Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Forum İslam > İslami Yazılar & Hikayeler

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
hikmeti, kelimesindeki, musa, ulviyye

Musa Kelimesindeki Hikmet-İ Ulviyye

Eski 08-02-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Musa Kelimesindeki Hikmet-İ Ulviyye




MUSA KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ ULVİYYE

Musa’dan dolayı çocukların öldürülmesindeki hikmet; kendisinden dolayı öldürülen herbir çocuğun hayatının, ona yardım olarak dönmesidir Çünkü herbiri Musa olduğundan (yani, Musa’dır diye) öldürüldü Ve bunda (yani, öldürülmüş olmalarında) bilgisizlik sözkonusu değildir Hiç kuşkusuz onların herbirinin hayatı Musa içindi, yani onun uğruna hayatlarından oldular Ve bunlar kendi (aslî) fıtratları üzere zahir olmuş hayatlardı; nefsin istekleriyle [araz] lekelenmiş olmadıklarından fıtrat üzereydiler Ve Musa, Musa’dır diye öldürülenlerin hayatının toplamıydı, ve (dolayısıyla) bu öldürülenlere ruhani istidatları ölçüsünde verilmiş olanların hepsi Musa’da vardı Ve kendisinden önce hiç kimsede gerçekleşmemiş olan bu durum, Allah tarafından Musa’ya özgü kılındı [ihtisas-ı ilahi] Musa’nın hikmetleri çoktur, ve bu bölümde –inşaallah– ilahi emirle bana verilmiş olanları ortaya koyacağım Ve yukarıda sözünü ettiklerim, Musa’ya ilişkin olarak bana anlatılarak öğretilenlerin ilkidir
Musa, çok sayıdaki ruhların toplamı olarak doğmakla, (öldürülen çocuklardaki) bütün faal yetileri kendinde topladı Çünkü, küçük büyüğü emir altına alır Çocuğun kendine özgü bir şekilde büyüğü nasıl çekip çevirdiğini görmez misin? Ve büyük, kendi üstünlük konumundan çocuğun düzeyine inerek onunla oynar ve onunla çocukça konuşur Ve çocuğa, onun aklına göre görünür Ve o, bilmeksizin çocuğun emri [teshir] altındadır Çocuk onu –sıkıntıya düşmemek için– kendi yetiştirilmesiyle, korunmasıyla, işlerinin görülmesiyle meşgul kılar Bütün bunlar küçüğün büyük üzerindeki fiilleridir ve bunun böyle olması, (küçüğün sahip olduğu ruhani) makamın kuvvetinden dolayıdır, çünkü küçüğün Rabbine olan ahdi yenicedir, çünkü yeni olmuştur Ve büyük Allah’tan uzaktır ve Allah’a yakın olan, Allah’a uzak olanı teshir eder, tıpkı sultana yakın olan seçkin kimselerin uzak olanları teshîr etmeleri gibi
Allah’ın Resulü, yağmur yağarken [nüzul] başını açar ve bunu yağmurun Rabbine olan ahdinin yeni olmasından dolayı yaptığını söylerdi Ve bu Nebi’nin, Allah’a ilişkin marifetini nasıl üstün, yüce ve apaçık kıldığına bak! Böylece yağmur, insanlığın en üstün olanını Rabbine yakın olmaklığıyla teshir etti Ve bu yağmur, Nebi’ye gelen Elçi’nin vahiyle inmesi [nüzul] gibiydi ve Nebi’yi, bizatihi haliyle (hal diliyle) davet etti Ve Resul (sav), yağmurun Rabbinden getirdiği şey kendisine isabet edebilsin diye ona kendisini açtı Eğer kendisine isabet edecek olanda ilahi bir fayda olmasaydı, kendisini ona açmazdı Bu risalet, Allah’ın kendisiyle herşeye hayat verdiği suyun risaletidir Öyleyse anla!
Ve Musa’nın sandığa konup suya bırakılmasının hikmetine gelince: “Sandık,” onun beşer olmaklığıdır [nâsut] ve “su,” onun bedeni vasıtasıyla kendisinde ortaya çıkan ilimdir ve böylesi bir ilmi bahşeden; düşünsel kurgulama, his ve hayal yetileridir — ve bütün bunlar (yani, düşünsel kurgulama, his ve hayal yetileri) ve bunun benzeri olan şeyler insanın nefsinde ancak unsurlardan oluşan bedenin varlığıyla ortaya çıkar Ve nefs bu bedende ortaya çıktığında ve bedeni çekip çevirmek ve onu yönetmekle emrolunduğunda, Allah bu yetileri nefs için birer araç kıldı, ki bu araçlarla nefs, kendisinde Rabb için sekinet olan bu “sandığın” yönetilmesinde Allah’ın bu yetilerden murad ettiği şeye (yani, Hakk’ın ve halkın varlığını ve aralarındaki irtibatı bilmeye ve eşyanın hakikatini görmeye ve idrak etmeye) ulaşabilir Ve bu yetiler sayesinde kendisinde çeşitli ilimler ortaya çıkabilsin diye sandıkla suya atıldı Ve (bu şekilde) Allah, bedeni yöneten ruh her ne kadar hükümran olsa da, bedeni yönetmesinin ancak bedenle olduğunu Musa’ya bilinir kıldı Onu, “sandık” olarak işaret edilen bu “beşer olmaklık”ta bulunan bu yetilerin sahibi kıldı
Allah’ın alemi yönetmesi de böyledir; alemi ancak alemle veya onun suretiyle yönetir Çocuk kendisini doğuranın var etmesine dayanır [tevakkuf]; sebep olunan şeyler sebeplere dayanır; koşula dayanan şeyler koşullara; sonuçlar sebeplere; delillendirilenler delillere; gerçeklenenler kendi hakikatlarına dayanır Ve alemdeki bütün bunlar Hakk’ın alemdeki yönetmekliğidir, ve Allah alemi ancak alemle yönetir
“Veya onun suretiyle” deyişimize gelince: Bununla demek istediğim, alemin suretidir Ve bununla kastettiğim de Allah’ın adlandırıldığı Güzel İsimleri ve vasıflandırıldığı yüce sıfatlarıdır Bize, Allah’ın adlandırıldığı tek bir İsmi erişmemiştir ki, bu İsmin anlamını ve ruhunu alemde görmemiş olalım Aynı şekilde, Allah alemi, ancak alemin suretiyle yönetir İşte bu nedenledir ki Peygamber Efendimiz; Zat, Sıfatlar ve Fiiller olan İlahi Hazret’in bütün vasıflarını cem eden İnsan’ın yaratılışına ilişkin olarak, “Allah Âdem’i, Kendi suretinde yarattı” demiştir — ve Âdem’in sureti, İlahi Hazret’ten başka bir şey değildir Ve Allah, (Hazret-i İlahiye’nin numunesi olan) bu şerefli numunede, yani İnsan-ı Kâmil’de, İlahi İsimler’in toplamını ve ayrıntılanmış [münfasıl] büyük alemde (suret olarak İnsan-ı Kâmil’in) kendisi dışında olan bütün bu İsimler’in hakikatlarını varetti; ve Âdem’i alem’in ruhu yaptı ve suretinin kemalinden dolayı onu ulvi ve süfli şeyleri emri altına alıcı kıldı Öyle ki, alemde kendi hamdıyla Allah’ı övmeyen tek bir şey olmadığı gibi; aynı şekilde, kendi suretinin hakikatını onlara bahşetmiş olmasından dolayı, bu İnsan’ın emri altında olmayan tek bir şey yoktur Allahu Teala şöyle buyurdu: “Gökte olanları ve yerde olanları ve onların içerisindekileri sizin emrinize verdik” [Casiye Suresi, 45/13] — ve alemde ne varsa, İnsan’ın emri altındadır Bunu bilen kimse İnsan-ı Kâmil’dir, cehaletinden dolayı bunu bilmeyen ise insan-ı hayvan’dır


Alıntı Yaparak Cevapla

Musa Kelimesindeki Hikmet-İ Ulviyye

Eski 08-02-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Musa Kelimesindeki Hikmet-İ Ulviyye




Musa’nın bir sandık içerisinde suya bırakılması, görünüşte helak olması iken, zahirde ve batında ölümden kurtulmasıydı, ve Musa –tıpkı nefsin cehalet ölümünden ilimle dirilmesi gibi– diri oldu Yüce Allah’ın dediği gibi, “Biz onu dirilttik” –yani ilimle dirilttik– “ve ona, kendisiyle insanların arasında yürüdüğü nur verdik” –ve bu (nur) hidayettir– “O, karanlıklar içerisinde olan kimse gibi midir?” –ve bu (karanlıklar) dalalettir– “ve o, onun (yani, dalaletin) dışına çıkamaz” [En’am Suresi, 6/122] yani, sonsuza dek hidayete eremez; çünkü gerçekte emrin (yani, ilmin) kendi içerisinde bir sonu yoktur ki, orada durabilsin Hidayet olunmaklık İnsan’ın hayret’e hidayetidir ve böylece (övülesi hayrete hidayet olunmuş) bir kimse (durabileceği bir son olmadığındandır ki), emrin(yani, ilmin) hayret olduğunu bilir Hayret (durmanın yokluğu sebebiyle olduğu içindir ki), kıpırdanma ve harekettir, ve hareket hayattır ve onun sükûnu ve ölümü yoktur — dolayısıyla (hayat olan hayret), içerisinde yokluk [adem] barındırmayan varlıktır [vücud] Ve su da (tıpkı ilim gibi) hayat verici olup, yeryüzü [arz] onunla hayat bulur Ve O’nun “kıpırdanır” sözü, yeryüzünün hareketine; O’nun “kabarır” sözü, yeryüzünün yüklenmesine; ve yine O’nun “herbir güzel çiftten bitirir” sözü, yeryüzünün –ancak kendisine benzeyeni, yani kendi gibi tabii olan şeyi– doğurmasına işaret eder [Hac Suresi, 22/5] Böylece, yeryüzünden [arz] doğan ve ondan zahir olan şey ile birlikte, yeryüzü [arz] için, ikilik [şef’iyyet] demek olan çift-olmaklık [zevciyyet] ortaya çıktı Benzer şekilde, İlahi İsimler’in hakikatlarını talep eden ve Hak’tan zahir olan alemden dolayı, Hakk’ın varlığı için, çokluk [kesret] ve İsimler’in “O şöyledir ve böyledir” diye sayılması ortaya çıktı [sabit] Böylece, (tek olan Hakk’ın varlığı) alemle birlikte iki [mesna] oldu; ve çokluğun tekliği [ahadiyetü’l-kesre] buna (yani, tek olan Hakk’ın varlığına) aykırıdır Hak Teala, gerçekte, zatından dolayı tek ayn [ahadiyyetü’l-ayn] idi; tıpkı zatından dolayı tek ayn [ahadiyetü’l-ayn] olan heyulani cevher gibi Ve heyulani cevher, zatıyla yüklendiği ve kendisinden zahir olan suretler ile çoktur [kesîr] Hak da Kendisinden zahir olan tecelli suretleriyle böyledir (yani, çoktur) Böylece Hak, akledilebilir olan tek-olmaklık [ahadiyet-i ma’kuliyyet] ile beraber, alem suretlerinin tecelli mahalli oldu Allahu Teala’nın, kullarından dilediğine özgü kılarak bildirdiği bu ilahi öğretimin ne kadar güzel olduğuna bir bak!
Firavun’un ailesi onu suda, ağacın yanında bulduğunda, Firavun ona “Musa” adını verdi Kıptîce “mu” su ve “sa” da ağaç demektir Bu şekilde, onu içinde bulunduğu şeyle adlandırdı Çünkü sandık suda ağacın yanında durmuştu Ve (Firavun) Musa’nın öldürülmesini istedi Bunun üzerine, karısı (Asiye) Musa’ya ilişkin olarak konuştu Ve Firavun’a söylediği sözde, (kendisine ilham olunan)(Aynı şekilde) suda boğulurken, Allah’ın bahşettiği iman sayesinde, Firavun’un da gözünün aydınlığı oldu Allah onun canını, içerisinde hiç kir kalmamış bir şekilde tertemiz olarak aldı, çünkü İslâm önceden olanları siler Ve ilahi rahmetten hiç kimse ümidini kesmesin diye, Allah Firavun’u, dilediğine inayet ettiğine ilişkin bir ayet kıldı Çünkü Allah’ın rahmetinden ancak kafirler ümit keser Eğer Firavun ümit kesenlerden olsaydı, imana gelmezdi Böylece Musa, Firavun’un karısının kendisi hakkında söylediği gibi oldu, ki şöyle demişti: “O benim ve senin için göz aydınlığıdır, onu öldürme! Yakında bize faydası dokunur” [Kasas Suresi, 28/9] Ve böyle de oldu Her ne kadar, o sırada, Firavun’un mülkünü ve ailesini kendi elleriyle yıkıma uğratacak olan nebi olduğunu bilmiyor da olsalar, Allah onlara Musa ile fayda verdi
Allah, Musa’yı Firavun’dan koruduğunda, Musa’nın annesi, (oğlunun öldürülmediği haberini alınca) kalbindeki üzüntüden kurtulmuş olarak sabahladı Daha sonra, Allahu Teala kendi annesinin memelerine yönelmesi için, ona süt-nineleri haram kıldı Böylece, annesinin sevincini eksiksiz kılmak için, Musa’yı annesine emzirtti Şeriat ilmi de böyledir (Musa’nın ancak annnesinin memesinden süt emerek beslenmesi gibi, her nebinin ümmeti de ancak kendi şeriatlarının ilmiyle ruhlarını beslerler ve diğer nebilerin şeriatları o ümmete haram kılınmıştır) Allahu Teala şöyle buyurmuştur: “Sizden herbiriniz için Biz bir şeriat ve minhac getirdik” [Mâide Suresi, 5/48] — ve buradaki “min-hace” sözü, geldiği kaynağı anıştırır bir şekilde “ondan geldi” demektir Tıpkı bir ağaç dalının ancak köküyle beslenmesi gibi, bu kaynak onun (yani, bir nebinin ümmetinden olan kulun) gıdası oldu Böylece, bir şeriatta yasaklanan şey, diğer bir şeriatta helal kılındı — yani, surette helal kılındı Bununla demek istediğim, (helal kılınan) o şeyin işin aslına bakılırsa, geçmişteki (haram kılınmış olan) şeyle aynı olmadığıdır, çünkü o, yeni bir yaratılıştır ve tekrar yoktur Bundandır ki biz sana tenbih ettik Buna, Musa’nın süt emmesinin yasaklamasıyla işaret edilmiştir Çünkü, onun annesi gerçekte onu emzirendir, onu doğuran değil Doğuran anne onu emaneten taşıdı, böylece çocuk ondan doğdu ve istemsiz olarak annesinin hayız kanıyla beslendi Bu, çocuğu üzerine minnet etmesin diye böyledir Çünkü eğer çocuk bu kanla beslenmeseydi ve bu kan, kendisinden çıkmasaydı, onu öldürür ve hastalanmasına neden olurdu Böylece, bu kan ile beslenmekle, cenin’in annesi üzerinde minneti sözkonusudur Çünkü çocuk, bu kanla beslenmekle, annede kaldığında ve dışarı atılmadığında veya cenin tarafından besin olarak alınmadığında, annesine gelebilecek olan zarardan korudu Halbuki emzirenin durumu farklıdır, çünkü süt vermekle çocuğun hayatını ve varlığını sürdürmesini dilemiştir Kendisini doğurandan başka bir kadının, onu doğuran üzerinde bir üstünlüğü olmasın ve çocuğunun eğitimiyle gözü aydın olsun, kucağında onun büyümesine şahid olsun da üzülmesin diyedir ki Allah, Musa’nın emzirilmesini, kendisini doğuran anneye vermiştir
Ve Allah Musa’yı (kendi beşer olmaklığı olan) sandığın sıkıntısından kurtardı Musa, her ne kadar tabiatın dışına çıkmadıysa da, Allahu Teala’nın ilahi ilimden kendisine verdiği şeyle tabiat karanlığını yırttı Ve Allah, başına getirdiği [mübtela] şeye kendi nefsinde gösterdiği sabır gerçeklensin diye, onu birçok ortamlarda sınadı
Allahu Teala’nın Musa’nın başına getirdiği [mübtela] ilk şey, Allah’ın verdiği ilhamla ve onun sırrında verdiği güçle [tevfik] –kendisi bunun böyle olduğunun bilincinde olmaksızın– Kıbtî’yi öldürmesidir Ama, Rabbinin emri gelinceye kadar beklememiş olmakla birlikte, onu öldürmüş olmaktan sıkıntı duymadı Çünkü nebi, kendisine bildirilinceye kadar, (yaptığının) bilincinde olmadığından dolayı, batında masumdur Ve işte bundandır ki, Hızır ona çocuğun öldürülmesini gösterdi Musa çocuğun öldürülmesini doğru bulmadı ve kendisinin Kıbtî’yi öldürmüş olduğunu hatırlamadı

Alıntı Yaparak Cevapla

Musa Kelimesindeki Hikmet-İ Ulviyye

Eski 08-02-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Musa Kelimesindeki Hikmet-İ Ulviyye




Bunun üzerine Hızır ona şöyle dedi: “Bunu kendiliğimden yapmadım” [Kehf Suresi, 18/82] Bu sözle, Musa’yı kendi mertebesinden, yani Kıbtî’yi İlahi Emir’le öldürmüş olduğundan haberdar etti — çünkü nebi, bunun bilincinde olmasa bile, (nebi olmaklığıyla)
Hızır ona geminin delinmesini de gösterdi Bu, zahirde helak ve batında ise gasbedicilerin [gasıb] elinden kurtulmaktır Ve Hızır bunu, Musa’nın kendisini dört bir yandan saran suya bırakıldığı, ve zahiri helak ve batını kurtuluş olan sandığa nazire olarak yaptı Ve annesi, gasbedici [gasıb] Firavun’un, Musa’yı elinden zorla alıp, onu kendi gözleri önünde öldüreceği korkusuyla bunu yaptığında, Allah böyle yapmasını, kendisi bunun bilincinde olmaksızın, ona vahy etti Ve Musa’yı (günün birinde) emziriyor olacağı içine doğdu Ve (eğer yanında kalacak olursa) Musa’nın öldürüleceği korkusuyla, onu sulara bıraktı Ve atasözünde denildiği gibi, “Göz görmeyince gönül katlanır” Dolayısıyla, Musa’nın başına gelecekleri kendi gözüyle görme korkusuyla korkmadı, ve ona ilişkin olarak gözün görmesinin üzüntüsüyle üzülmedi Ve günün birinde Allah’ın onu kendisine geri vereceği yolundaki hüsn-ü zan kendisinde baskın çıktı ve kendisindeki bu zanla yaşadı Ve ümit, korku ve üzüntüye karşıttır Kendisine ilham olunduğunda, “belki de bu, Firavun’un ve Kıbtîler’in helakının kendi eliyle olacağı resuldür” dedi ve bu zanla yaşayıp mutlu oldu Ve bu zan, işin aslında (kendisine ilham olunmuş bir) ilimdir
Daha sonra Musa, peşine düşüldüğünde, zahirde korktuğundan, ama mânada kurtuluşu sevdiğinden [hubb], kaçarak orayı terketti Ve gerçekte hareket, her zaman için, sevgidir [hubb] ve bundan ibarettir; hareketi görenin (hareketin sevgi olduğuna) perdeli olması, hareketin sebebi olarak başka şeyler görmesidir ve hareketin sebebi bunlar değildir Çünkü, gerçekte hareket, alemin, sükun içerisinde bulunduğu yokluktan [adem] varlığa [vücud] hareketidir Böylece, alemin varlığından ibaret olan hareket, sevgi [hubb] hareketidir Ve Resulallah (sav), “Ben gizli bir hazineydim, bilinmeye muhabbet ettim” sözüyle hiç kuşkusuz buna işaret etmiştir Bu muhabbet olmasaydı, alem kendi ayn’ında zahir olmazdı Böylece, alemin yokluktan [adem] varlığa [vücud] hareketi, Yaratıcı’nın sevgisinin [hubb] varlığa doğru hareketidir Ve kendisinde yokluğun değişmezliğini [sübut] müşahede etmiş olan alem de aynı şekilde, kendini varlık olmaklığında müşahede etmeyi sever Ve onun değişmez bir yokluktan her bir yönden varlığa hareketi, Hak’tan ve kendinden doğru bir sevgi hareketi oldu Ve kemal kendisi için sevilir Ve Hak Teala’nın Kendisine ilişkin ilmi, Kendisi alemlerden gani olduğundan dolayı, ancak Kendisine aittir Ve O’nun için geri kalan şey, alemin aynları olan bu aynlardan ortaya çıkan hâdis ilimle, ilim mertebesinin tamamlanmasıdır Ve alemin aynları varolduklarında, kemal sureti, hâdis ve kadim ilimle zahir olur Dolayısıyla, ilim mertebesi iki yön ile kâmil olur Aynı şekilde, (alemin aynları ile birlikte) varlık mertebeleri de kâmil olur Çünkü, kimi varlıklar ezelî olduğu halde, kimisi de ezelî değildir Ezelî olan varlık, Kendi nefsiyle varolan Hakk’ın varlığıdır Ve ezelî olmayan varlıklar ise, değişmez alem suretlerindeki Hakk’ın varlığıdır, ve bu varlıklar hâdis olarak adlandırılırlar, çünkü bunların kimisi, kimi diğerlerine zahir olur Böylece O, alem suretlerinde Kendini zahir kılar ve varlığı kemale erdirir Böylece, alemin hareketi kemale duyulan sevgiden oldu Bunu anla!
Görmez misin ki O, alem olarak adlandırılanın ayn’ındaki etkilerinin zuhurunun yokluğundan dolayı İsimler’de olan şeye (yani, darlık ve sıkıntıya), İlahi İsimler’den nasıl Nefes verdi Ve böylece rahat, Hak için sevilen oldu — ama bu rahata ancak ulvi ve süfli suretlerin varlığıyla erişti Ve hareketin sevgi için olduğu kesinlendi, öyle ki, oluşta [kevn] sevgiye nisbeti olmayan bir hareket yoktur Ve bunu alimlerden kimisi bilir, kimi alimler ise nefslerine egemen olan görünürdeki yakın-sebeple örtülmüşlerdir
Kıbtî’nin öldürülmesinden sonra Musa’da korku görüldü, ama bu korku, öldürülmekten kurtulmaya sevgi duymasıydı Böylece korktuğu şeyden kaçtığında, aslında Firavun’dan ve onun yapacaklarından kurtulmaya duyduğu sevgiyle kaçtı İşte bu nedenledir ki, o anda, kaçışının sebebi olarak, görülen en yakın sebebi söyledi Gösterdiği bu yakın sebep (yani, korku) beşerin bedensel sureti gibidir ve kurtulmaya duyulan sevgi, bedeni yöneten ruhun, bedeni içermesi gibi, bu yakın sebebi içerir
Nebiler, hitaplarının genele yönelik olmasından ve kendilerini işiten alimlerin anlayışlarına güvendiklerinden dolayı zahir diliyle söz söylerler ve genelden (yani, genel anlayış düzeyinden) başkasına itibar etmezler Nitekim Resul (sav), sadaka vermeye ilişkin şu hadisinde bu mertebeye işaret etmiştir: “Kendisinden daha fazla sevdiklerim olduğu halde, Allahu Teala’nın ateşe atacağından korktuğum kimseye veririm” Dolayısıyla, kendilerinde tamah ve nefsani tabiat egemen olan aklı ve basireti zayıf kimselere itibar etti Böylelikle resuller, ilim olarak getirdikleri ne varsa, daha derinine inemeyenler kaftan [hil’at] (yani, zahirî ifade) düzeyinde anlayabilsinler diye, bu ilmi en alt düzeydeki anlayışa bürüyerek getirdiler Böylesi kimseler, “bu ne kadar güzel bir kaftan!” derler ve bunu anlayışın son noktası olarak görürler Öte yandan, hikmet incilerini bulmak için derinlere dalan incelikli düşünce sahibi kişi, “Bu kimse (yani, peygamber) hangi sebeple sultan tarafından bu kaftana layık görüldü?” der Ve kaftanın değerine ve onun giysiler arasındaki derecesine bakar ve buradan, bu kaftana büründürülmüş olanın değerini bilir Böylelikle, kendisinden başkalarınca benzerine erişilmemiş olan bir ilme erişir Resuller ve nebiler ve onların tahkik ehli vârisleri, alemde ve kendi ümmetleri arasında bu mertebede olan kimseler bulunduğunu bildiklerinden, ifadelerinde hem seçkinlerin [havas] hem de avamın anlayabileceği zahir dili ile konuştular Ve seçkinler, avamın anladığını ve bundan fazlasını anlarlar ve bundandır ki, onlara “seçkin” denmesi yerinde olur ve böylelikle bununla avamdan ayrılırlar Böylece, ilimleri tebliğ edenler (yani, resuller, nebiler ve vârisler), bu zahir diliyle yetindiler İşte Musa’nın, “Ben sizden, selamet ve afiyeti sevdiğim için kaçtım” değil de, “Ben sizden, korktuğum şey dolayısıyla kaçtım” [Şuara Suresi, 26/21] demesindeki hikmet budur
Ve Musa (Mısır’dan kaçıp) Medyen’e geldiğinde, (Şuayb aleyhisselam’ın çocukları olan) iki genç kız gördü Ücretsiz olarak onların hayvanlarını (kuyudan su çekerek) suvardı ve sonra ilahi gölgeye sığındı Ve şöyle dedi: “Ey Rabbim, doğrusu bana indireceğin her hayra muhtacım” [Kasas Suresi, 28/24] Böylece suvarma işiyle, Allahu Teala’nın kendisine bağışlamış olduğu hayrı birledi ve nefsini, hayrın Kendi indinde olduğu Allah’a muhtaç olmaklıkla niteledi

Alıntı Yaparak Cevapla

Musa Kelimesindeki Hikmet-İ Ulviyye

Eski 08-02-2012   #4
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Musa Kelimesindeki Hikmet-İ Ulviyye




Hızır, Musa’ya duvarı ücretsiz olarak yeniden-örmeyi gösterdiğinde, Musa ona böyle yapmasından (yani, duvarı ücretsiz örmesinden) dolayı itiraz etti Bunun üzerine Hızır, Musa’ya ücret almaksızın hayvanları suvarmış olduğunu hatırlattı Hızır, buna benzer başka şeyler de gösterecekti, ama (Musa’nın sabırsız olmasından dolayı) bunlardan sözetmedi Bundandır ki, Resulallah (sav), ikisi arasında geçenlere ilişkin olarak Hızır’ın (daha başka şeyler de) anlatması için Musa’nın sessizliğini koruyup itiraz etmemiş olmaklığını temenni etti Bununla, Musa’nın yapmış olduğu şeyi (yani, Kıbtî’yi öldürmüş olmasını), buna ilişkin bir ilmi olmaksızın yapmış olduğu bilindi Çünkü ilmi olsaydı –Allah’ın övgü ve doğrulamayla şehadet ettiği Hızır’a– kendi yapmış olduğu şeylerin benzerini yapmış olmasından dolayı itiraz etmez, Hızır’ın bu yapmış olduklarını inkar etmezdi Ama Musa, Allah’ın övdüğü ve kendisini tabi kıldığı Hızır’ın şart koştuklarını unuttu [gaflet] — ama Allah’ın emrini unutmuş isek, bu, Allah’ın bize rahmetinden dolayıdır Eğer Musa, bunu (yani, Hızır’ın ilmini) bilseydi, Hızır ona, “bilmediğin şeye” [Kehf Suresi, 18/68] yani “deneyimlemediğin şeye” demezdi Ve bu, “Ben senin deneyimlemediğin bir ilme sahibim; aynı şekilde sen de öyle bir ilme sahipsin ki, ben de onu bilmem” demeye gelir Ve bu şekilde Hızır, adaleti gözetti
Ve Hızır’ın Musa’dan ayrılmasındaki hikmet, Allah’ın Resul hakkında, “Resul’ün getirdiğini alınız ve onun sakındırdığından sakınınız” [Haşr Suresi, 59/7] buyurmuş olmasındandır Resulün ve risaletin değerini bilen ehlullah –yani, Allah’ı bilenler– bu söz karşısında durdular Ve Hızır, hiç kuşkusuz, Musa’nın resul olduğunu biliyordu Böyle olunca, resule karşı edebin gereğini yerine getirmek için, ondan geleni gözetmeye başladı Musa Hızır’a, “Eğer bundan sonra sana bir kez daha bir şey soracak olursam, benimle arkadaşlık etme” [Kehf Suresi, 18/76] diyerek onu kendisiyle arkadaşlık etmekten sakındırdı Ve Musa üçüncü kez itiraz edince, o zaman, Hızır ona, “İşte bu, seninle benim aramda ayrılıktır” dedi [Kehf Suresi, 18/78] Ve Musa onu vazgeçirmeye çalışmadı ve ondan kendisiyle arkadaşlığı sürdürmesini istemedi Çünkü Musa, Hızır’ı kendisiyle arkadaşlık etmekten sakındıran kendisindeki risalet rütbesinin değerini biliyordu — böylece, Musa sessiz kaldı ve ayrılık gerçekleşti
İmdi sen, bu iki kişinin ilimde nasıl bir kemale sahip olduklarına ve ilahi edebin gereğini nasıl yerine getirdiklerine bak! Hızır’ın Musa’ya, “Ben, Allah’ın bana öğretmiş olduğu öyle bir ilme sahibim ki, sen onu bilmezsin ve sen de Allah’ın sana öğretmiş olduğu öyle bir ilme sahipsin ki onu da ben bilmem” diyerek, Musa karşısında kendi durumunu kabullenişine ve gözettiği adalete bak! Ve Hızır bu sözleriyle, onun mertebesinin yüceliğini bildiği ve kendisi böylesi bir mertebeye sahip olmadığı halde, “Sen deneyimleyerek kavramadığın şeye nasıl sabredebilirsin?” diyerek incitmiş olduğu Musa’nın gönlünü aldı Ve bu (üstünlük kıyaslaması nisbeti), Muhammed (sav) ümmetinde, hurma ağaçlarının aşılanması hadisesinde zahir oldu Resulallah (sav) ashabına, “Siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz” buyurdu Hiç kuşkusuz, bir şeyi bilmek, bilmemekten iyidir — ve bundandır ki Allahu Teala, Kendini, “O her şeyi bilendir” [Bakara Suresi, 2/29] sözüyle övdü Resulallah (sav), ashabının dünya işlerinde kendisinden daha bilgili olduğunu kabullendi, çünkü kendisinin dünya işleri konusunda enine boyuna bir ilmi yoktur Çünkü dünya işlerini bilmek bunları deneyimlemeyi [zevk] ve yaşantılamayı [tecrübe] gerektirir Ve Resul (sav) bunun ilmiyle uğraşmadı O, önemlilerin en önemlisiyle uğraştı İmdi, seni en büyük edebden haberdar kıldım Eğer nefsini bu edebe uyarlayacak olursan, bundan fayda bulursun
Ve Musa’nın, “Rabbim bana hüküm verme kudreti bağışladı” sözünden kastedilen halifeliktir ve “beni kitap getiren peygamberlerden kıldı” [Şuara Suresi, 26/21] sözünden kastedilen ise risalettir Ve her resul, halife değildir Halife, kılıç ve hükümranlık sahibidir, ama resul böyle değildir — kendisine gönderilmiş olan neyse, ancak onu bildirir Eğer bunun için savaşır ve onu kılıçla korursa, bu kimse hem halife hem de resuldür Nasıl ki her nebi, resul değilse; her resul de halife değildir — çünkü resullere mülk ve bu mülk üzerinde hükmetmeklik verilmemiştir
Firavun’un Musa’ya, (“Alemlerin Rabbi nedir?” diyerek) Allah’ın mahiyetini sormasındaki hikmete gelince: bu soruyu cehaletinden dolayı değil, ama Rabb’i tarafından resul olarak gönderildiğini iddia eden Musa’nın bu konuda doğru söyleyip söylemediğini sınamak için sordu Firavun resullerin sahip oldukları ilmin mertebesini bilen bir kimseydi, öyle ki, onun cevabından iddiasında doğru olup olmadığını çıkarabilirdi Ve orada hazır bulunanlardan dolayı çifte anlamlı bir soru sordu; böylelikle kendisi sorduğu soruya aldığı karşılıktan Musa’nın doğru söyleyip söylemediğini anlayabilecekken, orada hazır bulunanlar bunu anlamayacaklardı Ve Musa cevap verdiğinde, işin hakikatını bilenlere göre cevap verdi Bunun üzerine Firavun, kendi konumunu korumak için, Musa’nın kendisine sorulan soruya cevap vermediğini gösterdi Ve anlayışlarının kıt olmasından dolayı, orada bulunanlar için Firavun’un Musa’dan daha bilgili olduğu besbelli oldu — çünkü Musa Firavun’a mahiyetten farklı bir cevap verdi Ve görünüşe göre bu, kendisine sorulan sorunun cevabı değildi Ama Firavun, hiç kuşkusuz, Musa’nın ancak bu şekilde cevap verebileceğini biliyordu Ve ashabına, “Size gönderilen resulünüz gerçekte delidir” [Şuara Suresi, 26/27] yani, “Benim kendisine sorduğum sorunun cevabı ona örtülüdür Çünkü o şeyin (yani, Hakk’ın zatının) bilinmesi asla tasavvur edilemez” dedi (ve böylece halkına karşı daha alim olduğunu gösterirken, Musa’nın risalet davasında doğru söylediğini –onlar anlamaksızın– tasdik etti)
Mahiyete ilişkin bir soru, hakkında soru sorulan ve kendi nefsinde bir hakikat üzere olması gereken şeyin hakikatine ilişkin bir soru olduğundan, yerinde bir sorudur Cins ve ayrımdan [fasıl] oluşan tanımlar, kendisinde başkalarıyla ortak nitelikler taşıyan her şey için geçerlidir Ama cinsi olmayan bir şeyin (yani, Hakk’ın), başkaları için sözkonusu olmayan bir hakikat üzere olması gerekir Dolayısıyla, soru ehl-i Hakk’a, doğru ilme ve akl-ı selime göre doğrudur Ve bu sorunun cevabı da, ancak Musa’nın Firavun’a verdiği cevap olabilir Ve Musa’nın, Zat’ın tanımını soran kimseye O’nun fiillerinden cevap vermesinde büyük bir sır vardır Bu şekilde, Zat’ın tanımını –alem suretlerinde zahir kıldığı veya alem suretlerinden Kendisini zahir kılan– Kendi sıfatıyla aynı kıldı Ve şunu demeye getirdi: “Eğer kesin bilgi sahibi iseniz –o zaman bilirsiniz ki– O, ulvi olandaki –ki bu semadır– ve süfli olandaki –ki bu da arzdır– alem suretlerini Kendisinde zahir kılan veya bu suretlerin kendisiyle Zahir olandır(Bu cevap üzerine) Firavun, ashabına dönerek, “O hiç kuşkusuz delidir” [Şuara Suresi, 26/27] dedi — ki bunun anlamını yukarıda açıklamıştık Ve sonra, Musa kendi ilahi ilimdeki mertebesini Firavun bilebilsin diye ve onun bunu anlamış olduğunu bildiğinden sözlerine şunu da ekledi: “O, doğunun ve batının” –yani, zahirin ve bâtının– “ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir” [Şuara Suresi, 26/28] Böylece O, “her şeyi bilendir” [Hadîd Suresi, 57/3] “Eğer aklederseniz” [Şuara Suresi, 26/28] sözü de, “Eğer kayıtlayıcı iseniz” anlamına gelir — çünkü akıl, kayıtlamadır
Musa’nın verdiği ilk cevap, kesinlik sahiplerinin [ehl-i yakin] cevabıdır — ki onlar keşf ve varlık ehlidir (yani, onlar, Hakk’ın bir olan varlığını her şeyde ve kendi izafi varlıklarında müşahede edenlerdir) Bundandır ki Musa, “Eğer kesinlik sahibi iseniz” dedi [Şuara Suresi, 26/24] — yani “eğer keşf ve varlık sahibi iseniz, size şuhudunuzda ve varlığınızda kesin kıldığınız şeyi bildirdiğimi anlarsınız; yok eğer akıl ve kayıtlama ehli olup, aklınızın size verdiği delillerle Hakk’ı özgülleştirirseniz [hasr], buna karşılık olarak ben de size ikinci cevabımı veririm” Böylece Musa, üstünlük ve doğruluğunun Firavun tarafından bilinebilmesi için, bu iki vecih ile zahir oldu Ve Musa, ona vereceği cevabı hemen anlayacağını veya anlayabilecek durumda olduğunu biliyordu Bunun sebebi, Firavun’un “mahiyet”i sormuş olmasıdır ve Musa, “nedir?” sorusunun (yani, cins ve ayrımdan oluşan) bildik terimler üzere olmadığını bilmesindendir ki, Firavun’un bu sorusuna cevap verdi Eğer Musa, bundan başka bir şey anlamış olsaydı, sorusunu hatalı bulurdu (ve bir cevap vermezdi) Ve Musa, hakkında soru sorulanı, alemin ta kendisi [ayn] olarak ortaya koyunca, Firavun da kendisine aynı dil (yani, tevhid dili) ile seslendi — ama orada bulunanlar bunu anlamadılar Ve Firavun Musa’ya şöyle dedi: “Benden başkasını ilah edinecek olursan, ben seni hapsedilmişlerden kılarım” [Şuara Suresi, 26/28] Burada (“hapis” “zindan” anlamındaki) “sicn” sözcüğünde bulunan “s” harfi artık-harftir [harf-i zaid]

Alıntı Yaparak Cevapla

Musa Kelimesindeki Hikmet-İ Ulviyye

Eski 08-02-2012   #5
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Musa Kelimesindeki Hikmet-İ Ulviyye




Böylece bu artık-harf kaldırıldığında Firavun’un sözü şöyle bir açılım kazanır: “Seni örterim [cenn”] Çünkü sen, benim bu şekilde bir söz söylememi haklı çıkaran bir cevap verdin Eğer bana, ‘Vaadettiğin şeyle (yani, beni hapsedilmişlerden kılacağını söylemekle) cehaletini açığa vurdun; ayn bir olduğu halde (ikimiz arasında) nasıl ayrım gözetebilirsin?’ diye soracak olursan, sana şöyle derim: Ben sadece ayn’ın mertebeleri arasında bir ayrım gözetiyorum Ayn ayrımlaşmadı ve kendinde bölümlenmedi Ve ey Musa, şu anda benim rütbem bilfiil sana tahakküm etmektedir Ve ben ayn itibarıyla senim, ama rütbe itibarıyla senden başkayım
Musa, Firavun’un söylediklerinden bunları demeye getirdiğini anlayınca, “Sen buna güç yetiremezsin” diyerek ona hakkını verdi Ve Musa’nın üzerinde güç sahibi olması ve gücünün etkisini Musa’da zahir kılması, Firavun için kendi rütbesinin göstergesiydi Çünkü Hak, zahirde Firavun’un rütbesindeydi Ve bundan dolayı da Firavun, bulunulan mecliste, Musa’nın zuhur ettiği rütbe üzerine tahakküm etme gücüne sahipti Ve Musa, Firavun’un kendisine yönelik saldırısına engel olan şeyi (asasını) göstererek, ona, “Sana apaçık bir şey getirmiş olsam da mı?” [Şuara Suresi, 26/30] dedi Firavun ise buna karşılık olarak ancak, “Eğer sözünün eri isen onu getir” [Şuara Suresi, 26/31] diyebildi; çünkü kavminden aklı kıt kimselerin karşısında insafsız görünmemek istiyordu Eğer böyle yapmayacak olursa, kavmi kendisinden (kendisinin ilah olduğundan) kuşkuya düşecekti Ki onlar Firavun’un aşağıladığı [ihanet] bir topluluktu Ona itaat ediyorlardı ve hiç kuşkusuz dalalet içerisindeydiler, yani, Firavun’un zahir diliyle (“Ben sizin yüce rabbinizim” diyerek) iddia ettiği rablığını, doğru akıl yürütmenin [akl-ı sahih] vardığı sonuçla inkar edebilecekleri bir akıldan yoksundular Çünkü, akıl için sınır vardır Keşf ve kesinlik [yakin] ehlinden olanlar bu sınırı aştıkları zaman, akıl ehli olanlar bu sınırda dururlar (ve daha ileriye gitmezler) Ve Musa, bundan dolayıdır ki, (Firavun’un sorusuna karşılık olarak) hem kesinlik sahiplerinin [mukın] hem de ancak akıl sahibi olanların kabul edebileceği cevabı verdi
Ve Musa, asasını yere attı Ve, Musa’nın davetine uymaktan sakınmasında, Firavun’u Musa’ya karşı asi kılan şeyin (yani, kendi nefs-i emmaresinin)(yani, büyücülerin asalarını) yuttu Ve böylelikle Musa’nın delili [hüccet] Firavun’un asalar, yılanlar ve ipler suretindeki delilleri üzerinde zahir oldu Büyücülerin ipleri olmasına karşılık, Musa’nın ipi yoktu ve ip “tepecik” demektir Yani onların gücü Musa’nınkine nisbetle yüce dağlar karşısındaki tepecikler gibidir
Büyücüler bunu görünce, Musa’nın sahip olduğu ilim mertebesini anladılar ve bunun, gerçekte hayal ve zan barındırmayan hakiki ilimle ayrıcalıklanmış bir beşerin sahip olabileceği bir kudretle olabileceğini gördüler ve böylece, “Alemlerin Rabbine, Musa ve Harun’un Rabbine” [Şuara Suresi, 25/47-48] yani Musa ve Harun’un davet ettikleri Rabb’e iman ettiler — ve bunu orada bulunanlara tam da bu şekilde ifade ettiler, çünkü biliyorlardı ki, Firavun kavmi, Musa’nın davetinin Firavun’a olmadığını bilmektedir
Ve Firavun, kılıç zoruyla halife olup, örf-i şer’ide zor kullanan biri de olsa, tahakküm konumunda zamanın sahibi olduğundan, “Ben sizin yüce rabbinizim” [Naziat Suresi, 79/24] dedi — yani, “her ne kadar belli bir bakımdan herkes birer rabb ise de, benim sizin üzerinizde tahakkümümün zahir olmasıyla bana verilen şeyden dolayı bütün bu rabblerin en yücesi benim” dedi Ve büyücüler Firavun’un kendilerine söylediği bu sözün doğru olduğunu bildiklerinden, onu inkar etmediler Ve onun bu sözünü doğrulayarak şöyle dediler: “Sen ancak bu dünya hayatında hükmedebilirsin O halde, ne hüküm vereceksen ver; devlet senindir” [Naziat Suresi, 79/24] Ve böylece Firavun’un, “Ben sizin yüce rabbinizim” sözü doğrulanmış [sahih] oldu Ve her ne kadar, Hakk’ın ayn’ı ise de, suret Firavun içindir Ve Firavun’un batıl suretinde Hakk’ın ayn’ı, büyücüleri, ancak böylesi bir sebeple erişebilecekleri mertebeye ulaşmaları için, ellerini ve ayaklarını keserek astı Çünkü, sebeplerin ortadan kalkmasının hiçbir şekilde yolu yoktur ve bu, sebepleri gerekli kılanın değişmez aynlar olmasından dolayı böyledir — ve bu değişmez aynlar varlıkta ancak suretler yoluyla, yani şeylerin kendi değişmezlikleri içerisinde kendilerinde bulundurdukları ne ise ona göre biçimlenen suretler yoluyla zahir olurlar Bundandır ki, “Allah’ın kelimelerinde değişme yoktur” [Yunus Suresi, 10/65] Ve Allah’ın kelimeleri, mevcud aynlardan [ayan-ı mevcudat] başka bir şey değildir Böylece, değişmezliklerinden dolayı Allah’ın kelimelerine önceden olmaklık [kıdem] nisbet olunurken; varlıkları ve zuhurları dolayısıyla da onlara sonradan olmaklık [hudüs] nisbet olunur Bu tıpkı bir kimsenin, “Bugün bize bir adam veya bir misafir çıkageldi” dediğinde, bu adam bugün çıkageldi [hadis] diye, bu adamın çıkagelmesinden önce bir varlığı olmamasının gerekmemesi gibidir Aynı şekilde Allahu Teala, yüce kelamında –ki bu kadîm bir kelamdır– şöyle buyurdu: “Onlara Rabblerinden yeni bir kelam gelse [kelam-ı muhdes] dinleyip, hemen alaya alırlar” [Enbiya Suresi, 21/2] Ve yine şöyle buyurdu: “Onlara Rahman’dan yeni bir kelam gelse, ondan yüz çevirirler” [Şuara Suresi, 26/5] Ve rahmet, ancak rahmetle gelir ve rahmetten yüz çeviren azaba yönelir ve azap da rahmetin yokluğundan başka bir şey değildir
Ve Allah’ın, “Yunus kavmi müstesna, azabımızı gördüklerinde iman etmeleri kendilerine bir fayda vermez; Allah’ın kulları hakkında süregelen adeti budur” [Yunus Suresi, 10/98] sözüne gelince: bu söz, azabı görenlerin imanının kendilerine ahirette fayda vermeyeceğine işaret etmez Yüce Allah’ın bundan murad ettiği şey, onlardan azabın bu dünyadayken kaldırılmayacağıdır Böylelikle, Firavun iman ettiği halde azaba uğradı Eğer, eceli geldiğinde ölümünün kesin olduğunu bilen bir kimsenin içinde bulunduğu durumda olsaydı, bu böyle olurdu Ama, hal karinesi, Firavun’un öleceğinin kesin olduğunu bilmediğine işaret eder Çünkü, müminlerin, Musa’nın asası ile denize vurmasıyla, denizde açılan kuru yol üzerinde yürüdüklerini gördü Ve Firavun iman ettiği sırada, helak olacağının kesin olduğunu bilmiyordu — tıpkı, ölüm anında bulunanların tersine, ölümün kendisine dokunmayacağını uman kimseler gibi Dolayısıyla Firavun, ölümün değil, kurtuluşun kesin olduğunu düşünerek, İsrailoğulları’nın inandığına inandı İmdi, kesinlik sahibi olduğu şey (yani, kurtuluş) gerçekleşti — ama dilemiş olduğundan farklı bir şekilde Allah onun nefsini ahiret azabından kurtardı ve bedenini korudu — ve O, buna ilişkin olarak şöyle buyurmuştur: “Ardından gelenlere bir delil olsun diye bugün seni bedeninle kurtaracağız” [Yunus Suresi, 10/92] Çünkü, eğer Firavun, suretiyle görünmez olsaydı, kavmi “O gizlendi” diyebilirdi Ama, bilinen suretiyle ortaya çıkınca, ölmüş olduğu bilindi Böylece kurtuluşu, hem (ruhunun beden karanlığından kurtulmasıyla) duyumsal olarak hem de (ruhunun ahiret azabından kurtulmasıyla) manen genel oldu Kendileri için ahiret azabı sözü [kelime] zorunlu [vacib] olanlar, kendilerine bütün ilahi ayetler verilse bile, bu azabı görmedikçe iman etmeyenlerdir Öyleyse, Firavun bu sınıftan değildir Ve bunun böyle olduğu vahyedilen Kitap’ta apaçık olarak belirtilmiştir Böylece, biz deriz ki, onun (imanı) hakkındaki iş Allah’a aittir Çünkü halkın geneli onun isyankarlığı [şekavet] konusunda hemfikirdir — halbuki, bu konuda dayanabilecekleri hiçbir delilleri [nass] yoktur Firavun’un halkına gelince, onlar hakkındaki hüküm başkadır — ama bundan söz etmenin yeri burası değildir
Ayrıca şunu bil ki, Allahu Teala ölmek üzere olan bir kimsenin canını ancak, kendisine (o anda) gelen ilahi haberi doğrulayan bir mümin olarak alır Bundandır ki, ani ölüm ve habersizken öldürülmek kötü bir şey kabul edilmiştir Ani ölüm, nefesin verilmesi ve alınamaması demektir — işte ani ölüm budur ve bu, ölmek üzere olan bir kimsenin durumundan farklıdır Habersizken öldürülmek de tıpkı ani ölüm gibidir — farkında olmaksızın arkasından boynu vurulur Ve bu şekilde öldürülen bir kimse (öldürüldüğü anda) içinde bulunduğu hal neyse o şekilde, kafir veya mümin olarak ölür Bundandır ki, Resulallah (sav), “İnsan bulunduğu hal ne ise o şekilde öldüğü gibi, hangi halde öldüyse o şekilde haşrolunur” buyurmuştur Ölmek üzere olan kimseye gelince: Bu halde olup da şuhud sahibi olmayan kimse yoktur ve (o anda) gördüğü neyse ona iman eder ve ancak bu hal üzere (yani, gördüğü şeye iman etmiş olarak) ölür Çünkü (yukarıdaki Hadis’in Arapçasında geçen) “kane” (yani, “oldu”) varlıksal bir kelimedir [harf-i vücudî] ve zaman ile ilişkilenmesi ancak hal karinesi yoluyla olur O halde, ölmek üzere olduğunu bilerek ölen kafirle, yukarıda açıkladığımız şekilde ansızın ölen veya habersizken öldürülen kafir arasında ayrım gözetilir
Ve Allah’ın ateş suretinde tecelli edip Musa’yla (ateş suretinde)(Hakk’a) yakındır Ve her kim O’na yakınsa, o kimseye kendisi farkında olmaksızın, aradığı şeyin suretinde tecelli eder
Musa O’nu ateş olarak gördü — bu aradığı şeydi
Ama o İlah’tı, Musa bunu bilmedi

Ahmet Baydar

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.