|  | Türk Dil İnkilabına Emek Verenler |  | 
|  06-24-2012 | #1 | 
| 
Prof. Dr. Sinsi
 |   Türk Dil İnkilabına Emek VerenlerNurullah Ataç (21 Ağustos 1898- 17 Mayıs 1957) “Dil, bir uygarlık olayıdır  Bir uygarlığın kurduğu dil, başka bir uygarlığın düşündüklerini söyleyemez, yetmez onu söylemeye  Bir ulus uygarlığını değiştirdi mi, dilini de değiştirmek zorundadır  ” [u] Nurullah Ataç, Dil Devrimiyle dilin yenileşeceğine inandığı gibi, dilin bir uygarlık olayı olduğuna da inanır  Bu inancı onu karşıdevrimcilerin hedefi yapar  Dile “müdahale” etmekle suçlananların başında gelir hep  Oysa Ataç, hiçbir dilin kendi kendine gelişemeyeceğine inanmaktadır: “Dil kendi kendine gelişiyormuş, temizlenecekse temizleniyormuş, bırakmalıymışız kendi haline  Aklı başında bir kişinin söyleyeceği söz mü bu? Bir ulusun okuryazarları, aydınları, bilginleri dille uğraşmazlarsa dil kendi kendine ilerler, gelişir mi? Diyelim ki ben Fransızca bir kelimenin karşılığını arıyorum, Türkçede yok öyle bir kavram, ne yapacağım? O kelimeyi ben kurmaya, uydurmaya çalışmayacak mıyım?”[u] Konu, gelip “uydurmak” eylemine dayanıyordu  Dil Devrimiyle kazanılan sözcükleri yadsıyanlar, aslında türetme eylemi yapmış “uydurukça” gibi bir sözcük türetmişlerdi  Dil Devriminin karşısavı olarak “yaşayan dil/ yaşayan Türkçe” tamlamalarını öne çıkarmaya başlamışlardı  Ataç bunu da sürekli eleştirmişti: “Yaşayan dil! Yaşayan dil! Ağızlarında hep bu! Bir bakın o yaşayan dilcilerin yazdıklarına  Birinde gerçekten yaşayan, gerçekten canlı, düşüncenin, duygunun titremesini gösteren bir cümle bulamazsınız  ”[u]“Uydurma dil dediler mi, bir şey söylediklerini sanıyorlar  Söyleyim ben size; Bu uydurma sözünü, Türkçecilik akımına karşı bir silah diye kullanmaya kalkanlardan ne dediğini bilen, şöyle gerçekten düşünerek konuşan bir tek kişi tanımıyorum  Evet, uyduracağız, bizim yaptığımız, uydurduğumuz kelimeler de yavaş yavaş halka işleyecek, eski Arapça, Farsça kelimelerin işlediği gibi  Onların yerini tutacak  ”[u] Türkçeleştirme eyleminde “aşırılık”a gidildiği savı da devrim karşıtlığına bulunan başka bir kılıftır  Aşırılık, kişiden kişiye değişebilecek bir kavramdır: Sevginin, dürüstlüğün, doğruluğun da ölçüsü olabilir; değerbilmezliğin, yalanın, yanlışın da… Ataç gibi düşünenler, dil sevgisinde aşırılıktan hiç gocunmazlar; dahası Ataç, “Aşırılıktan çekinmek, düşüncelerimizin sonuna dek gitmekten çekinmek demektir  Düşüncelerinin sonuna dek gitmekten çekinen kişi ise, türlü düşünceleri, türlü görüşleri birbirine karıştırıyor, birini öteki ile köreltiyor demektir” diyerek “Aşırıyım ben!”[u] diye çekinmeden haykırır  Devrimi ve Türkçeyi bu denli korkusuzca savunmasının kökeninde kuşkusuz ölçüsüz bir yurt ve dil sevgisi yatmaktadır  “Hiçbir çıkar düşünmeden, kimseden bir şey beklemeden, inandığı dava uğruna sonuna değin savaşmış, doğru bildiği yolda yılmadan yürümüş bir ülkü adamıdır  Kendisini ülküsüne böylesine veren, bilinçle işe koyulan, her türlü güçlüğe ve anlayışsızlığa göğüs geren”[u] Ataç, iyi yetişmiş bir aydındır, dil sevgisini bilgisiyle beslemiş bir düşünür olduğu kuşkusuzdur  Nurullah Ataç, 21 Ağustos 1898’de, İstanbul’da doğdu  Hammer tarihini dilimize çeviren Ata Beyin oğludur  Asıl adı Nurullah Ata’dır  Yazılarında kendinden, yaradılışından söz eder; ama soyuna sopuna ilişkin pek bilgi vermez  Karala Defteri’nde ailesinin bir yanının Karadenizli, bir yanının Maraşlı olduğunu yazar  Savaş yıllarında radyoda uzun süre "Evin Saati" adlı programı hazırlayan Dr  Galip Ataç kardeşlerinden biridir  Bir kardeşi de Çanakkale Savaşında şehit olmuştur  Ataç, ilkokulu (iptidai) 1909’da bitirmiş, aynı yıl annesini yitirmiştir  On bir yaşında annesini yitirdiğini de Günce’sinden öğreniriz  Daha sonra dört yıl Mekteb-i Sultanide (Galatasaray Lisesi) okumuş, okulda Burhan Asaf (Belge) ve Vedat Nedim (Tör) gibi sonradan yazar olacak arkadaşlar edinmiştir  Birinci Dünya Savaşının başlamasından az önce eğitimini tamamlamak üzere, babasının isteğiyle Cenevre'ye gitmiş, burada kaldığı süre içinde Fransızcasını ilerleten Ataç, bu arada tiyatroya merak sarmış, arkadaşlarının sahnelediği Hamlet'te "balıkçı" rolünü oynamıştır  Tiyatro sevgisi onun yazarlığa tiyatro eleştirisi ile başlamasının başlıca nedenidir   Ataç, Cenevre'de alışamadığı okulu yarım bırakmış, Mondros Mütarekesi sırasında İstanbul'a dönmüş, bir süre Darülfünunda edebiyat derslerini izlemiş, ardından sınavla Fransızca öğretmeni olmuştur  1921- 1923 arasında Nişantaşı Lisesi, Vefa Sultanisi, İstanbul Sultanisi ile Üsküdar Lisesinde Fransızca, 1925’te Adana Lisesinde edebiyat öğretmenliği yapmıştır   Ataç, Ticaret Bakanlığına bağlı Ticaret Müdüriyeti Umumiyesi Mütercimliğinde, aynı bakanlığın Mukavelatı Ticariye Tetkik Dairesi Heyet-i Tahririye Müdürlüğünde (1926) bulunmuş, sonra yeniden Milli Eğitim Bakanlığı'na geçmiştir  İlkin Talim ve Terbiye Dairesinde çevirmenlik yapmış, ilk Tedrisat Dairesi Şube Müdürlüğünde çalıştıktan sonra (Ekim 1926 - Eylül 1927) yeniden öğretmenliğe dönmüştür  Onun daha sonra Ankara, İstanbul liselerinde Türkçe, edebiyat, sanat tarihi ve Fransızca öğretmeni olarak görev yaptığını biliyoruz  İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Okulu ile Gazi Eğitim Enstitüsünde Fransızca okutmanı olarak çalıştıktan sonra 1940’ta bu görevinden ayrılmıştır  Bir süre Basın Yayın Umum Müdürlüğünde Yayın Şefliği yapan Ataç, daha sonra Cumhurbaşkanlığı çevirmenliğine getirilmiş, bu görevden 1952’de emekli olmuştur  Bu tarihten sonra yalnızca yazmış ve TDK’deki işlerini yürütmüştür  TDK’ye 1949’da üye olan, Yönetim Kuruluna 1951’de giren ve bu tarihten sonra ölümüne dek Yayın Kolu Başkanlığını ve Türk Dili dergisinin yayın yönetmenliğini üstlenen Ataç’ın, bu dergiye yazdığı “Dergiler Arasında” başlıklı yazılarının dışında gazete ve dergilerde onlarca yazısı bulunmaktadır  Yazı ve yapıtlarının bir kısmında takmaad kullanmıştır  MEB, Dünya Edebiyatından Tercümeler Serisinde Sabiha Yağızlar, Tan gazetesindeki yazılarında Ahfeş, Ulus gazetesindeki yazılarında da Süha Kavafoğlu  Şeker hastası olan Ataç'a doktorlar sigarayı yasakladılar  Ataç’ın sigara tutkusu bilinmektedir  Çok sevdiği eşi Leman Hanımı 1955'te yitirdi  Bu ölüm Ataç'ı derinden sarmış, bozulan sağlığı gittikçe kötüleşmiştir  1957 yılının 17 Mayıs günün Numune Hastanesinde 59 yaşında ölmüştür  Tek çocuğu olan Meral Ataç, çalışma yaşamının çoğunu Türk Dil Kurumu’nun Derleme ve Tanıtma Kolunda geçirmiştir  Ataç’ın biri kız, öteki erkek iki torunu vardır  Kızı Meral Ataç, babasını anlatan kitaplar yazmaktadır  Dil Devrimine inanan, Türkçeye emeği dağlar kadar olan Nurullah Ataç’ı saygıyla anıyor, genç kuşaklara bir an önce Ataç’ı okumalarını salık veriyoruz  Ataç’ı anlamak, bugün yalnız dil sorunlarının değil, başka sorunların çözümüne düşünce üretmekte de yol gösterici olacaktır  O, Ödünsüz Bir Dilseverdi Dilseverliğini kendisi şöyle anlatıyor: “Dil işine sonradan giriştim  Daha önce başlasaydım, Dil Devriminin gerekli olduğunu daha önce anlayabilseydim ne iyi olurdu! Erken olsun geç olsun, giriştim dil işine  Gençler arasında bana uyanlar çok oldu  Yaşlılardan da var  Neden ötekilerden çok bana uyanlar oldu? Dil işine girişmem bir çıkar kaygısıyla değildir de onun için  Alıklar, benim şu buyurdu, bu buyurdu diye, şuna buna yaranmak için öz Türkçeye özendiğimi sanırlar  Oysaki ben, öz Türkçe için nice kazançları teptim, rahatımı kaçırdım, üzdüm kendimi, adımı deliye çıkarttım  Hepsi de ne dediklerini bilmez, kafalarına düşüncenin gölgesi bile girmemiş birer alıktır bana deli diyenler  Öz Türkçeye özenişim de duygularımın etkisiyle değildir  Latince, Yunanca öğretilmeyen bir ülkede tek doğru yolun, tek usul (akla uygun) yolun öz dile gitmek olduğunu düşüncemle anladım da onun için o yolu buldum  ”[u] Dil Devriminin başlamasının, Türk Dil Kurumu’nun kuruluşunun 20  yılında yazdığı yazısında ise devrime ve Türkçeye inancını yansıtan yapıtlarından yalnızca biridir:[u] YİRMİNCİ YIL Yirmi yıl geçmiş birinci Dil Kurultayından beri  Yirmi birinci bayramı kutladık  Neler olmadı bu yirmi yıl içinde! Devrime karşı koymak isteyenler, “Dilimizi bozuyorsunuz, yoksullaştırıyorsunuz!” diye bağıranlar, Arapça, Farsça sözlere sımsıkı sarılanlar günden güne yenildi  Bilmiyorlar, kavramıyorlar yenildiklerini  Kendilerine sorarsanız, yenmiş, kazanmış olduklarını, devrimi durdurduklarını söylerler belki  Bir de yazılarını okuyun onların, çektikleri söylevleri dinleyin, bundan yirmi yıl önce yazdıkları, söyledikleriyle karşılaştırın  Görürsünüz dillerinin ne denli değiştiğini  Biri olsun “lisan” diyebiliyor mu artık? Demeye özeniyorlar, gene de unutuyorlar kendilerini, “dil” deyiveriyorlar  Artık “dil” diye düşünüyorlar da onun için  Oysaki: “Dil başka, lisan başka!” diye neler, neler uydurmamışlardı  “Birbirinin yerini tutamaz!” diye yukarıdan atıp gürültü etmişlerdi  “Önem” ile daha birtakım yeni Türkçe sözlerle eğlenmişler, alay etmişlerdi  Şimdi hepsini kullanıyorlar onların, alışıyorlar hepsine, alıştılar, yeni olduklarını unuttular  İşte budur yenilmek  İlk çıktığı günlerde istemedikleri sözleri şimdi kendileri yazıyorlar  Bunu söylerken inan olsun, onları kınamak istemiyorum  Dilediğim, olanı görüp göstermek, başka değil  Yenilmemek ellerinde miydi? Dil devrimini, dil değişmesini onlar da bizim gibi istemiyorlar mıydı? Şöyle bir düşünsünler, eski dilin, büğün (bugün) Osmanlıca dediğimiz dilin, şu Osmanlı Türkçesinin kalması, sürmesi olabilir miydi? Onun eksiklerini, yetersizliklerini, elverişsizliklerini kendileri de görmüyorlar mıydı? Ondan kendileri de sıkılmıyorlar mıydı? Kullanabiliyorlar mıydı o dili? Eski ozanlarımızın yırlarını (şiirlerini), daha otuz kırk yıl önceki yazarlarımızın betiklerini açınca, “Böyle dil olmaz, çoğunluk, kamu anlayamaz bunu, biz böyle yazmayız artık” demiyorlar mıydı? Bizim gibi onların da istemedikleri, beğenmedikleri, günün isterlerine uygun bulmadıkları bir dil yaşayabilir miydi? Yalnız bize yüklemesinler suçu; o eski dili, büğün özlemini çektikleri Arapçalı Farsçalı Türkçeyi yalnız biz öldürmedik, yalnız biz gömmedik, o dil öldürüldüyse, gömüldüyse bu işi birlikte yaptık  Onun öldürülmesi, gömülmesi bir suçsa bu suça bizim gibi onların da eli bulaştı  Şunu da söyleyeyim: Biz bunu bir suç saymıyoruz  Yaşayamazdı o dil  Yargıyı giymişti  Batıdan aldığı düşünceleri, batıdan öğrendiklerini söylemek isteyen Türk aydınına yetmiyordu, yaşamasını bitirmişti, yerini yeni dile, günün isterlerine daha uygun bir Türkçeye bırakmak gücümünde idi  Eski dil öldü, kalktı artık  Dilediklerince gürültü etsinler, diriltemezler onu  Halit Fahri Ozansoy aruz ölçüsüne “Şahane geldiğin gibi şahane git gene” demişti  Osmanlıcaya da söyleyebiliriz bunu: Görkemle geldi, görkemle gitsin  O öldü, yerini tutacak yeni dil kuruldu mu? Bir dilin kurulmasını kolay bir iş mi sanıyorsunuz siz? Yirmi yılda, elli yılda kurulabilir mi o? Bize, “Sizin yazdığınız dil eski dilimiz gibi güzel değil, onun gibi uyumlu değil, ondan çok yoksul” diyorlar  Doğru da bu dedikleri  Yalnız bunu söylerken şunu unutuyorlar, onların savundukları dil, yüzyıllar boyunca işlenmiştir, birçok ozanlar, yazarlar gelip onu donatmıştırlar, bezemişler  Fuzuli’nin dediğini bir düşünsünler: “Şol sebepten Farisî lâfziyle çoktur Nazm kim/ Nazm-i nâzük Türk lafziyle iğen düşvâr olur/ Bende Tevfîk olsa ol düşvârı âsân eylerim/ Nevbahâr olgaç dikenden berk-i gül izhâr olur  ” Fuzuli beklediği yardımı görmüş, ondan sonra gelen ozanlar da Türkçeyi güzelleştirmeye çalışmışlar  Güzelliklerini, üstünlüklerini söyleye söyleye bitiremedikleri Osmanlıca ile işte böyle uzun emeklerle kurulmuş  Bizim daha yirmi yaşındaki, otuz yaşındaki dilimiz onunla karşılaştırılır mı? Onun güzelliğini, inceliğini yadsımaya kalkmıyoruz, ancak şunu söylüyoruz; yetmiyor o dil bize, büğünkü düşüncelerimizi bildirmeye elverişli değil  Doğu düşünüşüne, doğu görüşüne, doğu uygarlığına göre kurulmuş, büğün işimize yaramıyor  Bunu yanıtlamıyorlar  Biliyor dediğimizin doğru olduğunu, kendileri de bizim gibi düşünüyorlar da onun için yanıtlamıyorlar, bizi başka bir yönden vurmaya kalkıyorlar  Attıkları taşlar, kurşunlar değmiyor bize, değemez, bizim dediğimizle bir ilişiği yok da onun için  Evet, güzeldir onların savundukları dil, bizim büğün yazdığımız dilden çok daha işlenmiştir, ne yapalım, yetmiyor bize, onlara da yetmediği gibi  Bizim öne sürdüğümüz düşünceleri çürütemiyorlar, yanıtlayamıyorlar  Gene de susturmak, ezmek istiyorlar bizi  Bize türlü suçlar, küçüklükler yüklemeye kalkıyorlar  Yok, biz çıkarımızı arıyormuşuz, biz şuna buna yaranmak istiyormuşuz, daha böyle saçma sapan sözler  Bir düşünceyi yıkamıyor muyuz, onu savunanı devirmeye bakın… Savunanı devirdiniz, gene düşünceyi yıkamazsınız ki! Dimdik durur ortada, devrilenin yerine bir başkası gelir, savunur onu  Diyelim ki biz çıkarımızı arıyoruz, şuna buna yaranmaya çalışıyoruz  Bir çıkar uğruna savunulan bir düşüncenin, bir kimseye yaranmak için savunulan bir düşüncenin tellim (daima) yanlış olması mı gerekir? Diyelim ki siz iki kez ikinin dört ettiğini korkunuzdan söylüyorsunuz, ne çıkar bundan? Siz korkunuzdan iki kez iki dört etti dediniz diye iki kez iki dört etmeyecek mi? Bir de şunu soralım: Kime yaranmak istemişiz biz? Atatürk’ün sağlığında Atatürk’e yaranmak istedik  Peki, öldü Atatürk, bir beklediğimiz kalmadı ondan  Biz ne diye direndik dil işinde? Doğrusu Atatürk’ten önce Dil Devriminin gerekliliğini hepimiz kavramamıştık  Kendim için söyleyeyim: Ben de önce Dil Devrimine dayatmaya kalkmıştım: “Olmaz bu iş, alıştığımız sözleri bırakamayız, bırakırsak dilimizi yoksullaştırırız” diyordum  Sonra anladım yanlış düşündüğümü  Dil Devrimi üzerine söylenenleri dinledim de öyle anladım  Bir kimseye yaranmak mıdır bu? Ben öz Türkçe yazmaya başladığımda Atatürk öleli yıllar olmuştu, öz Türkçe yazmanın bana bir çıkar sağladığı da yoktu  Neden günden güne saplandım öz Türkçeye? Bana “Öz Türkçe yazma” diyen oldu, “Öz Türkçe yaz” diyen olmadı  Niçin direndim ben? İnandım öz Türkçeye de onun için direndim, eski dilin yetersizliğini, kullanışsızlığını, büğünün isterlerine uymadığını, elverişsizliğini günden güne gördüm, anlarım da onun için direndim  Siz buna inanmıyorsunuz; bir kişi ne yaparsa yapsın, bir çıkar arkasından koşuyordur diyorsunuz  Yoksa gördüğünüz, duyduğunuz bütün kişilerin kendiniz gibi olduklarını mı sanıyorsunuz? Siz yalnız çıkarınızı arıyorsunuz, bir kimseye yaranmak istiyorsunuz da onun için mi bizim de ancak çıkarımızı aradığımızı, bir kimseye yaranmaya çalıştığımızı söylüyorsunuz? Kendiniz için konuşun  Bakın, ben size büğünün kişilerine yaranmak için böyle konuşuyorsunuz demiyorum, işin içine kişiliğinizi karıştırmadan dediklerinizi yanıtlamaya bakıyorum  Söyleyen değil, söylenen söz beni ilgilendiriyor  Sizin ereğiniz ne olursa olsun, karışmam ben ona  Kendim için söyledim bunları  Ancak biliyorum ki büğün Dil Devrimini savunanların, dilin değişmesi gerektiğini söyleyenlerin çoğu benim gibi, hepsi benim gibi  Bir çıkar arkasından koşmuyorlar  İnançlarını yaymaya çalışıyorlar  Çıkar arkasından koşsalardı çoktan bırakırlardı bu işi  Vardı aramızda sizin dediğiniz gibi kişiler, Dil Devrimini savunurken bizden çok coşuyorlardı, odlu sözler söylüyorlardı  Şimdi onlar sizin içinizde  Size yaranmaya çalışıyorlar  Biz de onlar gibi olsaydık, ayrılmazdık arkalarından, sizin yana gelirdik  Yapıtları: Günlerin Getirdiği (1946), Sözden Söze (1952), Karalama Defteri (1952), Ararken (1954), Diyelim (1954), Söz Arasında (1957), Okuruma Mektuplar (1958), Prospero ile Caliban (1961), Söyleşiler (1964), Şöyleşiler (1962 Dil Üzerine), Günce I (1972), Günce II (1972), Dergilerde (1980)  Elliye yakın çevirisi bulanan Ataç’ın başlıca çevirileri de şöyle: Aisopos: Masallar (1944), Lukianos: Seçme Yazılar I,II,III (1944,1944,1949), Sophokles: Oipidus Kolonos'ta (1941), Plautus: Amphitryon (1943), Balzac: Vandetta (1943), Stendhal: Kırmızı ve Siyah I, II (1941,1942), Laclos: Tehlikeli Alakalar (1944), Simenon: Kiralık Oda (1953) vb  Ataç’ın yapıtlarının yeni baskıları Yapı Kredi Yayınları arasında çıkmaktadır  [u] Ulus, 9 Kasım 1951   [u] Ulus, 5 Mart 1952  [u] Günce 1, TDK, 1972, s  37  [u] Ulus, 5 Mart 1952  [u] Sözden Söze, Varlık Yayınları, 1952, s  73  [u] H  Dizdaroğlu, Ataç, TDK Yayınları, !962, s  16  Ataç’ın yaşamına ilişkin bilgilerde bu yapıttan yararlanılmıştır  [u] Diyelim, Varlık Yayınları, İstanbul 1954, s  11  [u] Ulus, 27 Eylül 1952   | 
|   | 
|  | 
|  | Türk Dil İnkilabına Emek Verenler |  | 
|  06-24-2012 | #2 | 
| 
Prof. Dr. Sinsi
 |   Türk Dil İnkilabına Emek VerenlerA  Dilâçar (22 Mayıs 1895 -12 Eylül 1979) Türkçeye ve Türkiye’ye tutkun bir bilgindi  Atatürk’e, Türk Devrimine yürekten bağlıydı; anadili Türkçe olanların kimisi de Türkçeyi onun gibi sevseydi, Dil Devriminin önüne dikilmezlerdi  Dilâçar, yazılarına çoklukla “A  Dilâçar” diye imza atardı; kimilerinin sandığı gibi, Ermeni olduğu ve “Agop”u kullanmaktan sakındığı için değil  Dilâçar soyadını ona Atatürk vermişti; kendi deyişiyle bu soyadı, onun gerçek adıydı  Bu adı yaşamı boyunca Atatürk ve Türkçe sevgisiyle birlikte taşımış; Atatürk’ün isteği üzerine üstlendiği Türk Dil Kurumu’ndaki “başuzman” sanını onurla korumuştur  TDK’de birlikte çalıştığı genç dilciler onun ağzından şu tümceyi sıklıkla duymuştur: “Yaşamım burada, Türk Dil Kurumu’ndaki masamda bitsin isterim  ” Yazık ki bu isteği gerçekleşmedi; 1979 yazında dinlenmek için gittiği İstanbul’un Büyükderesinde hastalandı  Cerrahpaşa Hastanesine kaldırıldı ve 12 Eylül 1979’da 84 yaşındayken öldü  Babası Kayserili, annesi Yozgatlıdır  Dedesi Kayseri’de tanınmış bir tüccardır; dedesinin isteğiyle İstanbul’a taşınırlar  [u] Agop Martanyan, 22 Mayıs 1895’te İstanbul’da, Büyükdere’de doğmuştur  Dilâçar’ın çocukluğu Büyükdere ile Gedikpaşa arasında geçer  Annesinden Ermeniceyi öğrenir, ilköğretimine İngilizce öğretim yapan bir Amerikan okulunda başlar, ortayı da orada bitirir  Bu sırada İngilizcenin yanı sıra Rumca ve İspanyolca ile tanışır  Okulunun haftalık dergisinin sorumluluğunu taşımakta, basım yayım denemeleri yapmaktadır   1910’da Amerikan (Robert) Koleje başlar  Çok okuyan, araştıran bir öğrencidir: Latince, Yunanca, Almanca öğrenmek için çabalamaktadır  Okulun yabancı öğrencileriyle yakın ilişkiler kurarak onların dilini de bildiklerine eklemeye başlar  Rusça ve Bulgarca ile ilgili ilk bilgileri bu yolla edinir  Bu arada okulun bütün seçmeli derslerini alan tek öğrencidir  Bitkibilim, yerbilim, madencilik gibi alanları da merak etmesi, dahası yalnızca kız öğrencilere verilen yemek derslerine bile girmesi öğretmenlerini şaşırtmaktadır  Bu çalışmaları, onun ileride başarılı bir ansiklopedici olacağının muştucusudur  Genç Agop, yaşıtlarını türlü toplumsal etkinliklere yönlendirmekte, çoğu kez etkinliklerin düzenleyicisi olmakta, bu arada Türkçeye ilgisi yoğunlaşmaktadır  Türkçe dersine duyduğu bu sıcak ilgide öğretmeni Tevfik Fikret’in payı büyüktür  Fikret’in dersini sürekli izleyen üç öğrenciden biridir  Türkçe dersine olduğu gibi öğretmenliğe de sıcak bakmaya başlar   Robert Koleji, “Nevyork Bilim Ödülü”nü alarak bitirir (1915); okulu bitirdiğinin ikinci günü askere alınır  Osmanlı İmparatorluğunun, Birinci Dünya Savaşına katılan yedek subaylarından biri olarak Diyarbakır’daki 2  Orduya gönderilir  Buradan Kafkas Cephesine gider, bir çatışmada yaralanır; cephede gösterdiği başarıdan dolayı madalya ile ödüllendirilir  Savaştaki çatışmaların durulduğu bir sırada Alman subaylara Türkçe öğretmeye başlar  Yabancı subayların elinde J  Németh’in “Türkische Grammatik”i vardır; bu yapıt Agop’un da ilgisini çeker  Bu sıradaki Sovyet Devriminin (1917) etkisiyle dersler tavsar, azınlık subayların kimisi doğudaki cephenin gevşemesinden yararlanarak savaştan kaçmaktadır  Bu subayların kaçışını önlemek için onların Güney Cephesine gönderilmesi düşünülür; Agop da Güney Cephesinin yolunu tutar  O, üstlerince sevilen disiplinli bir askerdir; bu nedenle ona “mevcutlu gönderme” yöntemi uygulanmaz  Ama yanına verilen erlerin bir kısmı Halep’e ulaştıklarında, onu yalnız bırakarak geri dönerler  Bir Osmanlı subayı olarak ülkesinin başındaki belaları gören Agop’un bu işe çok canı sıkılır  Asteğmen Agop’u derinden yaralayan, Mustafa Kemal’in komutasındaki 7  Ordunun karargâhına vardığında, Kafkas cephesinden gelen, madalyalı onurlu bir asker olarak değil de “casus” kuşkusuyla Mustafa Kemal’in karşısına çıkarılması olur  Bu suçlamanın nedeni, Halep’teki tutsak bir İngiliz subayıyla İngilizce konuşmasıdır   Mustafa Kemal’in karşısına yanındaki süngülü bir erle çıkarıldığında üstünde bululan “tabancası, ilmühaber” ve bir “kitap” kendisini getiren yüzbaşının elinde durmaktadır  Paşa sorar, “Sen niye kaçmadın?” Agop, birden sinirlenir  “Kaçmadığıma teessüf ediyorum  Ben bu vatan için kan dökmüşüm, bu madalya sahte değil  Kafkas cephesinden kaçmayan, herhalde Şam sokaklarından kaçacak değildir! Emir buyurun süngüyü çıkarsınlar  ” Mustafa Kemal, özenli davranır, Agop’un yanındaki ere süngüsünü çıkarmasını söyler  Agop’un üstünden çıkanlar masanın üstüne konur  Agop kitap hakkında Mustafa Kemal’e bilgi verir  Bu kitaptaki kimi bilgileri saatlerce tartışırlar  Agop’un Türkçeye ilişkin açıklamaları ve kitabın Latin harfleriyle yazılmış olması Mustafa Kemal’i etkiler  Çünkü ilk kez Türkçenin Latin harfleriyle yazılışını görmüştür  Kitapta geçen “kaba Türkçe” tanımlamasından da rahatsız olur  Savaş bitince Dilâçar Sofya Üniversitesinden çağrı alır ve eşi Meline Hanımla birlikte gider  İstanbul’daki bir Ermeni gazetesine Türkçeyle ilgili ilginç yazılar göndermektedir  Bu yazıların Türkçeye çevrisini okuyan Atatürk, yazarı tanıdığını anımsar  Bu sırada 1  Türk Dili Kurultayı için hazırlıklar yapılmaktadır  Dilâçar da kurultaya çağrılır, bildiri sunar  Dilâçar, kurultay bitince İstanbul’a yerleşir  Dolmabahçe Sarayında Atatürk’ün masasındaki dil tartışmalarına katılmakta, bir yandan Türkçenin eski değerlerini araştıran yazılar yazmakta, bir yandan da çeşitli okullarda ders vermektedir  2  Türk Dili Kurultayındaki bildirisi de ilgiyle karşılanır  Bu bildiri yaşamının yönünü değiştirmiştir  Çünkü bu kurultaydan sonra artık TDK’nin başuzmanıdır  Türk Dil Kurumu’ndaki yeni görevine başlamak için Ankara’ya taşınır (1934)  Bu tarihten sonra Dilâçar, hep övünçle söylediği gibi Ankaralıdır  Gündüzleri erken saatlerde TDK’deki işinin başındadır, geceleri çoğunca Çankaya Köşkünde Atatürk’ün düzenlediği dil toplantılarına katılmaktadır  Yazları da aynı toplantılarda bulunmak üzere İstanbul’a gider  Bu toplantılarda özellikle yabancı sözcüklerin kökenlerine ilişkin ayrıntılı, belgelere dayalı bilgiler sunmaktadır  Dilâçar yalnızca sözcüklerin kökenlerine değil, o yıllarda Atatürk’ün çok ilgisini çeken Güneş Dil Kuramına ilişkin de çok yönlü araştırmalar yapmaktadır  Atatürk ona var olan görevlerinin yanı sıra başka bir iş daha önerir  1936’da açılan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde “genel dilbilim, dilbilim tarihi” dersleri verecektir  1938’de Atatürk’ün ölümü onu çok sarsar  Atatürk’ün verdiği görevleri, dil tutkusunu yaşatmak için işlerine dört elle sarılır  Fakültedeki dersleri sürerken Türk Ansiklopedisinin danışmanlığını da üstlenir  1950’de DTCF’deki görevi sona erer, yalnızca TDK’ye ve ansiklopediye emek verir  TDK’deki yabancı dille yapılacak bütün yazışmaları üstlenmekte, yabancı dilcilerle iletişim kurmakta, TDK kitaplığının zenginleşmesi için yerli yabancı bütün yayınları izlemekte, bu arada Türkçenin ve lehçelerinin gelişimi üzerine, tüm dilcilerin bakış açısını genişleten bilimsel yazılar yazmaktadır   Dilâçar’ın ortaya koyduğu görkemli yazılar, yapıtlar Türkçeyle ilgili çalışma yapanlar için sonsuza dek temel kaynak olacaktır  Yalnızca Dil, Diller ve Dilcilik adlı yapıtının bile aradan geçen bunca zamanda hâlâ bütün dilbilimcilerin temel kaynaklarından olduğu unutulmamalıdır  Buraya aktardığımız üç yazısı, Atatürk’ün dil sevgisine ve çalışmalarına tanıklık etmiş bir bilginden, genç kuşaklara önemli bir kalıttır  Özellikle Güneş Dil Kuramı için, belgeye dayanmayan türlü savların yeniden gündeme getirildiği 2000’li yıllarda “Atatürk ve Türkçe” adlı yazısı önemli bir kaynaktır  Dilâçar’ın düşünceleri, yapıtları, dil ve yurtseverliği, Türkçeye ve devrime verdiği emek, bugün de hepimize örnek olmaktadır   Onu saygıyla anıyor, Türkçeye verdiği emeğin ve yapıtlarının gelecek kuşaklar için de yol gösterici olacağına inanıyoruz  [u] Dilâçar’ın yaşamöyküsü, büyük ölçüde, değerli Dilci Kaya Türkay’ın hazırladığı, Türk Dil Kurumu’nun Türk Diline Emek Verenler Dizisi içinde, 1982’de yayımlanan A  DİLÂÇAR adlı yapıttan aktarılmıştır  KİTAPLARI DİLÂÇAR, A  ; Les bases Bio-Psychologiques de la Theorie Güneş Dil, İstanbul 1936, 16 sayfa  DİLÂÇAR, A  ; Devlet Dili Olarak Türkçe, TDK Yayını, 1962, 24 sayfa   DİLÂÇAR, A  ;Thomsen, TDK Yayınları, 1963, 40 sayfa  DİLÂÇAR, A  ; Türk Diline Genel Bir Bakış, TDK Yayını, 1964, IX+270 sayfa  DİLÂÇAR, A  ; Türkiye’de Dil Özleşmesi, TDK Yayınları, 1965, 37 sayfa  DİLÂÇAR, A  ; Dil, Diller ve Dilcilik, TDK Yayını, 1968, XII+349 sayfa   DİLÂÇAR, A  ; Kutadgu Bilig İncelemesi, 900  Yıldönümü Dolayısiyle, 1972, 203 sayfa  DİLÂÇAR, A  ; Anadili İlkeleri ve Türkiye Dışındaki Başlıca Uygulamalar, TDK Yayınları, 1978, 53 sayfa   | 
|   | 
|  | 
|  | Türk Dil İnkilabına Emek Verenler |  | 
|  06-24-2012 | #3 | 
| 
Prof. Dr. Sinsi
 |   Türk Dil İnkilabına Emek VerenlerCelal Sahir Erozan (29 Eylül 1883- 16 Kasım 1935) Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu’nun dört kurucu üyesinden biridir  “Türk Dili Tetkik Cemiyeti”nin kuruluş dilekçesinde görevi, “veznedar” olarak belirtilmiştir  26 Eylül 1932’de toplanan ilk Türk Dili Kurultayı, dilin sözvarlığını saptamak üzere “Lügat ve Istılah Kolu”nu kurmuş, “Umumi Merkez Heyeti” de kol başkanlığına Celal Sahir Erozan’ı getirmiştir (1932)  1934’te toplanan II  kurultaydan sonra bu kolun üstlendiği sözlük ve terim çalışmaları birbirinden ayrılarak kolun adı “Lügat Kolu” olmuş, Celal Sahir başkanlığı sürdürmüş; ancak 1935 ortalarında ölünce, Filoloji Kolu Başkanı olan Ali Canip Yöntem, bir süre onun görevini de yapmıştır  Cumhuriyet öncesinde aydınlar arasındaki dil tartışmalarında da dilin “sadeleşmesi” gerektiğini savunmuştur  Celal Sahir, 29 Eylül 1883’te İstanbul’da doğdu  Babası, Osmanlının Yemen Valisi İsmail Hakkı Paşadır  İlköğrenimine “Numune-i Terakki” ilkokulunda başlamış; Davut Paşa Rüştiyesi (ortaokulu) ile Vefa İdadisinde (lisesinde) devam etmiştir  Liseyi bitirince hukukçu olmak istemiş, ne ki hukuk öğrenimini iki yıl sürdürebilmiştir  Şair olarak tanınan Celal Sahir, şiir yazmaya çocukluk döneminde başlamış; dokuz yaşındayken güzel şiir okuduğu için 2  Abdülhamit’in dikkatini çekmiştir  Bu nedenle sık sık sarayda padişahın konuğu olmuş, ona şiirler okumuş “liyakat nişanı” almıştır  On dört, on beş yaşlarındayken Malumat, Musavver Fen ve Edeb, Pul, Lisan gibi dergilerde şiir ve makaleleri yayımlanmıştır  Bu yazılarında Ahmet Celal, Velhan, Şârık, Hikmet Celal gibi takmaadları kullanmıştır  Fransızcasını ilerletip Fransız yazınını tanıyınca yazınsal değerleri değişmiştir  Bu dönemde Servetifünun dergisinde şiirleri yayımlanmaktadır  Bu dergi kapatılıncaya değin burada şiir ve yazıları çıkmıştır  Celal Sahir, 1903’te “Hariciye Nezâreti”nde görev başlamış,1907’den sonra Kabataş ve Mercan Liselerinde edebiyat öğretmenliği yapmıştır  Meşrutiyetin ilanını izleyen günlerde Celal Sahir, bir yandan “dilin sadeleştirilmesini” isteyen aydınların yanında olmuş, bir yandan da yazınsal yaşamına türlü etkinlikler katmıştır  1  Kitap, 2  Kitap, 3  Kitap adıyla aylık bir dergi, yine kısa bir süre de Demet adlı bir kadın dergisini çıkararak burada kadın haklarını savunmuştur  Yeni Lisan eylemini Hak gazetesinde anlatan, Halka Doğru dergisinin yayın yönetmenliğini yapan Celal Sahir, “Edebiyatı Cedide”nin en genç şairlerinden biri olarak Tevfik Fikret’in etkisinde de kalmış, zamanla kendi özgün anlatımına ulaşmıştır  Türkçülük akımıyla ilgilenen Celal Sahir, dilin konusundaki görüşleriyle Yeni Lisan eyleminin İstanbul’da ilk önderleri arasına girmiş, Servetifünun dergisi kapanınca, “Milli Edebiyat” akımını benimsemiş, hece ölçüsüyle şiirler yayımlamıştır  1911’de Selanik’e gitmiş, burada çıkarılan Türk Yurdu, Türk Derneği, Genç Kalemler gibi dergilere yazmıştır  Birinci Dünya Savaşı sırasında bir ara ticaret yapmış, cumhuriyetin ilanından sonra 1928’de Zonguldak Milletvekili seçilmiştir  Harf Devrimini gerçekleştiren kurula katılmış, Türk Dil Kurumu’nun kuruluşuyla birlikte, hep savunduğu dilde sadeleşme eyleminin yapıcıları içinde yer almıştır  16 Kasım 1935’te akciğer kanserinden yaşamını yitirmiştir  Celal Sahir, Türk Derneği’nin kurucuları arasındadır  Bu dernek 1909’da bir dergi çıkarmaya başlamış, ama daha başlangıçta dernek üyeleri arasında dil konusunda ayrılıklar olduğu anlaşılmıştır  Celal Sahir’in dilin yalınlaşmasına tek yönlü bakmadığı, sorunun salt Arapça ve Farsça sözcüklerle tamlamalar olmadığını birçok kez yazmıştır  1909’da Servetifünun dergisinde,“İmlanın ıslahı önce harflerin ıslahına bağlıdır  Bu ıslah, harflerin ayrı ayrı yazılmalarını teminle olur” diyebilecek kadar ileri düşünceler taşıyan biridir  Türk Derneği’nde dille ilgili kimi görüşleri benimsenmediği için, bir bakıma saldırıya uğradığını düşünen Celal Sahir, Hak gazetesinin haftalık ekinde,”Müebbed Mesele Hakkında” başlıklı yazısında, bir bakıma kendisini eleştirenlerden öcünü almaktadır  Bu öfke dolu bir yazıdır  Agâh Sırrı Levend’in bugünkü dile aktarımıyla bu yazıda, “…genç edebiyatçıların yakın zamana dek dünkülere batırmaktan zevk aldıkları iğnelerini sinirleriyle bileyip birbirlerine saldırdıklarını; bu iğnelerin zehirli uçlarında kibir, alay, küçümseme, aşağılatma bulunduğunu; hepsinin kendini haklı gördüğünü kaydettikten sonra müebbed mesele dediği dil sorununa geçiyor  Düşünceleriyle değil, ama üsluplarıyla edebiyatta bir geri dönüş hareketi yapan birkaç kişiyle birtakım yaldızlı baloncular bir yana bırakılırsa, herkesin dilde sadeleşme isteğinde bulunduğunu” belirtiyor (Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri; TDK Yayınları, 1972, s  325)  Celal Sahir, bu yazıda şunları da söylüyor: “Fakat gariptir ki niyetleriyle ve yazılarıyla bu gayeye teveccüh eden ekseriyet (bu amaca yönelen çoğunluk) ayrı ayrı yollar takip ediyor; birbirini tanımıyor, anlamıyor ve itham ediyor (suçluyor)  (…) Yeni lisan cereyanı (yeni dil akımı), sadeliğe doğru mütemadiyen (sürekli) ilerleyen lisanımızın bu husustaki hatvelerini (adımlarını) biraz tesriden (çabuklaştırmaktan) başka hiçbir netice husule getirmeyecek (çıkarmayacak) zannediyorum  (…) Bütün bunlardan anlıyoruz ki herkes lisanın sadeleşmesi arzusundadır ve her nokta-i nazardan terakkimizin (her bakış açısından gelişmemizin) anahtarı budur  ” Celal Sahir’in ve o dönemin aydınlarının ateşli tartışmaları da gösteriyor ki, günümüzde hâlâ Dil Devrimiyle hesaplaşma içinde olanlar, büyük bir yanılgı içindedir  Celal Sahir, 1910’da Türk Derneği’nin bir toplantısında şunları da söylüyor: “Biz bugün Türklerin pek çoğu tarafından kullanılan konuşma dili ile yazı dili arasındaki büyük ayrılığı azaltarak ikisini birbirine yakınlaştırmaya, böylelikle edebiyatımızın, her türlü yazılarımızın yalnız birkaç bin kişinin halledebileceği bir bilmece olmasından kurtulmasına uğraşacağız  Benim istediğim yalnız budur  ” Celal Sahir’in 1900’lerdeki bu isteğini, 2000’lerde kavramamış olanlar, Yazı ve Dil Devrimlerinin dayatma olduğu, dilin amaçlı olarak bozulduğu savına tutunmaktadırlar  Mustafa Kemal’e dilde devrim yaptıran bilinç, işte cumhuriyet öncesindeki bu kaynaklardan beslenmiştir   Celal Sahir Erozan’ı saygıyla anıyor, düşüncelerinin, dil sevgisinin gelecek kuşaklara da yol gösterici olacağına inanıyoruz  CELAL SAHİR EROZAN’IN YAPITLARI Beyaz Gölgeler (1898 -1909 arasında yazdığı şiirler), Buhran (1909), Siyah Kitap (şiirler, düzyazılar; 1911)   ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER O GELİYOR Yıl, 1919, Mayısın on dokuzu   Kızaran ufuklardan kaldırıyor başını Yeryüzüne can veren Cana heyecan veren Al yüzlü oğan güneş! Takanın burnu nasıl Karadeniz'i yırtar; Siz de bir anda öyle yırtınız uykunuzu, Uyanın Samsunlular! Kurutacak gözlerde umutsuzluk yaşını Al yüzlü oğan güneş! Bugün Çaltı Burnundan gülerek doğan güneş! Yıl, 1919, Mayısın on dokuzu  Uyanın Samsunlular! Uyumak ölüme eş, Diriltin ruhunuzu  Ufukta bir gemi var! Fakat bu gemi niçin böyle yavaş geliyor? Acaba yolu mu az, yoksa yükü mü ağır? Bu gemi umut yüklü, inan yüklü, hız yüklü; İçinde bu vatanın derdiyle yanan bağır, Kurulacak yarını düşünen baş geliyor  Bir baş ki gökler gibi bir küme yıldız yüklü! Bu gemi onun için böyle yavaş geliyor   Yıl, 1919, Mayısın on dokuzu  Ufukta duran gemi gitgide yaklaşıyor Sanki harlı bir ateş Yakıyor ruhumuzu  Beklemek üzüntüsü her gönülden taşıyor  Üzülmemek elde mi? Hız yüklü, inan yüklü, umut yüklü bu gemi! O umut yayıldıkça ruhlara sıcak sıcak, O hız doldukça bütün damarlara kan gibi, Gizli gizli inleyen her yürek canlanacak, Ateşler püskürecek uyanan volkan gibi! Gittikçe büyükleşen, Gölgene dikilmekten, Karardı gözlerimiz  Koş, atıl, gemi, sana engel olmasın deniz! Ak saçlı dalgaları birer birer kes de gel! Kuşlar gibi uç da gel, rüzgâr gibi es de gel! HAYAT Bir cinayet eli gibi, Bir cengâver beli gibi Git al da gel, kuşan da gel Hançerini, kılıcım en kıyıcı silâhını; Gözlerini kan bürümüş deli gibi Zincirlerden boşan da gel! Hiç dinmiyen o sebepsiz hiddetinle Bana saldır! Sonra kaldır, Kaldır hüsnündeki tesir Her faniyi sana esir Eden o zalim başım, Bak ve dinle: Gönlümün ahı, Gözlerimin yaşını! Gördüğün ne? Bir güler yüz! İşittiğin? Bir kahkaha! Yazık sana! Uğraşırken en bahtiyar fanilerle, Pembe saadetlerinde bir siyah süs Gibi küçük bir kederle Herbirini harap eden sana yazık! İki düşük omuzla bir sıska göğüs, Bir hasta baş    Böyle dermansız düşmana, Sen ki elinde bin dert, Yenildin mi koca namert? Durmasana saldır üstüme bir daha! Bu kırk yıllık muharebe bitsin artık! BAŞIMLA GÖNLÜM Başım dedi: Dinlen; gönlüm dedi: Koş! Başım dedi: Durul; gönlüm dedi: Coş! Başım yüreksizdi, gönlüm başıboş; Varlığım arada oynadı gitti    Başımla gönlüm edemedim eş; Biri yüz yaşında, biri yirmi beş  En sonunda sardı saçağı ateş; Varlığım arada kaynadı gitti     | 
|   | 
|  | 
|  | Türk Dil İnkilabına Emek Verenler |  | 
|  06-24-2012 | #4 | 
| 
Prof. Dr. Sinsi
 |   Türk Dil İnkilabına Emek VerenlerRuşen Eşref Ünaydın (18 Mart 1892- 21 Eylül 1959) Ruşen Eşref Bey, Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu’nun ilk GENEL YAZMANI (kâtibi umumisi) idi  Kurtuluş Savaşı yıllarında da Atatürk’ün yanında olan Ruşen Eşref, Türk Devrimine inanan, devrimin yaşama geçmesi için Mustafa Kemal’le birlikte yürüyen aydınlarımızdan biridir  18 Mart 1892’de İstanbul'da doğan Ruşen Eşref Ünaydın, Galatasaray Sultanisi’ni ve Darülfünun Edebiyat Fakültesini bitirdi  Yüksem Baytar ve Yüksek Muallim Mekteplerinde Türkçe ve Fransızca öğretmenliği yaptı  Öğretmenliğiyle birlikte çevirmenlikle yazarlık yaşamı başladı (1914)  1918'de Yeni Gün muhabiri olarak Kafkasya'ya, Tasviri Efkâr muhabiri olarak Sivas'a gitti  Servetifünun, Türk Yurdu, Donanma, Tedrisat Mecmuası, Dergâh, Yeni Mecmua, Vakit gibi dergi ve gazetelerde söyleşileri ve gezi türünde yazıları yayımlandı  Dönemin genellikle ünlü edebiyatçılarıyla yaptığı söyleşiler büyük ilgi gördü; bunlarla tanındı  1920'de Ankara Hükümetinin çağrısı üzerine Anadolu’ya geçip “Milli Mücadele”ye katıldı  1922’de Buhara Elçiliği Başkâtibi oldu  Lozan Konferansında “matbuat müşavirliği” yaptı  TBMM’nin ikinci döneminde Afyonkarahisar Milletvekili seçildi  “Riyaseticumhur Kâtibi Umumisi”, Tiran, Atina, Budapeşte elçiliği; Roma, Londra ve Atina Büyükelçiliğinde bulundu  1952’de emekliye ayrıldı  Mustafa Kemal Atatürk’ün en yakın çalışma arkadaşlarından olan Ruşen Eşref Ünaydın, Mustafa Kemal’in Gelibolu’daki başarılarını yayımlayan, onun Türk ve dünya kamuoyunda tanınmasını sağlayan gazetecidir  Atatürkçülüğün ödünsüz savunucuları arasındaydı  “Röportaj ve mülakat” türlerini Türk yazınına o kazandırmıştır  Bağımsızlık Savaşı döneminde, ünlü yazıncılarla yaptığı bir dizi röportajını, Türk Yurdu dergisi ile Vakit gazetesinde yayımlamış, daha sonra Diyorlar kiadıyla kitaplaştırmıştır  Diyorlar kiadlı yapıtıyla ünlenen Ruşen Eşref Ünaydın, özellikle mütareke ve Kurtuluş Savaşının en karanlık günlerinde yazdığı yazılarıyla toplumu yüreklendirdi  İnsanların karamsar değil, güçlü olması; öfkesini, yurdunu kurtarmak için dirence dönüştürmesi için çabaladı  Bağımsızlık savaşı utkuyla bitince, bu kez Türk Devriminin yaşama geçmesi için Atatürk’ün en yakınında oldu  Türk Dil Kurumu’nun kurulmasında görev aldı  Türk Dil Kurumu’nun kuruluşunun önemli tanıklarından biridir; bu coşkulu doğumu Hatıralar adlı yapıtında bütün ayrıntısıyla anlatır: Türk Dili Tetkik Cemiyeti işlerindeki hatıralarım şöyle başlıyor  11 Temmuz 1932’de Reisicumhur Mustafa Kemal Hazretlerinin davet iltifatlarını aldım  Akşamüzeri Çankaya’ya gittim  Kendileri birkaç vakittir yeni köşke geçmişlerdi  Yukarı katta, kitap odasının yanındaki çalışma salonunda huzurlarına çıktım  Duvarları krem, döşemeleri de kahverenkli bu sade ve büyük salonun orta yerindeki uzun masanın başında oturuyorlardı  O masanın etrafında Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti azaları da vardı  O günlerde ilk tarih kongresi yeni bitmişti   Şimdi konuştukları: Gelecek yıla yetiştirilecek büyük kitabın bölümleri nasıl olacağı ve bunları kimlerin yazacağı idi  Yanılmıyorsam, o akşam orada bulunanlar şunlardı: Âfet Hanım, Yusuf Akçura, Samih Rifat, Riyaseticumhur Kâtibi Umumisi Hikmet, Yusuf Ziya, Hasan Cemil, Sadri Maksudi, Maarif Vekâleti Talim ve Terbiye Dairesi Reisi İhsan, Hamit Zübeyr, Hüseyin Namık beyler, bir de Macar Profesör Zayti Ferenç  Tarih konuşması bitmek üzere iken Gazi Hazretleri, oradakilere sordular: -Dil işlerini düşünmek zamanı da gelmiştir  Ne dersiniz? Maarif Vekâleti bütçesinden tahsisatı kesildiği 1931 Temmuzu sonundan beri, eski Dil Encümeni artık çalışmıyordu  Harf inkılabının hızından doğan bu kaynağın yeni bir varlık göstermesi çok yerinde olacaktı  Onun için, Reisicumhur Hazretlerinin yüksek düşüncesi sevinçle karşılandı  Gazi Hazretleri, - Öyle ise Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti gibi bir de ona kardeş bir dil cemiyeti kuralım  Adı Türk Dili Tetkik Cemiyeti olsun, buyurdular  Yeni cemiyetin ne gibi işlerle uğraşacağı görüşüldü  Sonunda Reisicumhur Hazretleri kendi eli ile şu resmi çizdi: (Atatürk’ün çizdiği resmi Ruşen Eşref açıklar  ) Çalışmanın çerçevesi ortaya çıkmıştı  Cemiyetin iki büyük kolu olacaktı; biri filoloji ve lengüistik, biri de Türk Dili  Filoloji ve lengüistik, hem doğrudan doğruya bu bilgilerle, hem de bu bilgiler yollarından Türk dili ile uğraşacaktı  Türk dili kolunun üç bölüğü ise, lûgat-ıstılah, gramer-sentaks ve etimoloji bakımından Türk dilini tetkik ve tespit edecekti  Reisicumhur Hazretleri, - Yarın hükümete bir istida verip cemiyetin iznini almalı  Fakat bunun için daha önce bir reis, bir de umumi kâtip seçmeli  Ben her ikisini de burada, aramızda görüyorum, dediler  Eli ile Samih Rifat Beyi göstererek, - Zatıâliniz bunun reisliğini alırsınız, buyurdular  Umumi Kâtipliğe lütfen beni münasip gördüler  - Şimdi iki âza için de iki arkadaş düşünürsünüz, dediler  Samih Rifat Bey ve ben, bize çok şerefli bir iş emreden Reisicumhur Hazretlerinin yüksek teveccühüne teşekkür ettik  Âzalar için Yakup kadri Beyle Celal Sahir Beyi söyledim  - Pekeyi, dediler  Celal Sahir Bey veznedarlığa, Yakup Kadri Bey de âzalığa seçildi  Reisicumhur Hazretleri, - Zannederim şimdilik Türk Tarihi Tetkik Cemiyetinin nizamnamesini alırsınız  Lazım gelen yerlerine cemiyetinizin adını ve gayesini yazarsınız  Yenisini sonra düşünürüz, dedi  Böylece millete yararlı birçok iş gibi Türk Dili Tetkik Cemiyeti de GAZİ MUSTAFA KEMAL’in başından doğdu  *** Hemen ertesi günü, 12 Temmuz 1932’de İçişleri Bakanlığına şu dilekçe verilir: “Dahiliye Vekâleti Celilesine, Muhterem Efendim, Türk dili hakkında tetkikat ve neşriyatta bulunmak maksadiyle ve merkezi Anakarada Halkevi binasındaki dairede bulunmak üzere Türk Dili Tetkik Cemiyeti adıyla ilmi bir cemiyet teşkil edilerek nizamnamesi merbuten takdim kılınmıştır  Cemiyet İdare Heyeti azalarının isimleri ve imzaları arizamızın altında yazılıdır  Cemiyetin mesul murahhası ve umumi kâtibi Afyon Karahisar Mebusu Ruşen Eşref Beydir  İcap eden resmi muamelenin ifasına müsaade buyurulması rica olunur, efendim  Türk Dili Tetkik Cemiyeti Reisi Çanakkale Mebusu Samih Rıfat Umumi Kâtip Afyon Karahisar Mebusu Ruşen Eşref Âza ve Veznedar Zonguldak Mebusu Celal Sahir Âza Manisa Mebusu Yakup Kadri” Bu başvuru Dernekler Yasası gereğince Emniyet İşleri Genel Müdürlüğüne gönderilmişti  Derneğin tüzüğü, amacı ve kurucuların kimlikleri açısından bir sakınca bulunmadığı saptanmış ve hemen ertesi 13 Temmuz günü çalışmalara başlanılması için gereken izin belgesi verilir  Türk Dili Tetkik Cemiyeti o yılın şubat ayında açılan Ankara Halkevinde ayrılan bir odada çalışmalara başlamıştı  Atatürk 15 Temmuzda yazlık çalışmaları için Yalova’ya hareket ederken trende yanına aldığı Samih Rıfat ve R  E  Ünaydın ile dil sorunlarını konuşmuştu  İstanbul’da toplanması öngörülen kurultay, yani genel kurul hazırlıkları ile uğraşan Ünaydın, ağustos sonlarında Yalova’ya gittiğinde karşılaştığı durumu, “Gazi Hazretlerini eski, yeni yerli, yabancı kamuslardan (sözlüklerden) öz Türkçe sözler aramakla, filoloji ve lengüistleri ortaya koymakla meşgul gördüm” diye aktarmaktadır   Ruşen Eşref, Yalova’ya gittiğinde Samih Rifat’ı göremez  Çünkü Türk Dili Tetkik Cemiyetinin Başkanı Samih Rifat’ın hastalığı ilerlemiş, başkan evine kapanmak zorunda kalmıştır  Ruşen Eşref şöyle sürdürür anılarını: Gazi Hazretleri, Dil Cemiyetinin çalışması işinde, gene kendi kurduğu Tarih Cemiyetinin çalışması işinden büsbütün ayrı bir usul tutmuştu  Tarih işinde yaptığı programa göre önce tez kurulup yazılanlar bilirlere gönderilerek tenkitleri istenmişti  Sonra tarih muallimleri ile tarihçilerden mürekkep büyük bir mütehassıslar kongresi toplanmıştı  Dil işinde ise çizdiği program şu idi: Önce kurultayı toplamak, tezi orada anlatmak, dil mütehassıslarının, ediplerin, şairlerin, gazetecilerin, muallimlerin düşüncelerini dinlemek, bütün milleti kendi dilinin işlerinde alakalandırmak, nizamnameyi, programı kurultayda konuşturtmak… Merkez heyetini ona seçtirtmek, sonra hızla çalışmaya geçmek  *** 26 Eylül 1932’de de Birinci Türk Dili Kurultayı başlar  Yaklaşık on gün süren kurultay Ruşen Eşref’in şu coşkulu konuşmasıyla biter: Büyük Önder, Aziz Dinleyenler, İlk Türk Dil Kurultayı bugün sonuna eriyor  Böyle büyük ve tarihi bir vazifeyi gören kurultayı saygı ile selamlarım  Güzel İstanbul’a ne mutlu ki Harf İnkılabı ilkin onda hazırlanmıştı  Dil İnkılabının ilk hızı da şimdi onda başlıyor  Arkadaşlar! On gün her biri saatlerce süren celselerde Vekil Bey, âlimler, edipler, şairler, münekkitler, dilciler, gramerciler, istilahçılar söz aldılar; derin düşüncelerini söylediler  Özlü bilgilerini anlattılar  Bunları bu salondakiler dinlediği gibi, havaları aşarak yurdun dört bucağına sesimizi duyuran demir ağızlar (radyo) önüne toplanmış bütün yurttaşlar da dinlediler  O yurttaşlar ki, Kurultayımızı kutlamak için yolladıkları binlerce tel yazıları, göreceğiniz gibi bir millet sesi idi  Önümüzde daha zaman olsaydı; kadın erkek nice hatibin biribirinden değerli sözlerini dinleyecektik  Onların söylenmemiş olması, söylemek istedikleri şeyin duyulmayacağı demek değildir  Umumi kâtiplik, elindeki yazıları umumi merkez heyetine verecektir  Bunlar ilerde bastırılıp yayılacaktır  Böylece kurultaya yurdun dört bucağından getirilmiş olan hiçbir armağan sayılmadan unutulmuş, sunulmadan saklanmış olmayacaktır   Arkadaşlar, Bütün hatiplerin sözleri kurultay programının yedi maddesi üzerinde toplandı  Bu program, Türk dilini üç zaman içinde düşündürüyordu  Dilimizin dünü, bugünü, yarını  Onun için diyebilirim ki, bu program, tarihi ve coğrafyası olan bir programdır  Çünkü Türk dilini zaman ve mekân içinde göz önüne koyuyordu  Gördük ki Türk dili genişlikten yana Asya’nın göbeğinden, Büyük ve Atlas Oseanların (Okyanuslarının) kıyılarına, Hint Oseanının (Okyanusunun) kıyılarından Finlandiya Körfezi kıyılarına kadar yayılmış bir ummandır  Derinlikten yana ise, insan zekâsının en ıraklardaki belirtisine kadar gider uçsuz bucaksız bir yoldur  Gördük ki dilimiz, tarihin en ilk izlerinin de ötesine varabilen devirlerdeki büyük muhaceretlerin dili olmuştur  En ilk ve eski kültürlerin dili olmuştur  En ilk zaferlerin dili olmuştur  Bugünkü lengüistiğin kök diye baktığı Sanskritçe, Yunanca, Latince gibi dillerin de daha kökünde duran bir dil… Sümerce, Etice gibi ilk ön Asya medeniyetlerinin de dili olsa gerek… Bu kadar uzak benliği olan dilimiz Fatihlerin orduları ile medeni alışverişlerin yolu ile eski yeni dünyaları kaç boy dolaşmış, kendi varlığından nice izler bırakmış… O pek yakın bir geçmişte bile Afrika’nın Cezayirinde, Sudanında; Avrupa’nın Nemçe sınırlarında konuşuluyordu  Bugün bile onun coğrafyası her dilin çözemeyeceği çizgileri çok ötelere aşmaktadır  O, hâlâ Balkanlardan Hint sınırlarına, Çin içerlerine, buzlu istep derinliklerine kadar her yerde konuşuluyor  Onun her bir lehçesi bir diyarı tutmuş, bir iklimi benimsemiş, orada kendinden olmayan dillere göğüs geriyor  Birçok yerde mektepsiz, bakımsız kalsa da halkın bağrında bir ruh zırhına bürünmüş olarak diri duruyor  Türkçe: Buyrukların dili, yurt, yapı kuranların dili; ülkeler gibi denizleri de şanla aşmışların dili; toprağı işleyenlerin dili; beyinleri uyandıranların dili; sevgilerin dili; sızıların dili… Türkçe: Analarımızın dili; anadil, diller güzeli    Yerine göre kılıçtan keskin, çelikten sert, kayadan sarp, boradan hızlı, bürümcükten ince, kelebekten uçucu, çiçekten renkli, kokudan tatlı, altından parlak, sudan duru Türkçe     Coşgunların hızını, dertlilerin iç sızısını, delikanlıların sevgisini, inanını, güler yüzlü kızların kıvraklığını, babaların öğütlerini, anaların yumuşak yürekliliğini, kızgınların öfkesini, kırgınların iniltisini, şenlerin şakasını, göklerin ıraklığını, suların canlılığını, ay ışıklarının oynaklığını, güneş parıltısının keskinliğini, iç yaşayışlarımızı da dış yaşayışımız gibi her dilden duygulu anlatan Türkçe    Bize hayatı anlatan, hayatı kendisi ile anladığımız Türkçe    Bizi birbirimizle anlaştıran; dünya milletleri içinde bize şanlı ve belirli bir varlık veren Türkçe… İşte bu kurultayda on gündür onun başından geçenleri, onun uğradığı bakımsızlıkları, onun kendisinde kalan zenginliği, onun ileride alacağı gürbüzlüğü düşündük  Onu ilk defadır ki bu kadar toplu, bu kadar sürekli, bu kadar candan düşünüyoruz  Yarına bir abide yüceliğinde geçecek bir vesika, bir kitap bıraktık  Yeni bir Turfan abidesi… Tarih en büyük düşünce hareketlerinin belirti noktaları dile Perikles devrinden, Augustos devrinden, rönesanstan, On Dördüncü Louis devrinden, Büyük Frederik devrinden bahseder  Bunlara adını verenlerin bunlarla ne kadar uğraştıkları ise çok belli değildir  Fakat bu devirlere eş bir devir de biz yaşıyoruz  Mustafa Kemal devrinin düşünce hamleleri bizim için onlardan çok uyarıcı ve başarıcıdır  Adını taşıyacak devrin ilk başında o kendisi, Mustafa Kemal duracaktır  Sakarya’da, Dumlupınar’da olduğu gibi, şapkada da harfte de, tarihte de dilde de baş o olmuştur  Bunlarda onun hizmetinde çalışmış olanlar, bahtın eliyle alınları sığazlanmış fanilerdir  Bu abidelerin usta başısı yalnız odur  Bu program da odur  Bu program Mustafa Kemal’in bir meseleyi nasıl düşündüğünün grafiğinden başka nedir? Bir davayı bütün gerçekliği ile göz önüne getirmek, onu zaman ve mekân içindeki yerine, sırasına koymak, beynin laboratuvarında inceden inceye elenip dokunmuş bu işin nasıl bir iş olduğunu görmek, göstermek, düşünceleri o iş etrafında bir araya toplamak, o işten çıkan neticeleri ilerisi için hedef edinmek: İşte Mustafa Kemalce düşünüş bu demektir   Bu kurultayın programı da bu cemiyetin kurulması gibi o biçim düşünüşün bir örneğidir  Mustafa Kemalce düşünmek demek, tahlil ve terkibetmek, şuurlaştırmak, nizamlaştırmak, sistem haline komak demektir  Bu usul Çanakkale’den dil kurultayına kadar aynı hızı ve sırayı gösterir  Yaptığı işlerin hiçbiri kolay değildi  Onun ve hepimizin bu sarayda oturması için önce onun yıkılmış Türkiye’yi, verilmiş İstanbul’u kurtarması gerekti  Onun da bizim de İstanbul’da oturabilmemiz için yeni Türkiye’nin kurulması gerekti!    Her biri tarihte bir büyüğe sonsuz şan olacak bu dev işlerinin her birinden sonra, o, artık yeter deyip dinlenseydi, hangimiz ona, yoruldu diyecektik  Fakat o, bizi kamaştıran her büyük işi kendinin bir gün işi gibi görüyor  Vazifesini bitmiş saymıyor  Bu dünyada hangi işi görmeye geldiğini yalnız o biliyor  Onun için ömrün bütün çizgileri içine bir milletin asırlarını sığdırıyor  Çağlayan akıyor  Ondan bütün tarlalarımıza bolluk, bütün karanlıklarımıza ışık, bütün makinelerimize hareket almak bizim borcumuzdur  Bizim yurdumuzda onun gibi bir kuvvetimiz bulunması, bizim bahtımızdır  Bugüne kadar dağınık dilekler, geçici özleyişler, büyük emeller şuradan buradan beliren birer sızıntı idi  O, işi eline aldığı günden beri ise umumi bir şuur oldu, bir nizam, bir sistem oldu; milletleşti, devletleşti, yeni ve engin bir hız aldı!    Ey bizden daha genç olanlar! Bu emekler, bu dilekler sizler içindir! Bu dille sizler, ne mutlu, bizlerden daha çok ve güzel konuşacaksınız  Hele anaların kucağında ilk sözleri öğrenen Türk çocukları! Ah sizin konuşacağınız, sizin yazacağınız Türkçeyi duysaydım! Sizin ve sizin çocuklarınızın ağzında Türkçe kimbilir ne güzel, ne duru bir varlık olacaktır! Onu yarınki dâhi sanatkârlar kimbilir daha ne imrenilecek yeniliğe ve güzelliğe yükseltecektir  Onlar da unutmasınlar ki, bu yolu onlara ilkin Mustafa Kemal açtı   Böyle bir yolun başında bulunmuş olduğunuz için bahtlısınız arkadaşlar, hem de Mustafa Kemal’i görerek, reylerinizle açtığınız yolun güzelliğini görerek     Ruşen Eşref Ünaydın’ı saygıyla anıyor; düşünce ve yapıtlarının gelecek kuşakları da aydınlatacağına inanıyoruz  RUŞEN EŞREF ÜNAYDIN’IN YAPITLARI: Diyorlar ki (Bu yapıt, sanat ve düşün insanlarıyla alanlarına ilişkin sorunları ele aldığı konuşmaları içerir; 1918  Şemsettin Kutlu’nun hazırlamasıyla ve yeni harflerle 2  basımı 1972’de yapılmıştır), Geçmiş Günler (1919, 1942), Tevfik Fikret (1919, Fikret’le ilgili anılar), Ayrılıklar (1923), Damla Damla (1929, 1947; düzyazılar ve şiirler), Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal’le Mülakat (1918’de Yeni Mecmuada yayımlanan konuşmalar, daha sonra 1930, 1933, 1954’te kitap oyarak yayımlanmıştır), Boğaziçi, Yakından (1938), Hatıralar (1943), Atatürk’ü Özleyiş (1957, cephe anıları), Atatürk’ün Hastalığı (1959, Prof  Nihat Reşat Belger’le mülakat)  Ünaydın’ın ölümünden sonra basılan İstiklal Yolunda (1960) ve Çanakkale’de Savaşanlar Dediler ki (1961) adlı iki yapıtı daha vardır   | 
|   | 
|  | 
|  |