Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Forum İslam > İslami Yazılar & Hikayeler

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
emre, hazretleri, yunus

Yunus Emre Hazretleri

Eski 08-06-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Yunus Emre Hazretleri




Yunus Emre Hazretleri



YUNUS EMRE
Gönül sultanlarımızdan Yûnus Emre Hazretleri, müslüman Anadolu’nun Hakk ve hakîkat erlerinin başında gelir

Onun doğumu, ölümü ve hayatına dâir malumatlar, belirsizlik arzeder Bununla birlikte bir hayli uzun ömür sürmüş olduğu ve Sivrihisar’ın kuzeyinde Sarıköy’de yaşadığı rivâyet edilir Umûmiyetle onun hakkında bilinenler, muhtelif menkıbeler ve şiirlerindeki ipuçlarından ibarettir

Yûnus Emre Hazretleri, hem tasavvuf hem de onu ifâde yolunda kullandığı şiir dünyâsı bakımından eşsiz bir zenginliğe sahip bir dehâ olarak büyük bir çığır açmıştır Onun Allâh’a dâvet sesi, gönülleri yoğuran nefesi ve yücelere giden ulvî hamlesi, hâlâ devam etmektedir O, birçok kimsede olduğu gibi fânî vücûdunun toprağa konulmasıyla târih sahnesinden silinmemiş ve gönüllerdeki feyizli ve rûhânî tasarrufu devam edegelmiştir O, âdetâ içip dağıttığı âb-ı hayat sayesinde fânîlik sınırlarını aşarak ebedîleşmiştir

Yûnus Emre Hazretleri’nin yaşadığı devir, Moğol istilâları neticesinde Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılışı, bu yıkılışın ortaya çıkardığı ictimâî buhran devirleri ile yeniden silkinip ayağa kalkma hamle ve gayretlerinin hummâlı faâliyetlerinin yapıldığı zamanlara rastlar ve Osman Gâzî devrini de içine alır Kısaca Hazret-i Yûnus’un yaşadığı devirde büyük yıkılış, daha büyük bir kuruluşa doğru hızlı bir seyir takip etmiştir ki, bunun en birinci âmilleri de tasavvuf erbâbı Hakk dostları silsilesi olmuştur

Fertler gibi milletlerin hayatları da biteviye dümdüz bir çizgi hâlinde devam etmeyip zaman zaman iniş ve çıkışlar arzeder Felâket ve seâdet zamanları, târih içinde tabîattaki dağ silsileleri gibi birbirlerini takip edip giderler Ma’şerî vicdânı karşı konulması güç bir felâket karşısında teskîn edecek büyük rûhlar, onlara tevekkül ve metânet aşılamak husûsunda büyük bir rol oynarlar Bunlar, felâketleri zâhir planda sarmaya veya hafifletmeye vesîle olan millî kahramanlar kadar ve hattâ bazen onlardan daha derin ve devamlı bir hizmet îfâ ederler

İşte Yûnus Emre de bunlardandır Öyle ki, bu mümtaz rûhlar, değer ve te’sîrleri itibarıyla sıraya girseler, hiç şüphesiz ki birinci sırada yer alan şahsiyet, Yûnus Emre olur Zîrâ o, diğer mânevî rehberlerin, îmânı gönüllerde yaşanan bir hayat ve ebediyyet iksîri hâline getirme gayretlerine ilâveten vâsıl-ı ilâllâh vecd ve aşkını sade olduğu kadar muhteşem de olan bir san’at şâhikasıyla, yâni eşsiz sehl-i mümtenî tarzındaki şiirleriyle kendi zamanının ve insanının daha da ötelerine ulaştırmıştır

Yûnus Emre Hazretleri, bir yandan zâhirî yaraları sararken bir yandan da bâtınî bâtıl cereyanların Anadolu insanında açtığı gedikleri kapatmış ve ilâhî aşkı, İslâm’ın ulvî ve lâhûtî âleminden aksettiği şekliyle halka yansıtmıştır O, bu yönüyle Anadolu’nun âdetâ Ahmed-i Yesevî’si hüviyetiyle tebârüz etmektedir Şu kadar ki, Ahmed-i Yesevî ile başlayan tasavvuf edebiyatı, Yûnus’da en zirveye ulaşmış ve husûsiyle bu edebiyâtın en üstün şâiri olma sıfatı da Yûnus’un olmuştur

Yûnus Emre, şiirlerinden anlaşıldığı üzere iyi bir tahsîl görmüştür O, Kur’ân-ı Kerîm’e vâkıf, tefsîr, hadîs, fıkıh gibi İslâmî ilimlere âşinâ bir kimsedir Türkçe’yi çok iyi kullanmanın yanında Arapça ve Farsça’yı da bildiği yine şiirlerinden anlaşılmaktadır

Hazret-i Yûnus’un okuma-yazma bilmediğine dâir beyitleri ise, onun aslında tevâzûyu ihtiyar eden ifâdeleridir Zîrâ o, Kur’ân-ı Kerîm’den, hadîs-i şerîflerden ve birkısım kelâm-ı kibârdan mazmunlar kullanmaktadır Mevlânâ’nın mesnevîsini okumuş ve şöyle demiştir:

Mevlânâ Hudâvendigâr bize nazar kılalı,
O’nun görklü nazarı, gönlümüz aynasıdır!

Ayrıca Hazret-i Yûnus’un, doğunun hâkim şâiri Sâdî’nin bir gazelini nazmen Türkçe’ye çevirmesi de, onun ilmî hüviyeti hakkında fikir veren bir mâlumattır

Yûnus’u Yûnus yapan nedir? İşte onun hâiz olduğu yüksek derecenin sırrı bu suâlin cevabı içindedir Şöyle ki:

Meşhûr menkıbelere nazaran Yûnus Emre, çok fakir bir kimse olup geçimini çiftçilik yaparak te’mîn etmekteydi Bir ara büyük bir kuraklık oldu ve hiçbir mahsûl elde edemedi Fakirliği büsbütün belini büktü Nâçâr bir vaziyette idi Birçok kerâmet ve yardımlarını işittiği Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri’nin dergâhında herkesin muradına erdiğini duyarak yiyecek almak için Hazret-i Pîr’in yoluna düştü Giderken «Boş giden boş döner» düstûrundan hareketle yanına bir miktar alıç (dağ yemişi) aldı Dergâha vardığında dervişlere:

“–Ben fakir bir kimseyim Bu alıcı Hazret’e hediye olarak getirdim Ne olur bunu kabul edin de bana bir miktar buğday verin! Zîrâ kıtlık, bizi perîşân eyledi…” dedi

Durumu öğrenen Hacı Bektâş-ı Velî, fakir Yûnus’a, ondaki meknûz istîdâd ve cevheri keşfederek alâka gösterdi Onu birkaç gün dergâhda misâfir etti Ancak Yûnus, ev halkının kendisinden yiyecek beklediğini ifâde ederek gitmek için dervişler vâsıtasıyla izin istedi Dervişler, keyfiyeti Hazret-i Pîr’e bildirdiler Hacı Bektâş-ı Velî, haber gönderdi:

“–Sorun Yûnus’a; buğday mı ister, yoksa erenlerin himmetini mi?”
Bîçâre Yûnus, buğday istedi

Hacı Bektâş-ı Velî, tekrar haber yolladı:
“–Arzu ederse, getirdiği alıç tanesince nefes eyleyelim!”

Yûnus, buğday isteğinde ısrâr ederek:
“–Ben nefesi ne yapayım? Bana buğday lâzım” dedi

Hacı Bektâş-ı Velî, son olarak:
“–İsterse alıçlarındaki her çekirdek sayısı kadar himmet eyleyelim!” haberini gönderdi

Yûnus, bu defa da «buğday»ı tercîh etti
Bunun üzerine Hazret-i Pîr’in emriyle arzu ettiği buğday kendisine verilerek yolcu edildi Dergâhdan arzusuna nâil olduğu için sevinçle ayrılıp köyüne doğru yola koyulan Yûnus, olup bitenleri düşünmeye başladı Düşündükçe de ne büyük bir yanlışlık yaptığının farkına vardı Nihâyet yarı yoldan dönerek tekrar dergâha koştu Telaş ve nedâmet içinde dervişlere:

“–Erenler! Buğdayı geri alın ve Pîr Hazretleri’ne himmet istediğimi bildirin! Bahsettiği nasîbi ihsân eylesin!” dedi
Ancak iş işten geçmişti

Hacı Bektâş-ı Velî:

“–Biz onu Taptuk Emre’ye verdik Artık nasîbinin anahtarı Taptuk Emre’dedir” dedi

Bunun üzerine Yûnus, doğruca Taptuk Emre’nin dergâhına vardı Ona olup bitenleri anlattı Sükûnetle kendisini dinleyen Taptuk Emre de:
“–Yûnus! Hizmet eyle, himmet eyleyelim!” buyurdu

Sonra da dergâha odun getirme işini ona tevdî eyledi

Gönlü Hakk ve hakîkat sırlarına erebilmenin vecd ve heyecanıyla tutuşan Yûnus, büyük bir aşk ve görülmemiş bir şevk ile verilen vazîfeyi îfâya başladı
Yûnus’un fânî alâkayı temsîl eden buğdaydan vazgeçip hakîkat kapısındaki ebedî nasîbe tâlib oluşuna mukâbil birçoklarının mânevî âlem karşısındaki gafleti dolayısıyla Ârif Nihat Asya, şöyle seslenir:

“Sen «Nittim ben?» diyerek koşa koşa himmete dönmesini bilmişsin Bizse, hâlâ buğday kaygusundayız, Yûnus!
Gerçekten de niceler buğday kaygusundadır ve buna mukâbil himmet kaygusunda olanlar ne kadar da azdır
Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyururlar:

“Sizin en hayırlınız, dünyâ ve âhıretten birini tercih durumunda kaldığında âhıreti tercîh edeninizdir

Yûnus da, yaptığı tercîh ile elbette bu en hayırlı bahtiyarlar kervânına katılmıştır

Yûnus Emre’nin Taptuk Hazretleri’nin dergâhındaki hizmeti ise, dillere destandır Yûnus, kendisine verilen dergâha odun getirme vazîfesini îfâda birgün bile aksatmamak şartıyla nice yıllar tarifsiz bir gayret göstermiştir Hem nasıl bir gayret! Getirdiği her odunun dümdüz olmasına dahî dikkatle dolu bir gayret…

Bunun farkında olan Taptuk Emre Hazretleri, birgün Yûnus’un getirdiği odunlardan birini eline alarak sordu:

“–Yûnus! Sana nicedir sormadığımı bugün sorayım: Hepsi böyle mi bu odunların? Hepsi ok gibi dümdüz mü?
“–Hepsi öyle sultanım!”
“–Hiç eğrisi yok mu?”
“–Yok sultanım!”
“–Bunca yıldır dağda hiç eğri oduna rastlamadın mı Yûnus?

Yûnus, şu meşhur cevabı verdi:
Sultanım! Bilirim ki, sizin kapınızdan içeri hiçbir eğrilik girmez; odun bile olsa!
İşte Yûnus’un hizmeti böyleydi!

Tasavvufda mürşid ile mürîd arasındaki münâsebetlerde muhtelif metodlar vardır Bunlardan biri de, mürşidin, mürîdinin kaydettiği terakkîden birkısım mânevî tehlike dolayısıyla onu haberdar etmeyip talebesini seyr u sülûk yolunda daha da ileriye götürme gayretidir

Taptuk Emre de, Yûnus’un mânevî yükselişinde nefsine bir pay alıp terakkîsine mânî olmaması için uzun bir müddet bu metodu tatbik etmişti Öyle ki, Hacı Bektâş-ı Velî’nin dergâhına daha ilk vardığı gün himmet teklîfine muhatab olan Yûnus, bu dergâhda yıllarca kusursuz hizmet etmesine mukâbil kendisinde herhangi bir terakkî ve himmet emâresi kendince göremedi Buna son derece üzüldü «Bu işin neticesi nereye varacak?” diye hayıflandı Ne yapacağını bilemez bir hâle düştü Halbuki o, vâsıl-ı ilâllâh yolunda menzil-i maksûduna nâil olabilmek için bu dergâha baş koymuş, yıllarca şevkle hizmet etmişti Ancak hizmetle dopdolu bir şekilde fedâ ettiği bunca yıla rağmen kendisindeki olgunluğun farkında değildi Sanki bu kapıda eli boş bir vaziyetteydi

Nihâyet bîçâre Yûnus, düşünüp taşındı ve dergâhdan ayrılıp kendisini kemâle erdirecek bir başka kapı aramaya karar verdi Sessiz ve sedâsız bir şekilde dergâhdan ayrılıp yollara düştü Yolda kendisi gibi kâmil bir kapı arayan iki kişiyle dost olup birlikte dolaşmaya başladılar Beraberliklerinin ikinci günü acıktıklarında dostlardan biri duâ etti ve kendilerine bir sofra ikrâm edildi Yiyip içip şükrettiler Yûnus bu hâle son derece şaşırdı Sonra:
“Bunlar, bir kapıya hizmet etmeden bu kemâle erdikleri halde ben onca yıldır yaptığım hizmetimden bir şey elde edemedim İyi ki o dergâhdan ayrılmışım!” diye düşündü

Ertesi gün yine acıktıklarında ikinci derviş duâ eyledi Tekrâr bir sofra ikrâm edildi Yiyip içip şükrettiler ve yollarına devam ettiler
Nihâyet bir sonraki gün yemek için duâ sırası Yûnus’a geldi Her iki derviş de:

“–Haydi derviş! Sıra sende; duâ buyur!” dediler

Yûnus, telaşa kapıldı:

“–Dostlar! Benim duâmla bir yaprak bile kımıldamaz! Ne olur beni bu işte mâzûr görün! Benim mertebem çok aşağılardadır Öyle sizin gibi Hakk katından sofra ikrâm edilecek bir kimse değilim ben!” dedi

Dervişler itiraz etti:

“–Olmaz derviş kardeş! Usûlümüzü bozamayız; haydi duâ buyur!” dediler

Ne söylese derviş arkadaşlarını râzı edemeyeceğini anlayan dertli Yûnus, çaresiz bir şekilde ellerini yüce dergâha kaldırdı:

“–Yâ Rabb! Bu âciz miskin Yûnus kuluna şu dervişlere gönderdiğin sofradan ikrâm ettin Şimdi o sofra için duâ ve ilticâ sırası bana geldi Sen benim günahlarıma bakmayıp lutfunla muâmele buyur; beni mahcûb eyleme! Allâh’ım! Onlar kimin hürmetine sana duâ edip lutfa nâil oldularsa, ben de o has kulun hürmetine sana niyâz eyliyorum!” diye içli içli yalvardı

Ellerini henüz yüzüne sürmüştü ki, kendilerine gâyet müzeyyen on kişilik büyük bir sofra ikrâm edildi Hem Yûnus şaşırdı, hem de arkadaşları Sordular:

“–Hey derviş kardeş! Hani sen duâ bilmezdin! Söyle bakalım; nasıl bir duâ ettin ki, Cenâb-ı Allâh böylesine bir ikrâm gönderdi?”
Şaşkın ve dertli Yûnus, şâhid olduğu esrâr karşısında irâdesizleşti Hiçbir şey söyleyemedi Bu hâl, kendisine bir muammâ oldu Bu mânevî sırrı henüz çözemediği için önce arkadaşlarından îzâh istedi:

“–Evvelâ siz söyleyin dervişler! Sizler nasıl duâ ettiniz?” dedi

Onlar da:

“–Derviş kardeş! Bizler, Taptuk Emre Hazretleri’nin kapısında kırk yıldır dillere destan bir şekilde sadâkat ve ihlâsla hizmet eyleyen Derviş Yûnus’un yüzü suyu hürmetine duâ ve niyâz eyledik” dediler

Bu gerçeği duyan Yûnus, mânevî bir şokla irkilerek gönlünün derinliklerinden kopan bir «Eyvâh!» feryâdı ile yerinden fırladı Önündeki sofradan tek bir lokma bile almadan diğer iki dervişe vedâ ederek onların hayret nazarları arasında gerisin geriye döndü Şeyhinin hânesine varıp kapıyı tıklattı Hazret-i

Pîr’in hanımı çıktı Yûnus’u karşısında gören vâlide hanım, ona:

“–Evlâdım! Niçin böyle yaptın? Hocanı incittin” dedi

Sonra da Yûnus’un nedâmetle ıslanmış gözlerine ve boynu bükük hâline bakarak:

“–Oğlum! Taptuk Hazretleri birazdan dışarı çıkacaklar Bu eşikte bekle! Ayağı sana takılınca: «Bu kimdir?» diye sorar Ben de: «Yûnus efendim!» derim Şâyet: «Hangi Yûnus?» derse, anla ki seni gönlünden çıkarmıştır O zaman durmayıp gidersin Eğer: «Bizim Yûnus mu?» derse, bil ki seni afvetmiştir” dedi

Dertli Yûnus, bütün rûhunu saran bir nedâmetle başını eşiğe koydu Beklemeye başladı Birazdan Taptuk Emre Hazretleri kapıda göründü Zâhirî gözleri âmâ, kalbi ise güneş gibiydi Ayağı Yûnus’un başına değince:

“–Bu kimdir?” dedi

Hanımı:

“–Yûnus!” dedi

Bir an sükût eyleyen Hazret-i Pîr, önünde tedirgin bir vaziyette gözyaşı döken Yûnus’un hâlini kalben temâşâ ederek tebessümle:
“–Bizim Yûnus mu?” dedi

Ardından mânidar bir şekilde konuştu:

Yûnus evlâdım! Bir meyvenin olgunlaştığını kendisi bilemez Onu ancak bahçıvan bilir Bunun gibi bir talebenin kemâlini de en iyi hocası bilir, fakat gayretlerine devam etmesi ve kendisinde bir varlık hissetmemesi için belli bir mertebeye kadar ondan hakîkati gizleyerek onu daha ilerilere götürür!” dedi

Talebesi Yûnus Emre’yi daha birçok mânevî merhalelerden geçiren Taptuk Emre Hazretleri, mürîdleriyle sohbet eylediği birgün ona:

“–Evlâdım Yûnus! Bize hikmetli bir şiir söyle!” dedi

Böyle bir emirle ilk defa karşılaşan Yûnus Emre şaşırdı:

“–Hocam! Ben ilâhî söylemeyi bilmem!” mukâbelesinde bulundu

Taptuk Hazretleri tekrar:

“–Haydi Yûnus, bize bir şiir söyle!” dedi

Yûnus Emre, o âna kadar hiç şiir terennümünde bulunmamıştı Şeyhinin emrini nasıl yerine getireceğini derin derin düşünürken bir anda dili çözüldü, gönlünde mevcûd sükût ve sükûn hâlindeki hikmet deryâsı tuğyân etti ve kelimelerin muhtevâsına şiir hâlinde akmaya başladı:

Aşkın aldı benden beni, bana seni gerek seni
Ben yanarım dün ü günü, bana seni gerek seni
Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum, bana seni gerek seni
Sûfîlere sohbet gerek, ahîlere ahret gerek
Mecnûnlara Leylî gerek, bana seni gerek seni
Yûnus’durur benim adım, gün geldikçe artar odum
İki cihânda maksûdum, bana seni gerek seni

Hazret-i Yûnus, derûnundaki bu Allâh muhabbetinin diğer bir tezâhürü olarak Hazret-i Peygamber sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in aşkıyla da yanıp tutuşmuştu Bunu da şöyle dile getirdi:

Aşkın ile âşıklar, yansın yâ Rasûlallâh!
İçip aşkın şerâbın, kansın yâ Rasûlallâh!
Şol seni sevenlere, kıl şefâat anlara,
Mü’min olan tenlere cansın yâ Rasûlallâh!
Âşıkım ol dildâre, bülbülem şol gülzâre,
Seni sevmeyen nâre yansın yâ Rasûlallâh!

Bundan sonra Yûnus Emre’nin gönül iklîminden o meşhûr sehl-i mümtenî tarzındaki eşsiz terennümler ardarda sâdır oldu
Yûnus Emre, devrinde cereyan eden, insanların birbirleriyle nefsânî mücâdelesindeki asıl sebebin aşksızlık ve bunun neticesi olarak da muhabbet eksikliği ve duygusuzluk olduğunu görmüştü Böylece o bu eksiği gidermek için te’sîri zamanımıza kadar devam eden kuvvetli bir nefha (nefes) hâlinde Anadolu toprağı üzerinde esti ve Rumeli’den Ortaasya’ya kadar her yangın yerinde yeniden bir neşv u nemâ bereketi hâsıl eden münbit yağmur bulutları gibi feyizli bir vazîfe îfâ etti

O, kendisinin aşk, vecd ve istiğrâk hâlinde yanışını şu şekilde arzeder:

Ben yürürüm yâne yâne aşk boyadı beni kâne,
Ne âkılem ne dîvâne; gel gör beni aşk n’eyledi?
Gâh eserim yeller gibi, gâh tozarım yollar gibi,
Gâh çağlarım seller gibi, gel gör beni aşk n’eyledi?

Aşk yoluna girenlere şu şekilde hitab eder:

Cânını aşk yoluna, vermeyen âşık mıdır?
Cehd eyleyüp ol dosta ermeyen âşık mıdır?
Nefs arzusundan geçüp, aşk kadehinden içüp,
Sohbetlerde baş çatup durmayan âşık mıdır?
Yûnus imdi ol dostun cefâsına sabreyle,
Yüreğine aşk odun urmayan âşık mıdır?

Yûnus Emre, aşksız bir gönlün kuruluğunu terennüm eder:

İşitin ey yârenler, aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan gönül misâli taşa benzer!

Yûnus Emre Hazretleri, bu terennümleriyle insanları düşünmeye, duymaya ve bilhassa kendilerini muhâsebe etmeye sevk etti O, rûhânî bir dille insanın gönlündeki mânevî enerjiyi bütünüyle harekete geçirmesini bildi Neticede acıları tada, zehirleri bala çeviren bir mâneviyat kahramanı oldu

Çünkü o ballar balını bulmuştu:

Canlar cânını buldum; bu cânım yağma olsun!
Assı ziyândan geçtim; dükkânım yağma olsun!
Varlık çün sefer kıldı, dost andan bize geldi
Vîrân gönül nûr doldu; cihânım yağma olsun!
Yûnus ne hoş demişsin, bal u şeker yemişsin
Ballar balını buldum; kovanım yağma olsun!

Ballar balını bulan Yûnus, gönlüne hitab sadedinde herkesi bu mânevî lutfun bahşedildiği dost kapısına, yâni Rabbe dâvet etmeye başladı:

Gel gidelim can durmadan, sûret terkini urmadan,
Araya düşman girmeden, gel dosta gidelim gönül
Ölüm haberi gelmeden, ecel yakamız almadan,
Azrâîl hamle kılmadan, gel dosta gidelim gönül!
Gerçek erene varalım, Hakk’ın haberin soralım,
Yûnus Emre’yi alalım, gel dosta gidelim gönül!

Hakîkî ilim mektepte ve medresede alınan bilgiler değildir Onlar hakîkî ilme ancak birer vâsıta olabilirler Hakîkî ilim, kâinâtın esrârlı bir kitap hâline gelip gönülde okunmasıdır Bunun dershânesi de, muhabbet ve aşktır

Bunun içindir ki Yûnus Emre Hazretleri, ilmi gâye edinmedi Onu ancak bir vâsıta olarak kullandı Onun bu husustaki ifâdeleri, ayrı bir mânâ ve sır ile doludur:

İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsin, bu nice okumaktır?
Okumakdan mânâ ne, kişi Hakk’ı bilmektir,
Çün okudun bilmezsin, ha bir kuru emektir!
Yigirmi dokuz hece, okursun uçtan uca,
Sen elif dersin hoca, mânâsı ne demektir?

Yûnus, bir gönle girmenin ehemmiyetinin idrâkindedir:

Yûnus Emre der hoca, gerekse var bin hacca,
Hepisinden iyice, bir gönüle girmektir!

O, mârifetullâh kitâbını okumuştur:

Âlimler kitap düzer, karayı aka yazar,
Gönüllerde yazılır, bu kitâbın sûresi

Yaşanmaktan uzak gâfilâne bir ilim tahsîlini kabul etmez:

Dosttur bizi okuyan, üstümüzde şakıyan
Şimd’üç buçuk okuyan derin danışman olur

Yûnus, zühdü, yâni dünyâya müstağnî kalma tavrını şöyle ifâde eder:

Başında aklı olan ücrete amel itmez,
Hûrîlere aldanmaz, göz ile kaştan geçer!
Âriflere bu dünyâ hayâl ü düş gibidir
Kendini sana veren hayâl ü düşten geçer!

Yûnus Emre, yazmış olduğu şiirlerinde bu âleme âid günübirlik mevzûlara pek fazla yer vermemiştir O, beşerin kader yolu üzerinde oturarak Allâh’a îmân, münâcât, dînî mes’eleler, kabir, ömrün fânîliği, aşkullâh, nasîhatler ve yüce gâye gibi ulvî hususları dile getirmiştir
O, her yerde, her şeyde ve her nefeste Allâh’ın zikrini duymuş, nice dilsiz zannedilen varlıkların harfsiz ve kelimesiz söyleyegeldikleri ulvî ve lâhutî sadâları işiterek terennümlerde bulunmuştur

O: “Dünyâda garîb bir yolcu gibi ol!” hadîs-i şerîfine imtisâl eden garîb bir derviştir Der ki:
Acep şu yerde var m’ola şöyle garîb bencileyin?
Bağrı başlı gözü yaşlı şöyle garîb bencileyin?
Bir garîb ölmüş diyeler üç günden sonra duyalar,
Soğuk su ile yuyalar şöyle garîb bencileyin !
Hey Emrem Yûnus bîçâre, bulunmaz derdine çâre,
Var imdi gez şardan şara şöyle garîb bencileyin!

O, bu dünyâ hapishânesinde yaşanan gurbet hâlini ve bu hâl dolayısıyla karşılaştığı nice elem ve keder tecellîlerini, husûsiyle Hüsn-i Mutlak’dan ayrılığını bülbüle sitem ile şöyle ifâde eder:

Sen bunda garîb mi kaldın, niçin ağlarsın ey bülbül?
Yorulup iz mi yanıldın, niçin ağlarsın ey bülbül?
Karlı dağlar mı aştın, derin ırmaklar mı geçtin?
Yârinden ayrı mı düştün, niçin ağlarsın ey bülbül?

Bir başka şiirinde de bu gurbet âleminde herkesin irfân ve esrâr-ı ilâhî iklîmine giremediğini ifâde sadedinde mâneviyat yolculuğundaki yalnızlığını ve ancak yâr ile mütesellî olduğunu söyler:

Ben bir aceb ile geldim, kimse hâlim bilmez benim!
Ben söylerim ben dinlerim, kimse dilim bilmez benim!
Benim dilim kuş dilidir, benim ilim dost ilidir,
Ben bülbülüm dost gülümdür, bilin gülüm solmaz benim!

Varlığın aldatmacasından kurtulan Yûnus Emre Hazretleri, mal ve mülke, onlara esir olurcasına düşkün insanları ne güzel îkâz eder:

Mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan mülk de yalan; var biraz da sen oyalan!

Hayatın kısalığını da bir beyitte hulâsa eder:

Ana rahminden geldik pazara;
Bir kefen aldık döndük mezara!

Ayrıca bu aldanış mekânına konup göçenlerin hâlini ise ne güzel aksettirir:

Yalancı dünyâya konup göçenler,
Ne söylerler ne bir haber verirler!
Üzerinde türlü otlar bitenler,
Ne söylerler ne bir haber verirler!
Kiminin başında biter ağaçlar,
Kiminin başında sararır otlar,
Kimi mâsûm kimi güzel yiğitler
Ne söylerler ne bir haber verirler!
Toprağa gark olmuş nâzik tenleri,
Söylemeden kalmış tatlı dilleri,
Gelin duâdan unutman bunları
Ne söylerler ne bir haber verirler!
Kimisi dördünde, kimi beşinde,
Kimisinin tâcı yoktur başında,
Kimi altı, kimi yedi yaşında,
Ne söylerler ne bir haber verirler!
Kimisi bezirgân, kimisi hoca,
Ecel şerbetini içmek de güç a!
Kimi ak sakallı, kimi pîr koca
Ne söylerler ne bir haber verirler!
Yûnus der ki gör takdîrin işleri
Dökülmüştür kirpikleri kaşları
Başları ucunda hece taşları
Ne söylerler ne bir haber verirler!

Yûnus Emre Hazretleri, bir “sehl-i mümtenî” (imkânsız derecede güç olan kolay söyleyiş) şeklinde terennüm ettiği şiirleriyle tefekkür ve tahassüs derinliği bakımından halkın rûhunu asırlarca besleyegelmiş feyyâz bir menbâdır Uçsuz bucaksız bir deryâdır İnsan onun şiirlerini duyduğu zaman ilk anda:

“–Ne kadar basit! Elbette ben de böyle bir şiir söyleyebilirim!” gibi bir hisse kapılır
Lâkin o kadar derin bir fikri böylesine basitçe ifâde etmek, her kula müyesser olabilecek bir kabiliyyet değildir Meselâ:

Ete kemiğe büründüm
Yûnus diye göründüm!”

ifâdesi, buna güzel bir misâldir ki, bu küçücük cümle tasavvufu baştan başa hulâsa etmektedir
Yûnus Emre’nin şiirleri tasavvufî bir derinlik arzettiği için onları zâhir bilgileriyle değerlendirip anlayabilmek mümkün değildir Her ne kadar pek kolay anlaşılacakmış intibâını verse de, o kolaylıkların içinde birçok sırların mahrem olduğunu kendisi şu şekilde ifâde eder:

Yûnus bir söz söyledi; hiçbir söze benzemez!
Câhillerin içinde örter mânâ yüzünü…

Yâni Yûnus’un şiirlerine gömdüğü ince mânâlar, birkısım irfândan mahrûm olanlara gizli kalmaktadır
Bir halk şâiri zannedilen Yûnus Emre, bazı şiirlerinden anlaşılan bir mâlumat olarak beyân ettiğimiz üzere aslında medrese tahsîli görmüş Arapça ve Farsça’ya vâkıf derin bir ilmî ve fikrî seviye sahibi bir şahsiyettir Aruzu en mükemmel bir surette kullanmasını bilen bu büyük insan, bir nevî “tecâhül-i ârifâne” ile toplumunun hemen her kesimini muhâtab aldığından derin ve muazzam bilgileri, büyük ve mücerred fikirleri bir çocuğa nakleden tecrübeli mütefekkir bir muallim gibi büyük bir basitlik ve kolaylıkla ifâde edebilmiştir Ancak bazen de insanların sırf istîdâd ve iktidarı müsâid olanlarınca anlaşılabilsin diye derin tasavvufi mevzûları âdetâ girift bir bilmece gibi ortaya koymuştur Edebiyatta “şathiye” ismi verilen bu tarz şiirlerinin en
meşhuru:

Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü,
Bostan ıssı kakıdı; der; ne yersin kozumu?

beytiyle başlayan şiirdir

Bu muammâlı şiirin Niyâzî-i Mısrî Hazretleri tarafından yapılmış güzel bir şerhi mevcûddur Buna göre bu ilk beytin mânâsı şudur:
Her ağacın bir çeşit meyvesi olur, her meyvenin de bir ağacı Bunun gibi her işin de kendisine has bir âleti vardır ki, onunla meydana gelir Meselâ zâhir ilimler için lugat, sarf, nahiv, mantık, âdâb, kelâm, tefsîr, hadîs, hikmet vs gereklidir Bâtın ilimleri için de muhlis bir kalb, mürşid-i kâmil terbiyesi, az yemek, az uyumak, az konuşmak ve uzlet hâlinde yaşamak lâzımdır Bâtınî ilmin daha derûnundaki hakîkat ilmi içinse, dünyâ ve âhıreti terk ile varlıktan sıyrılarak Hakk’da fânî olmalıdır

Buna göre Pîr Hazretleri, erik, üzüm ve ceviz ile şerîat, tarîkat ve hakîkate işâret ederler Zîrâ;
Eriğin dışı yenir; içi, yâni kalın ve sert olan çekirdeği yenmez Bunun için erik gibilerin amelleri, zâhire misâldir Dışları güzeldir, ama içleri, yâni kalbleri katıdır Üzüm, amelin bâtınına benzer Zîrâ üzüm hem yenilir, hem de onda nice nîmetler ve şifâ vardır Ancak dağılmış da olsa içinde çekirdekler vardır ki, bu kategoridekilerin gönüllerinde katılık ve kasvetin tamamen tezkiye edilmemiş olduğunu gösterir Yâni onun içinde de dışarıya atılacak ve temizlenecek şeyler az da olsa mevcuddur Cevize gelince, bu hindistan cevizidir ki, sırf hakîkati temsîl eder İçinde yabana atılacak hiçbir şey yoktur

Hem yenir, hem de nice hastalıklara şifâ olur

Şimdi bir kimse erik isterse, erik ağacından taleb etsin Üzüm isterse bağdan istesin Eğer ceviz taleb ederse, onu da ceviz ağacında arasın Her kim ki, üzümü erikte ararsa, o bir ahmaktır Dâimâ boş yere zahmet çeker ve bütün emekleri hebâ olur

O halde zâhir ilmin fayda ve zararını bilmek isteyen şerîatten ve şer’î ilimlerden taleb eyler Bâtın ilminin fayda ve zararını, iniş ve çıkışlarını bilmek isteyen de, bir mürşid-i kâmile varıp onun terbiyesine girer, gönül kitabını okur İhlâs ile seyr-i sülûke çalışır Tasavvuf ilminin daha ötesindeki hakîkat ilminin zevkine ve hâline ermek isteyense, mürşid-i kâmilin terbiyesinde bütün nefsânî sıfatlardan sıyrılarak, gönlündeki mâsivâyı yakar, böylece fenâ-fillâh ve bekâ-billâh mertebesine ulaşır

Ancak bu üç hâlin başka başka yolları ve usûlleri vardır Yoluyla taleb olunursa, az zamanda maksad hâsıl olur Aksine bir kimse bu gerçekleri bir
kenara bırakıp kendine göre bir yol tuttursa, bu, erik ağacında üzüm aramaya benzer
Bostan ıssı, yâni bahçenin sahibinden murâd ise, mürşid-i kâmildir Onun:

“–Niçin kozumu (cevizimi) yersin?” demesi, bir tenbîh ve îkâzdır

Bununla mürşid-i kâmil:

“–Niçin olmaz yere zahmet çeker, yorgun düşersin? Bu üç meyve bir ağaçta olmaz Her birinin ağacı ayrıdır Sen bu üç meyveyi, yâni şerîat, tarîkat ve hakîkati elde etmek istiyorsan, onları âid oldukları yerden ve ehlinden tahsîl etmelisin!” demektedir
Burada rehbersiz bir şekilde kendi kendine bir yol tutturan kimseleri îkâz vardır Bunlar, bahçeye destursuz bir şekilde girip erik ağacında üzüm için boş yere zahmet çekenlerdir

Ancak önce bir bahçıvanın nezâretinde hangi meyvenin hangi ağaçta olduğunu bilmek ve ondan sonra elde etmek için gayret göstermek gerekir Zîrâ izinsiz bir şekilde bahçelere girmek, hırsızlık; erik dalında üzüm aramak da boş zahmetlerle yorgunluktan başka bir şey değildir Nitekim böyle hareket eden gâfil kimseler, erbâbı tarafından haklı olarak azarlanır ve îkâz edilirler Kaldı ki san’atlarda da bu durum aynıdır Bir kimse kendi parasıyla bir san’at dalının âlet ve edevâtını alsa ve o hususta rehbersiz ve ustasız olarak mahâret göstermeye kalkışsa, o işin erbâbı, derhal kendisini:

“–Nedir senin şu yaptığın?” diye tenbih ve îkâz ederler

Hattâ Osmanlı devrinde böyle bir hamlıkla kendilerine işyeri açan kimselerin dükkânlarının derhal kapatılması bundandır Maalesef günümüzde bazı kimseler, bu incelik ve derinliğe ulaşamadıkları için hâdise ve mes’eleleri sadece bir perspektiften mütâlaa edip onların sayısız mânevî mâhiyetleri hakkında sathî kalmaktadırlar Böylece âdetâ her rengi siyâhdan ibaret zanneden nice hakîkat âmâları zuhûr etmektedir
Buradan alınacak ders odur ki, tasavvuf vâdîsinde ilerlemek isteyenler, kitaplardan az veya çok bilgi edinebilirler Lâkin feyz ve yönlendirme için canlı bir kitâba, yâni bir mürşid-i kâmile muhtaçtırlar Bu ilmin asıl feyizli özü, sadırdan sadıradır Zîrâ satırdaki ilim ve feyzin, saksıdaki çiçek gibi sınırlı bir gelişme imkânı varken sadırdaki ilim ve feyiz, münbit bir bahar toprağındaki bitkilere benzer Onların kendi istîdâd ve kâbiliyetlerinden başka önlerinde sınırlayıcı bir engel yoktur Buna göre bir çınar veya selvi ağacını, saksıya gömmek, onlar için pek büyük bir mahrumiyet demektir Bunlar, kendi kapasite ve imkânları seviyesinde bir gelişme seyri gösterebilmeleri için bünyelerindeki istîdâd ve kâbiliyetlerine yetecek derecede münbit bir toprakta bulunmalıdır İşte insanlar için bu münbit topraklar, mürşid-i kâmillerdir ki, niceleri bir çınar kapasitesinde olsalar da bir mürşid-i kâmile vâsıl olup onun sadrından ilim ve feyiz almadıkça istîdâdlarının hakkını vermiş olamazlar

Nitekim yedi asırdan beri olgunluk ve kemâl yolunda rehberlik eden Yûnus Emre, rehberini bulamamış olsa idi, ulaştığı mânevî rütbelere nâil olamayacak ve asırları içine alan hikmetli, derin, eşsiz ve müstesnâ şiirleri de vücûda gelmeyecekti Böylece o da, rehberini bulamayarak târihin seyri içinde kaybolmuş sayısız Yûnuslar’dan biri olacaktı Bu sebepledir ki Yûnus Emre, Hakk’ı bulmak için mutlakâ bir mânevî rehbere ihtiyaç olduğunu da şöyle beyân etmiştir:

Gel ey kardeş Hakk’ı bulayım dersen,
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz!
Rasûlün cemâlin göreyim dersen,
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz!

Nitekim kendisi de ancak bu şekilde ilâhî nîmetlere ve mânevî lezzetlere nâil olduğunu ifâde ile Cenâb-ı Hakk’a hamdeder:

Hakk’dan inen şerbeti içtik elhamdülillâh,
Şol kudret denizini geçtik elhamdülillâh
Taptuk’un tapusunda kul olduk kapusunda,
Yûnus miskin çiğ idik piştik elhamdülillâh!

İşte bu sır ve hikmetler dolayısıyladır ki Hazret-i Yûnus Emre, Anadolu’nun en karışık ve buhranlı devrelerinde insanların derinliklerine nüfûz edip onlara bir tesellî pınarı, gönülleri âbâd eden bir feyz ve hayat iksîri olabilmiştir
Yûnus’un, zâhire aykırı, kapalı ve mânâsız gibi görünen, ancak ehlinin anlayabileceği, bilhassa rumuzlu söylenmiş ve başlıbaşına kitaplar dolusu îzâhları içine alabilecek ifâdeleri çoktur Der ki:

Sırat kıldan incedir, kılıçtan keskincedir,
Varıp anın üstüne evler yapasım gelir…
Altında gayyâ vardır, içi nâr ile pürdür,
Varıp ol gölgelikte biraz yatasım gelir…

Yûnus Emre’nin burada ifâde ettiği hakîkat, sıratın kıldan ince kılıçtan keskin olmasına mukâbil mü’minler için durumlarına göre genişlik arzedeceğidir
Diğer taraftan cehennem ateşi, mü’minlerin sırattan geçişi sırasında rivâyetlere göre şöyle haykıracaktır:

“–Ey mü’min! Üzerimden çabuk geç, yoksa ateşimi söndüreceksin!”

Bunun için Yûnus Emre:

“Biraz yatasım gelir!” demekle, sıratta oyalanıp da cehennemin alevlerinin te’sîrini kırmak, böylece günahkâr mü’minlerin ateşin azâbını hissetmemelerini istemektedir

Ayrıca bu sırrı anlayamayıp kendisi hakkında zâhiren ağır ifâdeler kullanmak suretiyle hayır murâd etmeyen gâfil ilim erbâbının mevcûdiyeti dolasıyla Yûnus, tevriyeli bir şekilde:

Ta’n eylemen hocalar, hatırınız hoş olsun
Varuben ol tamuda biraz yanasım gelir
demektedir

Burada Yûnus’un, kendisini cehennemlik yapan hocalara:
“–Siz merak etmeyin; ben cehenneme girerim!” diye cevap vermesinin hikmeti, Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhü anh-’ın duâsındaki merhamet ve şefkat dolu şu samîmî niyettir:

Yâ Rabbî! Benim vücûdumu cehennemde o kadar büyült ki, benden başkasına orada yer kalmasın!”
Yûnus’un bundan sonraki ifâdeleri ise, bir kerâmet olarak anlatılır:
Rivâyete göre onun vefâtından yüz yıl sonra Molla Kâsım adında bir zâhir âlim, Yûnus’un şiirlerini ele geçirdi Bir ırmağın kenarında okurken, her rastladığı şiiri, onlardaki derin mânâları anlayamayarak:

«–Bunlar ne saçma sapan şeyler! » deyip ırmağa atmaya başladı Nihâyet karşısına şu cümleler çıktı:

Derviş Yûnus bu sözü eğri büğrü söyleme
Seni sıygaya çeker bir Molla Kâsım gelir
Bu sözleri okuyan Molla Kâsım, o anda gerçeği kavradı ve büyük bir pişmanlıkla:
“–Eyvah! Ben ne ettim! Koca bir ummânın farkına varamadım Nasıl oldu da rûh ve mânâ âbidesinin bu hikmet ve irfânını gözümün önündeyken dahî göremedim! Halbuki o, yüz yıl evvelinden benim hâlimi sezmiş!” diyerek gözlerinden sel gibi yaşlar dökmeye başladı
Geri kalan şiirleri büyük bir itinâ ile muhâfaza etti Denilir ki, bu şekilde Yûnus’un yaklaşık bin kadar şiiri kaybolmuştur
Yûnus Emre, amellerine değil, Hakk’ın lutuf ve inâyetine güvenmeyi telkîn sadedinde şöyle der:

Ne ilmim var ne tâatım, ne gücüm var ne tâkatım
Meğer senin inâyetin, ide yüzüm ak Çalab’ım!

Bu ifâdeler gösteriyor ki Yûnus Emre, ulaştığı mânevî büyüklükle aslâ kibirlenmez O, rehberlik ve mürşidlik vazifesinde öyle muhteşem bir tevâzuya bürünmüştür ki, mürîd kim, mürşid kim ayırt edilemez hâle gelmiştir Şiirlerinde umûmiyetle kendisini muhâtab olarak seçmiş ve Miskin Yûnus, Derviş Yûnus, Bîçâre Yûnus diyerek irşâd ve îkâza ilk müstehak ve muhtaç yine kendisini bilmiştir

Büyük bir tevâzû ve mahviyet içinde şöyle der:

Miskin Yûnus erenlere tekebbür olma toprak ol!
Küllîsi topraktan biter, gülistandır toprak bana…

Mânevî semereler için erenlerin kapısında toprak gibi olan Yûnus, tasavvuf yoluna girip de onun usûl ve erkânına riâyet etmeyen ve hakîkat yolculuğunu yanlış telâkkî ve tefsîr edenlerin durumlarına da son derecede üzülmekte ve onları, yâni müteşeyyihleri ve mukallid mürîdleri:

Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil,
Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil!
Dervişlik olaydı tâc ile hırka
Biz dahî alırdık otuza kırka

diyerek îkâz etmektedir Zîrâ Yûnus Emre, dâimâ öze yönelenlerdendir O, derûnlara nazar eder Kabuktan sıyrılarak aslî hakîkate, yâni vâsıl-ı ilâllâh eyleyen cevhere vâkıf olmaya çalışır Bunu da pek veciz bir şekilde şiirlerine aksettirmiştir:

Severim ben seni candan içeru;
Yolum vardır bu erkândan içeru…
Şerîat, tarîkat yoldur varana,
Hakîkat, mârifet andan içeru…
Beni bende demen bende değilem,
Bir ben vardır bende benden içeru…
Süleyman kuş dilin bilür dediler,
Süleyman var Süleyman’dan içeru…

Yûnus Hazretleri, Allâh’a, peygambere, erenlere ve bütün mahlûkâta karşı riâyet edilmesi gereken ilâhî ahlâk, yâni “edeb” husûsunda da hassastır Nefis hüsn-i hatlarla da yazılan şu beyti ne kadar güzeldir:

Ehl-i diller arasında aradım kıldım taleb,
Her hüner makbûl imiş; illâ edeb, illâ edeb!

Hazret-i Yûnus da, Hazret-i Mevlânâ ve Şeyh Sâdî gibi gönlün Allâh’ın nazargâhı olduğu şuûrundadır Dolayısıyla onun, böyle bir şerefe mazhar olan gönlü incitmemek gerektiği husûsundaki ifâdeleri pek keskin ve ibretlidir:

Bir kez gönül yıktın ise, bu kıldığın namaz değil!
Yetmişiki millet dahî elin yüzün yumaz değil!

Bir başka şiirinde şöyle der:

Ak sakallı pîr hoca, bilemez hâli nice,
Emek yimesün hacca, bir gönül yıkar ise…
Gönül Çalab’ın tahtı, Çalab gönüle baktı,
İki cihân bedbahtı, kim gönül yıkar ise…

Bu hususta Yûnus Emre, âdetâ dünyâya gönülleri feyz ile yoğurmak, yüceltmek ve kaynaştırmak için gelmiştir Zenginliklerin en büyüğü olan gönül zenginliği yolunda gayret etmiştir İdealini ne güzel açıklar:

Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım,
Sevelim sevilelim, dünyâ kimseye kalmaz!
Ben gelmedim dâvî için, benim işim sevî için,
Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim…

Dolayısıyla Yûnus Emre Hazretleri, insanları birbirlerine düşman eden en mühim şeyin ağızdan çıkan söz olduğu gerçeğine binâen ve herkesin bu hususta ciddî bir dikkat içinde bulunmasını îkâz sadedinde şu meşhûr ifâdeleri de terennüm etmekten müstağnî kalamamıştır:

Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı, bal ile yağ ide bir söz!

Hazret-i Mevlânâ’da “şeb-i arûs”, yâni “düğün gecesi” olarak tezâhür eden ölüm, Yûnus’da da aynı şekildedir O, âdetâ bir “ölümsüzlük” yolcusu olarak:

“Mü’minler ölmezler! Bir memleketten başka bir memlekete naklolunurlar…” hadîs-i şerîfinin idrâkindedir Bu idrâki, ne güzel aksettirir:
Ten fânîdir can ölmez, gidenler geri gelmez
Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil!

O halde mühim olan bu diyârdan öteki diyâra giderken bizimle beraber gelen amellerimizin durumudur Zîrâ kul, bu yolculukta amellerinin durumuna göre bir muâmele görecektir İmâm-ı Gazâlî Hazretleri’nin yolculuğu ne kadar güzeldir:

Rivâyete göre İmâm-ı Gazâlî Hazretleri, hasta yatarken birkaç kişi kendisini ziyârete gelmiş Az sonra da kendisini biraz hava alması için evinden çıkarıp bir bahçeye götürmüşler İmâm-ı Gazâlî, ilk defa gördüğü bu bahçe karşısında şaşırmış ve:

“–Daha evvel nasıl oldu da evimin pek yakınındaki bu güzel mekânı görmedim?” diye eseflenmiş
O sırada evinden bir vâveylâ ve feryâd koparak bir cenâzenin çıktığını görmüşler Biraz sonra da Gazâlî’yi o güzel bahçeye getirenler, kendisini orada bırakıp gitmek istemişler İmâm-ı Gazâlî, gitmek isteyince de:

“–Ey imâm! Sen vefât ettin; artık burada kalacaksın!” demişler
İşte Hazret-i Mevlânâ ve Hazret-i Yûnus’un dile getirdiği hakîkat!

Ancak böylesine mânevî bir kazanç ile âhıret yurduna gidebilmek için dünyâ tarlasında şu fırsat demlerinde ciddî bir gayret içinde olmak gereklidir Bu da, peygamberlerin ve evliyâullâhın yaşayışlarını taklîd ve onların gönül âlemlerinden hisseler ve rahmet esintileri almak ile mümkündür Aksi halde neticeye ulaşılamaz Hazret-i Yûnus ne güzel söylemiş:

Çeşmelerden bardağun doldurmadan korısan,
Bin yıl anda durursa, kendü dolası değil!

Burada ifâde etmelidir ki Hazret-i Yûnus’un şiirlerini, mânevî bir perspektif yerine sırf zâhirdeki tecellîsi itibarıyla telâkkî eden birkısım gâfil kimseler, neşriyatlarında öteden beri Yûnus’un insana bakış açısını “hümanistlik” tâbiriyle dillerine dolamakta ve onu kendi aldatıcı ve sahte hümanistlikleri için kullanmaya çalışmaktadırlar Oysa şahsiyeti İslâmî değerlerle oluşan Yûnus’un insana bakışı ile günümüzdeki “hümanizm” anlayışı arasında büyük farklılıklar vardır Yûnus, insanı azîz bir varlık olarak bilir ve bu kıymeti muhâfaza yolunda beşerin süfliyâta düşmeyip ulvîliklere doğru mesâfe alması için gayret sarfeder Yâni Yûnus’un insana kıymet yönü, onu hayvanlardan aşağı mertebelere düşüren nefsânî azgınlıkları tahrîk ve uyandırma değil, meleklerin bile gıpta edip imreneceği ulvîliklere nâil kılan gönül âlemini tezyîndir Bugünkü hümanizm ise, Avrupalılar’ın, dînî ve millî kitleleri kandırmaca ve aldatmaca yoluyla kendi dînî ve millî kültürlerini yaygınlaştırmaları şeklindedir Şefkat ve merhamet duygularının istismârıdır Göstermeliktir Bu sebeple rûhî haslet ve kıymetleri dumura uğratmaktan başka bir vazîfe görmemektedir Bu gerçeği görmek için, nefsi frenleyip ıslâh etme yolunu tamamen terkederek insanları hayvânî hislerin girdabında boğan hümanist batının elinde bir zulüm tarlasına dönen dünyânın hazin tablosuna bakmak kâfidir!

O halde binbir zulüm ve anarşiye sahne olan bir dünyânın durumu, hiç şüphesiz insanların azgınlaşan nefsânî ihtiraslarına tâbî olarak aşk ve muhabbet gibi ferdi yükselten hasletlerden uzaklaşılmış olmaktandır Bu durumda Hazret-i Yûnus’u iyi anlamak ve sesine can ü gönülden kulak vermek, hayatın bütün îcâb ve dekoruyla fânîliğini kavramak yolunda bize elbette pek büyük bir fayda sağlayacaktır Zîrâ onun bereketli nefhası, kendi zamanı kadar bugün de insanlığın muhtaç olduğu feyizli bir kaynaktır Yûnus Emre’nin hayat ve ölüm hakkındaki akıl ve mantığı mağlûb eden kudretli ve eşsiz şiirleri, kuruyan rûhlara yeniden bir canlılık kazandıracak, âdetâ rûhânî bir gıdâ olacaktır Bu mânevî gıdâ ve canlılık ile de, mal, mülk, makam hırsı ve tahakküm arzularının ne boş bir dâvâ olduğu ve geçici oyuncaklar ve tenekeden rozetlere aldanarak ebedî bir seâdeti nasıl kaybettiğimiz daha iyi idrâk edilebilecektir

Onun gerçek aşk sebebiyle:

Nazar eyle ilerü, pazar eyle götürü,
Yaradılanı hoş gör, yaradandan ötürü!

şeklinde bütün mahlûkâtı kucaklayan beyânı, dünyânın neresinde olursa olsun her zâlim ve anarşiste onu dünyâ ve âhıret planında kurtaracak bir can simidi değil midir?

Demek ki bugün, zulüm ve gaddarlıkta bulunanlar, Yûnus’un bahsettiği aşktan biraz nasîb alsalar, kurbanlarına revâ gördükleri eziyeti aslâ icrâ edemeyip onu kendi vicdan ve idrâklerinde hissedecekleri için adâlet ve merhametin bereketine nâil olurlar
Yûnus Emre Hazretleri, Mevlânâ ile Şems arasında geçen mânevî alış-verişi Taptuk Emre Hazretleri’nin kapısında yapmıştır O, böylece öyle yüce bir makâma ulaşmıştır ki, üstâdı Taptuk Emre Hazretleri dahî onun bu makamından hissedâr olarak gönüllerde yer etmiştir
Yûnus Emre Hazretleri, hayatında iken üstâdı Taptuk Emre’ye karşı büyük bir muhabbet ve bağlılık göstermişti Vefâtından sonra da aynı hassâsiyeti göstererek şu nasîhati yapmıştır:

“Beni hocamın türbesinin yolu üzerine defnediniz!”
Hayatı hakkında pek fazla malumat bulunmadığı gibi kabri hakkında da muhtelif rivâyetler vardır Anadolu’nun birçok yerlerinde kabri ve makâmı mevcûddur Bu da gösteriyor ki halk, onu kendi bağrına yerleştirmiştir
Bununla birlikte Eskişehir’in Mihalıççık kazâsına bağlı Yûnus Emre köyünde vefât ettiği ve oraya defnedildiği rivâyeti meşhur olmuştur
Rahmetullâhi Aleyh!

Yûnus Emre’nin vefâtından sonra yıllar geçti 1948’e gelindi O yıl, Ankara-Eskişehir demiryolunun genişletilmesi sebebiyle Yûnus Emre Hazretleri’nin türbesi yolun kenarında olduğundan dolayı kaldırılmak istendi Ancak buna muvaffak olunamadı Hattâ döşenen rayların yerlerinden mânen sökülüp sekiz metre geriye fırlatıldığı rivâyetler arasındadır Bunun üzerine ona yeni bir türbe yapıp kabrinin nakledilmesine karar verildi Merâsim yapılmayacaktı Fakat nakil günü oraya sayısız bir kalabalık toplandı Îlânsız ve dâvetsiz bir şekilde toplanan bu kadar müslümanın duâları arasında kabir itinâ ile açıldı Hazret-i Yûnus’un bedeni aradan yediyüz yıl geçmiş olmasına rağmen kabrine yeni konmuş gibi taptaze ve rûhânî idi

Çünkü Yûnus:

Yûnus öldü deyu salâ verirler
Ölen hayvan imiş âşıklar ölmez!”

dediği gibi ölmemiş, sadece dünyâsını değiştirmişti

Nitekim onun eserleri, îmân, ahlâk ve fazîlet sahibi gönüllerde hâlâ en canlı şekilde yaşamaktadır Yûnus Emre, târihe silinmez bir mühür vurmuştur Kendisinden sonra aynı isimle ve aynı tarzda yazan nice şâirler gelmiştir “Yûnus şâirleri” halkası oluşmuştur Aynı zamanda birçok köy ve kasaba isimlerine “Emre” adı verilmiştir Bu hâl, onun ihlâsının bereketli bir neticesidir

Şimdi Hazret-i Yûnus, sahip olduğu mânevî makâmına ilâveten milletimizin âdetâ müşterek dehâsını temsîl etmekte, millî tefekkür ve tehassüsün en mükemmel bir semeresini ortaya koymaktadır Bu sebepledir ki, aradan geçen yediyüz yıla rağmen eskimemiş ve Anadolu’nun her bucağı, ona sahip çıkma temâyülü ile kendisine oniki yerde kabir ve makâm isnâd etmiş bulunmaktadır

Onun sihirli, rûhânî ve sırlı dili de, nâdiren Arapça ve Farsça kelimeler ihtivâ etmekle beraber sâde bir halk lisanı olarak yediyüz yıl sonra bile anlaşılabilmektedir

Şeyh İsmail Hakkı, Yûnus hakkında:

“Onun nazmettiği mârifetler, Türkçe lisanı üzere hiç kimseye nasîb olmamıştır Ondan sonra gelip nazm-ı maârif eden herkes, onun sofrasında tufeylî olmuştur demektedir

Gerçekten Yûnus, yedi asırdan beri Türkçe konuşulan bütün memleketlerde gölgesini yaymış, câhil, âlim herkes tarafından şiirleri ezberlenir olmuştur O, güzel ve temiz Türkçe’siyle Âşık Paşa’dan Necip Fâzıl’a kadar nice şâirlere nümûne bir rehber olmuştur

Ancak pek hazîndir ki, bugün güzel Türkçemiz’e karşı sistemli bir şekilde âdetâ büyük bir suikast icrâ edilmektedir Şâyet birkısım gâfil mütefekkirlerimizin de iştirâk ettiği bu hâl devam ederse, millî vicdanı besleyen daha nice feyizli kaynaklardan dün olduğu gibi bugün de mahrûm kalacağımız âşikârdır O halde bunun önüne geçmek için gerekli şuûr ve gayretlere ilâveten bilhassa Yûnusumuz’u genç ve dinç îmânlı nesle lâyıkıyla tanıtmamız, elbette ki zarûrîdir Bundan, yâni kendisini tanıyıp da binbir selâm ve fâtihalarla yâd edenlerin devam etmesinden onun muazzez rûhu da şâd olacaktır inşâallâh

İşitmemek mümkün mü? İşte rüzgâr mâzîden estikçe yedi asır öteden Yûnus Emre Hazretleri’nin şu selâmını hâlâ getirmektedir bize:

Biz dünyâdan gider olduk; kalanlara selâm olsun!
Bizim için hayır duâ kılanlara selâm olsun!

Ne mutlu ardından böyle bir selâm bırakabilen gönül erlerine!

Yâ Rab! Yûnus Emre Hazretleri’nin engin gönül iklîminden bizlere de hisseler nasîb eyle!
Âmîn!

-Asema
yararlandığım kaynak: Kuran-ı kerim,tasavvufi kitaplar,büyük dua kitabı

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.