Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Eğitim & Öğretim > Edebiyat / Dil Bilgisi

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
anlatımı, dersi, edebiyat, edebiyatımızda, geleneği, içerik, klasik, konu, nesir

Klasik Edebiyatımızda Nesir Geleneği Edebiyat Dersi Konu Anlatımı İçerik

Eski 12-20-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Klasik Edebiyatımızda Nesir Geleneği Edebiyat Dersi Konu Anlatımı İçerik



KLASİK EDEBİYATIMIZDA NESİR GELENEĞİ

Edebiyat mahsulleri genel olarak nazım ve nesir şeklinde ikiye ayrılırlar Bununla beraber nazım ve nesir karışık olarak yazılmış eserler de vardır Hatta bazı modern edebiyat teorileri edebiyatı artık ve nesir diye ikiye ayrılmakta, nazım ve nesir karışık üçüncü bir grup düşünmektedirler

Nesir kelimesi “yayma, saçma” ilk anlamlarını taşır Nesir “manzum olmayan söz” karşılığında kullanılmaya başlanmıştır

Edebiyat bütün topluluklarda sözlü yaratmalar olarak başlar ve bu dönemde büyük ölçüde manzum karakter taşır Bunun sebebi de sıralı ve birbirleriyle bağlantılı ifadelerin insan hafızasında daha kolay yer etmesi ve başkalarına daha kolay aktarılabilmesidir Çeşitli ses düzenlemelerindeki bağlantılarından faydalanan nazmın nesre karşı bu tür avantajları, yazılı kültürün yeşerdiği devirlerde bile edebiyatın uzun süre nazım ağırlıklı olmasına yol açmıştır Bununla beraber edebiyat sanatının söylemenin yanısıra anlatmayı da ihmal etmemesi nesir sanatını varlığını zorunlu kılmıştır Bu nedenle bütün gelişmiş edebiyatlarda gelişmiş bir nesrin varlığından da söz etmek mümkündür

Türk edebiyatında zamanla bir dil ve edebiyat geleneği oluşmuştur Türk edebiyat geleneğinde nazım, nesre oranla ağırlıktadır Bu da nazımdan pek çok unsurun nesre girmesine yol açmıştır Bu nedenle şiirdeki bazı ses araçlarının nesirde de varlığından söz edilebilir Söz konusu ses araçlar; tekrarlarlar, ses ve anlam birimleri, söz dizimi ve paralelliklerdir Şiirin temel mekanizmasını oluşturan bu ses araçları mensur eserlerde dil zevki ile gelen yardımcı unsurlar durumundadırlar Türk nesrinde rastladığımız ses araçları tekrar teknikleri ile sınırlı değildir Türkçe’nin yüzyıllar boyunca oluşturduğu bazı söyleyiş biçimlerini ve ifade kalıplarının da Türk nesrinde bir ses ve anlam bütünlüğü oluşturmada rol oynadığı söylenebilir Buna bir örnek olarak insanımızın dua ederken kullandığı üslubu verebiliriz Kültür seviyesi, şahsi özellikleri, hatta içinde yaşadığı yüzyıl ne olursa olsun inanmış bir Türk’ün duasında hep aynı eda vardır Bunu farklı karakterdeki eserlerde görmek mümkündür

DEDE KORKUT KİTABI

Orta dönem halk nesrinin en güzel örneklerini toplayan bu kitabın asıl adı :

Kitab-ı Dede Korkut alâ Lisân-ı Tâife-i Oğuzân (Oğuz Boyun dilince yazılmış Dede Korkut Kitabı)’dır Bugüne kadar iki yazma eser ele geçmiştir Bunlardan birincisi 150 yıl

önce Dresten Kıral Kitaplığında bulunmuş olan 12 hikayeden ibaret tam nüshadır İkincisi 1950 yılında Vatikan kitaplığında ele geçen altı hikayelik eksik nüshadır Vatikan nüshasında altı hikaye, Dresten yazmasındaki altı hikayenin aynısıdır Ancak ufak tefek kelime ve cümle ayrılıkları vardır

Eski ve tam nüsha olduğu için Dede Korkut hakkındaki bütün derleme ve araştırmalar, Dresten yazması üzerinden yapılmıştır Bu yazmayı bulan Fleischer’dan sonra, ilk önemli araştırmaları H F ???? (1811-1815) ile W Barthold (1894) yapmışlardır

Türkiye’de ilk önce Kilisli Rıfat Dresten yazmasının bir kopyasına dayanarak (1916) kitabı Arap harfleri ile yayınlamıştır Bundan sonra Orhan Şaik Gökyay (1938) yeni harflerle bastırmıştır Kitabın son yayımı ise, Dresten ve Vatikan nüshalarının karıştırılması suretiyle transkripsiyonlu olarak, (1958) Dr Muharrem Ergin tarafından yayınlanmıştır

Esere Dede Korkut denmesinin sebebi, Dede Korkut adında mübarek, yaşlı ve bilgili ozanın her oniki hikayede ortaya çıkıp “Boy boylayıp, soy soylaması” ve bu hikayelerin düzüp koşucusu gösterilmesidir

“Dede Korkut Hikayeleri”nden ;

“Yücelerden yücesin, kimse bilmez nicesin, görklü Tanrı Çok cahiller seni gökte arar, yerde ister sen hod müminlerin gönlündesin Daim duran Cabbar Tanrı, ulu yollar üzerine imaretler yapayım senin içün, aç görsem toyurayım senin içün, yalıncak görsem tonatayım senin içün, alursan ikimizin canın bile algıl, korısan ikimizin canın bile kogıl, keremi çok Kadir Tanrı”

Türk edebiyatında bazı söyleyiş kalıplarının ve cümlelerin tekrarını, devamını sağlayan temel unsurlar sözlü halk edebiyatı mahsulleriyle halk dilinin kalıplarıdır

Türk mensur eserlerinde dikkati çeken bir başka unsur da ikili yapılardır Nesrimizde başlangıcı İslamiyet öncesine giden bir ikili yapı kullanma alışkanlığı vardır Bu kullanımların ilk örneklerini Uygur dönemi mensur metinlerinde görmekteyiz Bu metinlerdeki ikili yapılar eş anlamlı kelimelerin yan yana kullanılmasıyla oluşturulmuşlardır “Ol yime Maharadı İlhan ertingü ulug, bay barımlıg, tsanlıgları agılıkları tarıg ed tavar öze tolu, alp atım

Bu kısa parçada bile pek çok ikili yapı vardır Bu ikililer şunlardır; bay-barımlıg (zengin varlıkları), tsang-ağırlık (ambar-hazine) ed-tavar (mal-mülk), alp atım (yiğit kahraman)

Klasik nesrimizde en ağır metinlerin çoğu bu tür gruplarla ve ses olarak birbirine bağlanmış iki yapılarla oluşturulmuşlardır

Bugün de bu ikili kullanma alışkanlığı dilimizde yaygın olarak yaşamaktadır Kullandığımız ikililerin bazıları ses olarak, bazıları da anlam olarak bağlantılıdır Hatta bazen aynı anlama gelen iki kelimenin bile yanyana kullanıldığı görülmektedir

Mensur eserlerimizde yüzyıllar boyunca devam eden daha pek çok söyleyişten, ifade kalıbından, yapı özelliğinden söz etmek mümkündür Türkçenin halk dilinde yaşayan söyleyiş kalıplarının ve nesir eserlerimizdeki ortak yapıların bir dökümünün yapılmasının nesir geleneğimizin ortaya çıkarılması için gerekli olduğuna inanıyoruz

Türk nesir tarihine bakacak olursak, Türk nesrinin İslamiyet öncesinde, İslami dönemde ve batı kültürü etkisinde farklı karakterler taşıdığını görürüz Bununla beraber bütün önemli kültür değişmelerine, tarih ve coğrafya farklılıklarına rağmen mensur eserlerimizdeki bağlar devam etmiştir

Türk kültürüne İslamiyet öncesi dönemde zengin bir dil ve edebiyat geleneği oluşturmuş olması, Türk edebiyatının “Arap ve İran edebiyatlarını taklit eden kişiliksiz bir edebiyat” halini almasını engellemiştir Türkler yeni girdikleri ve bütün kalpleriyle benimsedikleri İslam diniyle ilgili konuları, zaman zaman eski inanışlarıyla birleştirerek söylemekten çekinmemişlerdir, İslam kültür ve medeniyetiyle kendi milli zevklerinin bir sentezine gitmişlerdir İlk İslami metinlerde eski Türk inanışlarından kaynaklanan bazı motifler bunun çok açık delidir

İslam kültürü etkisindeki klasik edebiyatımız, uzun bir süre manzum bir edebiyat gibi düşünülmüştür Bu edebiyatın “divan edebiyatı” şeklinde adlandırılması da bu yaklaşımın bir ifadesidir Böyle bir adlandırma bütün mensur eserleri dışarıda bıraktığı gibi, mesnevi gibi divanlara girmeyen bazı manzum türlerin de gözardı edilmesi tehlikesini doğurmaktadır Bu nedenle artık iyice yaygınlaşan bu adlandırmayı eksikliklerine unutmadan dikkatle kullanmak gereklidir

Ayrıca pek çok divan şairi, nesri dağılmış incilere, nazmı ise bir araya getirilmiş bir inci kolyeye benzetmişlerdir Bu tanımlamada her iki anlatım vasıtasına da inci benzetmesiyle yaklaşılması dikkat çekicidir

Balagat kitaplarındaki ortak yaklaşım ise nazım olsun, nesir olsun güzel ve manalı söylenen her ifadeyi edebi kabul etmektedir Yüksek kültürün içinde yetişen belagatçılar, manayı bir güzele, edebi sanatları ise onun giyinip kuşandıklarına, sürdüğü boyalara, taktığı

takılara benzetmişlerdir Böyle bir yaklaşım ise klasik edebiyatımızda ana amacın, şiirde de nesirde de anlamı söyleşiye feda etmemek olduğunu açıkça gösterir

Belegatçıların nesre bu tür tutarlı yaklaşımlarının yanısıra eserlerini büyük ölçüde nazma ve şiir sanatlarına ayırdıklarını da belirtmek gerekir Kısacası eski kültürümüzün insanları mensur eserler de vermekle beraber genellikle nazmı nesirden üstün kabul etmişlerdir

Türk nesri başlangıcından Tanzimat’a kadar üç kolda gelişmiştir: sade nesir, süslü nesir ve orta nesir Bu üç nesir türüyle aynı yüzyılda oluşturulmuş farklı karakterlerde eserlere rastlamak mümkündür Söz gelişi, Veysi ile Nergisi’nin süslü nesirle eserler verdikleri bir çağda Evliya Çelebi tamamen halk üslubuna yakın bir dille Seyehatname’yi kaleme almıştır Nesir türlerinin kullanımı yazarın bir eserinden diğerine bile değişmektedir Buna örnek olarak Fuzuli’nin eserlerini verebiliriz Fuzuli yüksek bir kültür seviyesine hitap ettiği Türkçe divanın önsözünde, sanatını gösterme endişesiyle ağır bir dil kullanırken, ortalama kültür seviyesindeki halk için yazdığı Hadikatüs Süeda’sında nispeten sade bir dil kullanmıştır

Bütün bunlardan sonra Türk nesir dilinin gittikçe ağırlaştığı düşüncesinin yanlışlığı açıkça görülmektedir Sanatçılarımız eserlerinde kullandıkları dili anlatacakları konuya ve hitap ettikleri kişilere göre belirlemişlerdir

Eski nesrimizle ilgili tenkitlerin çoğu süslü nesir metinlerine yöneliktir İnşa metinlerimize araştırmacılarımız bile eleştiren bir gözle bakmışlardır Hemen hepsi süslü nesrin mükemmel örneklerini veren Sinan Paşa’dan bahsettikten sonra Veysi ve Nergisi’nin, nesir dilini tam bir çıkmaza soktuğunu kaydetmişlerdir, Veysi ve Nergisi’nin nesir dillerinin anlaşılmazlığının sebebini de “artık söyleyecek söz kalmamış yazarların bunu gizlemek için başvurdukları yok” olarak açıklamışlardır

Her edebi tarzı iyi kullananlar olduğu gibi kötü kullananlar da vardır Özellikle XVII yüzyıldan sonra söyleyecek sözü kalmadığı için süslü nesre başvuran yazarlar olmuştur, fakat Veysi ve Nergisi gibi son derece kültürlü ve kabiliyetli yazarların dillerinin ağırlığını, söyleyecek sözlerin olmayışına bağlamak çok büyük bir hata olur Nergisi’nin Nihalistanlı’sına aldığı konuları kendi devrinden ve çevresinden seçtiği, Veysi’nin Habname’sinin de devrin fikri ihtiyaçlarına cevap verdiği bilinmektedir Durum böyle olunca süslü nesir arayışının başka sebeplerini düşünmek gerekir

Süslü nesir metinlerine insan zihninin üst seviyedeki kompleks faaliyetleri olarak bakmak meseleyi büyük ölçüde çözecektir Böyle düşününce Nergisi’nin Hamse’siyle

Picasso’nun modern resminin benzer bir yaklaşımından doğduğu anlaşılacaktır Çünkü her ikisinin de klasik yapıyla yetinmeyip onun üzerine çıkma çabası vardır Bu nedenle modern resmi anlamak için nasıl üst seviyede bir eğitim ve düşünce faaliyeti gerekliyse Klasik edeiyatta da Nergisi’yi anlamak için böyle bir çaba gereklidir

Kompleks yapıların güzelliği bugün pek çok sanat estetiği tarafından kabul edilmiş durumdadur Bunun en tipik örnek olarak ontolojik yaklaşım verebilir Ontolojik estetikte sanat eseri tabakalı bir yapı olarak düşünülür ve eserdeki tabaka sayısının eserin sanat değeriyle doğru orantılı olduğu kabul edilir Bu estetiğe göre bir esere giren tabaka sayısının eserin sanat değeriyle doğru orantılı olduğu kabul edilir Bu estetiğe göre bir esere giren tabaka sayısı ne kadar çoksa eser o kadar değerlidir Bu metodu süslü nesir metinlerine uygularsak bu tür metinlerin değeri ortaya çıkacaktır

Bununla birlikte bu tür bir yaklaşım bizi sade ve yalının güzel olmadığı düşüncesine götürmemelidir Bir eserin başarısı sade ve kompleks olmasıyla değil kullanılan tekniğin özelliğiyle tabi eleştiriye tabi tutulmalıdır

Süslü nesir metinlerinin dili konusuna gelince; bu metinler gerçekten de ağır bir dille yazılmışlardır Bununla birlikte bu durum metinlerin anlaşılmasını engellemez Çünkü en ağır dille yazılmış inşa metinlerinde bile sağlam bir cümle vardır Cümle gruplarına, terkiplere takılı kalmadan cümleyi yakalamak metni çözmeyi kolaylaştırır Cümle gruplarına, terkiplerine takılı kalmadan cümleyi yakalamak metni çözmeyi kolaylaştırır Üstelik inşa metinlerinde dil hep aynı ayarda devam etmez Genellikle çok ağır bir dille başlayan metinin dili sadeleşir Buna örnek olarak Fuzuli’nin Nişancı Mehmet Paşa’ya yazdığı Şikayetname adlı mektubu verilebilir Metin ağır bir dille bu şekilde başlar : “Malik-i mülk-ara’yı alem ve hakim-i hikmet-feza-yı ekalim mamure-i cihanı vakf-ı istirzak idüp tevliyetin mülluk-ı adalet-şiar ve hükkam-ı merhamet-disare revfiz ettikçe

Türk Nesrinin Safhaları

Türkçenin ilk yazılı örnekleri (mensur) Köktürk yazıtlarıdır Uygur lehçesi ile de mensur kitaplar yazılmıştır Fakat Uygurlardan sonra, uzun bir süre, doğu ve batı Türkçelerinde mensur eserler yazılmamış veya (yazılmışsa) ele geçmemiştir

Ancak 13 yüzyıldan sonra doğu ve batı Türk edebiyatlarında nesrin gelişmeye başladığını görüyoruz

9 yüzyıldan 14 yüzyıla kadar mensur eserler yazılmayışının türlü sebepleri olabilir Bunları üç nedene bağlayabiliriz

1 Bu beşyüz yıl içinde atalarımız sürekli değişiklik ve hareket içinde olmuşlardır Orta Asyadan Batıya göçmüşler Anadolu’ya yerleşmişler Nice medeniyetlere deyinmişlerdir Bu göçler sırasında, zengin bir folklor ve birçok manzum eserler meydana gelmiş ama mensur kitaplar yazılamamıştır Belki yazılanlar kaybolmuştur Nesrin daha çok düşünceye, tefekkürü hazırlayan kültüre ise yerleşme ve huzura bağlı olduğu unutulmamalıdır

2 Türkler bu göçler sırasında İslamlığı benimsemişler ve Fars edebiyatı ile temesa gelmişlerdir Yeni dinin ve yeni kültürün getirdiği Arapça ile Farsça aydınlarımıza çekici görünmüş, işlenmemiş bir Türkçe ile yazmaktansa bu çok işlek diller ile yazıp söylemeyi daha kolay bulmuşlardır Bu yüzden yazarlarımız ve şairlerimizin çoğu İran şiirinin ve Arap nesrinin gelişmesine yardım etmişler fakat, “kara budun” arasında bütün canlılığıyla yaşayan Türkçe’nin lezzetine erememişlerdir

Bu sonuç üzerinde Türklerin, müslüman olmaları dolayısıyla eski kültürlerinden ve kitaplarından büsbütün kopmuş bulunmalarının tesirini de unutmamak gerekir Çünkü “hak dini” olan İslamiyet, onları tabiatla ve putlarla ilgili eski dillerini batıl, yasak sayıyor, onlarla ve o dinlerin verimi olan kitaplarla uğraşmak günah sayılıyordu

Kaşgarlı Mahmut gibi milliyetçi bilginlerin çabaları da kendilerini yabancı kültüre kaptıran bu aydınların görüşlerini değiştirememiştir Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları zamanında Türk aydınları, şiirlerini Farsça ve düşüncelerini Arapça yazmışlardır Hepsi Türk soyundan olan sultanlar ve hakanlar da halkı tanımayan o köksüz aydınların etkileriyle milli sanat ve tefekkürü tutmayıp yabancı kültürü korumuşlardır

3 Sultanların ve devlet adamlarının ana dile ve yerli edebiyata bu ilgisizlikleri, Türkçe’yi devletlerin resmi dili olmaktan çıkararak köylülerin konuştuğu bir kabile dili haline getirdi Bu yüzden fermanlar yazışmalar, tarihler, yıllıklar Farsça ve Arapça’ydı Köktürk, Uygur ve Karahanlılar devletlerinde resmi dil Türkçe olduğu için manzum nesir ilerleyebilmiştir

Türkçe’yi yabancı diller önünde eriten bu ilgisizliğe karşı zaman zaman bazı tepkiler olmakla birlikte 13 yüzyılda Fars, Arap dillerin kapılmamış olan Anadolu beyleri bu konuda daha şuurlu bir görüşe sahiptiler

Türkçe’nin edebi dil olmasında tasavvuf erlerinin, şeyhlerin, gazi erenlerin de büyük hizmetleri olmuştur Tasavvuf görüşlerini halka yaymak için mensur Türkçe eserler, şerhler, nasihatnameler, tevsirler meydana getirmişlerdir

ESKİ NESİR

Zaman bakımından 14 yüzyıl başlarından 19 yüzyıl ortalarına kadar süren nesirdir Eski nesir, bu zaman içinde hayli değişik ve çeşitli durumlar göstermiş bölümelere de ayrılmıştır Eski nesir;

a halk nesiri

b divan nesiri

olarak iki kısma ayrılabilir Divan nesri de birbirinden farklı üç üslup halinde görülür

1 – Edebi nesir (İnşa)

2 – Tarih nesri

3 – Öğretici nesir

A HALK NESRİ

Halk nesri denince, doğrudan doğruya halkın verimi olan yada halkın ağzından derlenen eserler akla gelmelidir Halk içi,n yazılmış “öğretici” eserler bu konuya girmez

Çoğu sözlü folklor verimi olan halk nesirlerinden, bize kalan yazılı örnekler çok azdır Elimizdekilerin çoğu da zamanlarında yazıya geçmemiş ve daha sonra yazılmış oldukları için asıl yaratıldıkları çağın dil ve üslup özelliklerini taşımazlar Bunlar arasında Battal Gazi, Hamzaname, Eba Müslim, Hz Ali Cenkleri gibi kitaplar meydana geldikleri çağların dilini az çok saklamış olsalar bile, söylenme ve yazılmalar sırasında hayli değişmelere uğramış oldukları için, halk nesrine örnek verilemezler

Bu durumda, eski halk nesrinin elimizde kalan biricik eseri Dede Korkut Kitabıdır Çünkü 15 yüzyıl Doğu Anadolu bölgelerimiz halkının dillerinden derlenmiş olan bu kitap aynen yazıldığı biçimde korunabilmiştir

B DİVAN NESRİ (İnşa)

Orta dönem nesrinin halk ve divan nesirleri diye iki kola ayrıldığını görmüştük Daha çok “inşa” diye anılan divan nesrini 1- Edebi Nesir 2- Tarih Nesri 3- Öğretici Nesir olmak üzere üç bölümde inceleyeceğiz Yalnız ayrı ayrı bölümlere geçmeden önce her üç çeşitin de ortaklaşa yönlerini belirtmek gerekir :

Bu nesirde bir Türkçe yazmak düşüncesi yoktur Şairlerde ara sıra görülen sadelik kaygısı (nesir yazanlar) arasında hiç görülmez öyle ki çok sade olan bazı parçalar bile

a anlaşılmak arzusundan çok ????? yorulabilir Yalız öğretici nesir yazıcılarında halka seslenmek kaygısı sezilmektedir

Türkçe, Arapça, Farsça kelimeler sanki tek bir dilin özcüğü gibi ayırt edilmeksizin kullanılır İşte adı geçen üç dilin karması bu yazı diline sonradan Osmanlıca denmiştir İnşa yazarları birbirine kaynaşmamış olan bu üç dilin pek bol kelimeleriyle süslü, zengin, ömürsüz ve yapmacık bir nesir meydana getirmişlerdir

Tanzimat’tan sonra bu nesir şuurlu tepkilerle karşılaşmış ve kelimenin özleşmesi günümüze kadar sürmüştür

b Bu nesirde Türkçe cümle yapısına dokunulmamıştır Cümlede özne-tümleç-yüklem dizisi korunmuştur Yalnız cümlenin yapısı Farsça ve Arapça tamlamalar, yabancı fiil çekimleri, ön ve son ekleri katılmıştır

c Cümleler gereksiz yere uzatılmıştır Noktalama işaretleri, cümle bitimlerinde sık sık kullanılan (-ip, -up, -erek, -icek, -ıcak) bağ fiiller uzun diziler meydana getirir Bundan dolayı cümleleri anlamak zorlaşır

d Bu nesirde fikirden çok süse önem vermiştir Üslupta güzellik yalnız kelime dizimlerinde aranmıştır Üçüzlü beşizli isim ve sıfat tanımına bunun için çok yer ayrılmıştır Nesirden çok nazım kuralları aranmıştır Bir çok parçalarda art arda gelen cümleler arasında simetrikler ve seciler (nesir kafiyesi) kullanılmıştır

e Farsça’dan geçmiş olan (ki) bazen (kim) edatı ile Arapça’dan gelen (ve) (bazen vü, ü) bağlacı bu nesirde çok kullanılır

EDEBİ NESİR

Divan nesrinin en yapmacık olan ve bugün okunmaz hale gelen koludur Osmanlıca’nın en koyu dili burada görülür Arap, Fars kelime ve tamlamaları pek bol olup özenti ile seçilmiştir Mecazların her türlüsü burda yer alır Simetriye ve secilere vazgeçilmez öğeler gözü ile bakılır

(İnşa yazarının) Bütün amacı süs ve şatafattır Fikir kaygısı en sonra gelir Yazar için bir fikri söylemek değil söyleyiş tarzı önemlidir Hep süs için hiç duyulmamış yabancı kelimeler ile üçüzlü beşizli isim takımları yapılır

Tasvir, tahkiye, hitap ve söyleşmelerde duyguya önem verilir Şairane söyleyiş çok öenm görür Bu nesirde büsbütün nazım ölçüleri aranır Nesir, kendinden beklenen hizmeti görmediği için divan edebiyatında fikir hareketleri çok ağır işlenmiştir

Edebi ensre, terim olarak inşa, inşa yazana da münşi adı verilir Birkaç büyükçe nesir parçasından meydana gelen esere müşeat denir

Edebi nesir, yüzyıllar geçtikçe daha koyu ve anlaşılmaz bir çıkmaza sokulmuştur Mesela 15 yüzyılda Sinan Paşa’nın inşası oldukça sade ve sevimli bir üslupla yazıldığı halde, 17 yüzyılda yetişen Nergisi’nin inşası büsbütün ağdalı ve süslüdür Şöyle ki, sırf Arapça veya sırf Farça nesri okuyup anlamak, Nergisi’yi anlamaktan kolaydır

15 yüzyılda: Tazarruname adlı eseri ile Sinan Paşa; 16 yüzyılda: Nefead-ül Üns, Münazara-i Bahar u Şita ve daha birkaç eseri ile Lamii ve Şikayetnamesi ile Fuzuli; 17 yüzyılda: Hamse (5 kitap) sahibi Nergisi ile Veysi; 18 yüzyılda : Kaniedebi inşa’nın ustaları sayılırlar

TARİH NESRİ

Orta dönem divan nesrinin en bol ve kuvvetli örnekleri tarih nesri kolunda toplanmıştır Çok yerde süs ve sanat kaygısı gütmeyen ve tarih vakalarını yalın bir ifade ile yazan ünlü yazarlar, tarih bilgileri ve gezginler, canlı, hareketli, zevkli sayfalar yazmışlardır

Başka milletlerde olduğu gibi bizde de “tarih” 19 yüzyıl başlarına kadar bir edebiyat türü sayılmıştır Eskiler için tarih, çok okunan ve sevilen bir sanat, bilgi ve hikmet sözleridir Tarih, iyiyi kötüden ayırmaya yarar, ibret dolu bir kitap sayılıp devler adamları ve aydınlar tarafından dikkatle okunmuştur Denilebilir ki, bu kitaplar, o çağ aydınlarının hem felsefe ve tarih, hem de roman ve hikaye okuma ihtiyaçlarını karşılamıştır

Bazı tarihçiler de özellikle olayları yorumlarken ve tasvirler yaparken münşiane denilen süslü ve parlak aydınlatma yoluna kaymışlardır Fakat hitap ve söyleşme bölümlerinde yalın bir konuşma dili kullanırlar Bunlardan Aşıkpaşazade, tarihini halk dili ile denebilecek kadar sade yazmıştır Tarih nesri de yüzyıllar geçtikçe ağır bir dille yazılmış, ama hiçbir zaman anlaşılmaz hale gelmemiştir Tarihte birçok olay ve kişileri anlatmak zorunda oluşları, tarihçilerin sırf sanat göstermek için ağır dil kullandıkları görülür

Biz burada, “tarih nesri” deyimi ile, yalnız tarih kitaplarında görülen nesri söylemek istemiyoruz Birçok coğrafya, seyahat ve ilim kitaplarının da yazılmış olduğu fakat tarz ve anlarım benzerliği gösteren bir nesir kolundan bahsediyoruz

15 Yüzyıl :

Osmanlı tarihi hakkında ilk Türkçe eser, şair Ahmedi’nin 15 yüzyıl başlarında yazdığı “Dastan-ı Tevarih-i Muluk-ı Al-i Osman” adlı manzum tarihidir

İbni Arap Şah : Timur zamanını yazmıştır Yazıcızade Ali : Bir “Seçukname” yazmıştır Fatih zamanında : Behişti, “Tarih-i Ali Osman”, Emveri : “Düsturname” , Oruç Bey : “Tevarih-i Ali Osman” ve İdrisi Bitlisi : “Heşt Behişt” adlı (Farsça) tarihleri yazmışlardır Karamanlı Mehmet Paşa’nın “Tevarih üs-selatin ül Osmaniye” adlı Farsça tarihi 1480’de Türkçe’ye çevrilmiştir Bayatlı Mehmet oğlu Hasanın “Cam-ı Cen-Ayin” adlı tarihi 1482’de kaleme alınmıştır Bu yüzyılın Türkçe olarak en önemli tarihi, Aşıkpaşazadenin “Tevarih-i Ali Osman”ıdır (1478) Fatih Sultan Mehmet zamanında devletin resmi tarihini yazdırmak için Şehnamecilik denen saray tarihçiliği kurulmuştur İlk Şehnameler manzum, daha sonra nesir karışık yazılmıştır

16 Yüzyıl :

Tarihi eserler yönünden zengin Bu yüzyılda Şehnamecilik devam etmiştir Yavuz Selim’in fetihlerini yazan Fetullah Çelebi’nin eseri ile Eflatun’un “Hünername”si bu şehnamelerin en iyileridir Ünlü tarihçiler arasında : “Tacüttevarih” adlı eseri ise Hoca Sadeddin Efendi; “Künhülahbar”ıyla Gelibolu’lu Ali; “Selanigi Tarihi” diye meşhur eseriyle Selanikli Mustafa vardır

17 Yüzyıl :

Bu yüzyılda büyük tarihçiler ve tarih nesri bölümüne konulacak ustalar yetişmiştir Fatih’in kurduğu Şehnamecilik töresi vakanüvislik diye yeni bir isim almış ve önemli bir saray memurluğu sayılmıştır Vakanüvislik 1663’te Abdurrahman Paşa ile başlamıştır

Bu asır içinde sayamayacağımız yazarların hepsi tarihçi değildir Bazısı düşünce ve ilim, bazısı da seyahat alanında tanınmıştır Fakat hepsi eserlerinde tarih ruhu taşıdıkları ve tarih nesrinin ortak özelliklerini kullandıkları için bu bölüme alındılar

Başlıca tarihçiler : “Peçervi Tarihi” ile meşhur Peçevi İbrahim Efendi ile “Ravzatülebrar” sahibi Karaçelebizade Abdülaziz’dir

Tarih nesri içindeki tanıdığımız ünlü yazarlar : “Risalesiyle meşhur Koçi Bey, büyük ilim adamımız, Katip Çelebi ve ünlü seyahat yazarımız Evliya Çelebi’dir

18 Yüzyıl :

Bu yüzyılda sanatlı tarih anlayışının en büyük yazarları yetişmiştir Bunların başında değeri tarihi ile Naima gelir Bundan başka Naima Tarihine ek olarak Raşit’in yazdığı “Raşit Tarihi” ve ona ek olarak Çelebizade Asım’ın “Asım Tarihi”, Silahtar Fındıklılık Mehmet “Silahtar Tarihi” ve Fındıklılık Süleyman’ın “Mirüttevarih” adlı eseri vardır Bu yüzyıl

sonunda tarih nesrine bağlayacağımız ünlü “Sefaretname” sahibi Yirmisekiz Çelebi Mehmet’tir

19 Yüzyıl :

19 yüzyıl başından hatta Tanzimat’ın ilanından sonra da edebi tarihçilik ve vak’anüvislik geleneği sürüp gitmiştir Ünlü vak’anüvisler arasında Mütercim Asım, Şanizade Ataullah, Esat Efendi ve Recai Efendi sayılabilir Bu yüzyılın ikinci yarısında (1855) Ahmet Cevdet Paşa’yı bir bakıma eski tarih geleneğimizin son büyük temsilcisi, bir bakıma da Türkiye’ye ilmi tarih çığırının öncüsü sayabiliriz

ÖĞRETİCİ NESİR

Öğretici nesir, üslup yönünde tarih nesrine çok benzer Ancak doğrudan doğruya bilgi vermek için yazılmış olan öğretici eserlerde, anlatım biraz daha kuru ve sanatsızdır Mecazlar daha az bulunur tasvir, tahkiye, söyleşme bölümlerine pek rastlanmaz

Konu bakımından, öğretici yazılar, oldukça çeşitlidir Başta din ve tasavvuf olmak üzere tıp, eğitim, terbiye, ahlak, muaşeret, hukuk ve her türlü ilim konusunda eserler yazılmıştır

Çoğu bilginlerimiz, eserlerini Arapça yazdılar Yalnız düşünce, bilgi ve tecrübelerini halka ulaştırmak isteyen bazı ülkücü aydınlar görüldü Adı geçen eserler onlarındır

Bu kitaplarda verilen bilgiler, çokluk Doğu kaynaklarından gelir Felsefe ve ilimde İslam (yani Türk, Arap ve Fars) filozof ve bilginlerinin 15 yüzyıla kadar araştırıp ortaya koydukları müsbet ve nazari ilim sonuçları tekrar elde edilmiştir Yeni ve yaratıcı düşünce ve görüşlere az rastlanır Çünkü o çağlarda bilgi (Rönesans’tan önce Batı’da olduğu gibi) skolastik bir nitelik taşımaktadır Skolastik bilgi ve düşünce, eski üstatların bulduklar sonuçları, olduğu gibi kabul edip tartışmasız benimseyen ve yalnız yorumlamakla yetinen eğitim ve düşünce tarzına verilen isimdir

Farabi, İbni Sina, İbni Haldun, İmam Gazali ve İbni Rüşt gibi büyük İslam filozofları, çevirmeler yolu ile Arapça’ya aktarılan eski Yunan felsefesini genişletip geliştirmek ve hatta yenileştirmek ve başka sistemlere bağlamak suretiyle, bir Doğu Rönesans’ı hazırlamışlardı Doğudaki taze buluşların, hür ve geniş fikirlerin, yepyeni felsefe görüşlerinin, Batı Rönesansı üzerindeki etkileri de büyük olmuştur

Ne yazık ki, 15 Yüzyıldan sonra bu Rönesans, hızını kaybetti Batının büyük yükselişlerine karşılık bizde duraklama başladı Düşünce ve ilim ufuklarımız daraldı Batı ile

kuvvetli fikir ve sanat dağıntıları da kuramadığımız için büsbütün, skolastiğe kapandık Medreselerimiz müspet ilim öğretimi ve hatta felsefeyi bırakarak eski bilgileri tekrar ile yetindi

Büyük imparatorluğumuzun çöküşünde ilim ve felsefe yolundaki bu durgunluğun olumsuz etkileri büyüktür Çünkü yenilgiler karşısında yıkılıp çökmemek için yaratıcı düşünceye ve yeni buluşlara ihtiyaç vardır

Bu öğretici eserlerde verilen bilgilerin belli başlı özelliği, tıpkı atasözleri gibi geleceğe ve denenmişliğe dayanmasıdır Bu yönden hem milli hem de beşeri bir değer taşırlar Gerçi yeni şeyler değillerdir ama, bunlar arasında din, tasavvuf ve ahlaka dair olanlar ön safta gelir Öğretici nesri teşkil eden eserler arasında doğu dillerinden yapılmış tercümeler de önemli yer tutmaktadır

Öğretici nesrin bazı örnekleri aşağıya alınacaktır Bu yazıların çıkarıldığı eserler ve yazıcıları da kısaca tanıtılacaktır

TANZİMAT NESRİ

Siyasi Tanzimat’ın (1839) getirdiği Batı’ya yönelme hareketi, 1860’tan sonra edebiyatımızda da bir değişme, yenileşme çığırını açtı Tanzimat Edebiyatı denen bu çığır (1895) Servetifünuna kadar sürdü

Bu edebiyatı temsil eden kişilerin çoğu aynı zamanda şairlerdir fakat bunlar asıl yeniliği nesirde yapmışlardır Tanzimat edebiyatı, hakiki bir nesir devrimi olmuştur Çünkü fikirler yenilenmiş, Batı’dan yeni kavramlar getirilmiş bütün bunlar nesri büsbütün değiştirmiştir

Zaten, Tanzimat’la edebiyatımıza giren yeni türlerin hemen hepsi, roman, hikaye, tiyatro, tenkid, makale, nutuk gibi nesir türleridir Bu türler, yeni nesrin gelişmesini sağlamış ve yaratılan üslupla birlikte olgunlaşmışlardır

Yeni nesrin oluşmasında asıl büyük rol, gazeteciliğe ve gazetecilere düşmüştür 1860’ta başlayan özel gazetecilik, az zamanda, hakla hitap eden yeni bir anlatım bulmak gereğini kabul ettirdi İster istemez bir havadis ve haber verme üslubu arandı Nitekim özel Türk gazeteciliğinin kurucusu olan Şinasi, 1860’ta çıkardığı Tercüman-ı Ahval’in ilk sayısına yazdığı önsözde, bu arayışı tam bir şuur ile açığa vurmaktadır

“Tarife hacet olmadığı üzre, kelam, meram anlatmağa mahsus bir Tanrı vergisi olduğu gibi, insan aklının en güzel icadı olan kitabet (yazı sanatı) dahi, kalemle tesvir-i kelam

eylemek fenninden ibarettir Bu hakikatten dolayı giderek, umu halkın kolaylıkla anlayabileceği mertebede işbu gazeteyi kaleme almak gerektiği dahi, yeri gelmişken, şimdiden hatırlatılır

Batı dünyasından bize gelen görüş,düşünce ve kavramlar, halka gazeteler kanalıyla yayılmıştır Bunları anlatabilmek için yeni deyişlere, tamlamalara ve yeni kelimelere ihtiyaç duyulmuştur Kimi tercüme yoluyla bulunan, kimi de eski kavramların yeni anlamlar kazanması suretiyle hazırlanan bu kelime ve tamlamalar, yeni nesri oluşturmuştur

Tanzimat şair ve yazarlarının hepsi toplumcu, devrimci ve batıcı kimselerdir Kitaplarında ve yazılarında, halka gösterecekleri yollar, anlatacakları gerçekler, verecekleri bilgi ve öğütler vardır Bunu sağlamak için elden geldiği kadar çok insana hitap etmek isterler Tabii olarak hepsi sade dile özenmiş ve açık yazmaya çalışmışlardır Başlıca Tanzimat aydınlarının bu konudaki görüşleri sadeleşme ve anlaşılma noktasında birleşmektedir :

Namık Kemal :

“Her nedense lisanen söylediğimiz şiveyi beğenmeyip de kaleme başka bir edebiyat lisanı icat etmeğe çalışan müelliflerimizin tuttukları ifade tarzı, konuşma dilimize kıyasla, mesela arabiye nisbetle Borne lisanı kadar sakildir İki sayfalık bir yazı okumak için herkesi seksen defa Kaamus’a (arapça sözlük) veya Buhran’a (farsça sözlük) müracaat mecbureiyetinde bulundurmak için marifet sayılsın? Seçkinler için kitap yazmak kadar dünyada abes bir şey yoktur

Muallim Naci :

“Bir söz ne kadar tabii söylenir ve tabii yazılırsa o derece latif olur Fesahat, belagat denilen şeylerin tabilikte aranması lazım gelir Söze tekellüf karıştığı gibi, fesahat, belagat aradan çıkar Ziya Paşa’nın :

Çıktıkça lisan tabiatından

Elbette düşer fesahatından

sözü pek doğrudur

Ancak doğru yolu görmüş ve o yoldan gitmeye çok çalışmış olmalarına rağmen, bu yazıcıların pek azı, özlenen sadeliğe ulaşabilmiştir Bunun sebepleri çoktur Bir kere bunların hepsi, eski edebiyat kültürü ile yetişmiş kimselerdi, alışkanlık ve hayranlıklarını bırakamıyorlardı Okullarda hep Arapça ve Farsça öğrenildiği için aydınların bildiği ve

kullandığı Türkçe kelimeler yetersizdi Türkçe sözlerin büyük kısmı edebi sayılmıyor; ancak konuşma diline yakıştırılıyor, sanat ve fikir yazılarına gitmez sanılıyordu Bu yüzden Arapça ve Farsça sözlere vazgeçilmez unsurlar gözüyle bakılıyordu

Yüzyıllar boyunca Türkçe , fikir alanında işlenmeden kalmıştı Edebiyatçılar, düşünce yazılarında, tasvir bölümlerinde ve ince duyguları anlatmak isteyince Osmanlıca’ya sığınıyorlardı Sade dil, en çok söyleşmelerde ve biraz tahkiyede bulunuyordu Tanzimatçılar, günlük dile yatkın, başarılı piyesler yazdıkları halde, roman ve şiirlerinde süsten kurtulamıyorlardı

Sadelik gerçi bütün Tanzimatçıların baş arzusu görünür ama, bütün yazarlar aynı ölçüde sadeleşmek yolunu tutmuşlardır Tek bir yazarın eseri dahi, sadelik yönünden birbirine benzemez Hatta aynı makalede, birbirini hiç tutmayan sade ve ağdalı cümlelerin birbirini kovaladığı görülür

Bütün bunlar, Tanzimat yazıcılarının sade dile çok özendikleri halde bunu eserlerine uygulayacak güce ve imkana sahip olmadıklarını düşündürür

Sadeliği en ileri götürmüş olan Tanzimat yazarı; Muallim Naci’dir bunlar arasında halk diline en fazla yaklaşabilen de Ahmet Mithat Efendi olmuştur

Tanzimat nesri, Eski Nesre ilintisiz denilebilecek kadar değişik ve yenidir Bu yenilik sade olmaktan çok, başkalaşan bir dünya görüşü ile yepyeni Batı kavramlarını kullanmaktan ileri gelir Çünkü bu dönem, Türk toplumuna yeni görüşler ve arzular getirmiş yeni ihtiyaç ve ülküler sunmuştur Yabancı dil bilenlerin ve gazetelerin çabaları, memleket işlerinde söz sahibi olmak isteyen yeni kuşaklar hazırlamış, bu suretle bir halk efkarı oluşmuş (kamu oyu, efkarı umumiye) meydana çıkmıştır

Uğruna baş koydukları bir ülküleri olan ve bu ülküyü heyecanla yaymak isteyen şair ve yazarlar vardır Hürriyet, vatan, adalet, zulümle boğuşma, ıslahat, insan hakları, eğitim, devlet idaresi, vatan için çalışma gibi yüzlerce yeni mesele, gazetelerde, tiyatro ve romanlarda coşkunlukla söylenip yazılmıştır Padişah, devlet gibi kavramların karşısına millet, meşrutiyet yeni tabular çıkarılmıştır

İşte bu ülküler ve düşünceler Tanzimat’ın nesir dilini, eskilerde görülmeyen ve o zamana kadar bilinmeyen :

Hey’et-i içtimaiyye, vezaif-i kaanuniye, vatan menfaati, şeref-i millet, nesl-i ati, şebab-ı Osmaniyye, gayret-i milliye, medeniyet resulü, reis-i cumhur, efrad-ı millet, terbiye-i

nisvan, zincir-i esaret, ittihad-ı kalb-i millet, gavga-yı hürriyet, şemşir-i zulm, hak-i vatan gibi yüzlerce yeni tamlama ve kavramlarla doldurmuştur Bu da, Tanzimat nesrini iyice sadeleştirmemiş ama, büsbütün yenilemiştir

Tanzimat nesrini eski nesirden ayıran özellikler şunlardır:

a) Fikir kaygısı öne alınmış üslup özentisi ve süs düşkünlüğü arkaya itilmiştir Yazıcı, cümlesini bir şey söylemek, öğretmek için kurar

b) Cümle boyları kısalmış, anlaşılan ve kolayca izlenen bir ölçüye konmuştur Cümle, gereksiz, boş lakırdılardan arınmıştır

c) Seciler çok az kullanılmış yada büsbütün atılmıştır

Eski nesirde, konuya girmeden yapılması adet olan başlangıçlar atılmış, kestirmeden esasa girmek yolu tutulmuştur

SERVETİFÜNUN NESRİ

Servetifünun Edebiyatı, 1895 ile 1901 arasında, Servetifünun dergisi Çevresinde toplanan yeni bir neslin, ortak inançlar, fikirler ve benzeşir bir üslüp halinde meydana getirdikleri edebiyat çığırına verilen addır

Bu edebiyatı kuran kişiler, iki önemli etki altında yetişirler :

I Tanzimat’ın son kuşağı olan Recaizade Ekrem ile Abdülhak Hamit etkisi Bu etki, onları bir yandan orta dönem edebiyatından uzaklaştırıyor ve Batı edebiyatına daha fazla yaklaştırıyordu Öte yandan, halk ile gittikce arayı açan ferdi, ağdalı ve aristokrat bir şair ve nesir anlayışına sürüklüyordu

II Batı edebiyatının etkisi Servetifünun’cular, daha küçük yaştan, düzenli okullarda, Fransızcayı bütün inceliğiyle öğrenmiş bulundukları için, bu edebiyatı, yakından ve çok iyi tanıdılar Sonunda, Türk halkını ve Türk sanat geleneğini bırakarak, oraya bağlandılar Bu bağlanış, onların fikirleri, sanat anlayışları kadar üslüplarına da tesir etti İnce sanat ve güzellik peşine düştüler Kendilerine çağdaş olan Parnasçılık, Realizm ve Sembolizm akımlarına da kapılarak yepyeni bir şiir ve nesir dili kurdular

Servetifünuncu’ lar bir çok sosyal ve edebi etkilerle Tanzimatçılar’ ın yürütmek istedikleri halka doğru ilkesini ve dilde sadeleşme akımını terk etmişlerdir Tıpkı Divan Edebiyatcıları gibi bunlarda halkı seckinler ve halk diye iki zümreye bölmüş ve sanattan ancak seckinlerin anlayacağını düşünmüşlerdir Halk dedikleri kalabalığa pek iyi bir gözle

bakmazlar Sözgelişi, Cenap Şahabettin’ e göre : “Seçkinler beğendikce alkışlar Halk alkışladıkça beğenir Halk her devirde ve diyarda ateşle ziyanı birbirine karıştırmıştır; kendisini her yakanı güneş sanır

Bu görüşle halkın anlamasına hiç de lüzum olmayan, süslü ve sanatlı yazılar yazmışlardır “ Madem ki aydınlar ve seçkinler için yazıyoruz, o halde sade ve açık söyleyişler gereksizdir Nasıl olsa yazdıklarımız anlatacaktır” Gibi garip bir düşünüş Servetifünun üslubunun temel taşı olmuştur Recaizade Ekrem’ in Talim i Edebiyatındaki uslüp görüşü, benimsenmiş, Apdulhak Hamit’ in “müzeyyen” üslubu çok beğenilmiştir Mithat Efende’ nin “adi” üslubu ise açık ve sade olduğundan küçümsenmiştir

Servetifünun’ cular, Fransa edebiyatında çok özendikleri yeni akımların (Parnasçılık, Sembolizm, Realizm) “ Sanat için sanat” anlayışı güden inceliği ulaşmak istediler Türk nesrini hem sözlük hem de kavramlar bakımından zengin etmeye çalıştılar Bunu sağlamak için o zamana kadar işlenmiş saydıkları türkçeyi yetersiz buldular Osmanlıca’ nın üç lisana dayanan bol kelime hazinesinden faydalandılar

Fransızca’da gördükleri yeni kavram, hayal buluş ve mecazları şiir ve nesirlerine aktarmak isterken, asla öz türkçeden veya halk dilinden karşılık aramadılar Fars ve Arap kelimelerin, o güne kadar hiç duyulmamış olanlarını kullandılar Farsça vasf-ı terkibiler zincirleme isim ve sıfat takımları ile sözlü yeni bir nesir (ve nazım) üslubu kurdular

Fransız sentaksının etkisi ile, türkçe söz diziminde önemli gelişmeler yaptılar Hatta Fransız cümle yapısını bütünüyle türkçeye uygulayan bir anlatım yolu tuttular Bu öyle bir değişiklikti ki, dilimiz, sadeleştiği ve özleştiği halde, bugün bile, etkisinden sıyrılmış değiliz Yani Servetifünuncuların getirdiği bu söz dizimi şekli sürüp gitmektedir onlArın müsbet yeniliği ancak bu noktada aranmalıdır Türkçeye, her kavramı anlatmaya elverişli bir dizim bolluğu sağlamışlardır

Osmanlıca’ ya çok önem veren Servetifünun’ cuların, türkçede karşılığı bulunan yabancı kelimelerin atılmasına izin vermemişlerdir

Konuşan dil ile edebi eser yazmayı da yüksek sanata aykırı buluyorlardı Halit Ziya, “konuşma dili” denince İstanbul’ da söylenen dilin akla geleceğini belirtiyordu

Bütün bunlar, o zaman kendilerine hücum eden, halk türkçelerine bir sataşma idi, fakat zaman, Servetifünun’ cuları haksız, ötekileri haklı çıkardı O zaman o kadar ki Halit Ziya Uşaklığil bu sözlerinden kırk yıl sonra Mai ve Siyah ve Aşk-ı Memnu gibi büyük

romanlarını sadeleştirmek zorunu duydu Hatta Kırk Yıl adlı hatıralar kitabında Servetifünun’ daki süs ve özenti hastalığına acı acı takılmatan bile geri durmadı

Ortak kavramlara bağlı olsalar bile bunlardan mesela Hüseyin Cahit, oldukça sade yazmıştır Süleyman Nazif, daha çok , Namık Kemal üslubu’nu izlemiştir Ahmet Hikmet Müftüoğlu ise son yazılarında özleştirme taraflısıdır

Fakat Servetifünun dediğimiz edebi akımın, nesirdeki baş ustası Halit Ziya Uşaklıgil’ dir Cenap Şahabettin, ona yakın bir anlayışa sahiptir Mehmet Rauf ise Halit Ziya’yı adım adım izlemiştir Bu yüzden Halit Ziya nesrinin özelliklerini genişleterek bütün arkadaşlarına yaymak mümkündür

HALİT ZİYA UŞAKLIGİL’İN NESİR GÖRÜŞÜ

Servetifünun nesrinin en büyük temsilcisidir Türk nesir dilinin söz diziminde yaptığı değişmelerle bir üslup oluşturmuştur 1876 dan 1896 ya kadar süren bu dönemde 50 kadar dergi çıkmış ve bilhassa tercüme faaliyeti alıp yürümüştür

Halit Ziya’ nın kendiside yazı hayatına tercümelerle başlamıştır Hatta (izmir’ de iken) 19 Yüzyılın ikinci yarısında şöhret kazanmış Fransız yazarlarından elli kadarının ikişer hikayesini ‘’Bütün bölüm ve parçalarını aynı simetri ve bağıntıları,aynı tertip ve tasnifi muhafaza ederek,ayırma ve noktalamada bile asıllarına uymaya çalışarak Türkçe’ye çevirmiştir

Bu hal,Uşaklıgil’ in,Fransız cümlesine ne kadar bağlandığını açıkça gösterir Türk dilinin Fransızca’ya bu uygulanışından Halit Ziya ve dolayısı ile Servetifünun üslubu çıkmıştır Belirtildiği gibi bu üslup gittikçe özleşen yazı dilimizde hala devam etmektedir

Halit Ziya :

a)Yeni kavramlar ve buluşlar için gerektikçe,Arapça,Farsça,eski yeni kelimeler bulup kullanmaktan geri durmamıştır

b)Eski kelimelerden yepyeni isim ve sıfat takıları yapmıştır,Raşe-i baride(soğuk titreyiş) lerziş-i hiras(korku ürpermesi) vb

c)Fars kuralınca vasfı terkibi yani bileşik sıfatları çok kullanır Gaşy-aver(uyuşukluk getiren)ebet-zinde (ölümsüz) vb

d)Fransızcadan aldığı bazı kelimeleri Türkçeleştirerek yazmıştır Dest-i izdivacı talep etmek,nokta-i nazar gayri kabili inkar vb

e)Bol fiilimsilerle bağlı ve yan cümleciklerden kurulu uzun cümleler yapmıştır

f)Cümlelerin daima aynı kiple çekilerek ahenksiz kalmasını önlemek için türlü anlam değişmeleri yapmıştır

g)Okuyucunun tasarlama gücüne bırakarak üç nokta ile ve fiilsiz biten cümleler kurmuştur:İşte Bir şir-i hayal hikayesinden bir cümle

i)Cümle içine ara cümleler sokar Ortaya bir “evet” kelimesi getirerek tekrarlara baş vurur “ve” leri çok kullanır; “ve” ile başlayan cümlelerde yaparlar Ayrıca “Oh!”, “heyhat” gibi ümlemlerle cümleler kurar Yüklemsiz cümleler ve soru cümleleri de kullanılır

Halit Ziya’ nın Türk edebiyatına getirdiği ve çağdaşlarına kabul ettirdiği bu üslup, Frenklerin Style artistique dedikleri Sanatkarane üsluptur Bu yolda, ondan sonra gelen en kuvvetli yazarımız, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ dur

YENİ NESİR

Yeni Nesir başlığı altında, genel olarak, türkçeleşmek ilkesini be*nimseyen günümüz nesri incelenecektir Osmanlıca'ya karşı şuurlu olarak sadeleşmek çabası gösteren bu nesri, 1911 de, Genç Kalemler dergisinin çıkışı tarihinden başlatabiliriz

Tükçecilik iki safhada düşünülebilir :

1) 1911-1945 Sadeleşme safhası aşaması

2) 1945 den günümüze doğru Özleşme safhası aşaması

Bu verdiğimiz tarihler yaklaşık tarihlerdir Çünkü sadeleşme akı*mının Tanzimat devrinde başladığı, Tanzimat sanatçılarının bu yolda çok doğru fikirler söylediği, denemeler yapıldığı, ama sade üslûbun yine de genel bir hale gelemediği görülmüştü Özleşme fikrinin aşırı şekli olan Tasfiyecilik (purisme) dâvası ise ilkönce 1900 yıllarında, izmir'de Ahenk dergisinde Mehmet Necip tarafından savunulmuş yine Fuat Kö*seraif'in 1908 de çıkan Türk Dernegi dergisinde bu soydan aşırı düşün*celeri görülmüştür Fakat Özleşmiş «arı Türkçe»nin yazı diline geçmesi daha çok 1945’ten sonraya rastlamaktadır

Biz burada, Türk Nesrinin Safhaları başlığı altında, türkçe üzerin*de yapılan tartışmalardan ve önerilen kuramlardan daha çok, meydana gelen üslûplar üzerinde duruyoruz Bu yüzden, yirminci yüzyıl Türk nesri demek olan Yeni nesir'in ancak iki üslûp dönemini göreceğiz

SADELEŞME SAFHASI

Tanzimatçıların türkçe üzerindeki görüşleri, açıklanmıştı Bunlar*dan bilhassa Şemsettin Sami 1880 de çıkan Hafta dergisinde, sadeleşme üzerine en ileri fikirler yürütmüştü Bu tarihten 1908 e (İkinci Meşruti*yet) kadar geçen otuz yıl içinde Türkçecilik Osmanlıcalık tartışması bü*tün hızı ile sürüp gitti Ancak, her geçen yıl, sadelik fikri biraz daha benimseniyordu Servetifünun'cuların, Osmanlıcaya çok ustalıklı dönüş*leri bile sade dilin akışını durduramadı

1908 Meşrutiyeti, birçok fikirleri yüze çıkarmıştır Dolayısiyle, el*den geldiği kadar geniş halk kütlelerine hitap etme düşüncesi, aydınlar*ca önemli bir kaygı olmuştu Türlü türlü görüşlerle çıkan gazete ve dergilerin dili, kendiliğinden sadeliğe yönelmişti İşte bu sırada türkçeleşmeyi bir ilim konusu yapan ve sade dili, sağlam kurallara bağlamak isteyen dergi ve topluluklar görüldü Bunlar arasında 1911 de Selanik’te çıkan Genç Kalemler “ Yeni lisan” davasının öncüsü oldu

Genç Kalemler'in Yeni lisan üstündeki görüşleri, Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp tarafından açıklanmıştır Esasları şunlardır: ,

1 - Millî dili vücuda getirmek için Osmanlı lisanını hiç yokmuş gibi bir tarafa atarak halk edebiyatına temel vazifesi gören Türk dilini ay*niyle kabul edin İstanbul halkının ve bilhassa İstanbul hanımlarının ko*nuştukları gibi yazmak

2 - Halk dilinde türkçe anlamdaşı bulunan arabî ve farisî kelime*leri atmak, tamamiyle anlamdaşı olmayıp küçük bir nüas taşıyanlar alı*koymak

3 - Halk diline geçip biçim veya anlamca «galat» sayılan yabancı köklü kelimelerin tahrif olunmuş şekillerini türkçe sayarak, söylendik*leri gibi yazmak

4 - Yerini yeni kelimelere bırakmış olan eski türkçe kelimeleri di*riltmeğe çalışmamak

5 - Yeni terimler bulmak gerekince, bunu önce halk dilinde aramak, bulunamazsa, türkçenin yapım ekleri ile yeni kelimeler yapmak Buna da imkân yoksa, arapça ve acemceden, terkipsiz olmak şartiyle, yeni kelime*ler kabul etmek Bazı devirlerin ve mesleklerin özel terimleri ile tekniklere ait âlet isimlerini, yabancı dillerden aynen almak

6 - Türkçeden Arap ve Acem dillerinin kapitülâsyonlarını kaldıra*rak, bu dillerin tamlama ve kip şekillerini atmak

7 - Türk halkının bildiği ve kullandığı her kelime türkçedir Halkın munis bulduğu, yapmacık olmayan her kelime millîdir, Bir milletin dili o dilin cansız köklerden değil, canlı kullanışlarından hasıl olan bir or*ganizmadır

8 - Türkçe çoğul edatından başka, hiçbir yabancı çoğul edatı kullanılmayacaktır “amma, keşke, henüz, yani” gibi konuşma diline girmiş olanlardan başka bütün yabancı edatlar da atılacaktır

9 - İstanbul türkçesinin ses, şekil ve kelime kuralları yeni türkçenin temelleri olduğundan, başka Türk lehçelerinden kelime, edat ve tamlamalar alınamaz

10 - Kelimelerin delâlet ettikleri mânâları, onların tarifleri değil; işaretleridir Kelimelerin anlamları onların türediği kökleri bilmekle an*laşılmaz

Genç Kalemler'i ortaya attığı bu görüşler ve bu görüşlere uyarak yazdıkları eserler, türk nesrine yeni bir üslûp getirmiştir Bu tarihten sonra yazarlar, Türkçedeki yabancı dil kurallarını yavaş yavaş fakat ke*sinlikle atmışlardır Yazarken türkçe kelimeler aramak ve lüzum olma*dıkça arapça-farsça'ya başvurmamak, temel bir zevk haline gelmiştir Ziya GökaIp'ın “Başka, dile uymaz annenin sesi - Her sözün ararsan vardır türkçesi” sözü, çağdaşı olan ve sonra gelen kuşakların ilkesi olmuştur, Yeni lisan hareketine en şiddetli tepkiyi gösteren Servetifunun'cular bile, zamanla, eserlerini sadeleştirmek zorunu duymuşlardır

Gittikçe sadeleşen bu üslûbun çıkardığı değerli yazar sayısı ve dili*mize getirdiği imkânlar, kısa, zamanda, pek büyük olmuştur Başta Ziya Gökalp, kolay anlaşılan bir ilim nesri, Ömer Seyfettin bir hikâye dili kur*muşlardır Sanki Ziya Paşa'nın tâ, eylül 1868 de, Londra Hürriyet gaze*tesinde çıkan Şiir ve İnşa makalesinde ileri sürdüğü :

“Hele bir kere rağbet o cihete (sade türkçe yoluna ) dönsün, az vakit içinde ne şairler, ne katipler yetişir ki, akıllara hayret verir” kehaneti on beş yirmi yıl içinde, gerçekleşivermiştir

TÜRKÇÜLÜK NEDİR ?

Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir O halde Türkçülük'ün mahiyetini anlamak için ilk önce millet adı verilen zümrenin mahiyetini tetkik etmek lâzımdır

(Gökalp bu arada ırkçı, kavimci, bölgeci, islamcı, Osmanlıcı ve fertçi milliyetçi*' görüşlerini inceledikten sonra şu, sonuca varır

Bu ifadelerden anlaşıldı ki millet, ne kavmî, ne coğrafî, ne siyasî, de iradî bir zümre değildir Millet, lisanca, dince, ahlâkça ve be*diyatça müşterek olan, yani ayni teoriyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir

Türk köylüsü onu “dili dilime uyan, dini dinime uyan” diyerek tarif eder Filhakika bir adam, kanca müşterek bulunduğu insanlardan ziyade, dilde ve dinde müşterek bulunduğu insanlarla beraber yaşamak ister Çünkü insanî şahsiyetimiz bedenimizde değil, ruhumuz*dadır Maddî meziyetimiz ırkımızdan geliyorsa, mânevî meziyetimiz :de terbiyesini aldığımız cemiyetten geliyor

Büyük İskender diyordu ki: “Benim hakiki babam, Filip değil Aris*to'dur Çünkü birincisi maddiyetimin, ikincisi maneviyetimin teşekkülüne sebep olmuştur İnsan için maneviyet maddiyetten önce gelir Bundan dolayı, milliyette şecere aranmaz Yalnız, terbiyenin ve mefkûrenin milli olması aranır Normal bir insan hangi milletin terbiyesini almışsa ancak onun mefkûresine çalışabilir Mefkûre bir vecd menbaı olduğu için aranır Halbuki terbiyesiyle büyümüş bulunmadığımız bir cemiye*tin mefkûresi ruhumuza asla vecd veremez Bilâkis, terbiyesini almış olduğumuz cemiyetin mefkûresi, ruhumuzu vecdlere garkederek mesut yaşamamıza sebep olur Bundan dolayıdır ki, insan, terbiyece müşterek bulunmadığı bir cemiyet içinde yaşarsa bedbaht olur

(Türkçülüğün Esasları)

ÜSLUP

Gökalp, dilin kurallarına ve zevkine uygun, ağır başlı, ciddî, her kelimesi yerli yerinde bir nesir dili kurmuştur Mantık ve düşünceyi ön da tutan bu İlmi nesrin hayal ve mecaz ile hiçbir ilgisi olmadığı görülmektedir

Ziya Gökalp'a kadar şiir dilinin çok, edebî nesir üslûbunun da az çok işlemesine karşılık, türkçe felsefe ve fikir dili hemen hemen gelişmemiş Çünkü, bu türlü eserlerin çoğu Arap diliyle yazılırdı Gökalp, felsefî nesir üslûbunu kurmakla kalmamış, onu bütün aydınlara kolayca okutmanın çaresini de bulmuştur ilmî-felsefî nesir, Fuat Köprülü, Necmettin Sadak, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Mümtaz Turhan, Hilmi Ziya Ülgen vb

Düşünür ve bilginlerde gelişerek devam etmiştir Her kelimesi yerinde kullanılan her cümlesi muhakkak, birşey anlatan ve öğreten bu ölçülü nesir ile düşünce nesrini kesin olarak birbirinden ayırmıştır Fikir yazılârının, romandan, şiirden ayrı bir edebî üslûbu olması gerektiği, Gökalp'tan, sonra daha iyi anlaşılmıştır

ÖZLEŞME SAFHASI

Genç Kalemlerde billûrlaşan sadeleşme akımı, (3 Kasım 1928) Harf Devrimi'nden sonra yeni bir safhaya girmeğe başlar Arap alfabesi kal*dırılıp yerine - türkçenin bünyesine uydurulmuş - Lâtin harfleri geçince, türkçeye tam yerleşmiş olan Arap ve Fars sözcüklerinin yabancılıkları büsbütün göze batar Konuşma ve yazı dilimize uymayan yabancı kelimeleri atıp yerlerine türkçe karşılıklar koymak ihtiyacı belirir

1930 dan sonra, bu konuda üç fikrin çarpıştığını görüyoruz:

a) - Türkçenin sadeleşme yolundaki tabii gelişmesine dokunmamak

Devlet gücü ile sıkılamadan kaçınmak Bütün lisanlar gibi Türkçenin de, başka dillerden kelimeler almış olmasını tabiî görmek Dilimizi yoksullaştırmak pahasına, bunları türkçeden atmaya kalkmamak Bu görüş, Ziya Gökalp'ın bütün dil ilkeleri ile birlikte en çok “Türkçeleşmiş, türkçedir” fikrini benimseyen görüştür, denebilir

b) _ Dili başıboş ve bakımsız bırakmamak Bilginlerin ve yazarların çabasıyla türkçeyi onarmak ve yükseltmek, Türk hançeresine uymayan yabancı sözler yerine tarama, derleme, başka Türk lehçelerinden fayda*lanma ve dilimizin zevkine - kurallarına uygun türetmeler yapma yolla*rıyla edinilmiş türkçe kelime ve terimler koymak Halk diline geçmiş olan veya bir nüans taşıyan yabancı soylu kelimelere, deyimlere ve milletçe bi*linen sözlere dokunmamak

c ) Yabancı kökten gelmiş bütün kelimeleri türkçeden atmak Kök anlamı, bütün konuşanlar ve okuyanlarca bilinmeyen hiçbir söz bırakma*mak, yalnız kökü öz türkçe olan sözlerle yazmak ve konuşmak Yeri boş kalan yabancı kelimeleri, halk dili derlemelerinden eski kitaplar üstünde yapılan taramalardan, öbür lehçelerinden alınmış veya “uydurulmuş” sözlerle karşılamak

Bu üç fikrin çekişmesi hâlâ sürüp gitmektedir Her gün yeni sözcük*ler bulunmakta ve beş yıl önce yazılmış şiirlerle yazılar bile eskimekte*dir Bir uçtan da arapça, farsça kelimelerden boşalan yerleri fransızca, ingilizce, almancaların tutması tehlikesi belirmektedir Aşırı özleştir*meye “arı dil”e gidilirken türkçenin anlatım bakımından iyice yoksullaş*tığı da gözden kaçmamaktadır Sözgelişi ; tavır, vaziyet, hal, şart, maksat; hâlitavr, şekil gibi aralarında mânâ farkı (nuance) bulunan yedi sekiz kelime bir tek durum sözcüğüyle karşılanmak istenilmektedir Dildeki bu sonsuz değişme ve kararsızlık kalıcı sanat ve düşünce eserlerinin yazılma*sını imkânsız kılmaktadır Beliren daha önemli bir tehlike yazı dili ile konuşma dili arasına yeniden bir uçurum konulmasıdır Nitekim vaktiyle Servetifünuncuların

arapça - farsçaya dönerek yapmacık dille yazmaları gibi, bugünkü bazı kalemler de yanlış ve zevke aykırı uydurma kelime*lerle “arı dil”e saplanıyorlar Ziya Gökalp Türkçülerinin başlattığı ve elli yılda başarı kazanmış olan konuşulan dille yazmak ilkesi zedelenmiş olu*yor

Bugün dünyada yüzde yüzü hattâ yüzde yetmişi “öz” kelimelerden kurulmuş hiçbir dil bulunmadığına ve bizim türkçe sandığımız bazı sözle*rin kökleri de meçhul olduğuna göre türkçemizi saf su gibi damıtıp arıt*mak ve buharlaştırmak gayretinden vazgeçilmesi bilakis dilimizin zen*ginleştirilmesi ve ağırlaştırılması kültür açısından daha uygun görülmek*tedir

Şüphesiz orta yolu ve bilhassa halk dilini gözden ırak tutmamak lâ*zımdır Toptan tasfiyeciliğin, halkça anlaşılmamak ve cansız, sevimsiz yapmacık bir edebiyat argosu hazırlamak gibi sakıncaları vardır Yeni sözcükler yaparken de dil bilimine uymak ve halkın konuşma aracı olan dilin “canlı ve zevkli bir organizma” olduğunu hesaba katmak gerektir

Türkçeyi zenginleştirmek için tek çıkar yol Anadolu halk ağızlarından kelimeler devşirmek ve bunları değerlendirmek olabilir Nitekim :

Özleştirme safhasında yapılan bu tartışmalar, 1945 yıllarından günümüze doğru hem birbirinden ayrılan hem de birbirini besleyen iki yeni üslûbun doğuşunu sağlamıştır Bu üslûplar :

a) Salt öz-türkçe kelimelerle yazmağı amaç edinen deneme, sohbet ve makale üslûbu

b) Anadolu ağızlarının zengin sözlüklerini yazı diline aktarmağa çalışan roman ve hikâye üslûbudur

Birinci üslûba öncü olarak Nurullah Ataç'ı görmekteyiz İkinci üslûbun iyi örnekleri de bazı romanlarda yer alıyor

MAKALE

Bir gerçeği ortaya koymak, herhangi bir konuda bilgi vermek, fikri bir düşünceyi, bir görüşü savunmak amacıyla yazılan yazılara Makale diyoruz Makale, gazete ve dergilerde yer alır Gazete makaleleri;günlük olaylara, dergi makaleleri ise akademik konulara dayanır Bugün için yaygın bir gazete yazısı olma özelliğinin taşıyan makalelerin, kamu oyu üzerinde geniş bir etkisi vardır Makale, gazetenin ilk sayfasının ilk sütununda yayınlanıyorsa, başmakale adını taşır ve yazarına da baş yazar denir Genellikle başmakale,gazetenin sosyal ve siyasal tutumunu da gösterir

Başyazar,günlük olaylarla ilgili görüş ve fikirlerini, kendi yönünden, bilimsel bir biçimde, sade, açık seçik, yalın ve inandırıcı bir dille yazar Diğer bir deyişle yorumunu, kendi görüş ve düşünüşü açısından okurun gözleri önüne serer

Makalede temel öğe, fikirdir Makale ; bir fikri, bir görüşü, bir amacı, bir gerçeği geniş halk kitlelerine sunarken yol gösterici, inanç verici, görev ve sorumluluk duygusunu aşılayıcı özellikleri de taşımalıdır Toplumun bozuk düzeni, iş ve yönetimindeki aksaklıkları, fikir, sanat ve uygarlık alanındaki gerilik ve eksiklikleri ve bütün bunların giderilmesi için gerekli çareler, makalelerde anlatılır Bu nedenle, makale yazarı, toleranslı ve kültürlü olmalıdır Yazar makalesini yazarken düşüncelerini açıklayıp ispatlamak zorundadır Bunun içinde kanıtlardan, belgelerden, atasözlerinden istatistiklerden yararlanabilir

TARTIŞMA

Yazı yazmaktaki amacımız, okurumuzun yerleşmiş kanılarını değiştirmek ya da herhangi bir konuda bizim gibi düşünmesini sağlamaksa, Tartışma anlatım biçimini kullanırız Böylece, onları dilediğimiz davranış ve düşünüşe yöneltmeye çalışırız Tartışma Anlatım biçimi, çok yaygın bir anlatım biçimi olmasına rağmen,bazen açıklama anlatım biçimi ile birlikte de bulunabilir Konuşmalarda, konferans, eleştiri, hitabette kullanılır

DENEME

Deneme, bir yazarın, herhangi bir konu üzerinde kesin sonuçlar gitmeden, iddiasız ve ispatsız kişisel görüş ve düşüncelerini, içtenlikle belirttiği yazılara denir Diğer bir değişle kalem denemesi anlamına da gelen deneme, konularını edebiyat, felsefe bilim dallarından alır denemeler genellikle makale uzunluğunda yazılmakla beraber, bazen bir kitap büyüklüğünde de olabilir Başarılı bir deneme kitabı, başlı başına bir hayat kürsüsüdür Fransız edebiyatında Montaigne, İngiliz edebiyatında Bacon, denemelerini zengin bir kültür ve içtenlik dolu güçlü bir anlatımla yazarak, okuyucularını sürüklemişlerdir Türk edebiyatında bu türün en başarılı örneklerini, Suat Kemal Yetkin ve Nurullah Ataç sunmuştur

ELEŞTİRİ

Bir sanat ya da fikir eseri tanıtırken zayıf ve güçlü yönlerini belirtme, bir yazarın gerçek değerini ortaya koyma amacıyla yazılan yazılara denir

Eleştiri bir eser üzerinde olacağı gibi bir metin, ya da bir yazar üzeride de olabilir ve incelemeyi yapan ve değer yargısına varan yol göstericiye de eleştirmen denir

FIKRA

Bir yazarın günlük olaylara ya da ülke ve toplum sorunlarına ait herhangi bir konu üzerinde kişisel görüş ve düşüncelerini akıcı bir dille anlattığı düz yazılara denir

Fıkralar :

1Gazete fıkraları

2 Küçük öykü niteliğindeki nükteli ve güldürü fıkraları olmak üzere iki türlüdür

ANI

Yazarın yaşamış olduğu olayları, edebi değer taşıyan bir dille ve öyküleme anlatım biçimi ile yazdığı yazılara anı (hatırat) denir

Kişinin başından geçenlerle, eskiden görüp işittikleri, anının konusunu oluşturur Bunlar, ya hafızada saklı olanlardır, zamanla silinip kaybolur, ya da yazılı olan anılardır ki edebi değer taşıyanları, yüzyıllardan yüzyıllara ulaşır Jean Jaeques Rousseau’nun “itiraflar”ı buna örnek olarak gösterilebilir

MEKTUP

Uzaktaki insanlarla anlaşmak ihtiyacından doğan bir yazılı anlatım türüdür Mektup bir dilek, bir soru, bir fikir, bir duygu, bir düşünce bildirmek amacıyla yazılır

GAZETE

En taze haberleri, en geniş alanda, en kısa zamanda basılı olarak verirken, olaylar önünde kamu oyuna yol gösteren ve yine olaylar önünde kamuoyunun etkisi altında kalan kurumdur Gazetelerin çoğu gündelik olur Gazete her gün bir toplumdan, bir sorun üzerinde fikir ve görüşe sahip ikinci bir toplum çıkabilecek kudrette bir çözümleme ve birleştirme organıdır Gazete sayfaları, her gün yüz binlerce insanın beraber toplanıp, beraber düşündükleri, konuştukları bir toplantı alanıdır

RAPOR

Herhangi bir konu ya da sorun üzerinde yapılan inceleme ile ilgili durumu ve sonucu belirtmek üzere yazılan yazılara rapor denir

Raporlar; polis raporu, doktor raporu, mühendis raporu, hava raporu, bilirkişi raporu, deney raporu, hakem raporu gibi çeşitli olabilir

Yazılı kompozisyon çalışmalarında; olaylar, deneyler, filmler, kitaplar, meraklı konular üzerinde rapor hazırlanabilir

İNCELEME

a-Tanımı:

Bir metinin, bir eserin, bir sorunun, bir olayın özelliklerini, ayrıntılarını vurgulayarak, sözlü yada yazılı olarak anlatım işlemine inceleme denir

İnceleme süresince şu konulara dikkat etmek gerekir

1 Konunun bütünlüğünü temel alarak,bunu belli bir görüşle açıklamak;konu dışına taşmamak

Biyografi

Bir kişinin hayatını anlatan yazıya,diğer bir deyişle hayatının tarihine,bilim ve sanat dallarında ün yapmış kişilerin hayatlarını anlatan eserlere biyografi denir

Biyografiler ya bir bütün halinde ele alınan kişinin gerçek hayatını bütün yönleriyle ve ayrıntılarıyla aydınlatır,ya da (kısa biyografiler) özet olarak yazılır

Biyografi yazarları nesnel olarak belgelere dayanan bilgi ve görüşlerle kahramanın hayatını,devrini,çevresini de belirterek anlatmalıdır Dili ise,açık,sade ve yalın olmalıdır

Otobiyografi

Bir kimsenin kendi hakkında yazdığı yazı,ya da eser,diğer bir deyişle kişinin,kendi hayat olaylarını anlatan biyografidir Otobiyografi yazılışında;çevre ve aile büyüklerinin bilgisinden yararlanmalı,konu ile ilgili bütün gereçler tamamlanmalı ve sonra içtenlikle kaleme alınmalıdır Açık,sade,yalın,inandırıcı ve canlı bir anlatımla yazılmalıdır Otobiyografide,hayat ve çevre ile bağlantılı,aile,doğulan ve yaşanılan yer,ilk sevgi,ilk arkadaşlık,okul yılları gibi aşamalar,konunun başında,sırasıyla yer almak yerine,bir fikir ve amaç anlatmak için yazılırsa daha orijinal olabilir Başarılı bir otobiyografide,toplumsal kanı ve düşünceler,dini inançlar,ahlaki ve sosyal görüşler,mutluluklar,ıstıraplar gibi ana unsurlar bulunmalıdır

Monografi

Ünlü bir kişinin hayatını kişiliğini,eserlerini yada herhangi bir konuyu ayrıntılarıyla geniş bir biçimde inceleyen yapıta monografi denir Monografi,bir yazı olabileceği gibi,bir eleştirme,bir tarihi olay üzerinde özel bir görüş ile yapılan

HİKAYE

Şahıs,zaman ve mekana bağlı olarak,gerçekleşmiş yada gerçekleşmesi mümkün olayların anlatılmasına hikaye denir

Kısa hikaye,mensur(nesirle yazılmış),hayal ürünü veya gerçek bir olaya dayanmasına rağmen süslenmiş,soyutlanmış,yeniden yorumlanmış bir eserdir Olay veya olayların anlatılışı,hikaye kişilerinin düşünce ve davranışlarıyla bağlantılı bir biçimde ele alınır Hikayelerdeki anlatım örgüsü,yazarın benimsediği dünya ve edebiyat görüşüne göre çeşitlilik kazanır

MASAL

Masal,halkın hayal dünyasında günlük hayatın sınırlı ve kuru gerçeğiyle yetinmeyip,gerçek dışı bir alemde yaşattığı kahramanların hikayesidir Sözlü halk verimlerinden olan masallar topluluk önünde anlatılır;anlatıcısı ve dinleyicisi de genellikle kadınlar ve çocuklardır

Masallarda hem fayda,hem de sanat gözetilir Masal ülkesinde gam, kasvet ve çirkinlik yoktur Şahıslar,olağan ve olağanüstü nitelikleri birlikte bulundururlar

ROMAN

Roman,belli bir zaman ve mekan içinde,belli kişilerin başından geçenlerin,sebep-sonuç ilişkisi ve sağlam bir mantık dokusu içinde,sade bir nesir dili ile hikaye edilmesidir


Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.