|
|||||||
![]() |
|
|
Konu Araçları |
| emperyalizm, küreselleşme, stratejisi, türkiye, yeni |
Küreselleşme Stratejisi,Yeni Emperyalizm Ve Türkiye |
|
|
#1 |
|
Prof. Dr. Sinsi
|
Küreselleşme Stratejisi,Yeni Emperyalizm Ve TürkiyeKÜRESELLEŞME STRATEJİSİ, YENİ EMPERYALİZM VE TÜRKİYE Prof Dr Recep KÖKGİRİŞ Türkiye ekonomisinin büyüme sürecini değerlendirmek ve öncelikle de krize yol açan ve basit bir tanımla, ekonomide refah ve bunalım dönemlerinin birbirini izleme süreci olarak açıklanan konjonktürel nedenleri bilmek veya reel ekonomi ile parasal ekonomi arasındaki örtüşme ve sapmaların nedenlerini içine sürüklendiğimiz olumsuz şartlar çerçevesinde ele almak gerekir Üretim güçleri ile finansal piyasalar arasındaki kopukluk bir siyasalmodelsizlikten mi kaynaklanmıştır? Yaşanan olaylar neden mali piyasaların ötesine geçmiştir ya da krizler nereden beslenmektir ki büyüme, istihdam ve hayat standardı üzerindeki reel etkiler (negatif) süreklilik kazanmış ve sonuç olarak hükümeti oluşturan siyasal partilerin parlamento dışı kalmasına yol açmıştır Dünya ekonomisini tehdit eden “virüsler”, hangişartlarda ortaya çıkıp özellikle de gelişmekte olan ülkeler için çözümsüzlük “sendromları”na dönüşmüştür Bu sürecin “konvansiyonel desteği” küreselleşme olgusunda mı aranmalıdır?Nitekim, Türkiye açısından sadece Nisan 1994, Kasım 2000 ve Şubat 2001 finansal krizlerinin ardıl etkileri ve şiddeti dikkate alındığında ortaya çıkan “yeni dünya düzeni” ve yoksullaşan kitlelerin konumu ve doğabilecek sonuçlar hangi “tepkiler konsepti” içinde algılanmalıdır? Ülkemizle ilgili tartışılan tehdit ve fırsat stratejilerinden yol gösterici bir ışık bulma ve kendi ışığımızla yolumuzu aydınlatma şansımız nedir? Böyle bir şans mevcut ise bunun itici güçleri nelerdir? KÜRESELLEŞME YA DA BÜYÜYEN EMPERYALİZM KAÇINILMAZ BİR SÜREÇ Mİ? 1980’li yıllara kadarda akademik açıdan büyük bir önem arzetmeyen küreselleşme kavramı, 1990'lı yıllardan itibaren yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır Bu kavramınideolojik bir güvensizlik çağrıştırmasının temel nedeni, Batı kültürünün ve kapitalist toplumun yayılmasını haklı çıkartan ve dünyayı değiştirme iddiasını taşıyan güçlü dünyalıların yarattığı ortamdan kaynaklanmaktadır Kuşku penceresinden baktığımızdaküreselleşme, sosyal ve kültürel düzenlemeler üzerinde coğrafi engellerin kalktığı ve iktisadi anlamda insanların kayıp ve kazançlarındaki farklılaşmanın şiddetinin arttığı; diğer bir deyişle ortaya çıkan nisbi dengesizliğin daha da fark edildiği sosyal bir süreçtir ![]() Geleneksel emperyalizme gelince, devlet sistemleri çerçevesinde milliyet/ulus kavramlarını içinde kaybetme eğilimini yansıtan bir devletin, bir başka devlet ya da bölge üzerinde ekonomik ve kültürel plânda etkin olma ve denetleme yönündeki tüm çabaları kapsayan bir kavramdır Devletler, dünyada var olan toprak, insan, üretim ve tüm sermayegüçleri üzerinde sürekli etkinlik kurma ve iktidarlar savaşında önde bulunmayı bağımsızlıklarının vazgeçilmez bir şartı olarak gördükleri sürece, kendi ayrıcalıklarını genişletmek için her zaman bir biriyle yarışmışlardır Özellikle kapitalistleşme süreciylebirlikte devletler, yeni pazarlar ve yeni tabiî kaynaklara hükmetme amacıyla, dünyanın az gelişmiş yada gelişmekte olan ülkeler ve bölgesel hassasiyetlerini istismar edebilme doğrultusunda “çağcıl” yaklaşımlar geliştirip, küresel ölçekteki egemenlik sınırlarını genişletmektir Bu gelişmenin tarihi, “tekelleşme” süreci ile hızlanmış, 1870’ten sonrasistematik emperyalizm çağı başlamıştır Nitekim Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ve içindeyaşadığımız son elli yıldaki lokal operasyonların hemen hemen tamamını bu çerçeveye yerleştirerek analiz etmek, daha sağlıklı sosyal teorilerin kurulmasına katkı sağlayabilecektir ![]() Yirminci yüzyılın başlarında üzerinde çalışılmaya başlanan emperyalizm teorisi, sömürgelerin ulus devlet olmaya başladığı İkinci Dünya Savaşı sonrasında, yeni boyutlar kazanmıştır Gerçekten günümüzde kuramsal olarak henüz mükemmelleşememiş olmasınakarşın 1960’larda ortaya atılan Yeni Emperyalizm-Yeni Sömürgecilik anlayışı, klasik emperyalizm teorilerinde bulunmayan bir hususu gündeme getirmiştir: Çok Uluslu Şirketlerin ve uluslararası bazı kuruluşların rehberliğinde Türkiye ve benzeri ülkeleri borçlandırarak kendine bağlama yöntemleri geliştirilmiştir Ancak, “karşılıklı bağımlılık” anlayışının engelişmiş ülkeler için bile geçerli olduğu günümüz dünyasında, bu yeni sömürgecilik anlayışının boyutlarını kesin olarak öngörmek oldukça zordur Çünkü, devletlerin özerkliği veişlevleri uluslarüstü trendlerin etkisiyle aşınmaya uğramaktadır Küresel/Global değişimekarşı duyarlılıklar ortaya konulsa da, bu güne kadar kilit birim olarak bilinen devletlerin yerine konabilecek ekonomik ve siyasal bütünleşmeler giderek ağırlığını hissettirmektedir ![]() Ekonomik emperyalizm ve uluslararası kaynak tahsisinde çok yönlü değişkenlerin rol oynadığı artık bilinen gerçeklerdir “Ulus-üstü sistemin” gelişmesiyle birlikte bir çok yabancışirket dahil olduğu koruyucu egemen güçleri devreye sokarak dünyanın doğal kaynaklarını kontrol etmeye yönelik hatta büsbütün ele geçirecek çareler geliştirmişlerdir Son iki yıldırhazırlanan senaryoların beklenen uzantıları çerçevesinde savaş eşiğine geldiğimiz şu günlerde ‘Irak petrol rezervleri Allah’ın Amerikan halkına bir bahşidir’ şeklinde ABD Başkanı Bush’un ifadelerinden dünya kamu oyuna aktarılan mesaj oldukça ibret vericidir ![]() YÖNETİLEN KRİZ EKONOMİLERİNDEN SAVAŞ EKONOMİLERİNE İngiltere’deki Orijinal Sanayi Devrimi’nden beri (1790) özellikle gelişmekte olan ülkeler, W W Rostow’un “dayanıklı büyüme hamlesi” diye adlandırdığı süreçten geçip,1960’lı yıllardaki zenginleşmiş batı kulübünü doğurur iken hiçbir yeni ülkenin bu kulübe katılmasına izin verilmemiştir Hatta, Birinci Dünya ile Üçüncü Dünya arasındaki bölünmeninkalıcı olduğu sanılmakta iken, birinci dalga ile Asya’nın kaplanları (Hong Kong, Singapur, Tayvan ve Güney Kore) ortaya çıkmış; ardından gelen ikinci dalga ile de Güneydoğu Asya nın yoğun nüfuslu ekonomileri ve Çin’in şaşırtıcı yükselişi karşısında “yeni dünya düzeni”ne farklı bir ivme kazandırılmak istenmiştir Yirminci yüzyıl biterken, kaplanları ve kaplan olmayolundaki ülkeleri bunalıma götüren “Grizu/Metan Gazı” (kendi tabirim) nasıl birikmişti ya da hangi düzenleyici güç bu birikimi körüklemişti ki, bir “çınkı” ile ard arda gelen patlamalar köklü iktidar değişimine yol açan sonuçlar doğurmuştur ![]() Ülkemizin iktisadi kalkınma sürecini dikkate alırsak, Türkiye’de yirminci yüzyıl başlarında yaşanılan daha zor şartlara rağmen İkinci Dünya Savaşının getirdiği yeni şartlar içinde sistem ve rejim analizleri ekseninin tam orta noktasından "saat sarkacı" gibi “sağa– sola” nasıl savrulduğumuz bilinmekte birlikte yirminci yüzyılın üçüncü çeyreğine kadar kısmen kendine yeterlilik politikaları (oluşturulabilmiş bilgi birikimi ve sermaye stoku ile) desteğinde 1980'li yıllara gelinmiştir ![]() Bu yıllarda özellikle gelişmiş batı ülkelerinde finansal piyasalar yeniden düzenlenmiş, yeni piyasa iştirakleri devreye sokulmuş; daralan pazar şartlarını geliştirmek, yavaşlayan büyüme süreçlerini hızlandırmak ve dinamikliğini kaybeden monetarist politikalara işlerlik kazandırmak amacıyla, devletin piyasa ekonomisi işleyişindeki rolü en aza indirgenmek istenmiş ve yeni finansal araçlar geliştirmek suretiyle de, finans piyasaları arasındaki uluslararası yakın bağlar daha da güçlendirilmiştir Öte yandan, 1970'li yıllarda, uluslararasıfinans kurumlarının (İMF, Dünya Bankası v b ) gelişmekte olan ülkelere açtıkları dış krediler,1980 başlarından itibaren ana para ve faizleri ile birlikte geri dönmeme riski ile karşılaşınca (örneğin, Güney Amerika Ülkelerinde karşılaşılan borç ödeme krizleri) giderek artan uluslararası fon fazlasına daha risksiz bir reel kaynak bulabilme ve bunun araçlarının ne olması gerektiği konusu tartışmaya açılmıştır Bu tartışmalar bağlamında, OECD konseyininrekabetin ilerletilmesi ve düzenlenmesi adına 1979 yılındaki deregülasyon politikalarının hayata geçirilmesi önerisi, dünyadaki özelleştirme hareketlerinin uluslararası platformda ele alınmasının nedeni olmuştur Bu görüş, İMF ve Dünya Bankası tarafından da benimsendiğiiçindir ki, kamu sektörünün özelleştirilmesi fikrine destek sağlayan özel birimler oluşturulmuştur Bu tür birimlerin faaliyeti sonucunda da, üye ülkelerin devletçilikuygulamasının sınırlandırılmasını öneren, İMF programlarının uygulanmasına yönelik ekonomik paketler hazırlanmış ve bu paketler çerçevesinde üye ülkelere mali destek sağlama yolu kolaylaştırılmıştır Başka bir deyişle, 1970 ve1980'li yıllarda dünyanın geldiği iktisadikonjonktür ve nisbeten de netleşen iktisadi sistem ya da siyasal rejim deneyimleri, salt devletçilik fikrinin ideolojik boyutunu önemli ölçüde sarsmıştır ![]() Daha sonraki yıllarda(1990) Kominizmin çöküşüyle “radikal devrim” tehdidi büsbütün azalınca, Batı Dünyası’nın sunduğu güven şartları altında dış dünyaya yapılan yatırımlar da hızla artmıştır Nitekim, bu dönem de gelişmiş ülkelerdeki faiz oranları istisnaidenebilecek ölçülere düşmüş ve çoğu yatırımcılar daha yüksek getiri elde edebilmek için yurt dışına kaynak aktarmaya başlamışlardır Bu durum yeni mali fırsat alanları sayılmış ve“gelişen piyasalar” doğmuştur 1990 da gelişmekte olan ülkelere akan özel sermaye tutarı 42milyar doları bulmuştur Yukarıda belirtilen gelişmeler çerçevesinde IMF ve Dünya Bankasıgibi Resmi Kuruluşların Üçüncü Dünyadaki finanse ettikleri yatırımlar, tüm özel yatırımların toplamını aşmış, 1997 li yıllara gelindiğinde resmi para akışı azalmakla birlikte özel foların akışı 256 milyar dolara ulaşmıştır ![]() Dolayısıyla büyük kurtuluş adına büyük kuruluşlar (IMF ve Dünya Bankası) devreye girerek “tekila krizinin” olumsuz etkileri bir kaç yıl içinde azaltılmış ise de şu açık sorunun tartışması bitmemiştir: Şu anda mevcut olan ve gelecekte daha da ağırlaşabilecek bedellere, temel de Türkiye’nin ABD çıkarlarına özel bir önem vermesine meşruiyet kazandırılabilmesi için mi katlanılmaktadır? Nitekim, 1997’li yıllarda dolar - yen arasındaki rekabetle başlayan ya da yukarıda belirtildiği gibi finansal sektörlerin düzenlenmesi ve kontrolündeki yetersizliklerden dolayı derinleşerek devam eden ve 2000 yılında Türkiye’yi de etkisi altına alan krizler incelenirse Türkiye özeline inmeden Asya ülkelerine ilişkin kısa bir değerlendirme yapmak yararlı olacaktır Özellikle Çin’in ucuz emek gücü sayasinde kazandığırekabet gücü karşısında, asya ekonomisinin (Tayland, Malezya, Endonezya, Hong Kong, Güney Kore vb ) uzmanlık alanı olarak bilinen mallar üzerindeki ihracatların daraldığıbilinmektedir Bu daralmanın panik düzeyine ulaşan dalga etkisi Türkiye’ye yansımıştır![]() Yani, Rusya da başlayan finansal krizle birlikte Türkiye’ye gelen sermaye akımının durması bir yana Türkiye den çıkışlar da başladığı içindir ki, sürüklendiğimiz savaş senaryolarının gölgesi altında krizin derinliğinin nereye varacağını kestirmek mümkün değildir ![]() Liberal Hayek, kapitalizmi bir denge sistemi olarak görür ve bu sistemdeki krizlerin/bunalımların nedenini de devletin ve özel bankaların bu “nazik sisteme” devresel olarak yaptığı müdahaleler ve kredi hacmindeki aşırı genişleme ile açıklar Schumpeter’inkonjonktür modeli ise, genel iktisadi dengenin bulunduğu bir anda teknolojik veya teknik etkinliğin bu dengedeki etkilerinin araştırılmasına dayandırılır Ona göre “gelişme”, yeniliğinneden olduğu hiç durmayan “değişim” sürecidir ki yeni kombinasyonların ortaya çıkarılması sonucu oluşur Değişim de “yaratıcı yıkım” sonucu olarak ortaya çıkmaktadır Yakın dünyatarihi açısından siyasal sistemdeki yaratıcı yıkımı, Türk tarih özelinde de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin doğuş şartlarıyla açıklamak gerekir Günümüzde ise yeni dünyadüzenin jandarmalığına soyunan ABD’nin tarihe yön verme iddiasını gerçek yüzüyle algıladığımızda, ödenecek bedele ortak olma aceleciliğimiz ve tarihsel evrim içinde görevini doğru yapamama utancı elbet bir gün Türk aydınının kendi kendini sorgulama cesaret ve bilinciyle netleşecektir ![]() İktisadi sistemlerde yaratıcı yıkım, devamlı olarak eski olan düzenin/sistemin yıkılıp yeni olanın ortaya konmasıyla gerçekleşmektedir Bu iktisadi modelde, teknik yenilikolmaksızın büyüme, girişimcilik olmaksızın teknik yenilik ve kredi olmaksızın da girişimciliğin olamayacağı savunulur Schumpeter’e göre “yenilikler” yeni iktisadi süreciortaya çıkarırken aynı zamanda “ekonominin ateşini” yükseltmekte; ve yenilikler birbirini izlerken de birdenbire yavaşlama olacağı için ekonomiler yeni bir durağan dengeye yönelmektedir Bu bağlamda, gelişmiş ülkeler, sürdürülemez “arz şokları” yaşamamak içingelişmekte olan ülkelere sürekli talep şokları ihraç etmekte (uluslararası kuruluşlar aracılığıyla) ve bu ülkeler de düşürüldükleri döviz-faiz ve enflasyon sarmalı içinde günü kurtarma pahasına bu”küresel” mekanizmanın bir parçası haline gelmektedir Nitekim, Şubat2003 itibariyle Türkiye’nin dış borç stoku 120 milyar dolara, iç borç stoku 180 katrilyon TL’ye varmış, ülke üretime yönelik verimlilik seviyesinde dünya liginin 51 sırasınadüşürülmüş ise yaşanan sendromun derinliğini ve piyasaların paranoya davranışını anlamak kolaylaşmaktadır Tarihe kayıt düşecek bir gelişmenin şahidi olmaktayız Hükümet’in savaştezkeresini TBMM’ne gönderme ihtimali karşısında Dolar fiyatı düşüyor borsa indeksi yükseliyor, pazarlıklar (savaş ekonomisinin bedellerine yönelik) sürecinde tezkerenin gecikeceği ya da tezkerenin gönderilmeyeceği ihtimali haber konusu olduğunda dolar fiyatları yükseliyor, borsa indeksi düşüyor Piyasalara ilişkin bu paradoksal olgu yukarıda belirtilensürüklendiğimiz kaosu açıklayabilecek net göstergelerdir ![]() Schumpeter’e göre aslında kapitalist sistemin sonunu getirecek olan iktisadi buhranlar değil, sistemin yarattığı refah(dengesiz) artışıdır ABD örneğinde olduğu gibi hayat standardıyükselip çalışanlar ve liberal ortamda yetişen aydınlardaki maddi tatminsizlik dalgası giderek büyüyen çarpık bölüşüm adaletsizliği ile birleşince ulaşılan refah yerini manevi tatminsizliğe ve prestij arayışına bırakmaktadır Dolayısıyla nevrotik bir vaka olan hatta başlangıçtakiörgütsel desteği (EL-KAİDE) ABD eksenine bağlanan 11 Eylül U Bin Ladin hareketi önce“küresel” sisteme meşruiyet kazandırma aracına dönüştürülmekte, esasta ise medyatik güçlerin desteği ile “yeni dünya düzeni”nin değişim süreci olarak takdim edilmektedir ![]() SONUÇ Hiç bir sosyal dava ve emperyal amaç yoktur ki, içinde “insan, tabiat ve iktisat” olmasın Türk tarih sarkacının yeniden yükseltilebilmesi ve adaletin yeniden tesis edilebilmesiiçin tüketim açısından “genel refah” üretim açısında ulusal regülasyon modeli olarak düşündüğümüz modelin evrensel belirleyicilerini ortaya koyup bu modelin temel ilkelere sımsıkı sarılmaktan ve kendimizi ifade etmenin özgün yolunu bulmaktan başka çare yoktur ![]() Ulusal Regülasyon modeline esas olacak “Üç-İ” olarak adlandırdığımız bu ilkelerden birincisi, ‘ilim’, ikincisi, ‘irfan’, üçüncüsü ise ‘inanç’ dır İlimden kastedilen şey, evrenseldeğerlerde pay sahibi olma iddiasında olan “insan tipi”nin önce kendini keşfetmeye yönelmesidir Ancak bu keşif aracılığıyla kalıcı bir adalet ve sürdürülebilir rekabetkurulabilir Tabiattaki imkanlar sorgulanıp, tabiatla bütünleşme başarılabilir İkinci ilke olan“irfan”, esasta bir araç değişken olup “bilgelik” olarak tanımlanabilir Bu bilgelik, soyutplanda toplum olarak hangi kök değerlere ve tarih şuuruna sahip olduğumuzun bilinmesi; somut planda ise teknolojik ilerleme ve teknolojik değişmeyi gerçekleştircek metod ve üretim anlayışının kavranmasıdır Hatta, kültürel anlamda yaşatılması gereken ‘mit’in/kızıl elma’nın’hür ve demokratik bir irade ile geleceğe taşınmasıdır Temel ilkelerden üçüncüsü olan inançve kendine olan güven özellikle zor dönemlerde ortaya çıkmakta (tarihsel tecrübelerle bilinen) ve iç dünyamızın itici gücü olarak açıklanmakta ve yeniden harekete geçirilmesi kaçınılmaz olmaktadır Yakın tarihimizdeki harekete geçişi açıklayabilecek en güzel örnek, Kuvay-ıMilliye ruhudur ve Kurtuluş Savaşı’ndaki şartlar net bir şekilde kavranmalıdır Nitekim,büyük Atatürk ve Kurmay Kadrolar’ının idealiyle örtüşen bu ruh, gelecek yüz yılları doğru okuyan entellektüel insan tipine verilebilecek en güzel mesajdır Bu mesaj, aynı zamandaMustafa Kemal’in “fikri hür, irfanı hür ve vicdanı hür nesiller yetiştirme” idealini hayata geçiren bir mesajdır ![]() Nitekim, Konfüçyüs “üstün insan konuşmadan önce eyleme geçer, sonra eylemine göre konuşur” derken, yaptıklarının ardından 10 yıl söylemiyle de Türk Milletine çağdaşuygarlığı yakalama ve onu aşma hedefini gösteren Büyük Atatürk’ü; doğru okuyup evrensel kuralları içselleştirememek, sadece dünyadan daha az payı almak değil; aynı zamanda, tarih şuurunu kaybeden “köle bir topluluk” halinde yaşamaya razı olmaktır Şayet razı değilsekKuvay-ı Milliye ruhuna paralellik arz eden verimlilik, bahadırca üretim ve bölüşüm anlayışını çağın değerleriyle yorumlayıp milli seferberliği başarmak ve istiklal mücadelesini yerlere düşürmeme ödevini hiç mi hiç aklımızdan çıkarmamalıyız Alıntıdır |
|
|
|