Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Biyografiler

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
ahrar, ubeydullahi

Ubeydullah-İ Ahrâr

Eski 08-02-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Ubeydullah-İ Ahrâr




UBEYDULLAH-I AHRÂR

Türkistan'ın büyük velîlerinden Kendilerine "Silsile-i aliyye" adı verilen ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak dünyâ ve âhirette seâdete kavuşmalarına vesîle olan büyük âlim ve velîlerin on sekizincisidir İsmi, Ubeydullah bin Mahmûd bin Şihâbüddîn'dir Babası Mahmûd Şâşî, devrinin âlimlerinden velî bir zât idi Annesi, hazret-i Ömer'in soyundandır Ahrâr lakabıyla ve Taşkendî nisbesiyle tanınmıştır 1403 (H806) senesinde Taşkent'te doğdu 1490 (H895) senesinde Semerkant'ta vefât etti Kabri oradadır

Doğumundan îtibâren üstün halleri görülen Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri annesi nifastan (lohusalık hâli) temizlendikten sonra emmeye başlamıştır Yüzünde öyle bir nûr parlardı ki, görenler hayrân kalıp, ona duâ ederlerdi Dilinden Allahü teâlânın ismi hiç düşmez, devamlı zikr ile meşgûl olurdu Dedesi Hâce Şihâbüddîn, âlim ve velî bir zât idi Vefât edeceği sırada, torunlarını son olarak görüp vedâlaşmak istedi ve onlarla tek tek vedâlaştı Torunu Ubeydullah-ı Ahrâr'ı da görmek isteyip, babasına onu getirmesini söyledi Yanına getirdiklerinde o zaman çok küçüktü Getirilince, beni yatağımdan kaldırın deyip, yatağı üzerinde oturarak, Ubeydullah-ı Ahrâr'ı kucağına aldıSarılarak ağladı ve şöyle dedi: "Benim istediğim çocuk budur Ben, bunun büyük bir zât olduğu zaman hayatta olmam Bunun âlemdeki tasarrufunu ve yaptığı hizmetleri göremem Bu çocuğun şânı âlemi tutacak, İslâmiyete hizmet edecektir Cihân pâdişâhları bunun emrine itâat edecekler Bundan zuhûr edecek işler, önceki âlimlerden zuhûr etmemiştir" Daha birçok müjdeler verdikten sonra, tekrar bağrına basıp sarılarak, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın babası Mahmûd Şâşî'ye; "Benim bu oğlumu iyi gözet, gerektiği gibi yetiştirip terbiye et" vasiyetinde bulundu

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri daha çocuk iken, üstün hâllere kavuşmuş olup, kerâmetleri görülüyordu Kendisi şöyle anlatmıştır:

"Mektebe gider, gelirdim Gönlüm dâimâ Allahü teâlâ ile idi Bir ân O'nu unutmaz, bir ân O'ndan gâfil olmazdım Soğuk bir kış günü, kırlık bir yerden geçerken ayağım çamura battı Kurtulmaya çalışırken ayakkabım düştü O sırada bir gaflet ârız oldu Bu işle uğraşırken, Allahü teâlâyı anmaktan uzaklaştım hissine kapıldım Karşıda köylü bir genç, çift sürüyordu; "Bak, şu genç bunca eziyyet içinde Allah'ı düşünüyor da, sen, ayağını çamurdan kurtarmak gibi küçük bir uğraşma yüzünden O'nu nasıl unutursun?" diyerek, hüngür hüngür ağlamaya başladım O zaman, herkesi kendim gibi her ân Allahü teâlâyı anar sanırdım Bülûğ yaşına erişinceye kadar, Allahü teâlâdan gâfil olanlar bulunduğunu anlıyamamıştım Allahü teâlânın, herkesi, kendisini düşünmek, hatırlamak, unutmamak için yarattığını sanırdım Sonradan anladım ki, Allahü teâlâdan gâfil olmamak, yalnız bâzı kullara mahsus ilâhî bir inâyet imiş Ancak riyâzet ve nefs mücâdelesiyle elde edilebilir, hattâ bâzılarınca bununla bile elde edilemez bir keyfiyet imiş"

Amcasının oğlu Hâce İshak da şöyle anlatmıştır: "Ben ve öbür çocuklar oyun oynarken, aramıza katılması için ne kadar ricâ etsek, ona kabûl ettiremezdik Oynar gibi görünüp, bir kenarda durur ve kendi hâllerinde olurdu"

Kendisi şöyle anlatır: Hâlimin başlangıcında, rüyâda Resûlullah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) gördüm Gâyet yüksek bir dağın eteğinde, Eshâbı ile topluluk hâlinde idiler Beni görünce, elleri ile benim yaklaşmamı işâret edip; "Beni bu dağın başına çıkar!" buyurduBen de kendilerini omuzlarıma alıp, dağın tepesine çıkardım "Ben sende böyle bir kuvvet bulunduğunu biliyordum Fakat, başkaları da görsün ve bilsin diye sana bu işi yaptırdım" buyurdular

Yine ilk zamanlarda, rüyâda Hâce Şâh-ıNakşibend Behâeddîn Buhârî hazretlerini gördüm Bâtınıma, kalbime öyle tasarruf etti ki, ayaklarımda mecâl kalmadı Ondan sonra dönüp yürüyüverdiler Ben de son gücümü sarfederek, arkalarından koştum ve yetiştim Geriye dönüp, "Mübârek olsun!" buyurdular"

Küçük yaştan îtibâren memleketi olan Taşkent'te ilim tahsîl eden Ubeydullah-ıAhrâr, ilim tahsîlinden artan zamanda Allahü teâlâya ibâdet etmek ve O'nun ismini anmakla geçirdi Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için gayret etti

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri çocukluğundaki hâlini şöyle anlattı: "Küçüklüğümde, bende kuvvetli bir vâhime, hayâlgücü vardı Şöyle ki; yalnızbaşıma evden dışarı çıkamazdım Bir gece bana öyle bir hâl oldu ki, kalbim Ebû Bekr Şâşî'nin kabrini ziyâret etme şevki ile doldu Hemen evden çıktım, kabri başına varıp, kabre karşı oturdum Kalbime hiçbir korku gelmedi Bir saat kadar böyle kaldım Oradan Şeyh Hâvend Tâhûr'un kabrine gittim Yine içimde bir vehm ve korku yoktu Oradan Şeyh İbrâhim Kimyager'in kabrine, Şeyh Zeynüddîn Kûy-i Ârifan'ın kabrine gittim İçimde hiçbir korku yoktu Bundan sonra artık bende, kabirlerde ve korkulu yerlerde, büyüklerin rûhâniyyetinin bereketiyle hiçbir korku hâli kalmadı Bundan sonra hiç korkmadım Taşkent'in bütün mezarlarını dolaşmayı âdet edindim Mezarlar birbirinden uzak yerlerde idi Bir gecede hepsini dolaştığım oluyordu Bu sıralarda yeni kendime gelmiştim Ev halkı benim geceleri böyle dolaşmamdan telâşa düşmüş olacaklar ki, peşimden süt kardeşimi göndermişler Benim ne yaptığımı öğrenmek istemişler Bir gece Şeyh Hâvend Tâhûr'un kabri şerîfinin yanında idim Süt kardeşim çıkageldi Yanıma gelir gelmez, elini üzerime koyup titremeye başladı "Sana ne oldu?" dedim "Gözüme garip şeyler görünüyor, az kaldı helâk olacaktım" dedi Onu alıp, eve götürüp bıraktım Ev halkına demiş ki: "Artık ondan şüphelenmeyiniz Ondan dolayı hoşnud olunuz Biliniz ki o, bizden bambaşka bir hâle düşmüş Karanlık gecede, on kişinin bir grup hâlinde sokulamayacağı mezarlar başında kimsesiz, sabaha kadar kalmaktadır" Ev halkı bunu öğrendikten sonra, benim bambaşka bir hâle tutulduğumu anlayıp, hakkımda başka ihtimâller düşünmediler"

Yine şöyle anlatmıştır: "İlk zamanlarımda, bir gece Şeyh Ebû Bekr Kaffâl'ın mezarının başına gidip, oturmuştum Bu mezar o kadar heybetli ve korku vericiydi ki, gündüzleri bile yanına yaklaşmaktan korkarlardı Taşkend'de bir adam vardı Bize karşı inâd ve muârız idi Bize bir zarar yapmak için fırsat kollardı Meğer o gece beni gözetleyip, tâkib etmiş Ben mezarın başına varıp oturdum
Başımı eğip murâkabeye dalınca, beni korkutup dehşete düşürmek için, birdenbire bir nâra atarak üzerime doğru gelmeye başladı Hiç aldırmadım, murâkabe ve oturuşumu da bozmadım O kişi, benim bu hâlimi görünce utandı Ağlayarak önüme gelip, yüzüstü düştü Benden özür diledi Sonra bizim dostlarımızdan oldu"

Ubeydullah-ı Ahrâr'ın yetiştirilmesinde özel bir gayreti olan dayısı Hâce İbrâhim onu ilim tahsîli için Taşkent'ten Semerkant'a gönderdi İki yıl müddetle Mâverâünnehr'deki büyük âlim ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu Buhârâ'ya ve Herat'a da giden Ubeydullah-ı Ahrâr, buralarda ve diğer yerlerde Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretlerinin talebelerinin büyüklerinden bir kısmıyla ve onların da meşhûr talebelerinden bir kısmıyla görüşüp, sohbetlerinde bulundu Hâcegân yolunun diğer tabakasının büyüklerinden pekçok zâtla da görüşüp, sohbet etti Horasan'a gitmeden önce, Seyyid Kâsım Tebrîzî hazretlerinin sohbetinde bulundu Horasan'a gittikten sonra, bir defâ daha Seyyid Kâsım Tebrîzî'nin sohbetine gitti Bundan başka Herat'ta bulunan evliyâ ve meşhûr zâtların da sohbetlerinde bulundu

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, hocalarından Seyyid Kâsım Tebrîzî'nin sohbetinde bulunmasını şöyle anlatmıştır: "Ömrümde, Seyyid Kâsım Tebrîzî'den büyük zât görmedim Zamânın şeyhlerinden hangisine gitsem, bana bir nisbet hâsıl oluyordu Fakat bu nisbetler bir müddet sonra geçiyordu Seyyid Kâsım Tebrîzî'nin sohbetlerinde öyle bir tesir ve keyfiyet hâsıl oldu ki, elden bırakmak mümkün değildi Huzûruna her gidişimde, bütün kâinâtı, dâirenin merkezi misâli onun etrâfında dönüyor ve onda yokluğa kavuşuyor gördüm SeyyidKâsım Tebrîzî, Hâce Behâeddîn Nakşibend hazretlerinin sohbetinde bulunmuş ve nisbetlerini o yoldan almış Anlaşıldığına göre, "Hâcegân" yolunda idi Bir kapıcısı vardı Kimse ondan izinsiz huzûruna giremezdi Kapıcıya; "Buraya ne zaman Türkistanlı bir genç gelirse, ona mâni olma! Bırak istediği zaman benim yanıma girsin" diye tenbihte bulunmuştu Her gün kapısına varırdım, izin verilmiş olduğu hâlde huzûruna iki-üç günde bir girerdim Talebeleri, bana izin verildiği hâlde huzûrlarına niçin her gün çıkmadığıma hayret ederlerdi Seyyid Kâsım hazretlerinin sohbetleri çok tatlı ve o kadar hoş idi ki, gelenler ayrılmak istemezdi Sohbetin sonuna gelince talebelerine verdiği bir işâretle dağılmalarını bildirirdi Beni hiçbir vakit huzûrundan kaldırmamıştı Yakınlarına "Bâbu" diye hitâb ederdi Bana; "Bâbu senin adın nedir?" diye sordu Ubeydullah (yâni Allah'ın kulu) dedim "İsminin mânâsını gerçekleştir" buyurdu

Mevlânâ Fethullah Tebrîzî şöyle anlatmıştır: "SeyyidKâsım'ın sohbetine çok devâm ederdim Tasavvufa öyle merak salmıştım ki, tasavvufa dâir ince meselelerin konuşulduğu bu mecliste sabahlardım Gözüme uyku girmezdi Bir defâsında Seyyid Kâsım'ın sohbetindeyken, içeriye Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr girdi Seyyid Kâsım, onu büyük bir alâka ile karşıladıktan sonra, garîb, meârif ve acâib hikmetler konuşmaya başladılar Dikkat ettim, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın her ziyârete gelişinde, SeyyidKâsım gayr-i ihtiyârî en ince meseleleri ve sır bahislerini açardı O zaman öyle hâller olurdu ki, başka zaman o şekilde olmazdı Bir gün Ubeydullah-ı Ahrâr, Seyyid Kâsım'ın meclisinden kalkıp gittikten sonra, Seyyid Kâsım bana; "Mevlânâ Fethullah! Bu kâfilenin dili, sözleri gâyet tatlıdır Ama yalnız dinlemekle iş bitmez Eğer himmet sâhiplerinin temenni ettiği saâdete kavuşmak istersen, bu Türkistanlı gencin eteğini bırakma! O, zamânın bir hârikası, devrânının bir tânesidir Ondan çok büyük işler, tecellîler zuhûr edecek ve dünyâ onun velâyet nûruyla dolacaktır" Seyyid Kâsım'ın bu sözlerinden, içime Ubeydullah-ı Ahrâr'ın kemâl ve olgunluk zamânına ulaşma arzusu düştü Sultan Ebû Saîd zamânında, Ubeydullah-ı Ahrâr Taşkent'ten Semerkand'a geldi Hizmetine girdim Kısa zamanda Seyyid Kâsım'ın işâret ettiği üstünlükleri onda görüp anladım"

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri şöyle anlatmıştır: "Bir gün SeyyidKâsım hazretleri bana; "Bâbu! Zamânımızda hikmet ve hârika niçin az zâhir oluyor, bilir misin? Çünkü bu zamanda bâtının tasfiyesi, kalbin temizlenmesi pek az insanda kalmıştır Olgunluğa ulaşmak, bâtının, gönlün, kalbin tasfiyesi iledir Bâtının tasfiyesi, kalbin temizlenmesi, helâl lokma yemekle mümkündür Bu zamanda helâl lokma yiyen pek azdır Bâtınını tasfiye etmiş insan da yok gibidir ki ondan ilâhî esrâr nasıl tecellî etsin?" dedikten sonra kendisi ile ilgili olarak da; "Elim tuttuğu zaman, takye diker onun parası ile geçinirdim Felç geçirip elim tutmaz olduktan sonra, babamdan kalan kütüphâneyi satarak, ticâret sermâyesi yaptım ve onunla geçinmeye başladım" dedi

Ubeydullah-ı Ahrâr'ın sohbetinde bulunduğu zâtlardan biri de,Behâeddîn Ömer hazretleridir Bu hocası hakkında buyurdu ki: "Bana Horasan şeyhlerinden Behâeddîn Ömer'in tavırları gâyet hoş gelirdiEkseriyetle oturup sohbet ederler, gelenlerin hâline münâsib muâmele eder, hiçbir sûretle kendini halktan üstün tutmazdı"

Ubeydullah-ı Ahrâr, dört sene bu hocasının yanında kalıp, sohbetlerine devâm etti Bundan sonra, en başta gelen hocası Yâkûb-i Çerhî hazretlerine talebe oldu ve onun sohbetinde kemâle ulaştı Bu hocası ile tanışmasını şöyle anlatmıştır:

Herat'a gittiğim zaman, güzel yüzlü ve hoş kılıklı bir tüccar ile tanıştım Hâcegân yolunda olduğu anlaşılıyordu Bu yolu kimden aldığını sordum Yâkûb-i Çerhî'den aldığını söyledi Bana Yâkûb-i Çerhî'nin büyüklüğünü ve üstün hâllerini anlattıBunun üzerineYâkûb-i Çerhî'nin sohbetine kavuşmak için, ikâmet ettiği yer olan Helfetû'ya gitmek üzere yola çıktım Çiganiyân'a varınca hastalandım Yirmi gün orada kaldım Bu sırada Yâkûb-i Çerhî hakkında menfî sözler işittim Seyahatime devâm edip etmeme husûsunda tereddüde düştüm Fakat bu kadar yol aldıktan sonra, geri dönülmeyeceğini düşünerek yola devâm ettim Yâkûb-i Çerhî hazretlerinin huzûruna kavuşunca, bana büyük iltifât gösterdi Bundan sonra bir başka gün tekrar ziyâretine gittiğimde, bu sefer sert ve haşmetli davrandı Bunun sebebini; yolda iken aleyhinde bulunanların sözlerine bakarak huzûruna gidip gitmemek husûsunda tereddüde düşmüş olmamdan dolayıdır, diye düşündüm Aradan bir saat geçmeden, bana tekrar çok lütuf ve iltifatta bulundu Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretleri ile buluşmasını, sohbetine kavuşmasını ve münâsebetlerini anlattı Sonra bana elini uzatıp; "Gel bîat eyle, talebem ol!" buyurdu O anda yüzüne baktım yüzünde cüzzam lekesine benzer bir beyazlık gördüm Bu sebeple hemen bîat edemedim Bunu anlayıp, hemen elini geri çekti Baktım, yüzü birden bire değişip, öyle güzel bir hâl aldı ki sîmâsının güzelliğine hayran kaldım Kalbimde hâsıl olan muhabbet sebebiyle, kucaklayıp sarılmamak için kendimi zor tuttum Bu defâ elini yeniden uzatıp;



Alıntı Yaparak Cevapla

Ubeydullah-İ Ahrâr

Eski 08-02-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Ubeydullah-İ Ahrâr




"Şâh-ıNakşibend Behâeddîn Buhârî hazretleri bu elleri tutup; senin elin, benim elimdir Her kim senin elini tutarsa, benim elimi tutmuş olur" buyurdu Sonra sesini yükselterek; "Bu el, Behâeddîn Buhârî'nin elidir, tutun!" buyurdu Hemen mübârek ellerini tuttum Bana, vukûf-ı adedi (tek sayı) üzere nefy ve isbât (Lâ ilâhe illallah) zikrini tâlim etti Sonra: "Bize hocamızdan gelen usûl budur Eğer siz, tâlibleri cezbe yoluyla terbiye etmek isterseniz, edebilirsiniz" buyurdu

Ubeydullah-ı Ahrâr, Yâkûb-i Çerhî hazretlerinin sohbetinde üç ay kaldıOndan feyz alıp, tasavvuf hâllerinde yükseldi Ondan icâzet (diploma) aldı İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak üzere vedâlaşıp ayrılırken, hocası ona, râbıta şartını anlattı ve; "Bu yolu tâlim ederken dehşet hissi vermemeye dikkat et! Emâneti isteklilere ve istidâtlılara ulaştır!" buyurdu

Yâkûb-i Çerhî, talebesi Ubeydullah-ı Ahrâr hakkında şöyle buyurmuştur: "Bir talebe, bir büyüğün huzûruna gelince, Hâce Ubeydullah gibi gelmelidir Kandili takmış, fitili ve yağını hazırlamış, onun yanması için sâdece bir ateş tutmak gerekecek"

Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri yirmi dokuz yaşında iken, ilim tahsîlini tamamlayıp, tasavvufta yüksek derecelere kavuşmuştur Yirmi dokuz yaşından sonra memleketine dönüp, helâl kazanmak için zirâatle ve insanlara doğru yolu göstermekle meşgûl olmaya başladı Kısa zamanda mahsûlleri o kadar bereketli oldu ki idâresi için vekil tâyin etti 1300'den fazla çiftliği vardı Herbirinde üç bin amele çalışırdı Allahü teâlâ onun mahsûlüne öyle bir bereket verdi ki, her sene sekiz yüz bin batman zâhire uşr verirdi Anbarlarına konulan mahsûl, her çıkardıklarında, koyduklarından fazla geliyordu Bu hâli görenler, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine hayrân kalıp, daha çok bağlanıyorlardı Kendisi bu husûsta; "Bizim malımız, fakîrler içindir Bunca malın hassası işte bu noktadadır" buyurmuştur

Ubeydullah-ı Ahrâr, tenhâda olsun, kalabalıkta olsun, zâhirî ve bâtınî edeblere çok dikkat ederdi Sabaha kadar hep iki diz üstü oturduğu çok olurdu Hizmetinde olanlara ve herkese, ihsânları, lütufları çoktu Meşakkati, zorluğu kendisi yüklenip, başkalarının rahatını, kendi istirahatine tercih ederdi Ömrü boyunca kimseden bir şey almamış, verilen şeyleri kabûl etmemiştir Büyüklerden bir zât, kendi eliyle beyaz kuzu yününden bir kaftan dikip, ona gönderirdi Bu hediyenin helâl maldan olmasına çok dikkat etmişti Kaftan kendisine verildiğinde; "Bu kaftanı giymek câizdir Fakat ben, ömrüm boyunca kimseden hediye kabûl etmedim Bunu gönderen zâttan özür dileyin ve bu defâ bu kaftanı, bizim hediyemiz olarak kendisine takdim edin" demiştir

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir defâsında talebeleri ve sevenleriyle birlikte, büyük bir kalabalık hâlinde, şehre çok uzak olan bir arâziden geçiyorlardı Hava çok sıcaktı Uzakta kara çadırlardan bir oba görünmüştü Bu obadan üç kişi, hediye takdim etmek üzere yanlarına yaklaştı Birisinin omuzunda semiz bir keçi, birinin de kucağında, tahtadan büyük bir çanak içinde yoğurt vardı Bu üç kişiden oba reisi olan kimse, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine yaklaşıp, getirdiklerini hediye olarak takdim etmek istediklerini bildirerek; "Bu keçi helâl maldır ve size vermek üzere ayrılmıştır Yoğurt da temizdir Kabûl buyurmanızı istirhâm ederim" dedi Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri; "Ben kimsenin hediyesini kabûl etmedim Keçiyi yine sürüye kat Yoğurda gelince, parasını verip alabiliriz" dedi Oba reisi yoğurdun buralarda kıymeti olmaz, boldur Kimse para ile yoğurt almaz Lütfen kabûl buyurunuz" dedi "Kabûl etmeyiz" buyurup, hizmetçilerinden birine işâret edip, yoğurdu bir Şahrûh altınına satın aldırdı Önce kendisi yedi Sonra yanında bulunanların hepsine ikrâm ettiler

Ubeydullah-ı Ahrâr'ın, bütün ömrü boyunca tanıdıklarına ve tanımadıklarına, dost-düşman herkese yardım ve şefkati pekçok idi Hiç kimseyi ayırd etmeden yaptığı iyilik ve hizmetler dillere destan idi "Ben bu yolu, tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettim Herkesi bir yoldan götürürler Bizi hizmet yolundan götürdüler Hayır umduğum herkese hizmet ederim" buyurmuştur

Kendisi şöyle anlatmıştır: "Semerkand'daMevlânâ Kutbüddîn Medresesinde, iki-üç hastanın hizmetini üzerime almıştım Hastalıkları arttığından, yataklarını kirletirlerdi Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını giydirirdim Devamlı hizmet ettiğim için, hastalıkları bana da geçti ve yatağa düştüm Bu hâlimle bile, birkaç testi su getirip, hastaların kirlerini yine ben yıkamaya devâm ettim"

Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: "Bu fakîr, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin gece-gündüz hizmetinde iken, hiç esnediklerini görmedim Öksürük veya benzeri sebeblerle ağızlarından bir şey çıkardığına şâhid olmadım Sümkürdüklerini de görmedim İnsanlar arasında veya yalnızken, bir defâ bile bağdaş kurarak oturduklarını görmedim"

Otuz beş yıl hizmetinde bulunan Mevlânâ Ebû Saîd de şöyle anlatmıştır: "Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin üzüm, elma, ayva ve benzeri meyveleri yerken kabuklarını ağzından çıkardığını hiç görmedim Sümkürdüklerine ve tükürdüklerine de şâhid olmadım Bâzan nezle ve grip olurdu Bu hâllerinde bile tiksinti verecek bir davranışta bulunmazdı Hiçbir uzvunda uygunsuz bir hâl, görenlere tiksinti ve rahatsızlık verecek bir davranışı görülmemiştir Yalnız iken de, başkaları ile bir arada iken de, dâimâ edeb ve güzel muâmele ile hareket ederdi"

Seyyid Abdülkâdir Meşhedî, Sultan Ebû Saîd Mirzâ zamânında, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sohbetinde bulunmak üzere Semerkand'a gitti ve onun sohbetiyle şereflendi Şöyle anlatmıştır: "Yatsı namazını kıldıktan sonra, bana; "Seyyid Abdülkâdir bizim misâfirimizdir Bu geceyi bizimle birlikte ihyâ etmeyi istiyor Biz bâzı dostlarla oturmak isteriz Sen gençsin, istirahat et" buyurdu Bunun üzerine; "Eğer izin verirseniz, sizinle berâber olayım" dedim Sonra; "Eğer kendinde oturmağa güç bulursan olur" buyurdu Ben de üç kişi ile birlikte o sohbet meclisinde bulundum O gece sabaha kadar, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin hâllerini gördüm Devamlı iki diz üstünde, tevâzu ile oturdu Dizlerini hiç değiştirmediHep hareketsiz oturdu, hiçbir uzvunu oynatmadıTeheccüde kalktı, namazdan sonra yine aynı şekilde sabah namazı vaktine kadar vekar ile oturdu Hiç hareket etmedi Ben genç olmama rağmen, her saatte bir dizimi değiştirdim Uyumamak için kendimi zor tuttum Sonra sabah namazını kılmak üzere kalktılar, yatsı namazı abdesti ile sabah namazını kıldılar"

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin kerem ve lütfu o kadar çoktu ki, talebelerinin ve sevenlerinin rahatını düşünür, bunun için kendisi mihnet ve meşakkat çekerdi Mîr Abdülevvel hazretleri şöyle yazmıştır: "Ubeydullah-ı Ahrâr, talebeleri ile birlikte bir bahar mevsimi başında,Keş'e gitmek üzere yola çıkmışlardı Bir gece yolda, bir dağ eteğinde gecelemeleri gerekti Talebeleri hemen bir çadır kurdular Akşam namazından sonra şiddetli bir yağmur başladı Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri biraz sonra dışarı çıktı Talebelerin ve hizmetçilerin çadıra girmesini söyledi Bu emri üzerine hepsi çadıra girdiler Başka bir çadır da yoktu O gece sabaha kadar yağmur yağdı, seller aktı Sabah namazını kıldıktan sonra, talebelerine ve diğer dostlarına; "Siz yağmur altında iken, ben çadırda durmayı tercih etmedim" buyurdu Bunun üzerine, talebeleri kendisinin çadırda bulunması sebebiyle, edebinden yanına girip de geceleyemeyecek olan talebelerinin yağmur altında kalmalarını istemediğini anladılar Kendisi çadırdan uzaklaşıp, geceyi çadırın dışında bir yerde geçirmişti"

Bir defâsında da, bir yaz mevsiminde talebeleri ile birlikte tarlalarından birine gitmişlerdi O gün şiddetli bir sıcak vardı Tarlada sâdece bekçinin küçük bir kulübesi bulunuyordu Talebeleri, onunla birlikte bu kulübeye girip gölgelenmekten hayâ ettiler Edeblerinden girmediler Başka gölgelenecek bir yer de yoktu Sıcak iyice şiddetlenince, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri atını istedi "Zirâat için sürülen yerleri görmek istiyorum" diyerek, atına binip oradan uzaklaştı Güneşin yakıcı sıcağı dayanılmaz hâle gelince, bir derede başını gölgeleyecek kadar bir yerde, hava serinleyinceye kadar istirahat edip, sonra talebelerinin yanına döndü Talebeleri sonradan, hocalarının oradan uzaklaşıp, kendilerinin gölgelenmelerini istediğini anladılar

Talebelerinden Şeyh İyân şöyle anlatmıştır:

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriyle, bir bahar mevsiminde yola çıkmıştık Yolumuz, sel sularıyla dolup taşarak akan bir dereye rastladı Karşıya geçmemiz îcâb etti Talebeler karşıya geçmek üzere saz ve kamışlardan sal yapıp, sudan geçtiler Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de karşıya geçmek için sallardan birine bindi Beni de yanına aldı Hareketten biraz sonra, derenin ortasında suyun büyük bir hızla aktığı noktaya gelmiştik Bindiğimiz salın kamışları çözülmeye başladı Sular, bağlar gevşediğinden kamışları ve sazları sökerek salı dağıtıyordu Ben çok korktum Karşı sâhile bir ok atımı mesâfe vardı Suyun şiddetle aktığı yeri aşıp karşıya ulaşmamız mümkün değildi Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bu hâle hiç aldırmadan oturuyordu Kamışlar git gide biraz daha çözülüp dağılıyor, ben ise korkudan eriyordum Hocamın yanında, onun rûhâniyyetine, tasarrufuna sığınıp, tevekkülle bekledim Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bu durum karşısında birdenbire "Allah!" diye bağırdı Derin bir ürperti geçirerek, neticeyi bekledim Bindiğimiz sal, suyun en şiddetli aktığı noktayı geçti Sazlardan ve kamışlardan hiçbiri çözülmeden, sal karşı kıyıya ulaştı Kıyıya gelince, hocam bana;"Kalk!" buyurdu Kalkıp, sal üzerinden kıyıya atladım Kendisi de indi Mübârek ayaklarını yere basar basmaz, sal birdenbire bir çöp yığını hâline gelip, su üzerinde dağılıverdi"

Mevlânâzâde Nizâmeddîn anlatır: "Kış zamanıydı Günlerin en kısa olduğu bir mevsimde, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriyle bir köyden bir köye gidiyorduk İkindi namazını yolda kıldık Güneş solmaya başlamış ve ufuk çizgisine yaklaşmıştı Menzilimiz gâyet uzaktı ve bu vaziyette oraya gecenin geç saatlerinden evvel varmak ihtimâli yoktu Etrafta ise barınılacak hiçbir yer bulunmuyordu Her taraf bozkırdı Kendi kendime; "Menzil ırak, vakit akşam, yol korkunç, hava soğuk, sığınılacak yer yok; hâlimiz ne olacak?" diye düşünmeye başladım Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, atını hızla sürüp gidiyor ve hiçbir telâş eseri göstermiyordu İçimden bu düşünceler geçince, başlarını bana döndürdüler ve; "Yoksa korkuyor musun?" diye sordular Sükût ettim "Atını sıkı sürüp yol almaya bak! Belki güneş batmadan menzilimize ulaşırız" buyurdu Böylece atlarımızı sıkı sürerek yol almaya başladık Bir hayli gittikten sonra, güneşin yerinde durduğunu gördüm Ufka yakın bir noktada ve göğe çivilenmiş gibiydi Köye girer girmez, sanki güneş söndürülmüş gibi, birdenbire zifirî karanlık içinde kaldık"

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebelerinden ticâret işlerine bakan Mevlânâ Necmeddîn şöyle anlatmıştır: Bir defâsında büyük bir kervan hâlinde, develerimiz ticâret eşyâsı yüklü olarak dönerken, eşkıyâ yolumuzu kesti Kervanda bulunanlar, eşkıyâyı görünce büyük bir dehşete kapıldı Mallarını gitmiş, kendilerini de esir edilmiş düşündüler Ben içimden dedim ki; Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin bana emânet edilmiş mallarını, cenk etmeden eşkıyâya teslim etmek talebelik şânına uymaz Böyle bir hareket mertlik ve insanlıktan uzaktır En iyisi, hocamın mallarını muhâfaza etmek yolunda şehîd olmaktır Böyle düşünerek, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin rûhâniyyetinden yardım isteyerek kılıcımı çektim O ânda kendimi, hocam Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri şeklinde gördüm ve eşkıyâ üzerine at sürerek, kılıç sallamaya başladım Sonunda eşkıyânın kervanı bırakıp kaçtığını gördüm Hâlbuki eşkıyâ bizden fazla idi Benim maksadım şehîd olmaktı Kervandakiler, bu hâle benden daha çok hayret etti Kaldı ki, ömrümde cenk etmiş ve çarpışma nedir bilen bir insan da değildim Bu işin Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin tasarrufu ile olduğunu anladım Huzûruna gittiğimde, hâdiseyi bütün teferruatıyla anlattım Buyurdu ki: "Zayıflar, kuvvetli düşmanla karşılaştıkları zaman, kendi kuvvetlerinden geçerler ve büyüklerin rûhâniyyetinden yardım isterlerse, Allahü teâlâ onlara öyle bir kuvvet verir ki, onunla düşmanlarını yenerler"

Ubeydullah-ı Ahrâr zamânında, Taşkend'de şeyhlik iddiâsında bulunup, irşâd makâmına kurulup oturan pek çok kimse vardı Bunlar, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine karşı kıskançlık ve ayrılık gösterirlerdi Neticede, hepsi tek tek silinip gittiler Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Bagistan'dan Taşkend'e gelip, tâlibleri irşâd ile meşgûl olduğu zaman orada bir âlim vardı Etrâfında çok talebe toplanmıştı Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin tasarrufunu ve üstünlüğünü görünce, hasedinden çatlayacak hâle geldi Bir gün meclisine gidip, tasarrufu ile Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini tesir altında bırakıp, müflis göstermek istedi Gözlerini Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine dikip, tesir altında bırakmak için bütün gayretini topladı Altından kalkılmaz bir yük havâle etmek istiyordu Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de, onun tesirini defetmeye koyuldu Böylece bir saat geçti Nihâyet Ubeydullah-ı Ahrâr ayağa kalkıp, o kişiye yaklaşıp yanında duran havluyu çekti ve yüzüne çarparak; "Aklı bozulmuş bir divâne ile ne uğraşıyorum!" dedi ve oradan uzaklaştı Bu karşılık üzerine kendinden geçip yere yuvarlanan âlim, aklını bozdu ve bütün bilgisini kaybetti Pazarlarda çırıl çıplak gezmeye kalkışacak kadar aklî dengesini kaybedip, perişân hâle düştü

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin yakınlarından biri, bir defâsında haram bir işi yapmak üzere iken, Ubeydullah-ı Ahrâr birdenbire; "Ne yapıyorsun?" diye seslenip, îkâz etti O kimse yerinden fırlayıp, kendine geldi ve haram işlemekten vaz geçti Biraz sonra Ubeydullah-ı Ahrâr evine gelip; "Allahü teâlânın yardımı olmasaydı, şeytana kapılmış gitmiştin!" buyurdu Yine aynı kişi, bir gece şarap içmek istedi Bir yakınını, gece karanlığında kendisine şarap alıp getirmesi için gönderdi Gönderdiği kimse şarabı alıp gelince, onun bulunduğu evin önünde durup, şarap testisini yukarıdan sarkıttığı bir sepete koydu O da sepeti yukarı çekmeğe başladı Çekerken, sepet duvara çarpıp ipi koptu, yere düştü ve şarap testisi kırıldı Şarap isteyen kimse, bilinmesinden korkarak, sabahleyin erkenden kalkıp kırılan şarap testisinin parçalarını topladı Bundan hemen sonra, Ubeydullah-ı Ahrâr o kimsenin evine geldi "Gece yukarı çektiğin testinin sesi kulağıma geldi Eğer o testi kırılmasaydı, benim kalbim kırılacaktı ve bir daha seninle buluşmama imkân kalmayacaktı" buyurdu

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri buyurdu ki: "Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden "Mesh" yâni sûretinin değiştirilmesi, hayvan sûretine döndürülmesi kaldırılmıştır Fakat bâtından, mânen sûretin değişmesi kaldırılmamıştır Bâtından sûretin hayvan sûretine çevrilmiş olmanın alâmeti, büyük günah işleyen kimsenin bu günahları işlemekten, bâtının, kalbinin elem duymaması, işlediği haramlar sebebiyle müteessir olmaması, fısk ve isyân olan işlerde ısrâr etmesidir Bu öyle bir dereceye ulaşır ve işlediği büyük günahlardan dolayı kalbi o kadar kararır ki, artık tenbih ve nasîhat da yapılsa gafletten uyanmaz"

Mevlânâ Gilân Ziyâretgâhî hazretlerinin oğlu Mevlânâ Burhâneddîn Muhammed şöyle anlatmıştır: "Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri, Şeyh Şâhin'in evinden çıktığı sırada, büyük biraderlerimMevlânâ Abdürrahmân ve Mevlânâ Ebü'l-Mekârim önüne geçip, herbiri evine dâvet ettiTeşrif etmesi için istirhâm ettiler Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr bana; "Sen niçin dâvet etmezsin?" buyurdu "Bu arzu, gönlümde haddinden fazladır Fakat ağabeylerimin yanında küstahlık etmedim" dedim Bana, iki batman un ile çorba pişirmemi söyledi "Bundan fazla bir şey yapma!" buyurdu Emrini yerine getirdim Köyün âlimleri, sâlihleri ve fakirleri, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin teşrifini duyar duymaz, grup grup evime gelmeye başladı İki büyük sofa, gelenlerle doldu İki sofa arasındaki mâbeyn de doldu Yine gelenleri almadı Bir kısmı da, dam saçağının altına ve evin dışına oturdu Ben bu kalabalığı görünce, hatırımdan; "Bu kadar kimse geldi" diye geçti Hâce Ubeydullah hazretleri bana tekrar; "İki batman undan başka bir şey pişirme!" buyurdu Bir türlü, biraz daha pişireyim diyemedim Son derece telâşlanıp, tereddüdde kaldım Bu hâlde iken, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri başını kaldırıp; "Söyleyeceğimi söyledim Söylediğim gibi yap, fazla pişirme!" buyurdu Bu emri üzerine, çorba pişirip, büyük bir kaba doldurdum O kabdan da, kâselere ve tabaklara doldurarak, iki sofada ve mâbeynde oturan misâfirlere dağıttım Komşulardan emânet tabak toplatıp, onlarla da dışarıdaki topluluğa çorba dağıttım Herkese yetip, arttı Emânet aldığım tabaklara da doldurup, sâhiblerine gönderdim Orada bulunanlar da, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin kerâmetiyle yemeğin herkese yetip arttığını görerek, hayret ettiler Böylece onu daha çok sevip, bağlılıkları arttı"

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, zamânının sultanları üzerinde büyük bir tesire sâhipti Sultanlara sözü geçer, müslümanların rahatı için onlara nasîhat ederdi Kendisi şöyle anlatmıştır: "Eğer biz şeyhlik yapsaydık, zamânımızda hiçbir şeyh kendisine talebe bulamazdı Fakat bize başka iş emredildi Bizim işimiz, müslümanları zâlimlerin şerrinden korumaktır Bu sebeple, pâdişâhlar ile görüşmek ve onların gönlünü avlamak, dilediğimiz istikâmete çevirmek bize vazife olmuştur Allahü teâlâ bize öyle bir kuvvet verdi ki, eğer isteseydim, ilâhlık dâvâsında bulunan Çin pâdişâhını bir mektubla öylesine tesir altında bırakırdım ki, sultanlığı terkedip, yalın ayak koşarak kapıma gelirdi Bununla berâber biz, Allahü teâlânın bu husustaki takdîrini beklemekteyiz Bizim makâmımızda edebli olmak lâzımdır Bu edeb de, kulun kendi irâdesini bırakıp, Rabbinin irâdesine teslim olmasıdır"

Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: "Bir gün Sultan Ahmed Mirzâ, Hâce Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerini Mâtürîd köyünde ziyârete geldi Huzûruna girince, geride iki dizi üzerine edeble oturdu Ubeydullah-ı Ahrâr, ona çok iltifât etti Buna rağmen Sultan Ahmed Mirzâ, onun heybeti karşısında tir tir titriyor, alnından ter damlaları dökülüyordu"

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine bir gün rüyâsında şöyle denildi: "İslâmiyet, senin hizmetinle, mededinle kuvvet bulacak" Bunun üzerine bu iş, sultanları ve emîrleri vâsıta etmeden yerine gelmez diyerek, zamânın sultânı ile görüşmek üzere Semerkand'a gitti Bu yolculuğunda Mevlânâ Nâsıruddîn Etrârî de yanında bulunuyordu O, şöyle anlattı: "O zaman Semerkand'da Mirzâ Abdullah sultan idi Semerkand'a vardığımız zaman, Mirzâ Abdullah'ın beylerinden biri, HâceUbeydullah hazretlerini karşıladı Hâce hazretleri ona dedi ki: "Bizim buralara kadar gelmekten maksadımız, sizin Mirzâ'nız ile görüşmektir" Karşılamaya gelen bey, edebsizce şöyle cevap verdi: "Bizim Mirzâ'mız, pervâsız bir gençtir Onunla görüşmek kolayca kabûl edilir bir iş değildir Hem dervişlerin bu sultanla görüşmekte ne maksadları olabilir?" Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri bu sözden gadaba gelip; "Bize Sultan ile görüşmek emredilmiştir Ben buraya kendi kendime gelmedim SizinMirzâ'nız eğer pervâsız ise, onu değiştirip yerine pervâlı olan birini getirirler!" buyurdu Bunun üzerine karşılamaya gelen o bey ayrılıp gitti O gidince Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri onun ismini mürekkeple duvara yazdı Sonra parmağını ağzında ıslatarak sildi "Bizim işimiz, o sultandan ve onun kumandanlarından beklenemez, gidelim!" dedi O gün Taşkend'e döndüler Bir hafta sonra, o karşılayan ve edebsizlik eden bey vefât etti Bir ay sonra da, Türkistan'daMirzâ Ebû Saîd zuhûr edip, Mirzâ Abdullah'ı öldürüp, mülküne el koydu Yerine sultan oldu"

Talebelerinin ileri gelenlerinden biri şöyle anlatmıştır: "Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri ile Firket denilen yerde idik Bir gün kâğıt ve kalem istedi Kâğıt üzerine birkaç isim yazdıBu sırada "SultanEbû Saîd Mirzâ" diye bir isim yazıp, cebine koydu O sırada Ebû Saîd Mirzâ'nın hiçbir yerde nâmı ve nişânı yoktu Yakınlarından biri sormaya cesâret gösterip; "Bir takım isimler yazdıktan sonra, Ebû Saîd Mirzâ ismine alâka gösterip, onu cebinize koydunuz Bu isim kime âittir?" dedi Buyurdu ki: "Bu o kimsedir ki; siz, biz, Semerkand, Taşkend ve Horasan, yakında onun tebeası olsa gerektir" Pek kısa bir zaman sonra, Türkistan'dan Mirzâ Ebû Saîd'in sesi yükseldi Meğer Mirzâ Ebû Saîd, rüyâsında Ahmed Yesevî hazretlerini görmüş Rüyâda Ahmed Yesevî hazretleri, Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerine Mirzâ Ebû Saîd için Fâtiha okumasını işâret etmiş, o da okumuştur Yine bu rüyâsında, SultanEbû Saîd Mirzâ, Ahmed Yesevî hazretlerinden kendisine Fâtiha okuyan zâtın ismini sormuş ve sîmâsını zihninde tutmuş Uyanır uyanmaz, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın kim olduğunu sorup araştırdığında; "Evet, Taşkend'de buyurduğunuz gibi bir azîz vardır" dediler Hemen atına binip, maiyeti ile Taşkend'e doğru yola çıktı Bu sırada Ubeydullah-ı Ahrâr Firket'e doğru yola çıkmıştı Sultan onun Firket'e gittiğini duyunca, atını oraya doğru sürdü Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Sultan'ı,Firket yakınlarında karşıladıSultanEbû Saîd Mirzâ, Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerini uzaktan görünce; "İşte rüyâda gördüğüm azîz!" diyerek, atından inip ayaklarına kapandı Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de Sultân'a alâka gösterip, sohbet etti Sultan, bu sohbetin câzibesi ile, Ubeydullah-ı Ahrâr'dan kendisi için Fâtiha okumasını istedi "Fâtiha bir kere okunur" buyurarak, Sultân'ın gördüğü rüyâya işâret etti

Bu görüşmesinden sonra, Sultan Ebû Saîd Mirzâ'nın etrâfında çok asker toplandı Bunun üzerine Semerkand'ı almak istedi Durumunu Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine arzetmek üzere huzûruna tekrar geldiMaksadını anlatıp, himmet istedi "Ne niyet ile fethetmeyi istiyorsun? Eğer İslâmiyeti kuvvetlendirmek ve tebeaya şefkat göstermek niyeti ile giderseniz, zafer sizindir" buyurdu Sultan bu şartı kabûl edip, İslâmiyete hizmet edeceğine ve tebeaya merhamet ve şefkat edeceğine söz verdi Bunun üzerine; "İslâmiyete hizmet etmek şartıyla gidin, başarı sizindir" buyurdu



Alıntı Yaparak Cevapla

Ubeydullah-İ Ahrâr

Eski 08-02-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Ubeydullah-İ Ahrâr




Reşehât müellifi, bu hâdisenin devâmını şöyle anlatmıştır: "Ubeydullah-ı Ahrâr, Ebû Saîd Mirzâ'ya; "Düşmanla karşılaştığınız zaman, ardınızdan bir karga sürüsü gelinceye kadar hücûm etmeyiniz! Karga sürüsü gelir gelmez hücûm ediniz!" buyurdu Ebû Saîd Mirzâ'nın ordusu, Mirzâ Abdullah'ın ordusu ile karşı karşıya gelince, ilk hücûm karşı tarafdan geldiEbû Saîd Mirzâ'nın ordusunun sol tarafını çökerttiler Sağ taraftan da aynı şekilde hücûm etmek üzere hazırlandıkları sırada, Ebû Saîd Mirzâ'nın ordusunun arkasından bir karga sürüsü göründü Düşman üzerine doğru uçtu Sultan ve askerleri, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin; "Arkanızdan bir karga sürüsü gelmeyince hücûm etmeyiniz" buyurduğunu hatırlayıp, kerâmetini görünce, kalbleri kuvvet ve cesâretle doldu Hep birden düşman üzerine hücûma geçtiler İlk hamlede düşman saflarını yarıp, dağıttılar Mirzâ Abdullah da atından düşüp, çamura battı Atların ayakları altında ezildiSonra da başı kesilerek öldürüldü"

Bu zaferden sonra Sultan Ebû Saîd, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinden Semerkand'ı teşrif etmesini istirhâm etti Sultânın istirhâmını kabûl edip, Taşkent'ten Semerkand'a gitti Bu sırada öldürülen Mirzâ Abdullah'ın akrabâsından Mirzâ Bâbür'ün, büyük bir ordu ile Semerkand'a hareket ettiği haberi geldi Sultan Ebû Saîd telâş ve ızdırâba düşüp, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine hâlini arzedip; "Benim bu orduya karşı koymam imkânsızdır Ne yapayım?" dedi O da, Sultânı teskin ve tesellî edip, sükûnet içinde bulunduğu yerde düşmanı beklemesini tavsiye etti Bu sırada Sultan Ebû Saîd'in yakınları, onu Türkistan'a kaçırmak ve orada saklamak üzere hazırlığa başlayıp, eşyâlarını develere yüklemişlerdi Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri durumu öğrenince celâllenip, yükleri develerden indirtti Sultan Ebû Saîd'e; "Nereye gidiyorsunuz? Kaçıyor musunuz? Buna ihtiyaç yok! Müşkülünüzü burada hallederiz Buna kefilim! Gönlünüzü hoş tutun Bâbür'ü durdurmak bizim vazifemizdir" buyurdu Bu sözleri işitenlerden bâzıları; "Hâce hazretleri bizi topyekûn kurban etmek istiyor" diye söylendiler SultanEbû Saîd, Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerine bağlılığı ve güveninden dolayı onlar gibi düşünmedi ve Semerkand'da kalmaya karar verdi Beyleri; "Biz bu kadar askerle koca bir orduya nasıl karşı koyabiliriz?" dedilerse de, Ebû Saîd'i iknâ edemediler

Sultan Ebû Saîd, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın tavsiyesi üzerine, kalenin zayıf ve yıkık yerlerini hemen tâmir ettirdi ve düşmanı bekledi Nihâyet Mirzâ Bâbür'ün ordusundan Halîl Hindu isimli bir kimsenin kumanda ettiği bir öncü kuvvet geldi Bu küçük kuvvet, büyük kuvvetten uzak olduğu için, şehirden üzerine hücûma geçilip, perişân edildi Yaklaşan Mirzâ Bâbür, Sultan Ebû Saîd'in iç kaleye çekilip, orada sıkı bir muhâfaza altında olduğunu öğrenince, eski hisarda konakladı Birdenbire hücûma geçmekten çekiniyordu Aradan günler geçti, asker yiyecek sıkıntısı çekmeye başladı Etrâfa yiyecek temini için gönderdiği askerlerin bâzılarını Semerkandlılar yakaladılar Bir taraftan açlık bir taraftan hastalık, Mirzâ Bâbür'ün ordusunu perişân ediyordu O sırada bir de hayvan vebâsı hastalığı çıktı Mirzâ Bâbür'ün ordusundaki bütün atlar bu hastalıktan öldü Öyle oldu ki, at leşinin kokusundan o civarda barınılamaz oldu Nihâyet Mirzâ Bâbür, Sultan Ebû Saîd ile anlaşma yapmaya râzı oldu Bu iş için maiyetindenMevlânâ Mehmed Muammâî adlı birini gönderdi Bu elçi, Ubeydullah-ı Ahrâr ile uzun bir görüşme yaptı Elçi; "Bizim Mirzâ'mız çok gayretli ve yüksek himmetli bir zâttır Ne tarafa gitse, o tarafı almadan dönmez" dedi Bunun üzerine Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri şöyle dedi: "Eğer Mirzâ Bâbür'ün dedesi Mirzâ Şahrûh'un kalbimizdeki sevgisi ve üzerimizdeki hakları olmasaydı, neticeyi görürdünüz! Ben, dedesi zamânındaHerat'ta idim Onun zamânında çok iyilikler ve himâyeler gördük Hakkını çiğnemeyiz!" Nihâyet elçi, anlaşma yapmak istediklerini bildirdi ve bunun için Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini Mirzâ Bâbür'ün yanına, anlaşmaya dâvet etti Sultan Ebû Saîd, anlaşma için Ubeydullah-ı Ahrâr'ın bizzat gitmemesini istirhâm yoluyla bildirdi Yapılan istişâreden sonra, Mevlânâ Kâsım'ı anlaşma yapmak üzere gönderdiler Böylece anlaşma sağlandı

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin en meşhûr talebesi Mevlânâ Muhammed Kâdı, Silsilet-ül-Ârifîn adlı eserinde şöyle bildirmiştir: "Bir gün Şeyh Mirzâ Ömer'in, Kıpçak Çölü sultanlarından SultanMahmûd'dan da yardım alarak, büyük bir orduyla Semerkand üzerine yürüdüğü haberi geldiBunun üzerine Semerkand sultânı Sultan Ahmed Mirzâ, savaş hazırlıklarını tamamlayıp, karşı koymak üzere büyük bir orduyla yola çıktı Ubeydullah-ı Ahrâr'a da yanlarında gelmesini ricâ etti Ubeydullah-i Ahrâr da orduyla berâber gitti Halk, Sultânın onu, sulh yapmak için yanında götürdüğünü zannetmişti Ubeydullah-ı Ahrâr, kırk gün Sultan Ahmed'in ordusunda kaldı Ordu, "Akkurgân" denilen yerde konaklamıştı SultanAhmed, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine karşı askerlerden bir edebsizlik olmasın diye, orduyu geniş bir yerde topladı Böylece orduyu Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin bulunduğu yerden biraz uzakta tutmuştu Birkaç gün bu şekilde hareketsiz beklediler

Bir gün Ubeydullah-ı Ahrâr gadablanarak, SultanAhmed Mirzâ'ya; "Beni buraya niçin getirdin? Eğer savaş yapmak istiyorsanız, ben sipâhi değilim Anlaşma yapmak istiyorsanız, neden geciktiriyorsunuz? Benim artık burada asker arasında durmaya mecâlim kalmadı" dedi Sultan Ahmed Mirzâ; "Benim bir kararım yok Her şeyi sizin doğru olan reyinize bıraktım Siz ne emrederseniz, biz ona uyarız" dedi Bunun üzerine Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bir ata binip, yanına da yakınlarından bir cemâat alarak, karşı tarafta bulunan Şeyh Ömer Mirzâ'nın ve SultanMahmûd'un bulunduğu yere doğru hareket etti Bunu haber alan her iki sultan da karşılamaya çıktılar Yolun yarısında karşıladılar Sonra Şahrûh'a gittiler Ubeydullah-ı Ahrâr, SultanMahmûd'a çok iltifât gösterdi Konuşma sırasında hep ona bakarak konuştu Bundan sonra, üç sultânın savaşmaktan vazgeçip, sulh yapmaları kararlaştırıldı Anlaşma şartları da tesbit edildi İki tarafın askerlerinin saf bağlaması, aralarına büyük bir çadır kurulması ve üç sultânın bu çadırda toplanarak Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin idâresi altında anlaşma şekli kararlaştırılacaktı

Bu şekilde anlaşma yapılması karara bağlanınca, Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan AhmedMirzâ'nın yanına dönüp durumu bildirdi Ertesi gün sabah vakti, Sultan Ahmed Mirzâ'nın askerleri, zırh giyinmeden, fakat silâhlarını kuşanmış olarak kararlaştırılan yere geldi Saf hâlinde durdular Ubeydullah-ı Ahrâr, diğer iki sultânı getirmek üzere Şahrûh'a gitti Mirzâ Mahmûd'un, bu işden memnûniyeti yüzünden okunuyordu Fakat Sultan Şeyh Ömer Mirzâ'nın hâlinde, garib bir tutukluk ve ihtiyat vardı Nitekim Ubeydullah-ı Ahrâr onları çağırdığında, Sultan Mahmûd şevkle dışarı çıktığı hâlde, Sultan Şeyh Ömer Mirzâ hesaplı ve tedbirli bir tavır takınmış gözüküyordu Onun bu tavrı üzerine, Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Mahmûd'u îkâz edip, herhangi bir hîleye karşı tedbirli olmasını söyledi Peygamberimizin; "Deveni bağla, sonra tevekkül et" buyurduğunu bildirdi Sonra karşı tarafın askerlerinde olduğu gibi, bunların askerlerini de zırhsız, fakat silâhlı olarak anlaşma yapılacak yere götürdüler Böylece, üç pâdişâhın askerleri birbirleri karşısında da saf tutup durdular İçinde üç sultânın anlaşma yapacağı çadır da orta yere kurulacağı sırada, çadır bize uzak, size yakın gibi bir anlaşmazlık çıktı Münâzara uzadı Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, öğle namazı için abdestini, karşılıklı saflar hâlinde duran iki ordu arasında aldı Sonra Sultan Ahmed Mirzâ'ya haber gönderip; "Ben tek kişiyim ve ihtiyarlık zaafı içindeyim Sizin bu kadar meşakkatli yolunuza dayanmaya çalışmam, birbirinize girmemeniz içindir Kuvvet, ancak bu kadar olur Artık tâkatim kalmadı Eğer bana îtimâdınız varsa, çekişmeyi bırakınız! Çadırı nereye kurarlarsa kursunlar" dedi

Bunun üzerine Sultan Ahmed Mirzâ emir verip; "Mâni olmayın! Çadırı nerede isterlerse orada kursunlar Benim îtimâdım Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinedir" dedi Nihâyet çadır kuruldu Sultan Ahmed Mirzâ, maiyeti ile geldi Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de, Sultan Mahmûd Mirzâ'yı veSultan Şeyh Ömer Mirzâ'yı getirdi Sultan Ahmed Mirzâ onları karşıladı ve Ubeydullah-ı Ahrâr'ın işâretiyle Sultan Mahmûd Mirzâ ile kucaklaştı Bundan sonra Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Şeyh Ömer Mirzâ'yı, ağabeyi Sultan Ahmed Mirzâ'nın yanına götürdü Sultan Şeyh Ömer Mirzâ, ağabeyi Sultan Ahmed Mirzâ'nın elini öpüp, yüzüne gözüne sürerek ağladı Bu manzarayı görenler de gözyaşlarını tutamadılar Bundan sonra çadıra girdiler Heybetli bir toplantı oldu Her üç sultan da, bütün meselelerde anlaştılar Artık birbirlerine kılıç çekmeyeceklerine ahdettiler Ahidnâme yazılınca üçü de imzâladı Bu anlaşma gereğince Taşkend, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri vâsıtasıyla, Sultan Ahmed Mirzâ'dan Sultan Mahmûd Mirzâ'ya geçti Bundan sonra Fâtiha okunduSultanlar birbirlerine vedâ edip ayrıldılar

Anlaşmanın yapıldığı gün, halk, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin tasarrufundan ve tesirinden hayret ve dehşet içinde kaldı Onun tasavvufta yükselmiş büyük bir velî ve mürşid-i kâmil olduğunu anlamışlardı O gün anlaşma sağlanıp kan dökülmesi önlendikten sonra, Ubeydullah-ı Ahrâr, SultanMahmûd Mirzâ'ya; "Siz Taşkend'e gidin Ben de başka bir yoldan gelir size ulaşırım" buyurdu ve talebeleri ile Taşkend'e dönmek üzere yola çıktılar Yolda Mevlânâ Muhammed Kâdı'ya; "Bu işlere ne dersin?Bu vak'a, kitaba yazılacak şeylerdendir!" buyurdu

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri zamânının en büyük velîsi idi İnsanların dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa ermeleri için gayret eder, onlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatırdı Bir sohbeti sırasında buyurdu ki: "İkindi namazından sonra öyle bir vakit vardır ki, o vakitte amellerin en iyisiyle meşgûl olmak lâzımdır Bâzıları demişlerdir ki: "O saatte amelin en iyisi muhâsebe, insanın kendini hesâba çekmesidir Öyle ki, gece ve gündüz geçirdiği saatler içinde yaptığı işleri gözden geçirip, ne kadar zamânı tâat, ne kadar zamânı günâh işlemekle geçirmiş hesâb etmeli Tâat ile geçirdiği zamânı için şükretmeli Günâh ile geçen zamânı için de istigfâr etmelidir" Bâzıları da şöyle demişlerdir: "Amellerin en iyisi, bir büyük zâtın sohbetine kavuşmak için gayret göstermek ve o zâtın sohbetinde, gönlünü Allahü teâlâdan başka her şeyden çevirmesidir" demişlerdir ki, en iyi amel, Allahü teâlâdan başka her şeyden yüz çevirip, Allahü teâlâya dönmektir"

Allah adamlarıyla ve akıllılarla berâber bulunmayı, gâfil ve câhil kimselerden de uzak durmayı tavsiye ederek buyurdu ki:

"Bir gün Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerine, sohbet sırasında bir fütur, dağınıklık hâli gelmişti Bunun üzerine; "Meclisimize bir bîgâne, gâfil girmiştir Bu hâl ondan dolayıdır Onu arayıp bulunuz" buyurdu Talebeleri iyice aradıktan sonra, böyle birinin bulunmadığını söyleyince; "Bastonların bulunduğu yere bakınız" dedi Talebeleri oraya bakınca, bir bîgânenin asâsını bırakmış olduğunu anladılar, o asâyı oradan çıkarıp attılar"

Bir gün Ubeydullah-ı Ahrâr'ın talebelerinden biri, gâfil bir kimsenin elbisesini giyip sohbetine gelmişti Oturduktan bir müddet sonra, hocası; "Bu mecliste bir gâfilin kokusu geliyor" dedikten sonra, o talebeye dönüp; "Bu koku senden geliyor, yoksa bir gâfilin elbisesini mi giydin?" dedi O talebe hemen dışarı çıkıp, o elbiseyi değiştirip geldi

Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri kendisi sâlih ameller işlediği gibi, talebelerine ve sevenlerine de sâlih ameller işlemelerini tavsiye ederdi Hattâ insanın yaptığı iyi veya kötü işlerin cansızlara bile tesir edeceğini bildirerek buyurdu ki: "İnsanların amelleri, işleri ve ahlâkı, cansız şeylere de tesir eder Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin bu hususta çok keşfi vardır Bu bakımdan, kötü işlerin işlendiği bir yerde yapılan ibâdet ile iyi işlerin işlendiği yerde yapılan ibâdet birbirinden kıymetçe farklıdır Bunun içindir ki, Kâbe'de kılınan iki rekat, başka yerlerde kılınan namazın bin rekatına bedeldir"

Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin vasıflarını anlatırken buyurdu ki:

"Şeyh Ebû Saîd Ebü'l-Hayr, tasavvufu şöyle târif etmiştir: "Şimdiye kadar evliyâdan yedi yüz zât tasavvufun târifi husûsunda çeşitli sözler söylemişlerdir Bütün bu sözlerin özü şu noktada toplanır: Tasavvuf; vakti, en değerli olan şeye sarfetmektir"

"İnsanın kıymeti; idrâkinin, zekâsının, bu yolun büyüklerinin hakikatlerini anladığı kadardır"

"Şeyh Ebû Tâlib-i Mekkî buyurdu ki: "Allahü teâlâdan başka hiçbir murâdın kalmayıncaya kadar gayret göster Bu murâdın hâsıl olunca, işin tamamdır İsterse senden kerâmetler, haller ve tecellîler hâsıl olmasın, gam değildir"

"Tasavvuf, herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü çektirmemektir"

"Allahü teâlâdan gelen belâlara sabırlı, hattâ şükredici olmak lâzımdır Zîrâ, Allahü teâlânın birbirinden acı belâları çoktur"

"Bir gün Mevlânâ Hâmûş hazretlerinin huzûruna gitmiştim Yanında bulunanlarla ilmî meseleleri konuşuyordu Ben de bir yere oturmuş, hiç konuşmuyordum Bana dönüp; "Ne dersin, konuşmak mı daha iyi, susmak mı daha iyi?" dedi Sonra da; "Bir kimse kendi varlığının kaydından (nefsinden) kurtulmuşsa, ne yapsa iyidir Kurtulmamışsa, ne yapsa kötü" Ben, Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş'tan bundan daha iyi bir söz işitmedim"

"Zikir bir kazma gibidir ki, onunla gönülden yabancı duygu dikenleri temizlenir"

"İbâdet; emirlere uyup, amel etmek, nehyedilen şeylerden sakınmaktan ibârettir Ubûdiyyet, kulluk da bu şekilde Allahü teâlâya yönelmektir"

"İnsanın yaratılmasından murâd, kulluk yapmasıdır Kulluğun özü de, her hâlükârda Allahü teâlâyı unutmamaktır"

Asıl ve kıymetli olan ilmin, ilm-i ledünnî olduğunu bildirerek buyurdu ki:

"İlim iki çeşittir: Biri verâset ilmi, biri de ledün ilmidir Verâset ilmi çalışarak elde edilir Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); "Kim bildikleriyle amel ederse, Allahü teâlâ ona bilmediklerini öğretir" buyurdu İlm-i ledün ise, Allahü teâlânın ihsânıdır Çalışmadan elde edilir İlâhî bir mevhibedir Kullarından dilediğine verir"

İnsanlara hizmet etmenin ibâdet ve tasavvufun esâsı olduğunu bildiren Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri buyurdu ki:

"Biz bu yolu, tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettik Herkesi bir yola götürürler Bizi de hizmet yoluna götürdüler"

"Tasavvuf bilgilerinden maksad, kendini zorlamadan, uğraşmadan, her ân Allahü teâlâya teveccüh ve ikbâldir Yâni, her ân Allahü teâlâyı hatırlamaktır"

Ehl-i sünnet îtikâdı üzere bulunmayı medhederek buyurdu ki: "Bütün halleri ve buluşları bize verseler, fakat Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdını kalbimize yerleştirmeseler, hâlimi harâb, istikbâlimi karanlık bilirim Eğer bütün harablıkları, çirkinlikleri verseler ve kalbimizi Ehl-i sünnet îtikâdı ile süsleseler, hiç üzülmem"

Yerinde ve zamânında konuşmanın önemini belirterek buyurdu ki:

"Söz, yüce bir şeydir Zamânında ve yerinde olmalıdır"

"Söz söylemek, dilin gönülle, gönlün de Hak ile olduğu zaman makbûldür"

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriPeygamber efendimizin neslinden gelen seyyid ve şerîflere çok hürmet gösterirdi Hattâ bir defâsında buyurdu ki:

"Seyyidlerin bulunduğu bir memlekette ben oturamam Zîrâ, Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) bağlı bir nesebten gelmenin şerefini taşıyanlara, lâyık oldukları tâzimi gösterememekten korkuyorum"

Helâl kazanç elde etmenin önemini belirterek buyurdu ki: "Bizim yolumuzda, el helâl kârda, gönül ise hakîkî yârdadır"

Ubeydullah-ı Ahrâr; bir kimsenin neyi maksad edinirse, ona kavuşacağını bildirerek buyurdu ki:

"Himmet etmek; Allahü teâlânın isimleri ile münâsebeti olan bir zâtın, kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurması demektir Bu şeye teveccüh eder Kalbine bundan başka hiçbir şey getirmez Yalnız, o işin yapılmasını ister Allahü teâlâ da o işi yaratır Allahü teâlânın âdeti böyledir Kâfirlerin himmet ettikleri şeylerin de hâsıl oldukları görülmüştür Allahü teâlâ, bana bu kuvveti ihsân etmiştir Fakat, bu makâmda edep lâzımdır Edep de, kulun kendisini Hak teâlânın irâdesine tâbi etmesidir Kendi irâdesine tâbi olmamak, Hak teâlânın fermânını beklemek lâzımdır"

Talebelerine şöyle buyurmuştur: "Sizden hanginizin yirmi kere, belki daha fazla tasarruf edildiği ve nisbet sâhibi kılındığı hâlde, her dışarı çıktığında kaybetmemiş olsun? Size verilen veriliyor Fakat siz onu muhâfaza edemiyorsunuz Eline bir nûr teslim edilen kişi, onu en kıymetli şeyi bilsin Fânî varlığını tasfiye etsin, o nûr ile kendini karanlıkta aydınlatsın"

Yine şöyle buyurmuştur: "Benim birkaç günlük hayâtımı fırsat bilip Allahü teâlâya bağlanmayan sizler, ya benden sonra ne yapacaksınız? Bu fırsatı ganîmet bilin, bu nîmet elden giderse pişmân olursunuz Son pişmânlığın faydası olmaz"

"Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri zamânındaki tasavvuf ehli geçinenlerin durumunu bildirerek buyurdu ki: "Zamânımızda ehl-i irâdet, mürîd, talebe olma kâbiliyetine sâhib olanlar azdır Bir âlim, büyüklerden birine haber gönderip; "Burada mürîd olacak vasıflı insan azdır; sizin orada bu vasfı taşıyan kimseler varsa bize gönderiniz!" demiştir Bu haberi alan büyük zât, bir mektup yazarak şöyle cevap vermiştir: "Bahsettiğiniz vasıfta insanlar bizim burada yoktur Eğer şeyh isterseniz, istediğiniz kadar gönderelim!"

Bir sohbeti sırasında büyüklerin hallerinden anlatarak şöyle buyurdu:

"Evliyânın meşhûrlarından olan Şiblî hazretleri, tasavvuf büyüklerinin yoluna girdiği sırada, babası Vâsıt şehrinin hâkimi, vâlisi idi Önce Muhammed Hayr'ın huzûrunda tövbe etti Sonra Muhammed Hayr hazretleri onu Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine gönderdi Göndermesindeki sebep; Şiblî hazretlerinin, Cüneyd-i Bağdâdî'nin akrabâsı olmasıydı Böylece edebe riâyet etmiş oldu

Şiblî, Cüneyd-i Bağdâdî'ye talebe olunca; önce ona yedi sene ticâret yapmasını ve bu ticâretten elde ettiği kazancını, o zamâna kadar olan günahlarının affı için sadaka olarak dağıtmasını emretti Bunu yaptıktan sonra da, yedi sene de helâ temizliği yapmasını emretti Bunu da yaptı Bu on dört seneden sonra onu tasavvufta yetiştirip, yüksek derecelere kavuşturdu"

"Sehl bin Abdullah Tüsterî hazretleri, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için öyle riyâzet yapıp, zikre dalmıştı ki, bir gün ağzından ve burnundan kan geldi Yere düşen her damla kanı "Allah" yazıyordu Bundan sonra hocası ona, tasavvufta her ân Allahü teâlâyı hatırlamak ve kendisini gördüğünü düşünmek gibi mânâlara gelen "Yâd-ı daşt" makâmı üzere olmasını emretti"

Ömrünü İslâm dîninin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek, vâz ve nasîhatlarıyla insanların kurtuluşuna vesîle olmakla geçiren Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri 1490 (H895) senesi Muharrem ayının başında hastalandı Hastalığı seksen dokuz gün sürdü Vefâtından on iki gün önce; "Eğer sağ kalırsak, beş ay sonra seksen dokuz yaşım tamam olup, doksana girerim Bâzı büyükler, ömrünün yıl sayısı ile hasta yattığı gün sayısı arasındaki uygunluğu; "Bir günlük hastalık (humma), bir senenin keffâretidir" hadîs-i şerîfinde buyrulan husûsa ugun olduğunu söylemişlerdir" buyurdu

1490 (H895) senesi Rebîu'l-evvel ayının sonunda, bir Cumâ günü hastalığı ağırlaştı ve sekerât-ı mevt hâli Cumâ günü öğle vaktinde başlamıştı Tam o sırada, Semerkand'da büyük bir zelzele oldu

Vefât ettiği gün, akşam vakti hastalığı pek şiddetlenmişti "Akşam namazının vakti girdi mi?" diye sordu "Evet girdi" dediler Akşam namazını îmâ ile kıldı Yatsı vakti girdiği sıralarda, son nefeslerini veriyordu Vefâtı sırasında huzûrunda bulunan talebelerinden Hâce Muhammed Yahyâ şöyle anlatmıştır: "Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin mübârek nefeslerinin kesilmesi yaklaştığı sırada, akşam ile yatsı arasında bir vakitde idik Bulunduğu odada birkaç lâmba yaktılar Ev son derece aydınlık olmuştu Bu sırada Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin iki kaşı arasından, birdenbire şimşek gibi bir nûr çıkıp öyle parladı ki, evde yanmakta olan lâmbalar, o nûr arasında sönük kaldı Herkes bu nûru gördü Bu nûr parladıktan sonra, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri son nefesini verip vefât etti Vefât ettiği sırada da şiddetli bir zelzele oldu

Sultan Ahmed Mirzâ, Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerinin hastalığının şiddetlendiğini duyunca, Cumâ sabahı bütün devlet erkânı ile Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerinin bulunduğu Kemânkerân köyüne gitmek üzere yola çıktı Akşam namazından sonra ulaşıp, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini son defâ gördü Vefât ettiği bu gecenin sabahı olan Cumartesi sabahı, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin cenâzesini Semerkand'a getirtti Öğle namazı vaktinde Kefşir mahallelerine getirilip, cenâzesi orada yıkandı, techiz ve tekfin edildi Cenâze namazı kılınıp, defnedildi

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin oğulları, kabri üzerine bir kubbe ve yanına bir imârethâne yaptırdılar

Talebeleri: Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin en başta gelen talebesi, Mevlânâ Kâdı Muhammed Zâhid Bedahşî'dir Halîfesidir Bu talebesi, evliyânın büyüklerinden olan Yâkûb-iÇerhî hazretlerinin kızının oğlu olup, torunudur Hocası Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin kıymetli sözlerini Mesmûât-ı Mevlânâ Kâdı Muhammed Zâhid adlı bir kitap yazarak toplamıştır



Alıntı Yaparak Cevapla

Ubeydullah-İ Ahrâr

Eski 08-02-2012   #4
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Ubeydullah-İ Ahrâr




Oğlu Muhammed, zâhirî ilimde yüksek derecede âlim idi İlk oğlu olup, tasavvuf ilmini babasından öğrenip kemâle ulaşmıştır Bu oğlu, Hâcegân lakabı ile tanınmıştır

Hâce Muhammed Yahyâ; küçük oğlu olup, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derecede idi Babasından feyz alarak tasavvufta yükseldi Babası, hayâtının son günlerinde onu yerine vekil bıraktı

Mevlânâ Seyyid Hasan; meşhûr talebelerinden olup, babası onu küçük yaşında iken Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sohbetine getirmiştir Geldikleri sırada, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın yanında bir tabak içinde bal görüp, hemen yemeye başlamıştı Ubeydullah-ı Ahrâr ona; "Senin ismin nedir?" diye sorunca, balın tadına öylesine dalmıştı ki; "Adım Bal'dır" cevâbını verdi Ubeydullah-ı Ahrâr tebessüm ederek buyurdu ki: "Bu çocukta tam bir kâbiliyet var Kendi ismini balın tadından dolayı unutup, balın lezzetine o kadar daldı ki, ismim Bal'dır dedi" Onu kucaklayıp babasından aldı Önce Kur'ân-ı kerîmi, ilk tahsîl için gereken bilgileri öğretti Sonra Ubeydullah-ı Ahrâr, ona yüksek ilimleri öğrenmesini emretti Bundan sonra da onu tasavvufda yetiştirip, yüksek derecelere kavuşturdu

Mevlânâ Kâsım; en meşhûr ve çok sevdiği talebelerindendir Hocasına tâbi olması tam idi Bu hususta örnek teşkil eden bir talebesi idi

Mevlânâ Mîr Abdülevvel; talebelerinin meşhûrlarından olup, hocasına dâmâd olmakla şereflenmiştir Tasavvufta yüksek derecelere kavuşmuştur

Mevlânâ Câfer; tasavvuf hâllerine gark olmuş bir talebesi olup, âlim ve fâdıl bir zât idi

Mevlânâ Burhâneddîn Hatelânî; bu talebesi, Semerkant'ta parmakla gösterilen âlimlerden idi

Mevlânâ Lütfullah Hatelânî; meşhûr talebelerinden olup, diğer talebesi Burhâneddîn Hatelânî'nin kızkardeşinin oğludur Din ilimlerinde âlim idi

Mevlânâ Şeyh; talebelerinin ileri gelenlerinden olup, senelerce hocasının ev ve dergâh işlerini görüp, hizmet etmiştir

Mevlânâ Sultan Ahmed; meşhûr talebelerinden olup, zâhirî ve bâtınî ilimlerde derin âlimdi

Mevlânâ Ebû Saîd Evbehî, Mevlânâ Hâce Ali Taşkendî, Mevlânâ Nûreddîn Taşkendî, Mevlânâzâde Etrârî, Mevlânâ Nasîruddîn Etrârî ve Mevlânâ İsmâil Firketî de talebelerinin meşhûrlarındandır

Ubeydullah-ı Ahrâr'ın talebelerinden biri de, Abdullah-i İlâhî'dir Simavlıdır İlim edindikten sonra, Semerkand ve Buhârâ'ya giderek feyz aldı İcâzetle şereflenip, Ubeydullah-ı Ahrâr'a intisâbı bulunan Emîr Ahmed-i Buhârî ile İstanbul'a geldi

Ubeydullah-ıAhrâr'ın bir talebesi de Abdullah-ı Semerkandî'dir Önce, Yâkûb-i Çerhî'ye talebe olmuş ve Nizâmeddîn-i Hâmûş'tan da feyz almıştır Uluğ Bey Medresesinde müderristi

Ubeydullah-ı Ahrâr'ın bir talebesi de HaydarBaba'dır Kırk sene devamlı İstanbul Eyyûb Câmiinde îtikâf etti Kânûnî SultanSüleymân bu zâtın üstün hâllerini işitince, Eyyûb Nişâncası ile Haliç arasında,Cezerî Kâsım PaşaCâmiine inen yol üzerinde "Haydar Baba Mescidi"ni yaptırdı Haydar Baba, 1550 (H 957)de vefât etti Kabri, mescide girerken solda, sed üstündedir

Eserleri:

Enîs-üs-Sâlikîn fit-Tasavuf, El-Urvet-ül-Vüskâ li Erbâb-il-İrtikâ, Rukaât, Fıkarât Risâlesi, Vâlidiyye Risâlesi

HER GÖRDÜĞÜNÜ HIZIR, HER GECEYİ KADİR BİL

Bir gün annesi tarladan kaldırdığı buğdayları, biriyle Ubeydullah-ı Ahrâr'a gönderdi Ubeydullah-ı Ahrâr buğdayları ambara koymakla meşgûlken, buğdayları getiren kimse, boş çuvallarını alıp gitti Nereye gittiği ve hangi yoldan gittiği belli değildi Ubeydullah-ı Ahrâr o anda neden bu zavallı ve garib kimseden duâ almadığına üzüldü İçine garib bir ızdırap çöktü Buğdayı olduğu gibi bırakıp koşarak o kimsenin peşine düştü Yanına vararak tevâzu ile kendisine duâ etmesini istedi ve; "Beni gönlünüze alın Hâlime biraz inâyet nazarıyla bakın Belki duânız ve himmetiniz bereketiyle Allahü teâlâ beni bağışlar, merhâmet eder de yolum açılır" dedi Onun yüzüne şaşkın ve hayret dolu ifâdelerle bakan zât; "Zannediyorum ki Türk şeyhlerinin söyledikleri; "Her geleni Hızır bil, her geceyi Kadir bil" sözüne göre hareket ediyorsun Fakat ben hiçbir özelliği olmayan kendi hâline yaşayan bir kimseyim Elimi yüzümü bile lâyıkı ile yıkamayı bilmem Senin istediğin şeyden ben haberdâr değilim O bende yoktur" dedi Ubeydullah-ıAhrâr duâ etmesi için yalvarmaya devâm etti O kimse, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın yalvarışına dayanamayarak ellerini kaldırdı ve; "Allahü teâlâ senin kalb gözünü açsın" diye duâ etti Bu duâ bereketiyle Ubeydullah-ı Ahrâr'ın kalbinde açılmalar oldu

ONU NİÇİN KABÛL ETMEDİ?

Ubeydullah-ı Ahrâr zamânında, bir kâdı devamlı kapısına gelip, talebe olmak, onun yoluna girmek istiyordu Fakat Ubeydullah-ı Ahrâr ona iltifât etmediğinden gâyet melûl ve mahzûn bir hâlde gelip gidiyordu Birgün Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin neşeli bir ânında, yakın bir talebesi, o kâdıdan bahsedip, talebe olmak istediğini arzetti "Kâdı, boynu bükük, inâyetinizi bekliyor ve mahrum kalmaktan çok üzülüyor" dedi Ubeydullah-ı Ahrâr; "Ben, kimin içinde büyüklük ve üstünlük arzusundan bir şey sezsem, hattâ o üstünlük ve büyüklük arzusuna on yıl sonra bile kavuşacak olsa, ona Hâcegân yolundan (büyüklerin yolundan) bahsedemem" dedi Talebelerinden bâzıları, bu sözü söylediği günün târihini yazdılar Aradan on yıl geçti Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de vefât etmişti O kâdı, on yıl sonra memleketinde hâkim ve reis makâmına çıktı Bu hâlinden çok memnun idi ve kalbinde büyüklerin yoluna girmeye dâir hiçbir istek ve arzu kalmamıştı O zaman Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebeleri, hocalarının onu neden kabûl etmediğinin hikmetini anladılar

SELE KAPILANLAR

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir ilkbahar mevsiminde, Herat'dan Taşkend'e gitmek üzere yola çıkmıştı Akşam olunca, yolda bir talebesinin bulunduğu yere ulaşmış ve o gece orada misâfir olmuştu Bu talebesi şöyle anlatmıştır: "Gece yatacağımız zaman bana; "Sen benim yattığım odada yat!" dedi Bunun üzerine onun yattığı odada, ondan uzak bir köşeye çekilip, orada geceledim Geceyarısı ismimi söyleyip; "Uyuyor musun! Uyanık mısın?" dedi Ben de; "Uyumuyorum efendim" dedim "Hemen kalk, kıymetli eşyâlarını topla ve derhâl dışarı çık!" buyurdu ve kendisi de süratle dışarı çıktı Bu çevrede olanları da uyandır Kıymetli eşyâlarını toplayıp hayvanlara yüklesinler Beni tâkib edip peşimden geliniz?" dedi Süratle uzak bir tepeye doğru yürüdü, biz de hemen toparlanıp onu tâkib ettik Tepeye çıkıp, üzerinde durdu Biz de yanında durduk Bizimle gelenler, bu duruma şaşırarak; "Sebeb nedir ki, geceyarısı uykumuzu bölüp buraya geldik" diyorlardıBir kısmı da ihmâl gösterip, gelmemişti Biz tepe üzerinde iken, birdenbire korkunç bir sel geldi Önüne gelen ağaç, kaya, duvar, ev ve ne varsa süpürüp götürüyordu Ayrıldığımız ev de sel suları içinde kalmış, gelmeyenler de sele kapılmıştı Kendilerini, selle uzun bir mücâdeleden sonra zor kurtardılar Pekçok yeri harab eden bu selin, o beldede bir benzeri görülmemişti Sele kapılmaktan kurtulanlar, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin bu kerâmetini görerek, onun büyük bir velî olduğunu anladılar Ona daha çok bağlanıp, sevdiler"

OĞLUM HORASAN'A GİT!

Bir talebesi vardı, Ubeydullah Ahrâr'ın,
Yıllarca sohbetinde, bulunmuştu bu zâtın

Horasan'dan gelerek, girmişti hizmetine,
Kavuşmuştu böylece, yüksek himmetlerine

Yanına çağırarak, bir gün bu talebeyi,
Sordu: "Düşünmez misin, memlekete gitmeği?"

Arz etti ki: "Efendim, bir mecbûriyet hâriç,
Yanınızdan ayrılıp, gitmeği istemem hiç"

Buyurdu ki:"Evlâdım, Horasan'a git hemen,
Sıkıntı veriyorlar bana, baban ve annen"

Peki efendim deyip, gitti o Horasan'a,
Söyledi bunu aynen, anne ve babasına

Onlar bunu duyunca, ağladılar bir nice,
Zîrâ hatâlarını, anladılar iyice

Dediler: "Biz beş vakit, namazı müteâkip,
Ubeydullah Ahrâr'a, biraz teveccüh edip,

Ve duâ ederdik ki, peşinden Rabbimize,
Artık izin versin de, göndersin seni bize"

O dahî çok ağlayıp, gitmeğe aldı izin,
Kavuştu üstâdına, bir daha dönmeksizin

Ubeydullah Ahrâr'ı, sevenlerden birinin,
Bir hizmetçi kölesi, var idi gâyet emîn

Bir gün nasıl olduysa, kaybetti kölesini,
Aradı Semerkand'ın, her ücrâ köşesini

Lâkin bulamayınca, oldu çok müteessir,
Bunun ızdırâbiyle, dünyâsı oldu zehir

Çünkü her bir işini, yapardı o hizmetçi,
Bunun üzüntüsüyle, kavrulup yandı içi

Gezerken yine onu, aramak gâyesiyle,
Ubeydullah Ahrâr'ı, gördü talebesiyle

Atının dizginini, tutarak gidip derhâl,
Ağlayıp arz etti ki, "Böyledir işte ahvâl

O benim her şeyimdi, artık siz bilirsiniz,
Bu derdimi ancak siz, hâlledebilirsiniz"

O, eliyle gösterip, köylerden birisini,
Buyurdu: "Aradın mı, şu köyde kendisini"

Dedi: Evet aradım, lâkin hepsi nâfile
Buyurdu: "Yine ara, ordadır belki köle"

"Peki" deyip doğruca, o köye vardı hemen,
Ve buldu kölesini, o köyde hakîkaten

Su dolu bir testiyle, şaşkın oturuyordu,
Yaklaşıp, neredeydin?, diyerek ona sordu

Dedi: "Evden dışarı, çıkmıştım ki bir ara,
Bir atlı beni tutup, kaçırdı uzaklara

Sonra da Köle diye, birine sattı beni,
Günlerdir görüyordum, o zâtın hizmetini

Bu gün de göndermişti, ırmaktan su almağa,
Şu testiyi alarak, gitmiştim o ırmağa

Doldurup tam geriye, dönecektim ki, birden,
Kendimi burda buldum, şaşırdım hayretimden

"Rüyâ mı görüyorum, uyanık mıyım" diye,
Hayret içerisinde, dalmıştım düşünceye

İşte bu şaşkınlıkla, bu yerde otururken,
Sizin geldiğinizi, farkettim tâ ilerden"

O kişi öğrenince, işin hakîkatini,
Anladı o velînin, büyük kerâmetini

BAL İSTEDİM ŞARAP MI GETİRDİN

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Taşkend'den Semerkand'a göçmeden önce, hizmetkârlarından birine, Semerkand'a gidip, kendisine birkaç kutu saf bal almasını emretmişti Hizmetkâr gidip, emredildiği gibi balı satın aldı Kutuları da gâyet güzel bir şekilde sarıp, dönmeye hazırlandı Tam döneceği sırada, tanıdığı bir esnafın dükkanına gidip, biraz konuşmak üzere oturdu Bal kutularını da önüne koydu Onlar konuşurken, güzel bir kadın içeri girdi Hizmetkâr, tanıdığı esnaf ile konuşurken, birkaç kere kadına şehvet nazarı ile baktı Sonra da oradan kalkıp yola çıktı Taşkend'e gelince, balları Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine götürdü Kutuları koyunca, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri kaşlarını çatıp; "Ey saâdetten mahrum kimse, ben sana bal ısmarlamıştım! Sen bana şarap mı getiriyorsun?" dedi Hizmetkâr; "Aman efendim, ben size emriniz üzere saf bal getirdim!" dedi Bunun üzerine kutuları açınca hepsinin şarap olduğunu gördüler Hizmetkâr, bu işin kadına bakması sebebiyle olduğunu düşünerek, hatâsını anladı ve tövbe etti

BÜYÜKLERE DANIŞIN

Ubeydullah-ı Ahrâr, Hak âşığı bir velî,
Sohbeti, insanlara, olurdu fâideli

Şefkat ve merhameti, pekçoktu yârânına,
Her kimin derdi olsa, koşup gelirdi ona

Kim düşse sıkıntıya, dünyâ ve âhiretlik,
O işin hâlli için, ona gelirlerdi ilk

Yanına giren herkes, kederli olsa da pek,
Çıkıyordu mutlaka, neş'eli ve gülerek

Öyle emir almıştı, çünkü o, üstâdından,
Girenler, sevinç ile, çıkıyordu yanından

Buyurdu: "İnsanların, rızkını cenâb-ı Hak,
Kullarının eliyle, verir âdet olarak

Her kim bol bol verirse muhtâçlara malını,
Çoğaltır Rabbimiz de, ona ihsânlarını

O kısarsa, Allah da, ona kısar şüphesiz,
Yâni ihsân edene, ihsân eder Rabbimiz"

Bir gün de buyurdu ki: "Allah adamlarının,
Yalnız zâhirlerine, bakmayın aman, sakın!

Aldanır büyüklerin, dış hâline bakanlar,
İstifâde yerine, görürler büyük zarar

Zîrâ cenâb-ı Allah, "İnsanlık sıfatları",
Altında gizlemiştir, dünyâda bu zâtları

Kureyş kâfirleri de, Allah'ın Resûlünün,
Zâhirine bakarak, aldanmışlardı o gün

Derlerdi ki: "Bu nasıl peygamberdir, şaşılır,
Bizim gibi yer içer, sokaklarda dolaşır"

Lâkin îmân edenler, O'na, peygamber diye,
Bakarak kavuştular, rızâ-i İlâhîye"

Buyurdu ki: "Îmânın, sûret ve aslı vardır,
Bu bâbda, bir büyük zât, şöyle buyurmuşlardır:

"Senelerdir îmânı, anlattım zaman zaman,
Ve lâkin üçü beşi, geçmedi tam anlayan"

Bu sözün hikmetini, hocamdan suâl ettim:
"İmânı tam anlamak, niçin zordur efendim?

Âmentü'nün îzâhı, var din kitaplarında,
Onu da her müslüman, ezber eder ânında"

Buyurdu: "Âmentü'yü, bilip ezberlemekle,
Îmânın hakîkati, kolayca geçmez ele

Asıl îmân şudur ki, Allah'tan korkusundan,
Bir küçük günah bile, geçirmez hâtırından

Meselâ kul hakkını, düşündüğünde o zât,
Ayağını uzatıp, yatamaz rahat rahat"

Bir gün de buyurdu ki: "Kardeşim aman sakın,
Büyüklere sormadan, bir işe kalkışmayın!

Yanılır ekseriyâ, çünkü sizin aklınız,
Sonu pişmanlık olur, sormadan yaparsanız

Hâlbuki akl-ı selîm, sâhibidir büyükler,
Her kararda, doğruyu, isâbet ettirirler

Kendi aklını atıp, kim uysa bu zâtlara,
Dünyâ ve âhirette, uğramaz bir zarara

Her kim de beğenirse, yalnız kendi aklını,
Kabûllenmiş demektir, o kendi zararını

Hâlbuki bir müslüman, bir iş yapmadan önce,
Bir Allah adamına, danışırsa güzelce,

Hayırsız olsa bile, netîcesi o işin,
Hayra tebdîl olunur, ona sorduğu için"

ANNEN VE BABAN RAHATIMI BOZUYOR

Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: "Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr'ın huzûruna ilk gelişimde, Mevlânâ Sa'deddîn Kaşgârî hazretlerinin oğlu Mevlânâ Hâce Külân ile berâberdim Senelerce sohbet ve hizmetinde bulunmakla şereflendim Bâzan sohbet sırasında bana; "Niçin Horasan'a dönmüyorsun? Dön! Annen ve baban benim rahatımı bozuyor" buyururdu Ben, başkaları arasında bu sözü işitince çok utanırdım Nihâyet berâber geldiğim Hâce Külân, Horasan'a dönmek üzere izin istemişti Ona izin verip, bana da; "Sen de bununla birlikte süratle Horasan'a anne ve babanın hizmetine dön! Benim rahatımı bozuyorlar" buyurdu Bunun üzerine onunla berâber Horasan'a döndüm Annemin ve babamın yanına ulaşınca, hocam Ubeydullah-ı Ahrâr'ın kendileri hakkında buyurduğu sözü söyledim İkisi birden ağlaşmaya başladılar ve; "Biz her namazdan sonra, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine teveccüh edip, seni göndermesi için ağlayıp, duâ ediyorduk" dediler Bir müddet annemin ve babamın yanında kaldım Sonra tekrar hocamın yanına dönmem için ağlayarak, yalvararak müsâade etmelerini isteyince izin verdiler İkinci defâ hocamın sohbetiyle şereflendim Sonra bir daha, Horasan'a git buyurmadı

KÖPEK YAVRUSU

Bir defâsında, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın huzûruna Horasan'dan fâsık biri gelmişti Bu kimse şarap içen, haram işleyen, sapık îtikâdlı biriydi O zamana kadar hiç gelmemişti Gelip oturur oturmaz, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri onu azarlayıp, huzûrundan kovdu Bu sırada orada bulunan talebesi Mîr Abdülevvel'in kalbinde; "Uzaktan garîb bir adam, ihlâs ve niyazla gelmiş, acabâ onu neden hoşnud etmedi?" düşüncesi geçti Ubeydullah-ı Ahrâr, hemen bu talebesinin kalbinden geçen düşünceyi anlayıp; "Bu kimseyi köpek yavrusu sûretinde gördüm ve bu sebeple kovdum Köpek yavrusuna bundan iyi muâmele yapılmaz" buyurdu Bunun üzerine talebesi Abdülevvel, gelen adamın hâlini araştırıp, öğrendi Adam fâsık, haramlara dalmış, içki içen, haramlara aldırmayan birisiymiş O zaman hocasının o kimseyi, günahlara dalmasından dolayı köpek sûretinde gördüğünü ve kovmasının hikmetini anladı

İSTANBUL'UN MÂNEVÎ FÂTİHİ

Ubeydullah-ı Ahrâr'ın torunu Hâce Muhammed Kâsım'dan şöyle nakledilmiştir: "Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir gün öğleden sonra, âniden atının hazırlanmasını istedi Atı hazırlanınca, binip Semerkant'tan süratle çıktı Talebelerinden bir kısmı da ona tâbi olup, tâkib ettiler Biraz yol aldıktan sonra Semerkant'ın dışında bir yerde talebelerine; "Siz burada durunuz!" buyurduSonra atını Abbâs Sahrâsı denilen sahrâya doğru sürdü Talebeleri arasındaMevlânâ Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet daha peşinden gidip tâkib etmişti Bu talebesi şöyle anlattı: "Hâce Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri ile sahrâya vardığımızda, atını sağa sola sürmeye başladı Sonra birdenbire gözden kayboldu"

Ubeydullah-ı Ahrâr daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini sorduklarında; "Türk Sultânı Sultan Muhammed Hân (Fâtih), kâfirlerle harbediyordu Benden yardım istedi Ona yardım etmeye gittim Allahü teâlânın izniyle gâlib geldi Zafer kazanıldı" buyurdu

Bu hâdiseyi nakleden ve Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin torunu olan Hâce Muhammed Kâsım, babası Hâce Abdülhâdî'nin şöyle anlattığını nakletmiştir: "Bilâd-ı Rûm'a (Anadolu'ya) gittiğimde, Sultan Muhammed Fâtih Hânın oğlu Sultan Bâyezîd Hân, bana, babam Ubeydullah-ıAhrâr'ın şeklini ve şemâilini târif etti ve; "O zâtın beyaz bir atı var mıydı?" diye sordu Ben de târif ettiği bu zâtın, babam Ubeydullah-ı Ahrâr olduğunu ve beyâz bir atının olup, bâzan ona bindiğini söyledim Bunun üzerine SultanBâyezîd Hân, bana şöyle anlattı: Babam Sultan Muhammed Fâtih Hân bana şunları dedi: "İstanbul'u fethetmek üzere savaştığım sırada, harbin en şiddetli bir ânında, Şeyh Ubeydullah-ı Ahrâr Semerkandî'nin imdâdıma yetişmesini istedim Şekil ve şemâilini târif ederek şu vasıfta ve şu şekilde ve beyaz bir at üzerinde bir zât yanıma geldi; "Korkma!" buyurdu Ben de; "Nasıl endişelenmeyeyim, küffâr çok" dedim Ben böyle söyleyince, elbisesinin yeninden bakmamı söyledi Baktım, büyük bir ordu gördüm "İşte bu ordu ile sana yardıma geldim Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, üç defâ kös vur ve orduna hücûm emri ver" buyurdu Emirlerini aynen yerine getirdim O da bana gösterdiği ordusuyla hücûma geçti Böylece düşman hezîmete uğradı İstanbul'un fetih işi gerçekleşti"

ÖLÜ KALBLERİ DİRİLTMEK

Ubeydullah-ı Ahrâr şöyle anlatmıştır: "Çocukluğumda rüyâda kendimi Şeyh Ebû Bekr-i Şâşî'nin mezarı yanında gördüm Mezarın eşiğinde Îsâ aleyhisselâm vardı Hemen ayaklarına kapandım Elleri ile başımı kaldırıp; "Gam çekme! Seni ben terbiye edeceğim!" buyurdu Rüyâyı anlattığım zâtlar, tıb ilmi ile tâbir ettiler Yâni tıb ilminden nasîbim olacağını söylediler Ben bu tâbire râzı değildim Tâbirim şuydu: Îsâ aleyhisselâm, ölüleri dirilten bir Peygamberdir Evliyâdan ihyâ sıfatına mazhâr büyüklere de "Îsevî meşreb" denirdi Mâdem ki, Îsâ aleyhisselâm bu fakîrin terbiyesini üzerine aldılar, demek bana ölü kalbleri ihyâ sıfatı verilecek Nitekim kısa bir zaman sonra, Allahü teâlâ bana öyle bir hâl ve kuvvet bahşetti ki, bende o mânâ, kemâliyle meydana geldi Vâsıtamızla nice ölü kalbler, gaflet karanlığından şühûd ve huzûr ışığına çıktılar"

1) Reşahât; s229
2) Nefehâtü'l-Üns; s441
3) Mektûbât-ı İmâm-ıRabbânî; c1, 193 mektûb
4) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdi Efendi); s269
5) Câmiu Kerâmâti'l-Evliyâ; c2, s139
6) Silsiletü'l-Ârifîn (Süleymâniye Kütüphânesi, Hacı Mahmûd Bölümü, No: 2830, varak 28b, 157b, 178)
7) Mesmûât (Süleymâniye Kütüphânesi, Esad Efendi Bölümü, No: 1715, varak, 5a, 24a, 29a)
8) Tam İlmihâl Seâdet-iEbediyye; (49 Baskı) s1156
9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c13, s107
10) Havârık-ı Âdât-ı Ahrâr; Bâyezid Kütüphânesi; No 3624

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.