Prof. Dr. Sinsi
|
İdris Kelimesindeki Hikmet-İ Kuddusiyye
Böylece, (bir-olan-ayn’ın taayyün yoluyla çoklaşması ve mertebelerle farklılaşmasıyla) şeyler birbirinden farklı oldu Ve sayılar, bilinen basamaklar (10, 100,   ) doğrultusunda “bir”den [color="LightBlue"] türedi Böylece nasıl ki “bir” sayıları varettiyse, sayılar da “bir”e açılım kazandırdı Öte yandan, sayının [color="LightBlue"] hükmü de ancak sayılan [ma’dûd] ile zahir oldu Ve sayıya gelen şeylerin kimisi yok [ma’dum] ve kimisi de vardır Bir şey, his itibarıyla var olmadığı halde, akıl itibarıyla var olabilir İmdi bir şeyin ya sayı ya da sayılan olması kaçınılmazdır Böyle olunca “bir”in üzerine inşa olunarak bir ortaya çıkış kaçınılmaz olur (Şu halde) “bir” (sayısı) kendi kendisini ortaya çıkarır Ve sayıların herbiri –örneğin “dokuz,” “on” gibi sayılar ve bunların aşağısında olanlar ve bunların üzerinde sonsuz büyüğe kadar gidenler– tek başlarına birer gerçeklik [hakikat-ı vahid] iseler de, hiçbiri bütünlüğü kendinde toplamaz Ve hiçbiri “birlerin toplamı” adıyla anılmaktan kurtulamaz Çünkü (birlerin toplamından oluşan) “iki” tek başına bir gerçekliktir; (ve yine birlerin toplamından oluşan) “üç” de tek başına bir gerçekliktir ve sonraki sayılar için de durum böyledir Ve bu sayıların hepsi, (birlerin toplamından oluşmaları bakımından) bir ise de, hiçbir sayının “bir”in kendisini barındırması, diğerininkiyle aynı değildir Böyle olunca toplam [color="LightBlue"], (sayıların ve sayı basamaklarının) hepsini tutar Şu halde, toplam, sayılarda sayıların kendileriyle söz sahibidir Ve onlara, onların kendileriyle hükmeder Ve bu şekilde, yirmi basamak zahir oldu (1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 20, 30, 40, 50, 60, 70, 80, 90, 100, 1000) Dolayısıyla bu basamaklar (birlerin toplamlarından oluşmaları bakımından) bileşimseldir Böyle olunca, senin indinde zatından dolayı menfî olan şeyin (yani, vahidin sayı olmamaklığının) ta kendisini müsbet kılmaktan (yani,sayıların sayı olmayan birlerin toplamından oluştuğunu doğrulamaktan) kendini kurtaramazsın
Ve her kim, sayılar hakkında vardığımız sonucu, yani bir’in sayı olmaklığının değillenmesinin, bir’in sayı olmaklığının kesinlenmesiyle aynı olduğunu anlasa; gerçekte bilir ki, aşkın [münezzeh] olan Hak, halkta benzeş [müşebbeh] olandır ve halk, Hâlik’ten ayrışık olsa da, bu böyledir İmdi iş odur ki, Hâlik mahluktur Ve yine iş odur ki, mahluk Hâlik’tir Her ikisi de bir-olan-ayn’dandır Belki de, tersine (hakikat itibarıyla) bir ayn’dır ve (taayyün ve zuhur itibarıyla) çoğul aynlardır Neyi görüyor olduğuna bak!
(İsmail, babasına dedi ki “Ey babacığım, sana emredileni yap!” [Saffât Suresi, 37/102] Oğul babasının ta kendisidir Ve İbrahim, (rüyasında) nefsinden başkasını boğazlıyor olduğunu görmedi Ve O, İbrahim’e fidye olarak büyük kurbanı verdi; ve (rüyada) insan suretinde görünmüş olan bu kurban, (his aleminde) koç suretinde göründü Oğul suretinde görünmüştü; hayır, belki de oğul hükmünde görünmüştü — ve oğul, babasının aynısı olan kişidir “Ve O, ondan eşini halk etti” [Nisa Suresi, 4/1] Bu demektir ki, Âdem’in nikâhı, kendi nefsinden başkasıyla olmuş değildir; eşi ve oğlu kendi nefsindendir Ve varlık, sayısal çoklukta bir’dir
Tabiat nedir ve ondan zahir olan nedir? Tabiatın, kendisinden zahir olan yüzünden eksiklendiğini; ve zahir kılmadıklarıyla da artıklandığını görmedik Ve Tabiat’tan zuhur eden, ondan (yani, Tabiat’ın kendisinden) başkası değildir Ve o, kendisinden zahir olan şeylerin hükümleri yoluyla suretlerin birbirinden farklı olmasından dolayı, kendinden zuhur edenle aynı değildir Ve şu, soğuk ve kurudur; şu diğeri de sıcak ve kurudur ve bunlar kuru olmalarından dolayı ayrımsızdırlar ve öbürleri (yani, soğuk ve sıcak) yüzünden de farklılaşmışlardır Tabiat (bu hükümleri) biraraya toplayıcıdır [camî] Ya da, tersine, ayn (yani, ayn-ı vahid) Tabiat’ın ta kendisidir Dolayısıyla, tabiat alemi, bir aynadaki suretlerdir Ya da, tersine, birbirinden farklı aynalardaki bir surettir Böylece, bakış açılarının farklı olmasından dolayı, ancak hayret vardır
Ve bizim söylediklerimizi bilen kimse, hayrete düşmez Ve böylesi bir kimse ilimde ilerlemiş biri olsa bile, bu ilim ancak mahallin hükmüncedir Ve mahal, değişmez ayn’ın [ayn-ı sabite] ta kendisidir Ve Hak, değişmez ayn’la tecelli mahallerinde çeşitlenir Böyle olunca da, Kendisi üzerine hükümler çeşitlilik gösterir Ve O, her hükmü kabul eder Ve Kendisi üzerine, ancak tecelli ettiği ayn hükmeder Böyle olunca da, (ayn’ın hükmetmekliği dışında Hak üzerine hükmeden) başkaca hiçbir şey yoktur
Hak, bu yönüyle halktır, düşün öyleyse
Halk değildir diğer yönüyle de; an, zikret öyleyse 
Kim ki anladı dediklerimi, zayıflamaz basireti
Ve ancak basireti olan anlar bu söylediklerimi 
İster ayrımları kaldır, ister ayrımlar koy — Bir’dir ayn
Ve baki değildir, kalmaz bir şey çokluktan 
İmdi Kendinden dolayı Yüce olan, varolan şeylerin bütününü ve varolmayan nisbetleri [niseb-i ademiyye] istiğrâk eden bir kemale sahip olandır Ve bu kemal, O’nun bu vasıflardan hiçbirini yitirmemesi ve O’nun bu vasıflardan başkası olmaması sayesindedir Ve bu vasıfların ilmî, aklî ve şer’î olarak övülesi veya yerilesi vasıflar olması bir şey değiştirmez Ve böylesi bir kemal, ancak “Allah” İsmiyle adlandırılana özgüdür
Ama “Allah” ismiyle adlandırılandan başkası olanlar, ya O’nun için (duyumsal varlıkta) birer tecelli mahallidirler, ya da O’nda (yani, Hakk’ın varlık aynasında, ilahi ilimde) birer surettirler Eğer O’nun için tecelli mahalleri varsa, böyle olduğundan dolayı kaçınılmaz olarak bir tecelli mahalliyle diğeri arasında (İlahi İsimleri kapsayıcılık yönünden) üstünlük farklılığı ortaya çıkar Ve eğer bu (Allah’tan başka olan), O’nda (yani, Hakk’ın varlık aynasında, akıl mertebesinde zahir olan) bir suret (yani, İlahi İlim’de ortaya çıkan ayan-ı sabiteden biri) olursa, böylesi bir suret için zatî kemal sözkonusudur; çünkü bu suret, kendisinde zahir olan şeyin ta kendisidir Ve, “Allah” olarak adlandırılan için sözkonusu olan, bu suret için de sözkonusudur Ve bu suretin O olduğu söylenemeyeceği gibi, O’ndan başka olduğu da söylenemez
Gerçekte, Ebu Kasım ibn Kasiyy, Hal’ün-Naleyn adlı kitabında, buna, herbir İlahi İsmin, bütün İlahi İsimler’le isimlendiğini ve onlarla vasıflandığını söyleyerek işaret etti Ve burada söylediği şudur ki, herbir İsim Zat’a ve kendisi için sözkonusu edilen ve kendisi tarafından talep edilen manaya delalet eder Ve bu İsim, Zat’a delalet etmesinden dolayı, İlahi İsimler’in hepsini kendinde toplar Ve tekilleştirdiği [infırad] anlama delalet etmesiyle de, Rab ve Hâlik ve Musavvir ve benzeri diğerleri gibi, diğerlerinden ayrışır Ve İsim, Zat’tan dolayı, adlandırılanın ta kendisidir Ve İsim, kendisi için sözkonusu edilen kendine özgü anlamından dolayı, adlandırılandan başkadır
Eğer sözünü etmiş olduklarımızdan (Zatî) yüceliğin ne olduğunu anladıysan; bunun, mekân veya mekânda-olmaklık yüceliği olmadığını da anlamış olmalısın Çünkü, mekânda-olmaklık yüceliği sultan ve hakimler ve vezirler ve kadılar ve –bu mevki için yeterliliği bulunsun bulunmasın– amir olan herbir mevki sahibine özgüdür Ama sıfat yoluyla yücelik böyle değildir Çünkü bir kimse, insanların en alimi olsa da, bu kimseye; insanların en cahili de olsa, hükmetme mevkiinde bulunan bir kimse tarafından hükmedilebilir Böyle olunca, amirin yüceliği, mekânda-olmaklık’tan dolayı yüceliktir Onun yüceliği, kendisine tabi olanlara hükmetmesi bakımındandır ve böyle olunca da o, kendinden bir yüceliğe sahip değildir Dolayısıyla, bulunduğu mevkiden alındığında, yüksekte bulunmaklığı ortadan kalkar Ama, alim için durum böyle değildir
Ahmet Baydar
|