İslami Sözlük-2- |
11-04-2012 | #31 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük-2-FÜRÛ' Dallar, kısımlar, ikinci derecede önemli şeyler, ayrıntılar, teferruatlar Furû'un tekili olan fer' kelimesi "asl' kelimesinin zıddı olup "kendisinden başka birşeye bina edilen herhangi birşey" diye tarif edilir (es-Seyyid eş-Şerif el-Cürcânî, et-Ta'rîfât, İstanbul 1283, s111) Bu kelime çeşitli ilimlerde kullanılır Fakat daha çok fıkıh ve fıkıh usûlü ilminde kullanılan bir terimdir Çünkü fıkıh ilmi herşeyden önce "usûl" ve "fürû" diye ikiye ayrılır Fıkıh usulü, fıkıh ilminin köklerini (kaynaklarını) veya dayandığı delilleri konu olarak ele alan ve bu deliller vasıtasıyla hüküm çıkarma metodlarını anlatan bir ilimdir Böylelikle "fürû'", tanımını verdiğimiz usûl-i fıkıh üzerine bina edilen ve fıkhın bölümlerinden birine isim olarak verilen bir terimdir Fıkıh usûlünde konulan metodlar çerçevesinde ayetlerden ve hadislerden çıkarılarak tesbit edilmiş hükümler furû' fıkhın konusunu oluşturur Bu sebeple fıkıh ilmini meydana getiren usûl, furû' ve kaideler birbirine sıkıca bağlı olduklarından, ayrı ayrı düşünülmesi gerekir Fıkıh usûlüne dair birçok eser yazılmıştır Fakat bunlar usûl kitaplarından daha çok fürû' konularını içeren eserlerdir Bu gibi fürû'a dair fıkıh kitapları genellikle temizlik bölümüyle başlar; bunları ibâdet yani namaz, oruç, hac ve zekât konuları izler İbâdet bölümlerinden sonra "muâmelât" dediğimiz kısımlar gelir Muâmelât konuları ise, genellikle, alış-verişler, kefâlet, havâle, muhakeme usulleri, şahitlik, miras hukuku gibi konulardır Bu ve bunun gibi konular, Kur'an 've hadisten çıkarılan hükümler ve âlimlerin kendi görüşleri ile birlikte, en ince noktalara kadar inilerek, meseleler anlatılmış ve ortaya konulmuştur Meselâ es-Serahsî'nin (544/ 1149), Mebsut'u; el-Kâsânî'nin (587/1191) el-Bedâyiü's-Sanâyi; İmam Şâfiî'nin (204/819) El-Ümm'ü, fücû'a dair fıkıh kitaplarından birkaç örnektir Furû'nun diğer bir anlamı da; Kişinin anne ve babası, bunların anne ve babaları sonuna kadar usûlü; buna karşılık, çocukları, çocuklarının çocukları sonuna kadar da furû'udur Kişi fürû'una zekât veremez Zira bunlara bakmakla yükümlüdür Mirasından da belli hisselere sahiptirler Bir kadı (yargıç) kendi fürû'nun davasına bakamaz (Ayrıca bk ferd) |
İslami Sözlük-2- |
11-04-2012 | #32 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük-2-FUSSİLET SURESİ Kur'an-ı Kerîm'in kırkbirinci suresi Mekke'de nâzil olmuştur Ellidört ayet ve yediyüz kelimedir; fâsılası: Dât, Zı, Tı, Sâd, Be, Zı, Rı, Dâl, Nun, Mîm harfleridir "Fussilet, uzun uzun ve ayrıntılı olarak anlatmak demektir Sure adını üçüncü ayette geçen "Teğabün Fussilet" (Tafsilâtlı Kitap) lâfzından almıştır Kur'an-ı Kerîm'in tafsilâtlı kitap olması şöyledir: Onda yüzondört sure, altıbinalıtıyüzaltmışaltı ayet bulunmaktadır Bütün kitapta mucizevî bir üslûp, beliğ ifadeler hakim olup; temel olarak inancı Allah'ın varlığı ve birliği, kudretinin delilleri, ahiret günü, müminler, münâfıklar ve kâfirlerin durumları, emirler, yasaklar, öğütler, kıssalar yeralmaktadır Kur'an'da geçmiş, hal ve geleceğe ilişkin temel bilgiler yeraldığı için bu kitap tafsilâtlı bir kitaptır Bu bilgiler kesindir ve başka hiçbir bilgi onların verdiği malûmatı ihtiva etmez Hangi yaklaşımla okunursa okunsun her okuyan onun çok anlamlı mucizevî bir metin olduğunu farkedebilir Allah, kullarına acımış ve bütün hakikatleri bu kitapta bildirmiştir Yeryüzündeki milyonlarca kitap işte bu Kur'an'a dayanmakta ve onu tefsir etmektedir Kur'an öyle tafsilâtlıdır ki, hemen her surede birbirine benzer veya tekrar tekrar vurgulanan gerçekler, birbiriyle bağlantılı olarak birçok açıdan değişik meseleleri işlemektedir Bu sebeple tarih boyunca yüzlerce tefsir yazılmıştır Yirmiüç yılda ayet ayet, sure sure tamamlanan bu kitabın koruyucusu Allah'tır ve O, kitabını Arapça indirmişse bunun mutlaka dil açısından bir hikmeti vardır Kur'an'ın iki kelimesini anlatmak için sayfalarca tercüme yapılması da buna basit bir delildir Ve hiçbir kitap onun gibi göze, kulağa, bütün ruha tesir etmez Hiçbir musiki onun tilâveti kadar insanı rahatlatmaz, duygulandırmaz Bu yüzden o indirildiği zaman şairler şiirlerini Kâbe duvarından indirmişler, herkes onun ilâhî bir nur olduğunu anlamıştır Fussilet suresinin ilk ayetleri şöyle başlamaktadır: "Hâ, Mîm Bu Kur'an, Rahman ve Rahîm olan Allah tarafından bilen bir kavim için ayetleri çeşitli biçimlerde teker teker açıklanmış, Arapça bir Kur'an ve müjde verici bir uyarıcı olarak indirilmiştir Böyleyken onların çoğu bunu düşünüp kabul etmekten yüz çevirmiştir Arlık onlar dinlemezler Onlar, Bizi davet ettiğin şeye karşı kalplerimiz bir örtü içindedir, kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda bir perde vardır Artık sen dinince yapabileceğini yap, biz de dinimize göre hareket ederiz' derler" (1-5) Surenin başındaki mukattaa harflerinin manasını ancak Allah bilir O nedenle sureye Hâ-Mîm ve Secde olmak üzere iki kelimeden oluşan Hâmîm secde adı da verilmiştir Ayrıca Mesâbih, Secde, Akvât adları da verilmektedir Surenin nüzûl sebebi olarak şu rivâyet nakledilir: Ebû Cehil ve Kureyş'in ileri gelenleri biraraya gelirler; Muhammed (sas)'in durumunu araştırmak üzere sihir, kehânet ve şiirden anlayan birini araştırırlar Utbe b Rabia, "Ben, bu hususlardan anlarım; Muhammed'in bu gibi işlerle bir ilgisi varsa, bunu ortaya çıkarırım" der Utbe, Hz Peygamber (sas)'e gider ve, "Ey Muhammed' sen mi daha hayırlısın, Hâşim mi; sen mi daha hayırlısın, Abdûlmuttalib mi?" der Bu sözleriyle, peygamberlik gelse gelse bunlara gelirdi, demek ister Peygamber (sas), cevap vermeden dinlemeye devam etti Utbe, sözlerini sürdürdü: "İlahlarımızın aleyhinde konuşuyorsun, atalarımızı sapıklıkla itham ediyorsun Reislik istiyorsan seni reis edinelim, mal istiyorsan, seni zengin kılacak kadar mal verelim Kadın istiyorsan, Kureyş kızlarından beğendiğin on tanesini seç, al Hasta isen seni tedavî ettirelim" Hz Peygamber (sas), hep susuyor, Utbe'nin sözlerini bitirmesini bekliyordu Sözünü bitirdiğinde, Resulullah (sas) "Sözlerin bitti mi?" dedi ve, "Bismillahirrahmanirrahim" diyerek Fussilet suresini okumaya başladı: "Eğer yüz çevirirlerse de ki: Ben sizi Âd ve Semûd kavimlerinin başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyardım" ayetini okuyordu ki, Utbe, yerinden fırladı ve Peygamber (sas)'in ağzını eliyle kapadı, devam etmemesi için yalvardı Utbe, okunan ayetlerin etkisi altın da kalarak, birkaç gün Kureyşlilere görünmedi Ebû Cehil, Utbe'yi arayarak onu buldu Utbe, olayı anlattıktan sonra şöyle devam etti: "Bundan böyle ben Muhammed'e hiçbir şey söylemeyeceğim Bana öyle birşeyle cevap verdi ki, Allah'a yemin ederim, Muhammed'in okuduğu ne sihir, ne şiir, ne de kehânet türünden birşeydir Bilirsiniz, Muhammed'in söylediği yalan çıkmaz Onu rahat bırakın Başınıza bir azap gelmesinden korkuyorum" (Razî, et-Tefsîru'l-Kebîr, XXVII, 3: İbn Hişâm, I, 313 vd, İbn Kesir, IV, 90 vd) Rivâyetten de anlaşıldığı gibi, sure indiği sıralarda Kureyşli müşrikler, bu tür meselelerin dedikodusunu yapıyor; Kur'an'ı sihir, kehânet ve şiir olmakla itham ediyorlardı (Araplara göre şiir de cin işidir Her şaire şiiri imlâ ettiren bir cinni vardır Böylece Kur'an'ı anlaşılmaz kapalı sözler manzumesi olmakla suçluyorlardı Sure, iddia ettikleri gibi Kur'an'ın anlaşılmaz sözlerden değil, Arapça bir da kitap olduğu ve sözlerinin apaçık olduğunu anlatmakla konuya giriş yapar Hem Hz Peygamber de aralarından çıkmış bir insandır Kur'an'ın onun eseri olması mümkün değildir; ve o, herşeye gücü yeten yüce Allah'ın eseridir Sure, girişinde konusunu belirlemektedir: Konu, Kur'an-ı Kerîm'dir; Allah'ın bu indirdiği ayetleri, kâinatta her an olup biten ayetleridir Ayrıca kâfirlere karşı deliller getirilmekte, müminlerin özelliklerine deyinilmektedir İbret alınsın diye azaba uğrayan kavimlerin haberleri anlatılırken onların neden helâk edildikleri açıklanmaktadır Surede Kur'an hakkında indirilen ayetlerde şöyle buyurulmaktadır: "O küfredenler, şöyle dedi: "Bu Kur'an'ı dinlemeyin Onun hakkında (okunurken) manasız yaygaralar yapın; belki üstün gelirsiniz (susturursunuz)"işte biz o kâfirlere en çetin bir azabı tattıracağız Onları yapageldiklerinin en kötüsüyle cezalandıracağız Halbuki o Kur'an cidden sarp bir kitaptır ki, ne önünden ne ardından ona hiçbir bâtıl yanaşıp gelemez O, bütün kâinatın hamdettiği o yegane hüküm ve hikmet sahibi Allah'tan indirilmedir Eğer biz onu yabancı dilden bir Kur'an yapsaydık muhakkak ki, " Ayetleri açıklanmalı değil miydi? Arabra, Arapça olmayan bir Kur'an mı?" diyeceklerdi Onlara de ki: "O Kur'an, iman edenler için bir hidayet ve şifâdır İman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır Onlar Kur'an'ı duymazlar, duymak istemezler O Kur'an bunlara karşı bir körlüktür Onlar, uzak bir yerden çağrılıp da duymayan kimseler gibidir Andolsun ki biz Musa ya kitap (Tevrat'ı) verdik de, onda da ihtilâf edildi Eğer Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı (hesab gerektirilmemiş olsaydı), aralarında olup bitirilmişti (helâk olmuşlardı) Herhalde onlar bundan, şüpheci bir tutum içindeler De ki: Eğer o Kur'an Allah nezdinden gelmiş de sonra siz ona küfretmişseniz, bana haber verin, haktan uzak bir muhâlefette bulunanın ta kendisi olan sizden daha sapkın kim vardır?" Günümüzde de inanmak istemeyenler, Kur'an'ın Arapça bir kitap olarak indirildiğini ve onun yalnız Araplara geldiğini söylerler Halbuki, herhangi bir kitabın ve bu Kur'an'ın bütün yeryüzüne şâmil olması için yine yeryüzü dillerinden biriyle indirilmesi kadar doğal bir şey olamaz Aslında onların her birine tek tek de Kur'an indirilse onlar yine inanmazlar Kaldı ki Allah'ın elçisi ve sevgili kulu Muhammed (sas) Arap toplumunda doğdu ve ona -o ümmiye- Kur'an Arapça indirilmeseydi de meselâ İbranice indirilseydi, bu sefer de Allah'ın buyurduğu gibi "Arap'a Arapça olmayan bir kitap mı?" diyeceklerdi Kısaca, kâfirler, yolu yokuşa sürmek için her zaman saçmasapan iddialarda bulundular Kâh onu Muhammed uydurdu" dediler, ama o ümmî idi; kah "Bunlar defi saçması" dediler ama onun gibi bir ayet dahi getiremediler Yine onlar ayetlerin mucizeliğini reddettiler; siyak ve sibakını, ayetlerin anlam örgüsünü bozarak ayetleri asıl manalarından başka manalara tefsir ederek sapıttılar Ama, Kur'an'ın hiçbir bilgisini yalanlayamadılar Kur'an'ın doğruluğu her zaman ortada var oldu ve var olup gidecektir Onlar Muhammed'e "mecnun" dediler ama onun doğumundan beri aralarında yaşayan en dürüst insan olduğunu da reddedemediler Allah onlara ayetlerini gösterdi Her peygamberi ve onlara verilen kitabı da geçmişte kavimleri yalanlamışlardı Ama başlarına korkunç azap gelmiş Meselâ Âd ve Semud bunlardandı Doğru yol gösterildiği halde körlüğü tercih etmişlerdi Allah da onları alçaltıcı azabın yıldırımı ile yakalayıverdi Ancak iman edenleri ve sakınanları kurtardı Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte siz kulak, göz ve derileriniz aleyhinizde Şahitlik eder diye korunuyordunuz Aksine, yapmakta olduklarınızın birçoğunu Allah'ın bilmeyeceğini sanıyordunuz İşte bu sizin zannınız, Rabbiniz hakkındaki zannınız sizi bir yıkıma uğrattı; böylelikle de kayba uğrayanlar olarak sabahladınız" (22-23) Hz Peygamber, (sas) bu ayeti çok veciz bir şekilde açıklamıştır: "Rabbin, kulum beni nasıl tasavvur ederse ben öyleyim, der" Yani insan Allah'ı nasıl tasavvur ederse, amellerini ona göre ayarlar Müminin amelinin doğru olması, kâfirin amelinin yanlış olması gibi Suredeki ahlâkî kaideler: 1 "Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve gerçekten ben müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kimdir? İyilikle kötülük eşit olmaz Sen en güzel olan tarzda kötülüğü uzaklaştır; o zaman görürsün ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir Buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz Ve buna büyük bir pay sahibi olanlardan başkası da kavuşturulmaz Şayet sana şeytandan yana bir kışkırtma gelecek olursa hemen Allah'a sığın Çünkü O işitendir, bilendir" (33-36) "Kim sâlih bir amelde bulunursa kendi nefsi lehinedir, kim de kötülük ederse o da kendi aleyhinedir Senin Rabbin kullara zulmedici değildir İnsan hayır istemekten bıkkınlık duymaz, fakat ona bir şer dokundu mu artık o umutsuzluğa kapılır" (46, 49) "İnsana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirir ve yan çizer, ona bir şer dokunduğu zaman ise artık o geniş dua eden biridir" (51) Bu âyetlerde Allah, insan psikolojisinin değişmez gerçeklerini bildirmekte, mü'minlerin amellerinin boşa gitmeyeceğini, fazlasıyla karşılığını vereceğini, beyan edip onları cennetle müjdeleyerek teşvik etmektedir Daha önce kötü insanlara kötü, iyi insanlara iyi arkadaşları nasib ettiğini haber veren Allah Teâlâ, müslümanlar henüz az bir grup iken ve Mekkeli kâfir çoğunluğun baskılarıyla bunalırken, onlara kötülüğün tabiatı icâbı zayıf ve çökmeye mahkum bulunduğunu beyan etmekte; iyilik ve doğruluğun iddia ettikleri gibi zayıf değil, aksine hakiki fethedici bir güç olduğunu bildirmektedir Kaldı ki, mü'minlerin en büyük vasfı, kötülüğe iyilikle karşılık vermektir Hiçbir kötülük, iyiliğin yüceliği karşısında tutunamaz, çöker İşte Allah mü'minlerin bu vasfını "büyük bir pay" diye nitelendirmektedir Çünkü gerçekten bunu herkes yapamaz Genellikle insan, kötülüğe kötülükle mukabele etmek ister; hatta insan kinci ve intikamcıdır Ancak o en güzel ahlâka sahip Rasûlullah'(sas)'dir ki, kendisine her kötülüğü yapanları, hattâ zehirlemek isteyenleri bile affetmiştir İşte müslümanın tavrı budur Üstelik müslümanın bu tavrından şeytan kahrolur Çünkü o her zaman müslümanın hatalı bir tavrını yakalamak ister Şeytanın kışkırtması işte budur Onun tuzağı müminlerin açığını kollamaktır Ebû Hûreyre bu konuda şöyle demektedir: "Bir gün birisi Resulullah'ın yanında Ebû Bekir'e geldi ve ona sürekli sövmeye başladı Ebû Bekir susuyor, cevap vermiyor, Resulullah da sesini çıkarmıyordu Ebû Bekir sonunda taştı ve sert bir karşılık verdi Resulullah'ın çehresi hemen değişti ve oradan uzaklaştı Hz Ebû Bekir ona yetişerek niçin böyle davrandığını sorunca o şöyle buyurdu: "Sen sessiz durduğun sürece bir melek senin yerine ona cevap veriyordu Fakat sen ağzını açtığında yanına şeytan geldi Bense şeytanın olduğu yerde bulunmam " Bu tavır, müminlerin her zaman Allah'ın hiçbir şeyden habersiz olmadığını dâima hissetmektir Zaten kâfirler haksız yere kötülük çıkarırlar; giderek bunalıma düşerler; sürekli şek ve şüphe içinde hastalığa yakalanmış gibi olurlar ve sonunda hevâ ve hevesleri onları helâka götürür Allah hiçbir zaman zulmetmez, salih amelleri zayi etmez ve kötülükleri de cezasız bırakmaz Nihayet sure şu ayetlerle sona ermektedir: "Biz ayetlerimizi hem âfakta hem de (enfüsde) kendi nefislerinde onlara göstereceğiz Öyle ki, şüphesiz onun hak olduğu kendilerine besbelli olsun Herşeyin üzerinde senin Rabbinin şahit olması yetmez mi? Dikkatli olun; gerçekten onlar Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler Gözünü aç; gerçekten O, herşeyi kuşatandır" (53-54) Müfessirler ayetlerin gösterilmesi konusunda şu önemli görüşleri ortaya koymuşlardır: 1 Onlar, İslâm'ın kısa bir sürede çevreye yayılacağını, ve kendilerinin de teslim olacaklarını tahmin edemezler Nitekim İslâm'ın adâleti her yere yayılınca herkes ayetleri gördü 2 Allah insanlara kendi vücutlarında, yeryüzünde, gökyüzünde ayetlerini göstermektedir Her devirde bilimin yeni bulguları keşifler ve icatlar buna bir işarettir 3 Tabiî ölüm halinde veya ölmeden önce ölerek herşeyden hakkı görmekle ayetler gösterilecektir 4 Bu ayetler, indikleri tarihsel ortam içerisinde Bedir zaferi, Mekke'nin Fethi vb olaylara işaret ederek mucizevî haberler yakın gelecekte gerçekleştiği gibi; dünya döndükçe genelde tüm insanlar ve toplumlar üzerinde de gerçekleşecektir Genel Olarak Fussilet Suresi şu mesajları taşır: 1 Allah'ın kelâmı Arapça'dır; bir müjde, bir uyarıcıdır; dileyen akıl sahipleri onu okursa gerçeğin farkına varır Kalpleri kapanmış kişiler ise onu anlayamazlar 2 İnkârcılar ne yaparlarsa yapsınlar kendi acı sonlarını hazırlamaktan başka birşeye nâil olamazlar Allah'ın bir olduğu gerçeği değişmez 3 Ne kadar aptal beyinsizdir şu inkârcılar Allah onları yoktan varetmiş, işte şu kâinatta sayısız nimetleri onların emrine vermiş, şu âlemin nizamını sağlamış olduğu halde ve kullarına hidâyete iletmek için İslâm'ı bildirdiği halde ona inanmıyorlar ve üstelik elçisini, kitabını yalanlıyorlar O halde geçmiş ümmetlerin anlatılan acı âkıbetleri de onları düşündürmüyorsa, cehennem ateşinde yanmaları kaçınılmazdır 4 Şimdi müminlere karşı güçlü gibi görünen, şeytanın da her kötülüğü güzel gösterdiği, akılsız güruh, kıyâmette birbirini bile tanımayacaktır 5 Kur'an, istenildiği kadar mesajı engellenmeye çalışılsa da tahkim edilmiştir ve kimse onun insanlara ulaşmasını önleyemez 6 Allah herşeyi yaratandır; yaratıklarına karşı çok merhametlidir ve o yarattıklarını başıboş bırakmaz, onlara doğru yolu gösterir; bu onun büyük bir fazlıdır Zaten hayat bir imtihandır, bir oyalanmadır 7 Peygamber de bir insandır ve aldığı vahyi tebliğ eder 8 Allah rızıkları dört günde takdir etti; sonra kendisi duman halinde olan göğe yöneldi; yeri ve göğü yedi gök olarak iki günde tamamladı ve her bir gökte kendi emrini vahyetti; dünya göğünü de kandillerle süsleyip donattı ve bir koruma altına aldı İşte bu üstün ve güçlü olan, bilen Allah'ın takdiridir O halde nasıl O'na ortaklar koşabiliyorlar? Allah'a karşı edepsizlik edip de Resulünü tanımıyorlar ve, "O dileseydi bize melek gönderirdi" diye yalanlıyorlar? Veya Kur'an'ı Arapça diye küçümsüyorlar? 9 Müminler, kâfirlerin bu dünyadaki geçici üstünlüklerine aldırmasınlar Şeytan ve dostları bir tarafta, müminler ve melekler bir taraftadır Müminler, cennete gitmekle müjdelenirler ve onlara, "Orada artık tüm sıkıntınız, çileniz bitti, sonsuz nimetler sizin," denilir Oysa kâfirler "bir yolcunun ağaç gölgeliğinde dinlenmesi gibi olan şu kısacık oyalanma dünyasından" sonra cehennem'e giderler Onlar da orada ebedî kalıcıdırlar |
İslami Sözlük-2- |
11-04-2012 | #33 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük-2-FÜTÛVVET Delikanlılık, yiğitlik anlamında Kur'anî bir terim Fetâ çoğul fitye; genç, delikanlı, yiğit Ashab-ı kehf'in anlattığı kıssada Allahu Teâlâ mağaraya sığınan insanların genç, yiğitler olduğunu belirtmektedir: "Gerçekten bunlar rablerine iman eden genç yiğitlerdi" (el-Kehf 18/13) Mağaraya sığınan insanların en önemli özelliklerinin "imanlı gençler" olması İslâm'ın gençliğe verdiği önemin en güzel delilidir Kıssanın bütününden, bu gençlerin yaşadıkları müşrik toplumda tevhîd mücadelesi verdiklerini, ölümle burun buruna gelmelerine rağmen imanî olanı, tercih edip son bir gayretle yaşadıkları toplumdan hicret ettiklerini anlıyoruz Tarih boyunca görülen bütün diğer hicretler gibi bu hicrette meyvesini vermiş, Allah onların şehadetlerini yeni bir doğuşa çekirdek yapmıştır Gençlerin tevhid için yaptıkları mücadelelerin ne kadar gerekli ve önemli olduğunu vurgulaması açısından bu kıssada çok önemli da'vet düsturları vardır Fütüvvet terimi Selçuklular döneminde kurulan Anadolu esnaf teşkilatı için kullanılmıştır (Geniş bilgi için bk Ahî, Ahîlik) |
İslami Sözlük-2- |
11-04-2012 | #34 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük-2-G GABN Alış-verişte aldatmak, eksik vermek, saklamak, gizlemek, farkına varmamak gibi anlamlara gelen bir İslâm hukuku terimi Gabn alış-verişlerde, normal kıymetin üstünde veya altında olmak üzere bedeller arasında eşitsizliğin bulunmasıdır İslâm'da alış-verişlerde kâr yasaklanmadığı gibi, buna bir sınır da konulmamıştır Ancak yalan, hile, satılan malı kendisinde olmayan sıfatlarla övme veya maldaki bazı kusurları gizleme yasaklanmıştır Tarafların yalan ve hile ile birbirlerini aldatması ve böylece malın çok yüksek veya çok düşük fiyatla satılması meşrû görülmemiştir Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Birbirinizin mallarınızı haram sebeplerle yemeyiniz Meğer ki (o mallar) sizden karşılıklı rızaya dayanan bir ticaret malı ola"(en-Nisâ, 4/29) Ayette sözü edilen karşılıklı rıza ancak belirli miktar mal ve satış bedeli üzerinde olur Bir kimse alış-verişte aldatıldığım bilse, satım akdine o hâli ile razı olmayacaktır Enes b Mâlik (Ö 93/712)'ten rivâyete göre, Hıbban b Munakkız alışverişlerinde aldatılıyordu Hz Peygamber kendisine şu tavsiyede bulundu: " Alış-veriş ettiğin zaman şöyle de: Aldatma yok ve benim için üç gün muhayyerlik hakkı vardır" (Buhârî, Buyû', 48; Husumet, 3; Müslim, Buyû', 48) Yine hadiste, "Hile yapan benden değildir" (Müslim, İman;164; Ebû Dâvûd, Buyû, 50; Tirmizî, Buyû' 72) buyurulur Gabn; fâhiş (çok aldatma) ve yesîr (az aldatma) olmak üzere ikiye ayrılır Alış-veriş yapanlar piyasa fiyatlarının esneklik alanı içinde hareket edebilirler Bu alanın dışına çıkılınca gabn hâli başlar ve nisbet yükseldikçe sorumluluk da artar Yesîr gabn, bilirkişinin değerlendirme alanı içinde kalan az aldatmalardır Meselâ, yüz liraya satın alınan bir mala, piyasa fiyatlarından anlayan bir bilirkişi doksan, diğeri doksanbeş lira kıymet biçerse yüz liralık satış bedeli yesîr gabn sayılır Bilirkişilerin değerlendirme alanına girmeyecek ölçüde yüksek veya düşük fiyatla satım akdinde fâhiş gabn vardır Meselâ on liraya alınmış olan bir mala, bilirkişilerden birisi beş diğeri altı, başka birisi de yedi lira fiyat biçse ve on lira fiyat biçen olmasa, fâhiş gabn meydana gelmiş olur Böylece, bu malın beş liranın altında veya yedi liranın üstünde satılması hâlinde gabn gerçekleşir (İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, IV, 159) Belh fakîhlerinden Nusayr b Yahyâ (Ö 268/881), satım akdine konu olan malların az veya çok tasarrufa uğramalarını göz önüne alarak fâhiş gabni; gayr-i menkullerde %20, hayvanlarda % 10 ve menkul ticaret eşyasında %5 olarak sınırlamış ve piyasa fiyatının üstünde veya altında bu nisbetler aşılarak yapılacak satışların fâhiş gabn derecesinde olduğunu belirtmiştir (İbn Nüceym, el-Bahru'r-Râik, Mısır 1334, VII, s169) Mecelle 165 maddesinde aynı ölçüleri esas almıştır Bu nisbetler uygulama ile ilgilidir Günlük hayatta, çok vukû bulan muâmelelerde aldanma ihtimâli azalırken, nâdiren yapılanlarda yükselir (Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, I, s247) Yukarıdaki nisbetlere varmayan aldatmalar, az aldatma sayılır Yesîr gabnin satım akdine bir etkisi olmaz ve akdi feshetmeye imkân vermez Çünkü bundan sakınmak güçtür Günlük hayatta çok olağan bir durumdur İnsanlar normal olarak bunu müsâmaha ile karşılarlar Hanefîler üç durumu bundan müstesna kıldılar ki, bunlarda töhmet sebebiyle, yesîr gabn yüzünden akdi feshetmek mümkün olsun Bu haller şunlardır: a) Serveti borcunu karşılamayan borçlunun tasarrufu Böyle bir borçlu, yesîr gabnle de olsa malından birşeyi sattığı veya satın aldığı zaman, borçluların akdi fesih hakkı vardır Ancak diğer tarafın gabni kaldırması durumu müstesnâdır Çünkü borçlunun tasarrufu, alacaklıların icazetine bağlıdır İcazet verirlerse akit yürürlük kazanır, vermezlerse bâtıl olur b) Ölüm hastasının tasarrufu Ölüm hastası yesir gabnle mal satsa veya satın alsa, alacaklıların veya bunların ölümü hâlinde vârislerin, bu tasarrufu fesih talep etme hakkı vardır Ancak karşı tarafın gabni kaldırması durumu müstesnâdır c) Vasînin, yetimin bir malını kendi oğlu veya karısı gibi lehine şahitlik yapması caiz olmayan kimselere yesîr gabnle satması hâlinde akit bozulur Fâhiş gabn ise, âkidin rızasına etkili olur ve onu ortadan kaldırır Ancak bu şekilde aldatılan kimsenin akdi feshedip edilmeyeceği ihtilâflıdır Hanefilere göre, fâhiş gabnin satım akdini feshe sebep olması için hile (tağrîr) ile birlikte bulunması gerekir Tağrîr; bir kimseyi söz, fiil ve davranışlarıyla etkileyerek, satım akdinin onun yararına olduğunu telkin etmek ve onu piyasa fiyatının dışında bir satış bedeline razı etmektir Burada aldatmanın çok ciddî nitelikte olması gerekli değildir Taraflardan birisinin veya dellâl gibi üçüncü bir şahsın, sözlerine, akdi yapmaya sevkedici nitelikte yalan karıştırması fesih hakkının doğması için yeterlidir Yalan ve hile bulununca, aldatılan ma'zûr sayılır Çünkü satım akdine rıza, aldatmanın bulunmaması esasına dayanır Aldatma olunca, rıza tam olarak bulunmuş sayılmaz Ancak Hanefiler üç durumda aldatma olmasa bile fâhiş gabn hâli gerçekleşince akdi feshetmeyi caiz görürler Bunlar: Beytu'l-Mal'ın malları, vakıf mallar ve küçüklük, akıl hastalığı yahut sefâhet gibi sebeplerle hacir altında bulunanların malları (Ali Haydar, age, I, s588, 589; Mecelle, mad 356 Hanbelîlere göre aldatma olsun veya olmasın fâhiş gabn hâli varsa şu üç durumda aldatılan satım akdini feshedebilir a) Şehre mal getirenleri yolda karşılama Bu, şehre mal getiren kimseleri, henüz şehir merkezine ulaşmadan yolda karşılamak ve eşya fiyatlarını öğrenmesine fırsat vermeden malını satın almaktır Bu haramdır ve bir ma'siyettir Bunlarda fâhiş gabn hâli varsa satım akdini bozma hakkı vardır Çünkü Hz Peygamber "Mal getiren binitlileri yolda karşılamayınız" (Buhârî, Buyû', 72, İcâze, 11, 19; Müslîm, Buyû', 21; Ebû Dâvûd, Buyû', 45) buyurur: Şâfiîler de bu görüştedir b) Hileli açık arttırma (neceş), satışa arzedilen malın fiyatım arttırmaktır Kişi bunu satın almak için değil, başkasını aldatmak için yapar Burada müşteri için, arttıranın almayı istemediğini bilmediği zaman muhayyerlik hakkı sâbit olur Şâfiîlere göre bu durumda muhayyerlik hakkı yoktur (Muğni'l-Muhtac; II, s, 37; el-Mühezzeb, I, s291) c) Satıcıya fiyat konusunda güvenen kimse (müstersil) Bu, eşya fiyatlarını bilmeyen, pazarlık yapmayı sevmeyen ve satıcıya itimat eden kimsedir Daha sonra fiyatta büyük bir aldatma durumu ortaya çıksa alış-verişi bozmak için muhayyerlik hakkı doğar Mâlikîler, bu üç durumda da satım akdinin geçerli olduğunu; ancak bu şekildeki alış-verişin, hadislerdeki yasaklama yüzünden haram olduğunu söylerler (Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu Î İslâmî ve Edilletuhu, Dimaşk, 1405/1985, IV, s223, 224) Şâfiîlere göre fâhiş gabnin satım akdine bir etkisi bulunmaz Aldatma olsun veya olmasın hüküm değişmez Çünkü aldatma, çoğu zaman aldatılanın kusuru yüzünden vukû bulur Alıcı, anlayan birisine sorsa, gabn meydana gelmezdi (Muğnî'l Muhtâc, II, s36) Ebû Hanîfe'ye göre alış-veriş için mutlak vekil kılınan kimse; müvekkilinin malını fâhiş veya yesîr gabnle yahut benzer fiyatıyla; kısaca kendisinin uygun gördüğü bir fiyatla, yahut şart muhayyerliği ile satabilir Ancak bu malı kendisine veya lehlerine şahitliği geçerli olmayan hısımlarına satması durumu müstesnâdır İmam Muhammed ve İmam Ebû Yusuf'a göre ise, alış-verişe vekil olan kimse, satım akdini fâhiş gabinle yapsa, menfaati ihlâl olunan kimse fesih talebinde bulunabilir (Ali Haydar, Düraru'l Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, I s,138, 589, III s, 921; Mecelle, mad 64, 356, 1494) İmam Mâlik (Ö 179/795)'e göre, fâhiş gabn terimiyle ifade edilen çok aldanma, malın kıymetinin üçte biri ile sınırlandırılmıştır Buna göre bir mal, kıymetinin üçte birinden daha yüksek veya üçte birinden daha az bir fiyatla satılmış olsa fâhiş gabn meydana gelmiş olur Eğer bu miktar aşılmamışsa az bir aldanma olur ki, bu olağandır (el-Cezîrî, Kitâbu'l-Fıkıh Ale'l Mezâhibi'l Erbaa, II s, 284) Hz Ebû Bekir (Ö13/634) halife iken vâlilerine yaptığı irşâdında fâhiş gabn nisbetini üçte bir olarak belirtmiştir İmam Mâlik'in dayandığı delil Hz Ebû Bekir'în bu uygulamasıdır Daha sonra Mâlikî mezhebinde, bir yüzde vermek yerine, gabn şöyle tarif edilmiştir: Bir malın, kıymetinden açık yani göze batan bir şekilde fazla veya eksik bir fiyatla satılmasıdır Fazlalık veya noksanlık açık olduğu zaman fâhiş gabn meydana gelir Hanbelilerin bu konudaki görüşü de Mâlikîler gibidir (İbn Kudâme, el-Muğnî, III, s 585; el-Cezîrî, age II, s 284; Gazzâlî, İhyâu Ulûmi'd-Din, Mısır 1375/1956, II, s 72) İslâm hukukunun gabn ve tağrir (hile) konusunda açık ve kesin bir sınır getirmeyişinin amacı, nisbetlerin tesbitini beldelerin örflerine bırakmaktır Çünkü ekonomik bakımdan kalkınmış ve paranın değerini korumayı hattâ sürekli yükseltmeyi başarmış ülkelerde fiyatlar çoğu zaman istikrarlıdır İnsanlar uzun süre, bazan yıllarca aynı seviyede kalan piyasa fiyatlarının dışına çıkılmasına razı olamaz Fakat paranın sık sık değer kaybettiği ve eşya fiyatlarının sürekli olarak arttığı bir ekonomide, insanlar fiyat değişikliklerine alışırlar; bu yüzden meselâ %5 olan menkul eşya fâhiş gabn nisbeti önemini kaybedebilir Bu yüzden bazı Avrupa ülkelerinde ve Türk Borçlar Kanununun 21 maddesinde, aşırı yararlanma adı verilen gabn hâlinin meydana gelmesi için iki şart konulmuştur Mal ve satış bedeli arasında aşırı bir nisbetsizlik bulunmalı ve bu nisbetsizlik karşı tarafın özel durumunun istismar edilmesinden doğmuş olmalıdır Darda kalma, hıffet hâli ve tecrübesizlik, özel durumun belirtileridir (Kefalettin Birsen, Borçlar Hukuku Dersleri; İstanbul 1954, s104 vd; Kemal Tunçomağ, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, I, s 227 vd) İslâm'da, fâhiş fiyatla satın alınan mal elden çıksa, tüketilse veya malda geri vermeye engel bir eksiklik meydana gelse artık fesih hakkı kullanılarak satım akdi bozulmaz (Ali Haydar, age, I, s 586, 587) |
İslami Sözlük-2- |
11-04-2012 | #35 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük-2-GABN-İ FÂHİŞ Alış-verişte büyük aldatma anlamında kullanılan bir İslâm hukuku terimi Gabn; aldatmak, eksiltmek anlamındadır İslam hukukçuları bu kelimeyi genelde hususi akitlerde anlaşma zamanında akitte her iki tarafın bedelinin birbirine eşit olmadığım, diğer bir ifadeyle, satıcı veya müşteri aleyhine meydana gelmiş olan bir aldanmayı ifadede kullanmaktadırlar Gabn, "gabn-i fâhiş" ve "gabn-i yesîr" olmak üzere iki çeşittir En genel anlamda, gabn-i fâhiş "normalden fazla aldanmayı", gabn-i yesîr de "olağan ve basit aldanmayı" ifade eder Azlık ve çokluk izâfi olduğu için, İslâm hukukçuları, hangi aldanmanın gabn-i fâhiş, hangisinin gabni yesîr olduğunu mümkün mertebe kesin bir ölçüye bağlamaya gayret sarfetmişlerdir Ancak, İslâm hukuk ekollerinin gabn-i fâhişi tesbit ölçüleri birbirinden farklı olduğu için, gabn-i fâhiş ve gabn-i yesîr anlayışları da büyük ölçüde farklılık arzeder Hanefi ekolünde, en genel tarifiyle gabn-i fâhiş; "herhangi bir malı, o malın fiyatı hakkında, bilirkişilerin tesbit ettiği tahmini fiyattan oldukça fazla bir fiyatla satma ya da satın alma durumu"; gabn-i yesîr ise, "bir malı, bilirkişilerin tahmin sınırları içerisinde kalan bir fiyatla satma ya da satın alma durumudur" Meselâ; bir mal yüz lira üzerinden satın alınmış, daha sonra, bilirkişilerin görüşüne başvurulmuş, bilirkişilerin bir kısmı sözkonusu malın değeri hakkında, bu mal ancak altmış lira eder; bir kısmı, elli lira eder; diğer bir kısmı ise, bu mal ancak yetmiş lira eder derse bu durumda, o malın yüz liraya alınması durumunda gabn-i fâhiş sözkonusu olur Şâfiî ekolünde ise, gabn-i fâhiş; bir malın, kendine denk bir malın fiyatından (semen-i misil) daha fazla bir fiyata satın alınması durumunda sözkonusu olur Bir malın aynısı veya yakın benzeri piyasada yüz liraya satılıyorsa, o malı yüzyirmi liraya satın almak gabn-i fâhiştir Mâlikî ekolünde de, gabn-i fâhişin ölçüsü, genelde aldanmanın, malın değerinin üçte biri nisbetinde veya bundan daha fazla olması olarak tesbit etmiştir (İbn Cüzey, el-Kavânînu'l-Fıkhiyye, Beyrut (ty), s 177) Mecelle'de gabn-i fâhişin ölçüsü malların çeşidine göre ayarlanmıştır Buna göre, menkul ticaret mallarında %5 veya daha fazla; hayvanda % 10 veya daha fazla; gayr-i menkulde %20 veya daha fazla aldanma gabn-i fâhiştir (Mecelle, md165) Bu oranlama malın gerçek değerine göre yapılacaktır Gab-i fâhişin akitlerin sıhhatine etkisine gelince; İslâm hukukunda kâr yasaklanmadığı için, hukukî ehliyete sahip kişilerin yaptıkları karşılıklı borç yükleyen (muâvazalı) akitlerde, akdi yapan kişilerin (taraflar) elde ettikleri yararların farklı olması, genel anlamda meşrû görülmüştür Bu yüzden, normal sınırlar çerçevesinde cereyan eden bu yarar farklılığına müdâhale edilmemiştir Ancak bu serbestliğin kötüye kullanılması (hile, tağrîr) ve insanların ihtiyaçlarının ve saflıklarının istismar edilmesi durumunda sözkonusu haksızlığı kaldırmak için hukukî hayata müdâhale edilmiştir Şöyle ki; alım-satımda, kasden aldatma (tağrîr) amacı olmaksızın, gabn-i fâhişin sözkonusu olması durumunda, aldanan taraf gerek satıcı gerekse müşteri olsun akdi feshedemez Bunun istisnası yetim malıdır Kasden aldatma amacı olmasa bile, yetim malı gabn-i fâhişle satılırsa, yetimin haklarını korumak bakımından bu akdin feshedilmesi gerekli görülmüştür Kamu malları da aynı hükme tabidir (Mecelle, md 356) Ancak, akdin taraflarından biri diğerini aldatmak suretiyle, alım-satımda gabn-i fâhiş sözkonusu olursa aldanan taraf (mağbûn) alım-satımı feshetme hakkına sahiptir Bu fesih hakkına "gabn ve tağrîr muhayyerliği" denilir (Mecelle, md 357; geniş bilgi için bkz İbn Âbidîn, Muhammed Emin, Tahbîru't-Tahrîr, fi İbtâli'l-Kadâ bi'l-Feshi bi'l-Ğabni'l-Fâhiş bilâ Tağrîr, Resailu İbn Âbidîn, II, 66-82 |
İslami Sözlük-2- |
11-04-2012 | #36 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük-2-GABN-İ YESÎR Alış-verişte basit bir aldatma anlamında kullanılan bir İslâm hukuku terimi Gabn; aldatmak, aşırı yararlanmak ve bir şeyin miktarını eksiltmek gibi anlamlara gelir Bir terim olarak ise; hususî akitlerde, anlaşma sırasında, akitte iki tarafın bedellerinin eşit olmamasıdır Gabn, miktar ve derecesine göre ikiye ayrılır: Gabn-i fâhiş (çok aldatma) ve gabn-i yesir (az aldatma) İslâm hukukunda, alış-verişte kâr yasaklanmadığı gibi ona bir sınır da konulmamıştır Ancak alış-verişte yalan, hile, satılacak mallarda bulunmayan sıfatlarla malı övme veya satılan maldaki bazı kusurları gizleme yasaklanmıştır (el-Cezîrî, Kitâbü'l-Fıkh ale'l-Mezâhibi'l-Erbaâ, II, 283, 284) Tarafların yalan ve hile ile birbirlerini aldatması ve böylece malın çok yüksek veya çok düşük fiyatla satılması meşrû görülmemiştir Alış-veriş yapanlar piyasa fiyatlarının esneklik alanı içinde hareket edebilirler Bu alanın dışına çıkılınca gabn (aldatma) hâli başlar ve nisbet yükseldikçe sorumluluk da artar Gabn-i yesîrin, satım akdinin sıhhatine zarar vermeyeceği ittifakla kabul edilmiştir Çünkü bundan kaçınmak güçtür Diğer yandan, insanlar az miktardaki aldanmalara razı olurlar Çok aldatmanın miktar ve sınırı hakkında ise kesin bir nass (delil) yoktur Bu konuda, piyasadaki uygulamaları dikkate alan müctehidlerin ortaya koyduğu ictihadlar ise farklı olmuştur (el-Cezirî, age, II, 284, 285) Hanefîler bir malın piyasa fiyatını veya piyasadaki kıymetini ölçü alarak gabni belirlemeye çalışmışlardır Bilirkişilerin değerlendirme alanına girmeyecek ölçüde, yüksek veya düşük fiyatla yapılan satım akdinde gabn vardır Meselâ;10 liraya alınmış mala bilirkişilerden biri beş, diğeri altı, başka birisi de yedi lira fiyat biçse ve on lira fiyat biçen olmasa, fâhiş gabn meydana gelmiş olur (İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, IV,159) Fâhiş gabn derecesine ulaşmayan az aldatmalar ise gabn-i yesîr adını alır Belh fakîhlerinden Nusayr b Yahyâ (Ö 268/881) alış-verişte fâhiş gabn miktarlarını, gayr-i menkullerde %20, diğer menkul mallârda %5, hayvanlarda % 10 olarak sınırlamış ve piyasa fiyatının üstünde veya altında bu nisbetler aşılarak yapılacak satışların fâhiş gabn derecesinde olacağını belirtmiştir (İbn Nüceym el-Bahru'r-Râik, Mısır 1334, II, 169) İşte yukarıda belirtilen nisbetlere varmayan aldanmalar az aldanma (gabn-i yesîr) sayılır ve bunun akde etkisi olmaz Meselâ; piyasa fiyatı dokuz-on bin lira arasında olan menkul bir malın onbinikiyüzelli veya sekizbinsekizyüz liraya satılması gibi; çünkü bu malın fâhiş gabn için üst sınırı onbinbeşyüz, alt sınırı ise sekizbinaltıyüzelli liradır (Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, I, 238) Ancak paranın sık sık değer kaybettiği, eşya fiyatlarının yükseldiği ekonomilerde yukarıda belirtilen gabn miktarı önemini kaybedebilir Çünkü böyle bir piyasada meselâ %5 olan menkul mal gabn-i fâhiş miktarı onbin liralık malda beşyüz liraya tekâbül eder Böyle bir malı onbinbeşyüz veya onbirbin liraya satın alan kimse aldatıldığını düşünmez Mâlikî mezhebine göre gabn-i yesîrin, malın kıymetinin üçte birinden az olan aldatmada gerçekleşmesi gabn konusunda İslâm'ın esnek bir yol izlediğini gösterir (el-Cezîrî, age, II, 284; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 585) (Ayrıca bk Gabn |
İslami Sözlük-2- |
11-04-2012 | #37 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük-2-GADR, GADDARLIK Vefasızlık, ihanet, verilen sözü yerine getirmemek, ahdi bozmak Arapça'da "gadîr veya gaddâr adam" denilince, sözüne hiç güvenilmeyen kişi anlaşılır (İbnü'l-Manzûr, Lisânü'l-Arab, Beyrut 1388/1968, V, 8vd; er-Râgıb el-lsfahânî, el-Müfredât, İstanbul 1986, s 536-537) Ayrıca söz konusu anlamlarla yakından alakası olan bir şeyi ihlâl etmek ve bırakmak manasına da gelir (Firûzâbâdî, Besâiru Zevi't-Temyîz, Beyrut ty IV, 122) Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şu ayetlerde bu manadadır: "O gün dağlan yürütürüz Yer yüzünü dümdüz ve pürüzsüz görürsün (İnsanları) kabirlerinden kaldırıp mahşer yerinde toplarız da, onlardan hiç birini geride bırakmamış oluruz" (el-Kehf, 18/47) "Aşmel defteri konulmuştur Günahkarları (o amel defterindeki yazılı) şeylerden titreyerek korktuklarını ve " eyvah! bu nasıl defterdir ki, bize, küçük büyük hiçbir şey bırakmayıp, hepsini sayıp dökme" dediklerini görürsün zira dünyada işlemiş olduklarını hazır bulmuşlardır"(el-Kehf, 18/49) İslâm'da ahde vefa emredilirken, ihanet ve vefasızlığın da yasaklandığı kesin emirlerle bildirilmiştir Fakat, Kur'an-ı kerim'de ahde vefa gadr kelimesinden ziyade, Türkçe'de de kullandığımız, "hıyanet" kelimesi ve türevleri ile "ahd" ve "vefa" kelimeleri ile ifade edilmiştir: "Öyle ki, onlar kendileri ile yaptığın anlaşmayı her defasında hiç korkmadan (çekinmeden) bozarlar Savaşta onları (her ne zaman yakalarsan, öylesine bozguna uğrat, darmadağın et ki, arkalarındakiler öğüt ve ibret alsınlar Şayet bir topluluğun (milletin) hıyanetinden korkarsanız, eşit ölçülere göre sen de anlaşmayı bozup (suratlarına) at! Çünkü Allah hainleri sevmez" (el-Enfâl, 8/56-59) Gadr, yapılan anlaşmayı bozmak manasında hadislerde de kullanılmıştır (Buhârî, cizye, 7) Gerek ayetlerde, gerekse hadislerde, karşı taraf anlaşmayı bozmadıkça, müslümanların anlaşmayı bozmamaları emredilmiştir Öbür taraftan, bir ayette "Ey iman edenler! Yaptığınız akidleri yerine getiriniz"(el-Mâide, 5/1) buyurulurken, diğer bir ayette Yüce Allah İsrailoğullarına (Yahudilere) kendilerine verdiği nimet ve ihsanları hatırlatarak, "ahdimi yerine getirin ki, ben de ahdimi yerine getireyim"(el-Bakara, 2/40), "elest bezminde" kullardan aldığı söze sadık kalmalarını emretmektedir (Gadr kelimesi ve türevlerinin geçtikleri hadisler için bkz Buhârî, cizye, 7, 22; Ebû Dâvûd Cihad,150, Müslim, Cihad, 73; İbnü'l-Esîr, en-Nihâye fi Garîbi'l-Hadîs, III 344-345) Meselâ burada, insanları evinde bırakıp, hapsedecek kadar şiddetli karanlık manasına gelen ve "gadr" kelimesinden türeyen "muğdire" kelimesinin geçtiği bir hadis şöyledir: "Şayet" "Hur-ı Iyn'den" bir kadın, dünyaya insanların dışarı çıkamadığı şiddetli karanlık bir gecede doğsa (inse), (bütün) dünya üzerindeki şeyleri aydınlatırdı Söz konusu gadr veya gaddarlık Türkçe'de Arapça'daki manalarından daha değişik manalarda kullanılmıştır Dilimizde "zulüm, hiç merhameti olmayan, zalim, merhametsizlik veya merhametsiz insafsız" manalarında kullanılan bu kelimelerin bu manalarıyla de İslâm dininde yasak olan fiilleri ve müslümanlara yakışmayan sıfatları ihtiva eder "Allah'ın, insanlardan kendisine en çok kızdığı buğzettiği kişi, husumette gaddâr olandır" (Tecrîd-ı Sarih Tercemesi, VIII, 387) Buradan hareketle, Türkçe'de kullanılan gaddâr kelimesinin zulüm ve düşmanlıkta zalimden bir derece daha aşırı olanı ifade ettiğini anlamak mümkündür |
İslami Sözlük-2- |
11-04-2012 | #38 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük-2-El-GAFFÂR Çok örten ve perdeleyen manasına gelen Allah'ın (cc) sıfatlarından biri Arapça -ğafere- örttü, perdeledi, bağışladı fiilinden mübalağalı ism-i fâildir Allah'ın sıfatı olarak şu anlamlara gelir: Günâhları çok örten, mağfireti çok olan, kullarının günâhlarını pek çok bağışlayan Yüce Allah "Hiç şüphe yoktur ki ben; tövbe ve iman edenleri, iyi amel işleyenleri, sonra da doğru yolda (ölünceye kadar) sebat edenleri elbette çok yarlığayacağım" (Tâhâ, 20/82) Bu ayetteki Gaffâr kelimesinin meâli "çok yarlığayıcıyım' dır Fakat aynı manaya gelen ve aynı kökten olan Gafur ism-i şerifi Kur'ân-ı Kerîm'de daha fazla geçmektedir Cenâb-ı Hak; Gafûr-Gaffâr ve Rahîm olduğunu birçok ayet ve hadislerde haber vermektedir "Ey Muhammed, kullarıma haber ver ki; hakikaten ben, çok yarlığayıcr, kemâliyle esirgeyiciyim" (el-Hicr, 15/49) "De ki: Ey kendilerinin aleyhinde (günahta) haddi aşanlar, Allah'rn rahmetinden ümidinizi kesmeyin Çünkü Allah bütün günahları mağfiret eder Şüphesiz ki O, çok mağfiret edici, çok esirgeyicidir" (ez-Zümer, 39/53) Resulullah (sas) şöyle buyurur: "Hayatım kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, siz günah işlemezseniz Allah sizi dünya sahnesinden giderir ve (sizin yerinize) başka bir ümmet getirir: Onlar, günah işlerler sonra Allah'tan bağışlanmalarını isterler Allah da onları mağjiret eder, bağışlar" (Müslim, Tevbe,1 1 ; Tirmiî, Cennet, 3) Meşhur bir hadîs-i kutsîde şöyle buurulmaktadır: "Ey kullarım, hiç şüphesiz ki siz, gece-gündüz hata işliyorsunuz Ben ise bütün günahlarr mağfiret ederim O halde benden bağışlanmanızı isteyiniz sizi bağışlayayım"(et-Tâc, V,148) Maddî kir ve pisliklerden temizlemek için su ve sabunu vasıta kılan Allah (cc) ruh ve kalpleri günah kirlerinden temizlemek izin de Gafûr ve Gaffâr isimlerinin tecellisini mağfirete ve bağışlamaya sebep kılmıştır Bu isimler, günahların varlığını ister Onun için Hz Peygamber (sas), " Eğer siz, hiç günah işlemezseniz Allah sizi yeryüzünden giderir" buyurdu Her insan az veya çok günah işler Günah işlemeyen; günahtan korunmuş (mâsum) kişiler yalnızca peygamberlerdir Fazilet; hatada ve günah işlemekte ısrar etmemek, Gaffâru'z-Zunûb olan (günahları çok bağışlayan) Allah'ın rahmet kapısını tövbe ile çalmak, O'ndan mağfiret talep etmektir Allah, kendisine şirk koşmanın dışındaki bütün günahlara mağfiret edeceğini bildirmektedir: "Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulan günahı bağışlamaz Şirkin dışındaki günahları, dilediği kimse için mağfiret eder Kim Allah'a şirk koşarsa muhakkak ki o, uzak bir sapıklıkla sapmıştır" (en-Nisâ, 4/116) Mümin, tövbe ve mağfiret ile ilgili olarak daima korku ile ümid arasında bulunmalıdır Müslüman, ne kadar ibadet ederse etsin, Allah'ın azabından güven içerisinde olamaz; ne kadar günahkar olursa olsun Allah'ın mağfiretinden ve bağışlamasından ümidini kesemez Bundan dolayıdır ki; vitir namazının son rekâtında okunması vacib olan kunut dualarının sonunda "Ya Rabb; rahmetini umar, azabından korkarız" diye dua edilmektedir Yine aynı prensip ve kaideden hareketle İslâm, ibadete teşvik ile günahlardan caydırmak için azap ile korkutmaktadır Yani müslüman cennetle müjdelenmiş, cehennemle korkutulmuştur Bu korku; Allah'ın sevgisinden, O'nun mağfiretinden ve rahmetinden mahrum olma korkusu ve endişesidir Korku ile ümid arasındaki dengenin korunması İslâmî akîde gereğidir Zira Gaffâr olan yüce Allah aynı zamanda Kahhâr'dır |
İslami Sözlük-2- |
11-04-2012 | #39 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük-2-GAFÛR Örten, perdeleyen, gizleyen; eşyayı kabın içine yerleştiren Allahu Teâlâ'nın esmâ-i hüsnâsından biri Kullarını dünya ve ahirette rezil etmeyen onların günahlarını gizleyen, örten ve günahlarından dolayı cezalandırmayan Gafûr ve Gaffâr mübâlağa ifade eden isimlerden olduğundan, yalnız Allah için kullanılır (Beyhâkî, el-Esmâ' ve's-Sıfât, s 104-106) Allah, iyiyi-güzeli açığa çıkaran, kötüyü-çirkini örtendir Günahlar çirkin davranışların neticesidir Allah dünyada üzerlerine örtü örtmek, ahirette de cezalarını vermekten vazgeçmek suretiyle bunları örter (İmam Gazâlî, Esmâü'l Hüsnâ, terc Y Arıkan s 128) Allah'ın affediciliğini ifade eden "Ga-fe-re" kökünden ism-i fâil olan Gâfir de Allah'ın sıfatlarındandır Gafîr; günahkarı rezil-rüsva etmemek için hatasını gizleyen, onu cezalandırmayandır (Beyhakî, age, s 104) Kur'an'da iki defa geçen Gâfîr, mübâlağa anlamında olmadığından Allah'ın dışındakiler için de kullanılabilir: "Sen bağışlayanların (Gâfir) en iyisisin" (el-A'râf, 7/155) Gaffâr Kur'an'da beş defa geçmektedir: "Tövbe eden, iman ederek iyi işler yapan, sonra da doğru yoldan ayrılmayanları bağışlarım (Gaffâr)" (Tâhâ, 20/82) Gafûr ise Kur'an'da sık ve diğer isimler ile beraber ayet sonlarında fezlekeler hâlinde zikredilmektedir Gaffar Kur'an'da doksan defa geçmiştir: "Rabbin gafûrdur, merhametlidir" (el-Kehf,18/58) Günahların açıkça işlenmesi, teşhir edilmesi toplumun diğer fertlerine kötü örnek olacağı gibi, insan şahsiyetini de zedeler İnsanlar yaptıkları kötülükleri başkalarının da işlediğini görünce psikolojik olarak rahatlar; musîbetin paylaşılması elem yükünü hafifletir ve o kötülüğün daha rahat ve cesurca işlenmesine psikolojik zemin hazırlar İnsan, hayatının zayıf bir döneminde yapmış olduğu bir kötülüğü terkettikten sonra unutmak ve başkalarının da unutmasını ister Ancak günahını başkalarına anlatmışsa, insanlar onu hayat boyunca o kötülüğü ile hatırlayacaktır Bunun için kötülüğün şuyûunun vukûundan daha zararlı olduğu kabul edilmiştir Allah, Gafûr sıfatını insanlara hatırlatarak, günahların örtülmesi ve gizlenmesinin gerekliliğine dikkat çekmektedir Kişinin günahını gizlemesi bir nevi pişmanlık olduğundan, tövbenin kabulü için ilk adım sayılmış ve Allah, günahını gizleyen insanları affedeceğini bildirmiştir Hz Peygamber "Allah (cc) kıyamet gününde mümin kuluna yaklaşır, şefkatiyle örterek insanlardan gizler; "Şu, şu günahını biliyor musun?' der; kul Evet Rabbim biliyorum' der Allah tekrar "Şu şu günahını da biliyor musun?' der; o kul Evet Rabbim' der Böylece o insan bütün günahlarını ikrar eder Artık ben kurtulamam diye düşünmeye başlayınca Allah, "Ben senin bütün o günahlarını dünyada örttüm İşte bugün de onları mağfiret edeceğim' der" (Buhârî, Mezâlim, 3) Allah insanı üç çeşit örtü ile örtmüştür İlk örtü; insanın ayıp ve çirkin görünen yerlerini gizleyen elbiseleridir İkincisi; insanın fikir, düşünce ve hayallerinin kalbinde gizlenmesidir Üçüncüsü ise; Allah kulunun günahlarını örtmüş, gizlemiş; günahlarını sevaba çevirmiş, sanki hiç günah işlememiş gibi ahirette yalnızca sevaplarını yazan kitabını vermiştir (Gazâlî, age, s 128) Hz Ebû Bekir Resulullah (sas)'e, "Bana namazlarımda edebileceği bir dua öğret" dedi Hz Peygamber, "Ey Allah'ım, ben nefsime çok zulmettim, günahları ancak sen bağışlarsın, fadlından günahlarımı mağfiret et; şüphesiz ki Gafûr ve Rahîm olan ancak sensin" de buyurdu (Buhârî, Ezân, 149; Müslim, Zikir, 47) |
İslami Sözlük-2- |
11-04-2012 | #40 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük-2-GADÎRU HUM Mekke ile Medine arasında Cuhfe yakınlarında bir yerin adı (Mu'cemü'l-Buldân, VI, 268) Burası, Cuhfe'den 2-3 mil mesafede bataklık bir yer olup, bataklığı kesif bir ağaçlık kuşatmaktadır Şia'nın doğusu ile ilgili olarak karşılaşılan en önemli mesele Gadîru Hum olayıdır Şiî kaynaklara göre, Hz Peygamber'den sonra hilâfete Hz Ali'nin daha fazla hak sahibi olduğu Gadîru Hum'da belirlenmiştir Şia bilginlerinden herhangi birisine ait bir kitabın Gadîr konusuna baktığımızda şu bilgileri bulmamız mümkündür: Hz Muhammed (sas) Veda Haccı dönüşünde Gadîru Hum'da konaklamış, gruplar memleketlerine dönmeden önce onları toplayarak bir hitâbede bulunmuştur Bunun sebebi orada nâzil olan şu ayeti tebliğ etmekti: "Ey Peygamber, sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan; O'nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun Allah seni insanlardan korur Doğrusu Allah kafirlere yol göstermez" (el-Mâide, 5/67) Şiî müelliflere göre bu ayet Hz Ali hakkında nâzil olmuştur Ayette tebliğ edilmesi gereken şey, Hz Ali'nin hilâfetidir Hz Peygamber takiyye için eşi Âişe(ranhâ)den bazı şeyleri gizlemiş, bu yüzden Cenâb-ı Hak onu ikaz etmiştir (Vâhidî, Esbâbü'n-Nüzûl,115; Tirmizî, Menâkıb, 20; İbn Mâce, Mukaddime, II; H Neysâbûrî, el-Müstedrek, III,109; Kûleynî, el-Kâfî, II, 72) Hz Peygamber Gadîr'de bu ayeti tebliğ ettikten sonra şöyle demiştir: "Cebrâil (as) bana Rabbimden şu emri getirdi ki; Ali b Ebî Tâlib benim kardeşim, vasîm, halîfem ve benden sonra imamdır Ey insanlar, Allah onu size velî ve İmam olarak tayin etti; ona itaat etmeyi herkese farz kıldı Ona karşı çıkan lânetlenecek, saygı gösteren ise merhamete erecektir Dinleyiniz ve itaat ediniz; Allah mevlânız, Ali ise imamınızdır İmâmet ondan sonra onun soyundan kıyamete kadar devam edecektir" (Vâhidî, Esbabü'n-Nüzûl,115) Yine Şiîlere göre orada Allah Resulu şu hususları ilân etmiştir: 1) O, müslümanlara iki ağırlık (sekaleyn) bıraktığını bildirmiştir Bunlardan birisi Allah'ın kitabı olup, onun bir tarafı Allah'ın, diğer tarafı ise müslümanların elindedir İkincisi Hz Peygamber'in sünnetidir 2) Hz Ali'nin elini kaldırarak "Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır" demiştir 3) Resulullah (sas) şöyle dua etmiştir: "Allah'ım, Ali ye yardım edene yardım et; ona düşmanlık edene düşmanlık et" 4) Yine şöyle buyurmuştur: "Allah'ım, hakkı döndüğü yerden Ali tarafına döndür" Yukarıda Şiî alimlerin öne sürdüğü ve Gadîru Hum meselesi içinde yer verdiği bu rivâyetleri ehl-i sünnet şu şekilde değerlendirmektedir Şiîlerin iddiâsına göre, Hz Peygamber'in vefatından sonra, ehl-i beyt dışında samimi müslümanların sayısı on'u geçmez Halbuki Gadîr hutbesini yüzbin'in üzerinde sahâbe dinlemiştir Bunun anlamı şudur: "Yüzbinin üzerinde sahâbe Hz Peygamber'in vefatından sonra sözlerinde durmamış ve Hz Ali'yi hilâfetten mahrum etmek için işbirliği yapmışlardır" Bu ittifâkın meydana gelme ihtimâlini akıl kabul etmez Bunda hangi maslahat ve fayda olabilir Diğer yandan Gadîru Hum hutbesi, hicretin onuncu yılında Zilhiccenin onsekizinci günü Veda Haccı'ndan dönerken okunan bir hutbedir Aynı yıl Zilhiccenin dokuzuncu günü Arefe günü, "Bugün sizin için dininizi ikmal ettim, size olan nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı seçtim" (el-Mâide, 5/3) ayeti inmiştir Bu ayetin, Hz Muhammed'e peygamberliğin tebliğini emreden, yukarıda meâlini verdiğimiz Mâide suresinin altmış yedinci ayetinden daha önce inmesi mümkün müdür? Dinin tamamlandığını bildiren ayet inmiş ve yüzbin'in üzerinde hacıya tebliğ edilmiştir İslâm alimlerinin büyük çoğunluğu Mâide suresi altmışyedinci ayetin daha önce, Mekke fethi ve Hayber gazvesinden önce indiğini tesbit etmişlerdir (Saîd İsmail, Hakîkatü'l-Hılâf Beyne Ulemâi-ş-Şîa ve Cumhûri Ulemâi'l-Müslimîn, Carbondale 1983, 25, 26) Gadîru Hum olayını bütünüyle reddeden müelliflere karşılık, onu inkâr etmeyen, fakat olayı açık olarak ortaya koymayan Sünnî bilginler de vardır Nesaî bu olaya Alî b Ebî Talib'in fazîletlerine dair eserinde yer vermiştir Zeyd b Erkam'dan nakledilen bu rivâyette "Gadîr" hadîsi ile "Sekaleyn" hadîsi birleştirilmekte ve her ikisinin de Gadîr günü söylenmiş olduğu belirtilmektedir İbn Mâce de Gadîr hadîsine Sünen'inde yer vermiş, fakat hadîsin söylendiği yerin ismini zikretmemiştir (Nesâî, Hasâis,16; İbn Mâce, Sünen, Mukaddime, II) Zeyd b Erkam (Ö 66/689)'ın rivâyet ettiği Gadîr hadîsi şöyledir: "Resulullah (sas) bir gün Mekke ile Medine arasında Hum denilen su başında bize bir hutbe irad etti Bu hutbesinde önce Allah'a hamd ve senâ etti, va'z ve nasihatta bulundu, Allah'ı zikretti Sonra şöyle buyurdu: "Ey insanlar, dikkat ediniz Ben ancak bir beşerim, Rabbimin elçisi Azrâil (as)'in gelmesi yakındır, ben ona icabet edeceğim Size iki ağırlık (sekaleyn) bırakıyorum Birincisi, kendisinde hidayet ve nur olan Allah'ın kitabıdır Allah'ın kitabını alınız ve ona sımsıkı sarılınız" Böylece O Allah'ın kitabına teşvik etti ve ona rağbet ettirdi Sonra şöyle dedi: "Îkincisi, ehl-i beytimdir Size eh!-i beytim hakkında Allah'ı hatırlatırım" Bu son sözü üç defa tekrar etti (Nesâi, Hasâis, 15; Ahmed b Hanbel, Müsned, II,114, IV, 367; Dîrimî, Fezâilü's-Kur'an,1) İbn Kesîr, Hum hadîsinin hemen bütün rivâyetlerini zikretmiş, râvîlerin güvenilir ve zayıf olanlarına işaret etmiştir (İbn Kesîr, es-Sîretü'n-Nebeviyye, IV, 414) Yukarıdaki hadîsi naklettikten sonra, Zeyd b Erkam'a "Hz Peygamber'in ehl-i beyti kimlerdir Onun hanımları da ehl-i beytinden midir" diye sorulmuş; Zeyd, "Peygamber'in hanımları da ehl-i beytindendir, fakat onun asıl ehl-i beyti kendisinden sonra sadaka almaları haram olanlardır" demiş ve bunları şöyle sıralamıştır: "Ali ailesi, Âkil ailesi, Ca'fer ve Abbâs aileleridir" (Müslim, Fedâilü's-Sahabe, 36) İbn Teymiye Gadîru Hum rivayetleriyle ilgili olarak şunları söyler: "Bu uydurmanın mütevâtir olması bir yana sahih bir isnadı bile yoktur Bu mesele hakkında Sakîfe gününde, Hz Ömer'in vefatında, altı kişilik şûrâ teşekkül ettiği zaman ve nihâyet Hz Osman'ın şehâdetini müteâkip, Hz Ali hilâfeti üzerine münakaşalar yapıldığı günlerde, sahabeden hiç değilse bir kişinin ortaya çıkıp durumu açıklaması gerekmez miydi? Görüldüğü gibi bu, Rafızilerin uydurmalarından biridir" (İbn Teymiye, Minhâcü's-Sünne, IV, 118) Müsteşrik Goldziher konuyla ilgili olarak şunları yazar: "Durum bu olunca, Ali taraftarları onun Peygamber'in doğrudan doğruya tayinine mazhar bulunduğunu göstermeye ma'tuf rivayetler icat edecek ve onları söz sahibi kılacaklardı Bu niyete cevap olmak üzere vücut bulan Hum hadîsi, Ali fırkası nazariyâtının en sağlam temellerinden birisini teşkil etmektedir Son derece meşhurdur Sünnî otoriteler dahi onun sıhhatine itiraz etmemektedirler Fakat ona başka bir mânâ vererek gerçek hedefinden çevirmiş bulunmaktadırlar" (Goldziher, M Studient, M Hatipoğlu'nun basılmamış Tercemesi) Hz Ali'nin hilâfete başkalarından daha fazla hak sahibi olduğunun delili olarak öne sürülen Gadîr hadîsinin Hulefâ-i Râşidîn döneminde bir tek râvî tarafından bile nakledilmemiş olması, bunun varlığı üzerinde ciddî şüpheler doğurmaktadır Öyle anlaşılıyor ki, Şiîler daha sonraları Gadîr hadîsi diye yaydıkları bu hadîse bir vürûd sebebi icat etmişlerdir Bizzat Hz Ali bile en çok ihtiyaç olan zamanda böyle bir rivâyetten söz etmemiş, aksine beyanları olmuştur Meselâ Hz Peygamber'in hastalığında Ali b Ebî Tâlib onu ziyaretten çıktıktan sonra halk, "Ey Ebû Hasan, Resulullah nasıl oldu?" diye sordular "Elhamdülillah iyidir" diye cevap verdi Râvî diyor ki; "Bunun üzerine Abbâs, Ali'nin elinden tutup, "Bana bak, vallâhi sen üç gün sonra köle olacaksın Allah'a yemin ederim ki, Abdulmuttaliboğullarının yüzünde gördüğüm ölümü Resulullah'ın yüzünde de gördüm Haydi Resulullah'a gidelim ve bu işin (hilâfet) bize ait olup olmadığını soralım Eğer bize ait ise bilelim, şayet bize ait değilse Hz Peygamber bizi vasiyet etsin" dedi Hz Ali ona şöyle cevap verdi: "Vallâhi ben bunu yapamam, eğer Hz Peygamber'e gider de bunu bize vermezse, kimse onu bize daha sonra vermez" (Buhârî, İsti'zan, 29; Geniş bilgi için bkz Cemal Sofuoğlu, Gadîri Hum Meselesi-Ankara Ü İlâhiyet Fakültesi Dergisi, Ankara 1983, c XXVI, s 461-470) Şiîlerin iddia ettiği gibi Gadîru Hum'da, Hz Ali'nin Hz Peygamber'den sonra devlet başkanı olacağı ilân edilmiş ve müslümanların buna uyması emredilmiş bulunsaydı, yüz binden fazla sahabe önünde cereyan eden böyle bir vasiyyetiyle Abbâs (ra) dahil bütün sahabelerin öğrenmiş olması gerekirdi Diğer yandan Hz Ali ile Abbâs arasında cereyan eden yukarıdaki konuşmanın bir anlamı kalmazdı Ancak Ehl-i Sünnet kaynakla'rında da yeralan şekliyle Gadîr'de Resulullah (sas) bir hutbe irâd etmiştir Orada Hz Ali ile ilgili sözler söylemiş ve vefatından sonra ehl-i beyte dikkat etmelerini vasiyyet etmiştir Fakat Sünnî âlimler "Ben kimin mevlâsı isem Ali'de onun mevlâsıdır" gibi sözleri Şiîlerden farklı bir şekilde yorumlamaktadırlar İbn Kuteybe bu konuda şöyle diyor: "Hz Peygamber her müslümanın velîsidir Velayet Hz Peygamber'le müminler arasında olduğu gibi, müminlerin kendi aralarında da olur Hz Peygamber'in Ali ile olan münâsebeti de böyledir Ayrıca mü'minlerin bazıları bazılarının velîleridirler" (et-Tevbe, 9/717) Velî ve mevlâ kelimeleri arasında bir fark yoktur Bu da Hz Ali'ye bir üstünlük sağlamaz Bu konu ile ilgili birçok ayet vardır (et-Tahrîm, 66/4 et-Tevbe, 9/71; el-Bakara, 2/247; Yunus, 10/62) Hz Peygamber benzer sözleri Hz Ebû Bekir ve Hz Ömer gibi büyük sahabeler hakkında da söylemiştir Ebû Ubeyde b el-Cerrâh için "Bu ümmetin emînidir" buyurmuştur Ehl-i Sünnet'in kabul ettiği görüşe göre, müslümanların Hz Ali'yi sevmesi Hz Peygamber'i sevmesi gibi farz; O'na düşman olmak da Hz Peygamber'e düşman olmak gibi haranıdır Bu, ehl-i beytin görüşüne de uygundur (Abdulaziz Dehlevî, Muhtasaru't Tuhfeti'l-İsnâ Aşeriyye, 161) |
İslami Sözlük-2- |
11-04-2012 | #41 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük-2-GALLE Arazilerden elde edilen mahsul ve gelirler Fıkıh ıstılahında galle kelimesi, daha çok vakfın geliri anlamında kullanılır Vakıf bahçelerinin meyveleri, binalarının kiraları, vakıf paralarının sağladığı kârlar, hep vakfın gallesidir Vakfın gallesi (geliri)'nin ne şekilde taksim edileceği ve ondan nasıl yararlanılacağı fıkıh eserlerinde "kitâbu't-vakf" adı altında önemli bir konu olarak incelenir Vakıf gallesinin görünmesi ve meydana gelmesi, vakfın çeşidine göre değişir Meselâ; tahıl cinsinden olan gallenin ortaya çıkması, ekinlerin yetişip dane bağlaması veya değer verilebilecek bir hale gelmesiyle olur Meyvaların gallesinin meydana gelmesi meyvelerin yetişip tabiî afetlerden emin bir hale gelmesiyle olur Kira bedelinden ibaret olan bir gallenin meydana gelmesi, ödeme zamanının gelmesi ile olur Bir kimse vakfının bütün gallesini, yakınlık derecesine göre akrabalarına verebilmeyi şart koşsa, gallenin tamamı, en yakın akrabasına verilir (Geniş bilgi için bk Vakıf) |
İslami Sözlük-2- |
11-04-2012 | #42 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük-2-el-GANÎ Zengin olmak, başkasına ihtiyacı olmamak anlamına gelen "Gınâ" mastarından sıfat olan Allah'ın güzel isimlerinden biri el-Ganî ismi ve sıfatı Kur'an-ı Kerîm'de yedi yerde Allah hakkında kullanılmıştır Allah'ın ganî olması, zat ve sıfatları itibariyle başkasından müstağnî olması anlamındadır Gerek zat ve sıfatlarında, gerek işlerinde hiçbir zaman, hiçbir sûrette, hiçbir şeye muhtaç olmayan, bunun yanında herşeyin kendisine muhtaç olduğu tek zengin O'dur: "Ey insanlar, siz Allah'a muhtaçsınız; Allah ise, işte zengin ve hamde lâyık olan O'dur" (el-Fâtır, 35/15) "Allah zengindir, sizler fakirsiniz" (Muhammed, 47/38) Allah'ın, başkasının kendisine ibadet etmesine de ihtiyacı yoktur İnsanların O'na inanıp ibadet etmeleri, kendisine bir yararı olmadığı gibi, inanmamaları ve emirlerine itaat etmemelerinin de kendisine bir zararı yoktur "Ve Musa dedi ki: "Siz ve yeryüzünde bulunanlar hep nankörlük etseniz, iyi bilin ki Allah zengindir, (sizin Şükrünüze muhtaç değildir, zatında) övülmüştür" (İbrahim, 14/8): "Kim şükrederse kendisi için şükreder, kim nankörlük ederse muhakkak ki, Allah zengindir ve övgüye lâyıktır" (Lokman 31/12) Allah'ın bu ismi Kur'an'da, diğer isimlerinden Halîm, Hamîd, Kerîm gibi isimlerle zikredilmektedir Böylece Allah'ın, başkalarına muhtaç olmamakla birlikte yaratıklara ve özellikle insanlara karşı ilgisiz, ihtimamsız olmadığı belirtilmektedir Allah, "rahmet sahibi gânîdir" (Suad Yıldırım, Kur'an'da Ulûhiyet, İstanbul 1987, s 206) Allah'ın ibadetlerimize bir ihtiyacı yoktur Kur'an-ı Kerîm bunu gayet açık ve birçok ayetinde ifade etmektedir: O'nun rızası için kesilen "kurbanlık hayvanların ne etleri, ne kanları Allah'a ulaşmaz; O'na ancak sizden takva ulaşır" buyurur (el-Hacc, 22/37) O halde insan Allah'a kulluk ederken, O'nun emirlerini yerine getirirken Allah'a minnet etme gibi bir duyguya kapılmamalıdır Kula yaraşan, Rabbini bu şekilde tanıması; O'na muhtaç olduğunu hatırından çıkarmaması, bütün ihtiyaçlarında O'na yönelmesidir |
İslami Sözlük-2- |
11-04-2012 | #43 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük-2-GANİMET Daru'l-Harb*de yaşayan gayr-i müslim (kâfir)lerle yapılan savaş esnasında veya savaşan iki ordunun karşılaşmaları sırasında gazilerin kuvveti ile düşmandan alınan mal Ganimet mallarından taşınabilir olanlarına, ganâim-i me'lufe; taşınmaz mallara, ganaim-i gayr-i me'lufe denir Enfâl de denilen ganimet mallarına, genel anlamda ganâim-i hâlise; beşte biri devlet hazinesine ayrıldıktan sonra gazilere dağıtılan ganimet mallarına, ganâim-i maksûme; düşmandan alınıp da henüz gaziler arasında taksim edilmeyen ganimet mallarına, ganâim-i gayr-ı maksûme; devlet başkanının veya ordu emîrinin, savaşa teşvik için gazilere fazladan verdiği ganimet mallarına neıl (çoğulu enfâl) denir Kur'an'ın sekizinci suresine, ganimetlerden bahsettiği için "el-Enfâl Sûresi" denilmiştir Düşmandan harbetmeksizin alınan ganimete de "fey" denir "Allah'ın onlardan Peygamber'ine verdiği fey'e gelince, siz bunun üzerine ne ata, ne deveye binip koşmadınız" "Allah'ın, o kent halkından, Resulune verdiği ganimetler Allah'a, Resule, ve ona akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara, (yolda kalmış) yolcuya aittir ' "(Bilhassa o fey'), hicret eden fakirlere aittir" (el-Haşr, 59/6, 7, 8) "Sana savaş ganimetlerinden sorarlar; de ki: Ganimetler, Allah'ın ve Resulunundur" (el-Enfâl, 8/1) " bilin ki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri, Allah'a, Resulune ve (Resul ile) akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir"(el-Enfâl 8/41) (Ayrıca bk: Âl-i İmrân 3/161, en-Nisâ, 4/94, el Ahzâb 33/50, el-Fetih 48/15, 19, 20) "Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve temiz olarak yeyin" (el Enfâl, 8/69) Vaktiyle müslümanlar tarafından fethedilerek ya mücâhidlere veya diğer müslümanlara, mülk olarak verilen arazilerin (Arap yarımadası ve Basra arazisi gibi) mahsullerinden öşür (onda bir, yahut yirmide bir hisse) adıyla alınan vergi ile tüccardan alınan gümrük vergisi İslâm devletinin önemli bir geliri idi Bunlar; fakirlere, parasız kalan yolculara, borcunu ödeyemeyen borçlulara, hürriyeti için anlaşma bedelini ödeyemeyen kölelere harcanırdı Müslümanlar tarafından zorla zapt ve fethedildiği halde müslüman olmayan eski sahibinin elinde bırakılan veya hariçten gayr-i müslim vatandaşlara mülk olarak verilen yahut sulh ile fethedilip de bir vergi karşılığında gayr-i müslim halka terk olunan arazilerden alınan haraç (adı altında alınan vergi), İslâm ülkesinde yaşayan gayr-i müslimlerden, korunma karşılığı alınan cizye, yabancılardan alınan hediyeler ve harpsiz olarak elde edilen sulh bedelleri de İslâm devletinin gelirlerindendir Bu gelirler, müslümanların menfaati olan sınırları koruma, yol, köprü yapım ve tamiri, asker ailelerinin geçimini sağlama, devlet memurlarının ve ilim ile uğraşanların maaşlarını ödeme gibi yerlerde harcanırdı Rikâz adı verilen madenler ile bulunup çıkarılan hazinelerin ve harp neticesinde düşmandan alınan ganimetlerin muayyen bir kısmı fakirler, kimsesiz yetimler ve borcunu ödeyemeyen borçlulara sarfedilirdi Vâris bırakmadan ölenlerin malları, velisi bulunmayan maktullerin kan bedelleri, sahibi bulunmayan yitik mallar, sahibi bilinmeyen terk edilmiş çocukların ve velisi olmayan fakir çocukların nafakalarına, tedavi ücretlerine, techiz ve tekfinlerine, hastahanelere sarf edilirdi Ganîmetlerin Taksimi: Halkına karşı savaş açılan bir ülke, ya sulh yoluyla, ya da savaşmak suretiyle zorla fethedilir Müslümanlar, bir yeri sulh yoluyla fethettikleri takdirde hem o zamanki devlet başkanı, hem de ondan sonra devlet başkanı olacak şahıs, anlaşma şartlarına uymak mecbûriyetindedir Araziler, anlaşmayı kabul eden karşı tarafın elinde bırakılır Böyle bir yerin arazisi üzerine anlaşma şartlarına göre bir vergi konulmamışsa, o arazi öşr suyu ile (yağmur, dere, kuyu, çeşme) sulanıyorsa, öşr üzerine; haraç suyu (fetih öncesi sahiplerinin açtığı kanal suyu) ile sulanıyorsa, haraç üzerine anlaşma yapılır, buna göre vergi alınır Müslümanların gayr-i müslimlerden savaşarak elde ettikleri araziler hakkında şu hükümler geçerlidir; devlet başkanı bu hükümlerden herhangi birini tatbik etmekte serbesttir 1) Araziyi eski sahipleri elinde bırakır, kendilerine diğer ganimet mallarından barınabilecekleri miktarda mal verir Arazilerinden haraç, kendilerinden de cizye alır Hz Ömer Irak'ı fethettiğinde böyle yapmıştır 2) Fethettiği bölge ahâlisini oradan çıkarır, yerlerine hariçten getirilen gayr-i müslimler yerleştirilir Bu tür arazi, "haraç arazisi" diye adlandırılır 3) O belde ahâlisi kendi istekleriyle müslüman oldukları takdirde, arazileri kendilerine bırakılır veya o arazi ganimetler (ganimeti hak eden muhâripler) arasında taksim edilir Resulullah (sas)'in feth edilen Hayber arazisi hakkındaki uygulaması böyledir 4) Bir kısmı gaziler arasında taksim edilir, diğer kısmı da hazine masraflarına karşılık devlet için alıkonulur Bu şekilde ahâliye verilen veya gaziler arasında taksim edilen araziye "öşrî arazi" denilir 5) Herhangi bir taksimat yapılmaksızın bütün arazi, müslümanlar adına devlet tarafından muhâfaza edilir Böyle araziye "memleket arazisi, mirî veya, emîrî arazi" denir İmam Mâlik'e göre savaşarak fethedilen araziler, gânimler arasında taksim edilmez; devlet tarafından vakıf olarak muhâfaza edilir Elde edilen haraçı müslümanların, cihad, mescid, köprü gibi masraflarına sarfedilir İmam Şâfiî'ye göre böyle araziler diğer ganimetler gibi beş kısma ayrılır Bunlardan bir kısmı devlet hazinesine, beşte dördü ise mücâhidlere taksim edilir Hanefi mezhebine göre gaziler arasında taksimatı yapılmasına karar verilen araziler, diğer ganimet malları oranına göre taksim edilir Ganimetlerden menkul (taşınabilir) malların taksimi: Ganimet mallarının beşte biri Allah'a (ayette geçen bu ifade, teberrüken zikredilmiştir), Resulune, onunla akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir (el-Enfâl, 8/41) Yolculardan maksat, yolda parası kalmayanlardır Geriye kalan beşte dördü ise muhâriplere taksim edilir Muhâriplerden piyade olanlar bir, süvari olanlar ise iki hisse alırlar Kumandan da bir fert gibi hisse alır Bizzat harbe katılanlar hisse aldığı gibi bunlara yardım için hazır bulunan erler, savaş sahasında bulundukları halde hastalık ve benzeri özür nedeniyle savaşa katılmamış olanlarla, ganimet malları henüz İslâm yurduna getirilmeden evvel vefat eden muhâriplerle cihada yardım eden kadınlara, çocuklara, kölelere, zimmîlere ganimetten, gazilerin paylarından daha az bir miktar verilir Buna "razh" denilir Ganimet mallarının taksiminden sonra geriye kalan mal (taksimi mümkün olmayacak) kadar az bir miktar ise veliyyü'l-emr tarafından fakirlere dağıtılır Ganimet mallarını taksim edene "sahibi mekasım, emîri kısmet" denir Bu memur isterse, taksimdeki güçlük nedeniyle, ganimet mallarını satar, elde ettiği parayı taksim eder Bu taksim, veliyyü'l-emr'in izni olmadıkça yapılamaz Düşman ülkesi fethedilmediği halde elde edilen ganimetin beşte biri ayrıldıktan sonra geriye kalanı komutan tarafından muhâriplere taksim edilir Ganimet mallarından az da olsa bir şey çalmak, bu mallardan daha taksim edilmeden hıyanet yoluyla birşey almak büyük günahtır Buna "gulûl" denir Ganimet toplayanlardan biri ganimet mallarından birşeyi telef etse ödemez; İmam Şâfiî'ye göre ise öder Muhâriplerin, gayr-i müslimlerin yurdunda, denizlerinden çıkardıkları balık ve benzeri şeyler ile karada elde ettikleri av hayvanları, madenler, hazineler ganimet malından sayılır Muhâriplerin, İslâm diyarı ile küfür diyarı arasında bulunan ormanda veliyyü'l-emr'in izniyle kesip İslâm yurduna götürdükleri ağaç, ganimet mallarından sayılır; mancınık ve gemi yapımı için kesilenler ise ganimetten sayılmazlar Ganimet malları, İslâm yurduna götürülmeden taksimi yapılmaz Harp hâlinde de taksimat caiz değildir Şâfiî, Hanbelî, Malikî ve Zâhirî müctehidlerine göre bu taksim, düşman yurdunda da yapılabilir Ganimet malları İslâm diyarına hükümetçe taşınması mümkün değil ise, mücâhidler arasında geçici olarak taksim edilir, onlar vasıtasıyla İslâm yurduna taşınır, tekrar hepsi bir yerde toplanır Esas taksim bundan sonra (ilk taksime göre) yapılır Muhâripler taksimattan önce ganimet malını satamazlar; yenilip içilecek cinsten olanlardan istifade edebilirler, fakat saklayamazlar Silah, elbise, at gibi mallardan da geçici olarak istifade edilebilir, sonra taksimata tabi tutulur Taksimattan evvel düşman ülkesinde ölen muhâribin vârislerine ganimetten birşey verilmez Ancak İslâm yurduna döndükten sonra ve ganimetin taksiminden evvel ölen muhâribin mirasçılarına ganimetten hissesi verilir İmam Şâfiî ve diğerlerine göre, düşmanın mağlubiyeti kesinlik kazandıktan sonra ölen muhâribin vârislerine ganimetten hissesi verilir Enfâl suresinin kırk birinci ayetinde de belirtilen Hz Peygamber'in hissesi O'nun vefatından sonra sözkonusu değildir Abdulmuttalib oğullarının hisseleri de yoktur Bu hisseler tamamen devlet hazinesine bırakılır; devlet kanalıyla da fakir yetimler ile diğer miskinler ve parasız kalmış yolculara harcanır Bu hususta diğer mezhebler değişik görüş iler: sürerler Veliyyü'1-emr veya komutan lüzum görürse fazla bir pay veya muayyen bir para vermek suretiyle mücâhidleri harbe teşvikte bulunabilir Buna "tenfil" denir Savaş esirleri hakkında yapılacak işlem: Savaş neticesinde elde edilen esirler hakkında veliyyü'1-emr serbesttir Bu esirlerden fiilen savaşa katılanları öldürebilir; köle ve câriye yapabilir; İslâm zimmetinde emân vererek hepsine hürriyetini verebilir; İslâm esirleriyle değiş tokuş yapabilir Arap müşriklerinin esir erkekleri ise ya İslam'ı kabul ederler ya da öldürülürler Evzâî, Hasan İbn Muhammed et-Temîmî, Hasan el-Basrî, Hammâd b Süleyman gibi müctehidlere göre esirleri öldürmek câiz değildir Öldürülmelerinin câiz olduğunu ileri süren müctehidler, bu konuda gereğine göre hareket etmede veliyyü'1-emr'in serbest olduğunu söylerler Müslümanların eline esir düşmeden evvel müslüman olan ise sadece köle yapılır Düşmana âit köleler, müslüman olarak İslâm ülkesine iltica etseler veya müslüman olduktan sonra bulundukları ülke müslümanlar tarafından zabtedilse ya da müslüman olmaksızın İslâm ordusuna iltihak etseler, derhal hür olurlar Düşmandan alınan esirler hakkında köleleştirme kararı verilince bunların (diğer ganimet malları gibi) beşte biri devlet bütçesine âit olarak ayrılır, geriye kalanı gânimetler arasında paylarına göre taksim edilir Bu' durumda kölelerin öldürülmesi câiz değildir Esiri, taksimden evvel öldüren bir mücâhide sadece ta'zir cezası verilir, keffâret ve diyet ödetilmez Komutan, isyan etmeleri veya taraflarınca kurtarılma ihtimalleri olmadıkça, esirleri öldürmeye yetkili değildir Bir yetki devlet başkanına âittir Esir edilen kadınlar, çocuklar öldürülmez Esir edilen kadınlar İslâm yurduna getirilince eski kocalarıyla nikâh ilişkileri kesilmiş olur Kocaları da kendileri gibi esir olan kadınların nikâhları devam eder Bakıma muhtaç olan esir çocuklar, esir analarından ayrılmazlar Hanefîlere göre esirleri karşılıksız salıvermek caiz değildir İmam Şâfiî hariç, diğer mezhebler de aynı görüştedir Ekonomik şartlar zorlamadıkça esirleri para karşılığı azat etmek Hanefilere göre caiz değildir İmam Şâfiî bu görüşte değildir Düşmandan alınan esirler, müslüman esirlere mukabil değiştirilebilir Buna "müfâdatu'l-üserâ" denir Esir düşen müslümanları para, silah, hayvan karşılığı kurtarmak caizdir İslâm'ı kabul eden bir esir, müslüman esir karşılığında değiştirilmez (İlgili hadisler için bk Sahih-i Buhârî Tecrîd i Sarih Tercümesi, VII, 426, VIII, 438, X, 340) "Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve temiz olarak yeyin" (el-Enfâl, 8/69) Allah'ın insanlar için takdir ettiği rızkın en helâl olanlarından biri ganimet mallandır Savaş ganimet için yapılmaz; Allah'ın kelâmını yüceltmek, İslâm'ı hâkim kılmak ve küfrün galebesine son vermek ve İslâm adaletini başka ülkelere götürmek gibi ulvî gayeler için yapılır Böyle bir gayenin gerçekleşmesi için meydana gelen savaşta ölenlere Allah şehid sıfatıyla cenneti nasib ederken; sağ olan gazilere de gösterdikleri gayrete bir lütuf olarak, düşmandan alınan ganimetleri helâl kılmıştır Geçmiş ümmetlere ganimetten istifadeye izin verilmezken bu lütuf Muhammed (sas)'in ümmetine takdir edilmiştir |
İslami Sözlük-2- |
11-04-2012 | #44 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük-2-GARÂMET Zarar, ziyan, alış-verişte zarar etmek, zimmetinde olup da edası gereken şeyi ödemek anlamında bir İslâm hukuku terimi İslâm'da bir kimse malını, kâr ekleyerek satabileceği gibi, hiç kârsız, hatta zararına da satabilir Zararına satış çeşitli amaçlar için yapılır Meselâ alıcıya yardımda bulunma, malı bir an önce paraya çevirme ve müşteriyi dükkana alıştırma gibi Ancak satıcının sıkışık durumundan, samimiyetinden veya malın gerçek değerini bilmeyişinden yararlanarak, malı değerinin çok altında bir fiyatla satın almaktan sakınmak gerekir Çünkü Hz Peygamber, darda kalan kimsenin bu durumundan yararlanarak onunla alış-verişi yasaklamıştır (Ahmed b Hanbel, I,116) Diğer yandan, Ashabı kirâm da malın değerini bilmeyen satıcıyı uyararak, malı gerçek değeri üzerinden satın almayı tercih etmişlerdir Böyle bir uyarmayla, gerçekte beşyüz dirheme alabileceği atı, sekizyüz dirheme satın alan Cerir b Abdillah el-Becellî (Ö 51/671) bunun sebebini soranlara şu cevabı vermiştir: "Biz alış-verişte hile yapmayacağımız hususunda Allah Resulu'ne söz verdik" (İbn Hazm, el-Muhalla, Mısır 1389 H, IX, 454 vd, mesele: 1464) Kârın meşrû olması, riziko yüzündendir Hiç zarar etmemek veya zarara katlanmayı kabul etmeksizin ana paraya maktû ilâve yaparak almak faiz muamelesi demektir Garâmetin bir diğer anlamı; borçlu olmadığı halde başkasının borcunu yüklenme, tazmin sorumluluğunu üzerine almadır Meselâ, kendisine bir mal emanet (vedîa) olarak bırakılan kimse kasıt veya ihmali olmadıkça bu malın telefinden sorumlu tutulamaz Bazı durumlarda emanet, tazmin yükümlülüğüne (garâmete) dönüşür Meselâ, emanetçinin malı korumayı terketmesi gibi Çünkü o, akitle emaneti korumayı üzerine almıştır Bunu yapmaz ve emanet helâk olursa, kefâlet (garâmet) yoluyla malın bedeli ondan tazmin edilir Emanet bırakılan kişi malı, aile fertlerinden olmayan veya emanete ehil bulunmayan kimseye vermesi hâlinde telef olursa tazmin yükümlülüğü doğar Emanet mal, kullanmakla telef olsa, yine tamir edilmesi gerekir Emanet malla yola çıkmak: Eğer, yol güvenli olur ve hal sahibi de yasak koymamışsa yolculukta emaneti yanına alabilir: Bu taktirde teleften sorumlu tutulmaz Emaneti inkâr veya kendi malına, ayrılmayacak şekilde karıştırması hâlinde tazmin yükümlülüğü olur (es-Serahsî, el-Mebsût, IX, 110, 116 vd; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', VI, 212; İbnûl-Hümam, Fethu'l-Kadîr, VII, 93; İbn Âbidin Reddû'l-Muhtâr, IV, 519; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 307, İbn Kudâme, el-Muğnî, VI, 401) Başkasına kullanması için emanet (âriyet) bırakılan malın telef olması hâlinde de yukarıdakilere benzer sebeplerle tazmin (garâmet) sorumluluğu doğar (el-Kâsânî, age, VI, 218 vd; İbn Âbidîn, Reddu'l-Muhtâr,IV, 527) |
İslami Sözlük-2- |
11-04-2012 | #45 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük-2-GARÂNÎK OLAYI Hz Peygamber'in' Mekke döneminde Habeşistan'a hicret eden müslümanların Mekke'ye tekrar dönmelerine sebep olarak gösterilen, ama gerçekte İslâm düşmanlarının uydurdukları asılsız bir rivâyet İslâm düşmanlarının sinsi birtakım faaliyetlerle müslümanların akîdelerini bozmak, inançlarını sarsmak, İslâm esasları üzerinde birtakım şüphe ve tereddütler meydana getirmek niyetiyle uydurdukları rivâyetlerden birisi olan Garânîk kıssası, ilk dönem İslâm alimlerinden birçoğunun izlediği "kendilerine ulaşan tüm rivâyetleri tenkid süzgecinden geçirmeksizin olduğu gibi aktarma ve meselenin tenkidini ilinî yeterliliğe sahip okuyucuya bırakma metodu sebebiyle, aslında uydurma olmasına rağmen bazı İslam tarihi ve tefsir kaynaklarında yeralır Sözde Garânîk olayı ile ilgili çeşitli kaynakların anlatım tarzları ve yazarların yorumlarında bazı farklılıklar olmakla birlikte ana hatlarıyla,bu uydurma olay şöyle olmuş: Mekke'de müslümanların eziyet ve işkencelere uğradıkları, bu sebeple bir kısım müslümanın Habeşistan'a göç ettiği bir dönemde Hz Peygamber, Mekke müşrikleri ile uzlaşmanın yollarını arıyor, devamlı anlaşma çareleri düşünüyormuş Zihni bu düşünce ile hep meşgul iken bir gün Kâbe yanında Necm suresini okuyormuş "Gördünüz mü o Lât ve Uzza yı ve üçüncü(leri olan) öteki (put) Menât'ı?" şeklindeki 19 ve 20 ayetlerini okuduktan hemen sonra Şeytan, Hz Peygamber'e musallat olmuş ve şeytanın etkisiyle Hz Peygamber, farkında olmaksızın "Bunlar yüce kuğu kuşları (veya turnalar)dır ve şefâatleri umulur" cümlelerini vahyin devamı gibi söyleyip Necm suresini okumaya devam etmiş Surenin sonuna gelince secde ayeti olduğu için Hz Peygamber ve orada bulunan müslümanlar secdeye kapanmışlar Müşrikler de Hz Peygamber'in okuduğu bu cümleler sebebiyle son derece sevinerek; "Artık Muhammed ilâhlarımızın şefâatini kabul ettiğine göre aramızda önemli bir ayrılık kalmadı" deyip hepsi secdeye kapanmışlar Son derece yaşlı bir veya birkaç müşrik, yere eğilip secde etmek zor geldiği için yerden bir avuç toprak alarak alınlarına değdirmiş ve böylece ilâhlarına tâzimde bulunmuşlar Bu olay dolayısıyla müşrikler kısa bir süre müslümanları kendi hâline bırakmışlar Bu haber Habeşistan'daki müslümanlara "tüm Mekkelilerin İslam'a girdiği" şeklinde ulaşmış ve Habeş muhâcirleri orayı terkedip Mekke'ye yönelmişler Ancak bu olayın ardından Cebrâil (as) gelerek hatası dolayısıyla Hz Peygamber'i ikaz etmiş, bu arada nâzil olan Hacc sûresinin "Senden önce gönderdiğimiz hiçbir resul ve nebî yoktur ki birşeyi arzuladığı zaman şeytan onun arzusuna (vesvese) atmamış olsun Allah, kendi ayetlerini sağlamlaştırır'' meâlindeki 52 ayeti ile önceki cümle neshedilmiş Hz Peygamber, olanlardan üzüntü ve nedâmet içinde, yeni inen ayetleri ilân edince Mekkelilerin eziyetleri yeniden başlamış" Temelde bu anlatım tarzını ve Garânîk olayının vukû bulduğunu kabullenen bazı yazarlar bu rivâyeti; "Garânîk sözünün geçtiği cümleyi söyleyen, Hz Peygamber değildir; bizzat şeytan, sesiyle ortaya atılmıştır", "Bu cümleyi, Hz Peygamber Kur'an okurken gürültü yapıp, bağırıp çağırarak ona baskın çıkma şeklinde müşriklerin devamlı izledikleri bir politikanın gereği olarak ve son okunan ayette putlarının adı zikredilince onların şiddetli bir şekilde kötülenmesinden endişe ederek kendi akîdelerine uygun bir şekilde müşriklerden birisi söylemiştir Bu sözün sâhibi, Hz Peygamber olmadığı gibi, şeytan da değildir, ama şeytanlaşmış insanlardan birisidir", "Bu cümle, müşrikler tarafından daha önce bilinen, tavafları ve yeminleri sırasında kullanılan bir cümle idi Müşrikler "Lat, Uzzâ ve öteki üçüncüleri Menât; bunlar yüce kuğu kuşlarıdır ve şefâatleri umulur' derlerdi Hz Peygamber'in okuduğu Necm suresinin 19 ve 20 ayetlerinde bu putların adı geçince müşriklerden biri önceden kullandıkları bu yemin cümlesini araya sokuşturuvermiş, ilk plânda bunu kimin okuduğu bilinememişti" gibi çeşitli yorumlamalara tabi tutmaktadırlar Ancak gerek geçmiş dönemlerin, gerekse asrımızın tahkik ehli âlimleri, bu rivâyeti çeşitli yönleriyle inceden inceye tetkik etmişler ve birçok noktadan tamamen asılsız, uydurma bir rivayet olduğunu ortaya koymuşlardır Kur'an-ı Kerîm'in, Cenâb-ı Hakk'ın muhâfaza ve garantisi altında olduğu, ayetlerin beşerî ve şeytanî tasallutlardan mahfuz bulunduğu bilinen bir gerçektir Bu bakımdan Hz Peygamber Kur'an okurken şeytanın tasallutuyla Kur'an ayetlerine bir şeytan sözünü karıştırması ya da şeytanın veya bir müşriğin herhangi bir sözünün geçici bir süre için bile olsa farkedilmeyip Kur'an'dan zannedilmesi, katiyetle ihtimal dahilinde değildir Ayrıca Hz Peygamber, müslümanların uğradığı eziyet ve işkenceler dolayısıyla ne kadar üzüntülü ve bu eziyetlerin kaldırılması hususunda ne derece düşünceli olursa olsun, dilinden, yıllar boyu' uğrunda mücâdele verdiği tevhid akidesine tamamıyle zıt böyle bir cümlenin dökülmesi veya başkası tarafından söylenen bir cümleyi farkedip müdâhale etmemesi sözkonusu otamaz Garânîk rivayetini kitabında ilk nakleden müellif, h III asır başlarında 204/819 tarihinde vefat eden İbnü'l Kelbî'dir Daha sonra Vâkıdî, İbn Sa'd, Taberî, Zemahşerî gibi bazı tarihçiler ve müfessirler İbnü'l-Kelbî'den alarak bazı küçük değişiklik veya ilâvelerle aktarmışlardır İbnü'l-Kelbî'nin; naklettiği rivayetlerde hiçbir hassasiyet göstermeyen ve nakillerine güvenilmeyen bir kişi olduğu bilinen bir gerçektir Üstelik Garânîk kelimesinin geçtiği cümle, muhtelif kaynaklarda birbirinden çok farklı şekillerde nakledilmiştir ki bu da rivayetin uydurma olduğuna işaret etmektedir Şu halde Garânîk rivayeti, tamamıyla asılsız olup İslâm'ın daha ilk asırlarında İslâm düşmanı zındıklar tarafından uydurulmuş, günümüze gelinceye kadar çeşitli asırlarda İslâm'a muhalif belli çevrelerce bir koz olarak kullanılmış, günümüzde de İslâm düşmanı garazkâr müsteşrikler tarafından zaman zaman tekrar ortaya atılarak bu vesile ile İslâm'a karşı saldırılarda bulunulmuştur Şu halde Habeşistan'daki müslümanların Mekke'ye geri dönmelerinin sebebi, sözde Garânîk olayı değil; bu yıllarda Hz Hamza ve Hz Ömer gibi güçlü ve itibarlı şahısların İslâm'a girmeleri dolayısıyla Mekke müşriklerinin bir süre çekinerek eziyet ve işkencelerine ara vermeleri, dolayısiyle Mekke'de geçici bir sükûnet havasının oluşması; Habeşistan'da Necâşî Ashame'ye karşı bir ayaklanmanın başgöstermesi ile karışıklıkların zuhûr etmesidir Necm suresinin Kâbe yanında Hz Peygamber tarafından okunduğu; surenin sonunda secde ayeti bulunduğu için Hz Peygamber'in ve orada bulunan ashabının secdeye kapandıkları, buna mukâbil müşriklerin de tamamıyla secde ettiklerine dari İmam el-Buhârî'nin el-Câmi'u's-Sahîh'inde sahih bir rivâyet vardır (bk Buhârî, Tefsiru Sûrati ve'n-Necm 4) Ancak bu rivayette Garânîk meselesiyle ilgili hiçbir husus yoktur; olması da zaten hem nakil yönünden, hem de akıl yönünden mümkün değildir İslâm düşmanları adetleri vechile yalan ve uydurmalarını işte bu rivayet üzerine bina etmiş, aslı ve esası olmayan iftiralarla bu sahih rivayeti tamamıyla çarpıtmışlardır Hz Peygamber ve ashabı, Necm suresinde geçen secde ayeti dolayısıyla secdeye varırken müşrikler de bu surenin 19 ve 20 ayetlerinde adlan anılarak kötülenen putları ve akîdelerine sahip çıktıklarını belirtmek ve putlarını tazim etmiş olmak için putları adına secde etmiş olmalıdırlar Bibliyografya: 1) Aksekili Ahmed Hamdi, "Hâtemü'l-Enbiyâ Hakkında En Çirkin Bir İsnâdın Reddiyesi " İstanbul 1338 2) İsmail Cerrahoğlu, "Garânîk Meselesinin İstismarcıları" ; A Ü İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara 1981, sayı XXIV; s 69-92 3) Hüseyin Hatemî, Şeytan Rivâyetleri, İstanbul 1989 4) Sabri Hizmetli, "Garânîk Meselesi Üzerine", İslâmî Araştırmalar Dergisi, Ankara 1989, sayı: 9, s 40-58 |
|