Prof. Dr. Sinsi
|
İznik Surgunu
“1415 yılının Eylül ayının 28 günü Ağır bir uykunun donakalmışlığından silkinip uyanırcasına İznik Kalesi üzerinde ağır ağır güneş doğuyordu Eylül ayının bu asık yüzlü sabahında tepeden tırnağa sabırsızlık ateşleriyle yanarken İznik halkı cansız, gevşek, hüzünlüydü O zamana kadar hiç kimse gerçeğin ışığına böylesine yaklaşmamıştı Kimisi gerçeğin karşısında gözlerini kapatmış, kimi de dünya için hiç bir şey bırakmadan yok olup gitmişti…”
1415 yılının Eylül ayının 28 günü Ağır bir uykunun donakalmışlığından silkinip uyanırcasına İznik Kalesi üzerinde ağır ağır güneş doğuyordu
Daha biraz önce, ayaklarının dibinde uzanan göl gökyüzünü baştan aşağı kaplayan bulutların rengini almıştı Bir o yana bir bu yana sallanan kamışların hışırtısından başka hiçbir ses duyulmuyordu
Derken dört bir yandan minarelerden yükselen müezzinlerin sesleri duyulmaya başladı Şimdi Ufuk Çizgisi üzerinde solgun bir leke gibiydi güneş Ta geceden gümüş karınlı sazanlarla dolu kamış sepetlerini sulardan çeken balıkçılar yüzlerini güneydoğu yönüne çevirip küçük aralıklarla saflara durdular
Yüzleri solgun şafak ışığının altında yeşilimsi sarı gibi görünüyordu Çevresi bataklığa kesmiş İznik’te pek çokları gibi onların da sıtmaya yakalandıkları anlaşılıyordu
O da diz çöktü Ellerini soğuk döşeme taşları üzerine koyup secdeye vardı Burada İznik kalesinde taşların bile gözü kulağı vardı Dinin gereklerini yerine getirmeyen birinin adı sapkına zındığa çıkardı
Her zaman olduğu gibi herkesle namaza durduğu şu anda bütün tinsel güçlerini hayatının büyük amacına o en önemli şeye yöneltmişti…
Kulak tırmalayıcı bir metal şakırtısı duyuldu Nöbetçi göl kapısının sürgülerini açtı Kente giren köylülere alabildiğine kaba bir biçimde çıkışarak sepetlerini, zembillerini karıştırıyordu Kalkan, yelme, silah şakırtıları duyuldu
Nöbetçi çavuş elini köylülerden birinin sepetine daldırıp iri yağlı bir sazanı çekip çıkardı, elini sepetin üstünden aldığı bir tutam otla sildi Sonra başını kaldırıp Bedrettin’e baktı
Mevkiini ve itibarını yitirmiş ulemadan tutsak yerinde mi diye bakıyor besbelli diye düşündü Bedrettin
Sinekler için vızıltı neyse, egemenler için de demir şakırtısı oydu Her zaman egemenliğin ayrılmaz bir parçası, onun simgesi olmuştu, demir şakırtısı
Nöbetçinin kapı sürgülerini açarken çıkardığı ses ruhunda derin bir sızıyla yankılandı Sanki uzun yıllar içinde alışıp gitmişti bu sese Küllerle örtülmüş bir köz yüreğini yakan, bilincini ışıtan bir ateş tutuşturmuştu Artık her şey açıktı Anlıyordu Vakit gelmişti
Yüzünde tek bir kas bile oynamadı Sakin bir şekilde sarığını düzeltti Mavi şeritli koyu renk cüppesinin eteklerini daha sıkı kapadı Kulenin karanlığına girdi Merdivenlerden inmeye başladı Nöbetçiler ve onların ardında kente girmekte olan köylüler, balıkçılar eğilerek kendisini selamladılar İnsan yüzlerini açık bir kitap gibi okumayı bildiğinden, onların bu saygılarından korkunun ve lütuf dileyiciliğinin bir arada bulunduğunu anlaması zor olmadı Dıştan duyulmaz, gizli bir hüzün uyandırdı bu onda
Selamlara sessizce karşılık verip ıslak taşlar üzerinde kaymamağa çalışarak adımlarını kente doğru hızlandırdı…
Kent uyanmıştı Evlerin avlularından çeşitli sesler yükseliyordu Yaşlı bir Rum kadın çocuklara çıkışıyor, bir kuyu çıkrığının gıcırtısı duyuluyor, takunya tıkırtıları geliyordu Ocaklarda yakılan tezek ateşinin dumanları usuldan yükselmeye başlamıştı
1415 yılı Eylül ayının bu asık yüzlü sabahında kendisi tepeden tırnağa sabırsızlık ateşleriyle yanarak tekkesine doğru yürürken, İznik halkı tıpkı güz sinekleri gibi cansız, gevşek, hüzünlüydü Hatta yorulmak bilmeyen çocukların çıngıraklı sesleri bile gölden yükselen nemle ağırlaşmış havada, boğuk ve sevinçsiz gibiydi
Ellibeş yaşını artık gerilerde bırakmıştı Bedrettin Bir yıldır dört duvarın arasında oturup duruyordu Ama zihni hiçbir zaman bu kadar açık ve özgür ruhu bu kadar olduğunca derinlerini ele verir olmamıştı
Dünyaya geliş amacı, o büyük amaç ki üstesinden bir tek kendisi gelebilirdi İnanç ve bilim erlerinden hiçbiri gerçeğin ışığına böylesine yaklaşmamışlardı Kimisi gerçeğin karşısında durmuş ve kamaşıp kör olmasın diye gözlerini kapamıştı Kimi de kendini gerçeğin ateşi içine atıp dünya için bir şey bırakmadan yok olup gitmişti
Oysa Bedrettin kendini İznik’e süren Sultan’a inat susmayacaktı Osmanlı topraklarının yeni egemeni onu satın alamayacaktı
Çelebi’ye kalsa Bedrettin’in başı çoktan uçmuş olacaktı ya da bir zindana tıkılıp kalacaktı
Besbelli buna cesaret edememişlerdi Bedrettin’i İznik’e süren Sultan, tutsağının her hareketinin izlenmesini buyurmuş, kendisine de üç bin akçe aylık bağlatmıştı İktidarı ele geçirdikten sonra belki Mehmet Çelebi gibi yemininden dönüp kardeş katili olan birisi için hiçbir şey bağışlayıcı, haksever, dindar görünmekten daha önemli değildi
Bedrettin gibi kitapları tüm İslam dünyasının hukuk alimlerinin elinden düşmeyen, adı Kahire ve Semerkand’ta saygıyla anılan, yüksek ulemaya mensup bir insanın başını vurmak, çeşitli ülkelere dağılmış sayısız yandaşı, müridi bulunan, ünü tüm İslam alemini tutmuş bir şeyhi zindana kapatmak kulların padişahın hakseverliklerine duydukları güveni sarsabilirdi…
Kalın bir kütle olarak duvar dediğin nedir ki diye düşünüyordu Bedrettin Oysa bakışlarıyla alabildiğine kalın bir zaman tabakasını, yüzyılların ötesini tarıyordu o
Bir yıldan uzun bir zamandır dört duvarın arasında oturup duruyordu işte
1415 yılının bir Eylül sabahında yine o kendine sığınak olarak seçtiği Yakup Çelebi tekkesine doğru ilerliyordu Bir yanını ta çatısına kadar asmaların kapladığı eski fırını gerilerde bırakıp Yenişehir kapısına uzanan yola çıktı Yakup Çelebi tekkesi bu yol üzerinde, Süleyman Paşa Medresesi’nin hemen yanındaydı Bu tekkede Bedrettin ve öğrencileri küçük bir yemek odasıyla dersler için ayırdıkları iki odadan ve yarım daire biçimindeki avlunun çevresine dizilmiş hücrelerin yarısından yararlanabiliyordu Bedrettin, güzel havalarda öğrencilerinden kendine en yakın bulduklarıyla, evrenin gizleri, gerçeğe ulaşmanın zorluğu, çeşitli halkların töre ve inançlarındaki farklılıkların nedenleri gibi konuları tartışarak avluda dolaşmayı severdi
Çiçekliklerde güller kokuyordu Bizanslı yontucuların yapıtı olan mermer bir havuzun çevresine dizilmiş aslanların ağızlarından fışkıran sular tatlı bir şırıltıyla havuza dökülüyor, buna pencerelerin hemen üstünü yuva tutmuş kırlangıçların cıvıltıları karışıyordu
Öğrenciler ağır ağır dolaşıyor, inanç, tanrı, hakikat, şeriatin sınırları, mukadderat üzerine usul sözcükler duyuluyordu Tanrı adına, saf bilim adına yüz çevirmiş düşkülü menkup alimin mütevazi tekkesinde sonsuz bir huzur ve barış hüküm sürüyor gibiydi
Oysa iki aydır yalnızca Osmanlı devletlerinde değil belki de bütün dünyanın yazgısını değiştirebilecek fikirler olgunlaşmaktaydı bu küçük tekkede İki aydır bir sürü derviş, bir takım yabancılar daha sık uğrar olmuşlardı tekkeye
Saçları sakalları, kaşları bıyıkları kazınmış cavlaklar, üzerlerinde tepe kısmı kukuletayı andırır boz çuhadan abaları, kuşaklarına bağladıkları ve sadaka toplamakta kullandıkları hindistan cevizi kabuğundan ya da bakırdan maşrapalarıyla kalenderiler, kuşaklarına sokulu kılıçları ve mızrak gibi sivriltilmiş sopalarıyla cengaver abdallar, omuzlarında ikili toprak dümbelekleri, parmaklarında zilleriyle atlı torlaklar, bez bir kılıfın içindeki sazlarıyla aşıklar
Tekkeye uğrayanlar arasında Araplar, İranlılar, Türkmenler, Valahlar, Bulgarlar, Ermeniler, hatta Yunanlılar bile vardı Dört bir yandan, dağlar denizler ardından, Halep’ten, Kahire’den, Ankara’dan, Bursa’dan’ Edirne’den, Silistre’den, Manisa’dan, Aydın’dan Şeyhin adını duymuş, ona gönül vermiş insanlardan haberler getiriyorlardı Yol yorgunluklarını atıp biraz dinlendikten ve şeyhleriyle oturup konuştuktan sonra güvenilir adamlar toplamak, şeyhin bilim gücüyle eriştiği hakikati, hakikatin kelamını aktarmak göreviyle ya geldikleri yerlere ya da başka diyarlara doğru yeniden yola çıkıyorlardı…
Bu sıralarda Sultan Beyazıt’ın Ankara önlerinde Aksak Timur önünde bozguna uğraması devleti perişan etmişti Timur istilasının yangın yerine çevirdiği Şam, Bağdat, İzmir, Bursa, Sivas gibi kentlerde insanlar ellerinde avuçlarında ne varsa yitirmişler, bir dilim ekmeğe muhtaç hale gelmişlerdi Timur çekip gitmiş ama istila ettiği toprakların başına birer bey bırakmayı da unutmamıştı
Beyler, mirasçılar, halefler arasında kanlı kavgalar sürüp gidiyor, ekinler yakılıyor, köyler boşalıyor, kentler yerle bir ediliyordu Halk artık bıkıp usanmıştı…
Tekkeye gelen dervişlerle konuşmak, onların getirdikleri haberler üzerinde düşünmek, kavradığı, anladığı, bildiği her şeyi öğrencilerine aktarmak, onların görüşlerini almak Bedrettin’in bütün bir gününü alıyordu Okumak ve yazmak içinse bir gece kalıyordu
Altı yıl önce Edirne’de hukuk üzerine düşüncelerini kaleme almıştı Herkes için uygulanacak, herkes için geçerli olacak yasaların gerekliliğinden sözettiği bu yapıtında, hukukçunun yani fakihin yasaları derinliğine kavraması gerekliliğinden sözediyordu Fakih, yasaların sözüne değil özüne eğilmeli, yöneticilerin etkisi altında kalmamalı, yalnızca yasanın özüne ve vicdanının sesine kulak vermeliydi
|