Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Eğitim & Öğretim > Tarih / Coğrafya

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
suikastler, tarihi

Suikastler Tarihi

Eski 06-27-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Suikastler Tarihi




Abraham Lincoln Suikasti

Amerika Birleşik Devletlerinin 16 Cumhurbaşkanı Abraham Lincoln'ün çocukluğu yoksulluk içinde geçmiş, doğru dürüst okula bile gidememişti Küçük yaşta babasıyla birlikte ormanlarda kereste biçmiş, nehir gemilerinde çalışmış, bir kürk tüccarının kâtipliğini yapmıştı 1818 yılında, İndiana'yı kasıp kavuran bir salgın hastalık sırasında, baba-oğul bütün bir sonbahar mevsimi boyunca tabut yapıp sattılar!

Böylesine yoksulluk içinde geçen çocukluk ve gençlik günleri, Abraham Lincoln'ün kendi kendini yetiştirip 1834'te avukat, 1860'ta da ABD Cumhurbaşkanı olmasını engelleyemedi

Köleliğe karşıydı Lincoln Yetişme biçiminin onun bu düşünüşünde büyük etkisi olmuştu Beyaz Amerikalının zencilere uyguladığı insanlık dışı tutum, Abraham Lincoln'ün üzerinde çocukluğundan beri derin izler bırakmıştı Cumhurbaşkanı seçilmeden önce, köleliği kaldırmanın çok zor olduğunu biliyor, hiç olmazsa daha da yayılmasını önlemeyi düşünüyordu

Abraham Lincoln'ün cumhurbaşkanlığına seçilmesi Güney Eyaletlerinde ayaklanmanın başlaması için sanki bir işaret oldu 1861 şubatında, Güney Carolina ve onu izleyen 10 eyalet Birleşik Devletlerden ayrılarak aralarında bir Konfederasyon kurdular Başkenti Richmond olan bu devletin anayasasında şöyle bir madde yer alıyordu :

"Zenci, beyaz insanla hiç bir zaman eşit haklara sahip olamaz, kölelik, yani beyaz ırka boyun eğmek; zencinin olağan bir durumudur"

Öte yandan Abraham Lincoln, 4 mart 1861'de verdiği bir söylevle :

"Hiç bir eyaletin, öbürlerinin onayı olmadan Birlik'ten ayrılamayacağını" ileri sürüyordu

Güneylilerin buna verdikleri karşılık, 12 Eylül 1861'de Charleston limanındaki Sumter kalesini topa tutmak biçiminde oldu Bu iç savaş demekti

Dört yıl süren iç savaşın sonlarına doğru Cumhurbaşkanlığı süresi dolduğundan, yapılan seçimlerde yeniden adaylığını koydu ve kazandı Abraham Lincoln bu haberi soğukkanlılıkla karşılamış ve:

"Amerikan halkı, dereden geçerken at değiştirmenin doğru olmadığına inandığı için, seçimlere katıldım" demişti

14 mart 1865'te, ikinci defa Beyaz Saray'a giderken Başkan Lincoln halka verdiği demeçte şöyle diyordu :

"Hiç kimseye karşı kin beslemeden, Tanrı'nın bize doğru yolu göstermek için verdiği güce dayanarak, yaraları sarmaya, savaşın güçlüklerini yüklenenlerin dul eşleriyle yetimlerini düşünmeye ve giriştiğimiz bu işi tamamlamaya çalışalım ki; kendi aramızda ve dünya uluslarıyla barışı gerçekleştirebilelim"

Lincoln'ün bu konuşmasından bir ay sonra, 9 Nisan 1865'te Güney orduları komutanı General Lee, Appomotox şehrinde kılıcını Birleşik Devletler başkomutanı General Grant'a teslim ediyordu 13 Nisan perşembe günü de Washington, Güney'in teslim olmasını kutlamak için baştan aşağı donanmıştı

14 Nisan 1865 cuma gününü Beyaz Saray'da çalışmakla geçiren Abraham Lincoln, akşam biraz eğlenebilmek için, Ford Tiyatrosunda, sahnenin hemen yanındaki locada "Amerikalı Yeğenimiz" adlı oyunu seyrediyordu Locada Lincoln'-den başka Clara Harris adında bir bayan konuğu ve koruyucusu binbaşı Rathbone bulunuyordu Bu sırada tiyatronun oyuncularından John Wilkes Booth, locanın önüne gelmiş, günlerdir inceden inceye hazırlanan planı uygulamaya başlamıştı

Booth, aşırı bir Güneyliydi Dolayısıyla Abraham Lincoln'ün amansız düşmanıydı Birkaç hafta önce Cumhurbaşkanının tiyatroya geleceğini öğrenince, hazırlıklarına hız vermiş, oyunu tekrar tekrar seyretmiş, halkın özellikle hangi sahneye güldüğüne dikkat etmişti Daha sonra Lincoln'ün oturacağı locanın kapısında, içeriyi görebilmesine yardım edecek küçük bir delik açmıştı!

Suç ortaklarıyla da görüşerek, sonunda her şeyin hazır olduğunu bildirdi O gece tiyatroya giderken şöyle diyordu:

"Sahneden ayrıldığım zaman, Amerika'nın en ünlü adamı olacağım!"

Booth, locanın önüne gelince, küçük delikten içeri baktı Lincoln ve yanındakiler kendilerini oyuna kaptırmışlardı Halkın en çok güldüğü bölüme gelindiğinde, kapıyı açarak locaya girdi Seyircilerin kahkahalarını bastıran bir patlama sesi duyuldu ve Abraham Lincoln'ün başı göğsüne düştü! Binbaşı, bundan sonra kendini toplayıp suikastçının üzerine atıldıysa da, Booth bu sefer de bıçağını kullanarak onu yere serdi ve locadan sahneye atlayarak, ne olduğunu anlayamayan halkın şaşkın bakışları arasında arka kapıdan kaçtı

Aynı gece Dışişleri Bakanı Sward, evinde dev yapılı bir adamın saldırısına uğruyordu Adam, Sward'ı boğarken, karısının, oğlunun ve hizmetçisinin yetişmesi üzerine kaçmak zorunda kaldı Yine o gece, başka bir ziyaretçi, Başkan Yardımcısı Johnson'ın evi önünde dolaşıyordu Fakat içeriye girmeye cesaret edemedi

Bir gece içinde Amerika Birleşik Devletleri'ni yöneten üç kişi yok edilmek istenmiş, fakat ancak Booth suikast planını gerçekleştirebilmişti Ağır yaralanan Lincoln, ertesi gün öldü

Washington'dan kaçmayı başaran Booth, günlerce sonra izi bulunarak, bir çiftlikte sarıldı Yanında bulunan suç ortaklarından biri teslim oldu, Booth ise intihar etti Böylece katil, ancak 96 yıl sonra bir rastlantı sonucu ortaya çıkacak sırrını da mezara götürmüştü Yakalanan öteki suikastçılar da askeri mahkemede yargılandıktan sonra asıldılar Bunların bir tanesi de kadındı!

1961 yılında Philadelphia'da eski kitap satan dükkânlardan birinde bulunan askerlikle ilgili kitabın içindeki şifreli mesaj, Lincoln'a yapılan suikastın karanlıkta kalmış noktalarını aydınlığa kavuşturdu Doksan altı yıl bir kıyıda unutulup kalan kitap, uzmanlarca incelenince, mesajın uydurma olmadığı ve 1868'de sayfalar arasına yazıldığı kabul edildi

Aceleyle yazıldığı anlaşılan cümleler, Abraham Lincoln'ün hükümetinde Savunma Bakanı olan Edwin M Stanton’ın gizli güvenlik şefi Tuğgeneral C Baker'a aitti Baker da 1868 yılında esrarlı bir biçimde, bazılarına göre arsenikle öldürülmüş, bu satırları da ölümünden beş ay önce kitabın içine yazmıştı

General yazısında, üç kere öldürülmek istendiğini, sürekli olarak izlendiğini belirtiyor ve şu cümleyi kullanıyordu:

"Yeni Roma'da üç adam yürüyordu; biri Yahuda (Hz İsa'yı ele verip onun çarmıha gerilmesine sebep olan on iki Havari'den biri) ikincisi Brütüs ve bir de casus Casus bendim; C Baker Yahuda, vurulan adam ölmek üzereyken, onun yanına giderek aslında nefret ettiği adama saygı gösterisinde bulundu Adam ölünce de şöyle dedi: "Şimdi tarih ona, ulus bana sahip"

Bu şifreli yazı, Lincoln'ü öldürten adamın Savunma Bakanı Edwin M Stanton olduğunu ortaya çıkarıyordu Yazıda sözü edilen Yeni Roma: Washington, Yahuda: Stanton, Brütüs: oyuncu Brooth ve casus da kendisinin belirttiği gibi General Baker'dı Gerçekten de Savunma Bakanı Stanton, Lincoln ölmek üzereyken, yatağının başucundaydı Ve öldüğünde :

"O artık tarihin malı oldu" demişti

Şifre, bu cümleyi tamamlıyor ve Bakan’ın amacını açıklıyordu Aynı gece içinde Lincoln'la birlikte yardımcısı Johnson ve Dışişleri Bakanı Sward'ın öldürülmesi, Stanton'un Birleşik Devletlerin bir numaralı adamı olmasını sağlayacaktı

Lincoln’ün oğlu Todd, 1926 yılında ölmeden az önce bir dostuna, babasının evrakı arasında bulunan bazı belgeleri kimseye göstermeden yaktığını söylemiş ve nedeni sorulduğunda:

"Belgelerden, babamın yardımcılarından birinin ona ihanet ettiği anlaşılıyordu Bu yüzden bu belgelerin ortadan kaldırılmasının doğru olacağını düşündüm" karşılığını vermişti



Hitler'e Suikast


Haziran 1944'te Müttefikler tarafından yapılan Normandiya çıkartması, Almanya'da umutsuzluğu iyice artırmıştı Fakat Hitler, sonuna kadar direnme niyetini belirtiyor, çok yakın bir zamanda işitilmedik silahların kullanılacağını bildiriyordu Ona göre bu korkunç silahlar, savaşı derhal Almanya lehine sonuçlandıracaktı Hitler'in sözünü ettiği "işitilmedik silah" Amerikan ve İngiliz bilginlerinin de üzerinde çalışmakta oldukları atom bombasıydı Alman bilginleri, atom bombasını gerçekleştirme yansısında geri kalıp, bu korkunç silahı zamanında yetiştiremezlerse, Hitler, Berchtesgaden dolaylarındaki sığınağa çekilerek, kendisiyle birlikte Almanya'yı da uçuruma sürükleyecek delice planlar tasarlıyordu

Almanya'da, daha savaşın başından beri, Hitler'i ortadan kaldırıp ülkelerini felâketten kurtarmaya çalışan sağduyu sahibi kişiler de vardı Bunlar, Hitler'i öldürerek Müttetiklerle barış yapmayı düşünüyorlardı Bu amaçla da 1941 yılından beri birkaç suikast girişiminde bulunmuşlar fakat hiç birinde başarı kazanamamışlardı

Amiral Canaris ve Kont Helmuth von Moltke tarafından yönetilen ve aralarında Schacht, Belçika Valisi Von Falkenhausen, Mareşal Rommel, Von Beck, Fransa Valisi Karl Heinrich von Stulpnagel, Von Hassel gibi general ve devlet adamları bulunan bir grup, Hitler'i devirdikten sonra yerine Feldmareşal Vitzleben’i geçirmeyi kararlaştırmıştı Ne var ki, Gestapo bu komployu haber almış ve Kont Moltke 1944 Ocak ayında tutuklanmıştı Onun tutuklanması, ötekilerinin çalışmalarını durdurmamış ve 1944 Temmuzunda Hitler'e son ve en önemli suikastı yapmışlardı

Hitler, daha öncekilerden olduğu gibi, bundan da kurtuldu ve suikastı düzenleyenlerin tümünü ortadan kaldırdı 20 Temmuz 1944'te yapılan bu suikaste geçmeden önce, başarısızlıkla sonuçlanan öbür suikastlardan da söz etmek gerekir

4 Ağustos 1941'de Merkez Grubu Ordusu, Borisov'daydı Bu ordu Feldmareşal Von Bock'un komutası altındaydı Ordu karargâhı, Hitler'i tutuklayıp mahkeme önüne çıkarmaya kararlı subaylarla doluydu Bunların başında Orgeneral Von Treckow'la yardımcısı Teğmen Von Schlabrendorff'du Von Bock, ancak girişim başarıya ulaşırsa yardım vaadinde bulundu

Hitler, Borisov'daki Merkez Grubu Ordusu karargâhına geldiğinde, suikastçılar şaşkınlık ve korkudan hiç bir şey yapamadılar Kalabalık bir koruyucu çemberi içindeki Hitler'in yanına suikastçılar yanaşamadılar bile

13 Mart 1943'te, Stalingrad'ta Alman ordularının yenilgiye uğramalarından hemen sonra, Hitler'e ikinci bir suikast düzenlendi Merkez Grubu Ordusu karargâhı o sırada Smolensk'de bulunuyordu Komutan değişmiş, Von Bock'un yerine Feldmareşal Von Kluge getirilmişti Tresckow'la Schlabrendorff, aynı teklifi Von Kluge'ye yaptılar ve aynı karşılığı aldılar

Von Kluge, suikast başarıya ulaşırsa yardıma hazır olduğunu söyledi Hitler'in pek yakında karargâhı ziyaret edeceği biliniyordu Canaris ve öteki komplocu subaylar, Smolensk'e plastik bombalar ve sigorta tapaları getirdiler Hitler karargâha geldi ve ayrılmasına yakın suikastçılar hareket geçtiler Tresckow ve Schlabrendorff iki konyak şişesine bomba yerleştirip Hitler'in maiyet subaylarından Albay Brandt'a vererek, Rastenburg’daki bir arkadaşlarına götürmesini istediler Brandt, şişeleri yerine ulaştırmak üzere aldı Bombalar, Hitler'in uçağının havalanışından yarım saat sonra patlayacak şekilde ayarlanmıştı Suikastçılar, Berlin ve Smolensk'de heyecanla sonucu beklerlerken, Hitler'in uçağının Rastenburg'a sağ salim indiği haberini şaşkınlık içinde öğrendiler

Bunun üzerine teğmen Schlabrendorff, büyük bir soğukkanlılıkla Hitler'in karargâhına giderek, her şeyden habersiz Brandt'dan, içine bomba yerleştirilmiş konyak şişelerini alarak, yerine gerçek konyak şişeleri verdi Suikastçılar, bombaların patlamayışını Hitler'in uçağının çok yüksekten uçmasına ve bu nedenle tapa sigortasının çalışmamasına yordular

21 Mart 1943'te Hitler'e üçüncü suikast girişiminde bulunuldu Hitler'i öldürmeyi kafasına koyan Orgeneral Von Tresckow, Führer'in Berlin'de, Unter den Linden'deki Şehitler Anıtı binasında yapılan kahramanları anma törenine katılmasından yararlanmak istedi Bu sefer Albay Von Gresdorff, kaputunun ceplerine iki bomba yerleştirerek binanın içinde beklemeye başladı Hitler'in ziyaretinin yarım saat süreceği daha önceden bildirilmişti Fakat Hitler, binada ancak 8 dakika kaldı ve suikast girişimi de suya düştü

Yine 1943 yılının kasım ayında, Hitler'e dördüncü suikast düzenlendi Rusya'daki ordu için Hitler yeni kaput modelleri seçmişti Axel von dem Bussche adındaki genç bir subay, kaputu giyip bir manken gibi Hitler'in karşısına çıkacaktı Kaputun her cebinde birer bomba bulunacak ve bunları ateşleyerek, kendisiyle birlikte Hitler'i de havaya uçuracaktı Fakat Hitler, model seçme işini durmadan erteliyordu Sonunda 30 Kasım günü, Hitler'in kaput modelini seçeceği bildirildi Bir gün önceden, Bussche'ye kaput ve bombalar verildi O gece kaput deposu, müttefiklerin bir hava akını sonunda bombalanarak yandı Böylece, Hitler’in kaput seçme işiyle birlikte, suikast planı da suya düştü

Hitler'in muhalifleri, suikast girişimlerindeki başarısızlıklarına rağmen, yollarından dönmüş değillerdi Bu sefer de Albay von Stauffenberg'i sahneye çıkardılar Stauffenberg 1942 yılında, Kuzey Afrika'da bir mayın tarlasına düşerek ağır yaralanmıştı Patlama sonunda, sağ koluyla sol elinin iki parmağı kopmuş, sol gözü de kör olmuştu Aylarca hastanede yaşama savaşı verip iyileşince, Hitler'in muhalifleri, bu morali bozuk ve Almanya'nın geleceğinden umudunu kesmiş von Stauffenberg'e çengel atmakta gecikmediler

Stauffenberg'in ilk suikast denemesi 11 Temmuz 1944'te oldu Albay, Hitler'le bir toplantıya katılmak için Obersalzberg'e gitti Çantasında patlamaya hazır bir bomba vardı Fakat, toplantı o gün yapılmadığından, suikast da gerçekleşmedi 15 Temmuz 1944'te Hitler'in karargâhı Doğu Prusya'da Rastenburg'da Goering ve Himmler'in de katılmasıyla bir toplantı yapılıyordu Stauffenberg de toplantıdaydı Tam tapa sigortasını çalıştıracağı sırada, Hitler odadan dışarı çağrıldı ve bir daha da geri dönmedi Führer bir kere daha rastlantı ve şans sonucu ölümden kurtulmuş oluyordu

20 Temmuzda yapılan toplantıda Kurmay Albay Stauffenberg de bir rapor okuyacaktı Albay, Mussolini'nin ziyareti dolayısıyla toplantının saat 13 yerine 12,30'da yapılacağını ve görüşmelerin yeraltı salonundan "Misafirler Pavyonu"na alındığını öğrenince canı sıkıldı Çünkü Misafirler Pavyonu uzun, tahta bir yapıydı Bombanın patlamasına ince duvarlar ve çatı fazla bir direnme göstermeyeceğinden, etkisi de o ölçüde az olacaktı Fakat artık ilk adım atılmıştı ve geriye dönmek düşünülemezdi

Albay Stauffenberg, pavyona girmeden önce kapıda kısa bir süre duraklayarak eğildi, çantanın içindeki bombanın mekanizmasını sağlam kalan üç parmağıyla çalıştırdı Salonda sayıları yirmiyi bulan yüksek rütbeli subay bulunuyordu Ortadaki masada büyük bir kurmay haritasının üzerine eğilmişlerdi Hitler, büyük bir dikkatle anlatılanları dinliyordu Feldmareşal Keitel, bir ara Stauffenberg'in kulağına eğilerek:

"Raporunuzu general Heusinger'den sonra okuyacaksınız Onun için Führer'in yakınında bulunun" dedi Stauffenberg elindeki çantayı, masanın altındaki ağır tahta desteğini Hitler'in en yakın tarafına dayadı Albay Stauffenberg, birkaç ay önce İhtiyat Orduları Başkomutanı General Fromm'un emir subaylığına atandığından, bu çok gizli toplantıya katılma olanağını bulmuştu

Hitler, ihtiyat tümenlerinin Rus saldırısını önleyecek güçte olup olmadıklarını öğrenmek istiyordu Stauffenberg, raporunda Hitler'e bu konuda bilgi verecekti Çantayı Hitler'in yanına bıraktıktan sonra, Berlin'le bir telefon konuşması yapmak için Keitel'den izin alarak dışarı çıktı O sırada General Heusinger, Doğu Cephesi hakkındaki raporunu bitirmek üzereydi

Tam bu sırada, bir yıl önce "konyak" şişelerini taşıyan Albay Brandt, masanın altındaki çantayı gördü Hitler'i rahatsız edebilir düşüncesiyle çantayı durduğu yerden alıp desteğin öbür yanına dayadı, içinde bomba bulunan çanta, şimdi Hitler'in oldukça uzağına gitmişti

General Heusinger, raporunun son satırlarını okurken, Feldmareşal Keitel yanındaki General Buhle'ye dönerek:

"Stauffenberg nerede kaldı?" diye sordu "Konuşma sırası ona geldi"

Albay Stauffenberg o sırada, Misafirler Pavyonu'nun oldukça uzağında Teğmen von Haeften'le birlikte zırhlı bir otomobilin içinde, bombanın patlamasını bekliyordu Saat on ikiyi elli geçerken, Misafirler Pavyonundan korkunç bir patlama duyuldu Pavyonun çatısı çökmüş, camlar paramparça olmuştu Barakanın üzerinde siyah bir duman tabakası yükseliyor, yaralıların, ya da can çekişenlerin iniltileri, acı bağırışları duyuluyordu Albay Stauffenberg ve Teğmen von Haeften, olanları büyük bir soğukkanlılık içinde izliyorlardı Bir yardım ekibinin pavyona koştuğunu ve sedyeyle bir cesedi dışarıya çıkardıklarını gördüler Stauffenberg, çıkarılan cesedin Hitler'e ait olduğundan zerre kuşkusu yoktu Çünkü çantayı Hitler’in ayakları dibine bırakmıştı Teğmen Haeften'e:

"Hitler'in cesedini çıkardılar! Çabuk gidelim" diye bağırdı

Stauffenberg olaydan yarım saat kadar sonra, bir uçakla Berlin'e gitti Milli Savunma Bakanlığında, General Olbricht'in odasında yirmiye yakın subay toplanmış heyecan ve merak içinde sonucu bekliyordu Saat 15,15'te Stauffenberg, Hitler'in ölüm haberini bekleyen subaylara telefon etti :

"Hava alanındayız Bize bir araba gönderin Hitler öldü!"

Oysa o sırada Hitler, karargâhın istasyonunda, Mussolini'yle Mareşal Graziani'yi getirecek treni bekliyordu Ölmemişti Patlama sırasında saçları kavrulmuş, sağ bacağı yanmış, sağ koluna da hafif bir felç gelmişti Albay Brandt'la Hitler'in sağındaki iki general ve bir stenocu hemen ölmüşlerdi Hitler, kendisini yerden kaldırmaya çalışan Keitel'e:

"Yeni pantolonum pek de güzeldi, bana bir üniforma getirsinler)" demişti Patlamadan üç saat sonra iyice kendine gelmiş, Mussolini'ye havaya uçurulan barakayı göstermişti

General Olbricht, Albay Stauffenberg'den aldığı haberi İç Güvenlik Ordusu Kumandanı General Fromm'a bildirdi Ancak General Fromm, Hitler'in ölüm haberini kuşkuyla karşıladı Hitler'in karargâhıyla bağlantı kurmak ve Führer'in kesin olarak ölüp ölmediğini öğrenmek istedi Az sonra Feldmareşal Keitel telefonda şunları söylüyordu :

"Yok efendim, saçma Bir suikast oldu ama Führer kurtuldu Şu anda Duçe'yle görüşüyor"

General Olbricht, Keitel'in yalan söylediği inanandaydı Az sonra Stauffenberg de Milli Savunma Bakanlığına geldi Albay kesin konuşuyordu :

"Konferans salonu yerle bir oldu, uçuşan cesetler gördüm, oradan tek kişinin canlı çıkması mümkün değil" Ona, Keitel'in telefonda söyledikleri tekrarlanınca: "Onu bilmem, ama Hitler'in öldüğünü gördüm" dedi Komplocular, Stauffenberg'in bu sözleri üzerine harekete geçtiler ve Almanya'nın dört bir yanma, işgal altındaki ülkelere telgraf ve telefonlarla durumu bildirip taraftarlarının daha önce hazırlanan planı uygulamasını istediler General Fromm, Hitler'in öldüğüne inanmamıştı Stauffenberg’e :

"Sizin yapacağınız, şimdi beyninize bir kurşun sıkmak Çünkü suikast başarıya ulaşmadı" dedi General Olbricht'in de tutuklanması gerektiğini ileri sürüyordu Fakat, Olfbricht'le Stauffenberg onu tutuklayarak, yandaki odaya hapsettiler Komplocular beş saat süreyle Berlin'i ellerinde tuttular Akşama doğru, Hitler'in yaşadığı kesin olarak anlaşılınca, ne yapacaklarını bilemez duruma geldiler Suikastçıların Paris kolu, daha üstün bir başarı gösterdi Fransa Valisi Karl Heinrich von Stulpnagel, bütün SS ve SD’leri (Partisi Casusluk Örgütü) bir Fransız hapishanesine doldurmakta güçlük çekmedi Daha sonra ordu komutanı von Kluge'ye giderek Nazi Yüksek Komutanlığına karşı gelmesini ve barış için girişimde bulunmasını istedi General von Kluge ona şunları söyledi "Domuz ölmüş olsaydı, bunu yapardım"

Öte yanda, Berlin'de de Naziler karşı harekete geçmişlerdi Plan gereğince Propaganda Bakanlığına gidip Goebbels'i tutuklaması gereken Yarbay Remer, orada bir emir alıyordu: "Derhal Goebbels'in emrine giriniz Führer' in emridir" Yarbayın duraksadığını gören Goebbels, elinde tuttuğu telefon ahizesini Remer'e uzattı

"Beni tanıdınız mı Yarbay Remer?"

"Evet Führer'im tanıdım"

"Yarbay Remer, şimdi emirlerimi iyi dinleyin Şu andan itibaren Berlin'de duruma siz hâkim olacaksınız, tam yetkilisiniz Generallere, mareşallere bile emir verebilirsiniz Karşı duranları acımadan temizleyiniz Doğrudan doğruya Führer adına hareket edeceksiniz"

Yarbay Remer, Goebbels'i tutuklamak için geldiği Propaganda Bakanlığından, az sonra, kendi arkadaşlarını yakalamak için harekete geçti Goebbels'i tutuklamaya hazırlanan birliğine şu emri verdi:

"Hazır ol! İstikamet Savunma Bakanlığı! İleri"

Akşam saat sekize doğru Yarbay Remer'in askerleri Savunma Bakanlığını ele geçirmişlerdi Çarpışmada ilk vurulan Albay Stauffenberg oldu Sırtına bir kurşun saplanmıştı Bu arada Fromm da hapsedildiği odadan çıkmış ve kumandayı yeniden ele almıştı Alelacele bir Harp Divanı kuruldu Komplocuların hemen hemen hepsi yakalanmıştı General von Beck, Fromm'a tabancasının kendisinde bırakılmasını istedi Fromm:

"Peki, işinizi kendi elinizle bitirecekseniz buyrun, ama çabuk olun!" dedi Fakat von Beck, beynine yönelttiği namluyla hedefini bulamadı ve hafif yaralı olarak bir koltuğa yığıldı Harp Divanı, beş dakika sonra kararını General Fromm ağzından şöyle açıklıyordu :

"Führer adına karar veren Divan, General Olbricht'i, Kurmay Albay Mertz von Quirnheim'i, Albay Stauffenberg'i ve Teğmen von Hasften'i idama mahkûm etmiştir"

Von Beck, eline verilen ikinci tabancayla da intihar edemeyince, bir başkasının yardımıyla "işi bitirildi" İdama mahkûm edilenler, hemen oracıkta, Savunma Bakanlığının avlusunda kurşuna dizildiler

Komplocuların Paris'teki lideri von Stulpnagel olaydan sonra intihar etmek istemiş fakat yalnızca gözleri kör olmuştu Geri kalan sanıklarla birlikte yargılanarak 20 Ağustosta asıldı Mahkemenin Başkanı ayrı bir âlemdi Suikastçılara açıkça küfrediyor, polis tarafından kemeri alınan ve sık sık pantolonunu çekiştirmek zorunda kalan, komplocuların Hitler'in yerine devlet şefi olarak düşündükleri Von Vitzleben'e :

"Seni ahlâksız ihtiyar seni, neden durmadan pantolonunu karıştırıyorsun!" diye bağırıyordu

Von Stulpnagel, intihar teşebbüsünden sonra hastanede yatarken :

"Rommel! Rommel!" diye sayıklamıştı

İlk önce kimse, suikast olayında Rommel'in de parmağı olacağına inanamamıştı Çünkü, suikasttan üç gün önce Mareşal Rommel, 17 Temmuzda Kuzey Fransa'da, otomobiline ateş açan bir İngiliz uçağı tarafından ağır yaralanmıştı Gestapo soruşturmayı derinleştirince, Mareşal Rommel'in de komplocularla birlik olduğunu ortaya çıkardı

13 Ekim 1944 günü, iyileşmeye yüz tutan Rommel, Herrlingen'deki evinde dinlenirken Feldmareşal Keitel'den bir mektup aldı Mektupta olaylar özetleniyor ve suçlamalar doğruysa, şerefli bir insanın nasıl davranması gerektiğini Rommel'in bileceği ileri sürülüyordu

Mektubu getiren subaylardan General Burgdorff, Mareşal Rommel'e :

"Sayın Mareşalim, gelirken bir kutu zehir getirdim Ampul halinde Bunları kullanmak isterseniz, Führer'in cenazenizin askerlik geçmişinize yaraşır ulusal bir tören olarak yapılacağına dair mesajını da size iletmekle görevliyim" dedi

Rommel, karısı ve çocuklarıyla vedalaştıktan sonra, mareşal üniformasını giymiş olarak General Burgdorff ve General Maisel in yanma döndü Daha sonra, içinde General Maisel'in de bulunduğu bir otomobil, Rommel'i yakındaki bir koruluğa götürdü Burada General Maisel, yanına şoförü de alarak Rommel'i otomobilde yalnız bıraktı Geri döndüklerinde Mareşal Rommel can çekişiyordu Hastaneye götürülürken de yolda öldü

Yapılan resmi açıklamada, Rommel'in kalp durması sonucu öldüğü bildiriliyordu Goering, Dönitz ve Jodl gibi Nazi ileri gelenleri bile, Rommel'in gerçek ölüm sebebim bilmiyorlardı

Rommel için parlak bir cenaze töreni düzenlendi Ulm alanında yapılan törende Führer'in özel temsilcisi olarak konuşan Mareşal Rundstedt Rommel'der, "Alman Kumandanlarının en büyüklerinden biri olarak tarihe geçtiğini” söyledi




Hz Osman Suikasti


Hz Muhammet bir gün evinde yatak kıyafetiyle oturmuş, az önce kendisini ziyarete gelen Hz Ebubekir ve Hz Ömer'le konuşuyordu Bir süre sonra kapı çalınmış ve kendisine Hz Osman'ın geldiği bildirilmişti,

Hz Osman'ın geldiğini öğrenen Hz Muhammet, hemen başka bir odaya geçerek, üzerindeki geceliği çıkarmış elbiselerini giymişti Hz Muhammet'in bu davranışını gören Hz Ayşe, elbiselerini neden giydiğini sormuş ve şu karşılığı atmıştı:

"Osman'dan melekler utanır, ben nasıl utanmam!)"

Ne acıdır ki, Hz Muhammet'in böylesine saygısını kazanan bu büyük adam, öldürmesini bilmediği için, kendisine baş kaldıranlar tarafından vahşice öldürülecekti

Hz Osman, Hicret'ten 47 yıl önce, bugünkü tarihle 575'te Mekke'de dünyaya gelmişti Mekke'nin soylu Kureyş ailesindendi, O tarihlerde Kureyşliler birçok kollara ayrılmışlardı Bunların en önemlileri, Hz Muhammet'in de bağlı bulunduğu Haşimiler, öbürü Hz Osman'ın soyu olan Emevilerdi Bu iki aile Mekke'yi birlikte yönetiyordu

Hz Osman Müslümanlığı kabul ettiğinde 34 yaşındaydı Müslüman olduktan sonra, Hz Muhammet'in büyük kızı Rukiye'yle evlenmişti Fakat Rukiye, amansız bir hastalık sonucu ölünce, Hz Muhammet bu sefer küçük kızı Ümmü Gülsüm'ü, aralarındaki akrabalık bozulmasın diye Hz Osman'a verdi Böylece Hz Osman iki kere peygamber damadı oldu Bundan ötürü de kendisine "İki Nur Sahibi" anlamına gelen "Zinnureyn" deniliyordu

Hz Osman, yumuşak başlı, dürüst, son derece dinine bağlı bir kimseydi İnsan sevgisi ve acıma duygusu, onun en büyük özelliklerindendi Hz Muhammet'i içtenlikle sever Onun uğrunda hiç bir fedakârlıktan kaçınmazdı Etkili bir konuşmacıydı Kur'an-ı Kerim'in kitap haline getirilmesinde olduğu kadar Müslümanlığın yayılmasında da büyük çaba göstermiş ve başarı sağlamıştı

Hz Osman'ın Halifeliği zamanında, İslâm Devleti, Orta Asya'dan Atlas Okyanusuna kadar uzanıyor; İran, Azerbaycan, Irak, Suriye, Filistin ve Mısır'ı içine alıyordu Bütün bu ülkeler, Basra, Küfe, Şam ve Mısır Valilikleri tarafından yönetilirdi

Onun amacı, Hz, Ömer'den devraldığı bu büyük İslâm devletinin sınırları içindeki değişik ırk, dil ve dindeki toplumları birbirleriyle kaynaştırmak, ileri ve uygar bir yönetim kurmaktı Bunda başarı kazanmış, Hz Ömer'in yerini tam anlamıyla doldurmuştu

On iki yıllık Halifeliğinin ilk altı yılı, tam bir güvenlik ve düzen içinde geçmişti Ülkede eksiksiz bir denetim kurulmuş, tarım ve ticaret alanlarında büyük atılımlar yapılmıştı Ne var ki, varlıkları çoğaldıkça Müslümanlar yaşadıkları gösterişsiz ve yalın hayattan uzaklaşıp dünya zevk ve nimetlerinden yararlanmak için günlerini gün etmeye bakıyorlardı

Hz Muhammet bir konuşma sırasında, rekabet ve kin duygusunun varlıkla birlikte geleceğini bildirmişti Gerçekten de öyle olmuştu; aralarına çıkar ayrılıkları girdikçe, Müslümanların birliği bozuluyor, eski içtenlik ve gerçek dostluk hiç bir yerde görülmez oluyordu Artık Müslümanlar da Bizanslılar -ve İranlılar gibi, saraylarda oturuyor, değerli kumaşlardan elbiseler giyiyorlardı Hz Muhammet'in döneminde yaşamış olanlar yaşlanmışlardı Onların yerine geçen yeni kuşak eskilerin ülkülerine bağlılığından yoksundu Madde ve çıkar onlara daha çekici geliyordu

Öte yandan Kureyş'in iki kolu olan Haşimilerle Emeviler birbirlerine düşman kesilmişlerdi Emeviler, Hz Osman'la olan yakın akrabalıklarından yararlanıp bütün yüksek memurlukları ellerine geçirmişlerdi Bu durumdan en çok Haşimiler yakınıyorlardı

Bu Sıralarda Mısır'dan birkaç kişi Medine'ye gelerek Hz Osman'a Vali Abdullah bin Sa'd'ı şikâyet ettiler Halife Hz Osman, Vali'yi azarlayan bir mektup yazdı Gelenler, mektubu Vali'ye ilettiklerinde, Abdullah bin Sa'd Halife'nin buyruklarına boyun eğeceği yerde, onları dövdürdü Dahası şikâyetçilerden biri, dayak sırasında öldü Bu olay, genel hoşnutsuzluğun su üzerine çıkmasına ve birtakım ayaklanma girişimlerine yol açtı

Ayaklananlar Basra, Küfe ve Mısır üzerinden Medine'ye doğru üç ayrı koldan yürüyüşe geçtiler Ancak, Medine'de Hz Osman'ı tutanların bir ordu topladıklarını işitince, kentin yakınlarında konakladılar Gelenler 600 kişiydiler Duydukları bu haberin doğruluğunu öğrenmek için, Medine'ye birkaç kişilik bir kurul gönderdiler Bunlar, Medine'de Hz Ali, Talha ve Zübeyr'den başka, Hz Muhammet'in eşleri ve kentin ileri gelenleriyle görüştüler Hac amacıyla geldiklerini, ayrıca halka kötü davranan memurların görevlerinden alınmaları için başvuracaklarını, arkadaşlarının da Medine'ye girmelerine izin verilmesini söylüyorlardı Talha ve Zübeyr söylenenlere inanmadılar Ayaklananlar, kötü amaçlarının ortaya çıktığını görünce Medine'nin dışında bekleyen arkadaşlarının yanına döndüler

Aralarında yeniden bir görüşme yaptıktan sonra, Mısırlıların Hz Ali'ye Basralıların Talha'ya ve Kulelilerin ise Zübeyr'e baş vurarak, kabul ederlerse Hz Osman'ın yerine kendilerini Halife seçeceklerini söyleme kararını aldılar Teklif aynı anda üçüne birden yapılacak ve onların iktidar tutkuları kamçılanarak, düşmanlarını parçalayıp güçsüz düşüreceklerdi

Hz Ali olup bitenlerden kuşkulandığı için, Medine'de asker toplamış, oğulları Hasan ve Hüseyin'i de Hz Osman'ı korumakla görevlendirmişti Kendisi de Medine dışında karargâh kurmuştu Burada Mısırlılarıntemsilcileriyle görüşen Hz Ali, teklifi öğrenince öfkelendi, hepsini kovdu Öteki asi kurulları da Talha ve Zübeyr'den aynı karşılığı alınca, gidiyormuş gibi yaptılar Bunun üzerine Hz Ali, askerleriyle Medine'ye döndü

Fakat ayaklananlar birdenbire geri dönerek saldırıya geçmişler ve güvenlik tedbirlerinin kaldırıldığı Medine'ye girmişlerdi Kendilerine karşı koyanların öldürüleceğini, halka hiç bir kötülüklerinin dokunmayacağını açıklayan isyancılar, Hz Osman'ın gönderdiği kişilerin öğütlerini dinlemediler Daha sonra Medine'nin ileri gelen kişileriyle ayaklananların yanına giden Hz Ali:

"Gitmeye karar vermişken niçin geri döndünüz?" diye sordu

İsyancılar, Hz Ali'ye amaçlarının Hz Osman'ı Halife'likten düşürmek olduğunu söylediler Hz Osman'ı tutanlar, isyancılarla çarpışmak için ondan izin istediler Fakat Hz Osman, kendisinin yüzünden Müslüman kanı akıtmasından yana olmadığından, onlara bu izni vermedi

İsyancılar Medine'ye yerleşmişlerdi Hz Osman ise sanki hiç bir şey olmamış gibi imamlık görevine devam ediyordu Ona karşı olanlar da arkasında namaz kılıyorlardı Bir cuma namazında Hz Osman minberden, isyancılara seslenerek:

"Sizler lanetlenmiş kişilersiniz Gelin asilikten vazgeçin, lanetlenmiş olmayın!" dedi Camide bulunanlardan birkaç kişi de onun bu sözlerini onayladılar Buna çok kızan asiler, halkı taşa tuttular Atılan taşlardan biri de Hz Osman'ın başına geldi ve bayılmasına yo! açtı

Vilâyetlerde, Medine'deki karışıklıklar öğrenilince, Hz Osman'ı kurtarmak için hazırlıklar başladı Şam'dan, Kûfe'den ve Basra'dan ona bağlı birlikler hızla Medine'ye doğru ilerlemeye başladılar Tehlike içinde olduklarını anlayan isyancılar, işi çabucak bitirmek için Hz Osman'ı öldürmeye karar verdiler

Hz Ali isyancıların kararını öğrenince, oğulları Hasan ve Hüseyin'i yeniden Hz Osman'ı korumakla görevlendirdi Talha, Zübeyr ve öteki seçkin kişiler de oğullarını Hz Osman'ın yanına gönderdiler, öte yandan isyancıların Hz Osman'ı öldürmeye iyice kararlı olduklarını gören Hz Ali onlara:

"Kılıçlarınızı sıyırmayın; sıyırırsanız bir daha kınına koyamazsınız! Unutmayınız ki, Medine'yi koruyan meleklerdir Eğer onu öldürürseniz, melekler Medine'yi bırakıp giderler! Bir Halife öldürülürce, 30 bin insan öldürülmüş sayılır" diye onlara öğüt verdi fakat bu sözlerinin bir etkisi olmadı

İsyancılar bir gün saldırıya geçip Hz Osman'ın evini ok yağmuruna tuttular Atılan oklardan, Hz Ali'nin oğlu Hasan'la, Talha'nın oğlu Muhammet yaralandı İsyancılar, ok atarak bir sonuç alamayacaklarını anlayınca, bitişik evin duvarını delerek Hz Osman'ın evine girdiler

Bu sıralarda Hz Osman 82 yaşındaydı Bir gece önce düşünde Hz Muhammet'i görmüş ve Peygamber ona:

"Yarın akşam iftarı bizim yanımızda yapacaksın" demişti

Delik duvardan içeri giren isyancılar, Hz Osman'ı oruçlu ağzıyla Kur'an-ı Kerim okurken buldular Muhammet bin Ebubekir, Hz Osman'ın sakalından tutarak:

"Şimdi seni elimden hiç kimse alamaz!" diye bağırdı

Hz Osman, Muhammet bin Ebubekir'in yüzüne bakarak yavaş bir sesle:

"Baban bu halini görse, ne kadar utanır, ne kadar üzülürdü" deyince, Ebubekir utancından kaçtı Geriye kalan üç suikastçıdan biri kılıcını çekerek Hz Osman'a doğru salladı Eşinin yanında bulunan Naile Hatun, Hz Osman'ı korumak için kollarını siper etmek isteyince parmakları doğrandı Bu sefer öbür iki suikastçı Halife'ye saldırdı Biri kılıcını Hz Osman'ın göğsüne saplarken, öteki de boğazına sarıldı Az sonra, Hz Osman kanlar içinde, cansız yerde yatıyordu Hz Osman'ın kanı, okumakta olduğu Kur'an'ın üzerine sıçramıştı

Naile Hatun'un bağırışı üzerine koşan kölelerden biri, suikastçilerden ikisini öldürdü, üçüncüsü kaçmayı başarabildi Kapıda nöbet bekleyenler de içeriden gelen gürültüleri duyunca, odaya girmişler, fakat geç kaldıklarını görmüşlerdi

İsyancılar iki gün Medine'ye egemen oldular Korkusundan kimse sokağa çıkamıyordu Hz Osman'ın cesedi iki gün olduğu yerde kaldı Sonunda Hz Ali Hz Osman'ın gömülmesi için harekete geçti Ölüyü taşlamak isteyen isyancıları dağıttı Hz Osman'ın cenazesi, Medinelilerden ancak 20 kişi tarafından kaldırılarak gömüldü

Hz Osman'ın Kur'an-ı Kerim üzerine sıçrayan kanı hiç bir zaman kurumadı Müslümanlar arasındaki savaşın başlangıcı oldu Yüzyıllarca, sanki bu kanın kurumasını önlemek istercesine, mezhep kavgalarıyla Müslümanlar birbirlerinin kanını akıtıp durdular


Alıntı Yaparak Cevapla

Suikastler Tarihi

Eski 06-27-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Suikastler Tarihi




Hz Ömer Suikastı


Bizans İmparatoru Heraclius (Ermeni asıllı ve Heraclius Hanedanının kurucusu olan I Heraclius; 610-641 yıllan arasında Bizans imparatorluğu tahtında oturmuştur) yüz çizgileri gerilmiş, sinirden titriyor, karşısında süklüm püklüm duran Prens Tomas'a bağırıyordu:

"Anlamıyorum Tomas, ne oluyor? Urfa, İskenderun ve Antakya'yı verdik, fakat bu da yetmedi Şimdi de Suriye elden gidiyor! Senden en küçük bir başarı ve karşı koyma haberi yok Şam kalesi bile düştü düşecek! Şimdi de sıra Kudüs'e mi geldi? Bütün bu yenilgilerinizin gerçek nedenlerini anlayamıyorum"

Prens Tomas, üzgünlüğünü belirten bir sesle imparatora şöyle karşılık verdi:

"Haklısınız efendimiz Ama son bir kozum daha var Eğer izin verirseniz bunu da denemek istiyorum Belki de bu davranışımı iyi karşılamayacaksınız Çünkü planımın içinde Kutsal Kitapların da rolü olacak"

İmparator Heraclius:

"Söyleyin bakalım Prens Tomas Oyununuzu ben de merak ettim" dedi

Prens Tomas, savaşta uygulayacağı planını anlatmaya başladı:

"Ellerine kutsal kitapları almış rahipleri, askerlerimin önünde yürüteceğim İslâm kuvvetleriyle hiç cenge çıkmamış ve maneviyatları bozulmamış genç kumandanları da savaşa sürdüreceğim"

İmparator elini Prens Tomas'ın omzuna koydu ve bu savaş planını beğendiğini belirterek:

"Güzel güzel Sonucunda başarı elde edilebilecek bir düşünce bu Niçin bunu daha önce uygulama yoluna gitmedin? Tanrı yardımcın olsun"

Ne var ki, bu gülünç savaş oyunu gerekli sonucu sağlamamış, Hıristiyanlık dünyasının kutsal şehri Kudüs de, her an İslâm ordularının eline düşmek tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı (Tarihler, Kudüs'ü kuşatan İslâm ordularının komutanı konusunda değişik adlar ileri sürmektedirler Değişik kaynaklar, Halid bin Velid, Amr Ibnül As, Ubu Ubeyde ve Halid bin Sabit'i Kudüs'ü kuşatan birliklerin başında gösterirler Bu karışıklığın, Kudüs'ün savaş yapmadan ele geçirilmesinden doğduğu ileri sürülebilir)

Kudüs halkının tek umudu Patrik Sofronius'a bağlanmıştı Onun çevresinde toplanmış, çıkar yolun ne olduğu konusunda kendisinden bilgi istiyorlardı Sofronius'a:

"Muhterem Patrik Hazretleri, biz kutsal dinimizin başkentini vermek istemiyoruz Bunun için elimizden gelen son çarede birleştik Bu kutsal kenti teslim etmektense, düşmanla çarpışa çarpışa Kudüs'ü yerle bir eder ve İslâm ordularına bir yıkıntı halinde bırakırız Sizin bu konudaki düşüncenizi öğrenmek istiyoruz" dediler

Patrik, kendilerine şu karşılığı verdi: "Ben, sizden çok ayrı düşünmekteyim Bana bu gücü veren de, elimde Halife'nin kendi eliyle yazdığı ahitnamenin (Anlaşma şartlarını kapsayan belge ya da resmi kâğıt) bulunmasıdır Bu bana güven veriyor Halife, bu ahitnamede cana, mala ve ırza dokunmayacağına dair, Tanrı katında yemin etmektedir Hem de, dini inanışlarımıza ve kiliseye gitmemize engel olmayacağını da bildirmektedir"

Uzun görüşme ve tartışmalar sonunda, Patrik Sofronius'un da etkisiyle, Kudüs halkı şu karara vardı; Halife Hz Ömer gelirse, şehri ona teslim edeceklerdi

Halife Hz Ömer, Kudüs'ü teslim almak üzere Medine'den yola çıkmıştı Develere binmiş bedeviler de arkası sıra geliyorlardı Geçtikleri yol üzerindeki köy, kasaba ve kent halkları, Halife'ye büyük sevgi gösterilerinde bulunuyorlardı

Yol boyunca karşılamaya çıkanlar, gelecek Halife birliklerinin göz kamaştırıcı ve olağanüstü görünümlerini düşlerken, giyim ve kuşamları birbirine benzeyen iki kişinin, yanlarındaki bir deveyle önlerinden geçtiklerini gördüler Yoksul görünüşlü bu iki kişi, deveye nöbetleşe binerek yol alıyorlardı

Yol boyunca birikenler, bu yoksul kılıklı iki kişinin kimliklerini öğrendiklerinde, şaşırıp kaldılar Çünkü bunlardan biri Hazret-i Ömer bin Hattab, ötekiyse kölesiydi

Kudüs surları görününce, kumandanlarından Ebu Ubeyde, Halife Hz Ömer'in yanına gelerek:

"Ya Ömer-ül Faruk(Faruk: Arapça, "doğruyu eğriden ayıran" anlamına) Elbiseleriniz biraz eski ve yamalı Kudüs'e girmek için seçtiğiniz binek hayvanınız da cins değil Bunları değiştirip, size ve Halife'ye yaraşır elbiseler giyseniz nasıl olur?"

Hz Ömer, bu sözler üzerine kaşlarını çatıp, ağır ağır şu karşılığı verdi:

"Bilirsin ki, bizde ad, ün, onur ve mevkiden yana ne varsa, tümü de İslama aittir Kişiliğimize gelince; ona sadelik daha çok yaraşır! Elbiselerin kişiye ün ve onur kazandırdığını nerede gördün? Eğer öyle olsaydı; şu karşımızdaki süslu ve gösterişli elbiseler içindeki kumandanlar, çıplak ayaklarımızın karşısında emir kulu bulunmazlardı!"

Kale kapısı açılmış, Kudüs şehrinin içine doğru uzanan anayolda, Hıristiyan dininin ileri gelenleri, başlarında Patrik Sofronius olmak üzere, Hz Ömer'i karşılamak için sıralanmışlardı

Önde üç atlı ilerliyordu Ortadakinde sade ve yamalı elbiseler içinde Halife Hz Ömer, sağ ve solunda kumandanları Halid bin Velid'le Ebu Ubeyde vardı Onların arkasında da Amr Ibnül As, Şurabil ve Bilâl-i Habeşi geliyordu En arkada da askerler düzenli sıralar halinde yürüyorlardı

Ömer, bir ara Bilâl-i Habeşi'nin yanına giderek: "Ya Bilâl! Tanrı'mızın bize lütfuna, ihsanına ölçü yok! Bu kutsal şehre girdiğimiz şu sıra, namaz vaktidir Mübarek ezan-ı Muhammedi'yi senden dinlesek nasıl olur?"

Bilâl-i Habeşi, Süleyman mabedinin karşısına düşen yüksek kale burcuna çıktı ve az sonra da, Kudüs'te ilk olarak ezan sesi işitildi

Namaz çağrısı işitilince, Patrik Sofronius cemaati "Bâsübâdelmevt / ölümden sonra diriliş" adlı kiliseye götürerek, ibadetlerini burada yapabileceklerini söyledi

Kiliseye giren Halife Hz Ömer, içerisinin tapınmakta olan Hıristiyanlarla dolu olduğunu görünce, Patrik Sofronius'a dönerek:

"Görüyorsunuz ki, biz cemaat halinde namaz kılarsak bunların ibadetine engel olacağız Sonra, kumandanlarım ve askerlerim kilisenin camiye çevrildiğini sanırlar Buraya bir cami gözüyle bakarlar Bu da ahitnamemize aykırı düşer! Biz namazımızı kilise dışında da kılabiliriz İlginize teşekkür ederiz" dedi

Kudüs 637 yılında, böylece Müslümanların eline geçmiş oldu (Kudüs'ün Müslümanların eline geçtiği tarih konusunda birlik yoktur Bazı kaynaklar Kudüs'ün Fethini MS 638 olarak gösterirler Taberi'ye göre Kudüs 637'de alınmıştır

Aradan yedi yıl geçmişti 644 yılında Hz Ömer, Medine'de mescitte sabah namazını kıldırıyordu Tam bu sırada Ebu Lülüe Feyruz adında bir köle, elinde bir hançerle cemaat içine daldı ve Halife Hz Ömer'i secdedeyken altı yerinden yaralayarak yere serdi Kaçmasını önlemek isteyen altı kişiyi daha yaralayıp mescitten dışarı çıktı

Dışarıda nöbet beklemekte olan Beni Esed kabilesinden bir cenkçi, Ebu Lülüe Feyruz'un arkasından okunu fırlattı Ok, suikastçının tam başına saplandı Zehirli okun girmesiyle de Ebu Lülüe Feyruz olduğu yere yığılıp can verdi

Hz Ömer'i vuran Ebu Lülüe Feyruz'un dini ve ırkı konusu da karışıktır Bir söylentiye göre, Halid bin Velid'in Yahudiden dönme kölesiydi Başka kaynaklar da onu Hıristiyan ya da Zerdüşt dinine bağlı olarak gösterirler Suikast konusundaki söylentilerden biri şudur: Küfe Valisi Mugayre ibni Sa'be, Ebu Lülüe Feyruz'un kızını kaçırtmış ve bedevi şeyhlerinden birisine armağan etmişti Ebu Lülüe, bu durumu bildirmek ve kızını geri almak için Hz Ömer'e baş vurmuş, fakat gereken ilgiyi görmemişti Bunun üzerine bir sabah namazında onu, daha sonra ölümüne yol açacak biçimde hançerle ağır yaralamıştı

Hazreti Ömer'i hemen evine taşıdılar Aceleyle bulunan bir cerrah, karnındaki yaraları dikti Yaraların iyileşmesi için Hz Ömer'in hiç kıpırdamadan yatması gerekiyordu

Halife Ömer, oğlu Abdullah'ı yanına çağırttı ve ona vasiyetini bildirdi:

"Cenaze namazını kılındıktan sonra, Hz Ayşe'ye (Hz Muhammet'in üçüncü eşi) git, benim Revza-i Mutahhara'ya (Hz Muhammet'in Medine'deki mezarına verilen ad) gömülmem için izin al!" dedi ve sonra cerraha dönerek:

"Şimdi namaz vakti yaklaşıyor, Abdest almaya kalksam ne olur?" diye sordu Cerrah büyük bir kaygı ve telâşla karşılık verdi:

"Ya Emir-ül Müminin! Sakın böyle bir davranışta bulunmayınız, yerinizden kımıldarsanız, dikişler hemen sökülür, Tanrı korusun büyük felâket olur!"

Hz Ömer gülümseyerek:

"Namazımı bırakmaktansa, karnım yarılsın daha iyi" dedi ve yattığı yerden doğrulmak istedi

Acı bir haykırış duyuldu Hepsi o kadar

Babasının soğuyan ellerini, avuçlarında ısıtmaya çalışan Abdullah, göz yaşlarını tutamadı Bir sahabi (Hz Muhammet'in görüp konuştuğu, yakınları Çoğulu Sahabe’dir) onu kıyıya çekerek, şu ayet-i kerimeyi söyledi:

"İnna Lillâhi ve inna ileyhi raciûn "



II Abdülhamit Suikastı


1905 yılının 21 temmuzuydu Padişah II Abdülhamit'e Yıldız camisindeki cuma selâmlığından çıkmış, arabasına doğru ilerliyordu Her zamanki gibi, caminin merdivenlerinden inecek ve dört yüz metre ileride bekleyen arabasına binecekti Fakat bu sefer ufak bir gecikme olmuştu Şeyhülislâm Cemalettin Efendi, Abdülhamit’in yolunu kesmiş, bazı konularda bilgi istemişti

Padişah II Abdülhamit'le Şeyhülislâm Cemalettin Efendi arasındaki konuşma oldukça uzamıştı Tam bu sırada korkunç bir patlama duyulmuş, arkasından araba parçaları ve insan kol ve bacakları dört bir yana savrulmaya başlamıştı Padişahın yanında bulunanlar korkuyla kaçışıyor, canlarını kurtarmak için sığınacak yer arıyorlardı O kadar kalabalığın arasında kılını kıpırdatmayan, yüzünde en ufak bir heyecan ve korku izi görülmeyen tek bir kişi vardı: Kuruntu ve kuşkusu herkes tarafından bilinen II Abdülhamit

Ortada heykel gibi kıpırdamadan duruyordu Yaverlerinden Miralay Sadık Bey korku ve telâştan kılıcını yere düşürmüş Miralay Süleyman Şefik Bey de apoletini kaybetmişti Çevresindekilerin can kaygısına düşüp çil yavrusu gibi dağılmaları, II Abdülhamit’i çok kızdırmış ve olaydan sonra yaveri için :

"Kılıcını düşüren yaveri maiyetimde görmek istemem, Trablus'a sürgün gidecek!" emrini vermişti Tehlike savuştuktan sonra, sığındıkları yerlerden çıkanlara Padişah şunları söylemişti:

"Arabamı çekiniz, burayı kordon altına alınız, sorumluları tutuklayınız!" Bu sırada, muhafız kıtalarının tüfeklerine mermi sürdüklerini görünce, töreni yöneten subaya :

"Selâm emrini verdir, ne duruyorsun!" diye bağırmıştı Muhafız kıtası hazır ol durumuna geçince, cami kapısına getirilen arabaya binen Abdülhamit, âdeti olmadığı halde ayakta durmuş, dizginleri kendi kullanarak Çit köşküne varmıştı

Doğu Anadolu'da bağımsız bir Ermenistan kurmaya çalışan Ermeni Komitacıları karşılarında en büyük engel olarak gördükleri Padişah II Sultan Abdülhamit'i öldürmek istemişlerdi Kendileri bu işte yeteri kadar tecrübeli olmadıklarından, Avrupa ve Rusya'daki uluslararası anarşistlerle ilişki kurmuşlar, onlardan Abdülhamit'in öldürülmesi konusunda yardım ve destek sağlamışlardı

Bu iş için özel olarak İstanbul’a gelenlerden biri de Belçikalı ünlü anarşist Edvard Jorris'ti O dönemde anarşizm bütün dünyayı sarmış, suikasta uğramayan hükümdar ya da cumhurbaşkanı hemen hemen kalmamıştı Şimdi sıra II Abdülhamit'teydi Edvard Jorris, göze çarpmamak için Singer şirketine memur olarak girmiş, Padişah'ın cuma selâmlıklarını büyük bir dikkatle izlemeye başlamıştı Abdülhamit, cuma günleri Yıldız camisinden çıktıktan sonra, 1 dakika 42 saniyede arabasının yanına gidiyordu Birkaç cuma selâmlığını gözleyen Jorris, bu sürenin hiç değişmediğini Padişahın bir saat düzeni içinde bu yolu, daima 1 dakika 42 saniyede aldığını görmüştü

Suikastı hazırlayan örgüt oldukça genişti Jorris'ten başka, Rusya'dan gelen Kristofor Mikaelyan ve kızı olarak tanıttığı Robina, Hacı Nişan Minasyan, Mıgırdıç Serkis Garibyan, Karabet Ohanesyan, Vahram Sabun Kendiryan, Silviyoriçi, Sari Torkom, Trase Yuvanoviç bu örgütün belli başlı üyeleriydiler

Hazırlanan plana göre, Yıldız camisi önünde bomba çatlatılıp II Abdülhamit öldürüldükten sonra, Galata Köprüsü, Tünel, yabancı banka ve kurumlar havaya uçurulacak, yabancı devletlerin işe karışmaları sağlanacaktı Filibe şehrinde Ermeni Komitacıları büyük bir toplantı yapmışlar, bu toplantıya Slav ve Siyonist örgütleri de katılmıştı Pro Armenia gazetesi başyazarı Pirkiyar da bu toplantıda bulunanlar arasındaydı Yapılan görüşmeler sonunda plan hazırlanmış ve II Abdülhamit'in Yıldız camisinden çıkarken öldürülmesi kararlaştırılmıştı

Gerçek adı Kristofor Mikaelyan olan fakat Samuel Fayn takma adiyle dolaşan Rus Ermenisi, Viyana'da Neseldorfer Wagenbefcu Fabriks Geselschaft firmasına bir fayton yaptırmış ve bunu parça parça Türkiye'ye sokmuşlardı Deniz yoluyla gelen faytonun parçalarını İstanbul’da komitenin adamı Silviyoriçi alıyor, muayenesiz geçmesi için de gümrük memurlarına para yediriyordu

İçine patlayıcı madde yerleştirilecek biçimde yaptırılan bu araba, bir araya getirildikten sonra, Şişli dışında denenmiş, amaca uygun bulunmuştu Faytona 80 kilo patlayıcı maddeyle 20 kilo demir parçası konmuş, arabaya koşulacak atlar da, o dönemin ünlü tiyatrocularından "Kel" Hasan Efendi’den satın alınmıştı "Machine İnfernale-Cehennem Makinesi" adı verilen ve bombayı istenilen zamanda patlatacak olan araç, Fransa'dan getirtilmişti Bütün bunlar tamamlandıktan sonra, 21 Temmuz 1905 cuma günü fayton, Abdülhamit'in dört at koşulu arabasının yanına bırakılmış, Padişahın camiden dışarıya çıkması beklenmeye başlanmıştı

Abdülhamit, caminin kapısında görününce Kristofor Mikaelyan ve kızı olarak tanıttığı Robina, Cehennem Makinesini çalıştırarak, bomba 1 dakika 42 saniye sonra patlayacak duruma getirilmişti Fakat Padişah, kapı önünde Şeyhülislâm Cemalettin Efendi'yle konuşmaya dalınca, süre dolmuş, Abdülhamit ölümden kurtulmuştu Suikast amacını gerçekleştirememişti ama, tam 26 kişi ölmüş, 58 kişi de yaralanmıştı Ayrıca, 17 arabayla 20 at da parçalanmıştı Cehennem Makinesi'ni çalıştırdıktan sonra kaçamayan Kristifor Mikaelyan da ölüler arasındaydı

Suikastçılardan birçoğu yabancı pasaport taşıdıklarından yurt dışına kaçmışlardı Fakat Edvard Jorris yakalanmıştı Arabanın parçaları arasında bulunan Neseldorfer kelimesiyle 11123 rakamı, olayın aydınlanmasını sağlamış, konuşmamakta direnen Edvard Jorris de her şeyin ortaya çıktığını görünce, bütün bildiklerini anlatmıştı Suikastçılardan Hacı Nişan Minasyan, sorgusu sırasında gittiği yüznumarada, teneke ibrikle bilek damarlarını ve karnını yırtarak intihar etmiş, geri kalanlar idam cezasına çarptırılmışlardı

Abdülhamit, Edvard Jorris'i bağışlamış, ayrıca kendisine 500 altın vermişti Jorris, daha sonraları Avrupa'da Abdülhamit'in bir ajanı olarak çatışmış, saraya önemli raporlar göndermiştir

Abdülhamit'in Ermeni Komitacıları tarafından öldürülememesi, nedense Tevfik Fikret'i pek üzmüş ve bu üzüntüsünü "Bir Lâhza-i Ta'ahhur - Bir anlık duraklama" adlı şiirinde şu mısralarla belirtmişti :

"Ey şanlı avcı, damını bihûde kurmadın
Attın fakat yazık ki, yazıklar ki, vurmadın"



II Aleksandr Suikastı


Akşam yemeği için sofrayı son defa gözden geçiren saray teşrifatçısı kapıda görünmüş ve tam:

"Haşmetmeab!" diye söze başladığı sırada, birden korkunç bir patlama duyulmuştu Sarayın yemek salonu bu patlama sonunda çökmüş, 11 askerin ölümüne 40 askerin de yaralanmasına yol açmıştı

Bomba yemek salonuna gizlice yerleştirilmişti Fakat, istenilen zamanda patlatılmamış, daha doğrusu, Rus Çarı II Aleksandr bir yakınıyla konuşmaya daldığından biraz gecikmiş ve bu gecikme de onun hayatını kurtarmıştı

Başsavcı'nın sıkı kovuşturması sonucu, suikastı Stefan Kalturin adındaki marangozun düzenlediği anlaşıldı Marangoz, Çar'ın yemek masasının altına yirmi kilo patlayıcı madde yerleştirmiş ve II Aleksandr’ın yemek salonuna geleceği sırada fitili ateşleyip kaçmıştı Bu Çar'a yapılan ne ilk ne de son suikasttı

Zincirleme suikastları doğuran olay, 1876 yılında Petersburg'daki kışlık sarayın tam karşısındaki Piyer ve Pol kalesinde geçti Bu tarihte kale siyasi mahkûmlarla ağız ağıza dolmuştu Bagolyubov adlı genç öğrenci de bu mahkûmlardan biriydi Genç, bir gün hücresine götürülürken, Petersburg Polis Şefi General Trepov'la karşılaşmıştı Trepov, Bagolyubov'a şapkasını çıkartmasını söyledi Fakat Bagolyubov bu emre uyacağı yerde, şapkasını başına daha da sıkı olarak geçirdi Onun bu davranışına kızan Petersburg Polis Şefi, dayak cezasının kaldırılmış olmasına rağmen, öğrenciye yüz kamçı attırdı Bu hem öteki suçluların, hem de serbest bulunan Çar aleyhtarlarının arasında büyük bir kızgınlık yarattı

Bu kızgınlığı en çok duyanlardan biri de, Vera İvanovna Zasuliç adında bir kadındı Bagolyubov'un öcünü almaya karar veren Zasuliç, bir gün Polis Şefi Trepov'un odasına bir iş bahanesiyle girmiş ve cebinden çıkardığı tabancayla onu kanlar içinde yere sermişti Trepov'u ağır yaralayan Zasuliç, elinden tabancayı yere atarak polislerin gelip kendisini tutuklamalarını büyük bir soğukkanlılık içinde beklemişti

Suikast, Çar aleyhtarı çevrelerde büyük şaşkınlık yarattı ama, asıl şaşkınlık Vera Zasuliç'in yargılanması sonucu mahkemeden beraat etmesiyle meydana geldi Bu, beraat, Çarlık Hükümeti çevrelerini öfkeden çılgına döndürmüştü Polisler, Vera Zasuliç'i mahkeme salonundan çıkarken yeniden tutuklamak istediler Fakat kapıda bekleyen atlı bir araba kadını onların bulamayacağı güvenlikli bir yere kaçırdı Vera bir anda Rusya'da acı çeken halkın kahramanı haline gelmişti, ülkede serbestçe dolaşması artık imkânsız hale geldiğinden İsviçre’ye kaçtı

Vera'nın yargılandığı günlerde, Piyer ve Pol kalesinde bulunan 193 ihtilâlcinin de duruşması vardı Mahkûmların arasında pek çok da kadın bulunmaktaydı Bunlardan biri de beş yıldır yargılanmasını bekleyen ve daha sonraları "Devrim'in Büyükannesi" adı verilecek olan Kievli Katerin Breşkovskaya'ydı Her zaman Breşkovskaya'nın yanında bulunan ve davranışlarından iyi bir aileden geldiği anlaşılan kızıl saçlı bir genç kız dikkatleri üzerine çekiyordu Sofia Prevskaya adındaki bu kız, Petersburg Valisinin öz kızı ve Eğitim Bakanı'nın yeğeniydi Babasının zalimliği genç kızı halkın yanına itmişti Sofia Prevskaya birkaç yıl sonra serbest bırakılacak ve Çar II Aleksandr'a sayısız ve başarısız suikastlardan birini düzenleyecekti

Vera'nın beraat etmesinden sonra suikast olayları daha da artmış, bütün Rusya'ya yayılmıştı 21 şubat 1879'da Prens Kropotkin öldürüldü Yine aynı günlerde Petersburg'da General Mezentçev bir tedhişçi tarafından vuruldu Suikastçı bir atla kaçmayı başardı 23 mart 1879'da General Deretlen de başka bir tedhişçinin saldırısına uğradı

Tedhişçiler hükümet ileri gelenlerinden sonra, kendilerine hedef olarak Çar II Aleksandr'ı seçmişlerdi 14 Nisan 1879 tarihinde Car'a ilk suikast yapıldı Bir gezinti sırasında, Soloviev adındaki suikastçı, Çar'a beş el ateş ettiyse de tutturamadı ve yakalanarak idam edildi, ikinci suikast 1 Aralık 1879'da, o sıralarda serbest bırakılmış olan Sofia Prevskaya'nın başkanı bulunduğu bir grup tarafından Kırım'da Çar'ın geçeceği tren yoluna bomba konularak yapıldı Bomba patlayınca birçok vagon devrilmiş fakat II Aleksandr bir önceki trenle geçtiğinden bu suikast da sonuçsuz kalmıştı

Suikastçıların inatla kendisini öldürmeye, çalıştıklarını en sonunda anlayabilen Çar, canını kurtarmak için bir Millet Meclisinin kurulmasını kabul etmek zorunda kaldı, Halkın devlet işlerine karışmasını sağlayacak olan bu kararı Çar II Aleksandr 1 Mart 1881'de imzalamıştı Ertesi gün yayınlanarak halka yeni bir düzenin kurulduğu bildirilecekti Fakat Çar çok geç kalmıştı Bu kararı grandüklerine ve bakanlarına haber verdikten sonra askeri bir törene gitti

Dönüşte, Katerina kanalının yanından geçerken Çar'ın kapalı arabasına, onun aldığı karardan haberleri olmayan suikastçılar tarafından havluya sarılmış bir bomba atıldı Patlayan bomba birkaç muhafızını öldürdü, kendisine bir şey olmadı II Aleksandr arabadan çıkarak, kanlar içinde yatan, muhafızlarının yanına gitmişti Arabacısının:

"Durmayalım Çar Hazretleri! Tehlike henüz geçmedi, hemen saraya gidelim!" demesine aldırmıyordu bile

Birkaç saniye sonra, II Aleksandr'ın ayakları dibinde patlayan ikinci bomba, ara******n ne kadar haklı olduğunu göstermişti!

Şimdiye kadar birçok suikasttan kurtulan II Aleksandr, bu sefer ölüm derecesinde yaralanmıştı Aceleyle saraya götürülüp çalışma odasındaki divana yatırıldığında gözleri kapanmıştı Bir ayağı kopmuş, öteki de parçalanmıştı Üç doktor başucunda ellerinden geleni yaptılar ama II Aleksandr'ı ölümden döndüremediler Bir saat kadar sonra doktorlar, yandaki odada bekleyen çember sakallı ve son derece iriyarı Veliaht III Aleksandr'a babasının artık hayatta olmadığını bildiriyorlardı


Alıntı Yaparak Cevapla

Suikastler Tarihi

Eski 06-27-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Suikastler Tarihi




İzmir Suikastı


İzmir Suikastı Davası
Haziran 1926, İzmir

Giritli Motorcu Şevki'nin 15 Haziran 1926 günü İzmir Valiliğine yaptığı bir ihbarla ortaya çıkarılan Mustafa Kemal'e suikast olayının yeni kurulan cumhuriyette bir iktidar savaşı olduğu bellidir İktidarı elinde bulunduran kadro kendisine rakip olarak gördüğü bir diğer kadroyu tasfiye etmek için bu olayı kullanmıştır Dolayısıyla bu tuhaf davanın sanıkları durumuna sokulan ünlü şahsiyetlerin, milli mücadelenin önde gelen paşalarının başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmemiştir!

Sonuçta çoğu İttihatçı olan 18 kişi idam edilirken Mustafa Kemal, Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü dışında milli mücadeleyi yürüten askeri liderlerin hemen tümü şaibeli hale getirilmiştir Hukuksal olarak nasıl bir skandal veya fiyaskonun cereyan ettiği ise olayın üzerinden sekiz ay geçtikten sonra bizzat Mustafa Kemal tarafından itiraf edilecektir

Şevki'nin ihbarı sonucunda 15 Haziran akşamı İzmir'de ve İstanbul'da yapılan tutuklamalarla yakalanan Ziya Hurşit, Çopur Hilmi, Gürcü Yusuf, Laz İsmail gibi kişilerin verdiği ifadelerin yanı sıra yakalanan silahlar ve bazı diğer kanıtlardan Mustafa Kemal'in İzmir'i ziyareti sırasında Kemeraltı'nda bir suikast teşebbüsü olacağı söylenebilir

Ama Enver Paşa'nın adamı olarak bilinen Hacı Sami ve İttihat ve Terakki'nin Teşkilat-ı Mahsusası'nın kurucularından Kuşçubaşı Eşref'den yurtdışında bulunan Çerkez Ethem'e kadar birçok kişiyle bağlantısı olduğu ileri sürülen olayın karanlıkta kalan yanları açığa çıkarılan yanlarından daha fazladır

Tabii bütün bu kargaşa içinde asıl önemli olan tam bir yıl önce, Haziran 1925'te kapatılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nda yer alan paşaların olaya dahil edilmeleri ve tutuklanarak idam talebiyle İstiklal Mahkemesi'nde yargılanmalarıdır Çok değil, daha birkaç yıl önce gerçekleştirilen milli mücadelenin kahramanları birdenbire cumhurbaşkanına suikast düzenlemeye kalkışacak kadar iktidar hırsından gözleri bir şeyi görmeyen caniler haline gelivereceklerdir!

Kasım 1924'de Kazım Karabekir'in başkanlığında kurulan ve Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Cafer Tayyar Eğilmez, Mersinli Cemal Paşa gibi ünlü komutanların da yer aldığı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Haziran 1925'te hükümetin aldığı bir kararla kapatılmıştı Ama İttihat ve Terakki'nin nasıl bir örgüt olduğunu iyi bilen Mustafa Kemal Paşa açısından bu defter tam anlamıyla kapanmamıştı

İktidar savaşı şu veya bu şekilde devam edecekti Bu duruma hazırlıklı olmak ve gerektiğinde hiç tereddütsüz ve acımasız bir şekilde hareket etmek zorunluydu İşte İzmir suikastı davası bu bağlamda bir anlam taşımaktadır

Mustafa Kemal'e yönelik bir suikast hazırlığından haberi olan hükümetin olayı denetimi altında tuttuğu ve suikastçıların içine de kendi adamı olan emekli jandarma yüzbaşısı Sarı Efe Edip'i soktuğu mahkeme sırasında paşalar tarafından ileri sürüldü Ama üzerine gidilemediği için kanıtlanamadı Ancak olayın bu çerçevede geliştiğini gösteren çeşitli işaretler vardır

İzmir'de yakalanan tetikçilerin ardından İstanbul'da Bristol Oteli'nde yakalanan Sarı Efe Edip İstanbul Polis Müdürü Ekrem Bey'e verdiği ifadede suikastın, "Terakkiperver Fırkası Umumi Heyeti tarafından kararlaştırıldığını" söyleyince, İzmir'de bulunan Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Ankara'daki Başbakan İsmet Paşa'ya bütün Terakkiperver paşalarının, yani Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Cafer Tayyar Eğilmez, Rüştü Paşa, Mersinli Cemal Paşa'nın tutuklanmasını ve yargılanmak üzere İzmir İstiklal Mahkemesine gönderilmesini isteyecektir (Rauf Orbay o sırada yurtdışında olduğu için daha sonra gıyabında Ankara'da yargılanacak ve 10 yıl hapis cezasına çarptırılacaktır)

Ancak İsmet Paşa durumdan çok emin değildir ve ortada ciddi bir kanıt olmadan, hepsi de mebus olan ve milli mücadelenin önderliğini yapmış bu şahsiyetlerin tutuklanmasının bir skandal olacağını düşünmektedir Nitekim Kazım Karabekir 18 Haziranda tutuklanmış ama Başbakan İsmet Paşa'nın müdahalesiyle hemen serbest bırakılmıştır İçişleri Bakanı Recep Peker bu durumu bir telgrafla Mustafa Kemal'e ihbar edecek ve bunun üzerine İzmir İstiklal Mahkemesinin Başbakan İsmet Paşa için de tutuklama kararı çıkardığı söylenecektir ama bu da kanıtlanmış değildir

İzmir ve Ankara arasında karşılıklı telgraflarla durum açıklığa kavuşamayıp İsmet Paşa yeterince ikna olmayınca kalkar İzmir'e gider Orada Mustafa Kemal ve mahkeme heyetiyle yüz yüze yaptığı görüşmeler sonucunda ikna edilecek ve böylece paşaların hepsi tutuklanarak İzmir'e gönderileceklerdir

Elbette bütün ülke ve dünya şaşkın bir şekilde olayı izlemektedir ve sadece bir kişinin, sanık paşaların "hükümet ajanı" olduğunu, örtülü ödenekten para aldığını söyledikleri birinin verdiği saçma bir ifade nedeniyle tutuklanmışlardır Saçma, çünkü cumhurbaşkanına suikast düzenlenmesi gibi bir eylemin kapatılmış bir partinin "umumi heyeti" tarafından kararlaştırılması aklın alacağı bir iş değildir

Sonuçta İzmir'de Elhamra Sineması salonunda yapılan İstiklal Mahkemesi duruşmalarında celladın ipini boyunlarında hisseden paşalar mümkün olduğunca durumu açıklığa kavuşturmaya çalışırlar İp boyunlarındadır, çünkü İstiklal Mahkemeleri neredeyse önüne gelene idam cezası vermekle ünlüdür Bu kadar uydurma bir gerekçeyle tutuklanıp mahkemeye çıkarıldıklarına göre aynı şekilde idam cezasına çarptırılmaları ve hemen infaz edilmeleri işten bile değildir

Mahkeme çok hızlı bir şekilde çalışarak davayı en kısa sürede sonuçlandırmak istemektedir Gerek Kazım Karabekir, gerekse Ali Fuat Cebesoy, Sarı Efe Edip'in Meclis Başkanı Kazım Paşa'nın yakını olduğunu, hatta Ankara'ya geldiğinde onun evinde kaldığını, bu tertibin içine hükümet tarafından ajan olarak sokulduğunu anlatırlar ve kendilerinin olayla bir ilgilerinin olmadığını belirtirler

13 Temmuzda Kel Ali başkanlığındaki mahkeme kararını açıkladığında verdiği 13 idam cezası arasında tetikçilerin yanı sıra suikastın örgütleyicileri olarak adı geçen İzmit mebusu Şükrü, Rüştü Paşa, Eskişehir mebusu ve Mustafa Kemal'in çocukluk arkadaşı Miralay Arif, Saruhan mebusu Abidin, Sivas mebusu Halis Turgut gibi isimler de vardır, ancak Terakkiperver paşalar beraat etmişlerdir

Mahkeme Terakkiperver Fırka içinde gizli bir örgütün Cumhurbaşkanım öldürerek yönetime el koymak istediği kararına varmıştır, ancak paşaların bununla ilişkisi kurulamamıştır

Sarı Efe Edip de beklemediği idam cezası karşısında şaşıracak ve "Bu kararda benim hizmetim nazara alınmadı" diyecektir ama mahkeme başkanı Kel Ali tarafından "Hizmetiniz elbette nazara alınacaktır" diye susturulacaktır Ali Fuat Paşa hatıralarında, Sarı Efe Edip'in hükümet ajanı olmasına rağmen idam edilişini "Bu hizmet esnasında yanlış bir hareketine yahut başka bir sebebe bağlıdır" diye yazacaktır

Sonuçta paşalar boyunlarını cellatın ipinden kurtaracaklar ama siyasi hayatları da bitmiş olacaktır Hukuki olarak ortada ciddi hiçbir şey yoktur, ama beraat etmiş de olsalar Mustafa Kemal'e suikast davasından yargılanmış olmaları siyasette artık bir rol üstlenememeleri için yeterlidir Nitekim bazıları ancak Mustafa Kemal'in ölümünden sonra tekrar siyasetle ilgilenecekler ve mebus olabileceklerdir

Bu davadan sekiz ay kadar sonra, Mart 1927'de bir akşam Çankaya'daki sofrasında ağırladığı çocukluk arkadaşı Ali Fuat Cebesoy'a Mustafa Kemal itirafta bulunup, şöyle diyecektir: "Paşaları senin hatırın için affettirdim" Harbiye'den atılmaktan Ali Fuat'ın babası İsmail Paşa sayesinde kurtulan Mustafa Kemal bu sözlerinde herhalde samimidir ama aslında bu sözler aynı zamanda büyük bir fiyaskonun da itirafı değil midir?

Mustafa Kemal milli mücadelede omuz omuza savaştığı paşaları affettirmiştir ama onlar Mustafa Kemal'i affetmemiş, hatta Mustafa Kemal'in çağrısına ve çabalarına rağmen bazıları bir daha ölünceye kadar kendisiyle görüşmemiştir




Jül Sezar Suikastı


Jül Sezar, MÖ 101 yılında Roma'da soylu bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi Sağlam bir eğitim gördüğü gibi, ailesi tarafından bir silahşor olarak yetiştirilmişti Edebiyata ve güzel sanatlara aşırı bir düşkünlüğü vardı

Fakat bu genç adam, dünya zevklerine, içkiye ve kadınlara karşı da aynı ilgiyi duyar, bu arada kendisine açılan erkek kollarına hiç çekinme duymadan vücudunu teslim ederdi Olağanüstü bir hatip, yaman bir binici, kadınları baştan çıkarmada eşi bulunmaz bir ustaydı Roma'da genelev sokağında bir oda tutarak yıllarca sefahat içinde yaşamıştı

Annesi Auralia, bu çok yakışıklı, güzellikte mitoloji kahramanları Adonis ve Paris'le eş tutulan oğluna para yetiştirmekte güçlük çekiyordu Jül Sezar, parası tükenince, arkadaşlarından ve düşüp kalktığı yosmalardan borç alır, bir daha da ödemezdi Onlara şöyle derdi yalnızca:

"Dostlarım, Roma İmparatorluğunu pençeme alacağım güne kadar bana zaman veriniz"

Yirmi yaşlarındayken İmparator Sulla'nın can düşmanı Marius'un yeğeni olduğu için, Roma'dan kaçmak zorunda kaldı Anadolu'ya kaçmak isterken korsanların eline düştü Korsanlar onu Antalya'ya götürmüşler ve kurtuluş parası olarak 20 talent istemişlerdi Genç delikanlı kendisine biçilen bu fiyat karşısında küplere binmiş ve :

"Hayvanlar!, Ben 20 talentlik bir tutsak mıyım? Yakaladığınıza iyi bakın, size 50 talent getirteceğim!)" diye bağırmıştı

Roma'daki ailesine bir mektup göndermiş, para gelinceye kadar da korsanlarla al takke ver külah bir hayat yaşamıştı Onlarla içki içiyor, şiirler okuyup oyunlar oynuyordu Ara sıra da korsanlara :

"Hayvan herifler! Elinizden bir kurtulursam, göreceksiniz hepinizi astıracağım!" diyordu Korsanlar, bu deli dolu gencin sözlerini ciddiyi almazlar, gülmekle yetinirlerdi

Parası gelince özgürlüğüne kavuştu ve Ege bölgesindeki Milet kentine gitti Buradan sağladığı birkaç gemiyle, kendisini tutsak eden korsanların üzerine giderek, onları Antalya açıklarında yakaladı Hepsini zincire vurup Bergama'ya götürdü, Vali'nin vereceği emri beklemeden hepsini astırdı

Roma'ya dönüp siyasi hayata atıldığında 33 yaşlarındaydı Yakın arkadaşlarından biri, Jül Sezar'a siyasi tutkuları olduğunu söylediğinde ondan şu karşılığı aldı :

"Ne diyorsun sen! Makedonyalı Büyük İskender'in hayatını okumadın mı? O benim yaşımdayken bütün dünyayı ele geçirmişti Ben daha ne yaptım?"

Kırk bir yaşına geldiğinde, Roma'nın seçkin kişilerinden biri olmuştu Çağının ünlü generallerinden Crassus ve Pompeus ile üçlü bir anlaşma yaparak kendisini "Konsül / Devlet Başkanı" seçtirtti Dostlarına ve düşüp kalktığı kadınlara olan 1300 talent borcunu ödemek için Galya Valiliği’ni de üzerine aldı Bu yetki kendisinde olmasına rağmen Senato ses çıkaramadı Çünkü Jül Sezar’ın Galya Valisi olarak Roma'dan uzaklaşması ihtimali hem Senato’nun hem de Pompeus'un işine geliyordu Bu nedenle Galya dışında bazı eyaletleri de ona bağladılar

Jül Sezar'ın amacı, Galya'da kendine bağlı bir ordu kurmak ve Roma'nın üzerine yürüyerek diktatör olmaktı Konsüllük süresi bir yıl sonra bitince Jül Sezar Galya'ya gitti Sekiz yüzden fazla kenti olan bu zengin ülke onun borçlarını ödedikten başka, gerekli adamları satın alacak ölçüde zenginleşmesine de yetti Savaşlarda ele geçirilen 1 milyon tutsağın köle olarak satışından eline gecen para, Jül Sezar’ın en güçlü silahı olmuştu Romalılar yüz yirmi yıl içinde Galya'nın ancak Güney bölgelerini ele geçirebilmişlerdi, Sezar sekiz yılda bütün Galya'yi Roma imparatorluğu sınırları içine kattı

Bu sıralarda Crassus, Doğu'da Fırat ırmağı kıyılarında Partlara yenilerek ölmüş ve Pompeus Roma'nın tek egemeni durumuna gelmişti Pompeus mutlu ye kaygısız bir yaşantı içindeydi Oysa çevresindekiler Jül Sezar’ı iyi tanıdıklarından, Pompeus'a sık sık şu soruyu soruyorlardı :

"Sezar, Roma üzerine yürürse, onu durdurup geri püskürtecek askerleriniz var mı?"

Pompeus gururla gülümsüyor:

"Kaygılanmayın, İtalya’nın neresinde olursa olsun, ayağımla yere vurduğumda oradan ordular fışkırtırım,," diyordu Oysa elinde hazır ve kendine bağlı bir ordusu yoktu Sezar ise, kendisine ölesiye bağlı bir ordu kurmuştu Roma generallerinden hiç birine benzemiyordu Askerleriyle birlikte oturup şarap içer, onlarla zar atıp kumar oynar, en kaba ve cıvık şakalar, arkadaşlıklar yapardı Fakat savaşlarda değişir, gerçek bir komutan kesilirdi

MÖ 50 yılında, kasım ayının ilk gününde toplantı durumundaki Senato'ya bir haber ulaştı :

"Sezar, sekiz lejyondan kurulu ordusuyla, Alplerden Güney'e doğru iniyor"

Pompeus, beklemediği bu haber karşısında çok şaşırmıştı Daha önceki sözünü unutmayan bir dostu:

"Haydi ayağını yere vur da ordular fışkırsın, zamanı geldi:" diyerek Pompeus'la alay etmişti Pompeus ve Senato'daki taraftarları Jül Sezar'a şu haberi saldılar:

"Sezar askerlerini hemen terhis etmeli ve geriye yalnızca bir lejyon bırakmalı, ayrıca Galya Valiliğinden de istifa; ederek, Roma'ya sıradan bir yurttaş olarak girmeliydi"

Sezar, bu şartları kabul etmedi ve savaştan başka çıkar yol olmadığını anladı Roma üzerine yürüyüşe geçtiğinde Pompeus hazinesini bile almaya vakit bulamadan, taraftarlarıyla birlikte Adriyatik denizindeki donanmasına binerek Epir'e kaçtı

Jül Sezar'ın donanması yoktu, mevsim de kıştı Varını yoğunu askerlerine dağıtmış, meteliksiz kalmıştı Hızlı bir yürüyüşle karadan dolaşıp Yunanistan'ın Epir bölgesine girdi Pompeus ve taraftarlarının 47 bin kişilik yaya, 7 bin kişilik de atlı ordusu vardı Sezar'ın ordusu daha küçüktü Emrinde 22 bin yaya ve bin atlı askeri vardı

Savaş, yalnızca Jül Sezar ve Pompeus arasında geçmiyordu Kısa süre içinde bütün Roma İmparatorluğuna yayılmış, bir iç savaş halini almıştı Bir tarihçi, bu dönemi şöyle anlatmaktadır :

"Bütün Senato bu savaşın içindeydi Ordular da öyle Hepsi Roma kanı taşıyan askerlerden kurulu 11 lejyonla öteki 18 lejyon amansızca çarpışıyorlardı Galyalılar ve Germenler Jül Sezar'ı tutuyorlardı Trakya, Sicilya, Yunanistan, Makedonya ve Doğu Pompeus'la birlikti Savaş İtalya'da başladı, oradan Galya'ya ve İspanya'ya sıçradı; Batı'dan dönerek bütün şiddetini Epir ve Tesalya üzerine topladı; Mısır'a kadar uzandı Küçük Asya'ya el attı ve alev ancak Afrika'da söndürülebildi"

Yunanistan'da Farsalos bölgesinde iki ordu arasında korkunç bir meydan savaşı olmuş ve Sezar, Pompeus'un ordusunu darmadağın etmişti Pompeus, Mısır Kralı Ptolemeus'un yanına kaçmaktan başka çare bulamamıştı Roma artık Jül Sezar'ın "pençeleri" arasındaydı Dört bin kişilik seçme bir orduyla, Pompeus'un arkasından Mısır'a gitti Ptotemeus, başına gelecekleri anladığından, Pompeus'un kafasını keserek Jül Sezar'a gönderdi Sezar burada, Ptolemeus'un kız kardeşi Kleopatra'yla uzun bir aşk hayatı yaşadıktan sonra onu Mısır Kraliçesi yaptı Sonra MÖ 47 yılında Anadolu'ya girerek Pontus Kralı Pnarankes'i yendi Savaş beş gün sürmüş, Sezar durumu Roma Senatosuna şu üç kelimeyle bildirmişti:

"Veni, vidi, vici" (Geldim, gördüm, yendim)

Aynı yıl Roma'ya dönerek İmparator oldu Önce 1 yıl için diktatör ilân edildi Senato daha sonra bu yetkiyi 10 yıla çıkardı Aradan çok geçmeden de Jül Sezar, ömür boyunca diktatör seçildi

Koyu Cumhuriyetçiler ve soylular, Roma İmparatorluğunun diktatörlüğe kaymasından tedirgin olmuşlardı Sonunda, Sezar'ı öldürüp Cumhuriyeti kurtarmak için gizli bir örgüt kurdular Bu örgüte, Sezar'ın yetiştirmesi, bir söylentiye göre de, düşüp kalktığı kadınlardan Servilia'dan doğan öz oğlu Brütüs de girmişti Örgüt, suikast için MÖ 44 yılının 15 martını seçmişti Bir kâhin ona daha önceden, "15 marttan sakın" demişti Bir gece önce de karısı kötü bir rüya görmüş ve Jül Sezar'ın sokağa çıkmamasını istemişti O sabah yolda, Kâhin'e rastlamış ve :

"İşte 15 mart geldi" demişti Kâhin de Jül Sezar'a şu karşılığı vermişti :

"15 mart geldi, ama daha bitmedi)"

Jül Sezar, Senato'ya gelince suikastçılar çevresini sardılar Hançerleri harmanilerin altında gizliydi İçlerinden biri, siyasi hükümlü olan kardeşinin bağışlanmasını diledi Sezar onu dinlerken, suikastçılar hançerlerini çekip saldırdılar Titilus adlı bir soylu, Jül Sezar'ın harmanisini omuzlarından tutarak aşağı doğru yırttı Sezar, ilk önce kendini savunacak oldu, fakat vücuduna saplanmak için havaya kalkan hançerlerden birini Brütüs'ün tuttuğunu görünce:

"Sen de mi oğlum Brütüs!?" diye bağırdı ve harmanisini başına örterek, kendini hançer vuruşlarına bıraktı

Tam 23 yerinden hançerlenen Jül Sezar, cansız yere serildi Suikastçılar, Sezar'ın ölümünden halkın sevinç duyacağını sanmışlardı Kanlı hançerlerini Roma halkına göstererek :

"Zalimin vücudu ortadan kalktı!" diye bağırıyorlardı

Fakat, Roma halkının tepkisi, umdukları gibi olmadı Halk, "katillere ölüm!" Bağrışlarıyla ayaklanınca kaçmak zorunda kaldılar O sırada, Senato'nun Jül Sezar'ı öldürenleri bağışladığı öğrenilince halk Senato'ya saldırdı Yapıyı ateşe verdiler Halkın ayaklanması üzerine Sezar'ın katilleri Roma'dan kaçtılar ama, peşleri bırakılmadı

Bunlardan, Sezar'ın çok sevdiği Brütüs, Makedonya'da yakalanacağını görünce intihar etti




Kennedy Suikastı

O suikast yapılmasaydı, 22 Kasım 1963 günü, Dallas halkı için ABD Başkanı Kennedy'nin şehri ziyaret ettiği tarih olarak bir süre hatırlanacak, sonunda unutulup gidecekti Ama öyle olmadı Sonucu bugün bile tartışılan suikast nedeniyle, 22 Kasım 1963 günü, Dallas şehri ve Kennedy adiyle birlikte tarihe geçti

O gün Başkan Kennedy, beş ay önce tasarlanan bir gezi için, yanında kurulla birlikte Teksas'ın Dallas şehrine gelmişti Gezinin amacı, 1960 seçimlerinde karşı parti olan Cumhuriyetçilere oy veren bu şehirde, havayı Demokrat Parti lehine değiştirmekti

Gökyüzü açık ve güneşliydi Saat 11,50 sularında uzun bir araba dizisi, Dallas caddelerinde ilerlemeye başlamıştı Başkan Kennedy, açık bir otomobilin içindeydi Yanında eşi Jagueline Kennedy, önünde Vali Connaly oturuyordu

Otomobil, Houston ve Elm caddelerinin kesiştiği yere vardığında, saatler 12,30'u göstermekteydi Az sonra, bir demiryolu geçidinin altından geçeceklerdi Yolun iki yanında sıralananları selâmlayan Başkan'ın sağında, Teksas Okul Kitapları Deposu görülüyordu Suikastçının bu yapıdan ateş ettiği ileri sürülmeseydi, bu yapının Başkan Kennedy'nin sağında olmasının hiç bir önemi kalmayacak, öteki yapılar gibi, ondan da söz edilmeyecekti

O sırada bir amatör sinemacı, 8 milimetrelik makinesiyle, Başkan Kennedy'nin Dallas sokaklarındaki gezisini filme alıyordu Daha sonraları bu renkli filmin kendisine milyonlarca dolar kazandıracağını düşünmeden düğmeye basıyordu Film birkaç kere eşe dosta gösterildikten sonra bir kıyıya atılacak, belki de bir daha el sürülmeyecekti Filmi çekerken, makinenin vizöründen, Kennedy'nin otomobilinde olağanüstü şeyler olduğunu şaşkınlık içinde gördü O da, kalabalığın çoğunluğu gibi, silah seslerini duymamıştı ama, film makinesinin penceresinden gördükleri gerçekten heyecan vericiydi; Kennedy birden ellerini ensesine götürmüş ve öne doğru eğilmişti Sonradan yapılacak otopside, bu kurşunun Kennedy'nin ensesinden girip omurgasının sağına kadar ilerlediği, kravatının düğümünde bir delik açarak boğazından çıktığı anlaşılmıştı

Bu sırada gürültüyü duyan Vali Connaly de geriye dönmüş, fakat aynı anda yediği bir kurşunla sırtından yaralanarak, yanında bulunan eşinin kucağına yığılmıştı, üçüncü kurşun da hedefini bulmuş, Kennedy'nin başının arkasından girip büyük bir yara açmıştı Şimdi, Başkan da, karısı Jacqueline Kennedy'nin kucağında yarı cansız olarak yatıyordu

İlk şaşkınlık geçip Başkan Kennedy'nin bir suikasta uğradığı anlaşılınca, FBI ajanlarından Hill, Başkan'ın üstü açık arabasına arkadan atlayarak kendisini kurşunlara siper etmiş, Jacqueline Kennedy'yi de yere yatırmıştı Otomobil bütün hızıyla Parkland Memorial hastanesine kadar böylece gitti Ama artık her şey için çok geçti

Hastanede, Kennedy'yi kurtarmak için elden gelen bütün çabalar gösterildi Fakat Başkan'ın nabzı duyulmayacak ölçüde az atıyordu Nefes almasını sağlamak için, boğazının yarılıp bir boru yerleştirilmesi de işe yaramadı Saat 13’te kurtarma çabalarına son verilmiş, bir papazın yaptığı son dini görevden sonra ABD Başkanı Kennedy'nin öldüğü resmen açıklanmıştı Vali Connaly ise, aldığı ağır yaraya rağmen kurtulacaktı

Bundan sonra Başkan yardımcısı Johnson, kendisini Washington'a götüren uçakta, Yargıç Bayan Saran Hughes’in önünde ant içerek 36 Cumhurbaşkanı oluyordu Bayan Jacqueline Kennedy de, uçakta yapılan bu ant içme töreninde hazır bulundu Üzerindeki elbisede, kocası John Fitzgerald Kennedy'nin henüz kurumamış kanları, iri lekeler halinde görünüyordu

BÜTÜN bunlar olup biterken, polisin verdiği bilgilere ve daha sonraları hazırlanan rapora göre, Lee Harvey Oswald adlı biri, saat 12,37'de Teksas Okul Kitapları Deposundan çıkmış, Elm sokağındaki duraktan otobüse binmişti, üç ya da dört dakika sonra, suikast yüzünden meydana gelen trafik tıkanıklığı nedeniyle, iki blok ötede otobüsten inmek zorunda kalmıştı

Oswald, bir taksiye atlayarak, şoföre evine pek yakın olan North Barkley'e gideceğini söyledi Saat 13'e doğru, Başkan Kennedy'nin can verdiği dakikalarda evindeydi Evde pek az kalmış, aceleyle yeniden dışarı çıkmıştı

Suikasttan aşağı yukarı 45 dakika sonra Oswald, evinden on mil uzaktaki 10 caddeyle Patton Bulvarının kesiştikleri noktada, devriye polisi Tippit'i dört tabanca kurşunuyla öldürüyordu Daha sonraları düzenlenen rapora göre Tippit bu sırada, telsizle kendisine tarif edilen şüpheli birisini aramaktaydı

Suikast sanığıyla polisi vuranın aynı kişi olduğu akla ilk gelen düşünce oldu Aramalar da bu değerlendirme açısından yapılıyordu İhbar üzerine, polis Tippit'i vuranın, Teksas sinemasına girdiği öğrenilince, yapı kuşatıldı Salonda ışıklar yakılıp Oswald silahıyla birlikte sinemada yakalandığında, saatler 14'ü gösteriyordu

Sanık hakkındaki soruşturma derinleştirilince, bir ara Rusya'ya gittiği ve orada bir Rus kadınıyla evlendiği, komünist eğilimli olduğu ortaya çıkmıştı Aynı gün polis, sanığın evinde karısı Marina'ya Oswald’ın tüfeği olup olmadığını soruyor, olumlu karşılık alınca da, bütün aramalara rağmen tüfeği bulamıyordu

24 Kasım pazar günü Oswald, Dallas Emniyet Müdürlüğünden hapishaneye götürülecekti Sanığın öldürüleceği yolunda polise birçok ihbar yapıldığı halde, Oswald'ı büyük bir tedbirsizlik içinde, meraklılardan ve gazetecilerden oluşan bir kalabalığın arasından geçirdiler Televizyon da bu sahneyi yayınlıyordu Tam bu sırada, gazetecilerin bulunduğu yerden fırlayan bir adam, elindeki tabancayla Oswald'ı yaylım ateşine tuttu Yedi dakika sonra Parkland Hastanesine kaldırılan Oswald da Kennedy gibi kurtarılamayarak ölüyordu

Başkan Kennedy'yi öldürmekten sanık Oswald'ı herkesin gözü önünde vuran Jack Ruby geçmişi oldukça karanlık ve kirli işlere girip çıkmış bir kişiydi Fakat o, Oswald'ı, Başkan Kennedy'ye yapılan suikast kendisini çok etkilediği için öldürdüğünü ileri sürüyordu Yapılan yargılama sonunda da, 14 Mart 1964 yılında ölüme mahkûm edildi

Kennedy'ye yapılan suikastı incelemek ve karanlık noktaları aydınlatmak için kurulan Warren Komisyonu şu sonuçlara varıyordu: Kennedy'yi vuran Lee Harvey Oswald’tı Katil bu cinayeti herhangi bir devlet ya da kuruluş adına işlememiş, kimseden de yardım görmemişti Oswald'ı yetişme biçimi ve yaradılışındaki olumsuz yönler bu suikasta itmişti Raporda, polisin ve güvenliği sağlamakla görevli kişilerin tedbirsizliği sorumsuzca davranışları da eleştirilmekteydi

Warren Raporu, Amerika'da olduğu kadar bütün dünyada da yeterli bulunmamıştı Bu rapor dışında da, Kennedy olayı üzerine eğilenler oldu Özellikle gazeteci Buchanan'ın hazırladığı ve kendi adıyla anılan rapor, bunların arasında en önemlisidir Bu rapor, büyük gürültülere yol açmış, kafalarda zaten var olan kuşkuları daha da arttırmıştır

Akla ilk gelen soru şu oluyordu; Kennedy'yi gerçekten Oswald mı öldürmüştü?

Çünkü bazı kimseler tarafından Başkan'a kurşunların kitap deposundan değil, yeraltı geçidinin üzerindeki demiryolundan sıkıldığı ileri sürülüyordu Kurşunların arkadan atıldığı da kesin değildi Çünkü doktorlar, kurşunların giriş yönünü tespit için hiç bir çaba harcamamışlardı

Dallas Polis Radyosu, suikasttan tam altı dakika sonra, yani 12,36'da Oswald’ın çok ayrıntılı bir tarifini vermişti Oysa, o sırada kimse katilin kim olduğunu bilmiyordu Polis, radyo aracılığıyla bu ayrıntılı tarifi nasıl ve neye dayanarak vermişti? Öte yandan, Oswald’ın bindiği ileri sürülen taksinin şoförü, müşterisinin biniş saati olarak defterine 1230 yazılı olduğunu söylemişti Oswald’ın suikastın işlendiği 12,30'da hem kitap deposunda hem de takside olması imkânsızdı Fakat şoför, bu kayıtları seferden sonra yazdığını söylediği için, Warren Komisyonu Oswald’ın, 12,30'dan sonra taksiye bindiği kanısına varmıştır

Aradan geçen yıllara rağmen bugün bile gerçek katilin Oswald olduğu kesinlikle söylenememektedir

Warren Raporu’nun, Oswald’ın Başkan Kennedy'yi hiç bir devlet ya da kuruluşun parmağı olmadan, tek başına öldürdüğü yargısı da, bu konuyla ilgili kişilerin arka arkaya öldürülmeleri nedeniyle dayanıksız kalıyordu Dünya kamuoyu da, bu kişilerin eceliyle ölmedikleri kanısındadır Suikastla uzaktan ya da yakından ilgili kişilerin birer birer ölmeleri, Başkan Kennedy'nin ölümünün altında başka nedenlerin yattığı kanısını doğrular niteliktedir

Şimdi, Kennedy'nin suikasta kurban gittiği dakikadan sonra meydana gelen zincirleme ölüm olaylarını inceleyelim;

SUİKAST sanığı olarak Lee Harvey Oswald adında bir genç yakalandı Kendisini daha savunma olanağı bulamadan, bar sahibi Jack Ruby tarafından iki polisin arasında tabancayla vurularak öldürüldü

SUİKAST olayında görgü tanığı durumunda bulunan ve çok şey bildiği sanılan polis memuru JP Tippit, Kennedy'den 45 dakika sonra cadde ortasında öldürüldü Bu cinayet, Oswald’ın sırtına yüklendi

POLİS Tippit'in öldürüldüğünü gören ve katilin kaçtığı arabayı bir süre izleyen Reynold, iki gün sonra dükkânının önünde tabancayla vurularak can verdi Eski araba alım satımıyla uğraşan Reynold, polisi öldüreni gördüğünü, yeniden karşılaşacak olursa tanıyabileceğini komşularına söylemişti Reynold'un katili bulunamadı

REYNOLD'un bir sevgilisi vardı Nancy adındaki bu kadın Jack Ruby'nin barında çalışıyordu Reynold'un kendisine bazı "şeyler" söylediği anlaşılınca, barda olay çıkardığı gerekçesiyle tutuklandı Ertesi gün kapatıldığı hücreden cesedi çıkarılıyordu Polise göre Nancy intihar etmişti Fakat hiç kimse bu "intihar" olayına inanmadı

TANINMIŞ gazetecilerden Jim Koethe, suikast olayını aydınlatmak için çalışmaya girişmişti Cinayetin üzerindeki karanlık perdeyi kaldıracağını ve yılın gazetecisi seçileceğini umuyordu Bazı önemli ipuçları da ele geçirmişti Fakat bir gün evinin banyosunda, boynundan bıçaklanarak öldürüldü Onun da katili bulunamadı

GAZETECİ Bill Hunter da, Kennedy suikastı konusunda delil topluyordu Kendisini görmeye gelen iki polisten birinin eliyle öldürüldü Verilen bilgiye göre, gazeteciyle şakalaşan polis bir ara tabancasını çekmiş ve elinden yere düşürmüştü Tabanca yerde patlamış ve çıkan kurşun, Bill Hunter'ı öldürmüştü!

OSWALD'ı öldürmesinden bir gece önce Ruby’nin evinde yapılan önemli bir toplantıya Savcı Tom Howard da katılmıştı Jack Ruby'nin iki polis arasında hapishaneye götürülen Oswald'ı vurmasından sonra Savcı Howard, kalp durmasından öldü Otopsi bile yapmadan, savcıyı çabucak gömdüler

OSWALD'ın kaldığı pansiyonun sahibi Bayan Earline Roberts de birden bire kalp durmasından ölüverdi! Pansiyoncu kadın, Kennedy'nin ölümünden az sonra, Oswald'ı otobüse binerken görmüştü Ve bu otobüs, polis memuru Tippit'in bulunduğu yöne doğru gitmemişti Bayan Roberts bu iddiasında direnince ölüm onun da yakasına yapıştı

BOYACI Hank Killam, Kennedy suikastıyla ilgili bazı şeyler biliyordu Çünkü Killam'ın bir arkadaşı, Oswald'la aynı pansiyonda kalıyor ve karısı Wanda, Jack Ruby'nin yanında çalışıyordu Birçok kişiyle birlikte Killam da polis tarafından sorguya çekilmişti Bilinmeyen bir nedenle Killam, Dallas'tan ayrılmak zorunda kaldı Gittiği Pensacola kentinde, boynundan kesilmiş olarak bir kaldırım üzerinde bulundu Polis raporlarında, zavallı Killam'ın bir pencere camı üzerine kaza sonucu düşerek öldüğü yazılıyordu

SUİKASTTAN sonra, Ruby'yle hücresinde baş başa konuşmak olanağını bulan tek gazeteci, Dorothy Kigallen’di Fakat o da bir gün ölüverdi Polise göre Bayan Kigallen çok sayıda uyku hapı yutarak intihar etmişti!

OTOBÜS şoförü William Whaley, suikast günü otobüs durağından Oswald'ı alarak Barkley'e götürmüştü Hareket saati 12,30'la 12,45'ti Şoför bunu hareket defterine yazmıştı Oysa o sırada Oswald’ın Kennedy'ye ateş etmesi gerekiyordu Şoför, bu iddiasında direndi Bir gün William Whaley’in kullandığı otobüsle direğe çarparak öldü Otuz beş yıllık şoförlük hayatında, bir gün bile kaza yapmayan Whaley'in, böyle basit bir kazada can vermesine kimse akıl erdiremedi

UNİON Terminal Şirketi'nin işletme şefi olan tanıklardan Lee Bowers, Kennedy'ye kitap deposundan değil de, yolun karşı yakasından iki kişinin ateş ettiğini söylemişti Tanıklığından kısa bir süre sonra, Bowers de öldü Ölüm nedeniyse bir türlü anlaşılamadı

POLİS Tippit'in öldürüldüğünü gören başka bir tanık da, Edward Benarides’di O da öldü Hasta filan da değildi Neden öldüğü de bilinemedi

VE sonunda Jack Ruby Ruby 9 Aralıkta hapishaneden hastaneye "zafiyet" teşhisiyle götürüldü Bir ay sonra da, hastalığının adı kanser oldu ve Ruby hemen öldü Kanser konusunda büyük araştırma ve çalışmaların yapıldığı Amerika gibi bir ülkede, Ruby'yi bir ay içinde öldürecek kadar ilerlemiş hastalığın anlaşılamaması olacak şey değildi Ruby ölümünden önce, yanındaki hastalara şöyle diyordu:

"Vücuduma kanser aşıladılar!"

Gizli bir el, Kennedy'yi yok ettikten sonra, bu olayı aydınlığa kavuşturacak kişileri de sanki birer birer ortadan kaldırmıştı

Aradan yıllar geçtikten sonra bir gün, John Fitzgerald Kennedy'nin kardeşi Robert Kennedy de, 5 Haziran 1968'de Los Angeles'ın Ambassador Hotel'inde düzenlenen bir baloda vurularak öldürülüyordu Katil, Sirhan adlı bir Filistinli Arap göçmeniydi

Robert Kennedy, ABD Başkanlığına Demokrat Parti’den adaylığını koymuş ve başkan adayı seçimlerinin altısından beşini kazanınca, bunu kutlamak İçin Los Angeles'te bir balo düzenlemişti Arap göçmeni tarafından vurulmasaydı, belki de ABD Başkanlığına ikinci bir Kennedy geçmiş olacaktı

Arap göçmeni Sirhan'a, Ambassador Hotel salonlarında bu cinayeti işleten, Kennedyleri ABD Başkanı olarak görmek istemeyen yine o gizli el miydi acaba?

Bu soruya verilecek karşılık, hiç olmazsa şimdilik yok


Alıntı Yaparak Cevapla

Suikastler Tarihi

Eski 06-27-2012   #4
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Suikastler Tarihi




Malcolm X Suikastı



"Biz Tanrı'nın kullarıyız ama aynı zamanda da onun örneğiyiz!"

Topluluk hep bir ağızdan bağırır:

"Ne demek istediğinizi açıklayın Hoca Efendi!"

"Demek istiyorum ki Tanrı da bizim gibi siyahtır!"

"Tanrı büyüktür!"

"Tanrı Dünya’yı yaratırken kendisi de orada bulunuyordu"

"Doğru! Doğru!"

"Öyleyse biz de Dünya yaratılalı beri yeryüzünde bulunuyoruz"

Topluluk sevinç ve coşkunluk içinde bağırarak ayağa kalkar:

"Doğru Haklısın! Elbette!"

"Mavi gözlü beyaz adam, üstün olduğunu ileri sürüyor Ona atalarının bizler olduğunu anlatmanın zamanı geldi de geçti bile!"

"Daha açık konuşun Hoca Efendi, bize her şeyi açıklayın"

Konuşmacı, Harlem'in bir sokağında toplanmış üç binden fazla dinleyiciye şöyle sesleniyordu:

"Eğer söylediklerimi can kulağıyla dinlerseniz; siyahların beyazlardan niçin daha üstün olduğunu anlayacaksınız"

"Dinliyoruz, anlatın"

"Siyah temel renktir Başka herhangi bir rengi, öteki renkleri birbirine karıştırarak elde edebilirsiniz ama, siyahı bu yoldan elde edemezsiniz Siyah ancak siyahtan meydana gelir Siyah da temel ve en güçlü renk olduğuna göre, en iyi renk demektir, öyle değil mi?"

"Evet, öyle"

"Bu durumda iyilik de, Tanrı da siyahtır! Bir insan ne kadar siyahsa, o kadar iyidir Bir insan ne kadar beyazsa o kadar siyahlıktan uzaktır Yani, iyi olmaktan o kadar uzaktır! Haklı mı yoksa haksız miyim?"

"Haklısınız!"

"Sözün kısası; beyaz adam ahlâk bakımından bütünüyle kokuşmuş bir yaratıktır Bir yılan, bir şeytan; yeryüzünden yok olması, silinip süpürülmesi gereken bir insandır!"

Dinleyiciler büyük bir coşkunluk içinde kendilerinden geçmiş, konuşmacıyı çılgınca alkışlıyorlardı

Bu konuşmacı, Amerika'daki zenci Müslümanların büyük önderlerinden Malcolm X'di

Bir zenci papazın oğlu olarak Nebraska eyaletinin Omaba şehrinde dünyaya gelen Malcolm X, Müslümanlığı kabul ettikten sonra Malik Şahbaz adını almıştır Çocukluğu açlık ve üzüntü içinde geçmişti O doğduktan kısa bir süre sonra ailesi Michigan'ın Lansing şehrine göç etmişti Altı yaşındayken ırkçı Amerikalıların kurduğu Ku Klux Klan'cılar tarafından evleri yakılmıştı Malcolm X, yıllar sonra yangın olayını şöyle anlatmıştır:

"İtfaiye geldi, fakat yanan evimizi kurtarmak için hiç bir yardımda bulunmadı Yangına bir damla su sıkmadı Baba evimizi yakan ateş, hâlâ aynı şiddetle yüreğimi yakmaktadır"

Malcolm'un babası, çoluk çocuğunu geçindirmek için ufak bir dükkân açmıştı Çok geçmeden cesedi, kafatası tanınmayacak ölçüde ezilmiş durumda, bir tramvayın altında bulundu Bu iki olay, küçük Malcolm'un hayatında derin izler bırakmış, büyüdüğünde Müslümanlığı kabul etmesinde ve beyazlara karşı savaş açmasında önemli rol oynamıştır

Babalarının ölümünden sonra aile, açlık ve sefalet yüzünden dağıldı Malcolm ve erkek kardeşleri geceleri sokağa çıkarak bulabildikleri öteberiyi çalmakla karınlarını doyurmaya başladılar Bazen yakalanıyor ve beyazlardan dayak yiyorlardı Sonunda Malcolm bir ıslahevine verildi Hayatında ilk olarak burada sevgi ve anlayış gördü, ıslahevinin beyaz bir Amerikalı olan müdiresi onu öbür çocuklara karşı koruyordu Burada bulunan beyaz çocuklar da, zenciler konusunda tıpkı büyükleri gibi düşünüyorlardı Bu yüzden de küçük Malcolm, her gün saldırıya uğruyor ve ancak müdirenin yardımıyla onlardan kurtulabiliyordu

Daha sonra Malcolm X, müdire tarafından, ıslahevinin yanındaki ortaokula yazdırıldı Kısa süre içinde zekâ ve çalışkanlığıyla dikkati çeken Malcolm, sınıfının birincisi oldu

Fakat, bu durum öbür çocukların, hatta öğretmeninin düşmanlığını kazanmasından başka bir işe yaramadı Son sınıftayken kendisine ne olmak istediğini sorduklarında, "hukukçu olacağım," diyordu Ama, konuştuğu herkes ona, avukatlığın bir zenci için uygun olmadığını, kendisine demircilik, marangozluk gibi bir meslek seçmesini öğütlüyorlardı

Malcolm, istediği mesleği elde edemeyeceğini anlayınca, öğrenimini yarıda bırakarak New York'a gitti Burada karanlık işler çeviren adamlarla tanışarak, onlar arasında da işe yarar, becerikli ve güvenilir bir kimse olduğunu gösterdi Çok dürüst ve sadık olduğundan, yaptığı her işte hile yoluna sapmaz, elde ettiği bütün parayı son kuruşuna kadar teslim ederdi

On sekiz yaşına girdiğinde, "Koca Kızıl" lakabıyla kendine hatırı sayılır bir ün sağlamıştı Artık o, emrinde beş-altı adam çalıştıran bir çete reisiydi Afyon ve eroin gibi malları alıp satıyor, ahlâk düşkünü beyazları zencilerin barlarına, gizli fuhuş yuvalarına götürüyordu Malcolm X, hayatının bu kirli döneminin özelliklerinden söz ederken şöyle diyordu:

"En iyi müşterilerim papazlar, güvenlik mensupları, toplumsal yardım işlerinde çalışanlar ve başkalarının hayatlarını yönetmekte büyük rolleri olan önemli kişilerdi"

Şimdi geliri ayda birkaç bin doları geçmekteydi Polise bol bol rüşvet vermesine rağmen, sonunda yakalanıp hapse atılmaktan kurtulamadı Ancak bu hapis hayatı onun yaşantısında köklü bir değişiklik yaratacaktı 1947 yılında, cezasını çekerken tanıştığı bir Müslüman tutuklunun etkisiyle İslâmiyet’i kabul etti O günden sonra da yaşadığı kötü hayatı bırakarak, kendisini Müslüman zencilerin davasına adadı

Malcolm X ya da Müslüman olduktan sonraki adıyla Malik Şahbaz, 1946-52 yılları arasında hayatını hapishanelerde geçirdi 1962 yılına kadar da, Amerika'da zenci Müslümanların önderi olan Elijah Muhammet'in en yakın adamı ve eylemin en etkili konuşmacısıydı Fakat 1962'den sonra İslâmiyeti iyice öğrenmiş, Elijah Muhammet'in peygamberlik iddiasına ve ırkçılığına karşı çıkmıştı

1964 yılında hacca gitti Orada dünyanın her yanından gelen Müslümanlarla görüşüp tanışarak, bütün beyazların Amerika'dakiler gibi olmadığını öğrendi Tunus, Cezayir gibi birçok Müslüman ülkelerini dolaştı Amerika'ya döndüğünde şunları söylüyordu: "Ben ırkçıydım ve İslâmiyeti ancak o şekilde benimsemiştim Fakat Hz Muhammet ve Hz İbrahim'in yaşadıkları kutsal ülkeleri ziyaret ettikten sonra şimdi gerçek bir Müslüman oldum Artık eski ırkçı değilim"

Bu davranışı, beyaz ve zenci Hıristiyanların yanında Elijah Muhammet'in de düşmanlığını kazanmasına yol açtı Hac dönüşünden kısa bir süre sonra 1965 yılında New York'ta bir salonda dini konuşmalarından birini yaparken, kendisine sekiz adım uzaklıktan ateş edilerek öldürüldü

Malcolm X'i, Elijah Muhammet'in öldürttüğü ileri sürülüyordu, ikisi arasında 1964 Martından beri süregelen çatışmaları bilenler, bu suikastın Elijah Muhammet taraftarlarınca düzenlendiği kanısındaydılar Amerika zenci Müslüman hareketinin "Peygamberi" bu söylentileri yalanlamak için yaptığı basın toplantısında:

"O çok konuşuyordu, cezasını buldu!" demiştir Bu söz bile, Elijah Muhammet'in suikast olayındaki payını göstermeye yeter bir kanıttır




Marsilya Suikastı


Yugoslavya Kralı I Aleksandr için, Fransa parlak bir karşılama töreni hazırlamıştı Kral, deniz yoluyla Marsilya'ya gelecek, oradan da Fransa Dışişleri Bakanı Barthou'yla birlikte Paris'e gidecekti Marsilya limanındaki bütün tekneler, gemiler, yatlar her renkten bayraklarla donatılmıştı Yapılar da aynı biçimde süslenmiş, bütün resmi ve özel binalar Fransız ve Yugoslav bayraklarıyla donatılmıştı

Bu, yalnızca bir dostluk ziyareti değildi I Aleksandr, Fransa yolculuğuna çıkmadan önce eşiyle birlikte 1934 yılı eylülünün 27'sinden 30'una kadar Sofya'da kalmış, böylelikle Bulgarlarla Yugoslavların son bir yıl içinde gerginleşmiş olan ilişkileri, geçici bir süre için bile olsa yumuşamıştı Yugoslavya'nın Mussolini İtalya’sıyla de ilişkileri iyi değildi Kral l Aleksandr, Fransa'ya yapacağı dostluk gezisiyle, İtalya ve Yugoslavya arasındaki soğukluğu giderecek görüşmelere ortam hazırlayacağı inanandaydı Çünkü, Fransa Dışişleri Bakanı Louis Barthou, ekim ayının sonlarına doğru İtalya'ya gitmeye hazırlanıyordu

Kral l Aleksandr ve Kraliçe Marie, Belgrat'tan 1934 yılı ekim ayının dördüncü günü ayrılmışlar, Boka Kotarsa'dan kendilerini Fransa'ya götürecek olan "Dubrovnik" torpidosuna binmişlerdi Fakat yolda Kraliçe'yi deniz tutmuş, karaya çıkarak Belgrat'a dönmek zorunda kalmıştı Kraliçe Marie, daha sonra karadan Simplon-Orient ekspresiyle Dijon'a gelmişti Marsilya'ya indikten sonra kocasına katılmayı düşünüyordu

Fırtınalı geçen bir yolculuktan sonra hava, 9 Ekimde iyice açtı Toulon'dan yola çıkan Fransız I Akdeniz Filosu, Kral'ı karşılamak için üç destroyerini "Dubrovnik"e eşlik etmesi için göndermişti Hazırlanan plana göre, bir motor Kral ve yanındakilerini Quai des Belges rıhtımına çıkardı Orada şeref kıtası bekliyordu I Aleksandr'ı Fransa adına Bahriye Bakanı ve Dışişleri Bakanı Louis Barthou selâmladılar Fransız denizcileri Kral'ı yedi kere "Hurra!" diye bağırarak karşıladılar Annesinin ileriye ittiği ulusal kıyafetleri içindeki küçük bir kız çocuğu, yabani çiçeklerden derlenmiş bir demet sundu

Halkın coşkun sevgi gösterileri arasında, kortej ağır ağır Canebiere caddesinde ilerlemeye başlamıştı, l Aleksandr, tercümanı general Georges ve Fransa Dışişleri Bakanı Barihou'ya aynı otomobilde gidiyorlardı Saat dördü on dakika geçerken, otomobili korumakla görevli olanlardan piyade subayı Piollet, kalabalık arasından birinin fırladığını ve atının önünden geçerek arabanın basamağına çıktığını gördü Adam, göz açıp kapayıncaya kadar, elindeki otomatik tabancayla, otomobilin içine ateş etmeye başlamıştı O sırada Kral’ın tercümanı general Georges, dışarıya bakıyordu Silah seslerini duymuş, fakat çok uzaklardan geldiğini sanmıştı

Suikastçıyı ilk görenlerden biri de, otomobilin şoförüydü Bir eliyle adamı itiyor, öteki eliyle de arabayı sürmeye çalışıyordu Suikastçıyı bu şekilde durduramayınca otomobili durdurup adamı basamaktan aşağı itti Kalabalık olup bitenlerin farkında değildi Halkın sevgi gösterileri Kral vurulduğu sırada devam ediyordu Dışarıya bakmakta olan general Georges, içeriye çekilince Kralı ve Barthou'yu kanlar içinde yatarken gördü Elindeki uzun namlulu tabancasıyla suikastçı hâlâ basamaktaydı General Georges, duraksamadan adamın üzerine atıldı Suikastçı bu sefer general Georges'a dönerek dört el ateş etti General de göğsünden ve kollarından yaralanmıştı

Piyade subayı Piollet, hızla suikastçıya arkasından yaklaşmış ve kılıcıyla kafasına ve kollarına vurmaya başlamıştı Adam kılıç vuruşları sonunda basamaktan aşağı yere yuvarlandı Suikastı geç de olsa öğrenen halk, ilk önce paniğe kapılmış, fakat daha sonra yerde kanlar içinde yatan adamın üzerine çullanarak linç etmeye kalkışmıştı Halkın elinden zorlukla alınan suikastçı, bir polis kulübesine sokulmuş, az sonra da orada sorguya çekilemeden ölmüştü

Üzerinden çıkan pasaporttan 1899'da Hırvatistan'ın merkezi olan Zagrep'de doğmuş Petrus Kelemen olduğu anlaşıldı Yalnız bu suikastçının gerçek adı değildi Yapılan soruşturma sonunda, adamın Georgiev, Stoyanov, Dimitrov, Çemozomsky, Suk, Kerin ve Veliçko adlarını taşıdığı da anlaşılmıştı Suikastçının gerçek adının hangisi olduğu bugün bile bilinmemektedir

Pasaport'a göre, suikastçı Petrus Kelemen ticaretle uğraşan biriydi Fransa'ya 28 Eylülde Vallorbe sınır kapısından girmişti Vücudundaki "kuru kafa" şeklindeki döğmeden, ORİM (İç Makedonya İhtilâlci Organizasyonu) örgütüne bağlı bir tedhişçi olduğu sanılıyordu Suikast, en küçük ayrıntısına kadar örgüt tarafından hazırlanmış, Petrus Kelemen yalnızca bir araç olmuştu

Suikasttan hemen sonra şoför, aldığı emir üzerine otomobili yeniden çalıştırıp son hızla olay yerinden uzaklaştı Kral I Aleksandr vücuduna iki kurşun yemişti Birinci kurşun onu hemen öldürmüştü Fransa Dışişleri Bakanı Barthou'nun yarasının ilk önce hafif olduğu sanılmıştı Fakat kurşun kolundaki ana kan damarını parçalamıştı Bileğinin bir mendille bağlandığını gören Dr Bonnal öfkelenmişti Çünkü yara Barthou'nun dirseğinin üzerindeydi ve Dışişleri Bakanı sürekli kan kaybediyordu Ameliyatla parçalanan kan damarı dikilmiş, fakat kan vermeye hazırlanılırken Barthou ölmüştü

General Georges'un göğüs ve kollarında dört kurşun yarası vardı Madalyalarından biri, kurşunun kalbine saplanmasını önlemişti General, yine de günlerce ölümle korkunç bir savaşa girdi ve sonunda kurtuldu Petrus Kelemen'in dördüncü kurbanı polis memuru Celestin Galy'di Kargaşalık sırasında polis kurşunlarına hedef olan Bayan Yolande Paris ve Durbec de aldıkları yaraların etkisiyle öldüler

Suikast sonucu Kral I Aleksandr öldüğünde Kraliçe Marie trenle Dijon'a gelmiş bulunuyordu Tren Dijon garındayken, Belediye Reisi, başsağlığı dilemek için Kraliçe'nin vagonuna bindi Fakat kadının, suikasttan haberi olmadığını görünce, olayı birden söyleyemedi Bir süre trende Kraliçe Marie'yle kalarak bu acı haberi ona alıştıra alıştıra bildirdi Kraliçe, büyük bir üzüntü duymasına rağmen kendisine hâkim olarak, soğukkanlılığını kaybetmedi Vagonu Dijon'da, Marsilya ekspresine bağlandı

Aylarca süren soruşturmalardan sonra, suikast sanığı olarak üç kişi tutuklandı Bunlardan Zvonim Pospicil ve Ivan Ragic, Kral birinci suikasttan kurtulursa, bir ikincisini düzenlemekle görevlendirilmişlerdi Mio Kralj ise, Petrus Kelemen'le birlikte Marsilya'da Kralı öldürecekti Fakat olay sırasında çıldırdığından kaçmıştı

Suikastçıların I Aleksandr'ı öldürmek için, USTASİ adlı örgüt tarafından Marsilya'ya gönderildikleri, yapılan yargılama ve soruşturmalar sonunda anlaşılmıştı

Petrus Kelemen, ORİM örgütünün önderi Ivan Mihaylov'un yaveri ve şoförüydü Bir başka görevi de USTASİ ve ORİM örgütleri arasında habercilik yapmaktı USTASİ örgütü, Dr Ante Paveliç'in önderliğinde kurulmuştu Amaçları, Hırvatistan'ı, Yugoslavya'dan ayırmaktı Yugoslavya hükümetinin 1929 yılında, USTASİ örgütüne karşı giriştiği temizleme hareketinden sonra, üyeleri yabancı ülkelere, özellikle Bulgaristan, İtalya ve Macaristan'a kaçmışlardı USTASİ örgütünün önderi Dr Ante Paveliç, bundan sonra, Makedonya'yı Yugoslavya'dan ayırmak isteyen ORİM örgütünü "Müttefik" ilân ederek, onlarla işbirliği yapmaya başladı

Mussolini, Yugoslavya'nın parçalara ayrılıp küçük devletler halinde bölünmesini kendi çıkarlarına uygun buluyordu Bu nedenle, ORİM ve USTASİ örgütlerini her yönden destekliyordu Bu iki örgütün üyeleri, İtalya'da Bari şehrinde gerilla eğitimi görüyorlardı Ayrıca bir bölümü de, Macaristan'ın Yugoslavya sınırına yakın Janka Puszta kasabasında yuvalanmışlardı

Yugoslavya Kralı I Aleksandr'ı, Mussolini'den para ve silah yardımı gören, İtalyan pasaportlarıyla yolculuk eden, işte bu iki örgütün üyeleri öldürmüşlerdi




Martin Luther King Suikastı


1929 Yılında Atlanta'da doğan Martin Luther King'in öbür Amerikan zenci önderleri arasında özel bir yeri vardı Amerikan zencilerini uygarca bir yaşayış düzeyine kavuşturmak ve ırk ayırımına son vermek için, şiddet yöntemlerine başvurmaktan kaçınıyordu Onu en çok etkileyenlerden biri Gandi'ydi Martin Luther King de, Gandi gibi, şiddete kaçmayan direnme yöntemiyle başarıya ulaşacağına inanıyordu Gandi, tek kurşun sıkmadan koca İngiltere’yi dize getirip, ülkesini bağımsızlığa kavuşturmamış mıydı? Amerikan zencileri de aynı yoldan eşitliğe kavuşabilirler, ikinci sınıf yurttaş olmaktan kurtulabilirlerdi

Martin Luther King, öldürüldüğü güne kadar, bu inancına bağlı olarak, birçok eylemler düzenledi, başarılar kazandı ve bu insancıl, barışsever tutumu nedeniyle 1964 yılında Nobel Barış Ödülünü aldı

Ne var ki, şiddetten yana olmayan, sorunların kan dökülmeden çözümlenmesini öneren Martin Luther King, kendisi gibi düşünmeyen bir beyaz Amerikalının kurşununa hedef olarak can verdi

1968 yılında, Memphis şehrindeki temizlik işçileri greve başlamışlardı Şehirde yaşayanların yüzde kırkı zenciydi ve temizlik işi gibi "aşağılık" bir meslekte çalışanların yüzde doksan beşi de kara renkli kişilerdi Grevciler, Martin Luther King'i yardımlarına çağırmışlar, o da seve seve ırktaşlarının yanına koşmuş, gösteriler ve yürüyüşler düzenlemeye başlamıştı

Grevin ve gösterilerin sürüp gittiği sırada, 4 Nisan 1968 perşembe günü, Memphis'e sivri burunlu, uzun boylu yabancı bir beyaz geldi Öğleden sonra saat 15,30'da Bayan Bessie Brewer'in pansiyonuna giren bu adam, adının John Willard olduğunu söyleyerek bir haftalık kira karşılığı sekiz buçuk doları peşin olarak ödedi Daha sonra Bayan Bessie Brewer, yüzüne pek dikkatle bakmadığı bu adam için şöyle diyecekti

"Yüzüne pek iyi bakmadım, fakat bir tek şeyi hatırlıyorum; pek aptalca bir gülümseyişi vardı"

Pansiyon defterine adını John Willard olarak yazdıran adam, 5 numaralı odaya çıktı Buradan, Martin Luther King'in kaldığı Lormine Moteli olduğu gibi görülüyordu, özellikle motelin 306 numaralı odasına girip çıkanları Bu, Martin Luther King'in odasıydı

Grev 12 Şubatta başlamıştı 1300 temizlik işçisi, sendikalarının belediyece tanınmasını ve ücretlerinin saat başına 60 sentlik bir zam görmesini istiyordu Görevine 1 Ocakta başlamış olan Belediye Başkanı Henry Loeb'se, bu istekleri kabul etmemekte direniyordu Loeb, temizlik işçilerinin istekleri yerine getirilirse, geri kalan belediye memurlarının da greve gideceğinden korkuyordu İtfaiyeciler, polisler ve hastane görevlileri de daha fazla para isteyecek olursa, Belediye ya ücretleri yükseltecek ya da hizmetlerin aksamasını göze alacaktı

Grev giderek bir ırk çatışmasına dönüşmüştü Zenci temizlik işçileri, belediyenin grev karşısındaki uzlaşmaz tutumunu ırk ayırımının yeni bir belirtisi sayıyorlardı Memphis'te zencilerin iş bulmakta güçlük çektiklerini, daha düşük ücretlerle çalıştıklarını, gerektiğinde işten ilk çıkarılanların yine zenciler olduğunu ileri sürüyorlardı

Çöp yığınları büyüdükçe sinirler geriliyor, tedirginlik artıyordu Gece yarısı olaylar çıkıyor, şehrin orta yerindeki dükkânların vitrinleri parçalanıyordu İtfaiyeciler, sahte yangın ihbarlarına koşarken, taşan çöp tenekeleri ateşe veriliyordu Memphis, Mississippi nehrinin, kıyısında, bir dinamit fıçısı gibiydi; her dakika patlayabilirdi

Şehrin din adamlarının çağrısı üzerine, Dr Martin Luther King, grevcilerin bir toplantısında konuşmak üzere Memphis'e geldi Medeni Haklar savunucularının en ünlüsü olan bu Güneyli rahip kendini, ABD'de yaşayan talihsiz, yoksul insanları daha iyi bir hayata kavuşturmaya adamıştı Dr King, Memphis'te 12 bin zenciye seslendiği konuşmasında, grevcilerden cesaretlerini kaybetmemelerini istedi "Fedakârlık yapmadan hiç bir şey elde edilemez," diyordu bu konuşmasında

Bütün şehri kapsayacak bir günlük bir iş boykotu yapılmasını önerdi Aynı zamanda Güneyli Hıristiyan Önderler Birliğinin "SCLC" para yardımında bulunacağı hususunda söz vererek, iş boykotunun yapılacağı gün, göstericilerin başında bulunmak üzere Memphis'e döneceğini de sözlerine ekledi

Grevciler, bu yeni destekten cesaret bulmuşlardı Zenci dinleyiciler en çok gene rahibin şu sözleriyle coşmuşlardı:

"Boykotun sonucu, sesinizin artık duyulması olacak, Memphis'te o gün hayat duracaktır"

Konuşmanın yapıldığı alan, "evet" ve "âmin" sesleriyle çınlıyordu

28 Mart günü, Dr King, Beale sokağındaki gösteride 6 bin kişinin başında yürüdü Yürüyüş sakin başlamıştı Göstericiler Dr King'in ardı sıra sessiz ve ağır başlı bir biçimde yürüyorlardı Birden, yaşları 13-20 arasında değişen 150 kadar zenci genç yürüyüşten koparak, vitrinleri kırmaya, dükkânları yağmalamaya, ateşe vermeye, polislere saldırmaya başladılar Göz açıp kapayana kadar olaylar çığırından çıkmıştı

Yardımcıları, Dr King'i bu durum karşısında hemen oradan uzaklaştırdılar Memphis polisi, duruma hâkim olmak için, gaz bombası ve cop kullanmaya başlamıştı Olayların daha da büyümesini önlemek isteyen Tennessee Valisi, eyalet askerlerini ve dört bin ulusal muhafızı Memphis'e yolladı Sabaha kadar 300 zenci tutuklanmış, 60 kişi yaralanmış, bir dükkânı yağmalarken polis tarafından kurşunlanan 16 yaşında bir zenci çocuk da ölmüştü

Dr King başarısızlığa uğradığına inanıyordu: Şiddet aleyhtarı felsefesi Memphisli zenciler tarafından reddedilmişti Bir daha dönmemek üzere şehirden ayrılmayı düşünüyordu Fakat, Güneyli Hıristiyan Önderler Birliğindeki taraftarları, olayları küçük bir grubun çıkardığına onu inandırdıklarından, bir yürüyüş daha düzenlemeye karar verdi:

"Barışçı yollardan protesto, Memphis'te hüküm sandalyesinde oturmaktadır" diyordu

Gerçekten de öyleydi Beyazlar King'i artık toplulukları denetleyememekle suçluyorlardı Zenci ırkçılar da King'in başının dertte oluşuna seviniyorlardı Bunlar, zencilerin eşitliğinin barışçı yollardan sağlanamayacağını kesinlikle ileri sürüyorlardı

Dr King beyaz ve siyah muhaliflerinin yanıldığını ispatlaması gerektiğine inanıyordu Yardımcılarından, yeni bir yürüyüş için hazırlık yapılmasını istedi

İlk yürüyüş sırasında olayları başlatan gençlerin bağlı oldukları çeteyle görüşülerek, çocuklardan yeni yürüyüşte olay çıkarmayacaklarına dair söz alındı King, yeni yürüyüşten önce, bir dizi toplantı düzenlemeye karar verdi 3 Nisanda Mason Street kilisesinde yapılan ilk toplantıda Dr King, iki bin ateşli taraftarına seslendi Değişikliklerin yavaş yavaş getirilmesini isteyenlerin yanında, hemen eyleme geçilmesini isteyen aşırıları da toplantıya çekmesini bilmişti Memphisli bir rahip tek bir vücut haline gelmiş topluluğa bakarak, bir başka din adamına şu sözleri fısıldıyordu:

"Tanrım, King bizi kurtarmak için gönderdiğin önderdir"

King, konuşmasında şöyle diyordu:

"Çağımızda ve günümüzde temel sorun, şiddet ile barışçı yollar arasında bir seçim yapmak değildir, çünkü ya barışçı yolları seçeriz, ya da hep birlikte yok oluruz"

Ertesi gün, yani 4 Nisan 1968 perşembe günü, Dr King ve yardımcıları, o akşam yapılacak ikinci toplantı üzerinde konuştular Onlar görüşmelerini sürdürürken, adını John Willard olarak yazdıran adam, tuttuğu odada birasını yudumluyordu Bir saat kadar odasında kaldıktan sonra, dışarıya çıkıp arabasına gitti Pansiyona, elinde çocukların, spor araç ve gereçlerini koymakta kullandıkları türden mavi el çantasıyla döndü Öbür kolunun altında, uzağa ateş edebilen 30,06 çapında, dürbünlü bir hava tüfeği taşıyordu

"Aptal gülümseyişli adam" merdivenleri tırmanıp odasına çıktı Saat beşe geliyordu Saat altıya 3 kala, Dr King moteldeki odasının balkonuna çıkmıştı Günün yorgunluğunu çıkarmak için yemekten önce biraz hava almak istiyordu

Motelin karşısında, Bayan Besste Brewer'in pansiyonunda, tüfekli adam banyoya girmiş, kapıyı kilitlemişti Tüfeği pencerenin pervazına dayadı Lorraine Motelinin balkonuyla aralarında yalnız altmış beş metre vardı

Dr King, balkonun yeşil parmaklığına yaslanmış, aşağıda, motelin park yerinde duran şoförü ve arkadaşlarıyla konuşuyordu Yardımcılarından rahip Jesse Jackson, King'i o geceki toplantıda çalacak olan müzisyen Ben Branch'ie tanıştırdı Dr King, müzisyene:

"Aziz Tanrım ilâhisini mutlaka çalın bu akşam, güzel olsun hem" diyordu

Bessie Brewer'in banyosundaki adam, tüfeği omzuna götürerek dürbünü hedefine göre ayarladı

King doğrulmuş, odasına dönmek üzere geri dönmüştü Pansiyon'daki adam, derin bir nefes aldı Saat altıyı bir geçiyordu

Dr King'in balkonun beton tabanına düştüğünü görmeyenler, bir donanma fişeği patlatıldığını sanmışlardı

Kurşun, Dr King'in ensesini ve çenesini parçalayıp geçmişti Katil, ikinci kurşuna gerek kalmadığını anlayarak silahını bir kutuya koydu Çantasını kaptığı gibi pansiyondan fırladı İçinde tüfek bulunan kutuyu ve çantasını kaldırıma attıktan sonra ortadan kayboldu

King'in yardımcıları ve motelde bulunanlar, hemen ikinci kattaki balkona koştular Yardım gelinceye kadar rahip Jackson, King'in başını dizine koydu Adalet Bakanlığında görevli bir beyaz, odasından kapıp getirdiği bir havluyla yarayı temizlemeye çalışıyordu

Arkadaşlarından Rahip Ralph Abernathy, yaralının kurtarılamayacağını anlamıştı King'in yanında diz çöktüğünde gözleri dolu doluydu Boğuk bir sesle:

"Martin! Martin!" diye inliyordu

Cankurtaran, ölmek üzere olan Dr King'i yakındaki St Joseph's Hastanesinin ilk yardım bölümüne getirdiğinde, saat altıyı on altı geçiyordu

Elli dakika sonra Dr Martin Luther King ölmüştü

Onun ölümü, Amerika'da, büyük şiddet hareketlerinin başlamasına yol açtı Şiddetten yana olan zenci önderi Stokely Carmichael, şöyle haykırıyordu:

"Evlerinize gidin ve silahlarınızı alın! Beyaz adam geldiğinde, amacı sizleri öldürmek olacaktır Sokaklarda, artık hiç bir siyahın kanını görmek istemiyorum Onun için diyorum ki, evinize gidip silahlanın!"

Başkanlığa Demokrat Partiden adaylığını koymak için kampanya açmış bulunan Senatör Robert Kennedy, olayı duyduğunda İndianapolis'teydi Şehrin zenci mahallesine giden Robert Kennedy, şöyle konuştu:

"Size verilecek çok acıklı bir haberim var; Martin Luther King bu akşam öldürüldü Aranızda bulunan siyahlara sesleniyorum: Eğer böyle bir davranışın insafsızlığı karşısında içinizde doğan nefret ve kızgınlıkla bütün beyazları suçlamaya kalkışırsanız, hatırlayın ki ben de aynı tür duygularla doluyum Benim de ağabeyim öldürülmüştü Hem de bir beyaz tarafından" (Bilindiği gibi, Robert Kennedy de, Martin Luther Kıng’ten tam dört ay sonra, 5 Haziran 1968'de Los Angeles'te Ambassador Hotelde Filistinli bir Arap olan Sirhan tarafından öldürüldü)


Alıntı Yaparak Cevapla

Suikastler Tarihi

Eski 06-27-2012   #5
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Suikastler Tarihi




Orlando Letelier Suikastı


"Orlando Letelier'in karısı mısınız?" diye sordu telefondaki meçhul ses "Evet" diye yanıtladı "Hayır" dedi telefondaki, "Siz Orlando Letelier'in dul karışısınız"

Bir hafta sonra 21 Eylül 1976'da, CIA destekli Pinochet rejiminin önde gelen muhaliflerinden sürgündeki Şilili diplomat Orlando Letelier, Washington'un bir sokağında otomobiline konan bir bombayla paramparça edildi Patlamada, Letelier'in Amerikalı yardımcısı Ronni Moffıt de öldü Moffıt'in kurtulan kocası, parçalanan otomobilden çıkar çıkmaz vahşetin sorumlusunun Şilili faşistler olduğunu haykırmaya başladı

Moffıt'in kocası haklıydı; ancak, o faşistlerin Washington'da güçlü dostları vardı Bir FBI muhbiri suikast komplosunu önceden bildirmişti; ancak FBI Letelier'i korumak için hiçbir şey yapmadı Bombalamadan sonra, CIA Başkanı George Bush FBI'ya, Şilililerin hiçbir şekilde olaya bulaşmadığını bildirdi "CIA bundan emin" dedi Bush, "Çünkü Şili gizli polisi DINA içinde CIA'nın çok sayıda güvenilir kaynağı var"

Gerçekte CIA, DINA vurucu timinin ABD'de olduğunu ve Washington'a yöneldiğini biliyordu CIA, bombalamadan sonra suikastçılara ait kendi fotoğraf dosyalarını imha etti

Arkasından CIA ve DINA, Letelier'in, kendisini şehit ilan etmek isteyen solcularca öldürüldüğü yolunda hikâyelerin basında yer etmesi çalışmasına başladılar

FBI, bir iki hafta içinde Letelier'in katillerini belirledi, ancak birkaç yıl sonra CIA'nın örtüsü kalkıncaya kadar onları resmen suçlamadı Örtü, suikasttan bir ay sonra, bir Küba uçağı bombalandığı ve içindeki 73 yolcusu öldürüldüğünde aralanmaya başladı Uçağı bombalama eylemi, Domuzlar Körfezi olayı ve JFK suikastıyla ilişkisi olan, aynı zamanda CIA ile bağlantılı aşırı şiddet yanlısı Kübalı mültecilerce gerçekleştirmişti Bu grup, El Salvador ve Nikaragua'da da benzer eylemler yapmıştı

Küba uçağı bombalanmasını soruşturanlar, bu eylemle Letelier/Moffıt suikastının, aynı toplantıda planlandığını saptadılar Başka FBI ve CIA mensuplarının da katıldığı toplantıyı, CIA ile uzun süredir bağlantısı olan bir kişi düzenlemişti

CIA savunucuları, Letelier'i öldürmekten hükümlü "eski" CIA ajanı Michael Townley ile iki Kübalı göçmenin CIA'nın emirleri doğrultusunda hareket ettiklerinin hiç kimse tarafından kanıtlanamayacağını iddia ederler Ancak durum öyle idiyse, CIA neden alelacele onları perdelemeye başladı?

Bu olay öylesine karmaşık bir hal aldı ki, Şili Yüksek Mahkemesi, Pinochet'den sonra 1991'de George Bush'a başvurarak, mahkemede ifade vermeyi düşünüp düşünmediğini sordu Tabii, Bush'un bu daveti reddettiği konusunda bahse girebilirsiniz




Robert Kennedy Suikastı


JFK suikastında komplo olup olmadığı hakkında yüzlerce kitap yazıldı Kardeşi Senatör Robert Kennedy'nin öldürülmesindeki komplo tek cümlede özetlenebilir: Los Angeles Adli Tıbbı'nın raporu, RFK'nin arkadan açılan yaylım ateşle öldürüldüğünü belirtiyor Oysa, suikastla suçlanan Sirhan Sirhan'ın Kennedy'nin en az bir buçuk metre önünde olduğunda herkes hemfikir

RFK cinayetine CIA'nın karıştığına ilişkin çok sayıda kanıt bulunuyor Bir kere, ikinci bir tetikçinin kesinlikle var olduğu açık olmasına karşın, Los Angeles Emniyeti'nin özel görev ekibi, soruşturmayı Sirhan'ın tek katil olduğunu kanıtlayacak şekilde yürüttü Tanıkların aklı karıştırıldı, kanıtlar yok edildi, mantıken şüpheli olan kişiler sorgulanmadı

Özel görev ekibinin iki üyesinin, CIA'yla uzun süreden beri bağlantısı vardı ve olayın komplo olduğunu ileri süren tanıkların gözünü korkutmakta oldukça gayretliydiler Tanıklardan herhangi biri, ifadesinde, cinayet yerinden "Onu vurduk" diye bağırarak kaçarken görülen iri puanlı elbise giymiş ünlü kıza geldiğinde, bu ikisi küplere biniyordu Tanık ifadelerindeki bu kıza ilişkin sözlerin yok edilmesini kesin olarak sağladılar

Üstünkörü sorgulanan bir başka aşikâr şüpheli de, cinayetten önceki günlerde Sirhan'la birlikte görülen Rahip Jerry Owen'di Owen, JFK suikastına kansan mafya kuryesi Edgar Bradley'yi tanıdığını kabul etti Dealey Plaza'da yakalanan, fakat herhangi bir suçlama yöneltilmeden serbest bırakılan Bradley'in, JFK davasının önemli isimleriyle bağlantısı olduğu anlaşıldı

Bir de, CIA'nın beyin kontrol deneylerinde yer alan hipnoz uzmanı Dr William Bryan, Jr var Bryan, hipnoza aşırı ölçüde duyarlı Sirhan'ın da aralarında bulunduğu ünlü denekler üzerinde çalıştığını övünerek anlatmaktan hoşlanıyordu Bryan'ın bir başka ünlü hastası olan "Boston Canavarı" da, anlaşılmaz bir şekilde Sirhan'ın günlüğünde yer alıyordu

Sirhan, günlüğünde RFK'ye ateş ettiğini hatırlamadığını kaydediyor ki, gerçeği söylüyor gibi görünüyor Görgü tanıkları, cinayet sırasında Sirhan'ın bir tür trans durumunda olduğunu belirtiyorlar

RFK'nin tam arkasında durduğunu ve silahını çektiğini kabul eden koruma görevlisi Thane Cesar'a da çok dikkat çekmek gerekiyor Cesar'ın hem aşırı sağcı gruplarla, hem mafyayla ve hem de CIA ile bağlantıları vardı

Son olarak, bir zamanlar CIA görevlisi olan Robert Morrow, yazdığı kitapta, İran gizli servisi SAVAK'ın bir ajanının RFK'yi öldürmek için parayla tutulduğunu iddia ediyor




Saraybosna Suikastı


Avusturya-Macaristan orduları, 1914 haziranında Bosna-Hersek bölgesinde manevra yapıyordu Veliaht Arşidük Franz Ferdinand’ın karısı Hohenberg Düşesiyle birlikte izlediği bu manevralar için, doğrusu zamanın ve yerin iyi seçildiği söylenemezdi

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından ilhak edilen ve Sırbistan Krallığı dışında kalan Bosna-Hersek bölgesi halkı, Habsburg Hanedanından ve onların yönetiminden nefret ediyorlardı Yetmiş bin kişilik ordu, manevraları sürdürürken, Veliaht Arşidük Franz Ferdinand, karısı Hohenberg Düşesi'yle birlikte, Bosna-Hersek'in merkezi olan Saraybosna'yı 28 Haziran 1914 günü ziyaret etmeye karar verdi Bu haber, Bosna-Hersek'te yaşayan halk, özellikle Sırplar arasında kızgınlık ve nefreti daha da artırdı

Çünkü, Bosna-Hersek'te yaşayan Sırplar için 28 Haziran gününün çok büyük bir anlamı vardı 1389 yılının 28 Haziranında yapılan Kosova Meydan Savaşı'nda, Sırplar, Osmanlı ordusuna yenilerek bağımsızlıklarını kaybetmişlerdi Bu savaşta, kendi kralları Lazar ölmüş, fakat Miloş Kabloviç adlı bir soylu da, Osmanlı Padişahı Murat Hüdâvendigâr'ı hançerleyerek şehit etmişti Sırplar 1389 yılından beri, her 28 Haziranda, Miloş Kabloviç'in Osmanlı Padişahı I Murat'ı öldürmesini "Aziz Vitus Günü" adı altında, en büyük bayramları olarak kutluyorlar

27 Haziran günü, şehrin dışında istasyona yakın temiz bir otelde geceyi geçiren Veliaht ve eşi, ertesi gün kalabalık bir otomobil kafilesiyle saat 10'da Saraybosna'ya doğru yola çıkmışlardı Aziz Vitus bayramı dolayısıyla köy ve kasabalardan gelenlerle, şehirde olağanüstü bir kalabalık vardı Bu büyük kalabalık karşısında alman güvenlik tedbirleri, hemen hemen yok denecek kadar azdı Arşidük ve karısı, Saraybosna sokaklarında üstü açık bir araba içinde ilerlerken, yedi suikastçı, ayrı ayrı noktalarda, Arşidük Franz Ferdinand'ı öldürmek için hazır bekliyorlardı

Bu, yaşları 20’yi geçmeyen suikastçılar, Bosna-Hersek'i Sırbistan Krallığına bağlamak ve Avusturya-Macaristan egemenliğine son vermek isteyen "Genç Bosna" örgütünün üyeleriydiler

Habsburg soyluları ve Veliaht Arşidük Ferdinand'ı taşıyan altı otomobillik kafile, Saraybosna sokaklarında boy gösterdiğinde, güvenliği sağlamakla görevli polisler heyecandan ne yapacaklarını şaşırmış durumdaydılar, Suikastçılardan Nedeljko Çabrinoviç, yanında duran polise, büyük bir soğukkanlılık içinde şu soruyu sormuştu:

"Arşidük hangi arabada?"

Polis, büyük bir saflık içinde, altı arabadan birini Çabrinoviç'e gösterdi Suikastçı, birkaç saniye sonra, elindeki bombayı Arşidük'ün bulunduğu otomobile fırlatıyordu Bomba, Franz Ferdinand'ın arabasının çamurluğuna çarparak sıçramış, arkadan gelen yaverlerin otomobilinin önünde patlamıştı Yol kıyısına birikmiş kalabalıktan 17, konvoydan da 3 kişinin yaralanmasına sebep olmuş, fakat Veliaht'a bir şey olmamıştı Yaralananlardan biri, Arşidük Ferdinand'ın emir subayı Üsteğmen Merizzi'ydi

Veliaht, büyük bir tedbirsizlik içinde, emir subayının yanına gitmiş, bir otomobille hastaneye kaldırılıncaya kadar başında beklemişti Arşidük Franz Ferdinand, bu sırada şehrin Askeri Valisi General Potiorek'e şöyle bağırdığı duyuldu :

"Bombalar ne olacak? Yine atılacak mı?"

General Potiorek, Veliaht’ın bu azarlamasına verdiği karşılık, tam bir şaşkınlık örneğiydi:

"Ekselans, yolunuza gönül rahatlığıyla devam edebilirsiniz Sorumluluğu ben yükleniyorum"

Bunun üzerine Arşidük otomobiline binmiş ve "Doğru Belediye Dairesine" emrini vermişti Belediye dairesinin mermer merdivenlerine yol halıları serilmiş, başındaki sarığıyla müftü efendi bile, Veliaht'ı karşılayıp "hoş geldiniz" demek için karşılayıcılar arasında yer alınıştı Daha önceden kararlaştırılan ziyafet nedeniyle zengin bir sofra hazırlanmıştı Fakat Arşidük Ferdinand kızgınlığından yeninde duramıyordu Yemeğe oturmadan General Potiorek'e, hastaneye gidip emir subayı üsteğmen Merizzi'yi ziyaret etmek istediğini söyledi

Saraybosna Askeri Valisi Potiorek şaşkınlık içindeydi Veliaht'a:

"Arşidük Hazretleri, gerçekten gitmek istiyor musunuz?" diye sordu

"Elbette, elbette Merizzi'yle konuşmalıyım!"

Veliaht Franz Ferdinand, karısını Belediye Dairesinde bırakarak yalnız başına hastaneye gitmek istiyordu Fakat Hohenberg Düşes'i, hastaneye kocasıyla birlikte gitmek için direndi Öndeki iki arabada detektifler ve şehrin ileri gelenleri gidiyorlardı Veliaht, karısı ve general Potiorek, Çek asıllı bir şoförün kullandığı üçüncü arabadaydı Tam bir yol ayrımına geldiklerinde Veliaht'ın otomobilini kullanan şoför, direksiyonu sola kırmıştı Birden General Potiorek'in kızgınlıkla ayağa kalktığı ve şoföre:

"Ne oluyor? Dur! Yanlış yola saptın, doğru yola gir!" diye bağırdığı duyuldu

Şoför bu uyarı üzerine frene basmış ve otomobili, kalabalık kaldırımın yanında, bir dükkânın önünde durdurmuştu Suikastçıların ikincisi Gavrilo Princip de orada duruyor, iki kız arkadaşıyla konuşuyordu Otomobilin önünde durduğunu görünce, kız arkadaşlarından ayrılmış, arabanın basamağına fırlayarak tabancasıyla üç el Veliahta iki el Hohenberg düşesine, bir kurşun da Askeri Vali Potiorek'e sıkmıştı

Keskin bir nişancı olan Gavrilo Princip'in bütün kurşunları yerini bulmuştu, ilk ölen Hohenberg Düşesi oldu Korsesini delip geçen bir kurşun, sağ böğrüne saplanmıştı Arşidük Franz Ferdinand, karısından birkaç saniye daha fazla yaşadı Boynundaki toplar damarı parçalayan ve bel kemiğine saplanan kurşunlarla Veliaht da karısının yanına cansız olarak serilmişti Vali'ninyarası önemsizdi

19 yaşındaki Sırp yurtseveri Gavrilo Princip, jandarma ve polisler tarafından hemen, yakalandı Hiç kimse o anda, bu suikastın I Dünya Savaşı'na yol açacağını ve milyonlarca insanın ölümüne sebep olacağını elbette ki düşünemezdi

Veliaht'ın, 1914 yılı 28 Haziranında, saat 11,30'da bıyıkları yeni terlemeye başlayan Gavrilo Princıp adlı öğrenci tarafından öldürülmesi, Viyana'daki savaş taraftarları için bulunmaz bir fırsat oldu Bunların kışkırtmaları sonucu, 28 Temmuz 1914 sabahı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Sırbistan'a savaş açtı

Önce iki devlet arasında başlayan savaşa, az sonra, hemen hemen bütün ülkeler katılacak ve I Dünya Savaşı dört yıl boyunca kan ve ölüm saçacaktı

Mahkeme önüne çıkarılan Princip, çekinmeden şunları söyledi:

"Veliaht'ı ben vurdum Çünkü o Güney Slavlarının birleşmesini önleyen tek kişiydi!"

Ünlü tarihçi Emil Ludwig, çok sonraları bu konuda şöyle yazacaktı:

"Gavrilo Princip, prensip müjdecisi demekti Bu genç acaba dünyaya hangi prensibi müjdeliyordu? Evet, bu genç dünyaya 10 milyon kişinin hayatına, 15 milyonunun sakatlığına ve bir o kadarının da öksüz kalmasına, binlerce şehrin harap olmasına ve uygarlığımızın birkaç yüz yıl geri gitmesine sebep olan bir felâketi, korkunç bir çatışmayı müjdeliyordu Eğer bunun müjdelenecek bir yanıt var idiyse!"




Talat Paşa Suikastı


"Talat Paşa! Talât Paşa!"

İttihat ve Terakki'nin eski Başvekili Talat Paşa, kendisine seslenen adamı görmek için geriye döndü Dönmesiyle ateşlenen bir tabancadan çıkan kurşunun alnına saplanması ve kaldırımların üzerine yığılması bir olmuştu

Bir zamanlar, Osmanlı İmparatorluğunun kaderini elinde tutan Talat Paşa, İran'ın Selmas şehrinde doğan Salomon Taleyran adlı bir Ermeni Komitacısının kurşunuyla böylece can vermişti

Olay Berlin'de geçiyor, takvimler 15 mart 1921'i gösteriyordu

Eşi Hayriye hanım, kocasının ölümünden yıllar sonra, Talat Paşa'nın öldürülmesi konusunda şunları söylüyordu:

"Çok cesurdu Tehlike nedir bilmezdi Etrafında kimbilir, ne maksatla kimler dolaşıyor, dikkat et, dedikleri zamanlarda bile aldırmaz, çantasını koluna alınca, fırlar tek başına giderdi Berlin'de -en sonunda kanına giren- katil daha önce iki kere karşısına çıkmış, Paşa'yla göz göze gelmiş Fakat Paşa o kadar pervasız, sakin, hatta gülümseyerek bakıyormuş ki, adam avuçladığı silahını çıkarmaya cesaret edememiş ve nihayet: Ben Talat Paşa'ya baka baka silahımı çekemeyeceğim, ancak arkasından vurabilirim, demiş"

Talat Paşa Berlin'deyken, bir dostuna yurt hasreti içinde şunları söylemişti:

"Selanik'teyken ikide bir sürgün cezasına çarpılan Bulgar komitacılarıyla karşılaşırdık Bunlar vatanlarından ayrılmadan evvel, jandarma nezaretinde bulundukları halde merasimle rıhtımın üzerinde toplanır ve içlerinden birisinin verdiği işaretle hep birden eğilip toprağı öperlerdi

Bu, onlar için vatana dönüş umudunun bir ifadesiydi: Öptüğümüz toprak bizimdir, buraya yine geleceğiz demek istiyorlardı Bir gün ben de vatana dönersem, bilir misiniz ne yapacağım?"

Dostu: "Her halde siz de onlar gibi toprağı öpeceksiniz" deyince, Talat Paşa ağlayarak şu karşılığı vermişti:

"Ne dersin sen? Ne dersin sen? Ben öpmekle doyamam ki Yiyeceğim vatan toprağını, yiyeceğim"

Talat Paşa, 1874 yılının 17 Ağustosunda Edirne'de doğmuştu Yoksul bir ailenin çocuğu olarak ilk ve orta öğrenimini bitirdikten sonra Alyans İsrail okulunda iki yıl Fransızca okudu Zeki, çalışkan bir gençti Okul yöneticileri, kendisine bir yıl kadar Türkçe öğretmenliği görevini vermişlerdi

Mehmet Talat, Edirne'de çok durmadı Selanik’e giderek Telgrafhaneye maaşsız memur adayı olarak girdi Hukuk Mektebi'ne kaydoldu Bir yıl sonra Telgrafhane "Mukayyid"i (Kayıt memuru) olarak maaşa geçti ve yirmi yaşının içindeyken politikayla ilgilenmeye başladı Jön-Türklerle haberleşirken yakalandığından üç yıl sürgün cezası yedi, Hukuk Mektebini de ikinci sınıfında bırakmak zorunda kaldı

Cezası iki yıl sonra bağışlandı ve 1898'de Selanik'le Manastır arasında "gezici posta memuru" oldu Bu görevi, İttihat ve Terakki örgütünün bu dolaylardaki haberleşmesini, güvenlik içinde yapabilmesi amacıyla kabul etmişti 1893 yılında Posta Telgraf Başmüdürlüğü kâtipliğine, 1903'te de başkâtipliğine getirildi 1907 yılındaysa, İttihat ve Terakki'nin "İhtilâl Komitası" sivil kadrosunun basında olduğu anlaşılarak, görevinden çıkarıldı ve tutuklandı

1908'de, İttihat ve Terakki'nin önde gelen kişilerinden biri olarak Mehmet Talat, İkinci Meşrutiyet Meclisine, Edirne mebusu seçildi Önce Meclis Reis Vekilliğine getirildi, 1909 Temmuzundan başlayarak sırasıyla Dahiliye Nazırı, Meclis'te İttihat ve Terakki Fırkası Reisi, Posta Telgraf Nazırı ve yine Dahiliye Nazırı oldu

1916 yılında, Sadrazam Sait Halim Paşa'nın istifasıyla onun yerine getirildi Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı İmparatorluğunun yenilmesi ve Mondros Mütareke'sinin imzalanması üzerine, Enver ve Cemal Paşalarla birlikte yurtdışına kaçmak zorunda kaldı

31 Temmuz 1918'de Mondros Mütarekesi uyarınca, Osmanlı İmparatorluğu orduları silahlarını bırakmış, yenilgiyi kabul etmişti, İttihat ve Terakki'nin üç büyükleri, Talat, Enver ve Cemal Paşaların, savaş suçlusu olarak yargılanmaları kesindi Bu nedenle, üç büyükler yurtdışına kaçmaya karar verdiler,

Talat Paşa, yurt dışına çıkmadan önce, yerine getirilen Başvekil İzzet Paşa'ya şu mektubu göndermişti:

"Pek muhterem ve mübarek tanıdığım İzzet Paşa Hazretlerine,

Memleketin bir müddet ecnebi nüfuz ve tesiri altında kalacağını anladım Buna rağmen memlekette kalmak ve millet muvacehesinde muhakeme olmak fikrinde idim Bütün dostlarım bunu atiye talik etmek için ısrar ettiler Zat-ı fahimtaneleriyle istişare edemedim Müşkül mevkide kalacağınızdan çok düşündükten sonra sarfı nazar ettim Bütün hayat-ı siyasiyemde hedefim, memleket namuskârane ve fedakârane hizmet etmek idi Şahsen buna muvaffak oldum Bütün servetim, zat-ı şahanenin ihsan ettiği otomobil esmanıyla (değer, kıymet) her ay artırdığım yirmişer liradan müterakim bin altı yüz liralık istikraz-ı dahili bedelinden ve bir de dört arkadaşımla birlikte isticar (kiralamak) ettiğimiz çiftliğin devri icarından hasıl olan paradan ibarettir Bunun bir kısmını aileme terk ederek bir kısmını yanıma aldım Bundan başka bir nesneye malik değilim Millete karşı hesap vermek ve muhakeme olarak tayin edilecek cezayı kemal-i cesaretle çekmek isterim, işte zat-ı fahimanelerine söz veriyorum Memleketim ecnebi nüfuz ve tesirinden azade kaldığı gün, ilk telgrafınıza itaat edeceğim Baki kemal-i hürmetle ellerinizden öperim muhterem Paşa Hazretleri

2 Teşrinisani 1334 (2 Kasım 1918)
Mehmet Talat"


2 Kasım 1918 cumartesi gecesi, saat 11'e yaklaştığı sırada, karanlıklar arasında iki kişi hızlı hızlı rıhtıma doğru yürüyordu Bunlardan biri Talat Paşa, öteki de İhsan Namık Bey'di Rıhtıma yaklaştıklarında üç kişinin daha orada beklediğini gördüler Talat Paşa, İhsan Bey'e dönerek:

"Bir kadınla iki erkek dolaşıyor, bunlar kimdir İhsan?" diye sordu

"Belki de pokerden dönüyorlardır Paşam"

Bekleyen üç kişiden biri onlara doğru ilerleyince, tanımakta gecikmediler: Bu Enver Paşa'ydı

Eski Harbiye Nazırı Talat Paşa'nın elini sıktıktan sonra:

"Tam zamanıdır, motor da neredeyse gelir" dedi

Gerçekten de az sonra, burnunda cansız bir ışıkla yol alan bir motor Amerikan Koleji yönünden gelerek rıhtıma yanaştı Enver Paşa, kendisini uğurlamaya gelen kız kardeşini kucakladıktan sonra motora atladı Onu ötekiler izlediler Biraz sonra bütün yolcularını alan motor, açıkta kendilerini bekleyen Alman torpitobotuna yanaşıyordu

Talat Paşa Berlin'e yerleşmişti Anılarını yazıyor, karısıyla birlikte yoksul sayılabilecek bir hayat yaşıyordu Sık sık karısı Hayriye hanıma:


"Beni bir gün sokakta vuracaklar Alnımdan kanlar akarak yere serileceğim Yatakta ölmek nasip olmayacak Ama ziyanı yok, varsın vursunlar, vatan benim ölümümle bir şey kaybetmez Bir Talat gider, bin Talat gelir!" derdi

Bir gün ya Ermeni Komitacılarının ya da bir başka düşmanının kurşunlarıyla can vereceğini biliyordu Özellikle Ermeni Komitacılarının

Ermeniler, 1878 Türk-Rus savaşından sonra Doğu illerimizde bağımsız bir devlet kurmak istiyorlardı Çarlık Rusyası ve İngiltere, Ermenileri sürekli olarak kışkırtıyor, Amerikan misyonerleri de aynı yönde çalışmalar yapıyorlardı Aya-Stefanos Anlaşması (Yeşilköy'ün eski adı) yapılırken, Avrupa Devletlerinin Berlin Kongresi'ndeki yetkili delegelerine bu amaçla baş vurmuşlar fakat, diplomatik yollardan yaptıkları bu baş vurmanın sonuçsuz kalmasıyla birtakım anarşist örgütler kurarak, sabotaj ve ayaklanma eylemlerine girişmişlerdi Hınçak ve Taşnak adlı bu gizli örgütler, her eylemlerinde karşılarında Osmanlı Hükümetini buluyor, yabancıların işe karışmasını sağlamak için, "Türkler, Ermenileri kesiyor!" şeklinde propaganda yaparak, Avrupa'yı birbirine katıyorlardı

Ermeni Komitacılar, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından sonra, Ermenilerin Doğu illerimizden göç ettirilmelerinde İttihat ve Terakki'nin, dolayısıyla bu örgütün önderleri durumundaki Enver, Talat ve Cemal Paşaların parmağını görüyor, intikam için fırsat kolluyorlardı

15 Mart 1921 günü Talat Paşa, her zamanki gibi erkenden kalkmış saat ona kadar çalıştıktan sonra, eşine dönerek:

"Haydi Hayriye, seninle biraz dolaşalım Hava almış olursun" demişti

Fakat mutfakta yemek pişirmekte olan karısı:

"Ben çıkmayayım Hem yorgunum, hem de ateşte yemek var" diye karşılık verdi

Talât Paşa Hardenberg Strasse'deki evinden çıkıp tek başına yürümeye başlamıştı Daldın ve düşünceli bir şekilde Kurfüstendam caddesine saptı Daha birkaç adım atmamıştı ki, arkasından birinin:

"Talat Paşa! Talat Paşa!" diye bağırdığını duydu Geriye döndü ve

Rumeli'de başlayan, fırtınalar içinde geçen bir hayat, Kurfüstendam caddesinin kaldırımları üzerinde sona ermişti Katil Salomon Taleyran, 24 yaşında üniversite öğrencisi gözü dönmüş bir Taşnak Komitacısıydı

Alman mahkemesi, kendi toprakları üzerinde işlenen bu cinayetin suçlusuna hiç bir ceza vermeyerek, Taleyran’ı beraat ettirdi Yıllarca dost bildiği, Birinci Dünya Savaşı'nda kader birliği ettiği Almanya, onun anısına ve kanlı ölüsüne bile saygı göstermemişti

TalatPaşa'nın cesedi, aradan 22 yıl geçtikten sonra 25 Şubat 1943'te yurda getirilerek Hürriyet-i Ebediye tepesindeki şehitliğe gömülmüştür Talat Paşa, dostuna söylediği biçimde yurdunun toprağını yiyememiş, ancak bir torba kemik olarak yurt topraklarında sonsuz uykusuna dalmıştır




Troçki Suikastı


1940 yılının 25 Mayıs sabahında, Meksika'nın başkenti Mexico'da ortalık daha yarı karanlıkken, Gizli Polis Şefi Albay Sanchez Salazar aldığı bir haber üzerine, apar topar arabasına binmiş Morelos caddesine doğru yol almaya başlamıştı Telefonla kendisine, Leon Troçki'ye suikast yapıldığı haberi verilmişti!

Albay Salazar, otomobilinin camlarından ıssız sokakları seyrederken, Rus Devrimi'nin ünlü kişilerinden Leon Davidoviç Troçki'nin, Meksika'ya gelişinden beri geçen olayları kafasından geçiriyordu Troçki ve yanındakiler gelmeden önce, onu böyle gece yarısı sokağa düşürecek olaylar öylesine az olurdu ki Ama bu Ruslar geleli beri, başkent Mexico'da çok şey değişmişti

Troçki'nin, Morelos caddesi üzerindeki evi, şehrin dışındaydı Evi dışardan görenler, eski çağlardan kalma bir şato olduğu yargısına kolayca varabilirlerdi Troçki ve yakınları, evi satın aldıktan sonra, onu tam bir kale durumuna getirmişlerdi Alçak bahçe duvarları yükseltilmiş, kapıya kurşun işlemez kalın bir zırh geçirilmiş, üstelik her yana alarm zilleri takılmıştı

Mexico halkı, bu güvenlik tedbirlerini çoğu zaman alaya alıyor, "Don Leon" dedikleri Troçki'ye ölüm korkusunun yerleştiğini söylüyordu İşin doğrusunda, Gizli Polis Şefi Salazar da, halktan ayrı düşünmüyordu bu konuda

Morelos caddesi bilimindeki eve geldiğinde Salazar görevlilerden ilk bilgileri aldı; suikast sonuçsuz kalmış, Troçki'ye hiç bir şey olmamıştı, ilk kapı, arkasından ikinci bira kapı daha geçildi Salazar şimdi, Meksika iklimine özgü çiçeklerle süslü bir bahçedeydi Burada, başta Troçki'nin sekreteri olmak üzere, öbür koruyucu polisler, ellerinde tabancalarıyla, halâ üzerlerinden atamadıkları bir heyecan içinde Gizli Polis Şefini karşıladılar

Troçki de bu kalabalığın arasındaydı Soğukkanlı görünüyordu Yalnız, gözlüklerinin ardındaki mavi gözleri, bir garip ışıltıyla parlamaktaydı Karısı yanıbaşında duruyordu Kadın oldukça heyecanlıydı Troçki'nin Sieva adındaki torunu, ayağından hafifçe yaralandığı için topallayarak yürüyordu

Hep birlikte Troçki'lerin yatak odasına girdiler Keskin bir barut ve yanık kokusu kaplamıştı odayı Duvarlar ve yatakların üzerleri, atılan kurşunlarla delik deşik olmuştu Odanın döşemesi ve yatak örtüleri de yanmıştı Taban tahtalarından hâlâ duman tütüyordu Odanın makineli tüfekle tarandığını anlamak için, Gizli Polis Şefi olmak gerekli değildi!

Yapılan incelemeden sonra, Troçki'nin karısı Nathalia, olayı Salazar'a şöyle anlatıyordu:

"Gecenin yarısını bulmuştuk Çok yakından gelen silah sesleriyle uyandım Leon da uyanmış, uyku sersemliğiyle bana bakıyordu Kulağına eğildim; "Odaya ateş ediliyor!" dedim Birlikte yataktan döşeme üzerine kaydık O sırada, bahçe, evin içi ve oda, sanki birbiri arkasına yıldırım düşüyormuşçasına aydınlanıyordu Kapının eşiğinde duran üniforma giyinmiş bir adam, durmadan içeriye ateş ediyordu Bir ara, Leon'u kurşunlardan korumak düşüncesiyle yerimden doğrulmak istedim Fakat hızla beni yanına çekti Adamın elindeki makineli tüfeğin parıltısı ve gürültüsü, bir süre daha devam etti Sonra birden, bütün sesler kesildi Torunumuz kaçırıldı, yakınlarımız öldürüldü, diye düşündüm Şimdi de, Leon'u yeniden öldürmeye gelecekler kaygısı içinde, korkunç bir umutsuzluğa kapıldım"

Evin önündeki çimenlik, suikastçilerin attıkları bir yangın bombasıyla kavrulmuştu Troçki, eliyle çimenliği göstererek:

"Anlaşılan, gelenler yalnızca beni öldürmek değil, aynı zamanda evi de yakmak istiyorlarmış" dedi

Albay Salazar sordu:

"Suç delillerini yok etmek için mi?"

"O da akla gelebilir Ama, arşivimi ve bende kalan gizli belgeleri yok etmek için de bu saldırıya girişmiş olabilirler GPU (Sovyet Gizli Polis Örgütü) şu sıra sürdürdüğüm çalışmaların konusunu öğrenmiş olabilir Daha önce de, Norveç'teyken, evde olmadığımız bir sırada bazı kimseler içeri girmek istemişlerdi Fransa'da da, buna benzer bir şey oldu; Sosyal Tarih Enstitüsüne belgeler vermiştim Bir gece, kimlikleri bilinmeyen kişiler, Enstitünün demir kapısını kaynakla eriterek içeri girmişler, 66 kilo ağırlığındaki belgeleri çalmışlardı"

Bütün tunları kuşkusuz Stalin düzenliyordu O Rusya'da egemen olabilmek için en yakınlarını bile ortadan kaldırmaktan çekinmiyordu Elbette sıra bir gün, Troçki'ye de gelecekti Belirtileri de ortadaydı Troçki'nin adı Sovyet devrim tarihlerinden, devrimi yansıtan tablolardan, hatta belgesel filmlerden, şarkı ve marşlardan çıkartılmamış mıydı? Önce Rusya'dan sürülmüştü Şimdi de Troçki'yi öldürterek, bu sorunu çözümlemiş olacaktı Ayrıca elini çabuk tutması da gerekiyordu; çünkü Troçki, kendi hayat hikâyesini yazmaya başlamıştı Hem de tarihi belgelere dayanarak Bunu önlemeliydi

Yarım kalan bu suikastın üzerinden aşağı yukarı 3 ay geçmişti 1940 yılının 20 Ağustos günü gelip çattı Oldukça sıcak ve güneşli bir gün başlıyordu Troçki, çalışma odasına geçmek üzereydi Karısı Nathalia, kurşun geçirmez ceketini giymesini istedi Troçki, her zaman olduğu gibi direnmiş ve kurşun geçirmez ceketi, tehlikeye daha yakın gördüğü koruyucusuna giydirmişti

Onun kendine göre bir hayat görüşü vardı "Kişinin kendisini süresiz olarak ölüme karşı savunması imkânsızdır Yoksa, yaşamanın değeri kalmaz!" derdi Kendisini ölüme götürecek olan ikinci suikastın yapılacağı 20 Ağustos günü işte böyle başlamıştı

Sonradan, karısının anlattığına göre, Troçki bütün gününü çalışma odasında geçirmişti Akşama doğru dışarı çıkmış, bahçedeki tavşanlarını beslemişti Yanıbaşında birisi vardı; hem de havanın açık olmasına rağmen, kolunda yağmurluğu, başına iyice geçirilmiş şapkasıyla Jackson duruyordu Jackson her günkünden daha sinirli ve kuşkulu görünüyordu Bu adam, çevresinde de sevilmeyen birisiydi Komünist geçinmesine rağmen, bu konuda bilgisi hemen hemen hiç yoktu Yalnız, Troçki'nin en güvendiği sekreterlerinden birinin kızıyla nişanlı olması, Troçki'nin yanına girebilme olanağını ona sağlıyordu Nişanlısıyla birlikte gelirdi daima, ilk olarak 18 Ağustos günü yalnız gelmişti Bu gün de ikinci kere Troçki'nin evine tek başına geliyordu

Bir ara Troçki karısına:

"Jackson burada, nişanlısı Sylvia'yı bekliyor Bu gece New York'a gideceklermiş" dedi

Jackson da, bayan Nathalia'ya şunları söylemek gereğini duydu:

"Onu, burada bulamayınca şaşırdım! Oysa daha önce gelmesi gerekiyordu"

Sonra Troçki'ye dönerek:

"Onu beklerken, son yazdığım yazıyı da bir gözden geçirelim" dedi

Troçki'nin bu teklif karşısında biraz canı sıkılır gibi oldu Fakat olgun kimselere özgü hoşgörüsüyle, bu teklifi kabul etti Birlikte çalışma odasına girdiler

Olayın bundan sonrasını bayan Nathalia şöyle anlatmıştır:

"En çok iki üç dakika geçmişti ki, korkunç bir bağırma işittim Baktım; Leon, eşik üzerinde gözüktü Düşmemek için de arkasını kapıya dayadı Zorlukla ayakta durmaya çalışıyordu Yüzü kan içindeydi Gözlüksüzdü ve gözleri dehşetle açılmıştı!

"Ne oldu, ne oldu?" diye bağırarak onu kollarımın arasına aldım O, yalnızca:

"Jackson"

diyebildi Her şeye rağmen soğukkanlı bir görünüş içindeydi Birlikte birkaç adım atabildik Sonra onu yavaşça yere bıraktım O zaman işitilmesi güç bir sesle:

"Seni seviyorum Nathalia!" dedi Başıyla çalışma odasını göstererek:

"Biliyor musun orada Ne yapacağını anladım Bir kere daha vurmak istedi, fakat kaçtım!"

Durumu öğrenen evdeki koruyucular, dışarıdaki polislere haber salarken, süre kaybetmeden Jackson'ın üzerine atılmışlardı Umutsuzca direnen katilin şapkası başından fırlamış, odanın bir köşesine yuvarlanmıştı Elindeki suç aracı olan keser de, boğuşma sırasında yere düşmüştü Kâğıtlar, gazete ve dergiler ortalığa saçılmıştı Troçki'nin üzerinde büyük bir özenle çalıştığı Stalin'in hayatıyla ilgili eserin birçok sayfası kan içindeydi! Öfke içindeki koruyucular, tabancalarının kabzalarıyla, durmadan Jackson'a vuruyorlardı

Jackson ise, dehşet ve acı içinde bağırıyordu:

"Onların zoruyla yaptım bunu! Öldürün beni! Annemi hapsettiler Beni tehdit ediyorlardı"

Bu sırada, yığıldığı yerden Troçki'nin sesi duyuldu: "Öldürmeyin onu! Konuşması gerekiyor!, öldürmeyin onu!"

Hastaneye kaldırılan Troçki'nin yarasını doktorlar çok derin buldular Aynı zamanda sürekli kan kaybediyordu Kafatası çökmüş, beyni zedelenmişti Kurtulma umudu yok denecek ölçüde azdı Yapılan ameliyat bir sonuç vermedi Troçki uzun bir süre can çekiştikten sonra, 1940 yılının 21 Ağustos sabahında, ortalık ağarmaya başlarken oldu


Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.