Halvet Kaideleri |
08-06-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Halvet KaideleriHalvet Kaideleri Halvet Kaideleri Halvete girmek isteyen kimse, gönlünü mal, mülk sevgisinden arındırmalıdır Namaz kıldığı yerin ve elbisesinin temiz olmasına dikkat etmelidir Girmeden önce abdest alır, iki rek‘at namaz kılar ve günahlarından tevbe eder İçindeki kötü duygu ve hislerden arınmaya çalışır, bu esnada yalnız Cuma namazı için dışarı çıkar ve namazdan sonra tekrar halvete devam eder Sâlik halvet esnasında vaktini yalnız Allah Teâlâ’ya tahsis eder Yalnız O’nun rızasını kazanacak işleri yapmaya çalışır Kur'an-ı Kerim okur, Allah Teâlâ’yı zikreder, namaz kılar ya da murakabe ile meşgul olur Bunun dışında yorulduğunda uyur ve dinlenir Erbaîn halvetine giren sâlik yeme içime konusunda ölçülü davranmalı ve aşırı yemekten kaçınmalıdır Midesini fazla lüzumsuz şeylerle doldurmamalı ki, gece rahat ibadet edebilsin Halvete giren kişinin yemesine ve içmesine dikkat etmesi tavsiye edilmiştir Mideyi doldurmaktan sakınılması vücudu idare edecek seviyede bir gıda alımına müsaade edilmiştir Başlangıçta daha fazla bir yemekle başlayan kişi daha sonra tedricen yemesini azaltmalıdır Sûfîler Rabbi ile beraber olan o ferahlık ve sevinç içerisinde açlığı hissetmez demişlerdir Yine mutasavvıflar nefsi açlıkla terbiye etmenin kişiye çeşitli faziletleri kazandıracağını belirtmektedirler Halvet esnasında bazı sûfîler şaşkınlık yaşamışlar ve yanlış ifadelerde bulunmuşlardır Burada dikkatli olmanın gerekliliği ortaya çıkmaktadır Bazı kimselerin daha önceki meşayıh ve mutasavvıfların bazı vakıa ve keşiflere mazhar olduklarını işitmeleri neticesinde halvete girmeyi istedikleri görülmektedir Bu da niyetleri ihlâslı olmayan kişilerin böyle manevi bir olayı istismara gitmelerine neden olmuştur Sadık mürid halvetten gayenin zamanını değerlendirmek ve uzuvlarını mekruh şeylerden uzak tutarak Allah Teâlâ’ya yaklaşmak olduğunu bilmelidir Halvet esnasındaki evrad ve zikir konusunda sûfî gurupları farklı görüşlerde bulunmuşlardır Mürid halvet esnasında bütün zamanını, kendisini Allah Teâlâ’ya yaklaştıracak amellere tahsis eder Bu işler Kur'an-ı Kerim okuma, Allah Teâlâ’yı zikir, nafile namaz, murakabe gibi ibadetlerdir Bu fiilleri dönüşümlü olarak yerine getirir ki kendisinde bir bıkkınlık söz konusu olmasın Halvette dikkat edilmesi gereken bir başka hususta Allah Teâlâ’nın ilâhî mevhibeleri nefsi aç bırakmaya münhasır değildir Her yiyip içen bir insan yemeği azaltan aç kalandan daha üstün olabilir Ebû Ya’kûb Sûsî’nin halvet hakkındaki görüşü de dikkat çekicidir Yalnızlığa (halvete) ancak ricâlden güçlü kişiler dayanabilir Bizim gibilere birbirinden görüp amel etmek için toplum içinde kalmak, halvetten daha yaralıdır Burada da görüldüğü üzere halvet olayı belli bir manevî ağırlığa sahip bir hadise olarak herkesin üstesinden geleceği bir iş değildir Bazı maddî ihtiyaçları azaltma gibi görülse de bu işin dış tarafıdır Esas iş manayı ilgilendiren yönüdür Halvet uygulanması özel kuralları olması nedeniyle zor bir iş olduğu muhakkaktır Kendisini buna hazırlamayan gerekli yeterliliği olmayan kişilerin yapabileceği bir fiil değildir İbrahim Havvâs kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz çölde güzel bir edep ve kalp huzuru içerisinde bir zatı görür ve o kişiye bu durumunu sorar o zatın cevabı ise şöyledir: “Ben halkın içinde ve tanıdıklarımın yanında tevekkül, rıza, tefvîz-ı umûr ile amel ediyordum Ne zaman ki tanıdıklardan ayrıldım Bende bunların zerresi bile kalmadı Buraya geldim ki bildik ve tanıdıklardan uzak olduğum zaman da, nefsimden iddia ede geldiği şeyleri isteyebileyim” Burada dikkat çekici husus kişi toplum içerisinde tanıdıkları yanındaki hali ve davranışlarıyla yalnız olduğundaki durumunun kıyaslanmasıdır Her zaman aynı halde kalabiliyor mu? Yoksa farklı görünümlere girebiliyor mu? Yaptığı işlerde riya ve gösteriş, kendini beğendirme ve başkalarının övgüsünü kazanma isteği mi var Süfyan es-Sevrî de halveti ilgilendiren şu sözlerinde konuya ışık tutmaktadır: “Kim halka karışırsa, onları idareye (onlarla güzel geçinmeye) çalışır Onları idareye çalışan; onların hal ve hatırını görüp gözetmeye mecbur kalır Onlara göre hareket eden de, onların düştükleri hata ve tehlikelere düşer Sonuçta, onlar gibi helak olur” Burada çok dikkatli olunması gereken bazı hususlar da kendiliğinden gündeme gelmektedir[1] Bir kişi toplum hayatında nasıl insanlardan uzak ve onlarla ilişki içersinde olmadan yaşayacak bu mümkün gözükmemektedir Fakat önemli olan husus ölçülü olmak ve insanlardan kötü etkilenmenin önüne geçebilmektir Candan sana tâlip kıl her tâate râğıp kıl Bir Pîre musâhib kıl hizmet yolunu göster Candan sana tâlip kıl her tâate râğbet kıl Bir Pîrle sohbet kıl hizmet yolunu göster “Pîr” den murad edilen “Mürşid-i Kâmil” dir Hakk’ı bulmak pek kolaydır, velâkin Hakk’ı bulduran Kâmil insanı bulmak güçtür Bunlar kimyâ gibidir, velâkin bulunması kimyâdan güçtür Tâ’lim edip esmâyı bildir bize eşyâyı, Duymaya “Ev ednâ” yı hikmet yolunu göster İsimleri tâ’lim edip bildir bize eşyâyı, “Ev ednâ” yı duymaya hikmet yolunu göster Esmâ, yani isimlerden murad edilen taayyânattır (insanın görünen vücûdu), “Kulum Muhammed bana yaklaştı, daha fazla yaklaştı, tâ ki benimle arası iki yay boyumu kadar”[2] Âyetlerin bâtını manâları ise: “Denâ” Seyr-i illallâh-tır (Allah Teâlâ’ya yaklaşma), yani tevhid mertebelerinde Fenâ-i ef’âl, Fenâ-i sıfat ve Fenâ-i zâttır Bunlar tevhidde urûc (yükselme) makâmlarıdır “Tedellâ” ise nuzûl, yani rücû (avdet edici, geri dönme) makâmları ki, Cem, Hazret-ül Cem makâmlarıdır “Kaab-e kavseyn” ise Cem-ül Cem makâmıdır “Ev ednâ” da son makâm olan Ahadiyyet makâmına işârettir Çünkü Fenâ-i ef’âl, Fenâ-i Sıfât, Fenâ-i Vücûd makâmları, Bekâ-i Zât, Bekâ-i Sıfât, Bekâ-i Ef’âl olarak bekâ makmlarıdır Esasen fenâ (yok olma) ve bekâ (tekrar kavuşma) iki kavistir Bu iki kavis (yükselme makâmı) Cem-ül Cem makâmında birleşirler Ev-ednâ ise son makâm olan Ahadiyyet makâmıdır Beyitte geçen “Hikmet yolu” tasavvuf yoludur İnsanları Allah Teâlâ’ya vâsıl eden iki yoldan biridir Diğer yol da şer’î yoldur Kur'an-ı Kerim’de “Bir kimseye de hikmet verilirse ona da birçok hayr verilir”[3] buyurulmuştur Burada hikmet sâhibi kimse tasavvuf ehli olan kimselerdir ve onlara birçok hayır verilir Esasen tasavvuf demek hikmet sahibi olmak demektir, bunlar hakkı hak olduğu için ve iyiyi iyi olduğu için yaparlar Hz Ali kerreme’llâhü veche "Derinlerdeki hikmet akıl ile akıl da hikmet ile çıkarılır Hüsn-i siyasetle salih edep zuhur eder Tefekkür ise kalbin hayatıdır" [4] demek suretiyle, akıl, hikmet ve tefekkürün icra ettiği fonksiyonun önemini belirtmiştir Ancak bu hikmet anlayışı daha sonra değişmiştir Olan şeyler ve hadiselerdeki Allah Teâlâ ve kullar nezdinde olması gereken ve gerekmeyen hallerdeki hikmetin durumun halli için Mutezile ve Eşarîler arasındaki kelamî tartışmalara başlamış ve Eşarî anlayışın İslâm dünyasına hâkim olması ve bu durumdan ehl-i tasavvufun da aşırı şekilde etkilenmesine, müridlerin şeyhleri ve işleri hakkında tek taraflı bir hikmet çizgisi ile vahdet-i vücud öğretisinin getirisi olan bir şekilde aklî yönü tamamen ber-taraf eden bir sonuca ulaşmıştır Hz Ali kerreme’llâhü vechenin buyurduğu kelâmın dışına çıkılmış tefekkür hayatı inkıraza uğramış İslam Medeniyeti istenilen seviyeye ulaşamayıp tabir-i caizse yerinde saymıştır Belki “hikmeti vardır” birçok sorunun çözümünü sağladığı gibi nakıs olan kişi ve hallerinde istismarına sebebiyet vermiştir ki neticelerinde noksan haller husule gelmiştir Bu durumu Süleyman Uludağ şu şekilde izah etmektedir “Allah Teâlâ’nın fiillerinde belli bir garaz ve illet bulunmadığını savunan ve irade sıfatını ön plana çıkardıkları için iradeciler diye adlandırılan ashâb-ı meşiyet’i bu şekilde düşünmeye sevk eden âmil, Allah Teâlâ’nın meşiyet ve iradesini sonsuz genişlikte görüp hikmet sıfatıyla bile tehdit etmeye yanaşmamalarıdır Tabbiidir ki, ilahi irade mutlak ve bu derece kapsamlı bir şekilde ele alınırsa, sebep, illet ve hikmet telakkisini, neticede de aklı ve düşünceyi silip süpürür Geriye ancak tesadüfler, gelişigüzel vukua gelen, maksat ve gayesi bilinmeyen ve hikmete dayanmayan bir takım hadiseler kalır Bunun sonucunda da kâinat bir kaos şeklini alır Allah Teâlâ’nın iradesini ve dilemesini insan aklı veya maddî illetlerle sınırlandırmak Allah Teâlâ’yı zaruret ve mecburiyet prensibinin altında şeklen faaliyet gösteren irade sahibi bir varlık olarak görmek caiz değildir Ancak Allah Teâlâ’nın irade sıfatını yine O’nun bir sıfatı olan hikmet prensibiyle sınırlı ve uyumlu görmekte hiçbir mahzur yoktur Zira Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde kendisinin hakîm olduğunu haber veren bizzat Allah Teâlâ’dır Bundan dolayı irade sıfatının, hikmet sıfatının red ve inkâr edilmesini gerektirecek bir genişlikte anlaşılması doğru değildir”[5] “Mutezile’nin, insanın menfaatine ve maslahatına en uygun olan şey ne ise, Allah Teâlâ’nın onu yaratması lazım gelir,demesi Eşârîleri böyle bir çıkmaza itmiş, meseleyi köklü ama tek taraflı derinleştirmelerine yol açmıştır Eşârîler ilahi iradeyi herhangi bir mecburiyet, zaruret ve illet altında görmemek için, hikmeti de hiç olmayacak şekilde tevil edip reddetmek ihtiyacını duymuşlar veya böyle hareket etmeye hasımları tarafından zorlanmışlardır Sonradan illiyeti esas alan felsefenin güçlenmesi de Eşârîleri bu konuda zor durumda bırakmış, ötesi aydınlık olmayan ve gittikçe de karanlıklaşan bir bir sahaya sürüklemiştir Diğer taraftan Mutezile’nin ortadan kalkması ve felsefenin de Eşârî bir kelamcı olan Gazzâlî tarafından çökertilmesi, İslâm âleminde baştanbaşa Eşârîliğin hükümran olmasına ve rakipsiz bir düşünce tarzı olarak istediği gibi faaliyet göstermesine yol açmıştır Sebep ve illet fikrinin bu kadar çok zayıflaması ancak mutasavvıfların işine yaramış, kerametler ve olağanüstü hallere ait menkıbeler alabildiğine artmıştır Artık ermişlerin hikmetleri ve iradeleri dahi tabiat kuvvetlerinden ve kanunlarından daha tesirlidir, daha kolay ve çabuk netice alır, diye inanılmaya başlanmıştı Aslında Gazzâlî, var olan âlemden daha eşsiz (bediî) bir âlemin yaratılması imkânsızdırdemek suretiyle bu yolda Mutezile’yi ve felsefeyi bile geri gerilerde bırakan bir illiyet, nizam ve hikmet anlayışına ulaşmıştı Ama ondan sonra İslâm fikir hayatında onun bu telakkisi değil, illiyet ve hikmet fikrine karşı olan telakkiler tesirli olmuştur”[6] Hâr içre biter gülzâr, zâr içre doğar envâr, Her şeyde tecellîn var rü’yet yolunu göster Diken içinde biter gül bahçesi, nurlar perde içinde doğar, Her şeyde tecellin var bakma yolunu göster Hz Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz buyurdu ki; Göklerin, akılların hazineleri bile nebinin gözüne bir çöp kadar ehemmiyetsiz görünürse Artık Mekke, Şam ve Irak ne oluyor ki onlar için savaşsın, onlara iştiyak çeksin! Ancak gönlü kötü olan, onun işlerini kendi bilgisizliğine, kendi hırsına göre mukayese eden kişi onun hakkında böyle bir şüpheye düşer Sarı camdan bakarsan güneşin nurunu sapsarı görürsün O gök ve sarı camı kır da eri ve tozu gör! Atlı bir er, atını koştururken tozu dumana katar, etrafta bir tozdur kalkar Sen, tozu Allah Teâlâ eri sanırsın İblis de tozu gördü, “Bu toprağın fer’idir Benim gibi ateş alınlı birisinden nasıl üstün olur?” dedi Sen azizleri insan gördükçe bil ki bu görüş İblis’in mirasıdır Be inatçı, İblis’in oğlu olmasan o köpeğin mirası nasıl olur da sana düşer? Ben köpek değilim, Allah Teâlâ aslanıyım Allah Teâlâ aslanı suretten kurtulandır [7] Şu kim ola vuslatta, halvet bula celvette, Bu Mısrî’ye kesrette vahdet yolunu göster Şu kimsedir vuslatta ola, celvette halvet bula, Bu Mısrî’ye çoklukta vahdet yolunu göster TAHMİS-İ AZBÎ İhsânı feravân et cennet yolunu göster Hem sohbetim irfan et zillet yolunu göster Gel derd ile derman et rahat yolunu göster Yâ Rab bize ihsân et vuslat yolunu göster, Sûrette koma cân et uzlet yolunu göster Ey Mâliki kudret sen kıl bendene kim şefkat Feth ola bana hikmet ihsanına yok gayet Lutfunla edip himmet halime ola rahmet Eyledi hevâ gâret oldu işimiz âdet, Dergâhın ulu gâyet kudret yolunu göster Meylimi safâdan kes yârimi cefâdan kes Gönlümü nizadan kes hırsımı beladan kes Kalbimi devadan kes zevk ile sefadan kes Nefsimi hevâdan kes, kalbimi riyâdan kes, Meylimi sivâdan kes halvet yolunu göster Lutfunla münasip kıl yolunda mücazip[8] kıl Nâili merâtib[9] kıl sırrına sahip kıl İhsanına vacip kıl aşkım dahi galip kıl Candan sana tâlip kıl her tâate râğıp kıl Bir Pîre musâhib kıl hizmet yolunu göster Bahşet dem-i İsâ’yı der görmeğe mevtayı[10] Arzet bana câyı[11] göster tene Mûsâ’yı Arz ile müsemmâyı geldim sana ağlayı Tâ’lim edip esmâyı bildir bize eşyâyı, Duymaya “Ev ednâ” yı hikmet yolunu göster Kimde görüne deyyâr[12] derviş olur ahir-kâr Zevk olur ona efkâr yâr olur ona ağyar Göründü ona her var kim oldu ülü’l ebsar[13] Hâr içre biter gülzâr, zâr içre doğar envâr, Her şeyde tecellîn var rü’yet yolunu göster Yârin bula gurbette sahip-kadem ülfette Âlim ede sohbette arif olan elbette Azbî gam mihnette rahat bula zillette Şu kim ola vuslatta, halvet bula celvette, Bu Mısrî’ye kesrette vahdet yolunu göster Kaynaklar [1] (SOYSALDI, yıl: 8 [2007], sayı: 19) [2] Necm, 8-9 [3] Bakara, 269 [4] Küleynî, Sikatü'l-İslâm Ebû Ca'fer Muhammed b Ya'kûb, Usûlü'l-Kâfî ( thk Muhammed Cevâd el-Fakîh), Beyrut 1413/1992,I, 76 (GÜLER) [5] ULUDAĞ, Süleyman, Emir ve Yasakların Hikmeti, Ankara, 1988, s31 [6] ULUDAĞ, Süleyman, Emir ve Yasakların Hikmeti, Ankara, 1988, s 31-32 (KAHRAMAN, 2002), s 77-78 [7] Mesnevi, cI, b 3955-3964 [8] Cezbeli [9] Meratib: Mertebeler Basamaklar Kademeler Dereceler [10] Mevta: Ölüler Ölmüşler Cenâzeler [11] Cây: f Yer, makam, mevki [12] Deyyar: Bir kimse Ehad Yurt sahibi birisi |
|