Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Eğitim & Öğretim > Tarih / Coğrafya

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
mimarisi, osmanlı

Osmanlı Su Mimarisi

Eski 12-26-2010   #1
Şengül Şirin
Varsayılan

Osmanlı Su Mimarisi







Hayat için su kadar hiçbir maddenin lüzum ve ihtiyacı büyük olmamıştır Canlının yaşamasında olduğu kadar, onların topluluğunun gelişme ve tekâmülünde tesiri daima ilk plânda görülmüş, tarihin muhtelif devirlerinde şahsın ve dolayısıyla topluluğun menfaati bir su başını tutabilmeyi, bir su akıntısı kenarında barınmayı en büyük ihtiyaç olarak hissettirmişti


Bu umumî ihtiyaç, muayyen bir nokta etrafında, şahısların birbirine yakınlığını, millî birliklerin doğma ve inkişafına sebep olmuştur İçinde bitkiler bulunan toprakları, yeşil ve mahsuldar vadileri besleyen nehirlerin kıyılarında, daima ilk kurun medeniyetlerinin parlak yılları geçmiştir


Suların zamanla, insan topluluklarının artması derecesinde önemi de artmış ve değişmiştir Kıyılarında gölgeli yeşillikler, geniş ekin tarlaları yetiştiren sular, yalnız ekini yeşerten bir âmil olmakla kalmamış, ayrıca muhtelif kavimlerin birbirleriyle temaslarında, mal alışverişlerinde kısa ve rahat bir yol olmuş ve bu suretle sivilizasyonların yayılmasını, birbiri üzerinde etkili olmasını da temin etmiştir Burada suların milletlerin hayatında oynayabileceği rolleri çeşitlendirmeden kaçınarak suyun yalnız susuzluğu gideren ve dinî ihtiyaçları karşılıyan bir madde olarak gözönüne alındığı devirleri hatırlarsak onun bir «azîz» gibi takdis edildiğini görürüz

Bir yere su getirmek, bir çeşme kurmak, doğuda ve batıda bir sevab olmuş, bu yolda yapılan tesisler o devirlerin en güzel ve zarif sanat âbidelerini teşkil etmiştir

Şarkta, din suyu daha kıymetlendiriyordu Bilhassa asırlarca İslâm dinini himaye ve intişarında büyük fedakârlık ve hizmetleri görülen Türklerde su tesisleri sanat ve mimarîlerinde çok önemli bir yer almıştır Selçuk Sultanlarından ve Anadolu Türk Beylerinden günümüze kadar çok azı tamamen harap olmadan kalabilmiş üstü işlemeli o zarif çeşmeler, o güzel hamamlar bunların birer uzak hâtırasıdır


Selçuk, İran, Bizans gibi civar hükümetlerin sanat ve mimarî görüşlerinin tesirine rağmen kendine has bir tarz, bir üslûp almış olan Osmanlı Türklerinin sanat ve mimarîsinde ise su tesislerinin de kendine mahsus başkalıklarla ortaya çıktığı görülür
Fakat şunu da işaret etmek lâzımdır ki, bugüne kadar Türk sanatının etüdünde bilhassa, dini mimari konuyu teşkil etmiş ve bu yolda yabancı bilginlerin de çok sayıda kıymetli eserleri yayımlanmıştır


Yapının gördüğü hizmete göre dinî, sivil ve askerî olarak üçe ayrılan mimarîden Türk dini mimarîsi üzerindeki tetkiklerin zenginliğine karşılık, sivil ve askerî mimarî ve bu arada çeşme, sebil ve saire gibi su tesislerine ait eserler, genel ve kısa bir görüş çerçevesinde sınırlı bir saha içinde kalmıştır Dinî mimarîde camilere ait bu etüdlerin çokluğuna rağmen, diğer mevzuların nispet işin güçlüğünden ziyade dokümanların azlığı belki de âmil olmuştur Aynı zamanda Türk mabedlerinin her birinin kendine mahsur ihtişamlı hususiyeti ve güzelliği belki de kendileri üzerinde daha fazla dikkati toplamıştır


Hakikaten Osmanlı Türklerinin mabed mimarîsinin Selçuk ve Anadolu mimarîsi fevkine çıktığı ve bir devrede de dünya sanat ve yapı varlığına tefevvuk ederek Süleymaniye, Selimiye, Sultanahmet vesairesi ile bir millet için yalnız ebedî bir iftihar âbidesi değil, o milletin medeniyet seviyesinde ne kadar yükselmiş olduğunu gösteren âbideler halinde tecelli ettiği de görülür
Türk sanatının zamanla değişen Bursa, Klâsik, Teceddüt, Lâle ve nihayet Barok, Ampir tarzlarına ait empirmeler bütün bu eserler üzerinde de esaslı birer kaide olarak müşahede olunur


Aynı zamanda camiin yapısındaki mimarî tarzına bütün müştemilâtı ve bu arada su tesisleri de aynı üslûba uyar
Bu seyir üzerinden Bursa’da daha Sultan Orhan zamanında başlayan dinî inşaatın içinde yer alan su tesislerini Edirne’de daha ilerlemiş bir şekil aldığı, İstanbul’da ise büyük bir gelişmeye uğrayarak âbideleştiği görülür Bütün bu sanat eserlerinin mermer cepheleri üzerinde Bursa devrinin, Klâsik devrin, yenilik Lâle devrinin, Barok ve Ampir devirlerinin ve nihayet Uyanış devrinin sanatkârının ağır üslûbu, aydınlıkları, çiçekleri, münhanileri, girift hatları, sadelikleri devirlerinin kendilerine has ihtisasları halinde bulmak kabildir
Türklerde insan şeklinin dinî telâkkiler dolayısiyle sanat eserleri üzerinde yer almamasına karşılık, zarif kıvrımların, ince ve cazip şekilli çiçek ve yemişlerin, çeşme, sebil ve şadırvanların mermerleri üzerinde güzel şekilleriyle yaraşacakları en uygun sahayı buldukları görülür


Türklerde batıya nazaran ayrı bir güzellik ve bilgide fevkalâde terakki ve inkişaf göstermiş bu sanatın, bu mimarînin su ızgaraları, su bendleri, havuzları, su terazileri, kemerleri, künkleri, sebilleri, şadırvanları, çeşmeleri ve dünya üzerinde ilk defa kurulmuş bütün bu tesislere bakan teşkilât ve kadroları ile Türk sanatının sivil mimarî bahsinin içinde kısaca etüd edilmesini doğru ve muvafık olarak görmüyoruz Bu kadar geniş, bu kadar kendine has bir sanat inceliği ve bilgisiyle temayüz ve şahsiyet kesbetmiş bu bahisleri “Türk Su Mimarîsi» namı altında, bütün detaylarıyla bir araya toplayarak ayrı bir ilim, bir sians olarak mütalâa edilmesini temenni ediyoruz Bu düşüncelerimi Osmanlı Türklerinin kaç yüz yıl evvel çağdaş dünya milletlerine nazaran çok tekâmül ve terakki etmiş su mimarîsinden Türk sanatının o zengin ve geniş şapitrilerini «İstanbul Suları» kitabım da tebarüz ettirir
Sultan Orhan Bursa’da dinî ve sosyal yapılarını kurdururken aynı zamanda, tepeleri sisli yemyeşil vadilerden sular toplayarak künkler, galeriler içinde şehire getirerek çeşmelerinden akıttırmıştı Osmanlı Türklerinin yeni yapıları kurdukları devletin tazeliği kadar bir yenilikle civar şehirlerin binalarından ayrıldığı gibi, su tesislerinde de değişiklikler görülüyordu


Bunlar asırlardan beri devam eden Selçuk Sultanlarının revnaklı ve gelirli günlerinin süslü yapıları karşısında vakur ve asil bir sadeliğin güzelliği içinde âdeta sedef gibi parlıyordu Sular ise bütün bu mermer tesisleri süslüyordu II Murat o güzel camisile beraber yanında «bah-çe-i lâtifim» dediği büyük bir bahçe tanzim ettirmişti Bu bahçenin geniş yeşilliklerle sayedar serinlikleri içinde suları billûrlaşan mermer güzel bir havuz bulunuyordu
Suyu Osmanlı Türkleri mabedlerinin içine de almışlardı I Murat zamanında başlanmış ve Yıldırım devrinde tamamlanmış Ulu Cami’nin kubbesi altındaki büyük mermer havuz, kendini saran ulûhîyet havası içinde günün loş aydınlıklarının süzüntüsünde oymalı fıskiyelerinden dökülen sularla yaprakları gecelerin nemile ıslanmış iri beyaz bir çiçek gibi, nice yüzyıllardan beri durmaktadır I Mehmet’in Yeşil Cami’sinde fıskiyeli mermer havuzun günün aydınlıklarından içeri süzülen donuk akislerle koyu nefti gölgelerin titreşen hüznü içinde iri fakfur bir kâse gibi şeffaflaşıp esirleştiği görülür


Muhitin tesiri altında daha incelenen Marmaranın ziyadar parlak denizi sahillerinde daha sade bir güzellik ve incelik alan Türk sanatkârının âbideleri, civarın yeşil ve ruhanî faniliğinde beyaz bir buhar bulutu içinde değişerek köşeli bir billur gibi şekiller almıştır İklim, esen rüzgârlar, akan sular, parlak renkler, bu insanların kurduğu kubbeyi daha sedefleştirmiş taş ve mermere, çevresinde akan suların parlak keskin çizgilerini vermiştir


Bursa Osmanlı Türklerinin elinde çeşmeleri, hamamları, kaplıcaları ile daha o zamanlar bir su şehri olmuştu Şükrullah Bursa’yı o senelerde şöyle över:


“Şu Bursa’nın her şeyi; suyu, taşı, toprağı
Mis gibi bir sücüdür ve bulunmaz bir cevher
İyilerin durağı, bilgi, altın, kaynağı,
Yalnızlar sığınağı, Tanrının baktığı yer


Bu arada civarın göğnü ve gözü dinlendiren bir deniz gibi engin yeşil vadileri bağların, bahçelerin her tarafını küme küme, yığın yığın ağaçlarının zümrütlüğü, Türk sanatkârına kurduğu din âbidelerinin içini atlas bir kumaş gibi kaplıyan ve hiçbir yerde bu kadar zarifi ve bu kadar nefisi görülemeyen yemyeşil çiniler yarattırmıştı
Edirne’nin Türklerin başşehri olması, Bursa’yı kıskandıramadı Meriç kıyıları, bahçeleri, camileri, sarayları, hamamları, köprüleri ve su kuleleriyle ne olursa olsun, daima büyük bir serhad şehri olarak kaldı Hattâ Sinan’ın büyük şaheserine kavuştuğu günlerde bile yine bir serhad şehirliğinden kurtulamadı Balkanların siyah çamlarla örtülü dar yollarına düşen, Tuna’nın sazlıkları arasında akıp giden solgun sularının uzak kıyılarında çadır kuran Türk bahadırları için Edirne, camilerinin minareleri arkada bırakılan ufuk üzerinde kaybolan siluetleri ile, gurbet başlangıcı olarak kaldı Böyle olmakla beraber Edirne’nin de güzel yılları oldu


Fakat ne yazık ki o Yeni Saray’dan, o Kum Kasrı’ndan, o Adalet Kasrı’ndan, o Cihannüma’smdan şimdi artık bir yığın taştan başka bir hâtıra kalmadı
Biz bunları burada unutarak, Osmanlı Türkleriyle gelip İstanbul’un kapılarını açacağız: Bu açılan kapının arkasında Bizans’ın duman ve toz tüten harabeleri üzerinde renkler, yaldızlar içinde, masalların bir şark şehrinin füsunlu, güneşli, parlak bir vadisinden camileri, sarayları, konakları, çeşmeleri, hamamlariyle büyük bir medeniyetin sabahının doğuşunu seyredeceğiz Fatih’in İstanbul’a getirdiği bu yeni sivilizasyonda zamanla Bursa’nın, Edirne’nin Türk sanat eserlerini şehrin yedi tepesini mermer âbidelerle şahikalandırdığı görülür


Bütün bu âbidelerin serin avlularında, gölgeli namazgah başlarında, uzak hudutlara kadar uzanan tenha yollar üzerinde Türklerin derin tahayyüllerine uyarak iyilik seven kalplerinin tahassüslerinin bir eseri olarak bir çok su tesisleriyle güzel çeşmeler bulunur
Şehirlerin su ihtiyacı ekseriyetle şehir dışı dere vesaire gibi su akıntılarından temin edilmiştir İstanbul civarında büyük bir nehrin mevcut olmayışı, dolayısıyla suyunu bir takım derelerden temini düşünülmüş, Belgrat ormanlarındaki küçük derecikler üzerine su ızgara ve bend tesisleri yapılmıştır Bu dereciklerden alınacak su tabiatiyle en az kirlenen noktadan ve her mevsimde suyu nisbeten en az bulanan yerlerden intihap olunmuştur Su yoluna alınmadan evvel, yağışlı mevsimlerde havi olabileceği bir takım mevaddan da kurtarılması düşünülmüştür Cins cins ağaçların bir yığın yüksek yeşilliklerin arasından süzülerek doğan incecik derecikler, bilhassa yağmurlu mevsimlerde kabararak, dolandıkları zeminin üzerinden sürükledikleri dal kırıntıları ve ağaç parçalarıyla toplama havuzlarını, taş galerileri tıkamamaları için bu suların akış yolları üzerine ızgaralar yapılırdı Su ızgaraları mermerden veya demirden olurdu


Mermer ızgaralar ekseriyetle düz parmaklık şeklinde veyahutta birbirine geçmiş halkalar halinde olarak bir mermer çerçeve içinde, dereciklerin etrafına örülmüş duvarlar üzerine tutturulurdu İmparatorluğun ilk su tesislerinde ve bilhassa İstanbul’a büyük su hayratı bırakan III Ahmet devrinde su inşaatı bu tarz mermer yapılardan zengindir Sonraları ızgaralarda mermerin yerini demir almıştır Daha yüksek boyda pencere parmaklığını andıran ve kısmen içeriye doğru kıvrılan bu ızgaralar bilhassa bend sularının açık salma halindeki akıntıları üzerine konulmuştur Her iki nevi ızgara tesislerine bendlere gelen dere ve katmalar üzerinde tesadüf edilir


III Ahmed’in Cebeci köyü civarında yaptırmış olduğu bendlerin yıkılarak harap olmasından sonra, buradan Kırkçeşme’ ye katılan eski bend sularının katma halinde akışları sebebiyle, demir ızgara tertipleri yapılmıştır Ekseriyetle ızgara ile beraber bu dereciklerin sularını hem toplamak ve hem de aktarmak üzere ızgara civarında bir de bend havuzu tesisi kurulurdu
Bu ufak bendlerin duvarları bilâhare yapılan tesislerde daha yükseltilmiş olduğu görülür Bizans zamanında ufak bir sarnıç (su köşkü) tertibinde olan yerde,Fatih II Mehmed zamanında temeli kurulan, ve III Ahmed zamanında yıkılarak harap olmasından dolayı tekrar göğüsleme duvarı yükseltilen Büyükbend ilk Türk barajı olarak gösterilebilir Bu mahallin kuzeyinde II Osman devrinden kalma diğer bir bend mevcut olduğu gibi, sonraki Osmanlı hükümdarları tarafından başşehrin su ihtiyacının temini yolunda bu ormanların koyu yeşillikleri içinde mermerden bir çok Türk bendleri de kurulmuştur


Bend sularının toplandıkları yerlerin, aşağı bir rakımda kalması bunların ancak şehrin aşağı inen yerlerinde yayılmalarına bâis olmuştur Buna karşılık yine şehir civarında Halkalı tepelerinden ve yamaçlarından kaynayıp çıkan bir takım kaynak suları da kubbeli ve kagir odalar (maslak) içinde toplanıp, buradan künke veya galerisine alınmıştır Bu toplama tertiplerinde suyun havi olabileceği ve topraktan sürükleyebileceği maddeleri bırakabilmesi için, künke girmeden evvel bir kumluğun arkasında yatırılırdı
Su tabakası bazen bir yol bulup toprak üstüne çıkamadığı, bir takım ince sızıntılar halinde bir boşluğun içine süzüldüğü zamanlarda, buralara bir takım dehlizler açılır ve bu dehlizlerin tabanına oyulan bir su yatağı su toplama yolunu teşkil ederdi
Muhtelif usullerle toplanan suların şehre getirilmesi ve dağıtılması bir takım tesisatın daha kurulmasını istemiştir Suyun yüksek çıkış noktasına rağmen, şehirdeki tepeler üzerine kurulmuş dinî tesisata, yol üzerindeki çöküntülü arazide irtifaını kaybetmeden gelebilmesi için, Türkler bu gibi mahallerde Avrupalı müellifleri hayran bırakan, su terazileri kurmuşlardır
Bunlarda su künkü bu sütunların içindeki borularda yükselir Tepedeki ufak bir hazneye dökülerek buradan aldığı irtifa farkı ile tekrar sütundan aşağı inen diğer bir künkle, yoluna devam eder Aynı zamanda bu terazilerin üzerindeki ufak mermer hazneler delikli bölmeli olup çıkış künkü gideceği yerlere göre bir takım taksimata uğrar


Kagir duvarlı maslaklarda toplanan tazyiksiz sular ise yine kagir duvarlı kanallar vasıtasıyla dağıtılırdı Taş galeriler ise değişik genişliklerde yapılmıştır Kırkçeşme galerisinde olduğu gibi insanın içinde dolaşabileceği ebadda olanları ve orta bir genişlikte meselâ 40-50 m genişliğinde veyahutta daha dar olanları da bulunurdu


Taş galerilerin icabında iç kısmını görebilmek ve makas galeri tâbir olunan ana galeriye ekseriya düz açılan katma galerilerinden gelen suları da tetkik edebilmek üzere galeri üzerinde muayyen mesafelerde baca denilen menfezler de yapılırdı Bunların yapısında Osmanlı inşa malzemesi, yapı taşı, tuğla ve horasan kullanılırdı, bütün bu tesisler büyük bir itina ile kurulmuş olduğundan üzerinden uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen, hâlâ büyük bir kısmı sapasağlam durmaktadır


Kaynak sularının miktarca fazla olmadığı ve arazinin irtifaı inişli ve çıkışlı bulunduğu bir çok yerlerde, suyunda tazyik iktisab etmiş bulunduğu zamanlarda, isale işlerinde su mimarlarına künk ve aynı zamanda levha halinde kurşundan yapılmış boruları kullanmayı icab ettirmiştir
Osmanlı Türklerinin döşemiş oldukları ve muhtelif nevi ve isimler alan künklerin üzerinden de asırlar geçmiş elmasına rağmen bir beton sağlamlığı ile günümüze kadar intikal edenleri pek çoktur Gerek taş galerilerin örülüsünde ve künklerle suyun akıtılışında verilecek irtifam tayininde Türk ustasının ellerinde tek âletleri olan tesviye terazilerile asırlardan beri içlerinden sular süzülen o saatler süren uzun su yollarını kurup döşemişlerdir
Osmanlı Türklerinin su mimarîsinde de Selçuk sultanları ve Anadolu Türk Beylerinin san’atındaki çiçekli kabartmalı süslü eserlerine karşılık hoş bir sadelik görülür Bütün bu yapılar bu sadeliklerinde sanattan hiçbir şey kaybetmiş değillerdir Nasıl ki mavi göklere beyaz bir nur huzmesi gibi fışkırmış ince minareler, güzel ve narin ise, nasıl ki mermer mevzun kemerler tatlı renklerin hülyalı gölgeleri ile süslü ise, nasıl ki mat kurşun yuvarlak kubbeler şarkın bütün esrar ve füsunu ile dolu ise Osmanlı Türklerinin sık yapraklı yüksek çınarların koyu yeşil nemli gölgeliklerinde kurdukları mermer yalaklarında billur sular tatlı bir ahenkle durup dinlenmeden akan geniş kenarlı çeşmelerde o kadar sonsuz sükûn ve hülyalar doludur


Ekseriya bir caminin dış avlusunun kapısı köşesine yahut kervanların ufuklarında kaybolduğu Osmanlı İmparatorluğunun iri taşlı yolları üzerine oturtulmuş çeşmelerde tatlı bir sadelik ve güzellik görülür Geniş âyine taşı ekseriyetle yekpare mermer olup bunun üzerinde burmalı iri bir musluk bulunur Âyine taşı nın üzerinde yontma beyaz taşlardan bir kemer örülüdür


Kemerin indiği istinad yerlerinde su almaya gelenlerin kaplarını koydukları birer sed ve arkada da su hazneleri bulunurdu Hafif bir tepenin eteğine oturtulmuş kır çeşmeleri nde daima su akışı olduğu için musluk yerinde mermer bir oluk gelip geçen hayvanların su içtikleri beyaz taştan yalaklarına daima su doldururdu İstanbul’un ilk fetih yıllarında, çeşmelerin beyaz mermer cephelerini bir kitabe süslemediği gibi banisinin de adı konulmamıştır


Fakat klâsik devirde kitabeler yaldızlanıp genişlediği gibi Lâle, Barok ve Ampir tarzı çeşmelerin cepheleri birer bahçe gibi çiçekler, tabak ve sürahiler içinde yemişlerle süslenmişti Türk sanatındaki düşünüş ve üslûp değişiklikleri zamanla bütün bu yapılara ayrı bir güzellik vermiştir Dini telâkkiler Türk sanatkârına çinide yazıda işlemede tabiatın fevkine çıkan sanat harikaları yaratmasına yol açmıştır
Bu arada bilhassa Lâle devrinin saraylarında, konaklarında musluk âyine taşlarının mermerlerinin üzerleri bile o kadar güzel işlenmiş ve kabartılmıştır ki bunlar mermerden çiçeklerle dolu bir buket kadar güzel olmuştur


Zamanla Türk mimarî üslûbunda görülen düşücü sadelik bu mermer çeşmeler üzerinde de kendini gösterir, bu tesir altında eski yılların sanat ve zenginliği kaybolarak birer ufak musluk taşları, düz delikli mermer bir taş halini almıştır Camilerin avlularında çeşmelerin, bir çok kişinin birden abdest alabilme ihtiyaçları karşısında, bir takım şekiller aldığı görülür
Ufak cami ve mescitlerin ihata duvarlarına, dayanmış taş hazneler içinde toplanan sular, onların sıra musluklarından akıtıldığı gibi, büyük camilerin (Cuma mescidi) avlularında bu ihtiyacı önleyen yüksek sanat kıymet ve güzelliğinde şadırvanlar yapılmıştır
Bursa devrine ait mabedlerimizde şadırvanları basit kapalı bir mermer su haznesi olarak görüyoruz Ekseriyetle dört köşe ve yüz cephesi daha uzunca olan kapalı su şadırvanlarında ufacık musluklar bulunurdu


Camiin, mescidin iç avlusunun bir köşesinde duvara dayanmış bu mermer şadırvanlar, bazen revağın sütunlarına yakın, avlunun ortasına konulmak istenilmiş ve bu vaziyetlerde şekli de değişerek altı veyahut daha çok köşeli ve üstü bir külah şeklinde kurşunla kapalı şadırvanlar da yapılmıştır Bunların musluklu mermer cephelerinin üzeri, ekseriyetle servi biçiminde ağaç şekilleri ve bazen de sade çizilmiş sütun hatlarla süslenirdi
Büyük camilerde şadırvanında geniş revaklarla süslü olarak caminin iç avlusuna yaraşacak bir uygunluk aldığı görülür Şadırvanın üstü açık mermer havuzuna orta yerinden yükselen su borusundan mermer yuvarlak yalağına mütemadiyen taşan sular, havuzunu daima dolu bulundururdu


Cami avlularının şirin kuşları güvercinlerin şadırvanın havuzuna girmemesi için üzeri kafes telle kubbeli bir şekilde kapatılır Mermer sütunlarla tutturulan şadırvanın tatlı renkler ve yaldızlarla boyalı ve üstü kurşun kaplı saçaklarında, tavanlarında güneşten taşan tatlı akisler, taşlarda suların ıslakları, cami avlularında mavi bir aydınlık içinde cazip bir dekor yaratırdı
Bursa camileri nin, fıskiyelerinden dökülen su taneleri, yuvarlak ufacık billurlar gibi, sakin suları üzerinde yuvarlanan mermer havuzlarını İstanbul’un muhteşem camileri içinde göremiyoruz Fakat Türk su sanatına, su tesislerine ait bir eser olan bu dış şadırvanlara karşılık bir iç şadırvanı, mermerden sade ve güzel bir âbide halinde buluyoruz Burada ilk defa bahsettiğim iç şadırvanlar İstanbul’da bazı büyük camilerimizde vardır Fatih camiinin iç şadırvanı bana dış avludaki şadırvan gibi, camiin ilk yapısından kalma olduğu kanaatini veriyor


Cami içinde abdest tazelemeye ve su içmeğe yarayan bu şadırvanın su akmasında bir arızayı önleyecek haznesini de doldurmak üzere cami altında evvelce açılmış kuyudan su çeken demir kollu bir de tulumbası mevcuttur


Türk sanatında başlı başına bir varlık teşkil eden çeşmelerin yanında suyun bir «aziz» gibi takdis edildiği devirlerde kurulan su hayratları arasında zarif Türk sebilleri de görülür Bunlar çeşmelerin daha incelmiş, dantela gibi örülmüş birer su içme tesisleridir Zamanla Osmanlı Türklerinin mimarî tarzları ndaki değişiklikler yukarda işaret ettiğimiz gibi su yapıları üzerinde de daima görülmüştür


Bilhassa çeşme ve sebillerde bu inkilâplar çok güzel müşahede olunur Ekseriyetle yuvarlak ve yarım yuvarlak olan ve bazen de köşeli yapılmış olan sebillerin yanında bir de çeşmeleri bulunur Bunlar ya tek bir çatı altına girmiş veya başka bir binaya, bir yapıya katılmıştır Ekseriyetle ayrı mermer yuvarlak kaideye yine mermerden işlenmiş bir istinad duvarı üzerine mermer sütunlar yükselir ki, bunlar aşağı kısımlarında istinad duvarları içine gömülmüştür


Bu sütunlar üzerinde zarif kemerler atılmış ve sütunların arası bronzdan geniş delikli bir dantela gibi işlemeli parmaklıkla örülmüştür Kemerlerin oymaları üzerinde altın yaldızlı yazıları mermer korneşleri, renkli işlemeli güzel saçaklar gölgelendiren üstü kurşun kaplı bir çatı bulunur


Bu çatıyı bir çok ufak, bazen tek bir kubbe kaplar Sebiller ekseriyetle daima dinî tesisat yakınında yapıldığından bunları da büyük mabedlerin civarında aramak doğru olur Fakat Fatih Külliyesinde maalesef böyle bir tesis bulamıyoruz Aynı devrin Mahmud Paşa sitesinde de bir sebile tesadüf edemiyoruz Fakat eski Vakıf Sular kayıtlarında Halkalı sularına ait bir kayıtta, «Mahmud Paşa camii avlusundaki şadırvanla sebilinin suyuna ait bir katma» görüyoruz


Su tesislerinin arasına bir sağlık ve sosyal yapısı olan Türk hamamları nı da koymak icap eder Osmanlı Türkleri başşehirlerini daha Bursa’dan Edirne’ye geçirdikleri zaman bir hamam yapı bilgisini de beraber götürmüşlerdi Osmanlılerın ilk hamamı Bursa’da 1336 da Orhan Bey tarafından yaptırılmıştır Edirne’de de camiler, kasırlar, köprüler, darüşşifalar, çeşmeler vesaire dinî ve sosyal bir çok tesisat vücude getirilirken müteaddit Türk hamamları da yapılmıştı


Esasen Osmanlı Türkleri bu işlerde o sıralarda yıkılmak üzere olan Ayasofya için Türklerden mimar isteyen Bizanslılara, arzı iftikâr edecek bir durumda değillerdi İslâm dininin önderleri olan gerek Konya Sultanları ve gerek Osmanlı Padişahları temiz olmayı emreden dinin baskısı altında bilhassa başşehirlerinde, vücudu daima temiz bulunduracak hamamların yapısına büyük bir önem vermişlerdir Bundan anavatanın ve Rumeli’nin büyük şehirlerinde günümüze kadar sağlam kalmış bir çok hamamlar görülür


Fetihle beraber Türk hamamı mimarîsi de İstanbul’a girmiştir İstanbul’da ilk yapılan hamamlar hakkında Evliya Çelebi der ki: «İstanbul’da eskiden kalma Azaplar hamamı, Tahtap hamamları vardı İstanbul’da Osmanlılar elinde ilk yapılan hamam Fatih’in binagerdesi olan (Irgat hamamı) dır ki hüddamı sarayın gasil ve tathirine muhassas idi İkinci hamam (Azaplar hamamı) dır ki, kefere tarzı mimarîsinden tahvil ile İslâm âdabı üzere yapılmıştır Andan sonra (Vefa hamamı), (Eyyüp hamamı) bina olunmuştur
(Çukur hamam) ise bundan sonra yaptırılmıştır Bu hamamların levazımı Fatih evkafından tesviye edilir» Irgat hamamı için Seyahatnamenin diğer bir yerinde Evliya Çelebi şunları ilâve eder: «Bizzat kendileri için tarz-ı Rûm’da bir cami inşasına suru’ ettikte iptida Karaman çarşısı içinde Irgat hamamını kırk günde bina etti ki cümle ammâl her gün gasledüp badehu hizmet edeler Hâlâ Irgat hamamı namı ile şöhret şihardır»
«Fatih’in yaptırdığı hamam gayet müsenna-ı-derûn olduğu gibi diğer hamamlardan dahi büyüktür Sadece camekânı beş bin adam alır Yüz on kurnalıdır Nısfı bölünüp keçecilere tahsis edilmiştir»


Evliya Çelebi şehir içinde ve dışındaki hamamların ismini saydıktan sonra zamanında hamam miktarlarını şöyle tesbit ediyor: «İstanbul’un enderun ve birununda yüz elli bir hamam vardır Amma hakir Mısır, Habeş, Sudan diyarlarında seyahat ederken İstanbul’da on yedi hamam daha bina edilmiştir ki, manzurum olmadı Amma bu söylediğim hamamların hepsini seyir ve temaşa ettim Bunların tarz-ı bina ve suret-i tarhını ayrı ayrı yazsak Seyahatnamemiz uzar Sadece bu hamamlardan Fatih’in yaptırdığı Çukurhamam gayet müsenna ve ruşen olduğu gibi diğer hamamlardan da büyüktür


«Yukarda zikrolunan yüz elli bir hamamın Küçükpazar’daki Mehmed Paşa hamamı’ndan başka hepsi çiftedir Sadece bu hamam öğleye kadar kadına, öğleden sonra erkeğe açılır Buna göre İstanbul’daki bütün hamamlar üçyüz iki olur vesselam Gerçi İstanbul gibi bir sevad-ı-muazzamda bu kadar hamam az görülür Fakat ekser vüzera ve ayan ve kibar konaklarında hususî hamamlar vardır ki eğer bunlar da sayılacak olursa, mecmuu ondört bin beşyüz otuz alüz hamam olur»


Şöhretli seyyahımız Evliya Çelebi’nin yukarda ilk vermiş olduğu rakkamların izam edilmemiş olduğunu fetihten yetmiş iki sene sonra İstanbul’da oturmuş Gyllius’un «De Topographia Constantinopoleos» unda yüzden fazla (bain public) yani çarşı hamamlarının bulunduğunu bildirmiş olmasından da anlıyoruz Gyllius’un kitabında tarif etmiş olduğu hamamları bu günkülerin aynıdır Hamamlarda başlıca dört mühim kısım vardır: soyunulacak yer (opoditerium), soğukluk (tepidarium), asıl yıkanılacak sıcak kısım (calodarium) suyu ve hamamı ısıtan külhan kısmı (hypocauste)


İstanbul’da ilk yapılan ve elli altmış sene evveline kadar sağlam kaldığı bildirilen Fatih Külliyesi civarındaki Irgat, Karaman hamamından ve yangınlarla harap olan Fatih’in diğer hamamlarından maalesef bugün hiçbir eser kalmamıştır


Dini, sosyal ve sağlık bakımından büyük ihtiyaçları karşılıyan su tesislerinin muhafazası ve idameleri bunlara bakacak bir teşekkülün de lüzum ve ihtiyacını göstermiş, İmparatorluğun üçüncü başşehri olan İstanbul’da bu kontrol, devrine göre en mütekâmil bir şekil ve kadroda, bir Su Nazırlığına sahip olmuştur Sarayda her şeyden evvel padişahın hizmetinde bulunan Su Nazırı, evvelâ hükümdarın suyunu temin ile mükellefti


Evliya Çelebi Seyahatnamesinin ilk cildinde Saray-ı atikin âb-ı hayatını methederken bu hususta kısa olmakla beraber kıymetli bilgiler verir: «Ebül feth Mehmed Han Sahibü’l-tabı’ bir padişâh-ı zişan olmakla (eya İstanbul’un hanki suyu lâtiftir) deyu cümle hükemasını cem ile sual buyurdular Anlar dahi Eski saray dahilinde olan ayn Şemunun hafif ve mutedil seriü’l-hazım bir âb-ı hayat buldular


Ve bundan gayri aynların âb-ı safilerini beşer mıskal olmak üzere penbelerle beraber veznediip mevzun pembeleri veznolunmuş âb-ı rakiklere ilka edüp mezkûr penbeler beşer mıskal suları hazf ile bilâahire penhelerin güneşte kurutup cümle penbeler veznedildikte ayn Şemundan ıslanan penbeler hepsinden hafif gelmekle kavlü hükema gayet lâtif su olduğundan Ebül feth hazretleri daima ol âb-ı lezizden nuş eyler idi İlâ hezale’l-an cümle padişahlar andan miş ederler ki Kilercibaşı ve dış Sakabaşı taraflarından üçer adam beher yövm altı kişi üç şişhane yükü yirmişer kıyye gelir gümüş güğümlere ot âb-ı nabdan lebberleb edüp Su Nazırı huzurunda Kilercibaşının muiemed aleyh adamlarının mühürü ile kırmızı balmumu ile mühürlenip Pâdişâha getirirler»


Su Nazırlığı kurulu nda suyolcu esnafı kadronun esasını teşkil ediyordu
Suyolculuk (rah-ı âblık) işi ise çok eski bir tarihe sahip bulunuyordu Fatih II Mehmed vakfiyesinde:


«On nefer hüddam rah-ı ab tayin buyurmuşlardır ki her biri ince ve sufufu ahvaline şuur ve vukuf sahibi ve umuma meremet ahvalinde hususu emrü ıslâh tariki madde ve kurşun ıslâhı umurunda san’atının galibi dolap hamamatı İslâhata mahareti sütuhu ebniye-i hayratı ve meremet sair musakkaftan ve musattahatta fenninden şöhreti olan» denilmektedir
Fatih’in «Kanunname-i Ali Osmani» sinde de rah-ı âblar a dair kısa bir yazı bulunur: «Konya bağlarının her dönümüne otuz akçe alınır imiş Evailde mirablığı mukataaya alan ki-mesne bağlara su varacak vakitte şehirlüler ittifakile emin adamlar çıka-rup su kısmetine mütevelli kılınur-nıuş Her dönümüne evailde dörder akçe mirablığı resmi alınur imiş, sonra su kısmetine âmil gendü mütevelli olup resimde asıl kanundan tecavüz ederler imiş ve hem bağların su varacak vaktinde tertipleri var imiş


Ziyade resim veren kimesneye nöbeti gelmeden nöbet verürler imiş Su az olduğu yıllarda sonra hadis olan bağlara zarar olacak iken kadim bağlara ki hakkı şurb anlarundur, anlara zarar olur imiş Öyle olsa yine evvelki gibi şehürlü ittifakile emin kimesne-ler mütevelli nasb olup suyu kısmet etmek emrolundu Ta ki kimesneye zarar olmaya, sonra hadis olan bed’ ve ref olundu ve mir’âblık amele alan kimesne bazı kimesnelere bostan ek-dürüp sülüs hasıleyn gendü alup sü-lüsanını bostancı almak kavi eyler imiş


Bu sebeple bağların hakkı şurbü zayi olurmuş Karamanoğlu zamanında mezkûr suyla üç bostan sularlar imiş, birisi Dizdar ve birisi Hatun ve birisi dahi Mevlâna Celâleddin hazretlerinin türbe-i mutahharası için eklenür imiş Bakisi bağlara ve çeşmelere ve hamamlara sarf olunurmuş ve Cem Sultan kal’eden taşra bir köşk yapup asıl sudan köşküne gelmeye bir mikdar su olup köşk havalisinde bağ dahi ederler imiş
Sonra ol bahane ile köşke nazır olan kimesneler ol sudan çok su olup yolda bostanlar ihdas edüp harç ederler imiş Müslümanların hamamlarına ve çeşmelerine hayli noksan ve zarar olur imiş Öyle olsa mir’âb olanlar ve köşke nazır olanlar men olunup âdeti kadimden tecavüz etmeyeler ve esleymanı kadı-i şehir olan dergâhı muallama arz eyleye»

Ta o tarihlerden itibaren suyolculuk berat ve hüccetlerle babadan evlâda intikal eden bir sanat halinde son yıllara kadar devam etmiş ve bu suretle Türk su bilgisinin muhafaza ve inkişafında büyük bir rol oynamıştır Suyolcular baktıkları hayratın sahibinin mevkiine göre de isim alırlardı Hükümdarınkine bölükbaşı, vezir vesaire gibi zevatınkilere de usta denilirdi Bunların yanlarında işlerinin genişliğine göre miktarı değişik olmak üzere suyolcu kalfaları ve çırakları bulunurdu Su Nazırlığı Kurulunun ödevleri arasında sarayın su meselesi esası teşkil etmekle beraber şehrin içinde ve dışında yapılacak bütün su tesisatıyla alâkadar olurlar, su yollarının güzergâhlarını tayin eder, malzemenin hesaplarını yapar, gerek künklerin döşenmesi ve gerek galerilerin örülmesiyle meşgul olurlardı Bundan başka mevcut su yollarını ve bendleri muhafaza etmek, yollar üzerinde suları kirletecek ve hali bırakılmış toprak kısmı üzerinde herhangi bir müdahaleyi önlemek, hayrata verilen suların miktarını takdir ve bunların taksimine nezaret etmek vazifeleriydi


Su Nezareti mensupları yalnız şehir içi ve dışındaki su tesislerinin yapı ve bakımlariyle meşgul olmazlar, aynı zamanda — Hazine-i Evrak vesikalarında görüldüğü gibi hassa mimarlarının maiyetinde Osmanlı İmparatorluğunun ordularının seferlerinde şerefli hizmetler görürlerdi


Kaynak: İstanbul’da Fatih Sultan Mehmed Devri Türk Su Medeniyeti / Dr Nazım Sadi Nirun / İstanbul / 1953

__________________
Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır
Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.