Prof. Dr. Sinsi
|
Suç, Ceza, Hapishaneler Ve İmralı 2
Bedene değil ruha saldırı
‘Modern’ infaz sisteminde sadece ‘seyir’ değil genel olarak ‘acı’ da iptal edilmiştir Artık ‘beden’ cezalandırmanın ana hedefi değildir (1980 sonrasının Diyarbakır Hapishanesi bu açıdan ‘karanlık çağlar’a ait yüz kızartıcı bir örnektir ) Evet, bu sistemde de ‘suçlu’ içeri kapatılır, ayağına zincir, pranga vurulur, elleri kelepçelenir, zorla çalıştırılır, hücreye atılır, tecrit edilir ama bunlar eskinin ‘bedene azap verme’ anlayışıyla yapılmaz Artık amaç, beden aracılığıyla bireyi kontrol altına almaktır Onu disipline etmek, itaat ettirmek, boyun eğdirmektir Kişiliği iğdiş etmektir İnsan onurunu yerle bir etmektir Kısacası hedef artık beden değil ruhtur
Teknisyenler ordusu
Modern ceza ve infaz sisteminin bir diğer özelliği, Ortaçağ’ın işkencecisinin yerini artık kocaman bir teknisyenler ordusunun almasıdır Psikologlar, hekimler, din adamları, eğitmenler, bakanlık görevlileri, gardiyanlar ve bir sürü başka insan cezalandırma sürecinin parçasıdırlar Cezanın artık ekonomisi, sosyolojisi, psikolojisi, antropolojisi, mimarisi, vb vardır Bu teknisyenler ordusu arasındaki işbölümü öylesine rafine bir hal almıştır ki, sonuçta kimse yargılama hakkını gerçekten paylaşmıyormuş gibi hissetmez kendini Halbuki tam tersine, cezalandırma artık kolektif bir eylem haline gelmiştir
‘Asri cezaevleri isteriz’
Tanzimat’a kadar, deri yüzmek, toprağa gömmek, çengele asmak, testislerini koparmak ve yedirmek, vücuda yara açıp yaraya tuz basmak, farelere kemirtmek, mil çekmek, organ kesmek, çengele asmak gibi birbirinden azap verici cezaları uygulayan Osmanlı Devleti’nde ‘hapsetmek’ denildiğinde kastedilen, herhangi bir suçla itham edilen kişinin, yargılama süreci boyunca gözetim altına alınmasıydı Osmanlı’da bugünkü ‘hapishane’ anlamına gelen sözcük Farsça kökenli ‘zindan’dı Eminönü’ndeki Baba Cafer, Yedikule, Kasımpaşa’daki tersaneler en ünlü zindanlardı Tanzimat Reformları kapsamında Anadolu’nun dört bir yanında ‘modern’ cezaevleri açılmaya başlandı Cumhuriyet dönemine devredilen bu cezaevleri, gerek fiziki koşulları gerekse işleyişleri açısından çok yetersizdi, elverişsizdi (Bunlardan en ünlüsü olan Sinop Cezaevi’nin hikayesi başlı başına bir yazı konusu olduğu için hiç girmeyeceğim )
Ancak pek çok kişiye sayısı da az gelmiş olmalıydı ki, 1933’te Adalet Bakanlığı’nın ‘Vilayet Kongreleri’ sırasında, halk ve yerel yöneticiler ‘asri hapishaneler’ inşa edilmesini talep etmişlerdi Bakanlık bunun için İtalya’dan uzmanlar getirtti Ardından ülkenin dört bir yanına cezaevleri inşa edilmeye başlandı Bu cezaevlerinden bir bölümü ‘İş Esasına Dayalı Cezaevleri’ idi Bu cezaevleri, 1929 Büyük Buhranı’ndan sonra gündeme gelen ‘devletçilik’ uygulamaları ile uyumlu kurumlardı Bilindiği gibi devlet özellikle 1931’den itibaren ekonomiye hem düzenleyici hem de oyuncu olarak daha çok girmişti 1932’de çıkarılan Teşvik-i Sanayi Kanunu ile çoğu Türkiye İş Bankası girişimi olan pek çok sanayi tesisi kurulmuştu Zonguldak kömür, Keçiborlu kükürt, Karabük çelik, Ergani bakır, Gemlik ipek tesisleri bunlardan bazılarıydı Fabrikalar kuruluyordu ancak işgücü yetersizdi Ağırlıklı olarak köylü toplumu olan Türkiye’de henüz, fabrikada çalışma geleneği oluşmamıştı İşçileşmiş kesimlerde ise işten ayrılma, devamsızlık, üretken olmamak gibi pek çok sorun mevcuttu Dolayısıyla işgücü açığını kapatmak açısından mahkûmlar önemli bir kaynaktı
Pensilvanya Sistemi
‘İş Esasına Dayalı Cezaevleri’nde ‘Pensilvanya Sistemi’ veya ‘İrlanda Sistemi’ denilen bir sistem uygulanıyordu Türkçe’ye ‘Tedricî Serbestî Sistemi’ veya ‘Devre Sistemi’ olarak tercüme edilen bu sistem dört aşamadan oluşuyordu Birinci aşamada mahkûm günlerini ve gecelerini hücrede geçiriyordu Altı ay sonraki ikinci aşamada, mahkûm sadece gecelerini hücrede geçiriyordu Gündüzler sessizlik içinde yürütülen çalışma ile geçiyordu Üçüncü aşamada artık hücrede kalmak yoktu Mahkûmların başka ayrıcalıkları da oluyordu Eğer mahkûm inşaat, yol yapımı veya madencilik işlerinde çalışıyorsa cezasının her günü iki gün sayılıyordu Son aşamada, mahkûm ağır cezalıksa, cezasının dörtte üçünü, diğer cezalarda yarısını tamamlayınca salıveriliyordu
1938’de çıkarılan 3500 Sayılı Kanun’la ‘çalışmak’, Türkiye cezaevlerinin normal bir kaidesi haline gelmişti Mahkûmlar, Zonguldak ve Tunçbilek’te kömür, Soma ve Değirmisaz’da linyit, Keçiborlu’da kükürt, Ergani’de bakır madenlerinde, Karabük’te demir ve çelik işletmesinde çalıştırılıyorlardı Kayseri’de kadın işçiler Sümerbank Tekstil Fabrikaları’nda, Malatya’da dokuma tezgâhlarında çalışıyorlar, Dalaman, Edirne ve İmralı’da tarım yapıyorlardı
|