Gökçeada 1 |
07-10-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Gökçeada 1anı örnekleri - anı yazıları seyfullah çalışkan yazıları - gökçeada ile ilgili yazılar - yaşam hikayeleri GÖKÇEADA Seyfullah ÇALIŞKAN Atma Yorgo din kardeşiz desem ayıp olurdu Çünkü din kardeşi değildik Yorgo, Arişti, Taki üç arkadaştılar Yorgo ile Taki İstanbul?da öğrenciydi Arişti Gökçeada?da çobanlık yapıyordu Hiç sormadım belki biraz da zeytinlikleri vardı Yorgo ile bizi kim tanıştırdı şimdi anımsamıyorum Galiba Kiraz?lı Ali onlarla takılıyordu Bende kuyruk oluyordum, bu Rum kızlar acayip güzeldi Bu arkadaşlığın içinde biraz da bu etken olmuştu Şimdi, yıllar sonra bunu söyleyebilmek çok kolay İlk başlarda Rum kızlara yaklaşabilmek için onlarla arkadaşlığımızı kullanmak gibi bir niyetim olmuştu Sonraları bunu aklımdan geçirdiğim için bile çok utandımArkadaşlığa eklendim Size makul gelmeyebilir ama beş yüz erkeğin bir arada kaldığı bir yatılı okulda kız arkadaş araklamak ciddi bir ayrıcalıktır Belki büyüklere özeniyorduk Filmlere veya romanlara belki de Ergenlik hepimizi kimyasını hala anlayamadığım bir arayışın içine yuvarlıyor da olabilirdi Okulda gerçekten kız arkadaşı olan, bir kızla oturup kalkabilen öğrenci sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu Sadece müzik gruplanırında yer alıp bir şeyler çalabilenlerin kız arkadaşları vardı Ama sorarsanız herkes size memleketinde bir kız arkadaşı olduğu yalanın ikirciklenmeden söylerdi Herkes bunun yalan olduğunu bilirdi ama üzerine de gitmezdi Yorgo ve Taki konuşkan, neşeli delikanlılardı Arişti daha sus pus ve iri yarıydı Onlarla oturup kalkmaya başladıktan sonra her bir acayiplik olacak diye bekledim Çünkü onlar hem Rum hem de Hıristiyan?dı Mutlaka arkadaşlığımızın içinden bir gün bir şey çıkacak bana veya ona batacaktı Mecburen yollarımız ayrılacaktı Öyle olmadı Konuştukça ortak yönlerimiz çoğaldı Ayni kitapları okuyorduk, aynı filmleri ve şarkıları seviyorduk Hatta geleceğe ilişkin düşlerimiz bile aynıydı Bizi yıllar sonra okulun sona ermesi ayırdı Yorgo ile arkadaşlığım tek bir Rum kızı ile bile tanışma fırsatı yaratmadı Vatan, millet davaları konuşmaktan kızlara bir türlü sıra gelmedi Zaten yıllarda kızları konuşmak, lümpen davranışlardı Lümpenlikten uzak durmak için kızlara da yanaşmamayı tercih ettik Birlikte Kaleköy?e denize gidiyorduk Memleket meseleleri tartışıyorduk Arkadaşlığımız ilerledikçe geçirdiğimiz her dakika bir öncekinden daha güzel geliyordu Yaz akşamları Gökçeada sokaklarını turluyor, uzun konuşuyorduk Gün batıp gece çöktüğünde yat saatine kadar zamanımızı Yenimahalle?deki Foti Baba?nın kahvesinde adaçayı içerek geçiriyorduk Şimdi oralar nasıldır bilmiyorum O yıllarda Gökçeada İlçe merkezi dışındaki bütün köyler bomboştu Taş binalar öksüz ve kimsesiz kalmışlardı Gezip Dolaştığım Bademli, Zeytinli, Dereköy, Kapıkaya, Kaleköy de kışın sadece birkaç evin bacası tütüyordu Yazın biraz şenleniyor ama bu sadece birkaç ay sürüyordu Sonbaharda bütün köyler yine upuzun ıssız mevsimlere geri dönüyordu Koyun sürüleri Gökçeada?da kendi başlarına otlardı Çobanlar tarafından güdülmezdi Hayvanlar kırkımdan kırkıma bir araya toplanır, kırkılan koyunların arka kısımlarına kumaş boyasından bir yuvarlak işaret yapılırdı Sahipleri seçtikleri boyanın renginden koyunların kime ait olduğunu bilirlerdi Ada?da çakal, kurt olmadığından koyun veya keçiler canlarının istediği yerde keyiflerince dolaşıp otlarlardı O yıllarda yabanıl hayvan varlığı açısından tavşan başı çekiyordu Denizler balık doluydu Ada kıyılarında kılıç balığı avlanırdı Ada halkı istavrit ve izmarit gibi balıkları pek satın alıp yemezdi Kasaba merkezinde küçük balıklar yerine kasalar dolusu mürekkep balığı satılırdı Bir gün Yorgo, Arişti ve ben Kaleköy?e denize gitmiştik Yolun kıyısındaki kumsalda oturuyorduk Birkaç metre ötede, denizin içinde küçük bir çocuk vardı Gözlüklerle sığ sularda dolanıyordu Deniz cam gibiydi ve mırmırlar insanların ayaklarını dibinde dolanıyordu Telaşla kumsala, annesine doğru koşmaya başladı Annesine Rumca bir şeyler söylüyordu Önce çocuğa kötü bir şey olduğunu sandım Sonradan endişelenecek bir şey olmadığını anladım Meğerse bir ahtapot yakalamış Elindekine hiç dikkat etmemişim Ahtapotu daha önce sadece filmlerde görmüştüm Kocaman canavar gibi gösteriliyordu Çocuğun elindeki öyle canavar gibi değildi Yine de vantuzları ile koluna yapışıp canını acıtmaya çalışıyordu Ama bu çabası pek başarılı olmadı Ufaklık onu alıp betona vurmaya ve sürtmeye başladı Yorgo?ya : - Ne yapacak bunu, dedim - Afiyetle yiyecek - İğrenç görünüyor, yenir mi bu? - Yenmez mi? Hem de çok lezzetlidir - Neden betona sürtüyor? - Vantuzlarını çıkartacak ve yumuşatacak, o zaman daha kolay pişer Yıllar sonra İzmir?de kordondaki bir lokantada ahtapot yemek kısmet oldu Tadı gerçekten güzeldi Bana hiç yüz vermemiş olsalar da, yüzüme bir kez bile bakmadıkları için ayıp etmiş olsalar bile Rum kızları güzeldi Şimdi adını unuttum ama bir camcı vardı Kızlarının güzelliği bütün adanın dilindeydi Şaka maka değil gerçekten çok güzeldi Yanağının alını güller, dudaklarının kırmızısını görse elmalar kıskanırdı Bir daha ömrü billâh böylesini görmedim Yorgo ile Camcı?nın dükkânına gitmiştik Koyunları işaretlemek için kumaş boyası alacaktı Camcı yoktu ama dükkânı açıktı İçeri girdik Kimse yok mu diye seslendik Ahşap binanın alt katı dükkân, üst katı evdi Merdivenlerden bir kız indi Yüzünün alı tam al, beyazı kar gibi lekesiz, gözlerinin karası gece gibiydi Kumaş boyası alamadık Çünkü kız bu işlerden anlamıyordu Babası da yarım saate kadar gelecekti Ama hırdavatçı dükkânında Camcı da saatlerce beklenmezdi Elimiz boy olarak dükkândan çıkıp gittik Biz sonra yeniden geliriz dedik O kızı bir kez daha gördüm Gökçeada çarşısında postanenin önünden geçip gitmişti Aklınıza yanlış bir şey gelmesin Kıza yiyecek gibi falan bakmadık O mahcuptu gözlerimiz karşılaştığında biz de utangaçtık Öylesine baktık, bir ağaca, taşa, duvara, hırdavatçı dükkânındaki nesnelere bakar gibi Yüzeysel ve öylesine işte Yorgo ile yaşıt olmalarına rağmen pek tanışıyor gibi değillerdi Çünkü karşılaştıklarında hiçbir samimiyet belirtisi göstermediler Onların bu durumu aslında biraz garibime gitti Çünkü topu topu birkaç bin kişilik bir Rum topluluktular Bunu Yorgo?ya sordum ?Camcı?nın kızı Yunanistan?da okuyor Biz İstanbul?da Neredeyse hiç karşılaşmıyoruz,? demişti Kaleköy de yazın günbatımları çok güzel olur Güneş Kaleköy sahilinde inmeden önce Semandirek adasına bakır bir ayna tutar Sahildeki evleri göreceğinizi sanırsınız Belli belirsiz beyaz lekeler ortaya çıksa da gördükleriniz ev midir seçemezsiniz İki adanın arasındaki bütün deniz portakal rengine boyandığında Yıldız Koyunda resmen artık alacakaranlıktır Küçücük bir tepe güneşi bu kadar saklar mı diye düşünmeden edemezsiniz Güneş Gökçeada?dan ayrıldıktan sonra Semandirek?te varınca orada biraz dinlenir gibi gökyüzünde asılı kalır Bazen bir iki bulut çizgisi kılıç gibi incecik güneşe doğru uzanır Bazen de martılar güneşe doğru uçarlar Resimlerdeki gibi? Dikkatli bakarsanız karşı kıyıdaki tepelerin neon lambası gibi parlayan ışıktan çizgilerini görebilirsiniz Elimde değil, bu manzarayı her gördüğümde coğrafya dersinde öğrendiklerimin hepsini kaldırıp zihnimden atarım Dünya bilmem hangi hızla güneşin etrafında dönermiş ve iki meridyen arasındaki zaman dilimi dört dakikaymış Masal bunlar Kaleköy?e gidin gün batımını izleyin Siz de benim gibi güneşin ada ada dolaşıp kafasına göre takıldığını göreceksiniz Kaleköy sahillerinde bazen zıpkınla balık avına takılırdık Su öylesine duru ve aydınlık olurdu ki onlarca metre ilersini bile görebilirdik Müthiş bir renk cümbüşü ve yüzlerce balık çeşidiyle seyrine doyum olmazdı Bir arkadaşım parlak renkli göz alıcı güzellikteki canlılara fazla yaklaşma demişti En tehlikelileri onlardır Zıpkınla vursan bile kıyıya getirmeden dokunma sakın Anlayan birine göster Parlak renkli canlılar hep zehirli olurmuş Balığın bol olduğu kayalıklar beni hep ürkütürdü Arkadaşlarım yanımda değilse gidemezdim Sadece kumsalın açıklarında dolaşırdım Kayaların kuytu ve koyu gölgeleri denizi dipsiz kuyular gibi gösterirdi Ve aniden kocaman bir balık çıkıp üzerime doğru gelse ne yapacağımı bilemezdim Birkaç kez karagöz vurdum Kefal, levrek ve adını bilmediğim birkaç karabalık Orfoz vurmadım örneğin, ya da akya? Gökçeada dışında bir daha zıpkınla hiç dalmadım Hala her gittiğim yerde Gökçeada?nın o büyülü, berrak sularını ararım Sinemacı Namık öğrencilerle muhatap olmazdı Zayıf, ince, bir deri bir kemik diye tanımlanan insanlardandı Cezaevindeki mahkûmiyeti bittikten sonra memleketine gitmeyip adaya yerleşenlerden olduğu söylenirdi Düşmanlıkları ve pişmanlığını memleketinde bırakıp adada kendince bir yaşam kurmuştu Öğrencilerle sıkı fıkı olmamasının nedenini anlayabiliyorum Çünkü öğrencilerin neredeyse hepsi genç olma sıkıntısından sivilce döken çocuklardı Biraz bitirimdiler ve azıcık da kurnaz Elini veren kolunu geri alamazdı Örneğin o yıllarda öğrencilere sıcak davranan bir lokantacımız vardı Adamın canını burnundan getirirdik Bizden yediğimizin, içtiğimizin yarı parasını zor alabilirdi Sinemacı Namık akşama doğru Kaleköy?e giderdi Külüstür bir mobiletli vardı Arkasında da küçücük bir sepeti Her akşam Kaleköy Limanının bitişiğindeki falezlere olta atardı Tipik bir balıkçıydı Her zaman birkaç günlük sakalı olurdu Yem takmadığı, misinasını sarmadığı zamanlarda dudağında sürekli yanan bir sigara otururdu Kalın misinanın ucundaki kocaman bir kancaya irice bir istavriti veya sardalyeyi büsbütün takıp denize atardı ?Bu adam balinaya mı olta atıyor,? derdik Yunus ya da köpek balığı avlasa anlarım Sıyırmış abi bu adam Sıyırmış işte bi ?kimi tutamaz bu oltayla? Aslında biz ne oltadan, ne de balıktan anlardık O neredeyse her akşam kocaman bir orfoz avlardı İhtimal ki satardı Çünkü o kocaman balığı insan bir hafta yese bile bitiremezdi Falezlerin dibinden çektiği balığı gördüğümde gözlerime inanamadım Kocaman balığı kan ter içinde kayaların üzerine çeker Karşısına geçip bir keyif sigarası içerdi Kayaların üzerinde çırpınan balık kolay kolay ölmezdi Zıpladıkça rengi çekilir, solardı Sudan çıktığı andaki pırıltılı hali ölümüyle birlikte silinip giderdi Gökçeada?da Nisan ortalarına doğru dersleri kırıp Kaleköy?e denize gitmeye başlardık Dersleri kıran bir iki öğrenciyle sınırlıysa sorun olmazdı Ama bütün sınıf okuldan kaçtığında okul bunu ciddiye alıyordu Bunu siyasi bir eylem, okul yönetimine karşı başkaldırı olarak algılıyorlardı Dersten kaçtığınız gün hiçbir sorunla karşılaşmıyorduk Çünkü eğitim şefi kaçanları ertesi gün sabah odasına çağırıyordu Nöbetçi öğrenci elindeki öğrenci listesiyle sınıfa girip ?numaralarını okuduğum arkadaşlar eğitim şefinin odasına gidecekler,? diye duyuru yapardı Eğer hastalık veya nöbet gibi bir bahaneniz varsa anlayış gösterilirdi Ama eğer sadece haylazlık etmek için dersten kırdıysanız o sabah temiz bir dayak yerdiniz Eğitim şefinin özel yapım bir sopası vardı Onunla genellikle kıçımıza veya sırtımıza vururdu Dayak yiyeceği gün gibi ayan beyan olanlar dayaktan önce bazı önlemler alırdı Örneğin birkaç pantolonu, gömleği veya pardösüyü üst üste giyerek sopanın etkisini azaltmaya çalışırlardı Ve nedense dayak yiyenler bunu hep gizlerdi Ya da ?acımadı kine, hiç acımadı, duymadım bile,?derlerdi Baharla birlikte dersleri kıranların dışında haftada birkaç kez eğitim şefinin odasına çağırılanlar vardı Bunlar resmen o odaya ve dayağa aboneydi Ya zamanında kalkmazlar, ya yataklarını toplamazlar ya da etütlere geç kalırlardı Bizim sınıfta da bu ekipten bir iki kişi vardı Eğitim şefi bunları cezalandırmaktan bıkıp usandı, bunlar dayak yemekten usanmadılar Sanırım dayak da bir süre sonra sigara gibi bağımlılık yapıyordu Ben dayak yiyen öğrencilere acıdığım kadar eğitim şefine de acırdım Çünkü adamcağız hiç de öfkeli veya sevimsiz biri değildi Kendisine verilmiş kötü adam ve korkulan yönetici rolünü oynamaya çalışırdı Geçim derdi, ne yapsın? Lise yıllarımızda bütünlemeye kalan öğrencilere yazın kırk gün okula giderlerdi Haylazlar için yetiştirici düzenlenirdi Kurstan sonra kaldığımız dersten sınav yapılırdı Yazın bir dersten kursa kalmak Gökçeada da piyangodan tatil kazanmak gibi bir şeydi Kaldığınız ders sayısı az ise kurs saatleri de çok az olurdu Denize gitmek ve tatil yapmak için bol bol vaktimiz olurdu Kendi yaşıtımız onlarca kafa dengiyle mis gibi bir yaz kampı Sınıfını takıntısız geçenlerin bu yaz kamplarından haberleri olmazdı Onlar bütünlemeye kaldık diye bizim için üzülürler, hatta bizi teselli etmeye çalışırlardı Yazın curcunanın, eğlencenin Kaleköy sahillerini bizi beklediğini nereden anlayacaklar? Köylerine dönüp tarlada bahçede çalışırlardı Bu böyle acayip haylazların ödüllendirildiği, çalışkanların cezalandırıldığı bir sistemdi Haylazlar kampında olduğumuz bir yaz sabahı o gün kursu olmayan belki de yüz kişi hep birlikte Kaleköy?e denize gittik Kaleköy sahilindeki askeri kampın gerisinde karadut ağaçları vardı Denizden çıkıp karadut ağaçlarına tırmanıp bol bol dut yedik Karadutun tadını bilenler ağaca çıkan kişinin temiz kalmasının mümkün olmadığını da bilirler Önce korunmaya çalıştık Ama olmadı, baktık hepimizin bir yerleri boyanmış İlerleyen dakikalarda işin çivisi kendiliğinden çıktı Baktık ki temiz kalamıyoruz hepimiz kendimizi karadutla boyadık Tam Amerikan filmlerindeki gibi bir çılgınlık? Belki otuz genç vücutlarımız tepeden tırnağa dut rengi sahile döndük O günkü curcuna, kahkaha görmeğe değerdi Askeri kampın bütün sakinleri bizden rahatsız olmuştu Birkaç kere gelip gençler ayıp oluyor falan dediler ama aldıran kim? Askerlerin gelip bizi uyarması hiç hoşumuza gitmedi Delikanlı raconuna ters? Biz onlara karışıyor muyduk? Onlar niye uçana kaçana karışıyordu Sahildeki bütün gençler hep beraber suya atladık Mantarları geçip askeri kampın sahilindeki dubaya tırmandık Duba tıka basa insan doldu Neredeyse batacak, su seviyesine kadar indi Bizi gören askerler kayıklarına atlayıp küreklere asıldılar Ama askerler bize yetişmeden hepimiz dubadan atlayıp limana doğru yüzdük O gün askerleri gıcık etmek için bu duba baskınını birkaç kez tekrarladık Günün sonunda çok eğlenmiş çok da yorulmuştuk Asil sürprizi günün sonunda karadut yaptı Saatlerce suda kaldığımız halde dutun boyası çıkmamıştı Sadece bordo rengi mora dönüşüp kalmıştı Beş altı gün sonra ancak dut suyunun morundan kurtulabildik Bademli köyü son yıllarda çok moda olmuş Dibek kahvesi Kaleköy manzarası eşliğinde turistik bir sunuma kavuşmuş Bunu öve öve bitiremeyen anlatılara rastladım Bu dibekte kahve işi ege sahillerinde de yaygındır Kahve değirmenleri yaygınlaşmadan önce her yerde kahve dibekte dövülür ve ince elekten elenerek pişirilmeye hazır hale getirilirdi Neyse kimsenin ekmeğinde gözüm yok Kahveyi istedikleri gibi allayıp pullayıp pişirsinler Bademli köyüne dik bir yokuşla çıkılırdı Hani gitmedik, görmedim o köy bizim köy sayılmaz diye birkaç kez çıkmışlığım vardır O yıllarda köyde sadece birkaç hane vardı Gerçeği söylemek gerekirse o köye ilk çıkışım sigaranın, benzinin, şekerin ve çayın, şimdi adlarını saymaya gerek görmediğim onlarca malın kıtlık zamanlarına rastlar ?Bademlide sigara varmış,? dediler Yalanmış ne bilelim Bir heyecan, bir telaş vardık gittik Kan ter içinde köye vardık Ne sigarası bakkal bile bulamadık Köye boşu boşuna çıkıp hayal kırıklığına uğrayınca ahdettik Geri dönünce bizi kandıranları dövecektik Elbette kimseyi dövmedik Çünkü bize köyde sigara olduğunu söyleyenler para verip kendileri de sigara ısmarlamışlardı Asıl suçlu onlar değillerdi Bademler köyünün yükseğinden Kaleköy sahilinde akşamları gün batımı manzarası müthiş güzeldir Ama ben o tepeden ovaya, akşama doğru altın rengi anızlara, elma bahçelerinin seyrine dalmayı tercih ederim Turkuaz rengiyle tanımlanan denizin üzerinde gün batımı keyfi yapılacaksa, Kaleköy sokaklarını tırmanıp denize yakın tepelerden bakmanın daha tadına doyulmaz bir şey olduğunu düşürüm Her şey kendi yerinde ve zamanında, kendi tadında olmalıdır Hiçbir zaman dut, böğürtlen ve kirazı, hatta inciri kendi dalından koparıp yemenin keyfini başka bir şeye değişmem Pazardan aldığınız hiçbir zaman o lezzette ve kokuda olamaz |
|