Prof. Dr. Sinsi
|
İlyas Kelimesindeki Hikmet-İ İnasiyye
Ve Allahu Teala’nın, “Bana dua edin ki, kabul edeyim” [Mü’min Suresi, 40/60] buyurması bundandır (yani, etkide-bulunan ve etkide-bulunulan arasındaki ayrımlaşmadan dolayıdır) Hak Teala, “Kullarım sana Beni sorarlar: Ben yakınım ve bana dua eden olduğunda, dua edenin duasını kabul ederim” [Bakara Suresi, 2/186] buyurdu Çünkü, ancak dileyişte-bulunan olduğunda (bu dileği) kabul edici olan vardır — her ne kadar dua edenle kabul edenin ayn’ı bir ise de, bu böyledir İmdi, suretlerin birbirinden farklı olduğu apaçıktır Dua eden ve duayı kabul eden hiç kuşkusuz iki ayrı surettir; ve bütün bu suretler, Zeyd’in uzuvları gibidir Zeyd, kişi olarak tek bir hakikattir [hakikat-ı vahid] ve eli hiç kuşkusuz; ayağından, başından, gözünden ve kaşından başka bir surettedir Aynı şekilde Hak, çok [kesir] olan bir’dir [vahid]: Suretler ile çok, ayn ile bir’dir — ve hiç kuşkusuz ayn’ı ile bir [vahid] olan insan gibidir Ve biz Amr’ın Zeyd olmadığına, Halid veya Cafer de olmadığına şüphe etmeyiz — ve hiç kuşkusuz bu bir-olan-ayn’ın [ayn-ı vahid] şahısları varlık olarak bitimsiz sayıdadırlar İmdi insan (kavramı), her ne kadar ayn ile bir ise de, suretler ve şahıslar olarak çoktur
Eğer iman sahibi isen, kesinlikle bilirsin ki, Hak Teala kıyamet günü bir surette tecelli ettiğinde, tecelli ettiği bu suret yoluyla bilinir Sonra değişik bir surette tecelli edip (bu kez de) bu suret yoluyla bilinir Ama her iki surette de tecelli eden O’dur; her iki suret de O’ndan başkası değildir; ve bilinir ki, ilk suret diğer suretten başkadır Böylelikle, (Hakk’ın ayn’ı olan) Bir-olan-ayn [ayn-ı vahid], sanki bir ayna konumundadır O aynaya bakan kişi, onda Hakk’a ilişkin itikadının suretine baktığında, onu tanır ve onu onaylar Ve o aynada itikat ettiğinden başka bir şey gördüğünde, o gördüğünü (yani, gördüğünün Hak olduğunu) inkar eder Nitekim, (aynaya bakan kimse) ayna içerisinde hem kendi suretini, hem de başkalarının suretini görür Ayna bir ayn [ayn-ı vahid] olduğu halde, bakan kimse aynada birçok suretler görür Aynanın suretlerde bir yanıyla etkisi vardır ve bir yanıyla da etkisi yoktur Bununla birlikte aynada suret bütünlüğü içerisinde yoktur Aynanın etkisi, sureti, daha küçük, daha büyük, daha uzun veya daha geniş yansıtabilir olmasıdır Dolayısıyla ayna (aynaya düşen), suretin ölçüsüne etkide bulunur ve bu etki aynadan kaynaklanır Ve aynadan kaynaklanan bu başkalaşmalar, ancak aynaların ölçülerinin birbirinden farklı olmasından dolayı ortaya çıkar O halde, (şekilleri başkalaştıran) aynaların toplamına bakma da, (her sureti özgün haliyle yansıtan) bir olan aynaya bak Ki bu bakışın, Hakk’ın zatına yönelik bakışındır — ve O’nun Zat’ı alemlerden ganidir Ve İlahi İsimler yönünden O, aynalar gibidir Sen, hangi İlahi İsme bakarsan veya her kim bir İlahi İsme bakarsa, bakan kimseye ancak o İsmin hakikati zahir olur İş böyledir — eğer anlayabilirsen O halde (nefsini öldürmekten yana) sıkıntıya düşüp korkuya kapılma, çünkü Allahu Teala yılanı öldürmek için bile olsa, cesareti sever Ve yılan senin nefsinden başkası değildir; ve bir yılan, kendi nefsi için, sureti ve hakikati ile yılandır Ve bir şey, her ne kadar duyumsanan sureti bozunsa bile, kendi nefsinden (zatı ve hakikatı itibarıyla) öldürülemez Çünkü ilahi ilim [hadd] onu korur ve hayal (yani, misal alemi) onu ortadan kaldırmaz
İş böyle olunca, bu, zatlar üzerine (yokolup gitme bakımından) emniyet ve izzet ve korumadır Çünkü sen, ilahi ilimdeki suretlerin [hudud] bozunmasına güç yetiremezsin Bundan daha büyük bir izzet olabilir mi? Dolayısıyla sen, vehminle, öldürdüğünü tahayyül edersin Halbuki Allah’ın ilminde [hadd] var-olan sureti, akıl ve vehim ortadan kaldıramaz Ve bunun delili, şu ayet-i kerimedir: “Sen atmadın attığın zaman; ama Allah attı” [Enfal Suresi, 8/17] Göz ise, duyumsal olarak atanın Muhammed’in sureti olduğunu algıladı Halbuki o, Allah’ın, ayetin başında (“sen atmadın” diyerek), onun atmaklığını değillediği bir surettir Sonra, atma eylemini –ayetin ortasında (“attığın zaman” diyerek)– onun sureti için doğruladı [isbat] Ve ayetin sonunda da, Muhammed suretinde atan’ın ancak Allah olduğunu söyledi Ve buna iman edilmesi gerekir
Bu etkiyiciye [müessir] bak ki, Hakk’ı Muhammed’in suretine indirdi [inzal] Ve Hak, Kendini kullarına bu şekilde bildirdi Bunu Kendisi söyledi, biz değil Ve O’nun bildirdiği doğrudur Ve dediği şeyin ilmini ister anla, ister anlama, buna iman etmek zorunludur Dolayısıyla, ya alimsindir ya da iman sahibi bir müslümansındır Aklın, “sebeb, kendine ‘sebeb’ olan sonucun sebebi olamaz” biçiminde hükmetmesi, aklî kurgulamanın düşünüşü yönünden aklın zayıflığına delalet eder Halbuki tecelli ilmine göre, bilinir ki: “Sebeb, kendine ‘sebeb’ olan sonucun sebebi olur ”
(Yani, var-olmayan ayan-ı sabite –ki sebeb olan zat-ı ahadiye’nin sonucudur– istidad ve kabiliyetleri ile İlahi İlim’deki değişmezlikleri halinde, sebeb olan zat-ı ahadiyeden kendilerinin varedilmesini isterler )
Ve akıl, düşüncesini (sebeb ve sonuç arasındaki nisbetten) soyutlayarak yaparsa, doğru bir hükme varır Ve işin, kurgusal delilin ona verdiği şeye aykırı olduğunu (tecelli ile) gördüğünde, aklın varabileceği son nokta şöyle demesidir: “Ayn’ın bu çok olanda [kesir] bir [vahid] olduğu kesinlendikten sonra, bu ayn, bu suretlerden bir surette bir sonuç için ‘sebeb’ olması dolayısıyladır ki, kendi sonucuna ‘sebeb’ olması halinde sonuç olmaz; onun ‘sebeb’ olması hükmü, bu hükmün başka bir surete geçmesiyle değişir Dolayısıyla, kendi sonucu için sonuç olur ve kendi sonucu da, onun için ‘sebeb’ olur ” İşte, işi ne ise o olarak takdir edip, kendi düşünsel kurgulamasıyla kalmadığı zaman, aklın varabileceği son nokta budur Eğer sebebiyet meselesinde durum böyleyse, daha zor meselelerde aklî kurgulamanın ne kadar geniş olabileceğini sanırsın?
Ve resullerden –Allah’ın selamı onların üzerine olsun– daha akıllı olan yoktur Ve onların getirdiği, hiç kuşkusuz, Cenab-ı İlahi’nin bildirdiğidir Böylece, aklın doğruladığını doğruladılar; ve buna, aklın anlamakta yetersiz kaldığı ve kendi açısından olmayacak bir şey olarak gördüğü ve (ancak) tecellide onayladığı şeyi eklediler Ve akıl, tecelliden sonra, görmüş olduğu şeyden dolayı hayrete düşer Eğer Rabb’in kulu ise, aklı O’na havale eder ve eğer kurgulamasının kulu ise, Hakk’ı aklının hükmüne indirger Ve bu ikinci durum, bu dünyada, ahiret oluşumundan perdeli bir şekilde bu dünyevî oluşumda olunduğunda sözkonusudur Ve arifler üzerinde dünya ahkamının yürürlükte olmasından dolayı, dünyada –görünüş itibarıyla– dünyevî surette zahir olurlar Ama hiç kuşkusuz ki, Allah onları (arifleri) kendi batınlarında ahiret oluşumuna geçirdi Dolayısıyla onlar, suret ile bilinmez olup, ancak Allah’ın basiret örtülerini kendisinden kaldırdığı [keşf] kimse için bilinmez değildirler — arifleri ancak böylesi kimseler idrak edebilirler İlahi tecelliye mazhar olmalarından dolayı, Allah ariflerinin bütün hepsi ahiret oluşumu üzre bir halde olmaklıkları içerisinde, kendi dünyalarında haşredilmiş ve kendi kabirlerinden neşredilmişlerdir Bu şekilde o, Allah’ın bazı kullarına bir inayeti olarak, görülmeyen şeyi görür ve müşahede edilmeyen şeyi müşahede eder
Her kim, İdris/İlyas’ın hikmetini anlamak isterse –ki Allahu Teala onu iki oluşumda oluşturdu [inşa]; Nuh aleyhisselam’dan önce nebiydi, daha sonra göğe yükseltildi ve daha sonra da resul olarak (yeryüzüne) indi; böylece Allahu Teala (biri nübüvvet ve diğeri de risalet olmak üzere) iki farklı menzili onda birledi– aklının hükmünden şehvetine inerek mutlak hayvan olsun (yani, eşyada tasarruf konusunda aklı karşı-gelici olmayıp, rahmanî varidata teslimiyet gösteren hayvan gibi olsun), öyle ki, insanlar ve cinlerin dışında kalan herbir yürüyücü’nün [dabbe] keşfettiği şeyi keşfedebilsin Ve böylesi bir keşf sırasında, hayvaniyet makamını gerçeklediğini bilir Hayvaniyet makamının iki alameti vardır Birisi, (sözünü ettiğimiz) bu keşiftir, böylece kabirde kimlerin azaba uğradığını ve kimlerin nimete eriştiğini görür; ölü bir kimseyi yaşıyor olarak, susan bir kimseyi (kelimat-ı ruhaniyye-i melekutiyye ile) konuşuyor olarak, oturan bir kimseyi de (manevi ve hayalî hareket ile)(tümüyle)(tümüyle)
Bizim bu söylediğimiz şeyi gerçekleyen kimse, tabii madde olmaksızın, saf [mücerred] akla geçer Dolayısıyla, tabii suretlerde zahir olan şeylerin asılları olan birtakım şeyleri müşahede eder Böyle olunca, bu hükmün (yani, tabii suretlerde zahir olan çeşitli hükümlerin) tabii suretlere nereden zahir olduğunu (yani, değişmez aynlardan zahir olduğunu) deneyimleme yoluyla (yani, zevk ilmiyle) bilir Eğer tabiatın Rahman’ın Nefesi olduğunu keşfedecek olursa, kendisine büyük bir hayır bağışlanmış demektir Eğer, bizim sözünü ettiklerimizle yetinecek olsa bile aklına egemen olan marifetin bu kadarı kendisine yeter ve bu kimse, arifler arasına katılır Ve deneyimleme yoluyla [zevkan], “Onları öldüren siz değilsiniz, Allah öldürdü onları” [Enfal Suresi, 8/17] ilahi kelamını bilir — onları ancak demir, vuran (müminler) ve bu suretleri yaratan öldürmüştür İşte “öldürmek” ve “atmak” bütün bunlarla birlikte ortaya çıktı Böylece, arif olan kişi, şeyleri, asılları ve suretleriyle müşahede eder ve böylece marifeti eksiksiz olur Ve eğer Nefes’i (yani, Rahman’ın Nefesi’ni) de müşahede edecek olursa, yalnızca marifeti eksiksiz olmakla kalmaz, aynı zamanda da kâmil bir kimse olur Görenin, görülenin ta kendisi [ayn] olduğunu görerek, gördüğünün ancak Allah olduğunu görür Bu kadar yeter — Allah başarıya erdirici ve doğru yola ileticidir
Ahmet Baydar
|