| 
 | |||||||
|    | 
|  | Konu Araçları | 
| akim, anlatımı, dersi, edebiyat, konu, naturalisme, natüralist, tabiatseverlik | 
|  | Natüralist Akim ( Naturalisme )-Tabiatseverlik Edebiyat Dersi Konu Anlatımı |  | 
|  12-20-2012 | #1 | 
| 
Prof. Dr. Sinsi
 |   Natüralist Akim ( Naturalisme )-Tabiatseverlik Edebiyat Dersi Konu Anlatımı19  yüzyıla kadar : “ Tabiata dayanan felsefe “ yahut “ Tabiatseverlik “ anlamına gelen Naturalisme 1870 – 1890 yılları arasında , yeni bir edebiyat akımının adı olmuştur  Tabiat bilimlerine çok bağlandığı için Natüralizm , esas itibariyle realist akımın daha aşırı bir devamı sayılmaktadır  Ondan ayrılan veya daha ileri olan yanları şunlardır ; Naturalistler , tıpkı tabiat olaylarında olduğu gibi , insanların hayatında bir muayyeniyet ( determinism ) olduğuna inanırlar  Tabiat olaylarında olduğu gibi kişilerin yaşayışı da birtakım zarurî şartların elde olmayan ( maddi ) vakaların , belirsiz içgüdülerin sonucudur  Şu halde romancı , bir tabiat bilgini gibi , kişilerin hayatını yazmadan önce , onları hazırlayan şartları incelemek zorundadır  İlimde olduğu gibi hayatta da tesadüfün yeri yoktur  İncelenecek şeylerin başında soyaçekim ( irsiyet ) kanunu gelir  Realizm öncüsü Emile Zola : “ İrsiyetin de yerçekimi gibi kendine mahsus kanunları olduğuna “ inanmıştır  Yani atalarda , büyük baba ve analarda bir bozukluk varsa , bu , gittikçe artarak nesilden nesle geçer , ayyaşlar , frengililer yaratır  Çünkü Zola’nın örnek tuttuğu Claude Bernard gibi bilginler , her şeyi “ madde “ açısından çözeceklerine ; insanın et ,kemik ve sinirden ibaret olduğuna “ ruh “ diye bir şey bulunmadığına inanmışlardır  Şu halde , romancının ödevi , ilkönce yaşatacağı kimsenin soy ve sopunu incelemktir  Bundan sonra , o şahsın yetiştiği sosyal çevrenin aldığı terbiyenin , iş hayatının ,ekonomik durumun incelenmesine geçilir  Nitekim Zola “ İkinci İmparatorluk devrinde bir ailenin tabi ve sosyal tarihi “ ni yazmak amacıyla beş kuşağın irsî vasıflarını ve doğuş kusurlarını değişik şartlar altında gösteren 20 ciltlik Rougan – Macquart romanını yazmıştır  Salt maddî bir varlık saydıkları insanı , realistler gibi yalnız gözleme ve birçok vesikalara bağlamakla kalmaz , bir de deneyime ( tecrip ) tabi tutarlar  Deneyim : biyoloji ve kimyada uygulanan bir usuldür  Mesela bir fareye muayyen dozda bir çeşit zehir verilerek kaç , gün yaşayacağını tesbit etmek , bir deneyimdir  İşte naturalistler , roman kişilerini de bir çeşit “deney hayvanı” sayarlar  Söz gelişi kötü şartlar içinde çalışılan bir fabrikada , bir işçinin belli süre içinde ne gibi alışkanlıklar, ne gibi tepkiler, ne gibi isyanlar, ne gibi maddi ve ahlaki değişmeler içine düşeceğini araştırır, not eder ve kişiyi ona göre yaşatırlar  Realistler; “ sanat için sanat “ ilkesini benimsiyorlardı  Natüralistler, bu ilkeden ayrılıyor , sanatı toplum yaralarını deşmek için bir araç sayıyorlar  O zamanki Fransız toplumu kargaşalık içindedir  Dine, devlete, adalete karşı sert tepkiler başlamıştır  Her yanda, sefalet, ahlaksızlık, güvensizlik görülmektedir  İşte natüralistler, bu sosyal durumu , karamsar ve isyancı bir tarzda ele alıyorlar  Her şeyi, olduğundan daha beter, daha karanlık; umutsuz gözle görüyorlar  Bu yüzden bazıları Natüralizmi: “Tabiatın ve insanın en utanılacak, en iğrenç taraflarını göstermek sanatı” diye tarif ederler  Ancak Emile Zola bu tutumun sebebini şöyle açıklamaktadır  “Claude Bernard’a göre, çağdaş ahlâk ,kötülük ve iyilik kavramlarına hakim olarak, iyiliği yaymak, kötülüğü ise yok etmek ister  İşte biz natüralistler, sosyal yaraların sebeplerini bunun için araştırıyoruz  Biz toplumda ve insanda olan bozuklukları izah etmek için sınıfların ve kişilerin anatomisini yapıyoruz  İşte bunun için çoğunlukla kokmuş ve çürümüş konuları ele almaya, insan, sefalet ve çılgınlıklarının bulunduğu uçurumun dibine kadar inmeye mecbur oluyoruz  ” Natüralistler, roman üslûbunda realistler kadar titiz görünmezler  Aldıkları bayağı sahnelerin, kibar ve özenilmiş bir üsluba sığmayacağı kanısındadırlar  “Söyleşme” lerde yaptıkları önemli yenilik, roman kişilerini, mesleklerine, sınıflarına, yaşlarına ve kültür seviyelerine göre konuşturmuş bulunmalarıdır  Natüralistlerin bu ilkesi, sonra gelen birçok yazarlarca benimsenmiştir  Kısacası natüralizm, insan kişiliğini meydana getiren “ruh” ve “madde” unsurlarından, yalnız ikincisi üstünde durmuştur  Onlara göre, insan tabiatı önce irsiyetin (soya çekimin) sonra da sosyal muhit ve zamanın “determine” (mukadder) sonucudur  Roman, ruhî belirtileri bırakıp bünyeye (gövdeye) ait halleri incelemelidir  Mesela “vicdan azâbı” yahut “aşk” dediğimiz şey, ya organların bir bozukluğundan ya da, taşkınlığından ileri gelir  Aslında madde dışında bir şey yoktur  İnsanları parlak sözlerle ululamak imkânsızdır  Çünkü herkesin hayatı, bayağı, alçak ve çirkin içgüdülerden ibarettir  Güzellik ve iyilik dediğimiz şeyler, iğreti ve uydurma şeylerdir  İnsan da öteki mahluklar gibi acıkan ve arzu eden bir “hayvan” dır  İşte roman bu âdilikleri hileci ve riyalı gösterişleri ortaya koymak için yazılır  Bu aşırı maddecilik ve hep adi, bayağı, çirkin şeyleri gösterme merakı, onları realistlerden ayırıp, bir çeşit “maksatlı” toplum yergisine götürmüştür  İnsanların “bir çamur” olduğunu göstermek için üsluplarına bol bol küfür ve çirkin söz de katmışlardır  Nitekim Emile Zola, zamanla “deneyci roman” ı bırakarak daha çok “sosyal gerçekçi” bir roman tarzına girmiştir  Natüralizmin kavgacı bir çocuğu olarak bugün de sürüp giden “sosyal gerçekçi” roman,ısrarla ve güdümlü şekilde halka doğru gitmek, yolsuzluk ve çirkinlikleri şişirmeli bir tarzda ortaya koyarak, onun ıslahına yardım etmek yolunu tutmuştur  Sosyalist akımlar, bu tarz romanın kuvvetlenmesine yardım etmiş ve ona gerekli malzemeyi de vermiştir  Sosyal gerçekçilikte, (yine natüralizmin ilkelerinden hareket ile) dine, geleneğe ve para ile sağlanmış üstünlüklere karşı sert hücumlar görülür  Alışılmış her şey gibi, aile, iffet, terbiye, ahlak, hukuk, vb  kurumlar da sarsılmak istenir  Sosyal gerçekçi romanın ilk başarılı örneklerine yine Emile Zola, “Hakikat”, “Çalışma” ve “Bereket” adlı eseleri ile vermiştir  “Deneyci roman” ve öbür iddiaları ile Natüralizm, pek kısa ömürlü olmuştur  Fakat “sosyal gerçekçi” roman tarzı, bütün dünyada sürüp gitmektedir  Nitekim Türk edebiyatının bugünkü romancıları arasında, Orhan Kemal, Fakir Baykurt, Kemal Tahir, Samim Kocagöz vb  natüralizmin bu koluna sokulabilirler  Emile Zola’ nın karamsar ve isyancı toplum görüşü: sınıf çekişmeleri, yoksulluk, işsizlik dertleri; laiklik din çatışmaları ve her türlü sosyal davalar, eğer bugünkü bazı Türk yazarlarında görülüyorsa bunun sebebi, 19  y  y  sonundaki Fransız toplumu ile, bugünkü Türk toplumu arasında birçok benzeyişler olmasıdır  Natüralizmin kendisi de Türk edebiyatına bazı izler düşürmüştür  Emile Zola’ nın çağdaşı olan Ahmet Mithat Efendi’ nin bazı eserlerinde (Müşahedât ve Taaffüf romanları) görülen bu etkiler, kendisini “realist – natüralist” bir yazar olarak tanıtan Hüseyin Rahmi’ de belirgin ve şuurlu bir hal almıştır  Hüseyin Rahmi “Mürebbiye, Hayattan Sahifeler , Ben Deli miyim?” gibi romanlarında “Deneyci Roman” (Le Roman Experimental) metodunu izlemiştir  Servetifünun dergisinde, güçlü bir eleştirmeci olan Beşir Fuat’ ın da Natüralizmi ısrarla savunduğunu görmekteyiz  Ancak Servetifünun romancıları arasında bu akıma bağlanan yoktur  Dinci ve ahlakçı bir görüşe sahip olmakla birlikte, Mehmet Akif’in “Manzum Hikâye” lerinde Natüralist ve Sosyal gerçekçi bir metotla hareket ettiği görülmektedir  -Bir Natüralist Parça- Emile Zola’ dan (1840 – 1902) L’ASSOMMOIR L’assommoir, Emile Zola’nın, hem Natüralizm hem de sosyal gerçekçilik akımına en uygun romanlarından biri sayılır  Bu romanda: Sağlam yapılı ve mert bir teneke işçisi olan Coupeau, sevdiği güzel ve hünerli çamaşırcı kız, Gervaise’ le evlenmiştir  İki yanlı çalışma sayesinde, ailenin geçimi günden güne düzelmekte ve hatta bankaya paralar yatırılmaktayken, Coupeau, tamir ettiği çatıdan düşerek sakatlanır  Tedavi uzadıkça uzar  Zavallı işçi, bir daha çalışacak derman bulamaz  Birtakım yolsuz kişilere uyarak, “Assommoir” meyhanesine dadanır  Kendi biriktirdiklerine kanmayıp karısının kazandıklarını da burada eritmeye başlar  Öteden Gervaise’ i gizli gizli sevmekte olan iyi huylu demirci Gauyet ona para yardım yaparak, çamaşırcı dükkanının devamını sağlamaktadır  Ancak bu hal uzun sürmez  Gervaise kocasına para yetiştiremez olur  Dükkânı bırakarak gündelikçiliğe başlar  Evde kavgalar sürüp gider  Kızları Nana’ nın gözleri önünde, baba anayı döver  Evde ne varsa satılır  Gervais de bu hallere dayanamayarak içmeye başlar  Bir gün, Coupeau’ yu aradığı L’assommoir’de onunla ve kötü arkadaşlarıyla birlikte birer kadeh “Anizet” içerler  Zehir yavaş yavaş onları eritir  Coupeau  Bir hastahanede alkol cinnetinden ölür  Gervais de sefil bir yerde can verir  -NATÜRALİZM’ E KARŞI ROMAN TARZLARI- Natüralizm’ e karşı ilk önemli tepki Poul Bourget’ in temsil ettiği “İlmî Psikolojik Roman” tarzıdır  Bourget romanlarında bol bol ruh çözümleri yaparak sonuçları meydana getiren sebeplerin tek değil karışık olduğunu göstermek istemiştir  Böylece natüralizmin determinist görüşünü yıkmıştır  Bourget sanki ruhu ayrı, gövdesi ayrı yaşayan kişiler üzerinde durmuştur  Bu kişiler ne ayyaş , ne frengili ne de bayağıdırlar  Aşağı tabakadan değil üst tabakadan sanatçı ve aydınlardır  Bouget’ in etkileri , bizde biraz Halit Ziya’ da, fakat en çok Mehmet Rauf’un “Eylül” romanında görülür  PARNASiZM ( Parnassisme ) “Parnass” eski Yunanistan’ da (çok yüksek) mitolojik bir dağdır  Efsaneye göre burası, güzellik ve sanat ilahı Apollon’ un ve ona ilham veren perilerin (Nymha) durağıdır  1860 –1885 yılları arasında yeni bir akım meydana getiren Fransız şairleri, biraz da , eski Yunan zevkine bağlılıklarını anlatmak için kendilerine bu adı seçmişlerdir  Parnasizmi hazırlıyan sosyal sebepler, realizm’de gördüklerimize az çok benzer  Realistlerin romanda yaptığını, Parnas’çılar şiirde yapmıştır  Zaten bu iki akım hemen hemen aynı zamanlarda doğup, yaşamıştır  Ortak yanları romantizme karşı olmak ve “Pozitivizm” e inanmaktır  Ancak, şiir ile romanın ilkeleri birbirinden çok ayrı olduğu için parnasçıları, tıpatıp realist saymak doğru olmaz  Parnasizm, sadece bir şiir akımıdır  Sanat görüşleri de ancak şiiri ilgilendirir  Bu görüşler şunlardır : Parnasçıları romantiklerden ayıran önemli fark, tıpkı realistler gibi, şiirin bir amacı olmasını reddedip “Sanat, sanat içindir” ilkesine sımsıkı bağlanmalarıdır  Onlarca bu, kurumuş bir sistem olmaktan ziyade şairin kadere boyun eğmesidir  Çünkü hayat çetin ve bayağıdır  Bahtımız karanlıktır, bizi teselli edebilecek tek şey, “Güzellik” tir  Sanat, her zaman değişen felsefî görüşleri, ahlâkî düşünceyi, karışık hırsları gevelemekten vazgeçmezse “Güzellik” e erişemez  Sanatın tek amacı, güzellik ve olgunluktur  Bu akımın üstadı olan Leconte de Lisle: “Büyük bir sanat eseri, milyonlarca siyasi makaleden daha değerlidir” diyordu  Bu yüzden topluma ilişkin temalardan kaçıyor halktan uzaklaşıyorlardı  Parnasçıların romantizme bir başka tepkileri, yeni ve özel bir “klasisizma” ya dönüştürür  Hristiyan dinini ve millî duyguları hiçe saydıkları için yeniden payen (putçu) çağlara, Yunan ve Latin mitologyasına eğildiler  Onunla kalmayarak, Doğu’nun, Hint’in ve İskandinavya’ nın efsanelerini şiire yansıtmaya çalıştılar  Bu halleriyle hem klasik hem romantik sayılacak tarzda şiir ufkunu genişlettiler  Romantizmin “içli şiir” (La poesie intime) ilkesine karşı parnasçılar “saf şiir” (La poesie pure) ilkesini çıkardılar  Şair, “anlayışsız ve sefil” halktan kurtulmalı, her zaman güzeli faydalıya tercih etmeliydi  Hisse değil akla seslenmeli, kapalı değil açık olmalıydı  Parnasçılar, romantizmin “duygu,hayâl,mecaz ve ahenk” gibi muhteva unsurlarını çok geliştirdikleri halde biçime değer vermeyişlerini şiddetle tenkit ettiler  Onlarca şiir, her şeyden önce biçim demekti  Şiirde fazla ahenkten önce pitoresk (resme uygunluk,resme uyar manzara) gözetilmeliydi  Bunu sağlamak için “şiir vezinden ve kafiyeden iberettir” diyecek kadar aşırı gittiler  Theodore de Banville: “Kafiye, şairlerin hülyalarını perçinleyen ve süleyen altın çividir” diyordu  Bu yüzden aliterasyona önem verildi  Âhengin yerine ritm getirildi  Nazım şekli olarak en çok “sone” kullanıldı  Vezinde yenilikler yapıldı  Dış alem tasvirine, manzaraya, dil güzelliğine ve kelime seçiliğine büyük değer verildi  Fakat parnasçı şiir, şüphesiz biçimden ibaret olamazdı  Bu sadece,sanata duyulan saygıyı ve titizliği arttırmıştır  Usta şairler kendilerini katmadan (gayri şahsi olarak) gözlem yolu ile dış alemin lirizmini vermişlerdir  Şiirlik duygularını en ölçülü , olgun bir ritm içinde sunmaya çalıştılar  Mecazları sağlam ve kuvvetli oldu  Bütün renk ve şekilleri ile manzarayı bir ”tual” veya “mermer” üstündeymiş gibi tesbit ettiler  Kalemi bir fırça gibi kullandılar  Şiirde öznel (sübjektif) liği reddederek nesnel (objektif) oldular  Realistler gibi kötümser, ümitsiz, ruhsuz ve duygusuz olmaya çalışan parnasçıların şiire en büyük hizmetleri ona duydukları saygıdır  Başlıca parnasçılar : Parnasizm, romantizm ile sembolizma arasınayayılmış bir akımdır  Henüz bir çığır halinde belirmeden önce onu hazırlıyan “ Theophile Gautier” (1811 – 1872 ) Theodore de Banville (1823 – 1891) gibi şairler romantikler arasından çıkmıştır  Bu akımın öncüsü olan Leconte de Lisle (1818 – 1894) yine romantik atmosferde yetişir  Leconte de Lisle’ i üstat sayarak bir dergi (Parnasse Centonperain) etrafında toplanan şairlerin ünlüleri ise Suly Pruthome (1839 – 1907) François Coppee ve Josee Maria de Heredia’ dır  Parnasizmin Türk Edebiyatında ilk izleri Servetifünun şairlerinde görülür  Cenap Şahabettin, bu akımı bizde tanıtmış ve temsil etmeye çalışmıştır  Tevfik Fikret, bilhassa François Coppee’yi benimsemiştir  Yahya Kemal ‘inde ilk şiir denemelerinde bu akımın havası hissedilir  ”Sone” nazım şekli, Türk Edebiyatına parnasçılar yoluyla gelmiştir  Parnasçılardan İki Şiir : Theophile Gautier : ( 1811 – 1870 ) -ÇİN İŞİ- Hayır madam, siz değilsiniz sevdiğim, Sevdiğim ne Ofelya, ne de Beatris, Ne de sizsiniz Jülyetçiğim; İri gözlü sarışın Lora, ne de siz  Benim sevdiğim güzel şu anda Çin’ de İhtiyar akrabalarıyla oturur, Narin çinilerden kuleler içinde; Sarı nehir karabataklarla doludur  Gözleri vardır şakaklara çekilen, Bir avuçluktur küçücük ayakları, Bakır lambalardan daha aydın bir ten, Kırmızı boyalı uzun tırnakları  Başını uzatır kamış kafesinden, Kırlangıçlar geçer sürüne sürüne; Şarkı söyler her akşam kendiliğinden Söğüt dalına şeftali çiçeğine  ( Türkçesi : Orhan Veli Kanık ) Jose Maria de Heredia’dan ( 1842 – 1905 ) : -ADONIS’ E AĞIT- Yoluk saçlar, berelenmiş göğüsler, Kısık hıçkırıktan ıslanan sesler, Ağlamaktan sarhoş bir halleri var : Korkun ahenkli bir ağıt yakmışlar Adonis’ e kadınları Biblos’un, Ne zamana kadar baygın uyusun Çiçeğe boğulu beyaz yatakta! Ser serpe  Ferih fahur yatmakta Açık gözlerinde huzur ışığı, Bütün güzellerin tek genç aşığı Göz yağmurlarıyla canlansın bahar, Bu ağıt sürmüştür sabaha kadar, Tatmıştır geceden matemli koro, Demin kokulardan bayılmıştı o, Şimdi kokulara göğüs gerecek  O, bir örtük gözün gördüğü erkek, O, ölümü bütün Biblos’un yası, O, masal çağının delikanlısı  Sen ey güzelliğin kaderle cengi, Rengini kandan alıyor sanki Açılan gökyüzü, o kızıl çiçek ; Ey koynu ilk defa boş kalmış erkek ! SEMBOLiZM ( SYMBOLiSME ) Eski Grekçe “Sumbolan” den çıkmış olan “symbol” sözcüğü konuşma dilinde “timsal, belirti, simge” anlamlarına gelir  Bu anlamıyla Türkçe’ye de geçmiştir  Sonradan “sembolist” denilen şairleri başlangıçta “Dekadan” ( décadent ) diye anıldılar  Bu sıfat, küçümsemek için onlara alaycı hasımları tarafından verilmişti  “Soysuzlaşmış, züppe, düşük vb  ” gibi anlamlara gelen dekadan sıfatı bizde de Ahmet Mithat Efendi tarafından, Servetifünuncuları kınamak kasdiyle harcanmıştır  Sembolizm, 1885 1902 yıllarında Avrupa’ da tutunmuş ve tepkilerini bilhassa “yeni akımlar” a geçirmiş önemli bir şiir yoludur  Sembolizmi Yaratan Çevre ; Görüldüğü gibi, edebiyatta pozitivizmi ve ilmi görüşü yansıtmak isteyen, Realizm, Natüralizm, Parnasizm gibi akımlar, 1890 yıllarında tavsamış, bezginlik vermeye başlamıştır  Bir fizik ötesi, bir ruh ve yücelik olduğuna artık inanılıyordu  O halde, sanatta, gövdeden ruha, maddeden mânâya, kalıptan öze doğru bir dönüş olmalıydı  Şuur – altı, kayıp ve gizli âleme bir merak seziliyordu  Aklın ve deneyin asla giremeyeceği alanlar olduğunu söyleyerek müsbet ilme baş kaldıran sanatçılar görülüyordu  Alman filozofu Chopenhauer (1788 – 1860) in her olayı gizli rüyalar, hayalî ve sırlı şeyler gibi ele alan felsefesi, 19  yy  sonu Avrupa gençlerini sarmaya başlamıştı  İlimden, ve aydınlıktan kaçıp, yarı karanlığa ve belirsiz sezgilere kaymak özlemi, biraz bu filozoftan geliyordu  Sembolizmin Görüşleri : Sembolizm, sadece bir şiir akımıdır, denebilir  Gerçi M  Maeterlinck sembolist görüşleri tiyatroya da uygulamıştır ve piskolojik roman az çok sembolizmin yarattığı sayılabilir ama, bu akımın asıl konusu şiirdir  Şiir görüşleri ile sembolizm, romantizme az çok bir dönüş manzarası verir  Ancak, o zamana kadar kökleşmiş ve alışılmış bütün şiir tarzlarına bir isyanda sayılmalıdır  Klasikler şiiri, akıl ve mantığa uyar konuların güzel bir anlatımı gibi görmüşlerdi  Romantikler, dizginsiz hayal ve heyecanların coşkun ifadesi saydılar  Parnasçılar, dış alemin ve pitoreskin tesbitine şiir adı verdiler  Aslında bu görüşlerin hepsi, açık düşünceye dayanıyordu  Sembolistler, bütün bunların nesirle de yapılabileceğini iddia ettiler  Onlar, insanda, karanlık içgüdülerden anlatılmaz coşkunluktan ve sırlı kuvvetlerden bileşik bir âlem buluyorlardı  Bu kavramların üstünde kafa yormaya kalksak hepsi kaybolacak ve basitleşecekti  Bu duyuşlar, açık dille,aydın mecazlarla anlatılamazdı, bir geometri içine konamazdı  Çünkü koku ve ezgiye benzeyen gerçek duyarlık akılla anlaşılamaz belki sezilirdi  Birtakım sırlı izlenimlerimiz günlük mantık ile birbirine bağlanmaz  Belki aralarında rüyalardaki gibi belirsiz kavşak noktaları olabilir  İşte sembolik şiir bu sırlı duyuşların ve kavşak noktalarının, zekâ süzgecinden geçmeyen, dolaysız bir ifadesi olmalıdır  Bu kaygan ve belirsiz şiir yolunu tutabilmek için, o zamana kadar görülen biçim ve muhteva anlayışlarını yıkmak gerekirdi  Nitekim, sembolistler önce şiirin biçimini sarstılar  Yepyeni duygular, eski nazım kurallarıyla anlatılamazdı  Şiirin belli bir biçimi olmamalı, onu şairlerin dehaları yaratmalıydı  Vezin, kafiye, üslûp kayıtları , ard plâna atılmamalıydı  Vezinde serbest nazım (le vers libre) kullandılar  Durgu, hece ve kafiye anlayışını değiştirdiler  Anlamsıza varan duyguları ve sırları belirsiz tarzda ifade edebilmek için, dilbilgisi mantığının ve alışılmış sözdiziminin bile dışına çıktılar  Bunu sağlamak için günlük konuşma diline yeni anlam yükleri kattılar ya da büsbütün başka söz kalıpları icad ederek özel bir şiir dili yarattılar  Asıl yeniliği muhtevada gösterdiler  Bu hususta, parnasçılarla taban tabana zıt bulunuyorlardı  Onlara inat,şiiri plâstik ve pitoresk bir sanat saymayıp, sanki kelimelerle notalanan kendine öz bir musiki gibi tuttular  Sembolizmin öncülerinden Verlaine “Şiir Sanatı” manzumesinde : “Musiki her şeyden önce musiki !” diyordu  Bizde Ahmet Haşim’ de: “Sözden ziyade musikiye yakın bir lisanla şiir söylemek istiyordu  Öyle bir şiir dili ki, kulaktan çok dile seslenmeliydi  O da musiki gibi, açık ve seçik hiç bir şey söylemediği halde pek çok şey telkin etmeli, sezdirmeli, duyurmalıydı  Zaten iyi bir şiirde, sözcüklerin anlamları değil, ses bakımından değerleri mühimdir  Önce hissi bulmalı  Sonra bir âhenk içinde onu sezdirecek kelimeleri seçmeleridir  Daha doğrusu her hissin bir lisanı olduğuna göre onu bulmaya çalışmalıdır  Parnasçıların ritm anlayışlarıi sembolistlerin bu beste – şiirlerine elverişli değildir  Kelimelerin telkin gücünü çoğaltmak için bol ve zengin ahenge (armoniye) ihtiyaç vardır  O kadar ki , şiir okunduğu zaman kulağa çarpan ahenk, şairin duyduğu, hayal ve düşüncelerin hepsini birden sezdirebilsin  Sembolist anlayışta mecaz en esaslı bir şiir ögesidir  Sembolistlere kadar bütün şiirlerdeki mecazlar akıl ve mantıkla açıklanan teşbih, istiare, teşhis vb  gibi şeylerdi  Bazı romantik ve parnasçı şairler, bütün şiiri tek benzetmeye bağlayan “timsalî” (allegorik) manzumelerde yazdılar  Bu eski anlayışta, şairin ne demek istediği açıkça anlaşılıyor, her şey bir zekâ buluşu oluyordu  Sembolistler, bu açık ve seçik mecaz anlayışını reddettiler  Onlar için mecaz,rüyadan, alt şuurdan veya sırlar ülkesinden birdenbire zuhur eden ipucu ve anlatım imkânıydı  Şuurda ansızın çakan şimşekler gibi şair bunları yakalar, mecazdan mecaza geçer, başladığı yere bir daha dönüp ne demek istediğini söylemezdi  Bir ermiş veya bir mistik gibi hissettiği ve sezdiği şeyleri birtakım sembollerle feda etmiş olurdu  Bunun için sembolistler teşbih ve istiareden çok mürsel-mecaz’ a , “analoji” ye (söylemek isteneni ona denk bir kavramla anlatmak) veya “sinestezi” ye (bir duyuyu başka bir duyunun yerine koymak, söz gelişi gül kokusunu musiki namesi gibi ele almak) başvururlar  Hiçbir açıklığı olmayan bu sembolleri yorumlamak okuyanlara kalmıştır  Bazı sembolistler : “Şiirimi onlara açıklamadan önce, onların bana açıklamasını beklerim” demişlerdi  Çünkü sembolik şiir: Büyülü sözcüklerle telkin edilen hayal âlemidir  Belli ,düzenli dünyayı değil, bir kaosu anlatır  Onu dış âleme bağlayan şey ancak bu mecazların yapacağı çağrışımlardır  Şair, bu çağrışımlarla bize sırlar ülkesinden ses getirmek emelindedir  Sembolistlerin bu musiki ve mecaz anlayışları  Onları yepyeni temalara doğru sürüklemiştir  Masalımsı bir zaman ve çevre anlayışı tabiata apayrı bir gözle baktırmıştır  Dış alemde gördüklerini değil sezdiklerini yazmışlardır  Her şeyde olduğu gibi tabiatta da vüzûhu aydınlığı, kınamışlardır  Tabiatı değil, onun izlenimlerini vermişlerdir  Manzarayı mümkün olduğu kadar hayal ve sır ile örtmüşlerdir  Ahmet Haşim’ in bir dörtlüğünde , bu görüş çok güzel anlatılır; Seyreyledim eşkâl-ı hayatı Ben havz-ı hayâlin sularında Bir aks-i mülevvendir anınçün Arzın bana ahcar u nebatı  Bu sırlı âlemin dekorunu sağlamak için sisli ve kapalı sonbahar günlerini, sabah ve akşamın alacakaranlığını ve ay ışığını seçtiler  Aşkı, ölümü, dostluğu bu zamanların belirsiz sınırları içine yaydılar  Esrarlı şatoların, unutulmuş parkların, uzak ormanların, bin bir renk içinde hayali geliştiren gurub vaktinin şiirini yazdılar  Sembolizmin Büyük Şairleri : Bu akım, yeni Fransız şiirinin en büyük şairlerini yetiştirdiği gibi dünya şiirine de çok etkili olmuştur  Akımı hazırlayanların başında, aynı zamanda bir romantik ve bir parnasçı sayılan Baudelaire (1821 – 1867) vardır  Verlaine (1844-1896) Mallarm’é (1842 – 1898) ve Rimbaud (1845 – 1891) asıl sembolizmin büyük şairleri arasındadır  Türk Edebiyatında Sembolizm : Sembolizmin benzeri bir şiir anlayışının tasavvuf şairlerimizin hepsinde var olduğunu söyleyebiliriz  Fakat, en çok ve 17 ve 18  yüzyıllarda Türk Divan Şiiri’ni sarmış ve Nailî, Neşâtî, Şeyh Galib gibi büyük şairler yetiştirmiş olan “Sebk-î Hindi” akımın Doğu Edebiyatlarında , Batı’dan önce gelişmiş ve pek üstün şiirler çıkarmış bir “sembolizm” olduğu şüphesizdir  Fransız sembolizminin ilk nişaneleri, Servetifünun’un da , aynı zamanda parnasçı bir şair olan Cenap Şahabettin’ de görülür  Ancak bizde bu akımın asıl temsilcisi, Fransız sembolizminin bütün kurallarını benimsemiş, savunmuş ve ona uygun şiirler yazmış olan Ahmet Haşim’ dir  Yine Ahmet Hamdi Tanpınar’ da, Ahmet Muhip Dranas’ ta Baudelaire’ ci sembolizmin izlerini görebiliriz  Sembolizmin şiir anlayışı, 20  y  y  ’da gelişen “Sürrealizm, empressiyonizm” vb  gibi şiir akımlarını da etkilediği için günümüzde “soyut ve anlamsız” şiirler yazan bazı Türk Şairlerini de etkilemiş sayılır  Sembolizmin, 20  y  y  şiirini gösterdiği yeni yol, “altşuur” derinlikleri ile “rüya” zenginlikleridir  Mornet’ ye göre Sembolizm ; Ünlü Fransız edebiyat tarihçisi Daniel Mornet  “Çağdaş Fransız Düşüncesi ve Edebiyatı” kitabında sembolizmi şöyle anlatıyor : “Sembolizmin ilkelerine göre şiir, zekânın değil, duyarlığın ifadesidir  Okuyucunun hislerine hitap eder  Halbuki o güne kadar bütün şairler zekanın aracılığına başvurmuşlardır  Onlarca şair bir heyecan duyar ve onu akıl diline geçirir  Bu akıl dilini okuyucunun zekası anlar ve bu zeka da duyarlığı harekete geçirir  Bu geçirmeler arasında asıl heyecan bozulur, zayıflar ve yok olur  Gerçek şiir bir duygulanış ile öteki duygulanış arasında, doğrudan doğruya bir geçiş hali olmalıdır  Bu amaca varmak için çeşitli vasıtalar kullanılacaktır  Aydınlıktan (kolay anlaşılırlık) kaçılacaktır  Çünkü şaire has heyecanların çoğu karışıktır, karanlıktır, müphem hamlelerle, belirsiz imkanlarla doludur  Mallermee :”Açık bir mâna, senin yaratma gücünü keser  ” Diyor  Anatole France: “Gizli bir mânası olmayan manzume şiir olamaz!” sonucuna varıyor  Şair bu gizli mânaları, bu sırları anlatabilmek için sembollerin sökün etmesini bekleyecektir  Sembol, zekânın az çok kabul ettiği ve çok hoşlandığı teşbih ve istiare değildir  Bu kendiliğinden fışkıran ve doğrudan doğruya, hâtta niçin olduğu bilinmeden fışkıran bir hayal (image) veya hayaller silsilesidir ki, ihtiva ettiği fikri veya şiir heyecanını tercüme değil , ifade eder  Bir çiçeğin, benzemediği bir bitkiyi ifade etmesi gibi  Bir de bu telkinci, sır dolu, sembolik şiir, her şeyin üstünde, musikili (müzikal) olmak zorundadır  ” -İÇE KAPANIŞ- Baudelaire ( 1821 – 1867 ) den Derdim yeter, sâkin ol, dinlen biraz artık; Akşam olsa diyordun, işte oldu akşam; Siyah örtülerle sardı şehri karanlık, Kimini huzur iner gökten, kimine gam  Bırak şehrin iğrenç kalabalığı gitsin, Yesin kamçısını hazzın sefil cümbüşte Toplasın acı meyvesini nedametin, Sen gel, derdim, ver elini bana, gel şöyle  Bak göğün balkonlarından, geçmiş seneler Eski zaman esvaplariyle eğilmişler; Hüzün yükseliyor, güler yüzle sulardan  Seyret bir kemerde yorgun ölen güneşi Ve uzun bir kefen gibi doğuyu saran Geceyi dinle, yürüyen tatlı geceyi  ( Çeviren: S  Eyüboğlu ) -GÖRÜNÜM- (Baudelaire’ den) Tad vereyim diye türkümün tadına, Yıldızlara karşı yatsam gök altına, Hem düşlere dalsam, çanlara komşu hem, Rüzgârla gelen sesleri dinlesem  Ellerim çenemde, tavan arasından, Çalışan işliği görürüm yakından; Kuleler, bacalar ve cânım direkler, Uçsuz bucaksız gök, sonsuzluğa benzer  Ne hoştur çıkarken sislere karışık, Gökyüzünde yıldız, pencerede ışık, Kömür dumanları göğe yükselirken, İlk-yazı görürüm, yazları, güzleri, Derken usul usul kar sarar düzleri, Örterim pancuru, perdeyi gider de, Sırça köşklerimi kurarım içerde : Bakarım içimde masmavi bir gök var, Bahçeler, mermerde şakırdayan sular, Öpüşler, kuşların bitmeyen ezgisi, Dupduru, tertemiz bir çocuk sevgisi    Fıtına çarpsa da ver gücüyle cama, Şöyle yaslarım da alnımı sırama Dalarım zevkine düşündüğüme eş İlk-yaz yaşamanın, bağrımdan bir güneş Çıkarmanın, kızgın düşüncelerinden Ilık bir hava yaratmanın yeniden  ( Türkçesi : Sait Maden ) ( Jean Moreas (1856-1910) dan: ( Aslı Yunanlı ( Papadiamandopulos) olan bu şair önce sembolistlere katılmış, sonra “Romanizm” adıyla bir çığır açmıştır  ) -NOKTÜRN- Tak, tak, tak, tak – hızlı hızlı çakıyor Tak, tak – doğramacı tabut yapıyor  “Doğramacı, doğramacı, Ya çam ya ceviz ağacı, Ağır, büyük bir tabut çak, İçinde aşkım yatacak  ” Tak, tak, tak, tak – hızlı hızlı çakıyor Tak, tak – doğramacı tabut yapıyor  “Ak ipek döşe içini, Hatırlatsın dişlerini; Kurdele koy mavi mavi Hatırlatsın gözlerini  ” Tak, tak, tak, tak – hızlı hızlı çakıyor Tak, tak – doğramacı tabut yapıyor  “Orda dere kenarında Karaağaçlar altında Cıvıldarken guguk kuşu, Bir başkası öptü onu  ” ( Türkçesi : İhsan Akay ) | 
|   | 
|  | 
|  |