olan bu boyutlara uzanabileceği gerçeğine götürür Böylece evren ve boyutları tüm varlıkların katılımlarıyla rölatif (izafi) bir biçimde hiyerarşik olarak var olmuş Tekil bir yapıdır Mistik alanda; bir yönüyle Salt Bilinç, bir yönüyle İnsanı Kâmil, diğer bir yönüyle de Evrensel Enerji olan Kuantsal Bütünlüğün, Kâinat adı altında zaman ve mekândan bağımsız olarak her an kendi sistemiyle yaşamını sürdürdüğünü, bu nedenle her şeyin aslında bu Kuantsal Bütünlüğün kendi kendisini seyrinden ibaret olduğunu belirtmektedir Jhon Bell’in ortaya koyduğu gizli değişkenler, bazı bilim adamlarınca tünel süreci olan Takyonlar vasıtasıyla açıklanırken, David Bhom da daha önce belirttiğimiz gibi, Kuantum altı düzeyi (ve dolayısıyla takyonları da) kuantum potansiyeli adını verdiği holografik bir sistemle açıklayıp evrende her şeyin, her şeyle çaprazlama biçimde ilişkili halde, evrenin tüm boyutlarıyla tek bölünmez bir bütün olduğunu belirterek, düzensizliğin var olmadığını göstermiştir Tıpkı gliserin dolu bir kavanozun içine bir mürekkep damlası yerleştirildikten sonra, kavanoz içindeki silindirin döndürülmesiyle, bu damlanın yayılıp gözden kaybolması, ters yönde çevrilmesiyle de damlanın yeniden bir araya gelerek belirmesinin, damlanın ortadan kaybolmasıyla yok olmayarak, sistemin farklı boyutlarında farklı düzenlerin mevcut olduğunu göstermesi ile suretleri meydana getiren holografik plakaya kaydedilmiş bulunan girişim deseninin çıplak gözle bakıldığında ilkin düzensiz bir biçiminde görünmesine karşın, bu girişim örgüsüne uygun ışık ışınları düşürüldüğünde düzenli üç boyutlu görüntülerin görülmesi gibi Bu noktada Neils Bhor da “büyük bir yenilik, ortaya çıktığında önce karışık ve garip görünür” sözüyle destek vermektedir Böyle bir anlayış da bizi; düzenli-düzensiz (kaos), canlı-cansız, madde-şuur gibi birbirleriyle ilişkili (bağlantılı) dualitelerin hiçbir zaman mevcut olmadığına, yani her şeyin düzenli, canlı ve şuurlu olarak, bunlardan maddenin, şuurun bir hali olduğuna, bu nedenle de şuur ve madde (dolayısıyla diğer ikilemlerin) arasındaki görünür farklılığın bir yanılsamadan ibaret olup ancak her ikisinin, nesnelerin ve lineer zamanın belirgin dünyasında ortaya çıktıktan sonra oluşabilen bir yapay olgusu olduğuna götürür ki,böyle bir evren için de Kaos kavramına yer yoktur Kenan Keskin Kaynakça: (Bkz Allah, Hz Muhammed Neyi Okudu?- Ahmed Hulusi / Zamanda Yolculuk – J H Brennan / Kuantum Benlik- Danah Zohar ) ( Bkz Kozmik Kod- Heinz R Pagels / Zamanda Yolculuk – J H Brennan / Kralın Yeni Usu (Fiziğin Gizemi) – Prf Dr Roger Penrose / Tubitak Bilim Teknik Dergisi- Aralık 1994) (bkz Hz Muhammed Ney i Oku du, Dini Yanlış Algılamak – Ahmed Hulusi, Prf Dr Roger Penros – Kralın Yeni Usu / Us Nerede, Taşkın Tuna – Sonsuz Uzaylar, Tübitak Bilim Teknik Dergisi – Aralık 1994 / Mayıs 96, Hayatın Kökleri – Mahlon B Hoagland / Tübitak yayınları) ) |
|