Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Kültür - San'at & Eğitim > Kitap Dünyası

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
anar, ihsan, oktay, suskunlar

Suskunlar - İhsan Oktay Anar

Eski 03-09-2012   #1
[KAPLAN]
Varsayılan

Suskunlar - İhsan Oktay Anar



Eflâtun rengi hayaller kuran bir "suskun"un sözleridir, bu roman İşittiğini gören, gördüğünü dinleyen, dinlediğini sessizliğin büyüsüyle sırlayan ve tüm bunların görkemini hikâye eden bir adamın alçakgönüllü dünyasına misafir olacaksınız, satırlar akıp giderken O ise, muzip bir tebessümle size eşlik edecek, sessizce Sayfaları birer birer tüketirken, benzersiz erguvanî düşlerin "gerçekliği"nde semâ edeceksiniz ve bu düşlerden âdeta başınız dönecek



Hayat kadar gerçek, düş kadar inanılmaz bu dünyanın tüm kahramanlarının seslerini duyacak, nefeslerini hissedeceksiniz Çünkü Suskunlar, sessizliğin olduğu kadar, seslerin ve sözlerin, yani musikînin romanıdır Sonsuzluğun derin sessizliğinin "nefesini üfleyen" ve ona "can veren" bir adamın hayallerinin ete kemiğe bürünmüş kahramanları, en az sizler kadar gerçektir; ya da siz, en az onlar kadar bir düş ürünü Bağdasar, Kirkor, Dâvut, Kalın Musa, İbrahim Dede Efendi, Rafael, Tağut, Veysel Bey ve diğerleri Onlar, sessizliğin evreninden İhsan Oktay Anar'ın düş dünyasına duhûl ederek suskunluklarını bozmuşlardır

Bir meczûp aşkı tattı, bir âşıksa aşkına şarkılar yazıp ruhunu maviyle bezedi; diğeri, kaybolduğu dünyada bir sesin peşine düşerek kendini buldu Nevâ, belki de, herkesin âşık olduğu bir kadının pür hayâliydi Hayâlet avcısı, kendi ruhunu yakalamaya çalıştı Zâhir ve Bâtın ise, zıtlıkların muhteşem birliğinde denge bulan iki ayrı gücün cisimleşmiş hâliydi

Suskunlar'ı okuduktan sonra aynaya bakmak, yansıyan aksinizde gerçeği görmek, gördüğünüzü işitmek ve duyduklarınızla sağırlaşıp susmak isteyeceksiniz Sayfalar tükenip bittiğinde, kim bilir, belki de "suskunlar"dan biri olacaksınız

(Tanıtım Yazısından)

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Suskunlar - İhsan Oktay Anar

Eski 03-09-2012   #2
[KAPLAN]
Varsayılan

Cevap : Suskunlar - İhsan Oktay Anar



İhsan Oktay Anar'ın son kitabı olan Suskunlar bir dede, dedenin oğlu ve onun oğlllarının hayatlarından bağlantılarla farklı dünyaları görebilme fırsatı verir okuyuculara Anar son kitabında da tarzını değiştirmemiş; hikaye içinde hikaye anlatmıştır Zihnin labirentinde kah gülecek kah dans edeceksiniz Öyle ki; gülerken bile düşünmekten vazgeçemeyecek, Anar'ın tarzına hayran kalacaksınız Bir yiğit düşünün ki kocadığında hi haz etmediği o semavi dinlerin müziğini çalacak ve o dede çartesizliğinden, yer yer cimriliğinden dillerden dillere düşecektir Bu naif delikanlının ise oğullarının da onun gibi olduğunu görmek dede için daha da zor sonuçlar getirecektir Büyüklere masallar tadında olan bu kitaba başladığınızda başlangıcı unutacak ve bitirdiğinizde hala başta olduğunuzu hissedeceksiniz

OKUYUCU YORUMLARI :

1) okuduğunuzda, çok pişman olacaksınız ve yazara çok kızacaksınız ben oldum keşke okumasaydım ne güzel yeni başlıyor olurdum pişmanlığı var üzerimde ve çok kızıyorum oktay anar'a, niye 10 günde bir kitap yazmıyor diye ah ne güzel olurdu

şaka bir yana, çok geniş bir ekibin bile yapamayacağı işleri bir başına yapıyor ve saygıyı hak ediyor sayın anar

----------

2) Kostantiniyye'nin sokaklarında esrarengiz kimesneler geşt ü güzâr ediyor imiş Evvelâ Yedikule cânibindeki hayâletle başlıyor müellif devâmında saray-ı hümâyûn'un mehter takımına mensub ve "cimri" Kalın Musa'dan devâm ediyor En son, kitaba abim el koymadan evvel, Galata'da Davut'un Nevâ ile karşılaşmasını görebildim

-----------

3) Kâdim zaman bilgeleri derler ki; "Belagatteki en yüksek mertebe hiç konuşmamaktır"

Yazar bu kavrama yeni bir açılım daha getiriyor zannımca; "Mûsikideki en yüksek mertebe sessizliğin bizzat kendisidir"

Bunca gürültücü "mühmelât" arasında, böyle suskun felsefiyatı anlatmak, ancak bu kadar yoğun bir emek ve dikkatle mümkün oluyor galiba

------------------

4) kitabı okurken; bir neyzenin üflediği, nerden geldiği belli olmayan ney'in sesi kulaklarınızda çınlarken, düşlere dalacak ve eflatun'u çağıran o gizemli sesi duyacaksınız

o sesin peşinden belki anar'ın tarif ettiği konstantiniye sokaklarını, mahallelerini, hanlarını, hamamlarını, kaldırımlarını arşınlayacaksınız


belki muhayyer hüseyin efendi'yi, kalın musa'yı, mağdumu veysel efendi'yi görürsünüz

gözünüze kirkor, bagdasar çarpar kimbilir

kiptilerin neşeli müziğini duyarsınız oralarda

ya da davut gibi mukemmel ama eksik olan saz semaisinin gizemini çözmeye çalışır ve ya galata mevlevihanesi'nde her gece hücresinde kendisine sadece bir günah işleme hakkı ve kudreti vermesi için allah a yakaran ibrahim dede'yi görür; sizde onunla dua edersiniz ve oradayken semazenlerle sema eda edersiniz

belki de neyzen batin efendi ve mahdumu zahir'le karşılaşırsınız ve neyzen batın'ın ney'i ile üflediği hayat nefesinin peşine düşersiniz

çapraz bayram, kabil, rafael, lazar ya da tagut çıkıverir karşınıza

cüce efendi ve alessandro perevelli'nin sırrını, güzeller güzeli yeşil gözlü neva'yı, mavi bir ışık hüzmesi halindeki asım'ın hayalini buluverirsiniz

yedikule kahininin tüm masalın sonunu gördüğü venedik aynasına bakarsınız kahinle birlikte belkide

ve/ ya da eflatun gibi susup sessizliğin sesi oluverirsiniz sizde işte o zaman gerçeği anlayan gözünüz görmeye başlar ve "suskunlar" arasında yerinizi/yerimizi almış olur

---------

5) İhsan Oktay Anar, her romanında büyüleyici bir başka dünyaya sürüklüyor okurunu Kendine özgü anlatım dilinin tüm inceliklerini, bir nakkaş ustalığıyla sergiliyor "Suskunlar", "Puslu Kıtalar Atlası"ndan sonra yazarın en etkileyici romanı bana göreTanrı, şeytan, insan sembolizmiyle, evrenin gizli müziğine suskunların dünyasından tanıklık ediyor, bu sessiz kahramanlara nefes üfleyen, can veren bir ustanın sonsuz düşlerinin izini sürüyoruzBir kez daha, aynı keyifle

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Suskunlar - İhsan Oktay Anar

Eski 03-09-2012   #3
[KAPLAN]
Varsayılan

Cevap : Suskunlar - İhsan Oktay Anar



İhsan Oktay Anar "Suskunlar"


SUSKUN MÜZİK OLUR MU?


“Her musiki, sesin değil de, aslında sessizliğin bir taklidi
(s231)

Bazen aklıma takılır, sofu, dinci ve muhafazakâr politikacılar nasıl olur da Mevlana’yı överler diye Gerçekte tam anlamıyla felsefesini anlasalar aynı şekilde sahip çıkarlar mı diye sormadan edemez insan (ya da şöyle sormalı, felsefesini anlayan zaten softa olabilir mi?) İbadetlerini hareket ve müzikle eden Mevleviler, nitekim gerici çevrelerin baskısı ve yasaklamalarıyla tarih boyunca karşılaşmışlar Başka bir açıdan daha bakarsak, dini kurumlar sanatları her zaman emirlerinde kullanmışlar fakat bazen sanatların gelişmesine de engel olmuşlar böyle yaparak
İhsan Oktay Anar’ın son romanı “Suskunlar” bu düşünceleri yeniden okurun aklına düşüren cinsten bir kitap

Konuya ilkçağlardan Pisagor ile başlamak belki en doğrusu Pisagor, evrende her şeyin tam sayıyla özleştiğini söyleyen ilk düşünürlerden biridir Doğanın tümüne yansıyan bir kusursuzluk görür filozof ve bu kusursuzluğu zihin ancak yaratılış hikâyesiyle birleştirdiğinde anlamlı olur Müzikle de uğraşan ve Babil’de aldığı eğitim sonucunda matematiğin kutsallığına inanan Pisagor, müzikal sesleri de aynı kusursuzluk teması üzerine kurar

Yüzlerce yıl Pisagor’un kuramları müzik kuramcılarını etkisi altında tuttu Müzik de evren gibi tam bir matematiksel kusursuzluk üzerine kurulu olarak düşünüldü Notalar arasındaki aralıklar, bu kusursuzluğun simgesiydi Bu felsefeden etkilenen ortaçağ kuramcıları, bazı bozuk akorlara “musica ficta” diyerek, şeytanın işi saymaya kadar götürdüler Do ile fa diyezin birlikteliği şeytan aralığı olarak düşünüldü ve kilise müziklerinde (hatta tüm müziklerde) kullanılması bir dönem için yasaklandı

“Suskunlar” tam da bu konuyu romanın merkezine yerleştirmiş Kusursuz aralıklarla, tam armoni yaratmak nasıl ilahi bir erdem sayılıyorsa, bu armoniyi kıran, bölen ya da parçalayan sesler de şeytana ait sayılıyordu Şeytan tanrının yarattığı kusursuz evreni bozmak üzere yeryüzüne inmişti Anar romanında, şeytanın kullandığı ses aralıklarını, kusursuz ulvi ahenk ile karşılaştırarak, romanın gerilimini yaratmış Tanrı, insanın içine nefes üfleyerek can vererek neyzene benzetilmiş; Şeytan ise sadece evrensel uyumu değil, insanın yarattığı sanatsal kusursuzlukları da bozarak Tanrı ile insan arasına girmiş

İhsan Oktay Anar’ın diğer romanları gibi “Suskunlar” da basit birkaç tümceyle özetlenecek türden bir kitap değil Yine de konu, Udi Davut adında bir gencin çözmesi gereken üç sorun etrafında toparlanabilir Davut’un çözmesi gereken ilk sorun, yürek paralayan hüzzam eserin kemençesinden dökülmeye başlamasıyla, aşk acısı çeken Paşa hazretlerinin genç yeğeninin son nefesini vermesine neden olan babası Veysel’i atıldığı zindandan kurtarmak İkinci görevi cimriliğiyle nam salmış dedesi Kalın Musa’nın, oğlunu kurtarmak için ödemesi gereken altınlarından ayrılamadığı için geçirdiği felci iyileştirmek Üçüncü ve en önemli sorunu da, can-ı cananı, biricik aşkı, yüzünü sadece bir kez görebildiği güzeller güzeli Nevâ’ya musallat olan hayaletten sevdiği kızı kurtarmak

Bütün bu sorunları çözmek üzere yola çıkan Davut’un başında, bir de canı gibi sevdiği ikiz kardeşi Eflatun’un ölüm tehdidi altında olması derdi vardır Bütün bunlar, Konstantiniye’de, hattat ve şair olan, ayrıca müzikle yakından ilgilenen III Ahmet’in tahta geçmesinden sonraki yıllarda yaşanır Burada duyulan tek sesler ilahi notalar değildir, ayrıca “gece gizlice girdikleri evlerde masum çocukların kanını iştahla emen upirlerin dudak şapırtıları, insan eti yiyen lanetli gülyabanilerin homurtularını, yağmur ve kasvet yüklü kara bulutlardan ve kapkara kâbuslardan kopup gelen karakoncolosların böğürtülerini de” işitebilirdi dikkatle dinleyenler

“Suskunlar”da Anar’ın dili her zamanki gibi yine ironi dolu İlk başta romanın adı: “Suskunlar” müzik ile ilgili bir romanın adı olarak cilveli bir anlam taşıyor Fakat bundan önemlisi roman boyunca karakterleri tanıtırken kullanılan alaycı zıtlıklar Örneğin cimriliğiyle ünlü bir adamı anlatırken “gönlü zengin biriydi” diye söze başlıyor ve o kişi için asla cimri demeden, ne denli zenginlikten yoksun bir gönlü olduğunu bir iki örnekte gösteriyor Bu zıtlıklar sadece ironi için değil, romanda konuyu başka yönlere çekmeye de yarıyor Mevleviliğin, hatta Doğu inanışlarının temelinde yatan çelişik düşünceleri de bu yolla besleme fırsatı buluyor yazar Aşırı doğru olanın yanlışa kayması, aşırı yanlışa kayanın da doğru yola geçmesi ya da kimsenin duymadığı sesleri duyanın sağır olması gibi çelişkileri de romana metafizik genişleme vermek açısından kullanıyor

Roman, yan ve roman için pek de önemli olmayan karakterlerin hikâyesiyle başlıyor ve bunlarla çok renkli bir tablo çiziyor Anar, sanki tüm şehrin ve yaşayanlarının günlük hayatlarına sokuyor okuru Bu hikâyeleri “Muhteşem Neyzen Batın’ın mahdumu Zahir’in şehre gelmesinden önceydi” ya da “elbette bunlar Cüce Efendi’nin Sofuayyaş Mahallesi’ne gelmeden önceydi” diye ilerleyen sayfalarda neye dikkat etmemiz gerektiğini aralarda önceden haber veriyor Daha romanın ilk satırlarından itibaren şehirde her şeyin Tağut Efendi ve Neyzen Batın’ın varlıklarıyla değişeceğini hissettiriyor

Gerçekten de öyle oluyor Mitoloji ve kutsal metinlerden besleyerek yarattığı bu kahramanlar, Tağut ve Neyzen Batın, şeytani ile tanrısal olanı temsil ediyorlar Aynı temsil ettikleri gibi, onlarda doğrudan eylemde bulunmuyorlar Kötülük ve iyiliğin yayılması için insanları kullanıyorlar Biri Cüce Efendi’yi diğeri de oğlu Zahir’i kullanıyor Romanın en hoş bölümlerinden biri, Zahir’in İsa peygamber ile özdeşleştiği satırlar İsa’nın ekmek ile şarabı, eti ve kanı olarak sunması gibi Zahir de kavun ve rakıyı sunuyor şakirtlerine Yine aynı İsa gibi gammazlanacağını biliyor ve sonu geldiğinde babasına haykırarak neden onu yalnız bıraktığını soruyor (kullandığı dil aynı olmasa da!) “Ah Beybaba! Ah be Babalık! Niye çamura yattın?”

“Suskunlar”ı okuduktan sonra, İhsan Oktay Anar’ı okurlarının bunca sevmelerinin (ve tabii benim de sevmemin) nedenini düşündüm İlk başta, kuşkusuz, sadece ona özgü olduğu düşündüğümüz nefis bir dil üretmesi geliyor, bu dil argodan, sokaktan, tarihten, bilimden ve felsefeden eşit ölçüde beslenmiş Sonra okuru şaşkına çeviren bir hayalgücüyle karşılaştığımızı fark ediyoruz Belki biraz hastalıklı bile geliyor bu hayalgücü ama hiç olumsuz anlamda değil, hastalıklı çünkü “normal” sayılan her şeye karşı, her şeyin ötesinde

Suskunlar / İhsan Oktay Anar / İletişim Yayınları / 2007 / 269 sayfa

(Bu yazı Dünya Gazetesi Kitap ekinin 2 Kasım 2007 tarihli ekinde yayınlanmıştır)

Kaynak : YAZIN SANATI: İhsan Oktay Anar "Suskunlar"

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Suskunlar - İhsan Oktay Anar

Eski 03-09-2012   #4
[KAPLAN]
Varsayılan

Cevap : Suskunlar - İhsan Oktay Anar



Yazan: Cemal Şakar

Bize masal içinde masallar anlatan İhsan Oktay Anar’ın son romanı Suskunlar, İletişim yayınları arasında çıktı Romanlarını, ele aldığı konuya ait geniş bir sözcük dağarcığıyla yazan Anar, son romanını da musiki etrafında kurar; tabii ki, musikiye ait oldukça geniş bir dağarcıkla Bu konuda öylesine gayretkeştir ki, musikiye uzak biri için sözlükler de kâr etmez; tıpkı Amat’taki gemi ve denizcilik terimleri gibi

“Başlangıçta sükût var idi Ve her yer karanlık idi Ve Yaradan Yegâh makamında terennüm eyledi” Bu yaratılışın birinci günüdür ve Yegâh makamındadır; ikincisi Dügâh; üçüncüsü Segâh; dördüncüsü Çârgâh; beşincisi Pençgâh; altıncısı Şeşgâh ve Tanrı’nın yaratış sonrası dinlendiği yedinci gün ise Heftgâh’dır Heftgâh makamının niseb-i şerife sayısı da yedidir Yedi sayısı, Suskunlar’da çok önemli bir simgeye dönüşür ve roman yedi günlük yaratış evresine uygun olarak Yegâh makamıyla başlar; Konstantiniye’nin yedi musiki üstadı birer birer öldürülür (Öldürülen bu yedi üstada ‘Yedi Suskunlar’ demekte de bence bir sakınca yoktur) Romanın son bölümünde Yedikule Kahini’ne yedi arkadaşı bir ayna hediye ederler Kahin rüyasında yedi şehrin (Kahire, Urfa, Basra, Hicâz, Trablus, Kazan, Bağdat) yedi kahinini (Bilâl, Heybet, Abbas, Mesût, Zeynel, Selâhattin, Munkasım) görür Dünyanın ikinci hakikatini göreceği bu aynada, yaşanan yedi olayı müşahede eder ve roman böylece son bulur

Elbette roman sadece ‘yedi’ simgesi üzerine kurulmamıştır Zaman, mekan, kişiler, olaylar hepsi birer simgedir Azazil, sonra Tağut olacaktır; Kabil, İsmail Dede, Alessandro Perevelli ya da Pereveli İskender Efendi yani çembalo üstadı cüce; herkesi kendine âşık eden Nevâ; Bâtın, Zâhir, Dâvut, Eflâtun, Kalın Musa, Veysel Bey, Bağdasar, Gülâbi, Meymenet, Âmin, Firavun ya da tersinden Nuvarif, Muhayyer Hüseyin Efendi ve daha niceleri aslında roman boyunca kişileri temsil eden özel isimler olmaktan ziyade birer simge olarak vardırlar Örneğin Kabil, ismiyle müsemma bir şekilde romana cellad olarak girer; ama Kabil öldürüldüğünde onun katili artık Kabil olmuştur ve o da sonraları aynı şekilde öldürülecek yine katiller yeni Kabil’ler olarak devam edecektir Ya da elleriyle bir felçliyi iyileştiren Zâhir O da ‘oniki’ kişilik şâkirtiyle birlikte oturduğu iftar sofrasında kendisi için hazırlanan kavunu ve rakıyı şâkirtlerine üleştirir ve: “Alın! Bu kavunu yiyin! O benim etimdir! Rakıyı da için! O benim kanımdır!” der Görüldüğü gibi bu atıflar açıkça Hz İsa’nın ’son yemek’ olarak bilinen Hıristiyan anlatısınadır Zaten yemek sonrası ‘Yâkuta’ isimli bir santurî onu ispiyon eder Zâhir başından ve ellerinden bir tomruğa bağlanarak işkenceler altında uzun bir yol yürümek zorunda kalır
Simgeler sayesinde gizemli bir hâl alan romanda, iç içe anlatılan hikayeler de aslında yap-bozun parçacıklarıdır Belki de bu nedenden dolayı roman sanki baştan sona doğru kurulmuştur Aslında ilk sayfaları okuduğumuzda olay ya da olacak olanlar bize anlatılmıştır Ama anlamlı bir bütüne ulaşabilmek için, anlatı boyunca serpiştirilen parçacıkları bulup yan yana getirmek zorundayızdır Örneğin Cüce Efendi’nin niye musiki düşmanı bir adam olarak camide vaaz ettiğini anlamak için, romanın son bölümlerindeki parçaya ihtiyacımız vardır Ya da romanın hemen başında ihtiyar bekçinin Yenikapı Mevlevîhânesi’nde karşılaştığı hayâletin ne/kim olduğunu öğrenebilmek için de sabırla, dikkatle, heyecanla cümlelerin peşinden gitmek zorundayızdır

Okuduğumuzun kurgu olduğunu, zaten romanın da bu kurgu için yazıldığını bize ihsas ettirmesi postmodern edebiyatın önemli unsurlarındandır Öyle ki, her şey sadece bu ‘kurgu’ içinde anlam kazanır; anlamı da sadece bu yapı içinde geçerlidir Hayata, yaşanmışlıklara, tarihe, insana dair hiçbir atıf yoktur Romanın dışındaki her şey sadece üzerinde anlaştığımız kodlar olarak değerlidir; yani romanla iletişim kurmamız için gerekli olan konvansiyondan başkaca bir değeri yoktur Zaten postmodernlere göre hayat da bir kurgudan ibaret değil midir! Üstelik kurgunun gerçeğe, gerçeğin kurguya inkılâp edip durduğu bir gerçeklik çevrimi içinde değil miyiz! “hayatında öyle bir olay olur ki, buna inanasın gelir! Bir de bakarsın ki, bu masal gerçeğin ta kendisiymiş!” Böylesi bir gerçeklik anlayışı elbette insanın bağlandığı, tutunduğu, kendisini tanımladığı temel değerleri değersizleştirmektedir Tarih, tarih olmaktan; inançlar, inanç olmaktan, görünen dünya, göründüğü gibi olmaktan çıkmakta ve sadece romanın kurgusu içinde bir anlam kazanmaktadır Kaçınılmaz olarak olaylar, olgular, gerçeklik romancının dünyagörüşüne göre anlamlı bir bütüne kavuşmaktadır Binlerce yıllık simgeler romancının elinde bambaşka bir simge-simgelenen ilişkisine dönüştürülmektedir ‘Sultan Ahmed-i Sâni Han Efendimiz’in’ devrinde, mevlevîhâne ve camiler etrafında kurulan romanda (belki Eflâtun hariç tutulabilir) herkes bir şekilde günaha bulaşmaktadır; daha doğrusu günah içinde debelenmektedir Olumlu bir tip neredeyse hiç anlatılmaz Amat’ı da semitik dinlerin neredeyse ortak bir biçimde anlattığı yaratılış alegorisi etrafında kuran Anar; sökonusu romanında da kişileri kendi kurduğu simgelerle çizmişti: içkinin, afyonun; alaverenin, dalaverenin gırla gittiği bir anlatışla

Simge esasen nesne merkezli bir göstergedir Nesneyle simge arasındaki simgeleme ilişkisi açıktır, bilinebilirdir Anar, simgeyle simgelenen arasındaki bu ilişkiyi kırarak romanında onları ‘inançları’ etrafında yeniden biçimlendirmekte ve böylece Müslümanların binlerce yıllık simgelerini tanınamaz, bilinemez; dahası kirletilmiş, günaha bulaştırılmış bir hâle sokarak ‘düşük’leştirmektedir Zaten böylesi bir düşükleştirme gerçekleştirilmeden sözkonusu simgeleri postmodern romana taşımak olası değildir, akıl işi değildir Zira sadece bir eğlence, haz ve dahi anlatmanın keyfi, anlatmanın eğlencesi olarak yazılan bu tür romanlarda zaman, mekan, kişiler, olay ve olgular da bu hizmete binaen vardırlar ‘Kendi’leri olarak var olmaları, romana bir ‘büyük anlatı’ olarak hakikati, gerçeği dayatma riskini taşırlar Oysa postmodern romancı bir hakikati, gerçeği, doğruyu, iyiyi göstermek, anlatmak derdinde değildir Zaten genellikle tarihe ve polisiyeye sığınmaları da bu nedenledir Güncel olandan kaçmanın başkaca yolu yoktur Tarihin güvenli uzamı (ki tarihi de ‘retro bir senaryo olarak’ inşa ederek) romancıya keyfî bir artalan her zaman sunar Böylece bir şeyi seçmek; yanında ya da karşısında olmak zorunda kalmaz

“Kur’ân-ı Kerîm’i koruyan Allah, Tevrat’ı ve İncil’i niye koruyamamış da kâfirler bu kitapları tahrif edebilmişler!” diye satıraralarına ‘zekice’ sorular yerleştiren Anar; ayet, hadis alıntılamakta; kelâmi konulara atıflar yapmakta ve birçok İslam âlimini isimleriyle romanına taşımakta da herhangi bir beis görmez Çünkü onun için her şey sadece romanda kullanılan birer ‘malzeme’den ibarettir Ayrıca postmodern romanın ‘ansiklopedist’ yanıyla da uyum içindedir

Herkesin bir sesin, bir nefesin, bir nağmenin yani Hayat Nefesi’nin peşinde koştuğu böylece belki de ölümsüz olacağına inandığı (Tağut tarafından inandırıldığı) romanda; ‘Eflâtun, yegah perdesinde karar eder ve Yaradan’la, yegahta yekvücut olur İbrahim Dede de Ene’l Hakk demeye ihtiyaç duymayan Eflâtun karşısında secde eder’ ve böylece bir vuslat yaşanır Bir başka vuslat da; Dâvut, Araban eseri çaldığında yaşanır: Herkesin âşık olduğu Nevâ kapının önüne çıkar; ikisi birlikte göklere doğru bir ışık olarak yükselen Âsım’ı görürler Nevâ’nın ses, sedâ anlamını düşünürsek peşinde koşulan ’sesi’ daha rahat anlamış oluruz Bir de romanın başındaki Mevlânâ’dan yapılan alıntı bizim için çemberi tamamlar ve roman kendi üzerine kapanır: “Kulak eğer gerçeği anlarsa gözdür
Artık Yedikule Kâhini’nin gören tek gözüne de ihtiyacı kalmamıştır: “Hakikati gören gözün başka hiçbir şey görmesine gerek yoktu Yedikule Kâhini’nin yegâne gözüne de bu şekilde perde indi Ama kör olmasına rağmen hiçbir şey görmüyor değildi Gözlerinin ona gösterdiği yegâne şey, o uçsuz bucaksız karanlıktı Tıpkı sessizliği dinleyen Eflâtun gibi, kâhin de sustu Belki de susmak, gerçeği anlatmanın tek yoluydu

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.