Prof. Dr. Sinsi
|
Kızıl Elma
Türkler, dünyanın en eski, asil, büyük devletler kurup, pek çok ünlü şahsiyetler yetiştiren medenî milletlerinden biridir Türkler, Nuh peygamberin oğullarından Yâfes'in Türk adlı oğlunun neslindendir
Tarihî şahıs, boy ve millet adlarının oluşumuna göre, Türk kelimesinin aslı "türümek" fiilinden gelmektedir Bu fiilden türetilmiş, kişi ve insan anlamında "türük" ve nihayet hece düşmesiyle "Türk" kelimesi ortaya çıkmıştır Nitekim Anadolu'da bir kısım göçebeler de yürümekten "yürük" adını almışlardır Türk kelimesi, ayrıca, çeşitli kaynaklarda; "töreli, töre sahibi, olgun kimse, güçlü, terk edilmiş, usta demirci ve deniz kıyısında oturan adam" manâlarında kullanılmaktadır
Coğrafî ad olarak Turkhia (Türkiye) tabiri ise altıncı yüzyıldaki Bizans kaynaklarında, Orta Asya için kullanılmıştır Dokuzuncu ve onuncu asırlarda, Volga'dan Orta Asya'ya kadar olan sahaya denilirdi Bu da Doğu ve Batı Türkiye olmak üzere ikiye ayrılıyordu Doğu Türkiye, Hazarların; Batı Türkiye ise Türk asıllı Macarların ülkesiydi Memlukların ilk zamanlarında, Mısır'a da Türkiye deniliyordu Selçuklular zamanında, onikinci yüzyıldan itibaren Anadolu'ya Türkiye denilmeye başlandı Türk kelimesini Türk devletinin resmî adı olarak ilk defa kullanan, yedi ve sekizinci yüzyıllarda hüküm süren (681-745) Göktürk Devletiydi
Bilinen en eski Türk kavmi, Çinlilerin Hiong-nu dedikleri, M Ö 3 asrın başından itibaren tarih sahnesinde görülen Hunlardır Bu kavmin anayurdu, Tienşan'ın kuzey kesimiyle batıdaki Altay Dağları, Orta Urallar ve Hazar Denizi'nin kuzey hudutları içinde kalan vadideydi Şenyu denilen hükümdarlarının ordugâhı, Orhun Irmağı kıyısında bulunuyordu Nüfus çğalması ve fetih isteği gibi iki büyük sebeple yayılmaya başladılar ve Çin hudutlarına kadar olan bölgeyi ele geçirdiler
Düşünce ve Ahlak
Eski Türkler'in bozkır coğrafyasında, at ve demir üzerine kurulu, kendilerine has bir kültür ortaya koydukları herhalde anlaşılmış bulunuyor Fakat bu demirin ve atın mevcut olduğu her yerde böyle bir kültürün doğup geliştiği manasına gelmez Nitekim sonraki asırlarda, hem de aynı coğrafî bölgede, her iki unsura sahip olan başka kavimler, farklı kültür tiplerinde yaşamağa devam etmişlerdir Çünkü bir kültürün meydana gelmesi için yalnız maddî imkan ve iktisadî faktörler kafi değildir İnsan unsuru da bunda tesirli olur Aynı şartlar içinde yaşayan çeşitli toplulukların kültürlerinde görülen farklar, insan gruplarının sosyal telakki ve psikolojilerinde ayrılıklardan ileri gelir Buna göre de, bozkır kültürünü yaratan Türkler'in kendilerine mahsus bir düşünce sistemi ve ahlak anlayışına sahip olmaları lazımdır ki, bu müsbet ilim yönünden şöyle açıklanabilir: Eski Türkler'e at, insan ruhunu okşayan iki beşeri imkan sağlamıştır: At üstünde insanın kendini başkalarından daha üstün hissetmesi ve atın sürati sebebi ile, kısa zamanda istenilen yere ulaşabilme iştiyakının tatmini Bozkırlı Türkler tarihte bu hususları gerçekleştiren ilk topluluk olarak görünürler Birincisi, yani üstünlük duygusu, eski Türk'te, O Menghin'in ifadesi ile ''beylik gururu (Herrenstolz) ''unu yaratıyor, ikincisi de geniş ufuklara hükmetme arzusunu kamçılıyordu Bunu fiiliyat sahasına çıkarmak için gerekli araç ise elde idi: demir Hükmetme isteği aslında bir içgüdü olup, her insanda vardır ve şuur altı bir kuvvet olarak yaşar Bu içgüdünün aynı zamanda ilk fırsatta başkalarını sömürmek için de bir vasıta vasfı taşıdığını dünya tarihi gösteriyor Bazı milletleri bu yola sürükleyen husus, onlarda ''Beylik gururu'' nun eksikliğidir Beylik gururu, sadece öğünme vesilesi olan basit bir psikoloji değildi Asıl özelliği karşılık beklemeden koruyucu olmasıdır Bu ise hüküm altına alınmış insanları sevmeği gerektirir İnsan sevgisinden doğan koruyuculuk adalet, hürriyet ve eşitliği getirmiştir Türkler'in tarihte çeşitli kavimleri idare etmekte gösterdiği başarıların kaynağını burada aramak gerekeder ve muhakkak ki, Türkler insan psikolojisini en iyi bilen, anlayan ve bu sahada Antikçağ medeniyetinin temsilcilerini bile çok geride bırakan bir millettir Buna Türk'ün ''gerçekçiliği'' denilebilir Hükmetme duygusu + insan sevgisi + gerçeklik şeklinde özetlenebilecek eski Türk düşüncesinin temellerini ahlak prensibi yapmış, yani hayatında düstur edinmiş insana eski Türkçe'de ''alp'' denirdi Türkçe'de her erkek cesur kişidir, fakat alp, yiğit insan demektir Kanun, hak anlayışı devletin saygı göstermesi gibi manevi değerlerle, cesaret verici mücadele ruhunu teşvik edici ''ad verme'' ve ''and içme'' gibi gelenekleri ile ''alp'' liğin devamı sağlanıyordu; eski Türk topluminde yalancılıktan da nefret edilirdi Eski Türkler, doğruya, hürmetkâr ve kanuna riayetkâr idiler, buna göre de ''nizamcı'' bir toplum teşkil ediyorlardı Nizamcı ve gerçekçi Türk kafası vehimlerden, hayâlata dalmaktan hoşlanmadığı için, nazarî ve metafizik konularla meşgul olmamıştır 11 asırda yazılan Türk siyaset kitabı Kutadgu-Bilig bile, yalnız zihinde mevcut nazariyatın bir ifadesi değil, Türk topluluğunda tatbik sahası bulan hak, adalet, devlet kavramlarının açıklanmasıdır Eski Türk'ün fiilen yaşanan faal hayata karşı duyduğu tutkunluk, Türk düşüncesini ''mantık ve bilgi teorilerinden'' ziyade ahlak ve devlet felsefesine sevk etmiştir Bu düşünce tarzı, aralıksız hareketler arenası halinde görünen Türk tarihindeki iş (action) süreci ile birleşince, hak ve adalet anlayışı ışığında üniversal mahiyette cihan hakimiyeti fikri doğmuştur ''Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar'' insanları ''töre''himayesine almak şeklinde özetlenebilen Türk dünya hakimiyeti ülküsünün destanlarda, efsanelerde ve yazılı kaynaklarda yer almış izleri vardır
Büyük Hun İmparatorluğu
Türkler'in ilk kurdukları imparatorluk Hun İmparatorluğu'dur Türkler'in daha eskiden de devletler kurduklarını biliyoruz, ama Hun Devleti çok geniş bir saha üzerinde başka milletleri de idaresi altına alan büyük bir devlet olduğu için, ona imparatorluk adını veriyoruz
Hun İmparatorluğu Hun Türkleri tarafindan M Ö 220 yılında kuruldu Hunlar bugünkü Mogolistan bölgesinde, yâni Çin'in kuzey-batısında yaşıyorlardı Bu bölgede hâkimiyet kurdukları ve genişlemeye başladıkları için Çinliler onları büyük bir tehlike sayıyorlardı Gerçekten Hunlar, askerlikteki üstünlükleri sayesinde Çin ordularını devamlı bozguna uğratıyorlardı Bu yüzden Çin Devleti, Hun saldırılarını önleyebilmek için Hun-Çin sınırı boyunca büyük bir duvar örmeye başladı Çin Seddi veya Büyük Çin Duvarı denen savunma hattı işte böyle ortaya çıkmıştır (M Ö 214) Sonraları Ming Hanedanı zamanında yenilenen bu büyük duvarın bâzı kısımları çok sağlam bir şekilde günümüze kadar ayakta kalmıştır
İlk büyük Hun hükümdarı Teoman Yabgu'dur (M Ö- 220) O zamanlarda Türk hükümdarlarına "Yabgu" deniyordu Teoman Yabgu birbirinden ayrı yaşayan Türk boylarını birleştirerek ilk Türk birliğini gerçekleştirmişti Bu çağda Türkler'in askerî üstünlüklerinde süvarilerin pek önemli bir yeri vardı Çinliler atla çekilen savas arabaları kullanıyorlardı, ama süvârî orduları yoktu Türk atlıları çok sür'atli hareket kaabiliyetine sahip olduklari için Çin birliklerini istedikleri yerde çeviriyorlar, çabucak çekiliyorlardı Onlara ummadıkları anda birdenbire hücum ediyorlardı Çinliler bu yüzden ordularını Hunlar gibi donatmak zorunda kaldılar; askerlerini Hunlar gibi giydirdiler Ama ne Çin Duvarı, ne Çin orduları, Hunlar'ın Çin içlerine kadar girmelerini engelleyebildi
Teoman Yabgu'dan sonra Hun tahtına oğlu Mete Yabgu geçti Mete zamanında Hun İmparatorluğu'nun toprakları Japon Denizi'nden Hazar Denizi'ne kadar uzanıyordu Bu topraklarda çeşitli Türk kavimlerinin yanısıra öbür Altaylı kavimler de yaşıyorlardı Mete devri, Hun İmparatorluğu'nun en parlak devridir (M Ö 209-174)
Hunlar zamanında Çinliler medeniyet bakımından çok ileri bir durumdaydılar Hem nüfusları ve orduları çok kalabalık, hem medeniyetleri parlak olduğu hâlde Hunlar'la başa çıkamadılar Bu da gösteriyor ki, Hun başarısının sebebi yalnızca askerî güç değildi Gerçekten Hunlar teskilâtçılık ve idare bakımından çok gelişmislerdi O sırada Çin'in ayrı ayrı prenslikler hâlinde bulunmasından da faydalanarak, Kuzey Çin'de sık sık iktidarı ele alıyorlardı Fakat Çinliler'in şehir hayâtına kapılan sınır boyu Türkleri yavaş yavaş Çinlileşiyor Çinli prenseslerle evlenen Hun hükümdarlarının saraylarında Çin âdet ve gelenekleri yerleşiyordu
Mete'den sonra gelen Yabgular zamanında Çinliler'le ilişkiler arttı Özellikle evlenme yoluyla Türk ve Çin hükümdar âileleri arasında yakınlıklar doğdu Bu yakınlıklar ise Hunlar'ın iç işleri bakımından birçok karışıklıklara yol açtı Yine de Hun İmparatorluğu Milâttan Önce Birinci Yüzyıl'a kadar üstünlüğünü devam ettirdi Bu yüzyılda ise Türk beyleri arasında taht kavgaları arttı Çinliler de bu kavgalardan faydalanarak, Türkler'i zayıflatmayı bildiler Ancak Çinliler'in Hohan-Su dedikleri Yabgu'nun 27 yıllık imparatorluğu zamanında ve Çiçi Yabgu devrinde devlet eski gücünü biraz olsun toparlayabildi
Milâttan sonraki ilk yüzyılda Hun İmparatorluğu Doğu ve Batı Hunları olmak üzere iki ayrı devlete bölündüler Bunlara Güney ve Kuzey Hunları da denir Milattan sonra üçüncü yüzyılın başlarında (220) başka bir Türk kavmi olan Siyenpi'ler Hunlar'la iktidar mücadelesine giriştiler Sonunda Mogollar'ın ve bazı Türk boylarının da yardımıyla Hunlar'ın hâkimiyetine son verdiler Büyük Hun İmparatorluğu târihte bilinen eski imparatorlukların en büyüğü idi Hun hükümdarlarından Mete, Hohansu ve Cici Yabgular, dahî denecek kadar büyük birer kumandan ve devlet adamı idiler Bu büyük şahsiyetler hakkında Çin târihlerinde verilen bilgiler, en büyük düşmanlarının bile onlara hayran kaldıklarını gösterir
GÖKTÜRK DEVLETİ
Türk Tarihîndeki Önemi:
Türk sözünü ilk defa resmî devlet adı olarak kabul edenler Göktürklerdir Böylece devleti ifade etmesi bakımından siyasî bir anlamı olan Türk kelimesi bu sayede bütün bir milletin adı olmuştur
Efsaneler ve Ergenekon Destanı'na göre Türklerin tarih sahnesine çıkışı  Göktürklerin "Kurttan Türeyiş"lerine dair Çin kaynaklarında da geçen üç efsane vardır (Çinliler, bu efsanelerin hemen hemen aynısını M Ö 119'da Hunlar tarafından büyük bir yenilgiye uğratılan Wu-sunlar için değiştirip, kendilerine yontma çabasındalar veya Türk Efsanelerini bozmaya  ) Efsaneye göre Hunlar bir taarruz neticesinde Wu-sun kralını öldürmüş, onun oğlu Kun-mo küçük olduğu için Hun hükümdarı ona kıyamamış ve çöle atılmasını emretmiş Küçük Kun-mo dişi bir kurt tarafından emzirilmiş ve bu olayı uzaktan seyreden Hun hükümdarı, çocuğun kutsal biri olduğuna inanarak, büyüdüğünde onu Wu-sunların kralı yapmış, içinden Göktürkleri de çıkaran, Çinlilerin Kao-çı (Yüksek Tekerlekli Arabalılar) ve T'ieh-li (Tölös) dedikleri, Orhun nehrinden Volga kıyılarına kadar geniş bir alana yayılan bu güçlü Türk kavimler topluluğu için de "kurttan türeyiş" efsanesi aynı motifi işler Çin'deki Toba sülalesi devri kaynaklarında efsane özetle şöyle anlatılır:
"Kao-çı kağanının çok akıllı iki kızı varmış Öyle iyi kalpli ve akıllılarmış ki, babaları onların ancak tanrı ile evlenebileceklerini düşünerek, kızlarını bir tepeye götürmüş Ancak tepeye ne tanrı gelmiş ne de onlarla evlenmiş Kızlar burada beklerken ihtiyar bir erkek kurt tepede dolaşmaya başlamış Küçük kız, kardeşine bu kurdun tanrının kendisi olduğunu söyleyerek tepeden inmiş ve kurtla evlenmiş Bu suretle Kao-çı halkı bu kız ve kurttan türemiş "
Bu efsanelerin tekamül etmiş şekli, tarihî realiteye de uygun olarak, Göktürk efsanelerinde ve Ergenekon Destanı'nda görülür M S 570'te ortaya çıkan Çin'deki Sui Sülâlesi devrinde Göktürklerle yakın münasebet kuran Çinliler, Türklerden öğrendikleri efsaneyi tarih yıllıklarında not etmişlerdir Efsane şöyledir:
"  (Göktürklerin) ilk ataları Hsi-Hai, yani Batı Denizi'nin kıyılarında oturuyorlardı Lin adlı bir memleket tarafından, onların kadınları, erkekleri, büyüklü-küçüklü hepsi birden yok edilmişlerdi Yalnızca bir çocuğa acımışlar ve onu öldürmekten vazgeçmişlerdi Çocuğu yaralı vaziyette büyük bataklığın içindeki otlar arasına atmışlardı Bu sırada dişi bir kurt peydah olmuş ve ona her gün et ve yiyecek getirmişti Çocuk da bunları yemek suretiyle kendine gelmiş ve ölmemişti (az zaman sonra) çocukla kurt, karı koca hayatı yaşamaya başlamışlar ve kurt da çocuktan gebe kalmıştı (Türklerin eski düşmanı Lin devleti, çocuğun hâlâ yaşadığını duyunca) hemen kendi adamlarını göndererek, hem çocuğu hem de kurdu öldürmelerini emretmişti Askerler kurdu öldürmek için geldikleri zaman, kurt onların gelişinden daha önce haberdar olmuş ve kaçmıştı Çünkü kurdun kutsal ruhlarla ilgisi vardı Buradan kaçan kurt, Batı Denizi'nin doğusundaki bir dağa gitmişti Bu dağ, Kao-ch'ang (Turfan)'ın kuzey-batısında bulunuyordu Bu dağın altında da çok derin bir mağara vardı (Kurt) hemen bu mağaranın içine girmişti Bu mağaranın ortasında büyük bir ova vardı Bu ova, baştan başa ot ve çayırlıklarla kaplı idi Ovanın çevresi de 200 milden fazla idi Kurt, burada on tane erkek çocuk doğurdu (Göktürk Devleti'ni kuran) A-şi-na ailesi, bu çocuklardan birinin soyundan geliyordu "
Efsanede Türklerin yaşadığı ve göç ettiği yer olarak gösterilen Batı denizi, kimi tarihçilere göre Turfan'ın kuzey batısında yer alan Balkaş gölü veya Aral, hatta Hazar iken kimi tarihçilere göre de Işık göldür Işık göl ve civarı, Kırgızların millî destan kahramanı olan Manas'ın da yaşadığı bir bölgedir Ancak burada önemli olan kaynak efsanenin, Göktürklerin " Ergenekon Destanı"nın ilk şekli olmasıdır Bütün Türk boylarında derin izler bırakan bu destan, içinde tarihî olayları barındırması bakımından da dikkate değerdir
Ergenekon Destanı özetle şöyledir:
"Türk illerinde Göktürk oku ötmeyen, Göktürk kolu yetmeyen bir yer yoktu Bütün kavimler birleşerek Göktürklerden öç almaya yürüdüler Türkler çadırlarını, sürülerinin bir yere topladılar Çevresine hendek kazdılar, beklediler Düşman geldi Vuruş başladı On gün vuruştular, Göktürkler üstün geldi
Düşman, Türkleri er meydanında yenemeyeceklerini anladığından hileye başvurdu ve Göktürkleri gafil avlayıp, çadırlarını bastı Büyük bir katliam yaptılar İl Han'ın küçük oğlu Kayan (Kıyan) ve yeğeni Tukuz (Negüz) kadınlarıyla birlikte düşmanın elinden kaçtılar ve onların bulamayacağı bir yere, "Ergenekon"a (Sarp Dağ Beli) geldiler Burası geçit vermez, sarp dağlarla çevrili orta yeri düz, verimli bir ova idi
Burada bir müddet sonra nüfusları gittikçe çoğaldı Birbirlerine akraba, ayrı ayrı "oba"lar oluşturdular Nihayet dört yüz yıl sonra kendileri ve sürüleri Ergenekon'a sığamaz oldu
Kurultay toplayıp, Ergenekon'dan çıkma kararına vardılar Çıkış için tek bir geçit vardı, fakat burası da demirdendi Bir demirci ustasının fikriyle demir dağ büyük bir ateş yakılıp, devasa körüklerle harlandırılarak eritildi Nihayet, Börteçene (Bozkurt) adlı bir başbuğun liderliğinde, Türkler Ergenekon'dan çıkıp bütün dünyaya yayıldılar "
Özetlenen bu destan, İlhanlı tarihçisi Reşideddin tarafından nakledilirken, araya Moğollar da serpiştirilerek, büyük ölçüde tahrif edilmiştir Ancak destanda geçen motifler ve çağrıştırdıkları olaylar, destanın Göktürklere ait temel efsanelerinin tekamül etmiş hâli olduğunu açıkça göstermektedir Nitekim Börteçene, Göktürklerin soylarını dayandırdıkları Asena gibi mübarek ve yol gösteren bir kurttur Hun birliği dağıldıktan sonra, destanın girişinde belirtildiği gibi, Türkler Altay dağları civarına çekilmişler ve bir müddet Juan-Juanlar'ın hâkimiyeti altında yaşamışlardır
Demircilikte ileri giden Göktürkler, Juan-Juan hükümdarının "Sizler demircilikle uğraşan kölelerimsiniz" diye aşağılanmalarını hazmedemeyerek, onlara savaş açmışlar ve yaklaşık dört yüz yıl süren suskunluktan sonra, 545 yılında büyük bir zafer kazanarak istiklâllerinin temelini atmışlardır Reşideddin'in de Camiü't-Tevarih'te yazdığı üzere, Ergenekon'dan çıkış, bir bayram olarak kutlanmış, önce Türk kağanı, ardından beyler, bir parça demiri ateşe salıp kızdırdıktan sonra, örs üstünde çekiçleyerek, Ergenekon'u Türk an'anesinde canlı tutmuşlardır
Göktürk hükümdarlık ailesi Asena soyundan gelmekteydi Yukarıda ifade ettiğimiz efsanelere göre Asena soyu dişi bir kurttan türemişti ve bu inanış sebebiyle de Göktürk Devleti alâmeti, altından kurt başlı sancak olmuştur Ergenekon efsanesi, Hun devletinin yıkılmasından sonra, Türklerin yaşadığı zorlukları anlatmaktadır Dolayısıyla, tarihte yaşanmış olaylar, Göktürklerin, Hun devletinin bir devamı olarak ortaya çıktıklarının bir delilidir Nitekim devlet yapılanmasının Hunlarla aynı olması da bu fikri kuvvetlendirir
OĞUZLAR (UZLAR)
KIZIL ELMA
Türkler, özellikle Oguz Türkleri arasinda cihan hâkimiyetinin sembolü olarak ifadesini bulmus bir mefhum veya mefkuredir Kizilelma, Türklerin yasadiklari bölgeye göre bati yönünde ulasilmasi gereken bazen bir belde, bazen de bir ülkedeki taht veya mabet üzerinde parildayan veya cihan hâkimiyetini temsil eden som altindan yapilmiş kizil renkli altin bir yuvarlak yahut top olarak tahayyül edilmektedir
Bu altin top bazen zaferin isareti, bazen hâkimiyetin sembolü, bazen de fethedilmek üzere hedef seçilen yerin sembolü olarak ifade olunmustur Türklerde çok eski inanç ve töreye dayanan Kizilelma, Türkistan sahasindan Hazar denizinin dogusundan gelen Oguzlarin, Hazar kaganinin ipek çadirinin üzerinde hâkimiyetin ifadesi olarak bulunan altin top (Kizilelma'yi) ele geçirmeyi ülkü edinmisler
Buradan iran'da hüküm süren Türk boylarina, oradan da Osmanlilara geçmistir Osmanli Türk devletinin Macaristan'da bulunan Kizilelma'yi bulup ele geçirmelerinden sonra fethetmek istedikleri yerlerde bir Kizilelma'nin varligina inandigi ve bu ugurda mücadele ettigi görülmektedir Türkler, inandiklari Tek Tanri'nin dünya hâkimiyetini kendilerine ihsan ettigine iman etmislerdi Bunu Bilge Kagan'in ; "Tanri irade ettigi için tahta oturdum; dört yandaki milletleri nizama soktum" sözlerinden de anlamaktayiz Yine Bilge Kagan'ın agzindan Türk imani şöyle ifade edilmekteydi; Türk Tanrisi, milleti yok olmasin diye babam ilteris Kagan'i ve anam il Bilge Hatun'u gökten tutup yükseltmistir Oguz Kagan'in dogumundan itibaren ilâhî bir nurla beslendigi tarihî ve efsanevî kaynaklarda yer almaktadir Oguz Kagan'ın Tanri tarafindan ilâhî kudretle techiz edilmesinin yaninda yardimcisi ve rehberi de ayni kaynaktan beslenmistir Gökten indirilmis Gök-Börü (Bozkurt) Oguz'un seferleri sirasinda ona kilavuzluk yapar Oguz Destani'nda geçen su misralar bunu en güzel sekilde izah etmektedir:
"Ben sizlere oldum kagan
Alalim yay ile kalkan
Nisan olsun bize buyan
Bozkurt olsun bize uran"
Turdı Han'in 598 yilinda Bizans imparatoru Maurikianur'a gönderdigi mektupta geçen ; "Dünyada yedi iklimin efendisi ve yedi irkin kagani  " ibaresi ile Tuna Bulgarlarinin hani Melemir Han'in kendisi ve sahsinda ifadesini bulan Türkler için kullandigi; "Tanri tarafindan gönderilmis Tanri'ya benzer Melemir Han  " ifadesi Türk milletinin islâmiyet'ten önceki dönemde Tanri tarafindan kutlu kilinmis oldugu inancini göstermektedir Bu ve buna benzer çesitli inançlar, Türklerin islâmiyet'i kabul etmelerinden sonra da devam etmistir Kendilerini Tanri tarafindan dünya nizamini saglamak için gönderildiklerine inanmislardir Zira Türk insaninin mücadeleci ruhu ve cihan hâkimiyeti ülküsü islâmî inanisa da uygundu islamiyet'ten önce kahramanlara verilen alp'lik unvani, islâmiyet'ten sonraki dönemlerde alp-eren seklini aliyor, böyle hayat buluyordu "Benim Türk adini verdigim ve sarkta yerlestirdigim bir ordum vardir Bir kavme gazaplandigim zaman onlari o kavmin üzerine saldirtirim" mealindeki hadis-i kutsi, islâm dünyasinda Türkler hakkinda söylenen rivayet ve kehanetlere örnektir Hz Muhammed'in ; "Horasan'da Arap olmayan, güzel yüzlü hâkim bir insan zuhur edecek; onun adi da benimki gibi Muhammed olacak ve Büveyhilerin baskisina son verecektir Horsan'dan Büyük Dervazat'a kadar fetihler yapacak Irak, iran ve Mekke hutbelerinde adi okunacaktir " mealindeki hadis ile "Türkler size dokunmadikça siz de onlara dokunmayiniz" mealindeki hadisler bütün islâm dünyasinda dilden dile yayilmaktadir, bilinmektedir
Türkler, gerek islâmiyet'ten önceki GökTanri inanci zamaninda, gerek islâmî dönemde kendilerinin Tanri tarafindan dünyaya hükmetme ve adaleti saglamak için yaratildiklarina ve hayat felsefesinin bu düsünce ile sekillenmesi geregine inanmislardir Eski dönemlerden itibaren dünya nizamini saglamak üzere mücadele eden Türk milleti, islâmiyet'i kabul ederek maddî ve manevî yönden bir yükselise erismislerdir
ideallerini, kendilerinin dünya nizamini saglama ülkülerini bu iman kaynagindan beslemislerdir Bu kaynak Kizilelma'nin manevi yönünü teskil eder Tarih ilminin tespit ettigi ve kendine mahsus ileri bir kültür örnegi olan Bozkir kültürü , M Ö l500-l700 yillari arasinda tesekkül eden ve yasayan örnek bir kültür olarak bilinmektedir Atin ehlilestirilmesi ve demirin ileri bir teknikle islenmesi bu kültürün önemli özelligidir Mücadeleci bir yapiya sahip olan Türk milleti, bunun geregi olarak ihtiyaçlari ölçüsünde seyyar evler, hastahaneler ve egitim kurumlari yapiyorlardi Bu hâl onlarin kolay hareket etmelerine, mekân degistirmelerine imkân sagliyordu Bunun yaninda medeniyetin ölçüsü sayilan giyinme, en pratik ve en kullanisli seviyededir Madde ile ruh, mazi ile hâl ve muhafazakârlik ile inkilâpçilik , Türk insaninin yapisinda öyle kaynasmistir ki, bu kaynasmanin eseri, siyasî, içtimaî ve hukukî nizam, Türk devletlerinin ihtisaminda belirerek yüzyillarca yasamis ve milletin yasamasini saglamistir
Bu birlesme, Türk milletinin sosyal yapisi ile yakindan ilgilidir Sosyal yapinin çekirdegi olan ailenin saglam olmasi, bunun urug, boy, budun seklinde teskilâtlanmass, buradan devletin dogmasina ve devlet kanaliyla bir milletin ideallerini gerçeklestirmesi sonucunu getirmektedir Aile, urug, boy ve il (Devlet)in saglam teskilâtlanmasi bir yandan millî ideallerin ve mefkûrelerin birligini saglıyor, bir yandan da Türk ruhundaki dinamizm ve hürriyet fikrinden olsa gerek, büyük devletlerin kurulmasi yaninda parçalanmayi da beraberinde getiriyordu Bu tarz kati devletçilik sekli, âdeta kendi arasinda bir yarisa zemin hazirliyor, Türkün Kizilelma'ya gitmesini daha da dinamik kiliyordu Türk milletinin sosyal yapisi, sosyal yapiyi ayakta tutan maddî ve manevî dinamikler, onlarin Kizilelmaya yol almalarini gerektirmekteydi Binlerce yildan beri milletin suuraltina yerlesen bu duygu, tarihî dönemler itibariyle yeniden zuhur ediyor, yeniden millete hayat veriyordu Onlarin hayata sIkI sIkIya baglanmalarini ve kendi dinamiklerini korumalarini sagliyordu Oguz Han'dan Alparslan Türkes'e kadar Kizilelma ülküsü Türk milletinin var olma ve idare etme idealinin en üst seviyede olmasina isaret sayilir
Oguz Kagan, hâkimiyetin sembolü olarak altin evini kurar, altin evin kurulmasindan sonra sefere çikar Bunlardan ilki Hint seferidir Hint ve Çin ülkelerini topraklarina katan Oguz Han'in elde etmek istedigi Pekin Kizilelmasi'dir Tarihçiler Çin'in (Pekin) Kizilelma olarak telâkki edildigi konusunda ittifak etmislerdir Karanliklar ülkesi, Çin ve Hint ile bütün Orta Dogu ve Kafkaslari birlestiren ve burada hâkimiyet tesis eden Oguz'dan sonra Hunlar tarih sahnesine çikarlar Batililarin Tanrinin Kilici diye isimlendirdigi Atilla'nin hedefi batidir Ares Kilici olarak isimlendirilen dünya hâkimiyetinin vasitasi olan kiliç, Atilla'nin Kizilelma olarak batiyi seçmesine vesile olmustur Abdalan-i Rum, alp eren Seyh Edebali ve onun damatlari Osman Gazi ile Dursun Faki  Oguz'un Anadolu'daki Korkut Atasidir Osman Gazi'ye Selçuklunun bittigini belirtir ve "Ona sultanlik veren Tanri bana hanlik verdi Eger minneti su sancak ise ben kendi sancagimi götürüp ugrastim Eger o, ben Al-i Selçukum derse ben de Gök Alp (Oguz Han) ogluyum" dedirtir Osmanli Türk Devleti bu düsünceler üzerine kurulduktan sonra Kizilelma denilen büyük idealde açilim kazanir Osmanlinin ilk Kizilelmasi, Anadolu'da beylikler dönemine son verip Türk birligini saglamak olmustur Bunun için çesitli mücadelelere girisen Osmanlilar, kardes katline kadar varan büyük fedakârliklar göstermekten çekinmezler Gerek iç mücadeleler, gerek Mogol istilâsi bir yandan sIkIntIlar getirirken, bir yandan da büyük ideallerin gerçeklesmesi için dinamik bir güç olusturur Sadece Türk milleti için degil, dünyadaki bütün milletler için kavsak noktasi olarak bilinen ve kendine mahsus özellikleri haiz olan istanbul, Osmanlinin büyük Kizilelmasi olarak görülür Hakkinda çesitli rivayetlerin dilden dile dolastigi istanbul, Fatih Sultan Mehmet'in dahiyane idare ve olaganüstü iradesiyle Türklerin hâkimiyetine girer
Hz Muhammed'in; "istanbul muhakkak fetholunacaktir Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve onun askerleri ne güzel askerlerdir" hadisi ile müjdelenen ideal, hayata geçirilir istanbul'un fethine kadar anlatilan, ancak istanbul'un fethi ile olgunlasan Kizilelma , Türk'ün dünyaya hâkim olma duygusunun bir ifadesi olarak hayata geçmistir Evliya Çelebi, Hz Muhammed'in dogumunda ates-gedelerin sönmesi ve Tak-i Kisra'nin sükûtu gibi harikulâde hadiseleri anlatirken Ayasofya kubbesiyle birlikte istanbul Kizilelmasinin düstügünü zikretmektedir istanbul'un fethinden sonra Türk milleti için Kizilelma Roma'ya, St Pierre'nin kubbesine tasnir Burasi Katolik dünyasinin kalbidir Türklerin hedefi artik Roma'dir Zira Fatih döneminde yapilan Ortanto (italya) seferinin sebebi de budur Roma Kizilelmasinin düsürülmesidir Atilla'dan sonra Roma'yi düsürmek Osmanli Türklerinin büyük hedefleri arasindadir Bir efsane Kizilelmanin Roma'ya tasindigini anlatir ve Türk'ü Roma'ya kosturur Efsaneye göre, kizilelma, Dagistan'dan I Anusirvan tarafindan iran hazinesine konulmus, oradan da Roma'ya kaçirilmistir Bu anlatim tarihî kaynaklarda yer almaktadir Bundan baska çesitli mektup örnekleri, elden ele dolasarak Türkleri Kizilelma'ya (Roma) davet eder
Bir baska Kizilelma ise Macaristan'dir Kizilelma, tarihimizde Türk birligi olarak da telâkki edilmistir Azerbaycan sahasindan Ahunzade Mirza Fethi Ali Bey'in yaktigi; dilde Türkçülük mes'alesi, istanbul'dan egitim sahasinda Süleyman Pasa tarafindan yakilmaya devam edilmistir Buharali Seyh Süleyman Efendi'nin istanbul'a tasidigi Türk birligi fikri, Ahmet Mithat Efendi, Ahmet Cevdet Pasa, Semseddin Sami, Necip Asim Bey ve Veled Çelebi tarafindan yasatilmaya baslanmistir Özellikle 19 yüzyilin sonunda l898 yilinda Türk-Yunan savasinin olmasi, Türkiye'de Türkçülük fikrinin daha sür'atli kabul görmesini saglamistir Dönemin aydinlari, bir yandan Selanik'te Genç Kalemler hareketini baslatirken, bir yandan da istanbul'da Türk Dernegini kuruyorlardi 1908 yilinda kurulan bu dernegi, ayni gayeleri takip eden Türk Yurdu izliyordu (1911) Türk milletinin tarihini, dilini, edebiyatini, etnolojisini,sosyal ve siyasî problemlerini arastirmak ve halletmek gayesini güden bu dernegin faaliyetleri kesintisiz olarak l933 yilina kadar devam edecektir Emrullah Efendi, Bursali Tahir, Ziya Gökalp, Tunali Hilmi, Agaoglu Hikmet gibi sahsiyetlerin omuzlarinda gelisen Türkçülük cereyani, 1900'lü yillarin basindan itibaren yanina siyasî ve askerî kesimlerden de destek almak suretiyle olgunluk kazandi Ziya Gökalp'in fikri birikimi, Türkçü düsüncenin merkezinde yer almasini sagladi 1920 yilinda kurulan Türkiye Devleti, bu fikri birikimin ürünü olarak tarihteki yerini aldi Kizilelmanin Turan olarak sekillendigi bu dönemin en büyük ve ilk safhasi olan Türkiye Devleti kuruldu Zira Turancilik üç asamali bir fikir sistemi olarak ortaya atilmistir Bunlar sirasiyla, Türkiyecilik, Oguzculuk (Türkmencilik) ve Turan (Türk Birligi)dir Turan Devleti fikrinin savunucularindan biri olan Ömer Seyfettin, devletin yönetim sekli olarak ilhanligi teklif eder Ayni fikrin sonraki temsilcilerinden biri olan Necip Fazil Kisakürek'le, Büyük Dogu Devleti olarak isimlendirilir 1920'de tamamen Türk millî düsüncesi üzerine kurulan yeni Türkiye Devleti, ikinci Dünya Savasi'na kadar bu temel felsefe üzerinde hayatiyet bulur 1940'li yillarda iyici filizlenen bu düsünce, döneminde birçok sahsiyetin yetismesine ve fikrin yayilmasina vesile olur
Kizilelmanin Türk milletinin manevî besini oldugunu söyleyerek bunu Turan fikri ile kuvvetlendiren Nihal Atsiz ve 1960'li yillardan itibaren Kizilelma, Turan fikrini Türk politik çevrelerine tasiyan ve doktiriner bir çehresi olan Alparslan Türkes  Millî devlet-güçlü iktidar sloganiyla kitlelere aktarilan düsüncenin ilk safhasi güçlü bir Türkiye Devleti idealidir Tamamen inkilâpçi bir ruha sahip olan siyasî görüs, Dokuz Isik doktirini ile güçlü ve bulundugu konumda çevresinin güç odagi olan Türkiye Devleti'ni gerçeklestirmek gayretindedir Nitekim yüzyilimizin son çeyreginde dünyada olan gelismeler bu fikrî ve siyasî görüsün hakliligini ispat etmektedir Millî ülkü olan Kizilelma, Türk birliginin, yani Turan'in tesisidir Bunun birinci dönemi bagimsizlik, ikinci dönemi birlik, üçüncü dönemi ise fetihler dönemidir Buradan hareketle denilebilir ki, tarihî dönemlerden itibaren tecrübelerle sabit olan Türk birligi fikri, günümüzde yeniden hayat bulmustur Özellikle yetmis yili askin bir süredir Rus egemenliginde yasayan Türk gruplarinin bagimsiz devletler olarak dünya devletleri içinde yer almalari, baska Türk gruplarinin simdilik federasyon yapisi içinde yari bagimsiz olmalari ile basta Türkiye ile olmak üzere Türk devlet ve topluluklari arasinda baslayan is birligi, Türk'ün Kizilelmasi olan Turan'a giden bir yol olarak görülmektedir Ulasilmasi gereken hedef, mefkûre olarak anilan Kizilelma, zaman zaman cografî yerlere isim olarak verilmistir Bu yer veya varilmasi gerekli cografyalar Macaristan, istanbul, Roma, Engirüs, Viyana gibi beldeler olmustur Ancak sadece cografî yer, ulasilmasi, fethedilmesi gerekli belde olmaktan çok, Kizilelma, Türk milletinin hedefi olarak zihinlerde yer etmistir Zaman zaman bir devlet olma ideali olan Kizilelma, çogu kez Türk birligi idealinin ismi olmustur Bugün de Türk milletinin birlesme ideali, Turan Devlet fikri olarak yasamaktadir Görüldügü gibi Kizilelma konusunda netice olarak şu söylenebilir; "Türkler için Kizilelma, üzerinde düsünüldükçe uzaklasan ancak uzaklastigi oranda cazibesi artan idealler veya hayallerdir "
|