|  | Balkayalar Efsanesi (Hakkari) |  | 
|  06-24-2012 | #1 | 
| 
Prof. Dr. Sinsi
 |   Balkayalar Efsanesi (Hakkari) Balkayalar Efsanesi Yöre: Hakkari Çiyayê Govendê, Balkayalar ya da gerçek adıyla Jüliya Dağı'nın Efsanesi; Bulutların ve sisin dostu, gökyüzünün komşusu  2006-01-25 22:07:59 Bahar hep vakitsiz gelir  Erken ağarır dorukları, ve toprak güneşe hep geç kavuşur  Yüreklerin umudu, umudun açısı, kıvılcımı gözlerin, gülümsemesi dudakların dün, bugün ve yarın   Sessiz ve güzel, süslü rengarenk   Ulaşılmaz, ama çok tanıdık  Namları yürümüş de yürümüş dağlarımız    ve her birinin onlarca masalı, söylencesi, efsanesi vardır  Savaş, kahramanlık ve yaşam üstüne  Ne tarih doğrular ne de akıp giden zaman untturur onları  Bazen insanlaşır Cudi, Nuh olur, bazen Xecê û Siyamend Sipanlaşır   Biz duymamış ya da öğrenmemiş olsak da her dağın kendi bağrında dönüp duran bu masal ve efsanelerinden biri de benim anlatacağım Juliya Dağı'nın Efsanesi'dir   Juliya Dağı Şemdinli'nin Derecik Beldesi'nde Baklayalar ya da Çiyayê Govendê adıyla tanınır  Dağın tepesi bir kral tacı gibi kayalarla çevrilidir  Uzaktan bakıldığında kol kol girmiş insanların oluşturduğu yuvarlak bir halayı andıran bu kayalardan dolayı Çiyayê Govendê (Halay dağı) adıyla anılır   Yine, bal peteğini çağrıştıran bir başka görüntüsünden dolayı Bal kayalar ismi de yakıştırılır  Fakat, dağın bölge halkı arasında hala kullanılan gerçek ismi Juliya'dır  Niçin Juliya ? Juliya nedir ya da kimdir? Bu soruların cevaplarını içinde taşıyan efsane ilden dile, kulaktan kulağa günümüze kadar gelmiştir  Eski tarihlerde Govend Dağı'nın gölgesinde, görkemli bir saray yükseliyordu  Sarayın sahibi mirin tüm işleri yolunda gidiyor, mir halkıyla beraber gamsız, sorunsuz bir hayat sürdürüyordu   Mir, yılların yorgunluğuyla takatsız kalmış, yüzünde bu yorgunluğun izlerini taşıyordu  Fakat o mağrur ve muzafferdi, gerçekleşmesini istediği son bir arzusu kalmıştı, Oğlunun mürüvveti   ! Mirin tek oğlunun adı Mirg idi  Onun için oğlu bir yana dünya bir yanaydı   Bir gün oğlunu yanına çağırttı ve ona: -"Sevgili oğlum! biliyorsun sen benim canım ciğerimsin"dedi, durakladı, yanağını hafifçe okşadı, bir süre çevresini düşünceli gözlerle süzdü  Konuşmasına devam etti: -"Görüyorsun, artık yaşlandım  Unumu eledim kepeğimi döktüm, bu dünyadaki misafirliğim bir iki yıl daha ya sürer ya sürmez  Allah biliyor ebedi yolculuğa çıkmadan gerçekleşmesini istediğim tek bir arzum var  ”der  Bu konuşmalar karşısında Mirg şaşırdı, aceleci bir konuşmayla: -"Allah uzun ömür versin baba  Canım ve ruhum senin yolunda feda olsun, emrindeyim, her ne isteğin varsa eksiksiz yerine getiririm"dedi  Hafif bir gülümseme Mir'in yüzünü aydınlattı, sevincini gizlemek istese de gözlerindeki pırıltı kaybolmadı  Tok ve yumuşak bir sesle: -"Yaşın 20'ye yaklaştı  Sen artık yetişkin bir adamsın ve benim yerime geçmeye hazırsın  Fakat bundan önce senin düğününü yapmak, çocuklarını görmek istiyorum  "dedi  Mirg bu konuşmalar karşısında utandı, babasıyla göz göze gelmemek için başını eğdi  Bir süre sonra başını kaldırdığında babasının gözlerindeki ışıltıya takıldı gözleri  -"Sen herkesten daha iyi bilir, daha iyi görürüsün, söylediklerini yerine getirmek için kayıtsız ve şartsızım" Mir tahtından inip Mirg'i kucakladı  Göz pınarlarından akan iki damla yaş yüzünde dağılıp kuruyuncaya kadar onu bırakmadı  Mirg'i kollanırdan tutup konuşmaya başladı: -"İhtiyar babanı, onurlandırdın, mutlu ettin, yüreğim, kafesine sığmıyor artık  Çok sabırsızım  Durma, ne kadar mir bey varsa hepsine git, gelinim olacak kızı bul  Haydı git, durma  " Mirg, babasının odasından karışık duygularla dışarı çıktı  İnce sarı bıyıklarını sıvazladı, bir anda büyüdüğünü  yüreğinin gümbürdediğini hissetti "Ben erkeğim, delikanlıyım, damat olacağım  " diye geçirdi içinden  Öte yandan babasının ihtiyarlamış olması onu üzüyor, sevincine gem vuruyordu  Yol hazırlıklarına başlarken, bir yandan da hala bunları düşünüyordu   Birkaç gün sonra mirin oğlu koynunda mirin fermanı, yanında birkaç süvariyle, babasının arzusunu yerine getirmek için yola koyuldu   Dört nala sürdü atını  Mirg yüksek dağları, derin vadileri, geniş ovaları aştı; tehlikeli uçurumlardan, coşkun nehirlerinden geçti  Uzak yakın tüm ülkelere misafir oldu, her ulaştığı yerde iyi karşılandı  Babasının dostları onun arzusunu yerine getirmek için her türlü yardımda bulundular  Fakat ne yazık ki, mirin oğlu gönlünün aradığını bulamadı   Mirg üzgün, kırgın aylar ve yıllar boyu gezip durdu Köy, kasaba, zoma ne kadar yer arsa altını üstüne getirdi, yine de şans yüzüne bir türlü gülmedi  Yüreği hiç bir kapıda konaklamadı  Böylelikle iki yıl iki ay geçti, mirin oğlu çaresiz atını baba ocağına doğru sürdü  Mirin oğlu vatanına yaklaştıkça yüreğindeki boşluk büyüyor, düşünceleri beynini kemiriyordu  Mirin tek oğluydu, bolluk ve hoşluk içinde büyümüş, her isteği elinin altına gelmişti  Yakışıklı, fidan boyluydu   Oysa şimdi serin bir rüzgar bile yüzüne esmiyordu Babasının "Yalnız ölüm dermansızdır" sözü aklına geliyordu; eskiden inandığı bu sözün şimdi yalan olduğunu düşünüyordu  Yüreğindeki mutsuzluk dermansız bir yaraya dönüşüyordu, her şey ne kadarda garipti  Bu düşüncelerle vatanına doğru bir sıra dağı daha aştı, üç dört saatlik ya da fazlasıyla yarım günlük bir yolu kalmışken uzakta bir köy gördü, şaşırdı  Bu tanıdık yer aklını başına getirdi, çevresine bakınınca, fukaralık içinde birkaç ev gördü, bu köyden defalarca, ama hep dört nala geçtiğinden ne şirinliğini ne fukaralığını fark edememişti   Evlerden birine yaklaştı, ömründe ilk defa bu kadar fakir bir ev görüyordu  Yırtık elbiseli çocuklar bağırıp  çağırıyor, baharın renklere bezediği çayırda koşuşturuyorlardı   Kamburu çıkmış bir ihtiyar, bastonuna dayanarak Mirg'e doğru yürüyüp eliyle selam verdi: -"Hoş geldin mirin oğlu, iki gözüm üstüne buyur otur, bir ayran iç susuzluğun geçsin  " Mirg atının yularını kendine doğru çekip durdurdu, ihtiyarın yanında atından indi, tokalaştılar  Evin önündeki dut ağacının altına oturdular  İhtiyarın komşuları da birer birer selam verip yanlarına oturdular  Kimse konuşmuyordu  Mirg köylülere durumlarını geçimlerini sordu; iki yıldır göremediği babasından bir şeyler öğrenmeye çalıştı   Düşünceliydi, gözleri uzaklarda bir şeyler arıyordu Bir sesle irkildi, -"Buyur ayranını iç" Mirg başını bu tatlı yumuşak, titrek sesin sahibine doğru çevirdi  Elinde ayran tepsisini tutan genç kızı görünce irkildi, yüreği titredi  Yorgunluktan ışığı sönmüş, gözleri ışıldadı   Karşısında emsalsiz bir güzellik duruyordu   Pürüzsüz ay parlaklığında bir yüzün ortasında elmasi gözler, insanın yüreğine oturan bakışlar, hafif aralık dudakların arasında parlayan mercani dişler, zülüfler, omuzların üzerinden göğüslerine inen örükler    -"Buyurun  " Bu utangaç ses Mirg'in tüm bedenin titretti  Kız ayran tepsisini biraz daha yaklaştırdığında, Mirg nergis kokusu hisseti, -"Kimsin sen, adın nedir?" Mirg'e bakmadan alçak bir sesle karşılık verdi kız: -"Ben Juliya'yım  " Hızlı adımlarla uzaklaştı  Mirg kırımızı, eski bir fistan giymiş, ince belli Juliya'yı gözden kayboluncaya kadar inanamaz gözelerle izledi  Eğer bu bir rüya ise uyanmamalıydı  Bir süre sessiz oturdu  Ayranını içtikten sonra, köylülerden hatır alıp, atına bindi   Juliya'yı arayan gözleri evin kapısında çakılı kaldı, atı yürüdü    İki yılı aşkındır gülmeyi unutan mirin oğlu, şimdi kanatlanmış bulutlar üzerinde uçuyordu, keyiften dudakları birbirine değmiyor sürekli gülüyordu   Kendi kendine "Bu ne iştir tüm dünyada arayıp bulamadığım gönlümün sultanı gözlerinin önündeymiş  Ah Juliya ah! keşke seni daha erken tanısaydım" Kuşkusuz mirin oğlu ilk görüşte Juliya'ya aşık olmuştu  Fakat iyi bildiği bir şey daha da vardı; Fakirlerin kızı mirlerin dengi olamazdı   Ya aşk sınır tanır mıydı? Hayır, Mir kendinden emindi, babasını da tanıyordu  Onu ikna edeceğinden emindi, atını kamçıladı  Juliya ile Mirg'in yavaş yavaş örülüyordu  Mir oğlunun dönüşünden çok mutlu olmuştu  Mirg ona Juliya'dan bahsedince biraz kırılmış; ama oğlunun arzusunun karşısında durmanın faydasız olduğunu çabuk anlamıştı   Bir kaç gün sonra Juliya'yı istemek için yollara düşecekti   Juliya'nın Mir gelini olacağı kısa zamanda her tarafa yayıldı  Bir çok kişi bunun gerçekleşeceğine inanmıyordu; şaşıranlar kadar, sevinenler Julya'yı kıskananlarda vardı  Mir kendi için bir eş yada oğlu için bir gelin istediğinde kendi kendine işleyen, sıradanlaşan gelenekler vardı; Ne kızın ailesi ihtiraz edebilir nede kızın arzusu sorulurdu   Mir güçlüydü ve onun karşısında duracak kimsede yoktu   Mirin sarayında sevinç eğlenceye dönüşmüş, İhtiyarın evi sessizliğe bürünmüştü  Olup bitenler Juliya'yı derin bir kaderin sonsuz kollarına itmiş, gözlerindeki yaşam sevincine kara bir gölge düşmüştü  Yüreğinin baş köşesine oturan acı onu hissiz biri yapmıştı   Bir tarafta coşku, bir tarafta çaresizlikti   Feleğin çarkı birilerinin arzusunu birilerinin başına bela etmişti  Mir, oğlunun yüreğindeki ferahlık Juliya'nın acı ve elemlerinin üzerinde yeşeriyordu  Güçlülerin zevk ü sefası, göçsüzlerin dert ve kaderiydi    Juliya evlerinin aşağısındaki bir Bıttım (Kezkan) ağacının altında tek başına oturmuştu  Beti benzi kurumuş, gözlerinin altı morarmıştı, başına gri bir eşarp sarmış, kıvırcık saçları hafif esen rüzgarla yüzüne yapışıyordu  Üzerindeki elbise kasvetli bir hava gibi nazik bedenini sarıp sarmalıyordu  özleri uzak ve yüksek dağlara çakılmış, dağın tepesinde ard arda dizili dört kayalığın (Çarçel) sisler arasındaki sülüetine dalıp gitmişti   Bu dört kayalığın üstü her daim karla kaplı ve şu anki gibi sisler içinde olurdu; zaman zaman kısa yağmurlar görülür, kaybolurdu   Juliya kocaman açılmış gözleriyle baktığı bu manzarayı aslında görmüyor, yüreğinde hissediyordu  Tüm çocukluğu buralarda geçmişti  Beş kardeştiler  Dorso ve Çıro erkek kardeşleri; Sıbo ile Şeyda kız kardeşleriydi  O hepsinin büyüğü, güler yüzlü, akılı ve düşünceliydi  Eli her işe yatkındı; bu yüzden anne ve babasının göz bebeğiydi   Coşkun ve deli Besya Çayı'nın kenarında çeşitli oyunlar oynuyorlardı  Bir gün ela gözlü küçük kardeşi Torso yuvarlanıp deli çayın azgın suları arasında kayboldu  Yüreğinden bir parçayı alıp götüren Besya Çayı'nı bu yüzden hiç sevmezdi   Sularının sesi, makamsız bir türkü gibi kulaklarını tırmalardı   O acı olaydan sonra diğer kardeşleriyle beraber suları, kendi yüreği gibi saf ve temiz olan Avaşin Çayı'na giderlerdi  Avaşin Çayı ile beraber Çarçelan Dağı'nın dört bir yanını dolanır, kardeşi Çıro ile beraber dağın eteklerinde nergis çiçekleri toplarlardı   Çabuk büyüyordu; en hırçın atlara biniyor, sanki kanat takmış gibi atları adeta uçuyordu  Torso'nun acısını henüz yüreğinden söküp atamamış, ama o acıyla yaşamaya da alışmıştı   Deli çayın homurtusu dışında her şey gönlüne göreydi  Süt kovasını koluna takıyor, Berivanlarla beraber koyunları sağmaya gidiyordu   Berivanların en hızlısı en güzeliydi   Evde ve ev dışında kimse ondan rahatsız olmazdı; kimse onun ağzından soğuk bir söz işitmemişti  Köydeki en zapt edilmez atlar onun elinde uysal kedilere dönüyor, en saldırgan köpekler onun ayaklarının dibinden ayrılmıyorlardı   Herkesin ondan hoşnut olduğu güzel ve alımlı bir genç kızdı  Alçak gönüllülüğünün yanında, temiz yüreğinde kötülüğün yeri asla yoktu  Köyde iyilik yapmadığı hiçbir ihtiyar, genç, çocuk yoktu   Bu yüzden onu meleklere benzetirlerdi   Fakat bu gün kendisini derin ve dar bir kuyunun içinde görüyordu  Korku ve kaygılarla dolu kuyunun içinde görüyordu  Korku ve kaygılarla dolu kuyunun dibinde hissizleşmişti  Bağırıyor, yaralı bir kuş gibi çırpınıyor, havar diliyordu  Fakat havarına kimse gelmiyordu  Oturduğu yerden başını yukarı kaldırıp baktığında ağacın dalındaki ipi gördü  Elini ipe uzatıp çekti  Toprağın üstüne düşen ip yüreğini soğuttu, yerinde  donup kaldı  -"Juliya Juliya    !" Annesinin sesiyle irkildi  Boş gözlerle onu yanını varıncaya kadar izledi  Kızının durumu annesini halsizleştirmişti  Onun yanına oturdu, ellerini omuzlarına atıp parmaklarını örüklerinde gezdirdi   Yürekten bir sesle: -"Akşam oldu kızım  Hava soğuk, istersen eve gidelim  " Juliya annesinin elini tuttu, ovuşturup biraz sıktı  Annesi güçlü bir kadındı  Kızının durumu kimseyi onun kadar incitmemişti  Fakat onun da yüzüne çaresizliğini izleri gelip yerleşmişti  Juliya annesinin elini biraz daha sıkarak: -"Anne, derdimin dermanı yok, yok" Annenin yüzü kızardı; kuzusu, ciğeri yüreğinin tatlısı derin acıların girdabında savruluyordu  Allah'ım     ! yaralı kızından daha çaresiz kim olabilirdi ki? Bunlar ne karanlık günlerdi böyle? Bu ne karmaşaydı  Başlarında dönüp duran bu ne kadersizlikti     ? -"Sabret güzel kızım, yalnız ölümün çaresi yoktur  Derdi veren Allah, dermanını da verir  " Juliya annesinin yaşlı gözlerine baktı, ağlamaklıydı, boğazına düğümlenen hıçkırıkların titrettiği sesiyle  -"Yürekteki acı insanı öldürmez ama ölümden beter yapar  " Anne kızını kucakladı  Biliyordu ki, kızı yaralıydı ve yarasını da tanıyordu  Konuşmak istedi, söyleyecek kelime bulamadı, yutkundu, gözyaşlarını içine akıttı  Hissiz bir taş olmayı istedi, ama bir annenin yüreği hissiz bir taş olur muydu  ? Kızının koluna girdi, evin yoluna doğru yürüdüler  Son gece Juliya tek başınaydı  Yarın düğün alayı gelecek, onu bir atın sırtında mirin konağına doğru götüreceklerdi  Yüreğindeki acıyla sırtını duvara dayamış, oturuyordu  Gece karanlık ve sessizdi, bütün ev halkı uyanık, tarifsiz acılar ve çaresizlik içinde suskundu   Juliya sabaha kadar ağladı, kendi kendine ağıtlar yaktı, söylediği her söz evdekilerin yüreğinde yangınlar yakıyordu   Juliya inliyordu: "Ben Juliya'yım Juliya! Derdim var dermansız, dünya ne amansız    Gözlerim kan çanağı, ışıksız    Ben Juliya'yım ! Garibanların Juliya'sı    Nasıl olurum   ! Mirlerin rüyası istemem ben mir oğlunu Havar   !Babam, kardeşlerim    " Annesi, kardeşleri, babası derin bir çaresizlik içinde söylenen her sözün kalplerine bir mızrak gibi saplanmasına kayıtsız kalmak zorundaydılar  Juliya devam etti: "Mirg kulak ver sesime! Niçin böyle umursamazsın, yüreğim seninle değil, Karalar çalma kaderime  Tanrım Tanrım, reva mıdır bu baht bana! Kalbim çürüyor, yana yana Sen bari yüzün dön bana    !" Juliya karanlık ve uzun gece boyunca devam eden yakarışları sabah ezanına kadar devam etti  Havarları her yeri kaplıyor, ama ses veren olmuyordu  Mirin konağında coşkulu bir eğlence vardı, uzak yakın tüm akraba ve tanıdıklar toplanmıştı  Binler omuz omuza vermiş, büyük bir halay oluşturmuşlardı   Üç adım ileri, üç adım geri; düz kır, omuz salla  Türküleri yüksek tepelere kadar ulaşıyor, yankılanıyordu   Juliyay'yı almaya giden düğün alayındakiler mirin konağından yükselen bu türküleri ihtiyarın evine varan kadar duyabildiler  Juliya babasının elini öptü, annesini, kardeşlerini kucakladı, sarıldılar, kimse kimsenin gözlerine bakamadı, tek kelime konuşmadılar, yüzü örtülünce Juliya'nın, sessiz gözyaşları bir pınar gibi akmaya başladı   Onu bir ata bindirdiler, iki yanında iki kadın yürüdü  Gözleri son kez havar dilemek için dönüp baba evine bakmadı  Özenle hazırlanmış yumuşak eyerin üzerinde oturan ruhsuz bedeniydi, yaşadıklarının ağırlığı omuzlarına çökmüş, mahzun ve melüldü; perişan yalnız ve kimsesizdi   Üç gün üç gece aç ve susuz sürekli ağlamaktan gözyaşları kurumuş, kan ağlıyordu  Bu dünyada sırtını dayayacağı kimsesi kalmamıştı, bir dostu sırdaşı yoktu  Ellerini kenetledi, derinden bir ah çekti  Bir anda annesinin  kendisin teselli eden sesi kulağında çınladı: "Allah her derdin bir dermanını da verir  " Annesinin kendisine söylediği bu sözler karanlıklara boğulmuş, yüreğinde bir kıvılcım gibi çaktı, bir tas soğuk su içmiş gibi ferahladı   Atının yularını bıraktı; ellerini yukarı kaldırıp Havarını bir kez daha Allah'a ulaştırmak istedi: "Allah'ım, artık sığınağım ve korunağım kalmadı, gücüm tükendi  Allah'ım, kurbanın olayım, ben gariban Juliya bu kadar acı ve kederin altından tek başıma nasıl kalkarım  Artık yeter!" Juliya'nın havarı o kadar yürekten ve samimiydi ki, en katı yürekler bile etkilenirdi  Gözlerini kapadı, yakarışını bir kez ağıt olarak devam etti: "Büyük Allah'ım, sendedir iyilik ve çare Yollarım kapandı, kaldım biçare Son ümidim sende, Herkesi taş yap, yekpare  "  Juliya, atının sırtında bu dileğini bitirdiği anda tüm yaşayanlar cansız taşlara dönüştüler  Mirin konağında omuz omuza vermiş binlerce insan gelin alayında hızlı adımlarla yürüyüp oynayanlar hep birden taş kesildiler   Böylelikle efsane de bitmiş oldu   Juliya Dağı, Çiyayê govendê, Mîrg ve Juliya'nın hikayesi, ard arda dizili düğün halayı, ard arda dizili bu taşlar    Efsane ya da masal; doğrudur, değildir, bilmiyoruz tabi ki; ama durup düşündüğümüzde günümüze kadar dilden dile, kulaktan kulağa söylenerek gelen bu söylence dağa bir ayrıcalık bir kutsallık vermiştir  Vesta Kültür ve Edebiyat dergisinden çeviri: Emin Sarı - Şemdinli | 
|   | 
|  | 
|  |