Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Forum İslam > İslami Genel Konular

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
islami, sözlük2

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #46
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



GARİB HADİS

Senedinin bir veya birkaç tabakasında râvî adedi bire düşen hadis Garib lugatte; yabancı, yurdundan uzakta tek başına kalmış kimse anlamına gelir:
Istılahta; Sikalardan, zayıf râvilerle beraber sadece bir sikanın rivayet etmesi, herkes bir hadisi aynı şekilde rivayet ederken bir râvinin biraz farklı rivayet etmesinden dolayı hususilik arzeden hadis Hadisçiler "Garib" deyince bu manayı kastederler Garib hadis sened ve metninin durumuna göre sahih, hasen ve zayıf olabilir Garib hadisler isnâdıyla garib, metniyle garib olmak üzere ikiye ayrılır İsnâdiyle Garib metni bir veya birkaç râvi tarafından rivâyet edilmekle meşhur iken sonradan bir râvinin bunlardan başka bir kimseden tek başına rivayet ettiği hadistir
Metniyle, Garib; içindeki râvileri birbirlerinden rivâyetle meşhur bir sened olmakla beraber metni yalnız bu senedle nakledilmiş olan hadis
Bir hadis ilk tabakalarda garib olup sonraki tabakalarda bir çok râviler tarafından rivâyet edilip meşhur olursa bu çeşit hadislerce de Garib meşhur hadisler denilir Meselâ; Hz Ömer (ra)'ın Hz Peygamber (sas)'den rivâyet ettiği "Âmeller ancak niyetlere göredir" (Müslim, imâret,155) hadisi meşhur garibtir Bu hadisi Hz Ömer'den sadece Hikâme b Vakkâs
Hikâme'den Muhammed b İbrâhim, Muhammed'ten sadece Yahya b Sa'd el-Ensârî rivâyet etmiştir Yahya'dan ise birçok râvi rivayet temiz ve hadis meşhur olmuştur
Hadis metinlerinde az kullanılan, anlaşılması güç kelimeleri, ifade etmek için de "garibu'l-hadîs, terimi kullanılmıştır Hadislerin garib kelimelerini açıklamak için de eserler yazılmıştır İbnü'l-Esîr'in "en-Nihâye fi Garîbi'l-Hadis ve'l-Eser" isimli eseri ile Zemahşerî'nin el-Fâik fî Garîbi'l-Hadis isimli eseri bu eserlerin en meşhur olanlarındandır
Hadisçiler hadislerin isnâd ve metinlerinin garib olanlarının aranmasını hoş karşılamamışlar İnsanların ilgisini çekme nadir şeylere sahipmiş gibi gözükmek için garib haberler öğrenenleri tenkid etmişlerdir Sözgelimi Ahmed b Hanbel, "Garib hadisleri yazmayınız, çünkü onlar menâkirdir (kötü şeyler) ve çoğu zayıf râvilerden gelmedir" demiş, Malik b Enes de, "İlmin şerrinin garib, hayrının da halk tarafından rivâyet edilen zahir" olduğunu ileri sürmüştür Abdurrezzak, "Biz garib hadisin hayır olduğunu sanırdık, halbuki o şer imiş" derken, Ebu Yusuf da, "Dini kelâm ile arayan zındıklaşır, hadisin garibini arayan yalancı olur" demiştir
Garib hadisler Ahad haberlerin kısımlarındandır Bir haberi Ahad olan Garib hadisin Hüccet olup olmayacağı tartışılagelmiştir Çünkü bu terim, tarih içinde çok farklı anlamlar ifade etmiş, farklı değerlendirmelere tabi tutulmuştur (bk Ahâd haber)
Haber-i âhâdın hüccet olamayacağına ilk olarak Mu'aaaile bilginleri öne sürmüşlerdir Fakat onlar bu terimden bir kişinin bir kişiden yaptığı rivâyeti anlamakta idiler Nitekim Mu'aaaile'nin tanınmış imamlarından, el-Hayyât "el-İntisaâr" isimli eserinde bunu açıkça ifade ederek şöyle demiştir:
"Biz adil bir kimsenin haberinin hüccet olarak kullanılabileceğini kabul etmiyoruz" Görüldüğü gibi burada sözkonusu edilen âhâd haber, sonraki dönemlerde garib hadis olarak adlandırılan haber ile eş anlamlıdır
Âhâd haberin hüccet olup olmayacağı konusu ve hüccet olmasının şartları müctehid imamlar arasında ihtilaflıdır
Bu konuda dikkat edilmesi gereken nokta haberin geliş şekil veya adlandırılışı değil, onun sahih olup olmadığıdır Sıhhati kesinlik kazanmış bir hadisin sırf âhâd haber olması nedeniyle reddedilmesi, hüccet kabul edilmemesi anlaşılabilir bir tavır olmaktan uzaktır

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #47
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



GÂSIB

Başkasının mülkiyetinde olan birşeyi haksız yere ve göz göre göre kendi mülkiyetine geçiren kimse anlamında bir fıkıh terimi Gasbedilen mala "mağsûb", asıl mülk sahibine de "mağsûbun minh", bu olaya ise "gasp"* denir
Gasp, Kur'an, sünnet ve icmâ ile yasaklanmıştır Kur'an'da şöyle buyurulmaktadır: "Ey inananlar, mallarınızı aranızda bâtılla (haksız yere) yemeyin Kendi rızanızla yaptığınız ticaret olursa başka" (en-Nisâ, 4/29)
Hadîs-i şerifte ise şöyle buyurulmaktadır: "Kendi rızası olmadıkça bir müslümanın malı başkasına helâl olmaz" (Ahmed b Hanbel, Müsned, V, 22)
Hırsızlığın gasbdan farkı, gizli yapılmasıdır Bu sebeple ayrı bir statüye tabidir
Gâsıb kişi gasbettiği malı, o mala verdiği zararları ve sözkonusu malı mülkiyetinde bulundurduğu müddet içerisinde o malın sağladığı gelir ve kazancı asıl hak sahibine geri vermekle mükelleftir Gasbettiği mal onun tasarrufundayken helâk olmuşsa, ya onun benzerini ya da bedelini öder Çünkü yüce Allah, "Kim size saldırırsa, onun size saldırdığı kadar siz de ona saldırın" buyurmaktadır (el-Bakara, 2/ 194)
Başkasına ait olan birşeyi alanın gâsıb sayılabilmesi için gasbedilen şeyin mütekavvim mal olması gerekir Meselâ domuz, içki gibi şeyler, müslümanlar tarafından mülk edinilemezler Bu sebeple bunları gasbeden gâsıb sayılamaz Ancak bu gibi şeyler, hristiyanlar tarafından mülk edinilebildikleri için müslüman biri, bir hristiyanın bu tür mallarını gasbedecek olursa, değerlerini geri ödemekle mükelleftir

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #48
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



GÂŞİYE SÛRESİ

Kuran-ı Kerim'in aaaaensekizinci suresi Mekkî olup yirmialtı ayettir İsmini ilk ayette geçen "gâşiye" (kaplayan) sözcüğünden almaktadır" Fasılası hâ, ayn, te, râ, mîm harfleridir
Gâşiye, "bütün yönleriyle hata eden şey anlamındadır ve burada kıyamet karşılığında kullanılmıştır Çünkü kıyamet, gelmiş geçmiş bütün insanları kapsar "Gâşiye" ayrıca insan ve hayvanları saran bela anlamına da gelir ki, kıyamet de insanları korku ve dehşetle sarar (Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, XXXI/150)
Gâşiye suresi, ilk inen surelerdendir Mekke halkı, ahirete inanmıyordu Bu nedenle sure, kıyamete dikkat çeken: "(Şiddet ve dehşetiyle herşeyi) sarıp kaplayacak olan (o felâket)in haberi sana geldi mi?" soru cümlesiyle başlar Dikkatleri kıyamete doğru çeviren bu cümleyle cehennemliklerin durumları anlatılmaya başlanır:
"Yüzler var ki o gün korku içindedir, eğilir Çalışmış, fakat boşuna yorulmuştur Kızışmış ateşe girerler Kaynamış bir gözeden su içirilirler Onlar için kuru dikenden başka yiyecek de yoktur Ne besler, ne de açlığı giderir" (2-7)
Cehennem ehlinin durumu bu ayetlerle tasvir edildikten sonra sıra cennet ehlinin durumunu anlatmaya gelir:
Kur'an'ın anlatım metodu böyledir Zıtları yanyana zikrederek onları gözler önüne serer ve mukayese imkânı verir
Cennet ehlinin durumu ise şöyle anlatılır:
"Yüzler de var ki o gün nimet içinde mutlu (Dünyadaki) çalışmasından memnun Yüksek bir cennettedirler Orada boş söz işitmezler Orada akan bir kaynak vardır Orada yükseltilmiş tahtlar, konulmuş kadehler, dizilmiş yastıklar, serilmiş halılar vardır" (8-16)
Cehennemliklerin durumlarıyla cennetliklerin durumlarının anlatıldığı şekilde gerçekleşmesi için, bunları söyleyenin böyle bir şeyi yerine getirebilecek kudrete sahip olması gerekir Bu sebeple surenin burasında Allah'ın söylenenleri gerçekleştirmeğe kadir olduğuna dair deliller serdedilir Bunlar dünyanın neresinde yaşıyor olursa olsun her insana hitap eden delillerdir: " Bakmıyorlar mı deveye nasıl yaratıldı? Göğe: Nasıl yükseltildi? Dağlara; Nasıl dikildi? Yere; nasıl yayılıp döşendi?" (17-20) Dünya hayatında bunları yaratmağa kadir olan Allah, söylediklerini ahirette gerçekleştirmeğe de kadirdir
Hakikatler, gözler önüne böyle serilir Dünya imtihan yurdu olduğundan, herkes orada cennet ya da cehenneme götüren yollardan herhangi birini seçmekte serbesttir Sure bu hususu ifade etmekle son bulur:
"(Ey Muhammed), sen öğüt ver, çünkü sen ancak öğüt verensin; onların üzerinde zorlayıcı değilsin Ancak kim yüz çevirir ve inanmazsa Allah ona en büyük azabı çektirir Muhakkak dönüşleri bizedir Sonra onların hesabını görmek bize düşer" (21-26)
Art niyetli kimseler, bu son ayetlerde anlatılanlardan hareketle Kur'an ve hadislerde emredilen dünyevî emir ve cezaların bir öneminin olmadığını ileri sürerek İslâm dininin dünyevî emirlerinin bulunmadığını; ceza ve mükâfatın sadece ahirette olacağını ileri sürerler Oysa ayetler, inanç konusunda bir zorlamanın olamayacağını ifade etmektedir Kişi, İslâm dinini kabul ettikten sonra, cezayı gerektirecek bir suç işlediğinde, onun cezasının İslâm devleti infaz eder Nitekim Hz Peygamber (sas)'in kendisi bu tür cezaları uygulamıştır

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #49
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



GASL, GASL-I MEYYİT

Yıkama, temizleme; müslüman ölüyü yıkama anlamında bir fıkıh terimi
Ölünün yıkanması dirilere farz-ı kifâyedir Yıkamak için niyet edilir, besmele çekilir, ölünün elbiseleri çıkarılır, avret yerleri örtülür ve yüksekçe bir yere yatırılır Ölüye namaz abdesti aldırılır, ancak ağzına ve burnuna su verilmez Abdestten sonra önce başı ve (varsa) sakalı yıkanır Yıkamaya sağdan başlanır Sol tarafına çevrilip yıkandıktan sonra sağ tarafına çevrilip yıkanır Sonra oturtulur ve karnı ovulur, ön veya arkasından bir şey çıkarsa yıkanır, bu takdirde tekrar abdest aldırılmaz Her uzvu üç kere yıkamak sünnettir Yıkama işlemi bitince ölü havlu ile kurulanır, baş ve sakalına güzel kokular sürülür
Yıkama işlemi sırasında güzel koku kullanılır Teneşir tahtası buhurlanır ve tütsülenir Bu, ölüye ta'zim içindir Ölü yıkayıcının elini bir bezle örtmesi müstehabdır Kaynatılmış suyla birlikte sidr veya çöven kullanılması, baş ve sakalın hatmi veya sabunla yıkanması gerekir Meyyitin tırnağı kesilmez ve saçı taranmaz Gassâl (gâsil; yıkayıcı) veya gâsile, meyyitle kapalı yerde kalır (el-Fetevâyı Hindiyye, I, 158 vd; Fethu'l-Kadîr, I, 449)
Savaş alanında şehid olmamış her ölünün yıkanılması farzdır Vücudunun bir parçası bulunan ölü, İmam Şâfiî, Ahmed ti Hanbel, İbn Hazm'a göre yıkanır, kefenlenir, cenaze namazı kılınır; İmam Ebû Hanife ve İmam Mâlik'e göre ise vücudun yarıdan çoğu bulunursa yıkanır
Şehidler yıkanmaz, kanlarıyla gömülürler Ancak, savaşta şehid düşenler dışındaki taundan, boğularak, zatürre, karın hastalığı, yanarak, göçükte, doğumda, malı uğruna, canı uğruna, ailesi uğruna öldürülen şehidler yıkanırlar Çünkü suikastla şehid düşen Hz Ömer, Hz Osman ve Hz Ali'nin cenazeleri yıkanmıştır
Gassâl (yıkayıcı)'ın emin, sâlih, güvenilir olması gerekir Yıkama esnasında ölü ile yıkayıcıdan başkasının bulunmaması mendupdur Hanefî mezhebine göre erkek, ölen hanımını yıkayamaz Hz Ali'nin Fâtıma (ra)'yı yıkadığı rivayet edilir Ölü kadının saçları örgülüyse çözmek mendubdur; yıkandıktan sonra tekrar örülür, arkaya salınır Kadının kocasını yıkaması caizdir Hz Ebû Bekir'i (ra) eşi yıkamıştır
Esas alarak erkek erkeği, kadın kadını yıkar
Ölünün yıkandıktan sonra secde yerlerine kâfur sürülür Çünkü bu an meleklerin hazır olduğu andır ve kâfur kullanmaktan maksat ölüyü soğutmak, ölünün bedenini dinç tutmak, bozulmadan ve böceklerden korumaktır (Seyyid Sabık, Fıkhu's-Sünne, I, 365)
Su bulunmazsa ölüye teyemmüm yaptırılır Teyemmüm, bir erkeğin kadınlar içinde veya bir kadının erkekler içinde öldüğü durumlarda da yapılır
İcmâa göre kadınlar, çocukları yıkayabilirler
Yine sünnete göre, ölünün tütsülenmesi ve yıkanma sayısı tek olmalıdır; bir, üç, beş gibi
Bir yerde tek yıkayıcı varsa onun ücret istemesi caiz olmaz (Mehmet Zihni, Nimet-i İslâm, 422)
Ölünün techiz ve defni süratle yapılmalıdır Bir meyyitin yıkanmasının bazı şartları vardır: Müslümanlık, bebeklerde düşük olmamak, vücudundan bir parçanın olması ve Allah yolunda öldürülen şehidlerden olmaması Bir müslüman, kâfir bir ölüyü yıkamaz ancak onu gömebilir

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #50
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



GAYR-İ MÜSLİM

Müslüman olmayan, İslâm'ın dışında başka bir dine mensup kişi
İnsanlar inanç bakımından iki gruba ayrılır: Hz Muhammed'in peygamberlerin sonuncusu (el-Ahzâb, 33/40) ve bütün insanlığın peygamberi (el-A'râf, 7/158; Sebe', 34/28) olduğuna inanan kimselere müslüman; Hz Muhammed'in peygamberliğine inanmayan kimselere de gayri- müslim denilir Bu tanıma göre ehl-i kitap olanlar (yahudiler ve hristiyanlar), mecusiler, dehriler, sâbiîler, mürtedler, müşrikler gayri-i müslim sınıfına girmektedirler
İslâm ülkesinde bulunan gayr-i müslimlerle müslümanlar arasında birçok münâsebetler vardır Bunlar iki grupta ele alınabilir: Zımmîler: Zımmî kelimesi, zimmet kökünden türemiştir Sözleşme, antlaşma anlamlarına gelir Istılahta ise; antlaşma sonucu sürekli olarak İslâm ülkelerinde ikamet etme hakkına sahip olanlara zımmî; müslümanlarla gayr-i müslimler arasında yapılan bu sözleşmeye de zimmet akdi denilir
Mekke'nin fethinden önce yapılan akitler sürekli olmamıştır Yahudilerle ve Mekke müşrikleriyle yapılan sözleşmeleri örnek olarak gösterebiliriz Bu sözleşmeler belirli bir müddet sonra sona ermiştir Ancak, Mekke'nin fethinden sonra nâzil olan "Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resulumün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din edinmeyen kimselerle, küçülüp boyun eğerek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın" (et-Tevbe: 9/29) ayetiyle gayr-i müslimlerden cizye alınmasına işaret edilmiştir Dolayısıyla zimmet akitleri Mekke'nin fethinden sonra yapılmıştır
Gayr-i 'müslimlerden bazılarıyla zimmet akdi yapılamaz; mürtedlerle bu akdin yapılması mümkün değildir Hanefi fukahâsı putperest Araplarla bu akdin yapılamayacağı görüşündedir İmam Şâfiî ve İmam Hanbel'e göre ehl-i kitap ve mecusiler dışındaki gayr-i müslimlerle bu akit yapılamaz Evzâî ve İmam Mâlik'e göre bütün gayr-i müslimlerle bu akit yapılır
Gayr-i müslimler şu yollardan biriyle İslâm tebaasına girer ve zımmî olurlar: İzinle İslam ülkesine girdikten sonra bu ülkeden haraç arazisi satın alanlar ve bu araziyi işletenler; ikamet izni bittiği halde ülkeyi terketmeyenler; evlenerek erkeğin tebaasına katılan kadın (Kadın, ikamet vb konularda kocasına bağlı olur) Cizye vermeyi kabullenen fethedilen ülke halkı
İslâm ülkesi tebaasına giren bir zımmînin tebaalığını kaybetmesi için şu suçları işlemesi gerekmektedir: Müslüman bir kadınla zinâ etmek; müslümanlara savaş açmak; müslümanların inançlarını ifsat etmeye kalkışmak; devlet düzenine karşı çıkmak; cizye vermemek
Zımmîler devlet başkanı, ordu komutanı ve hâkim olamazlar Çünkü bu görevler doğrudan doğruya müslümanlarla ilgilidir Dünyevî işlerde zımmîlerden bildikleri konularda yararlanılabilir
İslâm tebaasına giren Zimmîlere seyahat, ikamet, din ve vicdan hürriyetiyle birlikte eğitim, çalışma, sosyal ve kamu hizmetlerinden yararlanma hakkı da verilmiştir
Zımmîlerin İslâm devletine karşı bazı yükümlülükleri vardır; bunlar, malî ve diğer yükümlülükler olmak üzere ikiye ayrılır Malî yükümlülüklerin başında cizye gelmektedir Cizye almak nassla sabittir (et-Tevbe, 9/29) Peygamberimiz (sas) düşmanla karşılaşan ordu komutanlarından şu üç emrin yerine getirilmesini ister: İslâm'a davet etmek, cizye istemek, savaşmak (Ebû Dâvûd Cihâd, 83) Her zımmîden cizye alınmaz; bunun belirli şartları vardır: Cizye, ergenlik çağına gelmiş erkeklerden alınır Kadınlar ve köleler cizye ödemezler Kör, kötürüm, yoksul ve çalışamayanlardan Şafiîlere göre cizye alınır, diğer mezheplere göre cizye alınmaz Bazı mezheplere göre, gayr-i müslimlerin din adamlarından, çalışamayacak durumdaki çiftçilerden de cizye alınmaz
Devletin koruma görevini yerine getirememesi, zımmînin müslümanlarla birlikte ülke savunmasına katılması, cizye ödemeyi engelleyen durumların ortaya çıkması, ölüm hâli ve zımmînin müslüman olması gibi hallerde cizye borcu düşer
Harac, ictihad yoluyla alınan bir vergidir Bir tür vergi bazan attırılabilir, bazan da azalır Devletlerarası ticaretlerden alınan vergiye de "uşûr" adı verilir
Gayr-i müslimler, müslümanları kendi dinlerine davet edemezler; müslümanları küçük düşürücü davranışlarda bulunamazlar; kılık ve kıyafetleri yönüyle müslümanları taklid edemezler; yasaklanan fiilleri işleyemezler; haram olan şeyleri müslümanlara satamazlar
Müslümanlarla ilişki içinde bulunan gayr-i müslimlerin diğer bir grubuna da "müste'men" adı verilir; "güven içinde olan, emân verilen, güvenliğe kavuşan" anlamlarını ifade eder Terim olarak anlamı; belirli bir süre için İslâm ülkesine girmek ve orada emin olarak kalabilmek için kendisine izin verilmiş olan gayr-i müslime bu ad verilir
Kur'an'da "Eğer müşriklerden biri emân dileyip yanına gelmek isterse, onu yanına al ki, Allah'ın sözünü işitsin; sonra onu güven içinde bulunacağı yere ulaştır" (et-Tevbe, 9/6) ayeti bu konuya delil teşkil etmektedir
Müste'menler dört sınıfa ayrılmaktadırlar: Elçiler, tüccarlar, ilim tahsilinde bulunanlar, ziyaret ve gezmek amacıyla gelenler
Emânın nasıl, kimlere ve kimler tarafından verildiğini şöylece özetleriz:
1- Özel emân: Bir kişiye veya küçük bir gruba verilen emândır Bu emânı, büluğ çağına gelen herkes verebilir: Hanefilere göre bu emânı müslümanlarla aynı safta savaşan zımmîler bile verebilir
2- Genel emân: Büyük bir topluluğa, yerleşim bölgesine verilen emândır Hanefilere ve Şâfiîlere göre bunu ancak devlet başkanları verebilir
3- Örf ve âdete göre verilen emân: Bunlar,' kendilerine emân verilmediği halde emân verilmiş olanlardır Yanlarında bulunan mektuplar, ticaret mallan müste'men sayılmasına delâlet eder Bunlar; elçiler ve tüccarlardır
4- Antlaşmadan doğan emân: Antlaşma yoluyla elde edilen emândır
5- Yakınlık yoluyla emân: Bir şahsa verilen emân onun çocuklarını da içine alır
Emânın sona ermesi müste'menin İslâm ülkesinden çıkıp harp ülkesine girmesiyle başlar Bunlar İslâm ülkesinin vatandaşı değildir
Hanefîlere göre, müste'menlere Allah hakkından ve kamu haklarından dolayı ceza verilmez Hırsızlık, soygun gibi İmâm Şâfiî'ye göre ise ceza verilir
Müslümanların veya gayr-i müslimlerin hayata karşı işledikleri suçlarda suç işleyenin durumu göz önüne alınır Suçu işleyenin kimliğine göre farklı cezalar uygulanabilir Bir müslümanla bir gayr-i müslim, veya bir mürted aynı cezaya çarptırılmaz Bazı hukukî farklılıklar ortaya çıkar; ama hiçbir zaman gayr-i müslime haksızlık yapılmaz
Evliliklerde din olgusu önemli bir meseledir Müslüman bir erkeğin ehl-i kitap bir kadınla evlenmesinde sakınca yoktur (el-Mâide, 5/5) Müslüman bir erkek müşrik kadınla evlenemez İmanlı bir cariye müşrik kadına tercih edilmektedir (el-Bakara, 2/221) Müslüman kadın müşrikle evlenemez (el-Bakara, 2/221) Ailede etkin kişinin erkek olduğu düşünüldüğünde müslüman bir kadının ehl-i kitaptan bir erkekle evlenmesine izin verilmemiştir Gayr-i müslimlerin kendi aralarındaki evlilikleri mûteber kabul edilmiştir Bunların kendi aralarında belirlemiş oldukları mehirler mûteberdir, geçerlidir Müslüman erkekle evlenmiş olan gayr-i müslim kadın, kocasından boşandığı zaman müslüman kadının iddetine tabidir Müslüman bir erkekten boşanan müslüman bir kadın kocasından nasıl nafaka alıyorsa, gayr-i müslim bir kadın da müslüman bir erkekten ayrıldığı zaman müslüman kadın gibi, nafaka alır
Ehl-i kitabın yiyecekleri müslümanlar için helâldir Kur'an'da, "Kendilerine kitap verilenlerin yemeği, size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir" (el-Mâide, 5/5) buyurulmaktadır Gayr-i müslimlerle insanî ilişkiler sürdürülür; hastaları ziyaret edilir, hediyeleşilir, selamlaşılır; dünyevî konulardaki bilgi ve becerilerinden yararlanılır komşuluk münasebetleri sürdürülür

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #51
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



GAZA

Kâfirler üzerine yapılan askerî sefer
Gaza kelimesi lügat itibariyle Arapça'da "gazv" kökünden türetilmiştir Gazv, lügatta düşmanla savaşmak üzere sefere çıkmak anlamına gelir İslâm literatüründe bu kelime özellikle kâfirlere karşı savaşmak üzere girişilen faaliyet için bir ıstılah olarak kullanılmıştır
Bir İslâm tarihi tabiri olarak "gazve" kelimesi ise biraz daha özel bir anlam ifade eder İslâm tarihinde genellikle kabul edildiğine göre bizzat Peygamber efendimizin kendisinin katılarak ashabına komutanlık ettiği seferlere gazve adı verilmiştir Bu birliğin sayısı az da olsa, çok da olsa, hareketin gayesi bir çarpışmayı gerçekleştirmek de olsa, başka bir gaye ile de birlik çıksa ve neticede savaş yapılsa da, yapılmasa da durum farketmez Peygamber efendimizin bizzat katıldığı seferler böylece gazve diye adlandırılmıştır Buna karşılık, çıkış gayesi ve sayısı ne olursa olsun Hz Peygamber'in kendisinin bulunmadığı ve ashabdan bir zatın komutasında çıkardığı birliklere ise seriyye denilir (Tehânevî, Keşşâfü Istılâhâti'l-Fünûn, Kelküta 1862, II, 1099) Ancak bazı ilk dönem İslâm tarihçileri muhtemelen kelimenin kazandığı bu ıstılah manasını gözetmeksizin ve sırf lügat itibariyle ifade ettiği "kâfirler üzerine yapılan sefer" manasına itibar ederek, Peygamber efendimizin katılmadığı bazı seferlere de gazve adını vermişlerdir Meselâ İbn Hişâm, Mûte Harbi'nden "Mûte Gazvesi" şeklinde bahseder (Bkz İbn Hişâm, es-Sîretü'n-Nebeviyye, Kahire 1955, III-lV, 373) Ancak bu isimlendirme, belirttiğimiz gibi kelimenin ıstılah manâsına göre değil, lügat anlamına göre verilmiş olsa gerektir
Kelimenin taşıdığı bu lügat manası bakımından Peygamber Efendimizden sonraki dönemlerde müslümanların kâfirlere karşı yaptıkları savaşlara da "gazve", savaşma işine ise "gaza" denilmiştir Meselâ, bir Osmanlı tarihçisi olan Murâdî'nin "Gazavât-ı Hayreddin Paşa" adlı eseri, büyük denizci Barbaros'un gazalarını yani savaş ve seferlerini ele almaktadır

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #52
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



GAZAB

Nefsin hoşa gitmeyen birşey karşısında intikam arzusuyla heyecanlanması; infiale kapılmak, öfke, hışım, hiddet, düşmanlık ve saldırıya meyleden saldırganlık hâli
Fıkıh açısından gazap hâlinde yapılan işlerde bazı istisnalar getirilmiştir Meselâ, gazap hâlinde kinaye sözlerle boşama, niyet olmadıkça geçerli değildir Kocanın kızarak eşine, babanın evine git demesi gibi (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılahât-r Fıkhıyye Kamusu, II,185) Hâkim, gazaplı iken hüküm veremez (Müslim, Akdiye,16) Ahlâkî yönden gazap hakkında şu buyruklar vârid olmuştur: Hz Peygamber (sas): "Gazap bütün kötülükleri kendinde toplar" buyurmuştur (Ahmed b Hanbel, 5/373) Başka bir hadîsinde, "Gazap şeytandandır" (Ahmed b Hanbel, 4/226) buyurur
Resulullah (sas) kendisinden öğüt isteyen birine: "Öfkelenmeyeceksin" buyurur (Buhârî, Edeb, 76) Gazaplanma durumunda bunun nasıl giderileceği hakkında da şöyle buyurur: "Biriniz gazaba geldiğinde abdest alsın Ayakta ise otursun, gazabı yine gitmezse uzansın" (Ahmed b Hanbel, I, 283; V,152; Ebû Dâvûd Edeb,11) "Gerçek yiğit, güreşte güçlü olan değil, gazaba geldiğinde nefsine hâkim olandır" (Buhârî, Edeb, 76; Müslim, Birr, 107,108; Ebû Dâvûd, Edeb, 3)
Bütün bu buyruklar Kur'an-ı Kerîm'deki şu emrin açıklamasıdır: "O (koruna)nlar ki bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar öfkelerini yutkunurlar, insanları affederler Allah da güzel davrananları sever" (Âl-i İmrân, 3/134)
Muâz b Cebel'den rivayet edilen bir hadiste Resulullah, huzurunda birbirine söven iki kişiden birisinin yüzünde öfke belirince şöyle buyurmuş: "Ben bir kelime biliyorum, eğer şu adam bunu söylerse öfkesi geçer O kelime: Euzü billahi mine'ş şeytani'rracîm (kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım)dir" (Tirmizî, Daavât, 52)
Urve b Muhammed es-Sa'dî bir adama öfkelenmiş ve kalkıp abdest almış, sonra dönüp bir daha abdest almış ve Resulullah (sas)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
"Gazap şeytandandır, şeytan da ateşten yaratılmıştır Ateş ancak su ile söndürülür Biriniz kızdığınız zaman abdest alsın"(Ebû Dâvûd, Edeb, 4)
Allahu Teâlâ'nın buyurduğu gibi öfkesini yutkunmayan insanların nasıl kötülükler işledikleri, bir hiç yüzünden nasıl birçok cinayet işlendiği ve kötülükten sonra öfkesi geçenlerin nasıl pişman oldukları her zaman görülmektedir Öfkeyle kalkan zararla oturur denilir Haklı bir davada bile olsa gazabı yenip karşı tarafı affetmek en büyük meziyettir Resulullah (sas)'in en güzel ahlâkı böyledir İslâm'da nefis için kızmak yoktur Mücadele ve mücahede Allah içindir Hz Ömer'in halifeliği döneminde bir sarhoşa rastlayıp had uygulatması üzerine sarhoş ona sövmüş, Hz Ömer onu bırakarak şöyle demiştir: "Beni gazaplandırdı Ceza verirsem nefsime yardım etmiş olurum Ben bir kimseyi nefsim için azarlayıp dövmeyi sevmem" Ayetlerde, herşeye rağmen gazaplanarak yapılan bir günâh sonunda müminin hatasından dönmesi, tövbe etmesi emredilmekte; Allah'ın tövbe edenleri affedeceği bildirilmektedir
İslâm ahlâkı, kötülüğe iyilikle muamele etmeyi, bunun ancak sabredenlere mahsus bir meziyet olduğunu vazeder (Fussilet, 41 /34-35) Fevrî ve fanatik hareketler hoş karşılanmamıştır (el-Hucurât, 49/5) Sabredip suç bağışlamanın işlerin en hayırlısı olduğu Allah'ın emridir (en-Nahl,16/126; eş-Şûrâ, 42/43)
Aşırı gazap aklın öyle bir afetidir ki, en lâtif varlığı bile mecnun hâline getirip hunhar bir hayvana dönüştürebilir Hiddet; akıl ve idrakin yerine heyecan, dürüstlüğün bitişi, gözlerin görmemesi, kulakların duymaması demektir ve böyle birini ne din, ne kanun ne de nasihatçıların sözleri engelleyemez Hiddetle başlayan, cinnet geçirerek kötülük yapar, sonra da pişman olur
Hz İsa (as)'a, "Âlemde en zorlu ve şiddetli olan şey nedir?" diye sorulduğunda o şöyle buyurmuştur: "Herşeyden şiddetli olan Allah'ın gazabıdır Ondan cehennemler bile bizim gibi titrer" demiştir "Bundan kurtuluş yolu nedir?" diyene de: "Kendi gazabını terk" demiştir
Gazap, kişiye edebi kaybettirir; edeb kaybolunca da insanın yapamayacağı rezillik yoktur Çoğunlukla hiddetlenmenin zararı sahibine aittir En kötü gazap hâli aaa geçip geç gidendir Bu, kişiyi intikamcı yapar ve helâkına sebep olur
Rahmet Peygamberi ve en güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilmiş olan Hz Muhammed (sas) mü'minlerin imanca en olgun olanları ahlâkça en iyi olanlarıdır demiştir
Allahu Teâlâ'ya mahsus olan sıfatlardan Rahmet ve Gadap ise mahlukatın sıfatları gibi değildir Bu sıfatlar birçok ayet-i kerimede zikredilmektedir (el-Bakara, 2/61, 90; Âl-i İmrân, 3/112; el-A'râf, 7/71, 152, 154; el-Mâide, 5/60; el Feth, 48/6, en-Nur, 24/9)
Kur'an-ı Kerîm'in ilk suresi ve bir özeti sayılan el-Fâtiha suresinde "Bizi doğru yola ilet Nimet verdiklerinin yoluna Kendilerine gazap edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil " (el-Fâtiha, 1/5-7) buyurulmaktadır Allah haddi aşanlara, isyancılara, dini inkâr edenlere gazap üstüne gazap göndermiştir Bunların kıssaları Kur'an'da gayb haberleri şeklinde bildirilmiştir Gazap edilenler son olarak yahudiler ve hristiyanlar; daha geniş anlamda doğru yoldan sapanlardır Allah'ın gazabı, geçmiş inkârcıların başına türlü şekillerde gelmiştir: Onları yakalayıveren bir çığlık, bir yer sarsıntısı, ebâbil kuşları, kasırga, dağ gibi deniz dalgalarında boğulma
Bir kutsî hadiste ise Allah şöyle buyurur: "Rahmetim, gazabımı geçmiştir" (Buhârî, Tevhîd, 55)

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #53
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



GAZİ, GAZİLİK

Gaza eden kişi İlâhî Kelimetullah için cihada giden, savaşan, Allah yolunda, Allah rızası için mücâdele eden müslüman askerlerden savaştan dönenlere gazi denildiği gibi; savaşta büyük yararlıklar gösterenlere de gazilik ünvanı verilir lügatta "savaşa katılan kişi" hakkında kullanılmasına rağmen, savaşa katılan ve sağ olarak geri dönenler için kullanılan bir deyimdir
Kur'an-ı Kerîm'de şu buyrukla müminlere seslenilmiştir: "De ki: Bize iki iyilikten, gazilik ve şehitlikten başka bir şeyin gelmesini mi bekliyorsunuz?" (et-Tevbe, 9/52) Bu ilâhî emri asırlarca halk "Ya gazi ya Şehid", "Ölürsem şehid, kalırsam gazi" şeklinde kullanmıştır
İslâm'da zorunlu askerlik yoktur Ancak cihada katılmayanlar kınanır (et-Tevbe, 9/42-49) Savaşa katılmayıp evlerinde oturanlar müslümanlar tarafından toplumdan âdeta soyutlanır, Allah da onların kalplerini mühürlemiştir Resulullah gazveye çıkmadan önce, "Cihada istekli olanlar dışında kimse bizimle gelmesin" buyurmuştur (İbn Sa'd, et-Tabakat, II, 27) Ancak Mekke'nin fethinden sonra İslâm devletinin ilk kuruluş ve bi'setin başlangıcındaki hükümler genişlemiş; müminlerin hepsinin savaşa çıkmasının gerekmediği, bir kısmının dini korumak için geride kalması emri gelmiştir (et-Tevbe, 9/122) İslâm'da askerlik zorunlu değilse bile ilimle uğraşanların dahi gönüllü olarak savaşa gittiği görülür Hz Ebû Bekir (ra) de aynı Hz Peygamber (sas) gibi bu konuda aynı uygulamayı yapmış ancak fetihlerin hızlanması ve İslâm devletinin sınırlarının genişlemesiyle Hz Ömer zamanında maaş alan, nizâmî bir askerlik kurumu ile Divanü'l-Ceyş kurulmuştur (Mürûcuz-Zeheb, III, 955)
Savaşa gidecek kişilerin seçilmesi Resulullah zamanında başlamıştır O, askerleri tek tek kontrol eder, sağlıklı olanları savaşa götürürdü Resulullah'ın uygulamasına göre belirli bir askerlik yaşı da konulmamıştır İhtiyar, çocuk ve hastalar dışında sağlam olan herkes cihada katılmıştır (İbnü'l-esir, el-Kâmil, II, 62) Hz Ömer ise, Divan'larda âkil, bâliğ, müslüman, sağlam, cesur olanları kaydettirmiştir İslâm ordusunun sürekli seferde kalmaması en fazla dört aylık bir seferden sonra askerlerin dinlendirilmesi ve yerlerine dinlenmiş olanların gönderilmesi usûlü ilk defa İslâm devletinde uygulanmıştır (İbnü'l-esir, el-Kâmil, II, 196)
Allahu Teâlâ müminlere zafer vâdettiği, ahirette güzel nimetlerle müjdelendiğinden hiçbir İslâm mücâhid; cihaddan geri kalmak istememiştir Allah gazilere, dünya hayatını, ahiret için satanlara büyük bir mükâfaat verecektir Savaş sırasında kaçanlar ise Allah'ın gazabına uğrarlar, onların yerleri cehennemdir Bu yüzden gazilerin esas olarak şehid olmak arzusuyla savaştıkları görülür (Bk el-Enfâl, 8/15, 16, 58; en-Nisâ, 4/74, 104)
Ayrıca Hz Peygamber (sas) cihada katılmayanlara görevlerini ihmal etmemeleri ve kısman da olsa telafi etmeleri için: "Kim Allah yolunda cihada çıkan bir gaziyi donatırsa aynen cihada çıkmış gibi olur" (Buhârî, cihad, 38; Müslim, Cihad 135; Ebû Dâvûd, Cihad 20)
Tarihte birçok müslüman devlet adamının cihad mefkûresini ifade etmek için gazi ünvanını aldığı bilinmektedir Selçuklular zamanında gazilik mefkûresini sürdüren bir zümre doğmuştur Bunlara Gâziyân-ı Rûm denilirdi (Aşıkpaşazade, Tevârih-i Âli-i Osman, s 222) Müslüman olmadan önce sık kullanılan cengaver ve yiğit anlamına gelen Alp kelimesinin de sonralan İslâmî bir içerik kazandığı ve hatta gazi kelimesinin bunun yerine geçtiği görülür Gaziler Anadolu'nun İslâmlaştırılması için Anadolu insanını tekkelere kapanmaktan çok düşmanla cihad yapabilecek yerlere sevketmiştir Bu sebeple teşkilatlanan zümreye Gâziyân-ı Rûm veya Alp-Erenler denilmiştir Bunlar, Osmanlı Devletinin kurulmasında da büyük rol oynamışlardır (Aşıkpaşazâde age, s 222, Fuad Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s 216) Anadolu'nun İslâmlaştırılması için savaşa çıkan komutanlara gazi ünvanı onuncu yüzyıldan itibaren verilmişti Mengücük Gazi, Melik Ahmed Gazi gibi Türk şairi Aşık Paşa (732/ 1332) Alp-Eren veya Gazi olmak için birtakım şartlardan bahseder Kuvvetli bir yürek, yani cesur, pazu kuvveti, gayret, iyi bir at, husûsî bir elbise, yay, iyi bir kılıç, süngü, uygun arkadaş" (Köprülü age, 208) Bizans'a yakın bir uçta küçük bir Beylik iken, cihana sözü geçiren büyük bir devlet hâline gelmesi bu gazilere dayanıyordu Bu gelenek Hz Peygamber ve ashabıyla başlamış ve Osmanlı padişahlarının savaşa iştirak etmeden gazi ünvanı almalarına kadar sürmüştür Padişahlara gazilik fetvaya istinaden verilmeye başlandı (M Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, s 654)
Ayrıca yeni doğan çocuklara Gazi adının verilmesi de gaziliğin kültürümüzdeki yansımalarındandır

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #54
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



GAZZÂLÎ

Ebu Hâmid Muhammed b Muhammed b Ahmed' (H 450/505/m 1058-1111) Tus şehrinde doğdu Yaşadığı yüzyıl siyasî bakımdan çalkantılı, fakat ilmî ve dinî hayat bakımından İslâm dünyasının ve hatta o günkü dünyanın en parlak dönemini teşkil eder Ayrıca Gazzâlî, yalnız döneminin değil, bütün İslâm düşüncesi tarihinin en önde gelen düşünürlerindendir Ehl-i sünnet inancına yaptığı hizmet, kendisine Huccetü'l-İslâm lakabının verilmesine sebep oldu Fıkıhta Şâfiî, kelâmde Eş'ariyye ekolünü benimsemiş olan Gazzâlî ömrünün sonlarını tasavvufî bir hayat içinde geçirdi
Gazzâlî; Kelâmcılar, sûfiyye, bâtinîler ve özellikle yunan kaynaklı felsefe dahil, devrinin bütün düşünce şekillerini olabildiğince tahlil ve tenkitten geçirdi (De Boer, İslam'da Felsefe tarihi, Çev, Yaşar Kutlay s 109)
Eserleri, İslâm dini ve düşüncesinin hemen her alanı ile ilgili olduğu gibi, her zihin seviyesindeki insana hitabedecek şekilde de hem yaygın hem yüksek bir özelliğe sahiptir Başlıcaları; İhyâ'ü-Ulûmi'd Dîn: Şam'da inzivada bulunduğu sırada yazdığı, İnanç, ibadet ve tasavvufa dair konuları içine alır El-Munkız'u-mine'd-Dalâl: Düşünce hayatını ve kendisinin geçirdiği ruhâ-manevî merhaleleri anlattığı eseridir Bu eser değeri bakımından Augustin'in "Les C onfessions" (itirafla) ına; Descardes'in "Metod üzerine Konuşma" sına ve Rousseau'nun "itiraflar" ına benzetilir (Hilmi Ziya Ülken, İslâm Felsefesi-Kaynakları ve Tesiri, İstanbul, 1967, s 120) Mekâsıdu'l-Felâsife: Felsefenin mahiyetini ve filozofların delillerini sergiler Daha sonra tenkit edeceği İslâm meşşaî (Aristocu) felsefesinin güzel bir tanıtımı mahiyetindedir
Mi'yâru'l-İlm ve Mihakkü'n-Nazar: Bu iki eser, klâsik mantığın temel problemlerini sergiler ve mantığın öneminden bahseder
el-İktisad fi'l-i'tikad, İlcamu'l-Avân an ilmi'l-Kelâm, Mizânu'l-Amel, Mişkâtu'l-Envâr, Cevâhiru'l-Kur'ân, er-Risâletü'l-ledunniyye Faysalu't-Tefrika, Kimyayı Saadet, Mearicü'l-Kuds, el-Mustasfa isimli eserleri ise Kelâm, tasavvuf ve ahlâka dairdir Gazzâlî, sözü geçen eserleriyle İslâm inanç ve düşünce hayatının günümüze kadar gelen meselelerinin hemen hepsiyle ilgilendiğini göstermektedir
Bütün endişesi İslâm akidesini, buna bağlı olarak da İslâm ahlâkını ve düşüncesini savunup yaymak olan Gazzâlî, din ile doğrudan ilgili bulunmayan diğer ilimleri de İslâm dinini esas alarak değerlendirmiştir Bu sebeple de devrinin geleneğine uyarak bütün ilimleri, İslâm inancını esas kabul ederek bir sınıflamaya tâbi tutmuştur
Buna göre, ilimler önce;
a-Şer'î (dinî) ilimler: Usûl, yani Tevhid ilmi ve furu' amelî ilimler
b-Aklî ilimler: Rîyazî ve mantıkla ilgili olanlar; Tabiî ilimler, aaaafizik (varlık ilmi) diye ana bölümlere ayrılır Daha sonra, İlâhiyât, Siyâset ve Ahlâk da ayn ilimler olarak yer alır (Gazzâlî, Makasıdu'l Felâsife Nşr Süleyman Dünya, Kahire,1960, s 134 vd)
Gazzâlî'nin ilimleri değerlendirişi, din-ilim ve din-felsefe ilişkileri gibi, günümüz insanını yakından ilgilendiren hususlara ışık tutacak mahiyettedir Ona göre, matematik, Geometri ve Astronomi gibi ilimlerin olumlu veya olumsuz denebilecek şekilde din ile ilgili bir yönü bulunmamaktadır Bu ilimlerin meseleleri, aklî delillerle ispat edilen konular olup, öğrenildikten sonra inkâra mahal bulunmayan hususlardır Din adına bu gibi ilimlere karşı çıkmak, dine zarar verir (Gazzalî, el-Munkız'u-mine'd-Dalâl, çev Hilmi Güngör, İstanbul 1948 s 18) Mantık ilmi de dinin esaslarıyla ilgili bulanmadığından, onun reddedilmesi doğru değildir Şayet, yukardaki bu söz konusu ilimler din adına reddedilecek olursa, reddedenin aklında hatta dininde bir kusur olduğu şüphesi uyanabilir (Gazzâlî, age, s 20-21)
Tabiatı kendine konu edinen ilimlere gelince, bunlar, âlemdeki cisimlerden yani, gökler, yıldızlar, yerdeki su, hava, toprak, ateş gibi basit cisimlerden, hayvanlar, bitkiler, madenler gibi bileşik cisimlerin değişme ve gelişmelerinden bahseder Din, tıp ilmini olduğu gibi, bu çeşit tabiata dair ilimleri de inkâr etmez Ancak, felsefeciler (felâsife) ilâhiyata dair ve aaaafizikle ilgili konularda yanılmışlardır der (Gazzâlî age, s 22-25)
Gazzâlî, İslâm dünyasının siyasî çalkantılı döneminde ve İslâm inancının çeşitli düşünce akımlarıyla mücadele ettiği bir sırada yaşadığından, inanç konularını ele alıp savunun kelâm ilmini, aklî meseleleri işleyen felsefeyi ve dini hayatı bu ikisinin üstünde ve dışında tamamen ruhî bir yaklaşım içinde görmeye çalışan tasavvuf ekollerini ciddi bir tenkit ve tahlilden geçirme ihtiyacı duymuştu Onun birinci gayesi, İslâm inancına ve ehl-i sünnet akidesine gelebilecek her çeşit hücuma karşı koymaktı (Mâcit Fahri, İslam felsefesi Tarihi, Çev Kasım Turhan, İstanbul 1987, s 174) Bu sebeple, günümüz müslümanlarına da ışık tutacak bazı temel ilkeler tesbit etmişti Buna göre,
Kelâmcılar, İslâm dininin inanç esaslarını bid'at ehline yani, ehl-i sünnet ve'l-cemaat yoluna uymayan her çeşit inanç ve düşünceye karşı savunurken, onların delillerini ve mantığını da kullanmak durumunda kalmışlar, sadece karşılarındakilerin fikirlerinin yanlışlığıyla uğraşmamışlardır Oysa Gazzâlî'ye göre bu usûl ile halkı bile ikna etmek mümkün değildir Yine, kelâmcılar bu ilmin amacı dışına çıkmışlardır Çünkü, herkes için yararlı olmayacak olan bu ilmi çok yaygınlaştırmışlardır Gazzâlî, İslâm inanç esaslarını bir savunma aracı olan kelâm ilmini, şüpheye düşmüş zeki kimselerin şüpheden kurtulmak gayesi ile ve İslâm inancını savunan bilginlerin' dini savunmak için öğrenmesinin uygun olacağını söyler'
Gazzâlî'nin en mühim yönlerinden biri de, felsefe ile olan ilişkisidir Onunun felsefe çalışması, İslâm düşüncesinde ve ilâhiyet alanında kendisinden sonra gelen düşünürlerin ve düşünce alanlarının herbirinde etkili olmuştur Bu konuda kullandığı metot ise, felsefesine karşı olduğu, Aristo mantığını kabul ederek ve felsefeyi yakından tanıyarak, felsefe tenkitçiliği şeklinde ortaya çıkar (W Montgommery Watt, İslâmî Tetkikler, İslâm Felsefesi ve kelâmı, çev Süleyman Ateş, Ankara 1968, s 108 vd)
Gazzâlî'nin bir felsefe tenkitçisi olarak İslâm dünyasında derin etkisine ek olarak, onun "şüphe, hakkı götürür" prensibiyle Fransız düşünürü Descartes'e "Sebep ile sonuç arasında zorunlu bir bağlılık yoktur" düsturu ile David Hume'a ve "Aklın bütün meseleleri kavrayamadığını" ileri süren ilkesiyle de Alman düşünür Kant'a öncülük ettiği söylenir (Cavid Sunar, İslâm Felsefesi Dersleri, Ankara,1967, s 115)
Gazzâlî'nin felsefe'den amacı, dinin felsefeden üstün olduğunu göstermektedir Uaşmak istediği şey de, her türlü şüpheden uzak kesin (yakînî) bilgidir O, aradığı kesin bilgiyi dünya ile ilgilerini kesmiş olan kalbin safiyetinde bulur bu tavrıyla da genelde tasavvufa meyleder Allah hakkında bir bilgiye sahip olmanın şartı; mal, evlat, makam, mevki, vb dünya ile ilgili bağlardan kurtulma, dilin daima Allah'ı zikretmesi ve nihayet dildeki zikrin kalbe intikâl edip, hatta kişinin kalbinden de lâfız ve kelimelerin silinip, sadece onları manasının kalmasıdır Kişi ruhu temizleme yoluna girip, bu yolun gerektirdiği şeyleri uygulamaya başlayınca, kendisinde Allah'ı tanıyıp bilmeye yarayan keşifler ve müşâhadeler zuhûr etmeye başlar (Gazzâlî, ihya, III, s 19)
Hayatının sonlarında yazdığı ve bir otobiyografik eser olan el-Munkız'u mine'd Dâlâl'de Gazzâlî kendi zihnî ve ruhî durumunu anlatır Burada derin ve hakikati arayan bir şüphe sergilenir O, bu yıpratıcı şüpheden Allah'ın lütfu ile kalbine attığı bir nur yardımıyla kurtulur Böylece, apaçık hakikatleri aklın, akıl yürütmenin ve mantığın yardımı olmaksızın yani delilsiz ve ispatsız bir şekilde birdenbire kavraması mümkün olmuştur (Gazzâlî, el-Munkız, s 8), Allah'ın kereminden gelen bu nur ile gerçeğe ulaştıktan sonra, kendi zamanındaki hakikat araştırıcılarını bu sahip olduğu ölçüye göre dört sınıfa ayırır ki, bu tasnif, İslâm düşüncesindeki ana ekollerin bir eleştirisi demektir
a) Kelâmcılar: Bunlar, dinin esaslarını mantıktan çıkardıkları delil ve kaidelere göre savunmaya çalışırlar Fakat bunlar, "Hâl gözüyle" keşfedilmemiş apaçık dayanaklardan çıkmadığı iç in yeterli gayretler değildir
b) Felsefeciler (felâsife): Kendi gayretleriyle araştırdığı felsefede Gazzalî filozofları üç ana grupta toplar:
1- Dehriyyûn (Materyalistler): Allah'ın varlığını ve ruhu inkâr eden; âlemin ezelî ve ebedî (başlangıçsız ve sonsuz) olduğunu ileri sürenlerdir Bunlar, kâfir ve zındık bir guruptur
2- Tabîiyyûn (Natüralistler): Gazzâlî'ye göre bunları da inkârcı (zındık) saymak gerekir Çünkü onlar, âlemi tanıyınca, Allah'ın varlığını kabul ettiler fakat, ruhun ölmezliğini ve ahiret hayatını inkâr ettiler
3- İlâhiyyun: Gazâlî'ye göre bu gurubun da iman esaslarına uygun bulunan yönlerinin yanında, imanla uyuşmayan tarafları da vardır Felâsife (felsefeciler) zümresini teşkil eden bunların önde gelenleri, Eflâtun ve Aristoteles'in düşüncelerini İslâm dünyasında devam ettirenlerdir Gazzâlî'ye göre felsefecilerin en mühim yanlışları, ilâhiyyat konusudur Aristocu (meşşâî) diye bilinen bu filozoflar, gurubunun Tehâfütü'l-Felâsife (Filozofların tutarsızlığı) adlı ünlü eserinde üç meselede küfre, onyedi meselede de bid'at ve sapıklığa düştüklerini ileri sürer (Gazzâlî, Tehâfütü'l-Felasife (Filozofların tutarsızlığı) çev H Bekir Karlığa, İstanbul 1981 s 14-16) Buna göre felâsife; Kıyamet günü haşrın beden ile olmayacağını yani sadece ruhen vücud bulacağını, Allah'ın âleme ait teferruatı değil de sadece Küllî (genel kanunları bildiği), Üçüncüsü de, âlemin kadîm (ezelî) olduğunu ileri sürdükleri için Gazzâlî'ye göre küfre girmişler yani, İslâm dini açısından inkârcı durumuna düşmüşlerdir
c) Bâtinîler: Gazzâlî'nin ehl-i sünnet inancı karşısında değerlendirdiği ve reddettiği diğer bir grup da, kendi döneminde İslâm akidesi için büyük tehlike teşkil eden bâtinîlerdir Bunlar, herşeyin zahirî (dış) ve bâtınî (içderûnî) manaları bulunduğunu iddia edenlerdir Bunlara göre, bütün farzların ve sünnetlerin zahirleri birer işaret ve remizden ibarettir, gerçek manalar ise, bâtında gizlidir Bâtınîler bu iddialarından yola çıkarak Ayetler Hadisler ve din ile ilgili her hususu bâtınî bir yoruma (te'vile) tabî tutarlar Halbuki bu durum İslâm dinine uygun değildir
Gazzâlî zamanında Hasan Sabbah gizli bir teşkilat kurup, etrafındaki fedâilerle dehşet saçarı hareketlere girişmişti, kendini de ma'sum (hata etmez ve günahsız) İmam diye tanıtmıştı Bu durum, İslâm dini için hem inanç bakımından hem de siyasî olarak bir tehlike oluşturmuştu Onların temel ilkeleri, birliği te'min etmek için bir İmam-ı masum'â bağlanmak ve bütün bilgileri ondan öğrenmek gerektiği şeklindeydi (Gazzâlî, Munkız, s 31, vd) Gazzâlî, onlara karşı, müslümanların İmam-ı masum'u Hz Muhammed (sas)'dir Biz, Allah tarafından ona indirilen Kur'an-ı Kerîm'e ve onun sünnetine bağlıyız diyerek, bâtınîliği kesinlikle reddeder (İbrahim Agah Çubukçu, Gazzâlî ve Bâtınîlik, Ankara 1964 s 51, 70)
d) Mutasavvife: Tasavvuf ehli
Gazzâlî, yukarda sözü edilen üç zümreyi İslâm dini karşısında tenkit ettikten sonra, derinlemesine sûfileri tenkid eder Ona göre sûfiler, ilmin yanında amelin de lüzumuna inanmış olan gurubu teşkil eder Onların gayesi, nefsi kötülüklerden temizlemek ve zikir yoluyla kalpten, Allah sevgisinden başka her şeyi atmaktır Düşünce ile fiili (ameli) birleştiren tek yol buydu Ona göre büyük sûfilerin arzu ettikleri şey, tatmak ve yaşamaktı Nefsin arzularını yok etmek, kalbin dünya ile alâkasını kesmek, gurur, kibir, şöhret ve gelecek endişelerini aşmak onların başlıca faziletleridir Bu faziletler gerçekleşince insanda kalp gözü açılır Gazzâlî'nin kalbin mahiyeti ve Kalp Gözü hakkındaki açıklamaları İhya, Mizânu'l-Amel, munkız, Risâletü'l-Ledunniyye ve Mikatü'l Envâr isimli eserleri başta olmak üzere, diğer eserlerinde de yayılmış durumdadır Burada onun kalp ve kalbî bilgi hakkındaki düşüncesi şöyle özetlenebilir:
Kalp, Allah hakkındaki bilginin doğduğu yerdir O, bir çeşit cevherdir, insan hakikatı onunla kavrar Kalp, insan ruhunun keşf ve sezgi gibi en yüksek derecesini teşkil eder Ve bir ayna gibi eşyanın aslını kavrar Kalp, akıllı kimseyi hayvandan, küçük çocuktan, deliden, ayıran bir mana taşır, maddî göz yani beden gözü dışı (zahiri) görür fakat içi görmez başkasını görür, kendisini görmez, sonluyu görüp kavram sonsuzu kavrayamaz Kalp gözündeki nur ise bir olgunluk (kemâl)'tur, yukarda maddî göz için söylenen eksiklikler onda yoktur O, başkasını idrak ettiği gibi, kendini de idrak eder Ona, uzak-yakın birdir, eşyanın sırlarına nüfûz edebilir Kalp gözüne Akıl, Ruh, İnsanî nefs gibi isimler verilir (Necip Taylan, Gazzâlî'nin Düşünce Sisteminin Temelleri, Bilgi-mantık-iman, İstanbul, 1989, s 91 vd)
Gazzâlî bu fikirleriyle, soyut düşünce ve mantığa karşı, yaşanmış tecrübeyi ve zevki koyarak, bunu hakikate ulaştıran bir yol olarak görmüştü Ona göre tasavvufun asıl değeri de akıl üstü (irrasyonel) âleme açılmış bir kalp gözü olmasından, nazârî olan ile amelî olanı birleştirmesinden, hakikatı bizzat yaşanan tecrübeden çıkarmasından ve ahlâkî hayat için bir örnek olmasından geliyordu
Görüldüğü gibi Gazzâlî, sûfîlerin zevk ve dînî tecrübe metotlarını benimser, fakat burada yanlış bir hükme varanları da tenkit eder, meselâ; Allah ile birleştiğini, ona hulûl ettiğini, dînî cezbe ve istiğrak (ekstaz) halinde, kendilerini her türlü dînî emrin üstüne çıkmış diye kabul eden bazı sûfilerin bulunduğunu, oysa, bu gibi durumlarına dine tamamen aykırı şeyler olduğunu söyler (Gazzâlî el-Munkız, s 44, vd; Necip Taylan, age s 108 vd)
Gazzâlî'nin üzerinde durduğu çok önemli kavramlardan biri de Akıl kavramı ve aklın din ile olan ilişkisidir O, aklı çeşitli anlamlarda kullanmıştır Meselâ; nazarî bilgileri kavramak için insanın yaratılıştan sahip olduğu kâbiliyettir İnsan, hayvandan bu hususiyeti ile ayrılır Bazan, tecrübeden elde edilen bilgilere de akıl denir Nitekim, tecrübeli kimseye akıllı kişi denilmektedir Aynı şekilde devamlı olan mutluluğu kazanma kabiliyetine de akıl denir Bundan hareketle Gazzâlî'ye göre aklî ilimleri şer'î (dinî) ilimlere aykırı diye görenler câhillerdir Akıl, doğru yolu şerîatsız bulamadığı gibi, şerîat (din) da ancak akıl ile anlaşılıp açıklığa kavuşabilir, Bu anlamda akıl göze, şerîat da ışığa benzer Başka bir ifadeyle, din binadır, akıl ise, onun temelidir Binasız temel anlamsızdır, temelsiz bina ayakta duramaz
Akıl ile Nakil (nass) ilişkisinde yorum (te'vil) yapanın durumunu da Gazzâlî şöyle tesbit eder Te'vil yapanlar şöyle gruplandırılabilir: 1- Yalnız nakle değer verenler, 2- Sadece Akla değer verenler 3- Aklı esas tutup nakli, akla tabi kılanlar 4- Nakli esas alıp, aklı nakle tabi kılanlar, 5- Hem nakli hem aklı esas alıp ikisine birden değer verenler Gazzâlî'ye göre en doğru yolu bu beşincisi bulmuştur Kısaca Gazzâlî'ye göre akıl ve din birbirini tamamlar Aslında bu iki taraf, birbirine aykırı da değildir Din aklın değerini inkâr etmediği gibi, onun önemini vurgulayan ve insanı düşünmeye yönlendiren bir çok Ayet-i Kerime ve hadisler vardır Böylece Gazzâlî akıl-din ilişkisini karşılıklı bir ihtiyaç ve uzlaşma tarzında yorumlayarak, aklî ilimler ile dinî ilimleri, din ile dine aykırı düşmeyen düşünceyi uzlaştıran bir yol tesbit eder
Gazzâlî'nin yaşadığı dönemin dinî bakımdan olduğu gibi siyasî bakımdan da önemli olduğunu biliyoruz, o, siyasetle ilgili düşüncelerini et-Tibri'l-Mesbuk fi Nasaihi'l-Mülûk, el-Munkız, ihya, Kimyay'ı-Saadet, el-İktisad fi'l-İ'tikad gibi eserlerinde ilgisi oldukça belirtmiştir İlimler sınıflamasında siyasete ayrı bir yer vermiş ve siyasetin insan ve toplum hayatı için gereğini belirtmiştir
Gazzâlî'ye göre siyaset, insanı iyi yola yönlendiren bir ilim olan ahlâkın yanında yer alır İnsan hayatı için bu dünyada belirlenmiş davranış ilkeleri gereklidir Çünkü, onlar aynı zamanda ahiret hayatına hazırlığın da bir gereğidir Sağlam bir dünya teşkilatı ve çalışması olmadan ahiret hayatı içinde istikrar içinde çalışamaz Bir yerde kanun ve nizamın temin edilememesinden dolayı siyasî bir istikrarsızlık varsa, orada Allah'a hizmet edebilecek zihnî bir sükunet de olamaz onun için insan dünya-ahiret uyumunu kurmalıdır
Gazzâlî, insanın tek başına yaşayamayacağı yani daima hem cinsine muhtaç olduğu ilkesinden hareketle islamî yönetimi yani devletin gerekliliğini belirtir Bu durum, neslin devamının şartı olduğu gibi, ihtiyaçların karşılıklı ilişkilerle temin edilmesinin de şartıdır Fakat insanlar toplum halinde yaşarken, karşılıklı ilişkiler içinde bulunacaklarından, aralarında bazı kavga ve anlaşmazlıklar da tabiî olarak çıkacaktır Bunu önlemek için bir hukuk sistemi ve hükümet gerekli bulunduğu gibi, bu siyâsî nizamı sağlıyacak bilgi, basiret ve önderlik vasıflarına sahip kimselerinde bulunması gereklidir
Gazzâlî, İslam devlet başkanlığı için altısı yaratılıştan, dördü müktesep on özelliğin bulunması gerektiğini belirtir Bunlar, bulûğ çağına gelmiş olmalı, akıllı, hür, erkek, duyu organları sağlam olmalı, cesaretli ve otoriter olmalı, adil olmalı, çıkacak yeni durumlara göre en uygun yolu seçebilmeli, takva sahibi, cömert ve bilgili olmalı (Harun Han Şirvanî, İslâm da siyasî Düşünce ve İdare, s 97 vd)
Gazzâlî'nin düşünce sisteminin orjinal kabul edilen yönlerinden biri de, kendisinin bu konuda batılı filozoflarla karşılaştırılmasına gerek duyulan sebeplilik (nedensellik) meselesidir Tehâfütü'l-Felâsife isimli eserinde filozofları tenkit ettiği en önemli felsefe problemlerinden biri olan bu konu, sebep-sonuç arasında görülen ilişkinin mutlak ve zarurî olmadığı şeklinde özetlenebilir Oysa, sebep-sonuç münasebeti felsefe ve mantıkta birbirine kesin ve zarurî olarak bağlı görülmektedir Gazzâlî, böyle bir düşüncenin mucizeyi inkâr etmek olacağı anlayışından hareketle, sebep-sonuç ilişkisinin neticesini bir zarûret (vucûb) değilde olabilir (caiz) olarak görür Çünkü sözkonusu iki taraftan birinin varlığı, diğerinin de var olmasını gerektirmez ve böyle bir gereklilik anlayışı alışkanlıktan kaynaklanır Meselâ; susuzlukla su içmek, bunun kesilmesiyle ölüm, ilâç ile şifa bulmak, gibi ilişkilerin sonuçları kaçınılmaz değildir Bunların birbirine bağlılığı, Allah'ın takdirinden dolayıdır Ve Allah kendi kudretiyle isterse bunları yaratmayabilir (Gazzâlî, Tehâfütü'l-Falâsife, s 85)
Eserleri ortaçağda Lâtinceye çevrilen Gazzâlî, el-Gazel adıyla meşhur olmuştur Özellikle yukarda değindiğimiz sebeplilik konusunda Ockhamlı William, Nikola ve Peter gibi hristiyan filozofları etkilemişti Bunun yanında Gazzâlî, bilhassa Endülüslü iki filozof olan İbn Rüşd ve İbn Tufeyl tarafından ciddi şekilde tenkit edildi Ancak Gazzâlî, onbirinci yüzyıldan günümüze kadar ehl-i sünnet akidesinin sağlam bir şekilde devam edip gelmesinden ve tasavvufta ilmî otoritesiyle kendini daima hissettirmiştir Zamanımızda da Kelâm, Fıkıh, İslâm Hukuku, Tasavvuf, Ahlâk ve Felsefede önemli yerini muhafaza etmektedir

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #55
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



GECE İBADETİ

Daha çok "gece namazı" veya "teheccüd namazı" olarak bilinen ve çok fazla sevabı nedeniyle Resulullah tarafından müslümanların özendirildiği, en sahih rivâyetlere göre gecenin ikinci yarısında uykudan kalkılarak on iki rekât olarak kılınan nafile namazı
Kur'an-ı Kerîm'in Müzzemil suresinin baş tarafında: "Ey o örtünen, kalk gece, ancak birazında: Yarısı, yahut eksilt ondan biraz Ya da artır ve Kur'an oku, tertip ile yavaş yavaş, güzel güzel Çünkü, biz senin üzerine ağır bir söz atacağız Çünkü, gece neşesi hem daha dokunaklı, hem deyişçe daha sağlamdır" buyurularak, risâletin daha başlangıcında, bazı âlimlere göre beş vakit namazdan önce gece namazı emredilmiş ve İslam'ın tebliğini başarabilme açısından bunun gereği de vurgulanmıştır Resulullah'la birlikte ashabının da kıldığı bu namaz, aynı surenin sonunda yer almakla birlikte, yukarıdaki emirden belli bir süre sonra, hattu bazılarınca Medine'de inen "Rabbin biliyor ki, sen muhakkak gece üçte ikisine yakın ve yarısı ve üçte biri kalkıyorsun; beraberindekilerden bir grup da Gece ile gündüzü Allah takdir eder Bildi ki, siz onu bundan böyle başaramazsınız; bu bakımdan size lûtufta bulundu da, artık Kur'an'dan ne kolayınıza gelirse okuyun" ayetiyle ümmet için emir olmaktan çıkmış; İsrâ sûresinde "Gecenin bir kısmında sana mahsus bir nâfile olmak üzere teheccüdde bulun Umulur ki, Rabbin seni Makam-ı Mahmud'a ulaştırır" (el-İsrâ, 17/79) ayetinde de ifade olunduğu üzere, Resulullah (sas)'in terketmediği bir amel olarak kalmıştır O kadar ki, Buhârî ve Müslim'in ittifâken rivâyet ettiği bir hadîs-i şerifte, Efendimiz'in, mübârek ayakları şişinceye kadar geceleyin ibadet ettiği; Hz Âişe'nin kendisine, "Ya Resulallah, geçmişteki ve gelecekteki günâhların affolunduğu halde, neden böyle yapıyorsun?" demesi üzerine "Rabbime şükreden bir kul olmayayım mı?" buyurduğu ifade olunmaktadır İmam Müslim, Sahih'inde Resulullah'ın teheccüdünün uzunluğuna daha bir açıklık getirmekte ve Hz Huzeyfe (ra)'den; bir rekâtta Fâtiha'dan sonra Bakara, Âl-i İmrân ve Nisâ surelerini hem de ağır ağır, tesbih ayetlerinde tesbih ederek, dua istenen ayetlerde dua ederek okuduğunu, rükû ve secdesinin de aynı şekilde uzadığını rivâyet etmektedir (Riyâzü's-Sâlihîn, II, 449, 457)
Gece namazının fazileti konusunda alimler çok söz etmiş ve müminleri bu namaza teşvik etmişlerdir Hz Ebû Hüreyre (ra)'den rivâyet edilen bir hadîs-i şerifte, "Rabbimizin her gecenin son üçte biri kaldığında dünya semasına nüzul edip "Yok mu bana dua eden, duasını kabul edeyim; yok mu benden isteyen, ona vereyim; yok mu benden bağışlanma dileyen, onu bağışlayayım" buyurduğu ifade olunmaktadır (Tecrii Sarîh Terceme ve Şerhi, IV, 112) Zaten, Kur'an-ı Kerîm'de de müminlerin, Rahman'ın kullarının Rablerinin rızası için secdede ve kıyamda geceleyen kimseler oldukları (el-Furkan, 25/64); gecenin az bir kısmında uyuyup, seherlerde istiğfar ettikleri (ez-Zâriyât, 51/51) ve yanlarının rahat döşeklerinden uzaklaşıp korku ve umut içinde Rabblerine dua ettikleri (es-Secde, 32/16) anlatılmaktadır Önemi dolayısıyle, farz namazdan sonra en faziletli namazın gece namazı olduğu Müslim'in rivâyet ettiği bir hadiste belirtilmiş; âlimlerin çoğunluğunca bu namaz sünnet-i müekkede olarak kabul edilmişse de, vacib diyenler de olmuştur Sünnet de olsa, bilhassa İslâm'ın tebliğcileri için herhalde asla vazgeçilmez bir namaz olsa gerektir

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #56
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



GELENEK

Bir toplulukta zaman içinde meydana gelen ve toplum içerisinde kabul gören maddî ve manevî husus ve alışkanlıklar Bunlara âdet de denilir Örf ise, biraz daha kuvvetli hâle gelmiş âdet ve geleneklerdir Örfler, hukuk açısından önemli bir hüküm kaynağı olarak kabul edilmişlerdir
Gelenek veya âdetler, eskiden devralınan ve toplum hayatının çeşitli yönlerinde yerleşen iş ve davranış tarzlarıdır Bu bakımdan eskiden devralınan her düşünce ve alışkanlık, kötü olmayacağı gibi; mutlaka iyi de demek değildir Bazı âdet ve gelenekler toplumları yozlaşmaya ve atalete sevk ederken; bir başka tür gelenekler, sosyal hayatın sürekliliği ve ahengi için önemli faydalar sağlar
Eski asırlarda örf ve âdetlerin büyük rolü vardı Çünkü insanın yaşadığı iktisadî hayatın bünyesine uygun mevzuat yapma yoluyla hukuk kaideleri koyma güç olduğundan, insanların hayatını düzenleyen kaidelerin temel kaynağı örf ve âdetler idi Bu sebeple toplumlar, muayyen örfleri kabul ederek, onları tatbik ediyorlardı
Örf ve âdet, temel ve önemli bir şey ile ortaya çıkar Yani toplumun arzusu, bünyesi ve değerlerine uygun olarak ortaya çıkar; toplumun bünyesinin değişmesiyle değişir Ayrıca örf ve âdet, bazı meselelerde kanunun unutarak yaptığı hatayı telâfi eder Bu durumda, kanunun temas etmediği bütün meselelerde bir hukuk kaynağı olarak örf ve âdete başvurulur
Örf, İslâm hukukunda ikinci derecede fer'î bir hüküm kaynağı olarak kabul edilir Örf, kendisinden daha geniş olan âdetten ayrılır Âdet, şahıs ve cemaatlerden tekrar tekrar sâdır olan her davranışa denilir Örf, âdetin bir çeşididir Bir kavmin veya topluluğun söz ve fiil hâlinde âdetleridir (Faruk en-Nebhân, İslâm Anayasa ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Çev Servet Armağan, İstanbul 1980, s 241-339)
İslâm alimleri örf ve âdeti; "Akl-ı selîmin üzerinde ittifak ettiği ve halkın devam edegeldiği şeylerdir ki, birçok kere tekrar olunur" şeklinde tarif etmişlerdir Ayrıca örf ve âdette dikkat edilecek husus; "Şer'an ve aklen müstahsen olması, selim akıl sahipleri yanında münker olmamasıdır" (Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İstanbul 1983, s 139)
Örf fıkhî manada umumî ve hususî olmak üzere ikiye ayrılır Umumî örf: Birçok memleket ve cemiyetlerin müşterek olan örfleridir Hususi örf: Belirli bir memleketin veya cemâatin tekrar tekrar işledikleri şeylerdir Amelî örf, bir yerde fiilî bir şeyin insanlar arasında âdet ve teâmül hâline gelmesidir Meselâ bir bölgede koyun etinin yenmesi mutad olduğu gibi, diğer bir yerde keçi etinin yenmesi mutaddır
İslâm, yerleştiği dönemlerde insanlar arasında iyi olarak bilinmiş ve teâmül hâline gelmiş olan bazı örf ve âdetleri olduğu hal üzere bırakmış ve böylece örf, âdet ve teâmül İslâm hukukunun önemli kaynaklarından birisini teşkil etmiştir (Osman Öztürk, Osmanlı Hukuk Tarihinde Mecelle, İstanbul 1973, s 7)
Batı literatüründe gelenek "toplumda değerler ve kurumların en ağır değişen ve eski toplumlarla yaşayan toplumların arasında bir bağ oluşturan sosyal miras" olarak geçer Geleceğin payı ve toplumun eski şekillerini yenilerine bağlama gücü toplumdan topluma değişir Bazı sosyologlar devrimlerin gelenekleri ortadan kaldırdıklarını söyler, fakat en sert devrimlerden sonra dahi bir kısım geleneklerin kaldığı görülmektedir (H Ziya Ülken, Sosyoloji Sözlüğü, İstanbul 1969, s 115)
Batı düşüncesinde genel kabul gören bir düşünüş olarak sosyal değerlerde sürekli "değişim" vardır Bu görüşten hareketle kültürün de bir değişime uğradığı ve kaçınılmaz bir değişim geçireceği kabul edilir Mourice Duverger'e göre: Kültürün geleneksel öğeleri; her geçen gün kültüre eklenen yeni tekniklerin, değerlerin, tasarımların etkisiyle yok olma baskısı altında kalır Bazen bu yeni öğeler, eskilere yalnızca eklendiğinden, olay basit bir toplamadan ibaret kalır Fakat, çoğu zaman yeni öğeler eskilerin yok edilmesini ya da dönüştürülmesini gerektirir Dolayısıyle tüm kültürler sürekli olarak bir evrim geçirirler (Mourice Duverger, Siyaset Sosyolojisi, İstanbul 1975, s 124)
Bu açıklama tarzı, gelenekselliğin mutlaka yanlış ve hatalı olduğundan kaynaklanan bir "anlayış biçimi"yle ilgilidir Batıda bir fikir veya sistem, kalıcı bir özellik taşıyorsa gelenekseldir ve her geleneksel ise, yanlıştır Bu görüş, Rönesans öncesi geleneksel düşünce ve inanışı temsil eden Ortaçağ hristiyan felsefesinin reddedilmesinden kaynaklanan bir tavırdır Bundan dolayı Batı için gelenekçilik, basit olarak geçmişe ait bir özlemi ve eski değerlerin benimsenmesi şeklinde anlaşılmakta ve kabul görmemektedir İslâmî anlayışta ise, doğru kabul edilenin muhâfazası ve korunması şeklinde bir gelenekçilik sözkonusudur Müslümanlar İslâm'ın en ideal yaşandığı "Asr-ı Saadet" dönemini muhâfaza etmek ve ona uygun bir yaşayış modelini sürdürmek arzusu içindedirler Bunun dışındaki her türlü yaşayış modeli, muhafaza edilmeye ve sürdürülmeye lâyık kabul edilmemektedir Böylece İslâmî anlayışta ileri-geri kavramları, zaman ve mekan faktörleri dışında gelişen bir özellik taşımaktadır Gelenekçi veya modernist düşünce ve yaşayış, ancak İslâm'a olan yakınlığı ve uzaklığı nisbetinde değer kazanır
İslâm'ın eksik anlaşıldığı dönemlerde, müslümanlar tek taraflı mistik bir ruha yönelmiş ve dünyayı terketme bir erdem kabul edilmişti Bu durum, müslüman toplumları geleneklerin muhafazasına ve her türlü gelişmeye kapalı hale getirdi: Mâzinin müdâfa asına yönelince, kültür, bir arkeolojik karaktere bürünmekte; zihnî fikrî faaliyet ileriye değil, geriye çevrilmiş bulunmaktadır Bu itidalsiz geriye dönüş, her kültür sahasında hal ve istikbalini zaruretleriyle uyuşmayan bir ric'at şeklini almaktadır
İşte İslâmî bakış tarzının kayboluşu sonucu, müslüman toplumlar sapmanın bir çeşidi olan İslâm dışı geleneklerin ağına düşmektedirler Bu noktada müslümanlara düşen görev vahiy kaynaklı Nebevî İslâmî geleneği yeniden diriltip yaşatmaktır

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #57
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



GIBTA

Kişinin başkasında bulunan nimetin yok olmasını temenni etmeyerek aynı nimetin kendisinde de olmasını arzu etmesi
Gıpta; bir nevi imrenmek olup İslâmî açıdan sakıncalı olmadığı gibi kıskançlık da değildir Çünkü kıskançlık; başkasında olan iyi halin ve nimetin yok olmasını arzu etmek olup, bu haram ve kötü bir ahlâktır Kur'an ve Hadisde kötülenmiştir Türkçede bunu kıskanmak ve çekememek kelimeleriyle ifade ederiz Halbuki gıbtada böyle bir arzu yoktur Yani başkasında görülen nimetin yokluğunu temenni etmeksizin, sadece kendisinin de aynı nimete sahip olmasını arzu etmesi demektir
İlim, zenginlik, yardım vb gibi hususlarda gıbta mübah görülmüştür Fakat, hırsızlık, tembellik, serkeşlik ve gangsterlik gibi fiiller üzerindeki gıbta ise yasaklanmıştır (Abdullah Şevket, Ahlâk-ı Dînî, 21)
Resulullah (sas): "Mümin imrenir, münâfık hased eder" buyurarak hased ile gıpta arasındaki farkı çok açık bir şekilde izah etmiştir
Yalnız düşman devletinin elinde bulunan, gelişmiş teknolojiyle araçlar kitlelere zarar veriyorsa, onun yok olmasını istemek zarar vermez İyi davranışlarıyla topluma huzur dağıtan, iyi eserleriyle insanların hakla müşerref olmasını sağlayan kimselere gıbta ile bakmak ve onlar gibi olma özlemini çekmek, kişiye hem dünyada hem de ahirette, sonsuz mutluluğa kavuşmalarında büyük faydalar sağlar
Resulullah (sas), Allah'ın kendisine verdiği malı hak yolunda harcayan, Allah'ın verdiği ilimle amel eden ve bunu insanlara öğreten kimseye karşı hasetliğin olmadığını bilâkis bunun gıbta ile karşılanması gerektiğini vurgulamıştır Bir başka hadis-i şerifde ise şöyle buyurulmaktadır: "Bu ümmetin durumu şu dört kişiye benzer:
a) Allah, bir adama mal ve ilim verir O da ilmiyle hareket eder
b) Birine ilim verir, mal vermez Bu yüzden o şöyle der: "Rabbim, şayet benim de filanın malı gibi malım olsaydı, onun gibi elbette iş yapardım' Bu ikisi de sevap bakımından aynıdır
c) Birine mal verir, ilim vermez O da bu malı Allah'a isyan olan yerde harcar
d) Birine de ne ilim, ne mal verilmiştir Bu da kalkıp "Şayet benim de filanın malı gibi malım olsaydı kötü yolda harcadığı şekilde harcardım' der Bunlar da günaha eşittirler" (İbn Mâce İlim,15; Ahmed b Hanbel, II, 36)
Hadis-i Şerif'ten anlaşıldığı gibi teknimete sahip kimse buna sahip olamayan kimsenin ona sırf hizmet için gıbta etmesinde bir sakınca yoktur Yalnız kötülük yapma hususunda bu fiili işleyen kimseye imrenmenin günah olacağı açık bir şekilde görülmektedir
"Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek O'na yalvaranlarla beraber sen de sabret Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma Bizi zikretmesini kendisine unutturduğumuz ve içinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma" (el-Kehf, 18/28) buyruğunda salihlere uymanın anlamı açıklamaktadır Hz Musa: "Sana öğretileni bana hayra götüren bir bilgi olarak öğretmen için peşinden gelebilir miyim?" (el-Kehf, 18/66) demiştir Hızır (as)'a (bk el-Kehf sûresi)
Bilinçli müslüman, insanların hayırlılarına gıbta eder, ins ve cin şeytanlarından kötülüklerden uzaklaşır Sünenlerde ittifakla rivayet edilen hadislerde anlatıldığına göre: İnsanlar altın ve gümüş madenleri gibidirler Tanışanlar dost olur, birbirlerine görmemezlikten gelenler anlaşmazlığa düşerler
Yalnız iki şeye gıbta edilir: Biri Allah'ın mal verip hak yolda harcamaya muvaffak kıldığı kişi; diğeri de Allah'ın kendisine ilim verip de onunla amel eden ve bunları başkalarına öğreten kimse Allah'ın birbirinden üstün kıldığı şeyleri kovuşturmaz (en-Nisâ, 4/32)

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #58
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



GIYBET

Bir kimsenin gıyabında hoşlanmayacağı bir söz söylemek, çekiştirmek; meydanda olmama, kaybolma hâli
Gıybet, bir kimsenin arkasından hoşuna gitmeyecek şeyleri söylemek, başka bir deyimle, kendimize söylendiği zaman hoşlanmayacağımız bir şeyi, din kardeşimiz hakkında arkasından konuşmamız anlamına gelir Halk arasında dedikodu, gıybet ile aynı anlamda kullanılır
Gıybet, insan veya insanla ilgili birtakım şeyler üzerinde olur Kişinin bedeni, nesebi, ahlâkı, işi, dini, dünyası, elbisesi, evi, bineği dedikodu konusu olabilir Gözün şaşılığı, saçların döküklüğü, uzun veya kısa boyluluk, siyah veya sarı renkte olmak Bunlardan alaylı bir şekilde bahsedilmesi sözkonusu kişinin kalbini kırar
Kur'an ve Sünnet, gıybeti yasaklamıştır: "Bir kısmınız diğerlerinizin gıybetini yapmasın Sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemek ister mi? Bundan tiksindiniz değil mi?" (el-Hucurat, 49/12); "Gıybet, kardeşini hoşuna gitmeyecek şekilde anmandır" (Tirmizî, Birr, 23; Dârimî, Rikat, 6; Mâlik, Muvatta, Kelâm,10; Ahmed b Hanbel, II, 384, 386)
Başkalarına kardeşinin ayıplarını anlatmak onun hoşuna gitmeyecek şeyleri söylemek demek olduğundan, ancak dil ile söylemek haram olmuştur Kaş-göz işareti yapmak, imâ, işaret ve yazı gibi gıybet anlamı ifade eden her hareket de gıybettendir Meselâ elle birisinin uzun veya kısa boyluluğuna işaret etmek, bir şahsın ayıpları hakkında yazı yazmak gıybettir Gıybeti tasdik etmek de gıybettir Gıybet yapılan yerde susan kişi gıybete ortak olmuş olur Diliyle gıybetçiye karşı duramayanın kalbiyle inkâr etmesi gerekir (İmam Gazzâli, Zübdetü'l-İhya, Trc: Ali Özek, İstanbul 1969, 362, 363) Allah Resulu şöyle buyurur: "Bir kimse yanında hakarete maruz kalan bir mümine gücü yettiği halde yardım etmezse, Allah o kimseyi kıyâmet gününde insanların önünde rezil eder" (Tebarâni)
- "Her kim gıyabında kardeşinin kusurlarını söyletmezse, kıyâmet gününde Allah da onun kusurlarını örtmeyi tekeffül eder" (İbn Ebi'd-Dünya)
- "Ey kalbiyle değil, sadece diliyle iman edenler topluluğu! Müslümanların gıybetini yapmayınız, ayıplarını araştırmayınız Zira kim kardeşinin ayıp ve kusurlarını araştırırsa Allah do onun kusurlarını araştırır Allah, kimin kusurunu araştırırsa onu evinin içinde bile olsa rezil ve rüsva eder (Ebû Dâvud, İbn Ebî Dünya)
İslam dininde kardeşlik olgusunun, "Müminler ancak kardeştir İhtilaf ettikleri zaman, iki kardeşinizin arasını düzeltin; ve sakının ki, merhamet olunasınız" (el-Hucurat, 49/10) ilâhi buyruğu ile kurulmuş olması, İslâm toplumunu bu iman kardeşliği üzerinde yükselen güçlü bir toplum yapmaktadır Böyle bir toplumda gıybet yoktur Çünkü, Hz Peygamber (sas)'in buyurduğu gibi, "Mümin müminin aynasıdır Mümin iki el gibidir, birisi diğerini temizler" Bu ölçüler, toplumu fitne ve bozgunculuktan uzak tutar
Gıybetin sebepleri:
1 İntikam duygusunu tatmin, 2 Arkadaşlara muvafakat, 3 Gösteriş ve büyüklük; başkalarını küçültme, kendini büyütme, 4 Kıskançlık, 5 Hoşça vakit geçirmek, güldürmek için başkalarının ayıp ve kusurlarının ortaya serilmesi, 6 Küçük düşürmek için alay (Gazzâlî, İhyâu Ulûmiddin, Trc: Ali Arslan, İstanbul 19'72; VI, 522 vd)
Gıybetten korunmak için kişinin öncelikle kendi kusurlarıyla uğraşması gerekir Şuralarda gıybet câizdir:
1) Haksızlık karşısında: "Hak sahibinin söz hakkı vardır" (Buhârî, Müslim)
2) Fetva istemede: Utbe kızı Hind, Resulullah'a gelerek kocası Ebû Süfyan'ı cimriliğiyle, çok az nafaka bırakmasıyla çekiştirmiş ve kocasının malından haberi olmadan alıp alamayacağını sormuştu Allah Resulu de "Sana ve çocuğuna yetecek miktarda, iyilikle al" buyurdu
3) Bir kimseyi kötülükten menetmek:
4) Kişiyi meşhur olan lakabıyla anmak
5) Kişinin fısk-u fücûrunu alenen yapması, yaptıklarından dolayı gurur duyması, yaptıklarının söylenmesinden dolayı üzüntü duymamasıdır Yaptıklarıyla övünmesi yüzünden onları anmak gıybet sayılmaz
Gıybetçinin günâhtan kurtulması için pişmanlık duyması, tövbe etmesi, gıybetini yaptığı kimse ile helâlleşmesi gerekir Gıybeti yapılan da merhametli davranır, affeder Düstur: "affa yapış(mak), iyiyi emret(mek), cahillerden uzak ol(maktır) (el-A'râf, 7/ 199)

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #59
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



GULÜL

Savaş ganimeti ve bunlara benzer şeylerde hıyanet etmek; esir veya tutukluya kelepçe ve bukağı vurmak; doğruyu görmemek; suyun ağaçların arasından akması Gull isminin çoğulu olarak; kelepçe, bukağı, hararet, şiddetli susuzluk demektir
Gulül, bir İslâm hukuku terimi olarak; savaş ganimetlerinden çalmak, aşırmak ve taksimden önce ganimet mallarından birşey almak anlamına gelir İslam'da ganimet yolsuzluğu konusu ilk defa Bedir gazvesinde (2/624) kaybolan kadife bir örtüyle ilgili olarak ortaya çıkmıştır Örtüyü Hz Peygamber'in almış olabileceğinin söylenmesi üzerine şu ayet inmiştir
"Bir peygamberin ganimet malına hıyanet etmesi düşünülemez Kim hıyanet ederse kıyamet gününde hıyanet ettiği şeyle gelir Sonra herkese kazandığının karşılığı tam olarak verilir, onlara zulmedilmez" (Âl-i İmrân, 3/161) Bu ayet, Resulullah (sas)'i emanetin yerine ulaştırılması, ganimet taksimi ve benzeri konularda her türlü hıyanetten temize çıkarmıştır (İbn Kesîr, Tefsîr, İhtisâr ve Thk M Alî es-Sâbûnî, Beyrut 1981, I, 332)
Gerek ganimette ve gerekse başkasına ait mallarda yolsuzluk yapmayı yasaklayan birçok hadis vardır: "Allah nezdinde, hıyanetin en büyüğü, iki arazi veya ev komşusundan birisinin, diğerine ait bir arşın toprağı kendi zimmetine geçirmesidir Allah kıyamet gününde, bu toprağın yedi katını, onun boynuna geçirir" (Ahmed b Hanbel, IV, 140, 202, V; 341, 344) " Kim bizim bir işimize tâyin olunursa, evi yoksa ev edinsin; bekarsa evlensin; hizmetçisi yoksa hizmetçi, biniti yoksa binit edinsin Kim bunlardan fazlasını ister veya alırsa, o hıyanette bulunmuş olur" (Ebû Dâvûd, İmâre, 10; Ahmed b Hanbel, IV, 299) Başka bir hadiste bir zekât memurunun yolsuzluğu şöyle ifade edilir:
"Resulullah (sas) Ezd kabîlesinden bir adamı zekât vergilerini toplamakla görevlendirdi Bu adam daha sonra, bazı mallarla gelerek Hz Peygamber'e şöyle dedi: "Şunlar size ait bunlar da bana hediye olarak verildi' Hz Peygamber (sas) ayağa kalktı, minbere çıkarak şöyle buyurdu: "Kendisine görev verdiğimiz bir zekât memuru ne cesaretle; şunlar sizin, şunlar da bana hediye verildi, diyebiliyor O, ana-babasının evinde otursaydı, kendisine hediye verilir miydi? Muhammed'i kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki sizden hiç biriniz kıyamet gününde; sırtında, böğüren bir deve, bağıran bir sığır, meleyen bir koyunla gelmesin" Sonra koltuk altları görünecek şekilde ellerini kaldırarak, üç defa: "Allah'ım tebliğ ettim mi? buyurdu" (Buhârî, Zekât, 67; Hibe 17; Ahkâm, 24, 41; Hıyel, 15; Müslim, İmâre, 26, 27, 28; Ebû Dâvûd, İmâre, II; Ahmed b Hanbel V, 423

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #60
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



GULÜVV

Bir şeyde aşmak Bir ticaret terimi olarak, piyasada fiyatların normalin üstünde artışını ifade eder
İslâm hukuku, alış-verişte kârı yasaklamadığı gibi, onun için bir sınır da koymamıştır Ancak alış-verişlerde yalan, hile, malın kendisinde olmayan sıfatlarla övme veya satılacak maldaki bazı kusurları gizleme yasaklanmıştır Arz ve talebin karşılaşması ile serbest rekabet sonucu, bir piyasada oluşan fiyatlar ölçü alınarak satış yapılabilir Bazı durumlarda kıtlık, mal darlığı, arzın kısılması veya tüketicilerin alım gücünün yükselmesi gibi sebeplerle, bazen de ekonomik bir sebep olmaksızın psikolojik nedenlerle piyasa fiyatları normalin üstünde artabilir Acaba bu gibi durumlarda devlet fiyatlara müdâhale ederek narh koyabilir mi? Yoksa piyasayı kendi şartları içinde serbest bırakması mı gerekir?
Ebû Dâvûd, Tirmizî ve İbn Mâce'nin Enes b Mâlik'ten rivayet ettiklerine göre; Resulullah devrinde Medine'de fiyatlar pahalandı Halk; "Ey Allah'ın Resulu, bize narh koy" dediler Resul-u Ekrem (sas) şöyle buyurdu: "Şüphe yok ki, fiyat tayin eden, darlık ve bolluk veren, rızıklandıran ancak Allah'tır Ben sizden hiç kimsenin mal ve canına yapmış olduğum bir haksızlık sebebiyle hakkını benden ister olduğu halde, Rabbime kavuşmak istemem" (Ebû Dâvûd, Büyû' 49; Tirmizî, Büyü', 73; İbn Mâce, Ticârât, 27) Yine Ebû Hüreyre'den rivayete göre, bir adam geldi; "Ey Allah'ın Resulu bize narh koy" dedi Hz Peygamber, "Belki Allah'a dua ederim" buyurdu Sonra, başka bir adam gelip, "Narh koy" dedi Hz Peygamber ona da şu cevabı verdi: "Fiyatları ucuzlatan ve pahalandıran Allah'tır" (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, V, 219)
Bu delillerden Hz Peygamber'in genel anlamda piyasa fiyatlarına müdahale etmek istemediği söylenebilir Hulefâ-i Râşidîn döneminde de bazı sınırlı müdahaleler dışında piyasada serbest ekonomi uygulaması hâkimdir İslâm hukukçularının çoğu, narh koymanın zulüm olacağı görüşündedirler Delilleri Enes b Mâlik ve Ebû Hüreyre (ra)'ın hadisleridir
Ahlâkın yüksek olduğu Asr-ı saadette fiyatlara müdahaleyi gerektirecek bir ekonomik dengesizlik olmamıştır Daha sonra giderek mala karşı hırsın artması, kanaatin azalması ve bundan halkın zarar görmeye başlamasıyla, bazı İslâm hukukçuları ihtiyaç duyulduğunda, yetkili makamların belli maddelere narh koyabileceği görüşünü benimsediler Tâbiî bilginlerinden Saîd b el-Müseyyeb (Ö 94/712), Rabîa b Abdirrahman (Ö 136/753), Yahyâ b Saîd el-Ensârî (Ö 143/760) bunlar arasındadır (el-Bâcî, el-Müntekâ Şerhu'l-Muvatta', Mısır 1331, V, 18)
Satıcıyı fiyat belirlemesinde tamamen serbest bırakıp, onu devlet kontrolünün dışında saymak da toplumun zulüm ve haksızlığa uğramasına yol açar Çünkü gerek Hz Peygamber ve gerekse Hulefâ-i Râşidîn devrinde ticaret ahlâk ve faziletinin en yüksek örneği yaşanmış ve halk meşrû haklarına razı olmuştur Ancak kıtlıklar ve savaşların getirdiği sıkıntılar fiyatların sun'î olarak yükselmesine neden olmuştur Bazen de ihtikâr yoluyla veya aynı çeşit malı satanların gizlice anlaşmaları sonucu fiyatlar yükselir İşte, bu gibi durumlarda sun'î olarak normalin üstünde yükselen piyasa fiyatlarına müdahale etmek toplumun menfaâtini korumak demektir

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.