Prof. Dr. Sinsi
|
Tarihî Hâdiselerle Tebliğ Ve Helâk
d) Ve Diğerleri  
Hz Lût (a s)'a inanmayan kavmini yakalayıp, derdest edip bir umumî kanunla cezalandıran Kudreti Sonsuz, tarih içinde başka milletlerde de aynı şekilde hükmünü icra etmiştir Meselâ Endülüs'te sekiz asır devam eden bir muhteşem medeniyet, iç değişikliğe uğrayınca, Ferdinand'ın kılıcıyla önce aziz olarak girdikleri bu yerden zilletle geri dönmüşlerdir Bu utandırıcı dönüşlerinde Müslümanlar ağlıyorlardı Ama ağlama zamanı çoktan geçmişti; dahası ağlarken de ağlanacak şeye ağlamıyorlardı  Tuleytula'da o devirden kalma hamamlara bakıp ağlamak ve varlık sebeplerini kendi elleriyle yıktıklarına ağlamak lazım gelirken, onlar kendi cenazelerine ağlıyorlardı
Abbasiler'i yıkan da bu ruh sefaletiydi Emevi'yi de aynı levsiyat yıkmıştı Selçuklu, çakırkeyf yaşamanın akıbetini yıkılmakta acı acı tatmıştı Osmanlı'nın akıbeti de, aynı rûhî çöküşün neticesiydi Dolmabahçe Sarayı'na girdiğinizde, sadece yaldızlama için on altı ton altının harcandığını duyunca, ürperecek ve o sarayın duvarlarında siz de yıkılışın hazin tablolarını seyredeceksiniz Bu İlahî bir kanundur ve asla değişmemiştir ve değişmeyecektir
Artık, Roma'nın yıkılışından Sasani'nin yıkılışına, ondan da Mısır'ın yıkılışına kadar bütün tarihî etnografik müzeleri, hep bu kaideye dayandırıp değerlendirebilirsiniz Allah (c c) kendisinin anılmadığı, anlatılmadığı bir beldeyi helâk eder Çünkü o beldenin artık hikmet-i vücudu kalmamıştır Zannediyorum kıyametin kopma sebebi de bu olsa gerek Mü'minler tamamen zayıf düştüğü ve ilhad alabildiğine azgınlaştığı zamandır ki Allah (c c) bütün dünyanın altını üstüne getirecektir Zira o zaman artık dünyanın hikmet-i vücudu kalmamış demektir
Evet, Kur’ân, dilinden anlaşılmayan bir kitap hâline geldiğinde bilinmelidir ki artık bela ve musibetlerin gölgesi üzerimizdedir Eğer hâlâ helâk söz konusu değilse bu sadece Cenâb-ı Hakk'ın engin rahmetindendir Hz Ebu Bekir (r a), yer yer Cenâb-ı Hakk'ın Rahmaniyeti karşısında kendinden geçer ve: "Ne kadar Halîmsin Allah'ım" derdi Evet o, Halîmdir; günahkâra hep mühlet verir; ancak bir de yakaladı mı, artık iflah etmez 39 Düşünün ki, Cenâb-ı Hakk, kendisini bize Rahmân ve Rahîm olarak tanıtıyor Öyle ise bize düşen de, O'nu öyle tanıyıp bu Rahmâniyet ve Rahîmiyete ubudiyet ve ihlâsla mukabelede bulunmak; hususuyla îman ve emniyet va'diyle gönülleri Allah'a taşıyan emin bir irşâd eri olmaktır
Aslında mü'min, her şeyden evvel bir emniyet insanıdır Ondan zarar gelmesi söz konusu değildir Müslümanlar, insanlığın teminatıdır İçtimaî hayat, onlarla sigortalıdır Bütün insanlığa karşı durumu böyle olmakla beraber mü'min, inanan insanlara karşı daha bir sıcak ve derindir Onun için Allah (c c) ve Resûlü (s a s)'nden kendisine intikal eden güzellikleri herkese anlatma durumundadır İçinde yaşadığı toplumu bir taraftan imara çalışırken, diğer taraftan da onları çeşitli zararlardan koruma muvzuunda fevkalâde içten ve hassas davranır Bu vazifeyi yüklenmek istemeyenler, esasen kendilerine birer üstünlük nişanesi gibi verilen "mü'minlik" ünvanına tepki gösteriyorlar demektir
Evet, en küçük daireden -ki kalb dairesidir- en büyük daireye kadar, mü'minin kendi durumuna göre bir kısım vazifeleri vardır Hane, köy, belde, millet ve topyekûn insanlık, ulaşacaksa, onun elindeki nurlu beyanlarla aydınlık ufuklara ulaşacaktır Muhatapları anlamasa, idrak etmese dahi, onun bu mevzudaki ihmali başkalarının mahrumiyetini netice verdiğinden önemli bir vebal ve eksikliktir
Aynı zamanda, küfür ve ilhadın önüne geçilmezse, berheva olan sadece kâfir ve mülhitler olmayacak, onun kendisi de bu yıkımdan nasibini alacaktır Öyleyse mü'minin, asgarî, bu noktadan hareketle, "emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker" yapmalı ve bir umumî felakete meydan vermemelidir
Bu hususu tenvir sadedinde Allah Resûlü (s a s) bir hadîslerinde şöyle buyururlar: "Allah'ın emirlerini yerine getirenle getirmeyenlerin misali, aynı vapurda yolculuk yapan kimselerin misali gibidir Bunlardan kimisi üst katta, kimisi de alt kattadır Altta bulunanlar, kardeşlerini rahatsız etmemek için su almak istediklerinde, yukarıdakilere biz kendi yerimizde bir menfez açsak deyip, geminin tabanından bir delik açmaya yeltenseler, yukarıdakiler de bu duruma göz yumsalar, her iki taraf da batmaya maruz kalacaktır "40
Aslında Allah Resûlü (s a s)'nün bu ifadeleri bir temsildir Buna mantıkta, "kıyas-ı temsilî" denir İşte burada Nebiler Serveri (s a s), çok ciddî bir içtimâî meseleyi, temsil suretinde dile getirmekte ve bizim anlayış seviyemize göre ifadelendirmektedir Burada gemiyi delmek isteyenlerin arzuları, ilk bakışta masumane görünebilir Fakat doğacak akıbet, hiç de masum sayılabilecek gibi değildir
Bu hadîsten hareketle denilebilir ki, dünya, Nuh (a s)'un gemisi gibi bir gemi veya bir vapurdur Bütün insanlık hiç bir tercih hakkı olmaksızın o gemiye binmiş durumdadır Zira bu dünyada herkes, aynı zeminde yaşamak zorundadır Yani içinde yaşadığımız ve beraberce seyahat ettiğimiz vapur bir tanedir ve bir ikincisi de yoktur Bu vapurdaki hayat nizamı, bizi buraya bindiren Zat'a aittir Başkalarının bu nizamı ihlale ve çiğnemeye hakları olamaz Ve böyle bir durumda hususî hayat da söz konusu değildir
İçinde bulunduğumuz vapuru korumak, onu batmaktan muhafaza etmek hepimizin vazifesidir Bu vazife, vapura binişimizle beraber omuzumuza yüklenmiş bir mükellefiyettir İnsancıl davranacak, başkasının işine karışmayacağız diye kendimizi ve milyonlarca masum insanı yok edebilecek davranışlara müsamaha edemeyiz Vapuru delmek isteyen veya içtimâî hayatı karıştırmak durumunda olan herkesle mücadele etmemiz zaruridir Öyleyse biz bir taraftan münkerâtı ve toplum içindeki yılan, çiyan mesabesindeki kötülükleri bertaraf edip insanlığı onların şerrinden korurken, diğer taraftan da maruf dediğimiz güzel haslet ve faziletli davranışlarla aynı cemiyeti donatmak mecburiyetindeyiz Zaten selim fıtratların meydana getirdiği cemiyet de her türlü kötülükten salimdir Ne var ki bu, meselenin bir yönüdür; diğer yönüne gelince, o da cemiyette hep güzel şeylerin nemalanıp boy atmasını temin etmektir Toplumumuz için yüklendiğimiz misyon, işte budur Bu misyon mukaddestir, mukaddes olduğu kadar da ağır ve zordur
Hakikî îmanın tadını tatmış bir insanın, bu haz ve lezzete başkalarını da davet etmesi, onlarla kendi duyduğu hazları paylaşmak istemesi bir mürüvvet gereğidir Mü'min, tepeden tırnağa bir mürüvvet insanıdır O, bahar içinde yaşarken, başkalarının da bu bahardan yararlanmalarını düşünür; onlara da aynı hazzı yaşatmaya çalışır Zaten mü'min, yaşatma hazzıyla yaşama sevdasından vazgeçen insan değil midir? Evet bir gönüle îman nuru girdikten sonra, o insanın yerinde durması ve harekete geçmemesi nasıl mümkün olabilir ki! Bu imkânsızlıktır ki mü'mini, ev ev, çarşı çarşı, dükkan dükkan gezdirir ve ona hep aşina gönüller arattırır Zaten bu, bir bakıma onun kendi varlığının da teminatıdır Gönlündeki îmanı ölünceye kadar muhafaza edebilme ve kabre bu îman ile girebilme teminatı  "Emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münker" yapmayanın böyle bir teminatı yoktur Öyleyse mü'min, en azından kendi durumunu kurtarmak için bu kudsî vazifeyi mutlaka yapmalıdır
Her ilmin kendine göre bir tarifi, her işin de kendine mahsus bir tekniği vardır Bu tarif ve bu teknik olmadan ne bir ilim dalından ne de bir iş kolundan bahsetmek mümkündür Durum böyle olunca, işlerin en mukaddesi ve muazzezi olan tebliğ vazifesinin de, kendine göre bazı usul ve teknikleri olsa gerek Bunlara riayet edilmeden yapılan tebliğ, zavallı bir gayretçik olmaktan öte hiçbir işe yaramaz Elde edilen geçici muvaffakiyetler ise, yarını olmadığı için zımnî birer mağlubiyet demektir
Biz bu başlık altında, maddeler hâlinde bazı teknik hususları arzetmeyi düşünüyoruz Ancak peşinen kabul etmeliyiz ki, İslâm'da tebliğ usulü, sadece bizim saydıklarımızdan ibaret değildir Şu kadar var ki, dokuz-on yaşından beri, ömrünü tebliğ ve irşâd erleri arasında geçirmiş, hatta büyük ölçüde böyle bir vazifede bulunmuş bir insan olarak, âyet ve hadîslerin ışığı altında pratiğe dökmeye çalıştığımız bu prensip ve usuller, hayata tatbiki esas alınarak hazırlanmış ve sizlere öyle takdim edilmeye çalışılmıştır İfadelerimiz arasında, realite dünyasıyla uzlaşmayan kusurlar bizim nakisemizin ürünleri kabul edilmelidir Ne var ki, yaşamaya hak kazanan düşünce ve fikirler, ancak yaşanarak söylenenlerdir Bu bizim için de bir düstur olmuştur
|