Prof. Dr. Sinsi
|
Barok Düşünce...
I
Batının tinsel hayatını yüzyıllar boyunca belirleyen, Akıl'dır Daha klasik ilkçağın ilk yıllarında, Sokrates öncesi filozoflardan Herakleitos'la Logos'un egemenliği başlar Bu da aklın egemenliğinden başka birşey değildir Batı kültüründe aklın bu durumunu kabul etmek istemeyen çağlar olmuştur Bununla ilgili örnekler pek boldur İlkçağ ve Yeniçağ felsefesindeki türlü septik (şüpheci) akımlar; yahut inanç ile bilgi ikiliğinde bilginin yeri, yahut doğuştan idealar üstüne yapılan çok ünlü kavga: Bu kavgada bilindiği gibi, Jhon Locke ile ampiristler (deneyciler) bu ideaların varlığını Descartes'a karşı yadsımışlardır
Ama bunlar akla alçak bir yer vermek için çabalarken, ona bilmeden, ya da istemeden gene en yüksek yeri vermişlerdir Skolastik, yani orta-çağ felsefesi, akla dayanan bilgiye aşağı bir yer verirken bunu temellendirmek çin Aristoteles'in mantığını kullanmaktadır Gene aynı skolastik felsefe, Tanrının varlığının kanıtlamaya kalkıştığı vakit, bunu da aklın araçlarıyla yapmaktadır "Kanıtlamak" eylemi kendi başına, burada sadece akla dayanan bir etkinliğin söz konusu olduğunu açıkça göstermektedir
Locke da, akıl hakikatleri yani doğuştan hakikatler yoktur dediği vakit bunu aklın araçlarıyla temellendirmektedir
Romantiklerin duygu-akıl ikiliğinde bile durum buna benzer Romantik çağ duyguya birinci yeri verir ama, o da eninde sonunda bunu akla başvurarak yapar
Demek ki Batı kültür çevresinde, aklı aşağı göen ya da onun değerini yadısıyan olmuşsa bunlar, aklın, daha da kuvvetle gelişmek için kendi kendisini diyalektik bir şekilde geçici olarak yadsıdığı zamanlardır
Akla apaçık en yüksek yeri veren, onun egemenliğini kabul eden batı kültür çağlarını ele aldığımızda görüyoruz ki -bu da banal bir hakikattir- bu çağların herbiri, aklı kendine özgü bir şeklide dile getirmektedir Bizi şimdi ilgilendiren, Rasyonalizm (akılcılık) ve Aydınlanma adlarıyla anılan zamandır
II
Bu akımda insanın ilk olarak gözünee çarban nokta, zaman bakımıdan, sanatta öyle bir çağla bir düşmesidir ki, bu çağ birçoklarınca aklın yadsınması çağı olarak görülmektedir: Bununla Barok'u kasdediyorum Ben diyorum ki, rasyonalist-aydınlanmacı tinsel akım, Barok'un karşıtı ya da çeşitliliği olmak şöyle dursun, onunla paralel karakterler gösterir, bununla da kalmaz, aralarında çok derine giden birözdeşlik olduğunu açığa vurur Bu düşünceyi temellendirebilmek için Barok sanatın bazı ana karakterlerini belleğinizde canlandıracağım
III
Bilindiği gibi, Barok'un mimarlığı, resmi, plastiği, Renaissance sanatının zaman bakımından devamıdır Öyle ki, Renaissance'tan Barok'a geçişin, çağdaşlar tarafından çok kere farkına varılamamıştır Ancak sonraları görülmüştür ki, 16 yüzyılın sonu ile 17 yüzyılın başında, sanat üstüne düşünce ve sanat çalışmaları herhagi bir şekilde değişmiş -Bu değişme acaba nasıl bir değişme idi? Renaissance sanatı antik sanatın sadece yeniden canlanmış şekli değildir Burada -birçok kişinin yaptığı gibi- Renaissance sözcüğüne kapılarak böyle sanmamak gerekir Örneğin, Renaissance mimarlığında gördüğümüz kubbeli merkez bina antik değildir Renaissance'ın portre gibi, canlı heykelleri de antik plastik değildir Aynının daha kuvvetle resim için söyleyebiliriz Trecento'nun, quatrocento'nun, cinquecento'nun 813 , 14 , ve 15 yüzyıl) resim sanatının eskil (antik) resimle ilgisi oldukça gevşektir Bu büyük Felemenk ressamlarının da gösterdikleri gibi, batının oldukça orjinal yaratmasıdır
IV
Bütün bu sanat kolları, antik toplumdan büsbütün başka türlü düzenlenmiş bir toplumun, başka türlü gelişmiş bir insan tipinin -Renaissance insanının- yapıtlarıdır
Ama antik sanatla Renaissance sanatı, belirli önemli noktalarda birbirine uymaktadır Her iki çağ da ölçücülük içinde mükemmelliğe, birlik içinde düzene yönelmiştir Her ikisinin ülküsü, sakinlik, statk uyum, dengedir Her ikisi de salt varlığı, ama idealleşmiş salt varlığı betimlemek ister Demek ki, Renaissance'ın böyle ölçü, orantı ve uyuma dayanan sanatı, akla dayanan bir sanat olarak karakterlenirilebilir Tabii akıl kavramını en geniş kaplamı ile almak koşuluyla
V
Barok'un çıkış noktası, dediğimiz gibi, Renaissance'tır Kaynağı, İtalya'da sanatın üç dalını kendinde toplamış olan bir tek sanantçının; Michelangelo'nun etkinleri ile eserlerinden Barok'un ne olduğu anlaşılabilir Michelangelo, ilk çağın heyecanlı bir hayranıdır, ama onun bu hayranlığı ölçüsüzdür Yunanlıların tanrılardan bir armağan saydıkları, plastiklerinde ölçü ve uyumla betimledikleri insan vücudu güzelliğini Michelangelo mermerden, anlamla dolu olarak meydana çıkarmak istemektedir Onun eserleri, bilen, tasalı, dertli varlıkları canlandırırır -tıpkı yaratıcılarının kendisi gibi- Böylece Michelangelo bize Barok sanatının anahtarını vermektedir: Renaissance'taki uyum, Barok'ta duruyor, ortadan kalkmamış, ama bu uyum statik olmaktan çıkmış, dinamik olmuş Renaissance'ta sanat mükemmelllik içinde sinirlandırılmış idi Şimdi bu sınırlılık da, sınırlı olmayana açık bir kapısı olursa kabul edilmektedir Renaissance sanatının karakterlerinden biri sükünet ve dengelilik idi Barok'ta da sükunet var ama, heyecanın çıkış noktası yahut sonu olarak var Böylece Barok'ta savaş dengeden, taşkınlık sakin varlıktan daha değerlidir
Barok, acunun duyularla yakalanan gerçeğini betimlemek ister, bununla da kalmaz, onu abartır İşte onun abartılı natüralizmi bundan gelmektedir
VI
Barok'un bazı görünüşlerini, bazı başarılarını, 17 yüzyıl insanının psikolojisi ile açıklamak isteyenler vardır Gerçekten bu zamanın insanı, çok kuvvetli tinsel gerginliklerin etkisinde bulunuyordu Barok insanı da, Renaissance insanı gibi, bilmeye susuzdur Yalnız dünyaya ve doğaya egemen olma isteği çok azalmıştır, daha doğrusu safdilliği çok azalmıştır Din reformu ile Karşı-reform, henüz yeni dinmiş din savaşları ve, birçokları için pek felaketli olan Otuz yıl savaşları, ona insan hayatının ne kadar zavallı, ne kadar çürük temelli olduğunu göstermiştir Onun için bu insan, yeryüzünde kurutluşu ve rahatı mutlak devlette aramaktadır İşte, Barok'un heybetli saray ve devlet dairelerinin anlamı budur
VII
Barok'un, Gotiğin bir tekrarı olduğundan da söz edilmiştir Bazı kimseler onun, Avrupa kültüründe ilk erken romanti çağ olduğu düşüncesini de savunmuşlardır Bence bu düşüncelerin her ikisi de yanlıştır Çünkü Gotik sanatı, ve en çok Gotik mimarlığı; düşünce, inceleme ve aklın ürünüdür, ama buradaki akıl teologyanın ve yalnız onun hizmetindedir Romantizm ise aklın zararına duygunun göklere çıkarılmasıdır Barok nasıldır? O, Renaissance'ın gerçekten devamıdır, ama onun, ifadeli olanın, sükunetsizin, dinamik olanın yönünde gelişen, abartılı bir devamıdır Renaissance akla dayanıyorsa, Barok daakladayanıyor; şu ayrılıkla ki, Barok'ta akıl; ölçülülük denge ile yetinmemekte, adeta kendini sarhoşluğa vermektedir Yahut da şöyle diyelim: kendi gelişmesinin sarhoşluğu içindedir Barokta akıl gei plana kaçmaz tersine, çiçek gibi açar
VIII
Asıl konum olan Barok düşünceye geçmeden önce, sanatın başka bir alanında; 17 ve 18 yüzyıllar müziği üzerinde kısaca durmak isterim 17 yüzyıl operanın doğuş ve ilk gelişme çağıdır Böyle olduğunu anlamak için Monteverdi'nin, Purcell'in, Lulli'nin adlarını hatırlamak yeter Bu opera, rasyonel yani akla uygun bir şekilde düzenlenmiş bir eserdir Bunda insan alınyazılarının ve dramatik durumların müzik araçlarıyla abartılı betimlenmesine tanıklık ediyoruz Bu abartılı rasyonellik, müziğin başak bir kolunda daha da kuvvetli bir şekilde kendini göstermektedir Kasdım, 18 yüyılın birinci yarısının Johann Sebastian Bach tarafından temsil edilen salt müziğidir Bunda batı aklı, yeryüzündeki malzemelerin uyarmaya ve heyecana en uygunu olan müzikte en büyük zaferini kutlamaktadır Bunu, J S Bach'ın herhagi bir eserini örneğin, bir Brandenburg Konçertosunu, ya da herhangi bir korosunu dinlediğimiz zaman hemen kavrarız Bu eserlerde matemaki bir yapıya sahip partisyon, dinleyiciyi hiçbir eserin başaramadığı kadar kuvvetle sarıyor Burada gerçekten akıllılık içinde sarhoşluk, formalist bir tarzda kurulmuş bir metinde en derin heyecan egemendir
Bazı yazarlar, 17 ve 18 yüzyıllar mimarlığı ile müziği arasındaki derin "metafizik" paralellikten, hatta "metafizik" birlikten söz ederler "Metafizik" sözünden pek hoşlanmam; ama bu yazarların, pek hoş olmayan bu sözcükle derin bir hakikate parmak bastıkalrını kabul etmek zorundayım Yalnız mimarlık ile müzikte değil, güzel sanatların bütün dallarında hep aynı akıl, kendinden emin, kendini sarhoşluğa salıveren ve sarhoş eden, gene de serin kalan akıl, -bir sözcükle, çiçek gibi açan akıl- en başta etkendir
Böyle olunca, aynı çağın düşüncesinin de aynı karakteri taşıyıp taşımadığını, -bir sözcükle, bu düşünceyi barok'luk niteliği ile karakterlendirmek olabilir mi olamaz mı,- bunu incelemek hemen akla gelmektedir
IX
İlkin 17 -18 yüzyıl felsefesini ve en ön planda Rene Descartes'i inceleyelim: Descartes felsefesinin temel direklerinden biri matematik yöntemdir Matematik Descartes'ta geneldüşünüş yöntemi basamağına yükselmektedir Çünkü, rasyonel bir bilim olan matematik, disiplinlerin en sistemlisidir Matematiğin temelleri Descartes'a göre sezişle kavranan akıl hakikatleridir Ama bu sezginin veriği hakikatlerden sonra "diskürsif" olarak yani adım adım kurulmaktadır Böyle bir disiplinin genel düşünüş yöntemi haline yükseltilmiş olması, çok dikkate değer Bu, aklın egemenliğe yükselmesinden başka birşey değildir Bunu bir yana bırakalım ve Descartes'ın felsefesinin içine biraz bakalım Bu felsefenin çıkış noktası, bilindiği gibi, metodik şüphe ve onun ardından gelen "cogito ergo sum" (düşünüyorum öyleyse varım) dır Bundan sonra felsefe sistemi, bir matematik sistem gibi adım adım kurulmaktadır Demek ki Descartes sistemi statik bir düşünüş binasıdır Bu bina, tuğla ve taştan yapılmış bir yapı gibi, her düşünüşe yeni bir düşünüş katılarak kurulmuştur Ama, baştan aşağıya rasyonel bir kuruluşa sahip olan bu binanın içine, birdenbire bir hayal ürünü giriveriyor: Descartes, maddesel acunu iyi çalışan koskocaman bir saat mekanizması olarak düşünüyor Tanrı bu saati matematik kanunlara göre yaratmış; bu saat "Quantite de mouvement" (devinim niceliği) ilkesine göre çalışmaktadır Kütle ile hızın çarpımı olan bu ilke, bir değişmezlik ilkesidir, yani bütün fizik değişmelerinde hep değişmez olarak kalır Tanrı onu, acunu yaratırken acunun içine koymuş, başka deyimle, saatı bu ilke ile kurmuş, şimdilik saat işlemektedir
Bu görüş çiçek gibi açan, kendini sarhoşluğa veren aklın bir ürünü değil de nedir? Burada, hayal yetisi, en yüksek ölçüde rasyonel bir disiplin olan matematiği, hem sistemli hem fantezili olan bir acun görüşünü kurmak amacıyla kullanmaktadır
X
Şimdi Spinoza'nın felsefesini ele alalım Spinoza, felsefe sistemini kurmaya tözün (cevher'in) tanımı ile başlar ve rasyonel bir düşünüş zincirinden sonra, tutarlı olarak, asıl varolanın ancak Tanrı olabileceği sonucuna varır Böylece, Spinoza dıştan görünüşü sıkı matematik, ama içeriği panteist bir sistem kurmaktadır Bu sistemde, tıpkı bir matematik disiplininde olduğu gibi, rastlantıya hiç yer verilmemiştir Bu panteist sistemin yapısı nasıldır? Spinoza'nın en ünlü kitabı olan Etika, şu çok anlamlı ikinci başlığı taşımaktadır: "de more geometrico demonstarta"; yani, sade söylemek gerekirse: Geometri ile ispat edilmiş -Gerçekten, bütün kitap, Öklid geometrisinin bir taklididir Bunda tanımlar, belitler (axiome) konmakta, bunlara dayanılarak teoremler ispat edilmektedir Böyle bir sistemin mantık bakımından eleştirimini bir yana bırakıyorum Bunun mantıkla meşrulaştırılamayacağını hiç ele almayacağım Hakikat şudur ki, burada da matemakit, yani soğukkanlı akıl kendi kendini aşıp bütün gerçeği hem sistemli he fantezili bir monist düşünüş sistemi içine zorla sokmaktadır
XI
Ya Leibniz? Leibniz, klasik metafizikler içinde, ufku en geniş, yapısı en "muhteşem" olanını yaratmıştır Ona göre bütün gerçek, Monad'lardan meydana gelmektedir Monad'ların sayısı sonsuzdur Bunlar maddesel olmayan, ruhsal tözlerdir Töz tanımına göre dışarıdan bir etki olamayacağına göre, "Monad'ların dışarıya pencereleri yoktur" Öyleyse monadlar, yani varlıklar arasındaki etki-tepki nasıl oluyor? Tanrı acunu yarattığında, bütün monadları bir birine karşı ayarlamış Öyle ki, ruhun başka bir ruh üstünde etkisi gerçekte bir etki değil, Tanrının önceden kurduğu düzen Öncel uyum sonunda ruhların birbirine göe davranmasıdır Ne beden ile ruh arasında, ne de ruhlar arasında etki yoktur Bütün bu gibi olaylar, uygunluklardan başka birşey değildir Herşey, hatta en zavallı taş parçası bile, ruhludur ve bu öncel düzene, bu uyuma göre davranmaktadır Heryerde uyum egemendir Evrenin durumu, türlü aletlerin başka başka şeyler çalmalarına rağmen aralarında uyum olan bir orkestraya benzer
Peki beden acunu, fizik acunu? Bu da herbir monad'ın tasarım içeriğinden başka birşey değildir Bütün monad'lar hep aynı acunu tasarımlarlar, senin tasarımınla benim tasarımım arasındaki biricik ayrılık şundan ileri gelir: Her bir monad'ın duruş yeri başka başkadır Örneğin, birkaç kişi birden, başka başka yererden ayrı bir ketne baktıkları zaman, görünüşler başka başkadır ama kent değişmez
Demek ki, Leibniz'te de yeni çağın en fantezili, ama aynı zamanda rasyonel sistemine tanıklık ediyoruz Bu görünüşün temelindeki ilke nedir? A=A ilkesi, yani mantığın özdeşlik ilkesi Bütün metafizik sistemin kuruluşunda uygulanan ilke nedir? Gene mantığın özdeşlik ilkesi ile bu ilkeye indirgenebilen Yeter Sebep ilkesi (principe de raison suffisante), bir de matematik, daha doğrusu Leibniz'in kendisinin (Newton'la aynı zamanda) bulduğu Sonsuz küçükler hesabı Demek ki, sistem gerçekten aklın bir ürünü, ama sükünetle tartan aklın değil, heyecana kapılan ve heyecanlandıran aklın
XII
17 ve 18 yüzyılların bilimine de kısa bir bakış atalım: Bu çağın biliminin büyük temsilcisi İsaac Newton'dur Newton, Galilei'nin serbest düşme ve sarkaç kanunları ile Kepler'in o pek ünlü üç atronomi kanununu büyük bir fizik teorisi içinde toplayan adamdır Bu teoriye göre yeryüzünde egemen olan kanunlarla, gökte egemen kanunlar birdir Hepsi bir tek kanunan Genel Çekim kanununa indirgenmektedir Demek ki Newton'a göre bütün evren, tanrının koyduğu bir tek kanunla işleyen büyük bir organizmadır Mekanizma demedik, organizma deki, çünkü Newton, evreni Descartes'inki gibi büyük bir saat olarak değil, içinde dinamik kanunların hüküm sürdüğü bir organizma olarak görmektedir Bu da büyük gören, "muhteşem" gören aklın bir ürünü değil de nedir? Sonra, Newton (Leibniz ile aynı zamanda) Sonsuz Küçükler hesabını (Diferansiyel ve Entegral hesabını) bulan adamdır Bugün artık bu matematik hesap, sonsuz küçükler hesabı olarak kurulmaktadır Ama zamanında Newton (ve Leibniz) bunu nasıl düşünmüşlerdir? Bir kere limes (sınır) kavramını ortaya atmış ve kullanmışlardır Limes Nedir? örneğin bir düzlem alalım, bu düzlemin eğiklik açısı 40 derece olsun, bu düzlemi dikeye doğru yavaş yavaş kaldırırsak, eğiklik açısı da 90 dereceye doğru büyür Ama 90 derece, yani dik-açı artık eğiklik açısı değildir Fakat limes kavramı kabul ediltikten sonra çekül hareketi, eğikliği 90 derece olan bir eğik düzlem üzerinde hareket sayılır ve eğik düzlemde yapılan gözlemler, serbest düşme hareketine geçirilir Bunun gibi, daire, iki merkezi bir noktaya düşen bir elipstir Bir eğriye çekilen teğet (tanjant), eğriyi iki noktada kesen bir doğrudur, ama kesim noktaları o kadar birbirlerine yaklaşmışlardır ki, bir noktaya düşmektedirler Bunun gibi, aslında sıfır olmayan ama limes'te sıfır olan nicelikler, aslında paralel olmayan ama limes'te paralel olan doğrular v b ile hesaplar yapılmakta ve böylece hesabın ufku o zamana kadar görülmemiş bir genişlik, uygulanması ise akla gelmeyecek bir zengilnlik kazanmıştır Bu da şüphesiz aklın taşmasının bir görünüşüdür
XIII
Newton üzerinde başka bir noktadan ötürü de durmak gerekir: Newton sistemi, tam anlamıyla matematik araçlarla kurulmuş fizik sistemi, başka deyimle bilim sistemidir Bilim sistemi olduğuna göre, içindeki önermeler hep görelidir, yani önermeler hep bağınıtıları ifade ederler Ama bütün bu bağıntılar gelip, göreli olmayan bir kavram çifitine dayanmaktadır ki, bunlar mutlaka zamanla mutlak uzaydır Newton'a göre bütün olaylar birbirine göre ele alınmıştır ve sonunda hepsi bu mutlak zamanla mutlak uzaya dayanır, ama bu ikisi göreli değil mutlaktır, hiçbir şeye göre değil, kendi başlarınadır Newton 'un sistemi sanki bu ikisini değişmez, sarsılmaz bir koordinat sistemi imiş gibi kullanmaktadır Ama doğa biliminde mutlak olmayacağına göre bu nokta da Newton, fiziğin dışına çıkmakta ve mutlak zamanla mutlak uzaya bir teologla terimi kullanarak, Tanrının duyu aygıtları (Sensorium dei) demektedir Demek ki "muhteşem" gören akıl, heyecanından ötürü kendi sinirlarını aşmakta ve teologia'ya sığınmaktadır Sonra, mutlakzaman ne demektir? Öyle bir akış ki, içinde önce-sonra var: ama önce olan nedir, sonra olan nedir, bu yok Çünkü mutlak zaman, tanımına göre boştur Mutlak uzaya gelince o da yayılımdır, ama neyin yayılımı? Hiçbir şeyin Görülüyor ki akıl, heyecanına kapılarak çelişkiyi kabullenmekten hiç çekinmiyor
XIV
17 yüzyılın ikinci yarısında Aydınlanma çağı başlar Aydınlanmayı ilk başlatan ingiliz filozofu Jhon Locke'tur Locke, çok dengeli, heyecansız bir düşünürdür Ama aydınlanma akımı, başladıktan sonra nasıl bir şekil almıştır? bunu anlamak için bu akımın tanımı üzerinde kısaca duralım Aydınlanma, çok kısa söylemek gerekirse, diyebiliriz ki aklın zaferidir İnsan aklından başka bir esasa dayanmamayı öğreten (öğreten ama kendisi yapmayan), bildiğimiz gibi Descartes'tır Descartes'ın zamanında, onun ve ona bağlı bulunanların düşünceleri henüz yaygın değildi, ancak belirli kültürlü çevreler arasında biliniyor ve tutuluyordu İngilizlerin ve bu arada en başta Locke'un etkisiyle felsefe popülerleşti: psikoloji, devlet işleri gibi insanların çoğunu doğrudan doğruya ilgilendiren alanlara da yayıldı Locke ampirist, yani deneycidir Böyle olmasına rağmen, onun yaygın etkisi aklın zaferi olarak kendini göstermeye başladı: çünkü insanlar şöye düşündüler: Locke bilginin temelinde sarsılmaz akıl hakikatleri yoktur diyor, ama bunu, bu hakikati neyin sayesinde bulabiliyor? Aklın!
Demek ki herşey insan aklıyla çözümlenebilecek İnsanlara bilgiyi, bilginin doğrusunu veren akıl olduğu gibi, mutluluğu da, devlette iyi idareyi de hep akıl verir Böylece Aydınlanmanın en önemli karakteri belirmiş oldu Akla dayanan sonsuz bir iyimserlik Bu çağda insanlar aklın başarılarının karşısına hiç bir şeyin geçmeyeceğine inanmışlardır İnsan akla dayanırsa, aklına göre davranırsa, ilerlemesinin sınırı olmaz Demek oluyor ki insan ilerlemesi sonsuzdur Fakat bu sonsuzluk Platon'un felsefesinde olduğu gibi , içinde yaşadığımız acundan bir uçurumla ayrılmış bir yüksek acunda değil, içinde yaşadığımız acundadır Tabii, insan sonsuza erişemez, ama sonsuza yönelmiştir Batı insanlığı böylece büyük bir heyecanla akla sarılmış ve aklın her şeyi, ama her şeyi çözebileceğine, doğrulatabileceğine, mutlu kılabileceğine, bilgili kılabileceğine derin bir şekilde inanmıştır
Bu nedir? Aslında akıl soğukkanlı bir yetidir Aydınlanmada ise heyecan veren bir öge oluyor Demek ki, Aydınlanma da kuvvetli bir barok karakteri taşımaktadır Bunun en güzel örneğini Condorcet'nin insanlığın ilerlemesi üzerine çizdiği taslak vermektedir Buna göre insanlık karanlıklardan başlayıp aklını gittikce daha çok kullanarak gittikçe yükselmektedir, daha da yükselecektir Bu doğrudan doğruya heyecan veren ve verdiği heyecanla heyecanlanan aklın etkisinden başka birşey değildir
XV
Sonuç olarak diyebiliriz ki, şimdiye kadar bir sanat tarihi kavramı olarak kullanılmış olan Barok, barok diye nitelendirilen edebiyatın da karakterini veren bir kavramdır Ben bu yönü ele almadım Fakaz bununla kalmamaktadır Felsefe, bilim gibi kültürün dalları, barok sanat, barok edebiyat egemen iken, aynı karakteri; yani akla uygun olmak karakterini taşımaktadır Barok bir kiliseye, barok bir konçerto denk geldiği gibi, buna da Corneille gibi barok bir şair, buna da Descartes ve Leibniz'inki gibi barok bir felsefe, bu felsefeye de Newton'un fizik sistemi gibi bir bilim sisitemi denk gelmektedir Başka deyimle Barok, 17 yüzyılın yarısından 18 yüzyılın sonlarına kadar, Batı kültürü ve uygarlığının belki başlıcasını oluşturmaktadır
Bu sözlere şöyle bir düşünce karşı çıkabilir: Barok, taşkın kabına sığmaz bir iyimserliktir Peki ama, o zaman tam Aydınlanma çağında yetişmiş olan Jean-Jacques Rousseau'ya, ya da bilimi ve genel olarak düşünceyi şüpheciliğe sürükleyen keskin zekalı David Hume'a ne demeli? Buna verilecek karşılık, bence şudur: Evet, örneğn bu ikisi Barok'un tanımına girmiyor ama unutmamalı ki bunlar ve bu gibiler başat akımın içinde, onun karşı-savını teşkil eden durumdalardır Hiçbir akım yoktur ki içinde böyle karşı savınını taşımasın
O halde Barok, belirli bir sanat, bir edebiyat ya da belirli bir kültür dalı akımının karakteri değil, evrensel bir üsluptur Öyle evrensel bir üslup ki, Batı kültür ve uygarlığına tarihin belirli bir çağında karakterini vermiş, bu çağa damgasını kuvvetle vurmuştur
Nusret HIZIR
|