Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Forum İslam > İslami Yazılar & Hikayeler

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
ahlâkından, dostlarının, hak, tevâzu, örnek

Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından -1- / Tevazu

Eski 08-02-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından -1- / Tevazu




Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından -1- / Tevazu Yıl: 2007 - Ay: Kasım - Sayı: 261
İnsanı insan yapan, onu aslî cevheriyle tanıştıran, varlığının esas gâyesine ulaştıran ve neticede insanlıkta kemâle erdiren sır; îman zemîninde neşv ü nemâ bulan “güzel ahlâk”tır

İnsanın asıl yücelik, olgunluk, fazîlet ve kıymeti, ahlâkî seviyesi nisbetindedir Bu cihanda Hak Teâlâ’nın sevip râzı olduğu bir kulu olabilmek, mânen olgunlaşmayı gerekli kılar Bu olgunlaşmanın yolu da “mânevî terbiye”den geçer

Hak Dostları

Her hüner ve mârifetin kazanılışı, bir yol gösterenin kılavuzluğuna muhtaç olduğu gibi, insanın şahsiyet ve karakterine en güzel ve en doğru istikâmeti gösterecek olan mânevî terbiye üstadları da “Hak dostları”dır Zîrâ onlar;

- Dînin zâhir ve bâtınını lâyıkıyla mezcederek şahsiyetlerine nakşetmiş;

- Zühd ve takvâ yolunda kalben merhaleler kat ederek davranış mükemmelliğine ulaşmış;

- İdrak ve ihâtalarını her iki cihan ufkuna genişleterek îman lezzetine ve duygu derinliğine kavuşmuş;

- Bütün gayretleri, insanlığı kötü huylardan ve nefsin karanlık gayyâsından kurtararak güzel ahlâka, yâni mânevî olgunluk ve nûrâniyet semâsına yükseltebilmek olan; ârif, sâlih ve kâmil mü’minlerdir

Onların gönül âlemleri her an Hak Teâlâ ile beraber olduğundan, dâimâ Hakk’ı hatırlatırlar Onların izinden yürüyenler, hayat ve hâdiseleri âhiret penceresinden seyretmenin hikmet ve mârifetine ererler

Hak dostlarının hâl ve davranışları, umûmiyetle Hakk’ın murâdına muvâfık düşer Zîrâ Peygamber Efendimiz, Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu bildirir:

“…Kulumu sevince Ben onun (âdeta) konuşan lisânı, akleden kalbi, işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum…” (Buhârî, Rikâk, 38; Mecmau’z-Zevâid, II 248)

Hak dostlarının ahlâkı, Kur’ân’ın fiilî bir tefsîri olan Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın gönül dünyâsından feyizli akisler taşır Risâlet Güneşi Efendimiz’in sünnet-i seniyyesini titizlikle hayatlarına tatbik gayreti içinde bulunan Hak dostları, tıpkı nûrunu güneşten alan mehtap gibi, o nebevî ahlâkın güzelliklerini yansıtan berrak bir ayna mevkiindedirler Bunun içindir ki, onların hâl ve tavırlarını kalbî bir rikkatle seyredip o gönül erlerine muhabbetle bağlananlar, onların âleminde nebevî ahlâkın zarif tecellîlerini müşâhede ederler

Rabbimiz velî kullarına, ihlâs ve samîmiyetlerine mukâbil, gönüllerde tasarruf salâhiyeti ihsân eylemiştir Zîrâ onlar, önce kendi hayatlarında istikâmet üzere yaşayıp bizzat hâlleriyle, davranışlarıyla çevrelerine feyiz saçar, İslâm’ın zarâfet ve nezâketini temsil ve telkîn ederler Bunun için de müstesnâ bir tesir bereketine mazhar olmuşlardır

Yaşanmayan sözler ve samîmiyetten uzak riyâkâr davranışlar ise, içi boş ikramlar gibidir Bunlar, esen hayat rüzgârları karşısında çok geçmeden kaybolup giderler, geriye en ufak bir iz bile bırakmazlar Buna mukâbil Hak dostlarının kalplerde silinmez nakışlar bırakarak devâm etmelerinin sırrı; yüksek ihlâs, samîmiyet ve muhabbetleridir

Bu yönüyle tasavvuf da, sırf dünyadan el-etek çekmek, Yûnus’un buyurduğu gibi yalnızca tâc ile hırkaya bürünüp belli evrâd u ezkâr ile iktifâ etmek değildir Bilakis özü itibariyle tasavvuf, hayat ve kâinatta sergilenen sayısız hikmet tecellîleri ile rûhen derinleşerek ilâhî vuslat yolunda mesâfe alabilmektir Bu da ancak ilâhî azamet ve kudret akışları karşısında hiçliğini idrâk ederek her nefeste “Aman yâ Rabbî!” niyâzı ile yaşamaya bağlıdır

Hak dostları, içinde bulundukları her muhit için bir rahmet ve bereket vesîlesidirler Toplumun bütün kesimlerine açılan bir şefkat ve muhabbet kucağıdırlar Ayrıca onlar, îmân ehli için bir mıknatıs gibi câzibe merkezi hâlindedirler Zîrâ Cenâb-ı Hak, kendi ahlâkıyla ahlâklanmış olan bu sâlih kullarını sevmiş ve sevdirmiştir Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Îmân edip de sâlih ameller işleyenlere gelince, onlar için çok merhametli olan Allah, (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır” (Meryem, 96)

Bu sebepledir ki Hak dostları, fânî vücutlarından sonra da mâzî olmazlar, unutulmazlar, sevenlerinin gönüllerinde yaşamaya devâm ederler Cenâb-ı Hakk’ın, velî kullarına karşı nasipli gönüllere lutfettiği bu sevgi, aslında ebedî saâdet vesîlesi olan pek büyük bir nîmettir Zîrâ âhirette kişinin sevdiğiyle berâber olacağı, nebevî bir vaaddir Cenâb-ı Hakk’ın bu müstesnâ kullarını sevip onlara yakın bulunmaya çalışmak, kulu Rabbine yakınlaştırır

Bizler de şâyet Hakk’ın sevgili kulları olan velîlere muhabbet duyuyorsak, âhirette onlarla haşrolunmayı arzuluyorsak, onların ahlâkî güzelliklerinden nasîb almaya çalışmalıyız Çünkü sevginin alâmeti, sevenin, sevdiğindeki hâllerle hâllenmesidir Bu itibarla Hak dostlarının ahlâkına bürünmeye çalışmak için, güzel ahlâkın, onlardaki muhteşem tecellîlerini çok iyi idrâk etmek îcâb eder İşte Hak dostlarının ulvî ahlâkını aksettiren fârik vasıflardan biri:

Yüksek bir Kulluk Edebi: TEVÂZÛ

Hakk’a kulluk; öncelikle yüksek bir şuur işidir İlâhî kudret ve azamet karşısında hiçliğini idrâk etmek, Hakk’ın dilemesiyle yokluktan varlığa çıktığımız gibi, varlığımızı da O’nun lutf u keremiyle sürdürebildiğimizi, her an ve her nefeste O’na muhtaç olduğumuzu bilmek, kulluğumuzun özünü teşkil eder Yâni kulluk, saltanat-ı ilâhiyye içindeki âciz mevkiini görebilmek ve haddini bilebilmekten geçer Bunu lâyıkıyla görebilen bir insanda ise büyüklenmeye, varlık ve benlik iddiâsına mecâl kalmaz, engin bir tâzim ve edeb hâlinde;

“Alan Sen’sin, veren Sen’sin, kılan Sen! Ne verdinse odur, dahî nemiz var?!” diye Hakk’a ilticâ eden Hüdâyî Hazretleri gibi, kulluğunu îtirâf ile hamd, şükür ve rızâ hâlinde bulunur Dolayısıyla tevâzûdan nasibi olmayanlar, Rabbin kudret ve azametini lâyıkıyla idrâk edemeyenlerdir

Yine ârifler sultânı Hazret-i Mevlânâ’nın:

“Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum Ben âciz kul, kulluğumu îfâ edemediğimden utandım ve başımı önüme eğdim Her köle âzâd edilince sevinir İlâhî! Ben ise, Sana kul-köle olduğum için sevindim” niyâzında olduğu gibi, hakîkî tevâzû, kulu ilâhî azamet karşısında yokluğunu îtiraf ile boyun eğmeye sevk eder

Nitekim Peygamber Efendimiz’in torunu Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-’ın Kâbe’yi tavâf edip Makâm-ı İbrâhim’de iki rekât namaz kıldıktan sonra içli içli tekrarladığı şu yakarışı, kulluk edebine dâir ne güzel bir misaldir:

“Yâ Rabbî! Sen’in küçük ve zayıf kulun kapına geldi Allâh’ım! Âciz hizmetçin kapına geldi Yâ Rabbî! Dilencin kapına geldi, Sen’in yoksulun kapına geldi!

Bu yanık ilticânın ardından oradan ayrılan Hazret-i Hasan Efendimiz, yolda bir ekmek parçasıyla karınlarını doyurmaya çalışan yoksul insanlara rastlar Selâm verir Onlar da Hazret-i Hasan’ı mütevâzı yemeklerine dâvet ederler Peygamber torunu Hazret-i Hasan o yoksullarla birlikte oturur ve:

“–Bu ekmeğin sadaka olmadığını bilseydim sizinle birlikte yerdim” buyurur Ardından da:

“–Haydi kalkın, bizim eve gidelim!” der O yoksulların karnını bir güzel doyurduktan sonra onlara elbiseler giydirir, ceplerine de bir miktar para koyup uğurlar” (Ebşîhî, el-Müstatraf, Beyrut 1986, I, 31)

İşte gerçek bir tevâzû hâli, mü’mini Rabbine ve O’nun yarattıklarına karşı böyle bir duygu derinliği içinde yaşatan, yüksek bir kulluk edebidir Bu edebi, şahsiyetlerine güzelce nakşedebilenler, her hâl ve hareketlerinde ölçülü ve dikkatli olurlar Oturuşlarında, kalkışlarında, giyim-kuşamlarında, konuşmalarında, sükûtlarında, duruşlarında, yürüyüşlerinde, velhâsıl her hâllerinde bu edebin tezâhürü içinde bulunurlar Cenâb-ı Hak buyurur:

“Rahmân’ın (rahmetinin tecellî ettiği) kulları ki, yeryüzünde vakar ve tevâzû ile yürürler” (el-Furkan, 63)

“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin” (el-İsrâ, 37)

“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme Zîrâ Allah, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri aslâ sevmez” (Lokmân, 18)

Âyet-i kerîmelerde, mağrur adımlarla ve çalım satarak yürümek, men edilmiştir Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın yokuştan iner gibi hızlı ve vakur adımlarla önüne bakarak yürüyüşü de O’nun mütevâzı hâlinden bir numûnedir Nitekim bu ahlâk-ı hamîde, Hak dostlarının da şiârı olmuş, tasavvufta “nazar ber kadem” tâbiriyle bir düstur hâline getirilmiştir

Yürürken ayak uçlarına bakmakta; tevâzû, edeb, haddini bilmek, gözü haramdan korumak, Allah ve Rasûlü’nün emirlerine bağlılık gibi fazîletler vardır

Sadece yürürken değil, her hâlükârda mütevâzı olmak, Hakk’ın muhabbetine vesîle olur Nitekim hadîs-i şerîfte:

“…Kim Allah için tevâzû gösterirse Allah onu yükseltir, kim de kibirlenirse Allah onu alçaltır” buyrulmuştur (Heysemî, X, 325)

Hak dostu Mevlânâ Hazretleri de, tevâzû husûsunda toprağın hikmetini okuyarak tevâzûda toprak gibi olmaya dâvet eder:

“Allah buyurdu ki: «Ey insan, dikkatle bak da gör, senin topraktan yaratılmış bedenine, rûhumdan bir tohum ektim, seni yücelttim Sen bu toprağın bir tozu iken, seni üstün bir varlık yaptım Sana akıl verdim, aşk verdim Sen bir hamle daha yap da, topraklığı, yâni tevâzuu kendine sıfat, huy edin Ben de, seni bütün yarattıklarımın üstüne emîr kılayım

Şeyh Sâdî-i Şîrâzî ise, tevâzuun mânen yükseliş sırrına dikkat çekmek üzere suyu hikmet nazarıyla okuyup şöyle buyurur:

“Sel, heybetle aktığı için baş aşağı yuvarlanıp gidiyor Çiğ damlası ise, küçücük ve âciz olduğundan, güneş onu sevgiyle yükseklere çıkarmaktadır

Hak Teâlâ’nın kullarında görmeyi murâd ettiği tevâzû hâli, ilâhî müjdelere nâiliyet vesîlesidir Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…(Rasûlüm!) O ihlâslı ve mütevâzı insanları müjdele! Onlar öyle kimseler ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer; başlarına gelene sabrederler, namaz kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah için) harcarlar” (el-Hac, 34-35)

Dolayısıyla ihlâs ve tevâzû, Hakk’a kulluk mes’ûliyetlerimizin îfâsında hayâtî bir ehemmiyeti hâizdir

Kılıç, Boynu Olanın Boynunu Keser…

Varlık ve benlik iddiâsından uzak, mütevâzı insanlar, pekçok mânevî tehlikeden emin olurlar Mevlânâ Hazretleri, bu hakîkati şu teşbîh ile îzâh eder:

“Kılıç, boynu olanın boynunu keser… Gölge, yerlere döşenmiş olduğundan hiçbir kılıç darbesi onu yaralamaya muvaffak olamaz

Ayrıca sâhibini mânen yücelten hakîkî tevâzû, kişinin hikmet ve mârifetinin de artmasına, basîretinin açılmasına vesîle olur Bu meyanda da Mesnevî’de şöyle buyrulur:

“Tevâzû sebebiyle sûretâ alçalsan bile, Allah senin gözlerine, doğru görmek basîretini ihsân eder Artık her şeyin hakikatini açıkça görür, «Allâh’ım, bize bütün eşyânın hakikatlerini olduğu gibi göster» hadîs-i şerîfinin sırrına muttalî olursun

Tevâzû; merhameti, hizmeti, cömertliği doğurur Mütevâzı insan, hizmet ehlidir, merhametlidir, şefkatlidir Bunun zıddına tevâzûdan nasipsiz bir insan, kibirlidir, hasistir, ilâhî lutuflardan mahrumdur

İmâm-ı Şârânî “el-Bahrü’l-Mevrûd” adlı eserinde der ki:

“Bir mânevî mecliste en çok istifade eden, orada en çok tevâzû ve mahviyet gösterendir Çünkü rahmet-i ilâhî dâimâ fakîrü’l-meşreb, mütevâzı kimselerin gönlüne nüzûl eder Görmüyor muyuz ki, yağmur suları bile dâimâ çukurlar ve ovalarda toplanıyor, derelerde akıyor

Efendimiz’in Tevâzuu

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyururlar ki:

“Allah Teâlâ bana; «Birbirinize karşı öylesine alçak gönüllü olun ki, hiçbir kişi diğerine karşı haddi aşıp zulmetmesin Yine hiçbir kimse, bir başkasına karşı böbürlenip üstünlük taslamasın» diye vahyetti” (Müslim, Cennet, 64)

Güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilen Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, hür ve kölelerin dâvetine icâbet eder, bir yudum süt de olsa hediyeyi kabul eder ve ona hediye ile mukâbele ederdi Toplumda hor görülen, küçümsenen câriye veya yoksul insanların isteklerine cevap verme husûsunda da büyük bir titizlik gösterirdi

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- ashâbıyla birlikte Bedir’e doğru yola çıktığında, deve sayısı yetersiz olduğundan, bir deveye sırayla üç kişi biniyordu Fahr-i Kâinât Efendimiz de, devesine Hazret-i Ali ve Ebû Lübâbe -radıyallâhu anhümâ- ile nöbetleşe biniyordu Yürüme sırası Efendimiz’e gelince arkadaşları:

“–Yâ Rasûlallah! Lütfen siz binin! Biz, Siz’in yerinize de yürürüz” dediler Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise:

“–Siz yürümeye benden daha tahammüllü değilsiniz Ayrıca ben de sevap kazanma husûsunda sizden daha müstağnî değilim” buyurdu (İbn-i Sa’d, II, 21)

Mekke fethi, müslümanların yirmi sene çektiği çile, ıztırap ve zulümlerden sonra Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine lutfettiği en büyük zaferdi Ancak Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Mekke’ye zafer işâretleriyle değil, devesinin üzerinde secdeye kapanmış olarak ve bir şükür edâsı içinde girmiştir En cüz’î bir benlik tezâhürüne karşı koymak üzere de:

“Ey Allâh’ım! Hayat, ancak âhiret hayâtıdır!» niyâzında bulundu (Vâkıdî, II, 824; Buhârî, Rikâk, 1)

Mekke’nin fethi günü, korku ve heyecandan titreyerek:

“–Yâ Rasûlallâh! Bana İslâm’ı telkîn buyurunuz!” diyen hemşehrisini, imkânlarının en zayıf olduğu zamandan misâl vererek teskin etti ve:

“–Sâkin ol kardeşim! Ben bir kral veya hükümdar değilim (Muhtereme vâlidesini kastederek) Kureyş’ten güneşte kurutulmuş et yiyen senin eski komşunun yetîmiyim!”1 diyerek kâ’bına varılmaz bir tevâzû gösterdi

Yine aynı gün, ihtiyar babasını sırtına alarak huzûruna getiren ve ona îman telkîn etmesini isteyen Hazret-i Ebû Bekir’e:

“–Yâ Ebâ Bekir! Şu ihtiyar babanı neden buraya kadar yordun? Biz onun yanına gidemez miydik?!” karşılığını verdi2

Kendisine aşırı tâzim gösterenlere de:

“Siz beni, hakkım olan derecenin üzerine yükseltmeyiniz! Çünkü Allah beni «Rasûl» edinmeden önce «Kul» edinmişti” ikâzında bulundu (Heysemî, IX, 21)

Ashâbın Tevâzuu

Nebevî terbiye altında yetişen sahâbe nesli de Allah Rasûlü’nün tevâzû hâlinden müstesnâ nasipler almışlardır

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Allah Rasûlü’nün ifâdesiyle; “üçüncüleri Allâh olan ikinin ikincisi”3 olmasına ve yine Efendimiz’in; “Ebû Bekir bendendir, ben de ondanım…”4 buyurmasına rağmen, halîfeliğe seçildiğinde îrâd ettiği ilk hutbede:

“Ey insanlar, en hayırlınız olmadığım halde başınıza emir tayin edilmiş bulunuyorum” diyerek vazîfesindeki yüksek dirâyetine rağmen Hak Teâlâ’nın lutf u ihsânını ümîd ederek tevâzûdan müstağnî kalmamıştır

a

Selman -radıyallâhu anh- Medâin vâlisiyken, Şam’dan bir tüccar gelmişti Tüccar, yükünü taşıyacak bir hamal ararken, sırtında bir aba olan Selman -radıyallâhu anh-’a rastladı Onu tanımadığı için de; “–Gel şunu taşı!” dedi

Selman -radıyallâhu anh- yükü sırtlandı Halk vâliyi birinin yükünü taşırken görünce adama hemen durumu îzah ettiler Şamlı tüccar derhâl özür dileyip yükü almaya çalıştıysa da Selman -radıyallâhu anh-:

“–Zararı yok, yükü evine götürene kadar sırtımdan indirmeyeceğim” karşılığını verdi (İbn-i Sa’d, IV, 88)

a

Peygamber müezzini Bilâl -radıyallâhu anh-, siyâhî idi Ebû Zer -radıyallâhu anh- ona bir kızgınlık ânında; “Ey kara kadının oğlu!” diye hitâb etti Bu sebeple Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, ona kızdı Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın sonraki bir hâlini Ma’rûr bin Süveyd şöyle anlatır:

“Ben, Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ı üzerinde değerli bir elbiseyle gördüm Aynı elbiseden kölesinin üzerinde de vardı Kendisine bunun sebebini sordum; Ebû Zer, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında bir kişiye hakaret ettiğini ve onu annesinden dolayı ayıpladığını anlattı Bunun üzerine Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona şöyle buyurmuş:

«Sen, kendisinde câhiliye huyu bulunan bir kimsesin Onlar sizin hizmetçileriniz ve aynı zamanda kardeşlerinizdir Allah onları sizin himâyenize vermiştir Kimin himâyesinde bir kardeşi varsa, kendi yediğinden ona yedirsin, giydiğinden de giydirsin Onlara üstesinden gelemeyecekleri şeyleri yüklemeyiniz Şâyet yükleyecek olursanız kendilerine yardım ediniz»” (Buhârî, Îmân 22, Itk 15; Müslim, Eymân 40)

Tevâzûda Îtidâl

Tevâzûda aşırıya kaçmak, kişiyi ya zillete ya da dolaylı bir kibre götürür Asıl tevâzû, mânen seviyeli insanların kârıdır Böyle olmadığı hâlde, öyleymiş gibi davrananların yaptıkları, tevâzû kisvesi altında böbürlenmek ve riyâkârlıktır

Şeyh Sâdî ne güzel söyler:

“Fıstık misâli kendisinde bir iç var zanneden kimse, soğan gibi hep kabuk çıkar

Buna göre kıymeti hâiz bir vasfı olmayan kimselerin o vasıfla ilgili kullandıkları tevâzû ifâdeleri, ayrı bir riyâ misâlidir

Meyveleri olgunlaşmış ağaçların, dallarını yere eğip insanlara ikrâm etmesi gibi; ancak akıl, ilim ve hikmet sahibi seçkin insanlar mütevâzı ve ikram sahibi olurlar Şu hâlde insanoğlu, gösterişe dayalı nefsânî şöhret ve heybetten ziyâde, iç âlemini bütün varlıkların istifâde edebileceği bir hazine hâline getirmelidir

Kimileri ise kendileri hakkında “ne mütevâzı insanmış” dedirtmenin nefsânî tatminkârlığı maksadıyla tevâzû gösterirler Bu riyâkâr hâl, aslında “tevâzûun fahrı”ndan, yâni tevâzû görüntüsü verilmiş bir kibirden ibârettir Meselâ; “–Ben fakir, âcizâne, ancak şu kadar hayır-hasenat yapabildim, şöyle şöyle ibâdetlerim var” gibi sözler, gurur ve kibrin, tevâzû perdesi altında sergilenmesinden ibârettir Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle buyurur:

“İnsanlar arasında kendisini fazla zemmeden kimse, hakikatte kendisini övmüş olur Bu ise riyâ alâmetlerindendir

Dolayısıyla tevâzûda aşırıya kaçmak da tehlikelidir Zîrâ kibir ve gurur, nefsi palazlandırırken rûhu öldüren zâhirî yükselişlerdir Hazret-i Mevlânâ bu hususta şöyle îkâz eder:

“Köle gibi mütevâzı ol da at gibi yerde yürü Omuzlarda yürüyen tabut gibi yükselmeye kalkışma Nefis çok övülme yüzünden firavunlaştı Sen, alçak gönüllü ol; (ne kadar ulu olsan da) ululuk taslama

Asıl tevâzû, nefsi Hakk’a karşı kulluk, halka karşı insaf makâmında bulundurmaktır Yani Allâh’ın emirlerine samîmiyetle itaat edip kusur ve acziyetini îtirâf etmek, insanların da haklarına riâyet edip onların doğru sözlerini kabûl etmek, hakîkatler husûsunda nefsânî bir inatlaşmaya girmekten sakınmaktır Nitekim Fudayl bin İyâz -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurur:

“Tevâzû; ister câhilden, ister çocuktan olsun, hakkı duyduğun vakit, ona boyun büküp onu kabul etmendir

Mânevî Terbiyede Tevâzû İksîri

Bir atasözünde; “Tevâzû, şeref avlayan bir avcıya benzer” denilir Hakîkaten mânevî izzet, şeref ve mertebeleri kazandırmakta, tevâzû kadar müessir bir başka vâsıta yoktur Bunun zıddına kibir ve benlik dâvâsı gütmek, Cenâb-ı Hakk’ı son derece gazaplandıran kötü huylardır Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- bu hususta şöyle buyurur:

“Kul dünyâ nimetlerinden bir şey sebebiyle kibirlendiğinde Allah Teâlâ, o nîmet kulundan gidinceye kadar ona buğzeder

Mânevî terbiyeye de, öncelikle nefis tezkiyesiyle başlanır Nefisten en zor çıkarılabilen kötü huy; kibir ve benliktir İlk mutasavvıflardan Ebû Hâşim es-Sûfî:

“Kalpte yer etmiş bir kibri kazımak, dağları iğne ile kazmaktan daha zordur” buyurmuştur Fakat bu başarılmadıkça da mânen tekâmül edebilmek, dînin hedeflediği kâmil insan olabilmek mümkün değildir Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi:

“Bir kişi, kendinden geçerek yokluğa ulaşır, yokluk o kişiye manevî bir ziynet olursa, o kişinin Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gibi gölgesi kalmaz Yani o kişi hayâlî ve gölge varlığından kurtulur

Aslı yokluk olan, yâni yokluktan gelen insanoğlunun varlık ve benlik iddiâsına kalkışması, ne büyük bir bedbahtlıktır Bütün dünyevî dayanaklar ve nefsânî hazlar da kulun bu gaflete düşmesine zemin hazırlayan imtihan tuzaklarıdır Bu tuzağa düşen mağrur kimseler, oltadaki yemin bir anlık lezzeti için kendini helâke sürükleyen balıklar gibidirler Mevlânâ Hazretleri bunu ne güzel îzâh eder:

“Varlık ve benlik, insanı adam akıllı sarhoş eder; aklını başından, utanma duygusunu gönlünden alır

Şeytan, bu sarhoşluğa kapıldı da; «Âdem niçin benden üstün olsun; bana reis olsun?» dedi de lânete uğradı

Bu bakımdan kibir âfetini nefisten silip atmak, hayâtî bir vecîbedir Hasan-ı Basrî Hazretleri:

“Tevâzû, karşılaştığın her müslümanın senden üstün olduğunu kabul etmendir” buyurur

Ârifler sultânı Nakşibend Hazretleri, intisâbının ilk yıllarında insanların gelip geçtiği yolları temizlemiş, hastalara, âcizlere, hattâ yaralı hayvanlara hizmet etmiştir Bu şekilde büyük bir tevâzû ve hiçliğe bürünmüş, pek çok mânevî mertebelere de bu hizmetleri bereketiyle nâil olduğunu ifâde etmiştir Onun nâil olduğu tecellîlerin âdeta sırrını ifâde eden şu mısrâları pek mânidardır:

Âlem buğday ben saman,

Âlem yahşî ben yaman!

(herkes tam, ben kusurlu)

İşte bu kalbî kıvâma erdikten sonra kişi asıl mânevî terakkî yoluna girmiş sayılır Mevlânâ Hazretleri bu kalbî kıvâma erenlere şöyle seslenir:

“Yola düşersen, sana yol açarlar Yok olursan, seni varlığa ulaştırırlar

“Varlığın aynası nedir? Varlığın aynası yokluktur Ey Hak âşığı! Eğer ahmak değil isen, Hakk’ın huzuruna yokluk götür

Kibir gibi bir sıklet ve gaflet ile mânen mesâfe alabilmek imkânsızdır Zîrâ Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

“Kibir, bele bağlanmış taş gibidir Onunla ne yüzülür ne de uçulur

Bunun içindir ki Hak dostları, nefislerini tezkiye edebilmek için evvelâ varlık ve benlik elbisesini çıkarmışlar, yokluk ve hiçlik libâsını büyük bir samîmiyetle giymişlerdir Ancak bu merhaleden sonra mânâ sultanlığına nâil olmuşlardır

Nitekim cihan padişahlarına yön veren Hüdâyî Hazretleri, mânevî terbiye için Üftâde Hazretleri’ne intisâb ettiğinde ilk olarak kendisinden dünyevî ve nefsânî dayanaklarını terk etmesi istenmiştir Bu meyanda da kadısı olduğu Bursa’nın çarşısında, süslü kaftanıyla ciğer satması emredilmiş, akabinden de dergâhın helâ temizliği hizmeti verilmiştir

Yine büyük Hak dostu Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de ilim âleminin âdeta güneşi mevkiinde iken Dehlevî Hazretleri’nin önünde diz çökmüş, verilen helâ temizliği vazîfesini titizlikle îfâ etmiştir Böylece tevâzû, yokluk ve hiçlik tâcını giymiş, netîcede üstâdının iltifatlarına ve mânevî ikramlara mazhar olmuştur

Velhâsıl, mânevî olgunluk için hiçbir zaman tevâzû libâsını üzerimizden çıkarmamamız îcâb eder Tevâzûsuz bir kulluk, noksan ve illetli bir kulluktur Benlik ve kibir ise, tıpkı şeytan -aleyhillâ‘ne- misâlinde olduğu gibi, kişiyi küfre kadar götürebilen en tehlikeli âfetlerdendir

Hak dostları, tevâzûyu kendileri için hayat düsturu edindiklerinden, Hakk’ın büyük nîmetlerine mazhar olmuş, mâneviyat semâsının yıldızları hâline gelmişlerdir Eriştikleri mânevî salâhiyetle de ömürleri boyunca insanların irşâdına gayret ettikleri gibi, fânî ömürlerinden sonra da irşâda devâm etmektedirler

Rabbimiz, Hak dostlarının tevâzû, yokluk ve hiçlikle yücelmiş gönül iklîminden kalplerimize hisseler ihsân eylesin Kulluğumuzu ve haddimizi bilip vazîfe ve mes’ûliyetlerimizi kemâl-i edeple îfâ edebilmemizi müyesser kılsın!

Âmîn…

Dipnotlar: 1) Bkz İbn-i Mâce, Et’ime, 30; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat, II, 64 2) Bkz Ahmed, VI, 349; Heysemî, VI, 174; İbn-i Sa’d, V, 451 3) Bkz Buhârî, Tefsir, 9/9 4) Tirmizî, Menâkıb, 20



Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.