Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Eğitim & Öğretim > Tarih / Coğrafya

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
dan, kurumlarıa, osmanlı, türk

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.

Eski 10-11-2012   #16
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.



K, L

Kadı

Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gâzi, Selçuklu kânunlarına göre kazânın ve kazâ ile ilgili siyâseti yürütme işlerini müstakil kâdılara bırakmıştı Osmanlı Devletinde kuruluşundan şer’î mahkemelerin kaldırılmasına kadar bu esasa uyuldu Pâdişâhlardan Sultan Birinci Bayezid Han, Osmanlılarda kâdılık teşkilâtının nizâmını kurmuştur Bu nizâma göre kâdıların nerede, nasıl vazîfe yapacakları, tâyin ve terfî işleri düzenlendi

Tanzimat'tan az önce; hukuk, cezâ, ticâret ve diğer bütün dâvâlara kâdı huzûrunda bakılır, Osmanlı tebaasından bir kimse ile herhangi bir yabancı arasındaki dâvâlar da, tercüman vâsıtasıyla yine kâdı huzûrunda ve şer’iye mahkemelerinde görülürdü Sonradan nizâmiye mahkemelerinin kurulması ile 1887 (H1385) târihli kararla, şer’î mahkemelerin ve kâdıların fiilî selâhiyetleri daraltıldı Çoğu dâvâlar şer’î mahkemeler yerine nizâmiye mahkemelerinde görülmeye başlandı Osmanlı Devletinin son zamanlarında şeyhülislâm olan Hayri Ürgüplü de, kâdılara âit kânunlarda kendi anlayışına göre değişiklikler yaptı Bundan kısa bir zaman sonra da, 8 Nisan 1921 (H1340) târihli şer’î mahkemelerin kaldırılmasına dâir kânun ile şer’î mahkemelerin bütün vazîfeleri, asliye mahkemelerine devredilerek bu târihten îtibâren Türkiye’de kâdılık unvânına da son verildi

Ülke nüfûsunun az olduğu devirlerde kâdılar, vatandaşlar arasındaki dâvâlara câmilerde bakarlardı İlk mahkemeler câmilerdi Sonraları insanlar çoğalınca, buna paralel olarak dâvâlar da arttı Bu sebeple işin nezâketi icâbı dâvâların daha kolay ve daha çabuk çözülmesi için husûsî binâlar kirâlandı ve bu binâlarda kazâ işlerine bakıldı

Kâdılarda aranan ehliyet şartları: Kâdılık mesleği, devletin amme nizâmını (kânun düzenini) koruyan temel unsur olduğundan, her önüne gelen kâdı olamazdı Kâdılar, yüksek medrese ilimlerini okuduktan sonra, kendilerine icâzet (diploma) verilirdi Bu diplomayı alanlar arasından uygun görülünler kazasker tarafından seçilerek sadrâzama arz edilir ve sadrâzamın tasdiki ile tâyinleri yapılırdı Kâdı olacak kimsede aranan şartlar fıkıh kitaplarında bildirilmiş olup, Mecelle’nin 1792-1793 ve 1794 maddelerinde açıklanmıştır Buna göre kâdı; hür, Müslüman, akıllı ve bâliğ olmalı, dînî meselelere ve muhâkeme usûllerine vâkıf olarak yeterli bilgiye sâhip, anlayışı kuvvetli, doğruluktan ayrılmayan güvenilir, vakarlı ve temkinli, sağlam, dayanıklı olmalıdır Ayrıca hâkim (kâdı), iyiyi kötüden ayırabilecek temyiz kudretine sâhib olmalı, küçük, deli ve bunak, kör ve sağır olmamalıdır Kazâ yâni hâdise ilmine hakkıyla vâkıf olmalıdır

Kâdının bakamayacağı dâvâlar: İslâm hukûkuna göre, kâdılar kendileri için sû-i zanna, yâni hakkında kötü düşünmeye sebeb olmayan herkes hakkında hüküm vermek selâhiyetine sâhiptirler Ancak kendilerinin yakın akrabâları meselâ babası, annesi ve çocukları vs hakında hüküm veremezler Kâdılar mahkemede taraflara eşit muâmele ile söz haklarını muhâfaza ve ispat külfetinin taraflardan hangisine düştüğünü tâyin etmekle mükelleftirler Kâdıların, anlayış kudretini azaltan korku, hiddet, açlık ve susuzluk hâllerinde, hatâya düşmemek için, hüküm vermekten sakınmaları gerekliydi

Kâdıya yasak olan şeyler: İslâm hukûkunda, kâdılık yüksek bir mevki ve mertebe kabul edildiği için kâdılardan zengin olanlarının, beytülmâldan (devlet hazînesinden) ücret alamayacakları bildirilmiştir Yine zengin veya fakir hiçbir kâdının, dâvâya taraf olanlardan (dâvâcı ve dâvâlıdan) hediye kabul edemeyecekleri, bunların verdiği ziyâfetlere gidemeyecekleri beyân edilmiştir

Hattâ kâdıların âriyet sûretiyle (bedelsiz kullanma) veya vâdeli, vâdesiz veresiye mal alamayacakları, ikrâz (borç verme) ve istikrâz (borç isteme) ve bunlara benzer tasarruflarda bulunamayacakları ve ticâret yapamayacakları belirtilmiştir

Bir kazâya tâyin edilen kâdıya şer’î (dînî) hükümleri icrâya (uygulamaya) mezun olduğuna dâir pâdişâhın tuğrasını taşıyan bir “berât” verilir ve aynı zamanda bağlı olduğu kâdıaskerlerden de (kazaskerden) bir mühürlü mektup alarak vazîfesine giderdi

Kâdıların vazîfeleri: Kâdıların bulundukları kazâ ve şehirlerde şer’î mahkemeler vardı Kâdılar şer’i ve hükmî muâmelâtta kendilerine verilen beratlarda gösterilen vazîfeleri yaparlardı Evleneceklere nikâh kıyma, mîras taksimi, yetim ve kaybolup bulunmuş malların muhâfazası, vâsî tâyin ve vasîliği sona erdirme, vasiyetlerin ve vakıfların şartlarına uyulmasının gözetilmesi, suç, cinâyet, cezâ, hukuk, ticâret vesâir bütün dâvâlar, kâdılar tarafından görülürdü Ayrıca köylü ile askerî sınıf arasındaki arâzi ile ilgili ihtilâflar hükûmetin emriyle kâdılar tarafından görülür ve verilen hüküm hükûmete bildirilerek karârın infazı sağlanırdı

Kâdıların şer’î olan hukûkî vazîfelerinden başka, idârî yönden pek mühim vazîfeleri vardı Bu hususta hükûmetçe kendilerine fermân gönderilir, onlar da îcab eden cevâbı re’sen hükûmete arz ederlerdi Kâdıların bulundukları şehir ve kasabaların inzibat görevi, mahallî ve askerî sınıfa bırakılmıştı Zâhire ve amele tedâriki, hayvan sevki, menzil emirleri, asker toplanması, iktisâdî işler, mahallî râyice göre satılan eşyâlara narh konması, belediye işleri, yâni askerî inzibattan başka bütün devlet işlerinin temini kâdılara âitti Bundan dolayı kâdılar selâhiyet bakımından devlet merkezine bağlı vazîfe sâhibiydiler

Kâdılar bu geniş vazîfeleri dolayısıyla kendilerine gelen hüküm ve fermanları ve bunlara verilen cevapları ve gördükleri çeşitli dâvâlara dâir verdikleri hükümleri kayıt için “sicil”adı verilen kayıt defterleri tutarlardı Bugün sâdece Türkiye’de müze ve kütüphânelerde bu sicil defterlerinden çeşitli sebeplerle zâyi olan ve yananlardan geriye kalıp muhâfaza olunanlar yüzbinleri geçer Şimdi bu sicil defterlerinin tozlu yaprakları arasında yüzyılların birikintisi koskocaman bir adâlet târihi yatmaktadır

Kâdı nâibleri ve kassâmlar: Kâdıların vazîfeleri çok geniş olduğundan işlerin görülmesinde kâdılara yardım eden kimseler vardı Bunlara “nâib” ve “kassâm” denirdi Nâib, vekil demekti Mahkeme-i şer’îlerde kâdılar nâmına muhtelif hizmetlerde vazîfe gören nâibler vardı Nâibin bir veya birkaç olması kâdının tâyin edildiği kazânın büyük ve küçük olmasına, yapacağı işin geniş olup olmamasına bağlıydı Bundan dolayı kazâ, sancak ve eyâlet kâdılarının nâibleri ona göreydi Nâibler vazîfelerinin mâhiyetine göre kazâ nâibleri, kâdı nâibleri, mevâli nâibleri (büyük şehir kâdılarının nâibleri), kapı ve ayak nâibleri (bunlar çarşı pazar ve seyyar esnâfı kontrol ederlerdi) ile arpalık nâibleri idi “Arpalık” vezir, beylerbeyi ve sancak beyleri gibi askerî sınıf ile ilmiye sınıfından şeyhülislâm, kazasker ve büyük kâdılara geçinmeleri için tahsis olunan geçici-tekâütlük-emeklilik maaşına denirdi

Kassâmlar, vefât etmiş olan bir kimsenin terekesini (mîrâsını) vârisleri arasında taksim eden şer’î memurlardı Bunlar iki kısımdı: Birincisi kazasker kassâmları olup bunlar askerî sınıfa mensup kimselerin verâset işlerine bakarlardı İkincisi mahallin kâdılığında yâni şer’î mahkemelerde bulunan kassâmlardı Bunlar da halk arasındaki verâset işlerine ve tereke taksîmine bakarlardı

Ayrıca her eyâlet ve sancakta, kazâ kâdılarından başka toprak kâdıları da vardı Toprak kâdıları, seyyâr kâdılıktı Gerek devlet merkezinde ve gerek eyâletlerden tahkîkâtı îcâb eden bir iş, toprak kâdıları vâsıtasıyla tahkik ve teftiş olunurdu Köylüler sancakbeyi, alaybeyi, subaşı, zeâmet, timar sâhipleri tarafından herhangi bir haksızlığa uğrayınca, şikâyetlerini, eyâlet ve sancak kâdıları ile Dîvân-ı Hümâyûna yaparlardı Bunların tahkikâtlarını yapıp, îcâb ederse kendilerine verilen emirlerle bu dâvâlara da toprak kâdıları bakardı

Köylülerin şikâyetleri yine köylü ile olduğu gibi, timarlı sipâhîlerin de köylülere yaptıkları haksız muâmeleler, kânuna aykırı hareketler olabilirdi Bu durumda sipâhînin imtiyazına bakılmayarak, îcâbında onların da tevkif ve hapislerine dâir vâlilere ferman gönderilirdi

Diğer bâzı gizli teşekküllerin tahkiki de toprak kâdılarına havâle olunurdu Toprak kâdıları ayrıca muhârebe zamanlarında ve fevkalâde hâllerde memleket inzibatı (âsâyişi) ile alâkadâr olanlarla berâber hizmet görürlerdi

Bu kâdılardan başka bir de “ordu kâdılığı” vardı Pâdişâhlar, sefere gittikleri zamanlarda askerî sınıfların kâdıları olan Rumeli ve Anadolu kazaskerleri de ordu ile berâber giderek kendilerine âit şer’î işleri görürlerdi Pâdişâhlar, sefere çıkmadıklarında vezîriâzamlar, sefere serdâr-ı ekrem (başkumandan) olarak giderler, kazaskerler ise pâdişâhla berâber kalır ve bunlara vekâleten ordu kâdısı ismiyle “mevâli” denilen büyük kâdıların emeklilerinden mâlumât îtibâriyle değerlisi tâyin olunurdu Buna şeyhülislâm konağında, kazaskerlere yapıldığı gibi, merâsimle tâyin beratı verilerek elbise giydirilir ve tâyini kendisine fermanla bildirilirdi

Ordu kâdılığı, hem vazîfesi ve hem de meşakkat ve mahrûmiyeti bakımından ağır bir iş olduğundan bu hizmette bulunanlar değiştirildikleri zaman derecelerinden daha yükseğine tâyin edilirler ve Harameyn, yâni Mekke-Medîne kâdısı olurlardı Kara ordusu kâdısından başka, donanmaya (deniz kuvvetlerine) tâyin edilen kâdıya da “ordu kâdısı” denilirdi Bu tâyini Rumeli kazaskeri yapardı

Derece îtibâriyle en önemli kâdılıklar, öncelik sırasıyla, İstanbul, Mekke-Medîne, Edirne, Bursa, Eyüp kâdılıklarıydı Geri kalan kâdılıklar da yine sıraya tâbiydi

İstanbul, dört kâdılık bölgesine ayrılmıştı Sur içi, İstanbul kâdılığının bölgesiydi Eyüp kâdılığı, Çekmeceler, Çatalca ve Silivri kazâsını ve çevrelerini içine alıyordu Üsküdar kâdılığı, İstanbul’un Anadolu yakasıydı Galata kâdılığı da, Beyoğlu yakasını içine alıyordu

İstanbul kâdısının çok önemli vazîfeleri vardı Bunlardan başlıcaları şunlardı: Kalpazanların kontrolleri, paranın alım gücünün korunması, su işleri, hamalların nizâmı, fuhuş yasaklarına uyulup uyulmadığının kontrolü, içki-kumar yasaklarına uymanın sağlanması, yangınlar için tedbir alınması, kaldırımların tâmiri, vâsıtaların kontrolü, İstanbul’un sağlık işleriyle ilâç, doktor ve cerrahların teftişleri, amele ücretlerinin kontrolü, narhtan fazlaya satılan eşyâdan dolayı yapılan şikâyetlerin tetkiki, İstanbul’a yiyecek, içecek ve giyeceklerin ne sûretle dağıtılacağı, et narhına dikkat edilmesi, esnafın kontrolü, odun ve kömürün narha göre satılması, ayakkabıların nizâma göre yapılması, dilenciliğin men’i, hırsızlara karşı tedbir alınması, mahallelerde kefilsiz olarak hiç kimsenin oturmaması, ev inşâsında dikkat edilecek şeyler, mîrî (Devlet) îmâlâthânesinden başka yerde silâh yapılmaması, İstanbul tarafına gelen gemi ve kayıkların muayyen yerlerinden başka yerlere yanaştırılmaması, bir muhârebe esnâsında kapıkulu ocaklarıyla birlikte sefere gidecek orducu esnâfının tesbiti ve zamânı gelince sevkleri, yasak eşyânın memleket dışına çıkarılmaması, şâyet özel olarak yabancı memleketlere eşyâ çıkarılacak olursa, bunun memleket ihtiyâcına zarar vermiyecekse ihrâcına müsâade edilmesi, halkın sıkıntı çekmemesi için İstanbul’un gıdâ maddelerinin stoku için önceden tedbir alınması idi

Kâdı bunların bir kısmını doğrudan doğruya kendisi görür ve nâiblerine (yardımcılarına) gördürürdü Bir kısmını da diğer alâkâdar olanlarla işbirliği yaparak hallederdi Meselâ İstanbul’daki binâ işleri mîmarbaşının; sağlık işleri, doktorların ve hastânelerin kontrolleri hekimbaşının vazîfeleri cümlesindendi

İslâmiyetin kâdılığa verdiği önemi ve kâdıların nasıl hareket etmesi gerektiğini belirtmesi bakımından hazret-i Ömer’in Basra kâdısı bulunan Ebû Mûsâ el-Eş’arî hazretlerine yazdığı mektup, meşhurdur Bu mektuba, taşıdığı yüksek hükümler bakımından Kitâbüs-Siyâse ünvânı verilmiştir Mektubun tercümesi şöyledir:

“Kazâ, dâvâları hâllederek sonuçlandırmaktır Değiştirilerek bozulması câiz olmayan bir farzdır ve uyulması îcâb eden bir sünnettir

Bir hâdise hakkında sana başvurulunca, iki tarafın sözlerini güzelce dinle, anla, bir hak ikrâr ve îtirâf edilince, hükme bağla ve infâz et Çünkü infâz edilmeyecek olan bir hak sözün sâdece söylenmesi fayda vermez

Meclisinde ve adâlet huzûrunda insanları eşit tut Tâ ki mevki sâhipleri senden taraf tutuculuk ümidine düşmesinler, zayıflar da adâletinden üzüntülü, kalpleri kırık olmasınlar

Beyyine (her türlü delil ve ispat vâsıtaları) ve şâhit dinletme dâvâcıya, yemin etmek de dâvâyı inkâr edene (dâvâlıya) âittir Yâni dâvâcı şâhit bulamazsa, isteği üzerine dâvâlıya yemin teklif edilir

Müslümanların arasında sulh yapılması câizdir Ancak haramı helâl, helâlı haram kılacak bir sulh câiz değildir

Dünkü gün vermiş olduğun bir hüküm, nefsine mürâcaatla, haklılığa, doğruluğa yol bulduğun takdirde, seni hakka dönmekten men etmesin Yâni ictihâdın değişerek evvelce verdiğin bir hükümde isâbetsizliğine kanaat getirirsen, o hüküm, benzeri bir hâdise hakkında yeni ictihâdına göre hüküm vermekliğine mâni olmasın Çünkü hak kadîmdir Hakka dönmek, bâtılda ısrar etmekten hayırlıdır

Kalbini çalıştırıp, hükümlerini Kur’ân-ı kerîm’de, sünnette bulamadığın meseleler hakkında güzelce düşün; sonra bu gibi şeylerin benzerini bul, bunları birbiriyle kıyas et Bunlardan Hak teâlâya daha sevimli, daha yakın ve hakka, doğruya benzer olanı seç al

Dâvâcıya, her türlü delil ve ispat vâsıtalarını, şâhitlerini bulacak kadar bir müddet ver Bu müddet içinde her türlü delil ve ispat vâsıtalarını hazırlarsa ve ispatını yaparsa, hakkını alır; ispat edemezse aleyhine hüküm verilmesi îcâb eder Böyle bir müddet verilmesi, mâzeret husûsunda kâdı için bir özürdür Bu tarz hareket etme şüpheyi de yok eder

Bütün Müslümanlar, birbiri hakkında âdildirler Kazf’tan (zinâ isnadı) dolayı had cezâsı tatbik edilmiş olan, yâhut yakınlık ve akrabâlık sebebiyle kendisinden menfaat umulan, mâzeretleri yok etmesi şüphe edilen veyâhut yalan yere şâhitlikte bulundukları tecrübe ile anlaşılan kişiler müstesnâ, bunlardan başkasının şâhitlikleri kabul olunur Çünkü Hak teâlâ sizi gizli işlerinizden men etmiş, her türlü delil ve ispat vâsıtaları sebebiyle sizden mesûliyeti kaldırmıştır Yâni insanların gizli şeylerini araştırıp ona göre hüküm vermekle mükellef değilsiniz Sizin yapacağınız şey, ispat ve delil vâsıtalarına göre hüküm vermektir Dünyevî hükümler, zâhire, görünene göredir Bunlarda gizliler, açık olanlara tâbidir Uhrevî hükümlerde ise, gizliler asıldır Görünenler gizli olanlara tâbidir

Muhâkeme esnâsında, Allahü teâlânın kendisiyle sevap vereceği ve ebedî mükâfât ihsân buyuracağı hak mevkilerinde kızmaktan, sabırsızlıktan, kalp ızdırabından ve eziklik, bıkkınlık duymaktan kaçın! Yâni mahkemeyi sabrederek ağırbaşlılıkla yürüt

Her kim niyetini kendisiyle Allahü teâlâ arasında hâlis kılarsa, hak uğruna kendi aleyhine de olsa, Hak teâlâ onun, zâtıyla insanlar arasındaki işlerine kifâyet eder, yâni onu korur, vereceği hükümden dolayı bir tehlikeye mâruz kalmaz

Herhangi bir kimse, meselâ hâkim, hilâfını (gerçeğe aykırılığını) Allahü teâlânın bildiği bir sıfatla; yâni kendisinde gerçekten bulunmayan bir fazîletle, bir hâlis niyet ve samîmiyetle insanlara karşı sûret-i haktan görünerek, iyi niyeti bozacak olursa, Allahü teâlâ onu, insanlar arasında rezil eder Diğerlerini etmez

Hak teâlânın dünyâda rızkından ve rahmetinin hazînelerinden ihsân buyuracağı mükâfat hakkında ne düşünüyorsun? Yâni bunun derecesi sonsuzdur Ona göre hareket et Hükmünde Hak’tan ayrılma Mükâfatını cenâb-ı Hak’tan bekle

Adâletle hüküm verme hakkında Kur’ân-ı kerîm’de meâlen şöyle buyrulmuştur

Ey Resûlüm! Sana da bu hak kitâbı (Kur’ân-ı kerîmi), kendinden önceki kitapları hem tasdik edici, hem onlar üzerine bir şâhid olarak indirdik O hâlde sen, Ehl-i kitab arasında Allah’ın sana gönderdiği hükümlerle hüküm ver Sana gelen bu haktan ayrılıp da onların arzûları arkasından gitme (Mâide sûresi: 48)

Ey îmân edenler! Allahü teâlâya ve O’nun resûlüne ve sizden olan idârecilere itâat ediniz Sonra bir şey hakkında anlaşamazsanız, eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, bu işin hükmünü Allah’tan ve Resûlullah’tan anlayınız Bu, hem hayırlı, hem de netîce bakımından daha güzeldir (Nisâ sûresi: 59)

Adâletle hüküm verme ve kâdılığın önemi hakkında, Peygamber efendimizin hadîs-i şerîflerinden bâzıları da şunlardır:

Kâdılar üç kısımdır: Biri Cennette, ikisi Cehennemdedir Hakkı bilenve ona göre hüküm veren kâdı Cennettedir Hakkı bilen fakat ona göre hüküm vermeyen kâdı Cehennemdedir Bilmediği hâlde hüküm veren kâdı da Cehennemdedir

Kâdı yerine oturunca, onun yanına iki melek iner ve zulmetmedikçe ona yol gösterirler Onu muvaffak kılmaya çalışırlar Eğer zulmederse, oradan ayrılıp onu kendi hâline bırakırlar

Dâvâcı ve dâvâlı karşısında oturunca, her ikisini de dinlemeden karar verme Sence hakîkatın meydana çıkması için bu daha uygundur

Siz dâvâcı-dâvâlı olarak bana geliyorsunuz Ben de insanım Biriniz delîlini diğerinden daha güzel ifâde edebilir Ben aranızda sizden duyduğuma göre hüküm veriyorum Her kim için, kardeşinin hakkı olan bir şeye hükmedersem onu almasın Çünkü bu, ateşten bir parçadır Kıyâmet günü, boynunda o ateşle gelir

Kapıkulu Ocakları

Eski Türk devletlerinde hâkana bağlı askerî teşkilât Orta Asya Türk devletlerinde doğrudan hâkana bağlı merkezî ordu olup, Büyük Selçuklu Devletinde “gulâmân-ı saray” denirdi Memlûk Devletinde de mevcud olan teşkilât, Osmanlı Devletine Türkiye Selçuklularından geçmiştir Osmanlı sultânının şahsına bağlı kapıkulu ocakları, 14 yüzyıldan 19 yüzyıla kadar bütün müesseseleri ile teşkilâtlanarak muazzam bir askerî güç meydana getirmiştir Bu sınıfın muhârebelerde ve barış zamânında, emniyet tesisinde önemli hizmetleri olmuştur

Osmanlı Devletinin ordusu, Osman Gâzi (1281-1326) devrinde Türk atlı aşîret kuvvetlerine dayanıyordu Orhan Gâzi (1326-1359) devrinde, düzenli bir muvazzaf yaya ve süvârî kuvveti kurularak fetihler yaygınlaştırıldı Abdalân-ı rûm, âhiyân-ı rum, bacıyân-ı rum gönüllüleri gazâlara katıldıkları gibi, azap, canbaz, cerahor, garip adlarıyla anılan dâimî ve seferî kuvvetler de muhârebeye iştirâk ederlerdi Fetihlerin Rumeli ve Anadolu’da yaygınlaşmasıyla yaya (piyâde) ve müsellem (süvârî) teşkilâtına ilâveten Sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr (1359-1389) devrinde, Selçuklular ve Memlûklerde olduğu gibi, dâimî ve maaşlı bir yaya ve süvâri ordusu kurulmak sûretiyle yeniçeri, cebeci ve sipâhî denilen kapıkulu ocakları meydana getirildi Ayrıca, yeniçeri, cebeci, topçu ocakları ve diğer hizmetler için esir ve devşirme Hıristiyan çocuklarının yetiştirildiği acemi ocağı da kuruldu (Bkz Acemi Ocağı) Dâimî ve maaşlı kapıkulu ocaklarının kuruluşuyla ilk muvazzaf kuvvetleri teşkil eden yaya müsellemler, merkezî ordunun geri hizmetlerine verildiler

Kapıkulu ocakları, piyâde ve süvârî olmak üzere iki gruba ayrılırdı Piyâde kısmının en önemlisi “yeniçeri ocağı”dır (BkzYeniçeri Ocağı) Yüz doksan altı orta ve bölük olan yeniçeri ocağı, ağa bölükleri, cemâat ve sekban diye üç kısımdan meydana geliyordu Altmış beşinci cemâat ortası olan sekbanlar otuz dört orta olup, Sultân Murâd-ı Hüdâvendigâr devrinde kuruldu (Bkz Sekban) Fâtih Sultan Mehmed Han (1451-1481) devrinde yeniçeriler içine alınan sekbanlar; piyâde ve süvâri olmak üzere iki kısımdı Sekban bölüklerinin en îtibârlısı otuz üçüncüsü olup buna, “avcı bölüğü” denirdi Ağa bölükleri, Sultan İkinci Bâyezîd (1481-1512) devrinde, yeniçerilerin itâatsizlikleri üzerine, içlerindeki devşirmelerden seçilerek kuruldu Bunlar altmış bir bölükten meydana geliyordu

Kapıkullarından cebeci ocağının vazîfesi, harp silâh ve levâzımatını temin edip muhâfazasını sağlamak ve cepheye taşımaktı(Bkz Cebeci Ocağı) Topçu Ocağı, kapıkulunun yaya kısmına dâhil olup, top dökmek ve muhârebede top kullanmak üzere iki kısımdı On beşinci ve on altıncı yüzyıllarda devrin en iyi ateşli silâhlarına sâhip Osmanlı Türklerinde zaferlerin kazanılmasında topçu ocağının büyük payı olmuştur Büyük topları seferlerde taşımaları için top arabacıları ocağı kuruldu Ateşli silâhlardan olan humbarayı yapmak ve muhârebelerde kullanmak humbaracı ocağının vazîfesiydi Bu ocak, cebeci, tımarlı ve topçu olmak üzere üç kısma ayrılırdı Muhârebe zamânında kuşatılan kaleleri yıkmak için lağım yapmak ve atmak lağımcı ocağının vazîfesiydi (Bkz Lağımcı Ocağı)

Kapıkulu ocaklarının subayları rütbe sırasıyla; yeniçeri ağası, yeniçeri kâtibi, ocak kethüdâsı, turnacıbaşı, başyayabaşı, muhzır ağa ve başçavuş idi Daha sonra sekban ortalarının katılmasıyla sekbanbaşı, yeniçeri ağasından sonra kapıkulu ocağının ikinci kumandanı oldu On beşinci yüzyıldan sonra kul kethüdâsı ile başyayabaşı arasında rütbe olarak turnacıbaşı, saksoncubaşı, zağarcıbaşı, dört ocak hasekisi, on altıncı yüzyılda ise devecibaşı girdi Ocağın diğer yüksek rütbeli subayları da; başbölükbaşı, kethüdâbey ve cemâat bölükbaşılarından ibâretti

Kapıkulu piyâdeleri sulh zamânında, belli günlerde yeniçeri ağasıyla berâber şehrin inzibâtını temin için dolaşırlardı Bundan başka dört yayabaşı (çorbacı), dört bölükbaşı cumâ gecesi hâriç her gün İstanbul’da kol gezerler ve suçluları cezâlandırmak üzere Ağakapısı’na götürürlerdi Çorbacıların hergün kola çıkmalarına “sıra kolu” denilirdi İstanbul’un kale kapılarını açıp, kapamak vazifesi kapıkulu piyâdelerine aitti

Kapıkulu süvârileri, İstanbul’da devlet hazînesinden maaş alan dâimî süvârî kuvvetleridir Sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr devrinde kuruldu Önceleri sipâh ve silâhdâr bölüklerinden meydana gelen kapıkulu süvârîlerine sonra ulûfeciyân-ı yemîn (sağ) ve yesâr (sol); gurabâ-i yemîn (sağ) ve yesâr (sol) ilâve edilerek altı bölük olarak teşkilâtlandırıldı Her bölüğün ayrı bölükağası, kethüdâ, kethüdâyeri, kâtip, kalfa, başçavuş rütbelerinde subayları vardı(Bkz Kapıkulu Süvarileri)

Hizmetleri dolayısıyla on yedinci yüzyılın sonlarına kadar hayli îtibârlı olan süvârî bölükleri, Sultan Dördüncü Murâd Han (1623-1640) ve Vezîriâzam Köprülü Mehmed Paşanın devrinde çıkan sipâhî isyânları sebebiyle eski îtibârlarını kaybettiler İkinci Mahmûd Han (1807-1839) devrinde, 1826 târihinde yeniçeri ocağı lağv edilince, kapıkulu süvârîleri de kaldırıldı ve diğer ocaklar gibi yeni tarzda süvâri bölükleri kuruldu

Üç kıtaya hâkim olan Osmanlı Devletinin fetihlerle genişlemesinde büyük hizmeti olan kapıkulu ocağı, devrinde teşkilâtlı en muazzam ordu idi Zamânın ihtiyâcına göre takviye ve islâh edildi On dördüncü yüzyılda ok, yay, kılıç, mızrak, topuz, balta, pala, mancınık, zemberek gibi silahları kullanan kapıkulu ocağına, daha sonraki yüzyıllarda tüfek ve top da verildi İki buçuk yüzyıla yakın bir zaman boyunca devamlı yenilenerek ilerleyip, kuvvetlenen teşkilât sâyesinde Osmanlı Devleti, her giriştiği işte muvaffak oldu Sultânın hassa kuvvetlerini teşkil ettikleri ve dâimî sûrette hâkanın yanında bulundukları için îtibârları fazlaydı Kapıkulu ocaklarının maaşları, levâzım eşyâları devlet tarafından karşılanıp, terfî ve mükâfâtlandırmanın yanında, disiplinsizlikleri hâlinde de çeşitli cezâ usûlleri tatbik edilirdi

Sefere giden pâdişâhı kapıkulları ortalarına alıp muhâfaza ederler, ona karşı bağlılıklarını gösterirler ve ordunun muvaffakiyetinde büyük hizmetleri geçerdi Osmanlı sultanları baş kumandan sıfatıyla orduda bulundukça, kapıkulu ocakları, bâzı tahrikler dışında, tam bir intizâm içinde hareket etmişlerdir Ancak sultânı başlarında göremeyince, başta yeniçeriler olmak üzere, sürtüşmeleri başladı On yedinci yüzyılda başlayan disiplinsizlikleri, teşkilâta tâlimsiz yabancıların alınması, aslî vazîfelerini ihmâlleri, ve bâzı tahrikler netîcesinde intizamsızlık ve kânunsuzlukları arttı Ufak-tefek ıslâh çalışmalarının işe yaramayacağı anlaşılınca, “Vak’a-i Hayriye” ile 1826 yılında, kapıkulu ocakları bütünüyle lağvedildi Osmanlı ordusu yeni ve modern bir teşkilâtla yeniden kuruldu


Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.

Eski 10-11-2012   #17
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.



Kapıkulu Süvarileri

Osmanlı Devletinde dâimî orduyu teşkil eden kapıkullarının süvâri kısmı

Kapıkulu süvârileri; yeniçeriler ve bostancılar arasında hizmet görmüş olanlarla Enderûn ve Enderûn’a eleman yetiştiren Edirne, Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa sarayları gibi yerlerden içoğlanları ve büyük fedâkarlığı görülen garib yiğitlerden alınan fertlerle vücûda getirilmiş bir sınıftı Bunlar yeniçeriler ve diğer piyâde sınıfları gibi maaşlıydı Timarlı sipâhîlerden ayırmak için kendilerine bölük halkı da denirdi Sonraları yalnız sipâhî demekle kapıkulu süvârisi kastedildi

Kapıkulu süvârî ocağına nefer alınmasına “bölüğe çıkmak” denirdi Altı bölük olan kapıkulu süvârî ocağına, gerek saraylardan, gerek yeniçeri ocağından geçenlere bir hayvan veya hayvan parasıyla berâber yay ve ok akçesi adıyla bir mikdâr para verilirdi

Murâd-ı Hüdâvendigâr zamânında kurulan kapıkulu süvârîleri; başlangıçta sipâhî ve silahdâr olmak üzere ikiye ayrılıyordu Bu iki kısım süvârîden sonra derece derece aşağıya doğru ulûfeciyân-ı yemîn (sağ ulûfeciler) ve ulûfeciyân-ı yesâr (sol ulûfeciler) ve gurebâ-i yemîn (sağ garibler) ve gurebâ-i yesâr (sol garibler) isimleriyle 15 asır ortalarına doğru dört kısım kapıkulu süvârîsi daha kuruldu ve süvârîlerin hepsi altı bölüğe tamamlandı Kapıkulu süvârisînden her bölüğün ayrı ayrı vazifesi vardı

Sipah bölüğü: Süvârî ocağının kırmızı bayrak da denilen en mümtâz ve îtibârlı bölüğü İlk devirlerde devlet ve millet yarârına faydalı hizmette bulunmuş olan nüfûz sâhibi kimselerin çocukları bu bölüğe alınırdı Bunlar sulh zamanlarında cizye, resm-i gazem, mukâtaa gibi mîrî malların tahsîlinde görevlendirilirler ve ekseriyâ üzerlerine hünkâr içoğlanlarından biri ağa tâyin olunarak tahsilâta giderlerdi On yedinci asırda kendilerine tevliyet (mütevellîklik), voyvodalık ve daha başka hizmetler verildi

Sipah bölüğü, pâdişâhların câmiye çıkışlarında ve sefere hareketlerinde, ikişer ikişer sağ tarafında yürürlerdi Harp sâhasında ise ordu merkezinin sağ tarafındaki saltanat bayrakları altında ve bâzan da hükümdârın arka tarafında dururlardı Sefere giderken ordunun geçeceği yerlere sancak tepesi denilen tepeler kurup güzergâhı tesbit etmekle vazifeliydiler Muhârebe meydanında çadırlarını hükümdâr otağının sağında kurarlar gece otağ-ı hümâyûnun korunmasını silahdâr bölüğüyle münâvebeli olarak yaparlardı

Sipâhiler üç yüz bölükten meydana geliyordu On yedinci asrın ilk yarısında her bölükte yirmi-otuz kişi ile bir de bölükbaşı bulunurdu Efrâd, on altıncı asır sonlarında on beşden otuz akçeye kadar değişen yevmiye alırlardı Bölükbaşılarının yevmiyesi ise kırk akçe idi

Silahdâr bölüğü: Sarı bayrak da denilen bu bölük, Osmanlı Devletinde kapıkulu süvârîlerinin ilk teşkil edilen bölüğüdür Bu bölüğe başlangıçta harem-i hümâyûndan çıkan içoğlanlarından, sonradan da Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa ve Edirne saraylarından çıkanlardan ve “veledeş” denilen süvârî çocuklarından efrâd alındı Sipah bölüğünün kurulmasından sonra, silahdâr bölüğünün ehemmiyeti ikinci dereceye düşmüştür

Fâtih Sultan Mehmed Han zamânına kadar beş bölük olan silahdârlar, alaylarda pâdişâhın arkasında yürürler, aşağı bölükler de bunların etrâfında giderlerdi Sefere gidilirken askerin geçeceği yolların açılıp temizlenmesi silâhdârlara âitti Bunun için bir mikdâr neferle kethüdâları veya çavuşları bu işe memur edilirdi Silâhdârlar yolları açarlar, köprüleri tâmir ettirirler, geçilmesi zor bataklıkları temizlettirirler, bunun için de yerli halkı ücret karşılığı bu hizmetlerde çalıştırırlardı Pâdişâh sefere çıktığında birkaç milde bir, yolun her iki; vezîriâzam serdâr olduğu zaman ise sâdece sol tarafa sancak tepeleri ihdâs etmek bunların görevleri arasındaydı Yol açma hizmetlerinden başka tuğculuk, yedekçilik (pâdişâhın yedek atlarının götürülmesi), buçukçuluk (pâdişâhın câmiye çıkışında fakirlere sadaka dağıtılması) gibi vazifeler de bu bölüğe verilmişti

İki yüz altmış ortaya ayrılan silâhdâr bölüğü, seferdeki gibi, câmiye çıkışlarda da pâdişâhın sol tarafında yürürler, harp sahasında ise saltanat sancaklarının sol yanında ve bâzan pâdişâhın arkasında bulunurlardı

Gerek sipâh, gerekse silâhdarların başlarında büyük zâbit olarak silâhdâr ağasından başka; kethüdâ, kethüdâ yeri, başçavuş ve kâtipleri vardı

Ulûfeciyân-ı yemîn ve yesâr bölükleri: Bâzan orta bölükler de denilen iki bölükten birincisine yeşil bayrak ismi verilirdi Sağ ulûfeciler yüz yirmi bölüğe ayrılmışlardı Sarılı beyaz bayrak taşıyan sol ulûfeciler ise yüz bölüktü Sağ ulûfeciler seferde pâdişahın sağında yürüyen sipah bölüğünün sağında; sol ulûfeciler de solunda yürüyen silahdârların solunda yürürlerdi Harp meydanında ve ordunun konak yerinde ise, pâdişâh sancağının biri sağında, diğeri solunda dururlardı Hazîneyi korumak bunların görevleri arasındaydı Bu iki bölükten dördü sağ, üçü de sol ulûfecilerden olmak üzere yedi kişi, subaşı ismiyle bölük subaşılığına tâyin edilirlerdi

Ulûfeci bölüklerine alınan efrâdın hepsi Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa ve Edirne saraylarından çıkmış olmayıp, bunlara ek olarak orduda, devlet adamları hizmetinde ve kumandanlar maiyetinde bulunarak, muhârebelerde yararlıkları görülen efrâd, ekseriyeti teşkil ederdi “Veledeş” denilen süvârî evlâdının ulûfecilere de verildiği olurdu Tehlikeli zamanlarda kendilerine hizmet teklif edilenlerin, hayatlarını tehlikeye koyup o hizmeti îfâ şartıyla bölüğe kaydedilmeleri de kânûn emriydi

Ulûfeciler arasından üç ihtiyâr süvârî “otağçı” ismiyle, eski ve satılması îcâb eden otağları satmak vazîfesiyle mükelleftiler Hükümdâra ve hazîneye âit otağları bunlardan başkası satamazdı Bu üç süvârinin biri emin, biri kâtip, biri de nâzır olurdu

Gurebâ-i yemîn ve yesâr bölükleri: Sağ garibler ve sol garibler denilen bu bölüklere, “aşağı bölükler” de denirdi Bir kısmı diğer bölükler gibi saraylardan alınırken, ekserîsi Türk, Acem ve sâir memleketlerden gelen veya Müslüman ve muhârebe meydanlarında çok tehlikeli işlerde muvaffak olmuşlardan teşkil edilirdi

Sefer esnâsında merkez kolunda her gece otağ ve ağırlıkları muhâfaza ederlerdi Harp esnâsında en mühim vazîfeleri, sancak-ı şerîfin muhâfazası idi Bunun için sancak-ı şerîfin konulduğu çadırın etrâfını karargâh yaparlardı Sancak-ı şerîfin ordu ile bulunmadığı devirlerde, yâni Yavuz Sultan Selîm Handan önce, pâdişâhın sancaklarını bunlar korurlardı Ordugâha odun naklini temin etmek de görevleri arasındaydı

Sağ ve sol garibler ayrı ayrı yüzer bölüğe ayrılmışlardı Sağ gariblerin bayrakları sarı ile beyaz, sol gariblerinki ise yeşil ve beyaz renklerden meydana geliyordu

Gurebâ bölükler efrâdı sonuna kadar bölüklerinde kalmayıp, ocakta ağa değiştiği, bir aşağı bölük ağası bir derece terfi ile yukarı bölüğe ağa olduğu zaman, bu bölüklerden muayyen mikdar efrâd da bir yukarı bölüğe terfî ettirilirdi

Kapıkulu süvârîlerinin silâhları, bir pala ve bir mızrakla, “gaddâre” denilen ve eyerin kaşına asılı olan bir kılıçtan ibâretti Bunlar meşakkate dayanıklı ve atik olan Anadolu atlarına binerlerdi Harpte iki derin hat üzerine nizâm alır, değişmeli olarak düşmana hücûm ederlerdi Her süvârî sefere bir de yedek at götürmek mecbûriyetindeydi

Sipâhî ocaklarına kaydolunacaklar hakkında “hat” denilen pâdişâhın tahrîrî irâdesi çıkardı Bu ocağa gireceklerin ismi evvelâ “mukâbeleci” denilen mâliye memuru defterine kaydedilir Mukâbeleci, ocaktaki mahlûlleri her ulûfe zamânında bir deftere yazarak vezîriâzama bildirir, o da hükümdâra arz ederdi

Vezîriâzamın huzûrunda ulûfelerini alacak süvârîler, maaşlarını alırken, “iptida” denilen askerî hüviyetlerini gösterirlerdi Bu hüviyetlerde, her neferin künyesi, eşkâli ve ulûfe mikdârı yazılı olurdu

Süvârî ağalarından sipah ağası sancağa çıkacak olursa üç yüz bin; silâhdar ve sağ ulûfeci ağaları da, iki yüz bin akçelik haslarla sancakbeyi olurlardı Sol ulûfeci ve gurebâ ağaları ise, hârice çıktıkları vakit defter kethüdâsı olurlar, zeâmet ile çıkarlardı

Kapıkulu süvârîlerinin hükûmet merkezinde yeniçeriler gibi müstakil kışlaları yoktu Bunlar büyük mikdârda at beslemeye mecbûr olduklarından, çoğu hükûmet merkezine yakın yerlerde bulunurlardı

Kaptan-ı Derya

Osmanlı bahriyesinde en büyük âmir ve donanma baş komutanına verilen ad Kaptanpaşa

Kaptanlık, eskiden Gelibolu Sancakbeyi olana verilen bir rütbeydi Fakat Barbaros Hayreddin Paşadan îtibâren kaptanpaşalık, beylerbeyi rütbesindeki şahıslara verilmiştir On altıncı yüzyılın son yarısıyla 17 yüzyıldan sonra da vezirlere verilmeye başlandı ve bu şekilde devâm etti Eğer kaptanpaşa vezir değilse, sıfatı “Cezayir Beylerbeyi” olurdu Umumiyetle kaptanpaşaların denizcilikten gelmeleri şart değildi Eyâlet vâlileri veya kubbe vezirlerinden biri de kaptanpaşa olabilirdi

Kaptan-ı derya tâbiri, 1867 târihine kadar kullanılmış, bu târihten sonra bahriyenin bütün işleri “Bahriye Nezâreti” adlı bir teşkilâta verilmiştir Kaptan-ı deryâlık 1876 Haziran ayında Kayserili Ahmed Paşanın ikinci Bahriye Nâzırlığında yeniden ihdas edilmişse de, aynı yıl Bahriye Nezâretine dönüşmüştür

Kaptanpaşa Eyaleti

Osmanlı Devletinde kaptanpaşanın idâresine verilen eyâlet

Barbaros Hayreddîn Paşanın Osmanlı Devleti hizmetine girmesinden sonra, kaptanpaşa idâresindeki Gelibolu sancağına yeni sancakların ilâvesiyle Cezâyir-i Bahr-i Şefîd (Kaptanpaşa) eyâleti kuruldu Merkezi Gelibolu (Paşasancağı) olan bu eyâlete, Gelibolu, Kocaeli, Suğla, Biga, Eğriboz, İnebahtı, Mizistre, Karlıeli ve Midilli sancakları bağlandı Cezâyir-i Garb de, Barbaros Hayreddîn Paşadan îtibâren kaptanpaşaya bağlandı Sonraları; Mehdiye, Nakşe, Sakız, Girne, Lefkoşe, Andre sancakları da kaptanpaşa eyâletine dâhil edildi Bu sancakların beylerine “deryâ beyi” denirdi Zamanla eyâletin toprakları azaldı On dokuzuncu yüzyılda Kala-i Sultânî (Çanakkale) merkez olmak üzere yeniden düzenlendi ise de, 1867’de lağv edildi

Kara Kuvvetleri

Târihin bilinen ilk devirlerinden îtibâren Türkler, bilhassa orduya ve eğitime önem vermişler, bu ordular sâyesinde târihte devletler, imparatorluklar ve hattâ cihan imparatorlukları kurmuşlar, hak ve adâletin savunucusu olmuşlardır Bu orduların en önemlisi Kara Kuvvetleri dediğimiz kara ordusudur

Kara Kuvvetlerinin vazifesi, düşmanı saldırıdan caydırmak, saldırıları tesirsiz hâle getirmek, mümkünse yok etmek ve millî menfaatin gözetilip sağlanmasında gereken harekâtı yapmaktır Türk Kara Kuvvetlerinin teşkilâtlı bir şekilde kuruluşu, Büyük Hun İmparatorluğunda, Mete zamanında MÖ209 senesinde olmuştur Bu târih, Türk Kara Kuvvetlerinin ilk kuruluş yılı olarak kabul edilmektedir Türkler kendi yaptıkları sapan, ok, yay, kargı ve topuzu savaşlarda kullanırlardı Genel olarak Türk kuvvetlerinde itâat, disiplin, savaşma azmi çok yüksek olup çocuklar küçük yaştan îtibâren asker olarak yetiştirilirlerdi Ata binmek, ok atmak herkesin en tabiî haklarındandı En önemli sporları ise avcılıktı, bilhassa sürek avları hakîkî bir savaş manevrası özelliğini taşırdı

Hükümdâr aynı zamanda ordunun başkomutanıydı Bu durum, Osmanlılar dâhil bütün Türk devletlerinde hiç değişmemiştir Eski Türk devletlerinde en büyük rütbe Kaanlık olup, sonra Yabguluk rütbesi gelirdi Komutanlara tuğ verilir, savaştaki başarısına göre rütbesi ve tuğu arttırılırdı Türk ordusu onluk sisteme göre teşkil edilirdi Birlikler on, yüz, bin ve tumane (toman, tümen) denilen onbinlik de binliklere bölünürdü Bunların komutanlarına Onbaşı, Yüzbaşı, Binbaşı, Tumanbaşı, Tomanbey veya Tümenbeyi denilmektedir

İslamiyetten sonra Ortaasya Türk devletleri ve Anadolu Selçuklu Devleti ile Beyliklerin askerî teşkilâtı Mete devrinden beri süregelen askerî teşkilâtın aynıdır

Selçuklular bu askerî teşkilâtı aynen kendi bünyelerinde tatbik edip geliştirmişler ve 800 yıla yakın bir zaman İslâm dünyâsında askerî ve mülkî idârelerin tanziminde örnek olmuşlardır

Selçuklu orduları, özel bir eğitime tâbi tutulup doğrudan doğruya sultana bağlı “Gulamân-ı Saray” ile her an savaşa hazır “Hassa ordusu”, meliklerin, şahnelerin askerleri ve nihâyet tâbi hükûmetlerin kuvvetlerinden oluşmaktaydı Ayrıca gerektiğinde halktan ücretli asker toplanırdı

Karahanlı, Türkmen beylikleri ve başlangıçta Anadolu Selçuklu orduları Türklerden kuruluydu Gazneli ordusunda ise yerli unsur büyük çoğunluk teşkil ediyordu Selçuklular savaşta ordunun moralini yükseltmek için nevbet ve cenk takımları kurmuşlar, bilâhare bu takım Osmanlılarda mehter takımlarına dönüştürülmüştür

Selçuklularda bir tuğ Onbaşı(Ortakbaşı-Vişak başı); iki tuğ Çavuş (Serheng-Ellibaşı); üç tuğ Yüzbaşı (Haylı); dört tuğ Binbaşı (Hacip veya Hadim); beş tuğ Emir (General); altı tuğ Sipehsâlâr veya Beylerbeyi; yedi tuğ Hükümdâr (Başkomutan) rütbe işâretleridir Bütün askerî işler merkezdeki Dîvân-ı Arz denilen dîvânda görüşülürdü

Osmanlı Devlet teşkilâtında ordu; Orhan Gâzi (1326-1359) devrinde aşîret kuvvetlerinden dâimî orduya geçildi Ordu; Kapıkulu Ocakları, Eyâlet askerleri ve geri hizmet kıt’alarını meydana getiren Yayalar-Yörükler, Müsellemler, Conbarlardan meydana gelirdi (Bkz Kapıkulu Ocakları) Eyâlet Askerleri, Timarlı Süvâri, Azaplar ve Akıncılardan teşkil edilirdi Birinci Sultan Murâd Han 1363’te Yeniçeri Ocağını kurdu

Osmanlı ordusunda Sultan Üçüncü Selim Han (1789-1807) devrinde askerî ıslâhâtlar yapıldı Yeniçeriler yeni silâh kullanmayıp, değişik elbiseleri kabul etmediğinden devrin usûlünde Nizâm-ı Cedîd ordusu kuruldu Fakat yeniçeriler isyân edince kaldırıldı Yeniçerilerin, 18 ve 19 yüzyıllarda disiplinsizlikleri iyice artınca Sultan İkinci Mahmûd Han (1808-1839), 17 Haziran 1826’da bu ocağı kaldırıp, 20 Haziran 1826’da Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye ordusunu kurdu Yeni ordunun mevcudu Sultan İkinci Mahmûd Han devrinde 188000’e çıkarıldı Sultan Abdülmecîd Han (1839-1861) devrinde 1843’te altı ordu kurulup, askerlik müddeti beş yıla yükseltildi Sultan İkinci Abdülhamîd Hân (1876-1909) devrinde Kara Kuvvetlerinin ihtiyâcı olan subayları yetiştirmek üzere askerî ortaokul ve liselerin yanında İstanbul’dakine ilâveten Harp Okulu sayısı yediye çıkarıldı 1887’de Topçu teşkilâtı genişletildi 1908’de İkinci Meşrûtiyetin îlânıyla Kara Kuvvetlerinde değişiklikler yapılmak istenmişse de Trablusgarp ve Balkan Harpleri netîcesinde muvaffak olunamadı Birinci Dünyâ Harbinde yedi cephede kahramanca mücâdele eden Kara Kuvvetlerinin mevcudu Mondros Mütârekesi sonunda 1919’da 50000’e indirildi Türk İstiklâl Harbinde Kara Kuvvetleri sekiz kolordu, yirmi piyâde tümeni hâline getirildi

Osmanlı ordusunda kullanılan rütbeler ve kabûl târihleri:

Erbaş ve erler: Er, Onbaşı, Çavuş

Küçük zâbitler (Astsb): Bölük Emini (1828), Çavuş, Başçavuş (1828)

Subaylar: Mülâzim-i Sânî (Tğm, 1793), Mülâzim-i Evvel (Ütğm, 1828) Yüzbaşı, Tabur Kâtibi, Sol Kol Ağası (KdYzb, 1828), Sağ Kol Ağası (ÖnYzb, 1828) Alay Emîri (Yzb rütbesinde)

Üst subaylar: Bnb, Baş Bnb (1793), Kaymakam (Yb, 1831), Miralay (Alb, 1828)

Paşalar (Generaller): Mirliva (Tuğg 1831), Ferik (Tümg 1831), 2’nci Ferik (Korg, 1908), 1’inci Ferik (Org 1904) Müşir (Mareşal, 1832)

Kazasker

Osmanlı Devletinde askerî sınıfa âit şer’î ve hukukî dâvâlara bakan hâkim Kazaskerlik, ilmiye mesleğinin en yüksek mertebelerinden biri olup, teşkilât târihi bakımından ordu kâdısı demektir

İlk olarak Abbâsîlerde kâdılkudâtlık şeklinde görülen kazaskerlik; Harizmşahlarda, Anadolu Selçuklu Devletinde, Eyyûbîlerde, Memlûklerde hattâ Karamanoğullarında da vardı Osmanlılarda kâdılık iki kısımdı Biri kânun ile teşkil edilmiş askerî sınıfların, diğeri ise askerlerin dışındaki halkın dînî (şer’î) ve hukûkî işlerine bakarlardı Kâzaskerler sefere katılırlardı Sulhte sivil dâvâlara bakarlardı İlk defâ Sultan Birinci Murâd Han zamânında askerî sınıfın dînî ve hukukî işlerine bakmak üzere kâdıaskerlik ihdâs edilmişti Bu makâma Bursa Kâdısı Çandarlı Kara Halil Efendi tâyin olunmuştu (1363) Kazaskerlik 1480 yılına kadar tek iken, sınırların genişlemesi sebebiyle bu târihte Rumeli ve Anadolu kazaskerlikleri adıyla ikiye ayrıldı Sultan Süleymân Han Kânunnâmesi’nde kimlerin asker ve asker hükmünde olduğu açıkça yazılıdır Kazaskerlerin vazîfeleri kânun ile belirlenmiştir Sulhte, Rumeli Kazaskeri İstanbul’daki Müslümanların dâvâ ve işlerine; Anadolu Kazaskeri de gayri müslimlerin dâvâlarına bakardı Kazaskerlerin kıyâfeti ilmiye kıyâfeti olup, kânunnâmeler ile tesbit edilmişti Kazaskerler dîvânın tabiî âzasıydı Şeyhülislâmlar dîvânda bulununcaya kadar dîvândaki dînî meseleler, kazaskerler tarafından hallolunurdu Kazaskerlerin dîvândaki mevkileri vezirlerden sonra gelirdi Fâtih Kânunnâmesi’nde buna dâir kayıt vardır Dîvâna geldikleri zaman vezirler gibi karşılanırlardı

Kazaskerler, Dîvân-ı Hümâyûnda dâvâ dinlerler, ayrıca salı ve çarşamba günleri hâricinde hergün kendi konaklarında dîvân toplarlardı Burada kendilerine havâle edilen veya kendilerine âit olan şer’î ve hukûkî işlere bakarlardı Kazaskerlerin tezkireci, rûznâmeci, matlabcı, tatbikçi, mektubcu ve kethüdâ isimlerinde altı yardımcısı vardı

Tezkireci, kazasker kaleminin âmiriydi Rûznâmeci, tâyin işleriyle uğraşan kalemin müdürüydü Matlabcı, kâdıların durumlarını bildiren defteri tutardı Tatbikçi, büyük kâdıların gönderdikleri evrakların mühürlerini kendi yanında bulunan o şahsın mühürü ile kontrol eder, böylece sahtekârlığın, suistimallerin önüne geçilirdi Mektupçu, kazaskerlere âit bütün yazışmaları idâre ederdi Kethüdâ, para işleriyle meşgûl olurdu

Kazaskerler 16 asrın ikinci yarısına kadar müderris ve kâdıların tâyininde vezîr-i âzamlara arz ve delâlette bulunurlarken, sonraları bu mühim görev şeyhülislâmlara verildi Muayyen maaşlı müderris ile kazâ kâdılarının tâyinleri ise kazaskere bırakıldı Yalnız bu tâyinler keyfî yapılmaz; kazasker, Dîvân-ı Hümâyûn günü pâdişâhın huzûruna çıkar, getirdiği defterlerdeki isimleri okuyarak selâhiyeti dâhilindeki müderris ve kâdıların tâyinlerine müsâade isterdi Bütün müderris ve kâdıların tâyinlerinin kendilerine âit olduğu zamanda vezîr-i âzamın muvâfakatını alırlardı

Kazaskerlerin tâyinleri, 17 asra kadar vezîr-i âzamların pâdişâhlara arzı ile yapılırdı Şeyhülislâmlar bu târihten îtibâren vezîr-i âzamların muvâfakatini alarak kazaskerlerin tâyinlerini pâdişâha arz etmeye başladılar Rumeli Kazaskerliği, Anadolu kâzaskerliğinden daha önemliydi Kazaskerlerin görev süreleri 17 asra kadar iki yıl iken, daha sonra bir yıla indi Kazasker olan bir zât birkaç defâ aynı makâma tâyin edilebilirdi Kazaskerin verdiği kararların doğru olup olmadığı diğer bir hâkim tarafından tetkik edilir, aksaklık olursa, düzeltilmesine karar verilirdi

Pâdişâhlar sefere çıkarlarken, kazaskerler de muhakkak sefere iştirak ederlerdi Vezîr-i âzamların serdâr-ı ekrem olarak gittikleri seferlerde ise kazaskerler nâmına bir ordu kâdısı vazîfelendirilirdi

Kazaskerlik Osmanlı Devletinin sonuna kadar devam etmiş ve Osmanlı Devletiyle birlikte bu makam da kalkmıştır

Kervansaray

Kervanların ticâret yolları üzerindeki konak yerleri Devlet veya hayırsever kişiler tarafından kurulan bu muhkem binâlarda kervan ihtiyaçları ücretsiz karşılanırdı Bunlar, bir şehir içinde olurlarsa, “han” adını alırdı

İslâmiyetin yayılış dönemlerinde askerî maksatla ve sınır emniyetini korumak için kurulan ribatlar, sonraki devirlerde ticârî maksatla kullanıldı ve bu binâlara, kervansaray adı verildi Türklerin Müslüman olmasından sonra, genişleyen İslâm toprakları üzerinde ortaya çıkan kervansaraylar, Selçuklular zamânında en gelişmiş şeklini aldı Anadolu’da bulunan çeşitli ticâret yolları üzerinde yüze yakın kervansaray yapıldı

Uzaktan bakılınca bir kale gibi görünen; içlerine girildiği zaman kervan kâfilelerinin her türlü ihtiyâçlarını karşılayacak bir teşkilâta sâhib olan bu binâlar, Selçuklu sultanları ve yüksek devlet görevlileri tarafından büyük ticâret yolları üzerinde her menzil için, yâni 30-40 kilometrelik mesâfede bir yaptırılmışlardı Müslüman doğu ve Hıristiyan batı ülkeleri arasında bir köprü vazîfesini gören Anadolu toprakları üzerine, İkinci Kılıç Arslan, Birinci Gıyâseddîn Keyhüsrev, Birinci İzzeddîn Keykâvus ve Birinci Alâeddîn Keykubâd gibi iktisâdî ve ticârî hayâtın önemini bilen Selçuklu sultanları; Antalya ve Sinop gibi giriş ve çıkış limanlarıyla önemli ticâret merkezlerini birbirine bağlayan ticâret yolları üzerinde büyük kervansaraylar kurdular Bu merkezlere yerleştirdikleri tüccârlara her türlü yardımda bulundular Anadolu’ya gelen yabancı tüccârlara da büyük kolaylıklar gösterdiler Yollarda herhangi bir şekilde zarar gören, soyguna uğrayan ve malları denizde batan tüccârların zararlarını devlet hazînesinden tazmin ederek, bir nevî devlet sigortası kurduları Antalya ve Alâiyye (Alanya)den başlayıp Isparta, Konya, Aksaray, Kayseri, Sivas, Erzincan ve Erzurum gibi büyük merkezlerden geçerek İran ve Türkistan’a ulaşan doğu-batı istikâmetindeki yol üzerinde; Konya-Akşehir istikâmetinden İstanbul’a ve Batı Anadolu vâdilerine ulaşan yol üzerinde; Konya, Ankara, Çankırı, Kastamonu, Durağan, Sinop istikâmetindeki ve Sivas, Tokat, Amasya, Merzifon, Samsun hattıyla Sinop’a ulaşan güney-kuzey ve Elbistan, Malatya, Diyarbakır üzerinden Irak’a giden yollar üzerinde pekçok kervansaray yaptırdılar

Selçuklular zamânında Anadolu’da kurulan yol güzergâhları, Osmanlılar zamânında değişti Bunun sonucu olarak bâzı yerler ticârî merkez olma durumunu kaybettiler

Zâten Ümit Burnu yolunun bulunması ile Hindistan’a ulaşan ticâret yolunun ağırlık merkezi de Atlas Okyanusuna kaymıştı Anadolu’da ticâretin önemini kaybetmesi üzerine, Selçuklular zamânındaki kervan yolları da ıssızlaştı Meselâ Osmanlı Devletine başşehir olan İstanbul’u, Sûriye ve Irak’a bağlayan yol, Konya-Adana istikâmetini tâkib ettiği için, Antalya’dan Sivas’a veya Elbistan’dan Kayseri ve Sivas’a giden yollar, bu şehirleri birbirine bağlayan tâli yol durumuna düştü Bu yollar üzerinde bulunan kervansaraylar da ister istemez eski önemini kaybetti Fakat yeni yol güzergâhlarının ortaya çıkması üzerine Osmanlılar da, kervansaray yapımına devâm ettiler İstanbul’u, Sûriye üzerinden Mekke ve Medîne’ye bağlayan yol üzerinde hac farîzasını îfâ etmek için giden hacıların her türlü ihtiyâçlarını karşılamak üzere kervansaraylar kurdular

Zengin ticârî malları taşıyan kervanlar için hudut civârında düşman çapulcularından, içeride göçebe ve eşkıyâ baskınlarından koruyacak emniyetli konak yerleri sağlamak ve yolcuların kondukları ve geceledikleri yerlerde her türlü ihtiyâçlarını temin etmek maksadıyla kurulan kervansaraylarda; yatakhâne ve aşhâneler, erzak ambarları, ticârî eşyâ depoları, yolcuların hayvanları için ahırlar, samanlıklar, yolcuların namaz kılmaları için mescidler, kütüphâneler, misâfirlerin yıkanması için hamamlar, abdest almaları için şadırvanlar, tedâvîleri için hastahâne ve eczâhâneler, ayakkabılarının tâmiri ve fakir yolculara yenisinin yapılması için ayakkabıcılar, hayvanları nallamak için nalbantlar, bu teşkilât ve tesisleri idâre edecek, gelir ve gider hesaplarını yapacak dîvân (büro) ve memurları vardı

Umûmiyetle Selçuklu sultanları ve devlet adamları tarafından yaptırılan bu muazzam kervansarayların hepsi vakıftı Maddî büyüklükleri ve teşkilâtları nisbetinde zengin gelir kaynaklarına da sâhiptiler

Bu sûretle kervansaraylara inen ve konaklayan tüccar ve her türlü yolcu, zengin fakir; Müslüman gayri müslim kim olursa olsun, orada her türlü ihtiyâcını ücretsiz olarak görebilirdi

Kervansaraylarda hasta yolcular, sıhhat buluncaya kadar tedâvi edilir, hayvanlarının tedâvisi de baytar (veteriner) tarafından yapılır ve tedâvi masrafları vakıf tarafından karşılanırdı Fakir hastalar, öldüğü takdirde kefen masrafları da vakıf gelirlerinden ödenirdi

Büyük ve muhkem binâlar olan kervansaraylarda akşam olunca kapılar sıkıca kapatılır, vazifeliler tarafından kandiller yakılırdı Kapı kapandıktan sonra hiç kimse dışarıya çıkarılmaz, fakat dışarıdan gelenler içeriye alınırdı Şafak atınca davullar çalınır, herkes uyandıktan sonra hancılar; “Ey ümmet-i Muhammed! Malınız, canınız, elbiseleriniz ve atınız tamam mı!” diye sorarlar, herkes; “Tamamdır Allahü teâlâ hayır sâhibine rahmet eylesin” diyerek kervansarayı vakf edene duâ ederlerdi Herkes gerekli yol hazırlıklarını yaptıktan sonra kapılar açılır, misâfirlere; “Gâfil gitmeyin, herkesi arkadaş etmeyin, yürüyün, Allah âsân (kolay) getire” diye duâ ve nasîhatte bulunduktan sonra kervanlar uğurlanırdı

Sulh zamânında ticârî maksatlar için kullanılan kervansaraylar, harb zamânında o belde ahâlisinin düşman hücûmundan korunmak için sığındığı veya sefer esnâsında ordunun konakladığı müstahkem yer olarak da kullanılırdı Bilhassa hudut boylarına yakın kervansaraylar, hudut kalesi vazifesini görürdü Aksaray yakınındaki Sultan Hanı, 20000 askerle kuşatan bir Moğol komutanına iki ay dayanacak ve alınamayacak ölçüde muhkem idi

İslâm dîninin misâfirperverliğe ve hayırseverliğe verdiği ehemmiyet sonucu, ortaya çıkan kervansarayların bir benzeri, ortaçağ Avrupasında olmadığı gibi, düşüncesi bile mevcut değildi İslam tarihinin önceki devirlerinde olduğu gibi, Osmanlılarda da bu güzel ve faydalı eserler uzun bir zaman halkın hizmetinde kullanıldılar


Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.

Eski 10-11-2012   #18
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.



Kubbealtı

Topkapı Sarayında başta sadrâzam olmak üzere Osmanlı devlet adamlarının toplanıp, devlet işlerini görüşerek karara bağladıkları yer Buraya Dîvân yeri de denilirdi

Topkapı Sarayının her tarafından görülen dört köşeli büyük kulesinin üstünde olan kubbealtına orta kapıdan girilir Bina, beyaz mermer ve yeşil parafinden gâyet güzel sütunlar üzerine saçak konularak inşâ edilmiştir Saçak, önündeki taşlığın üzerini de örtmektedir İlk kubbealtı, Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde yapılmıştı Şimdiki kubbealtı binâsı Üçüncü Selim ile İkinci Mahmûd Han zamânında tâmir edildiklerine dâir iki kitâbe taşımaktadır

Kubbealtındaki üç salonun soldakinde dîvân toplanırdı Salonun etrâfındaki sedirlerde dîvân âzâları, ortadaki makamda ise sadrâzam otururdu Pâdişâh bu salona açılan Kasr-ı Adil adı verilen kafesli pencereden dîvân müzâkerelerini tâkib ederdi İkinci salon Dîvân-ı Hümâyun Kalemi olup, dîvân kânunları burada tasdik edilirdi Kubbealtının arkasındaki dört köşeli yüksek kuleden etrafta olan hâdiseler seyredilirdi

Üçüncü kubbenin altındaki salonda devletin asıl defter ve kayıtlarını kapsayan ruznâmeler, piyâde ve süvârî mukabeleleri, cizye mukataa, mevkufat gibi defterler sandıklar içerisinde saklanırdı Burası her dîvân günü sadrâzamdaki mühr-i hümâyûn ile mühürlenirdi İlk kubbe arasındaki yerde reisülküttap ile dîvân-ı hümâyun kâtipleri otururdu Bu üç kubbenin dışında, sekiz kubbealtında dış hazîne saklanırdı

Kubbealtında devleti idâreye memur olan heyet toplanırdı Burada devlet işleri görüşüldüğü gibi halkın önemli dâvâlarına da bakılırdı Dîvân toplantıları; Pazartesi, Salı, Cumartesi ve Pazar günleri olurdu Görevliler sadrâzamdan önce gelir beklerlerdi Sadrâzam gelince bütün görevliler karşılar, onun selâm verip odaya girmesinden sonra arkasından onlar da içeri girerlerdi Vezirler, kâdıaskerler, defterdarlar ve nişancı yerlerini alırlar özel merâsimle toplantı açılırdı

Toplantı bittikten sonra kubbealtında yemek yenirdi Üç sofra kurulur, herkes kendi sofrasındaki yerine otururdu Yemekten sonra yapılan işler hakkında sadrâzam pâdişâha arzda bulunur ve emirlerini alırdı Belli günlerin hâricinde, ordunun harbe gidiş ve gelişlerinde, bayramlarda, saltanat değişikliklerinde, yabancı elçiliklerin kabûlünde kubbe altında toplantılar olurdu

Devlet meseleleri Bâbıâli’de görüşülmeye başladıktan sonra, kubbealtı kısmen önemini kaybetti

Lağımcı Ocağı

Osmanlı ordusunda lağımcı sınıfının bağlı olduğu ocak Timarlı ve ulûfeli olan lağımcılar, yer altından yollar açarak fitil ve barutla kale bedenlerini yıkmak ve siper kazmak gibi vazîfelerde bulunurlardı

Kapıkulu ocakları arasında yer alan lağımcı ocağının ne zaman kurulduğu bilinmemektedir İkinci Murâd döneminde Rumeli kalelerinin fetihlerinde büyük yararlıklar gösterdikleri bilinmektedir Lağımcıların ulûfeli olanları Fâtih Sultan Mehmed devrinde cebeci ocağına bağlandı Ocağın âmiri cebecibaşıydı Eyâlet askerleri arasında kurulan lağımcı birliğinin âmiri ise lağımcıbaşıydı Bu ocağın kethüdâ, çavuş ve alemdâr denilen subayları da mevcud olup, bunlara geçim için dirlik olarak zeâmet; askerlere ise timar verilirdi Zeâmetli ve timarlı lağımcılar seferlere atlı olarak iştirak ederlerdi

Lağımcı neferlere (askerlere), başlarında bulunan subayları tarafından kuruluşundan îtibâren geometri ve diğer mîmârî sanatlara âit bilgiler ile lağım bağlama usulleri en iyi şekilde öğretilirdi Lağımcı nizamnâmesine göre, iki yüze yakın tâlim bilgileri yanında bunlara yardımcı bilgileri öğrenmek şarttı On yedinci asrın ortalarından îtibâren bozulmaya başlayan ve gitgide sanattan anlamayanlarla dolan bu sınıf, 1792 yılında yapılan nizamnâme ile düzeltilmeye çalışıldı Ancak bir netice alınamaması üzerine, 1826 yılında yeniçerilikle birlikte ortadan kaldırıldı

Lonca

Eskiden belirli bir şehirde oturan sanatkâr ve sanâyicilerin mensup oldukları meslekî teşkilat

Loncaların kökeni, 7 ve 8 yüzyıldan îtibâren faaliyet gösteren fütüvvet ve ahîlik teşkilâtlarına dayanır Ahîlik kuruluşuna âit töreler, kurallar birçok özellikler loncalarda devam eder

Loncaların iki ana gâyesi vardır: 1) Lonca mensubu sanatkâr, esnaf arasında sosyal eşitliği ve dayanışmayı sağlamak 2) Meslekî faaliyetin uygulanışını düzenlemek ve denetlemek Loncalar, bugünün Esnaf ve Sanatkârlar Derneğine benzetilebilir Loncaların ekonomik ve meslekî, kültürel ve sosyal faaliyet ve vazifeleri vardı

Kendi içinde sıkı bir disiplinle teşkilatlanmış olan loncalar, bu özelliği ile devletin piyasa kontrolünü kolaylaştırıyorlardı Aynı esnaf grubunun bağlı olduğu loncaların içinde rekabetin yasaklanmış olması, kaynakların ihtiyaçlar dâhilinde kullanılması, kaynak israfı, karaborsa ve fâhiş fiyat artışına mâni oluyordu Devletle sıkı irtibâtı olan loncalar, hükümet tarafından teftiş edilebiliyordu Muhtelif târihlerde esnafla alâkalı olarak çıkarılan yasaknâme ve fermânlar esnafın aksayan yönlerini düzeltme gâyesindeydiler

Esnaflar, bağlı oldukları lonca heyetinin sıkı bir denetimi altındaydı Ustaların hammaddelerini nereden, nasıl ve ne evsafta alacakları loncalar tarafından düzenlenmekteydi Lonca üyeleri arasındaki eşitliği bozmamak temel gâyeydi Tüketiciyi de korumak göz önünde tutulurdu Ustaların kullandığı bütün âlet ve edevât devamlı denetlenirdi Üretilen malların fiyatlarının nisbetini loncalar denetlerdi Denetimden geçen mal damgalanır ve pazara sunulurdu Bozuk mal çıkaran esnaf cezalandırılırdı “Pabucu dama atıldı” deyimi buradan kalmadır Düşük kaliteli mallar da fakirlere dağıtılırdı Çırakların mesleğe girmeleri, meslekte ilerlemeleri ve yükselmeleri, loncaların koyduğu kâidelere ve âdete bağlıydı Lonca mensupları arasında rekabet yasaktı

Kalfaya, usta olduktan sonra, pîri, bir törenle ustalık belgesi verirdi Dükkân açacak olup da parası olmayana lonca para ve sermâye verip, dükkan bulurdu Evlenmek isteyenleri evlendirir, masraflarını görürdü Yoksul cenâze sâhiplerinin cenâzesini kaldırır, hastalara yardım ederdi

Görünüşte iktisâdî müesseseler olan loncalar, iç yapı îtibâriyle cemiyette hâkim olan bâzı ahlâkî kâideleri, müeyyideleri ile, esnafın kendi kendine tatbik ettiği müesseselerdir Loncalarda bulunan iş ahlâkının temelinde, otoriteye ve geleneklere bağlılık, el işçiliğine hürmet, kanâatkârlık, meslek sırrını saklamak gibi prensipler yatmaktaydı

Osmanlı Devletinde loncaların ekonomik vasıfları yanında, onlara husûsiyet kazandıran, iç kuruluşları ve sosyal faaliyetleridir Osmanlı Devletinin kuruluşunda önemli olan ahîlikle yakın bağları bulunan loncaların da, ahîliğin; yiğit, ahî ve şeyh olmak üzere üç derecesine karşılık çırak, kalfa, usta, nakib vekili, nakib, baş nakib, şeyh halifesi, şeyh ve şeyh-üş-şuyûh olarak dokuz kademesi vardı Ahîliğin kavlî ve seyfi üyelik olmak üzere, üyelerinin iki grupta değerlenmesi yerine, loncalarda üyelik kavlî, şürbî ve seyfî olarak üç grupta meydana getirildi

Lonca teşkilâtı, Osmanlı Devletinin en ücrâ köşelerine kadar yayılmıştı Avârız sandıkları sistemiyle üyelerini, her türlü kazaya ve ölüme karşı aileleriyle berâber sigortalamıştı Lonca teşkilâtı, Osmanlı Devletinin sosyal yapısında büyük güç, düzen, âsâyiş ve ahlâk unsuru olmuştur Kendi bünyesi içerisinde denetlendiği gibi, devletin de kontrolü altında bulunuyordu On yedinci yüzyılda İstanbul’da 1109 Loncaya bağlı, 126000 üye tespit edilebilmişti

Osmanlı Devletinin son zamanlarında, sanâyileşme hareketlerinin ve fabrikalaşmanın başlaması neticesinde el sanatları giderek önemini kaybetti İttihat ve Terakki Fırkasınca 1913 târihinde loncalar kaldırıldı

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.

Eski 10-11-2012   #19
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.



M

Mabeyn

Osmanlı saray ve konaklarında haremlik ve selamlık bölümlerini ayıran dâire Arapçada “iki şeyin arası” mânâsındadır Sultan İkinciMahmûd Han devrinden îtibâren sarayların selamlık dâirelerine “Mâbeyn-i Hümâyûn” denilmiştir

Yine Osmanlı Devletinin kuruluşunda işlerin azlığı sebebiyle pâdişâhlar herkesle teşrîfât ve merâsime hâcet kalmaksızın görüşürlerdi Devletin büyümesi ve gelişmesi netîcesinde saray ve saray teşrîfâtı ortaya çıktı Fâtih Sultan Mehmed Han, kânûnnâmeleri çıkartıp teşrîfât için maddeler koydurmuş ve; “Evvelâ bir arz odası yapılsın Cenâb-ı şerîfim pes perdede oturup haftada dört gün vüzerâm ve kazaskerim ve defterdârlarım rikâb-ı hümâyûnuma arza girsünler” demiştir Bu duruma göre acele haller dışında vezirler bile haftada ancak dört gün pâdişâhla görüşebilecekti

Pâdişâhla görüşebilmek için mürâcaatlar, kapıağasına yapılır, o da mâbeynci görevi yapan kapıcılar kethüdâsına duyururdu Daha sonra sırayla vezir ve kazaskerlere haber verilirdi Sultan İkinci Mustafa Handan îtibâren silâhdârlar aynı zamanda mâbeyncilik de yapmaya başladılar Çuhâdâr ve rikâbdâr da her zaman pâdişâhın huzûruna girebilirdi

Osmanlılarda ilk defâ mâbeynci ünvânıyla memur istihdâmı Sultan Üçüncü Selim Han zamânındadır Ondan sonra bu ünvân ile memurlar tâyin edildi ve ehemmiyetleri de arttı

Sultan İkinci Abdülhamîd Han devrinde mâbeyn başlı başına bir dâire hâline geldi Saraydaki mâbeyn dâiresinde başmâbeynci, ikinci mâbeynci ve öbür mâbeynciler kendilerine ayrılan odalarda oturur, sırayla nöbet tutarlardı Abdülhamîd Han mâbeyncileri bizzat seçerdi Sadrâzam ile vezirler saraya geldiklerinde kendilerine ayrılan odalarda, diğer ziyâretçiler mâbeyn dâiresindeki odalarda beklerdi

Mâbeyn vâzifelileri şunlardı:

Mâbeyn başkâtibi: Sarayın yazı işlerini idâre eden teşekkülün (kurumun) reisidir Diğer bir târifle Osmanlı sultânı ile hükûmet teşkilâtının başında bulunan sadrâzam arasındaki haberleşme ve yazı işlerine bakan memurun ünvânı olup, bu vazîfe sâhibinin asıl adı sır kâtibi idi Emrindeki diğer memurlara mâbeyn kâtibi denirdi

Mâbeyn başkâtibi olarak hizmet edenlerden vezîrler ile yüksek devlet memuriyetinde bulunanların yanında, Saîd Paşa gibi sadrâzam olanlar da vardır

Mâbeynci: Pâdişâhın dışarı ile olan işlerine bakan ve dilekleri kendisine ulaştıran saray memurlarıdır Bunun yerine, yakın mânâsında kurenâ tâbiri de kullanılmıştır Enderûn ağalarından silâhdâr, çuhâdâr, rikâbdâr, tülbent ve peşkir gulâmı ile baş müezzin, sır kâtibi baş çuhâdâr, kahvecibaşı, sarıkçıbaşı ve tüfekçibaşı Mâbeyn dâiresinde hizmet ettikleri için, kendilerine Mâbeynci adı verilmiştir

Mâbeynciler, nöbetleşe sarayda kalırlar ve nöbetçi oldukları günün gecesi odalarında yatarlardı

Mâbeyn çavuşu: Buna hünkâr çavuşu da denilmiştir Pâdişâhı korumak, atla habercilik yapmak ve dâvetlileri saraya çağırmakla görevli askerî saray memurudur

Mâbeyn erkânı: Saray ileri gelenlerine verilen ad olup; başkâtip, başmâbeynci, mâbeyn müşiri, dârüsseâde ağası, baş imâm, hazîne-i hassa nâzırı, ıstabl-ı âmire müdiri ve emsâli bu kabildendir

Mâbeyn ferîki: Pâdişâhı korumakla görevli askerlerin, tümgenerâl rütbesindeki kumandanıdır

Mâbeyn müşîri: Sarayda pâdişâh maiyetindeki mareşal rütbeli askerî mümessildir Plevne kahramanı Osman Paşa, mâbeyn müşirlerinin en meşhurudur

Maliye Nezareti

1838’de kurulup cumhûriyete kadar devâm eden Osmanlı mâliye bakanlığı Sultan İkinci Mahmûd devrine (1808-1839) kadar Osmanlı Devletinde mâlî işler, merkezî bir teşkilâtla yönetilmezdi Merkez ve eyâletlerin değişik mâliye teşkilâtı vardı Tımar sisteminin bozulması para değerinin düşmesi, bâzı toprakların kaybedilmesi, uzun süren savaşlar gibi sebepler, Osmanlı mâliyesini yeni tasarruf tedbirleri almaya ve yeni vergi kaynakları bulmaya zorladı İşe yaramaz bir masraf kapısı hâline gelen yeniçeri ocağı kaldırıldı(1826) Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye kuruldu ve bunlara subay yetiştirmek için okullar açıldı Bunların harcamalarını karşılamak için me’mure hazînesi kuruldu (1834)

Bundan başka, Sultan İkinci Mahmûd döneminde Hazîne-i Âmire, Darbhâne Hazînesi, Redif Hazînesi ve Tersâne Hazînesi olmak üzere dört ayrı hazîne daha vardı 1835’te Hazîne-i Âmire ve Darbhâne Hazîneleri birleştirilerek Darbhâne-i Âmire Defterdarlığı kuruldu 1838’de Hazîne-i Âmire ve Darbhâne Hazînesi birbirinden ayrıldı Hazîne-i Âmire ve Mansûre Hazînesi birleştirilerek Mâliye Nezâreti kuruldu Abdurrahmân Nâfiz Paşa, Umur-ı Mâliye Nâzırı Ünvan ve Paşa rütbesiyle bütün hazînelere bakmakla vazîfelendirildi

Mâliye Nezâreti kısa bir müddet sonra kaldırılarak işler, Mukâtaat Hazînesi ve Hazîne-i âmire Defterdarlıklarına bağlandı Aynı sene Mukataat Hazînesi Defterdarlığına Mâliye Nezâreti adı verildi (1839) Daha sona Hazîne-i Âmire Defterdarlığı da bu nezârete bağlandı (1841) Pâdişâh ve öteki hânedan üyelerinin özel gelir kaynakları hazîneye aktarılıp, kendilerine maaş bağlandı Tersâne,Redif, Mansûre ve Âmire hazîneleri kaldırılarak Hazîne-i Celile-i Mâliye kuruldu Bu hazînenin 1840’ta 400 milyon, 1848’de 775 milyon, 1857’de 1 milyar, 1862’de 16 milyar kuruş gelir-gider hacmi vardı

Kurulduğu günden îtibâren devamlı gelişme gösteren Mâliye Nezâretinde, tanzimâtın îlânı sırasında sekiz muhâsebe ve sekiz kalem vardı Bu teşkilât 1878’e kadar küçük değişikliklerle korundu 1879’da Heyet-i Merkeziye ve Heyet-i Mülhaka adıyla iki kısma ayrıldı Heyet-i Merkeziyeye dâhil olan nezâret müsteşarının yetkileri arttırıldı 1854’ten îtibâren alınan dış borçların ödenmesi için 1881’de kurulan Düyûn-ı Umûmiye idâresi, teknik açıdan bir model hâline geldi Bu teşkilâtın Mâliye Nezâretinden daha geniş bir kadrosu vardı 1889’da Mâliye Nezâretinde bâzı düzenlemeler yapıldı Meşrûtiyetin ikinci defâ îlânından sonra bâzı kalem, meclis ve komisyonlar kaldırılıp, memur sayısının azaltılması yoluna gidildi Saltanat kaldırılmadan önce nezâret; Kalem-i Mahsusa, Vâridât-ı Umumiyye muhâsebe-i Umûmiye, Teftiş Heyeti, Vezne, Emlâk-ı Emiriye, Me’murîn ve Levâzım ve Mahâssesât-ı Zâtiye Müdürlüklerinden meydana geliyordu 1922’de saltanatın kaldırılmasıyle Mâliye Nezâretinin varlığı da sona erdi 1920’de Ankara’da kurulan Mâliye Vekâleti daha sonra Mâliye Bakanlığı adını aldı

Matbah-ı Âmire

(Osmanlı Saray Mutfağı)

Osmanlı Devletinde saray mutfağı Matbah-ı Hümâyûn Topkapı Sarayında, orta kapıdan içeriye girildiği zaman, Alay Meydanının sağ tarafında baştan aşağı Matbah-ı Âmire binâları mevcuttur Matbahın Alay Meydanına açılan üç kapısı vardır Kapılardan içeriye girilince ikişer ikişer yirmi bacalı büyük mutfaklarla karşılaşılır Mutfak binâlarının önünde Matbah-ı Âmire görevlilerinin, aşçı ve tablakârlarının koğuşları ile mescidleri bulunur

Matbah-ı Âmire büyük ve küçük olmak üzere iki kısımdı Büyük mutfakta saray halkı, dîvân günü sofraları ve törenler için yemek hazırlanırdı Hergün yaklaşık dört-beş bin kişiyi doyuracak yemek çıkarılan bu mutfakta Vâlide Sultan, Kızlarağası, Kapıağası ve Kilercibaşı Matbahı gibi bölümler vardı Küçük mutfak ise, pâdişâhın özel yemeklerinin pişirildiği yerdi ve “Matbah-ı Hümâyûn, Matbah-ı Has” ve “Kuşhâne” gibi isimlerle anılırdı Matbah-ı Âmirede hergün mûtâd olarak verilen yemeklerden başka, ulûfe (maaş) dağıtıldığı günlerde 10-15 bin askere yemek verilirdi Ramazan ayının on beşinci gecesi on bin Yeniçeriye baklava; dîvân günlerinde ise 600 sahan çorba, zerde, pilav hazırlanırdı Matbah-ı Âmirenin bir kısmına “Helvahâne” denirdi Her türlü tatlılar, reçeller, şuruplar ve mâcunlar ile kokulu sabunlar burada yapılırdı

Matbah-ı Âmire aşçılarıyla pâdişâh, şehzâde, vâlide sultan ve sâirenin yemeklerini pişiren aşçıların pişirdikleri yemek îtibâriyle miktarları çeşitliydi Bunlar arasında aşçıbaşı, ocakbaşı, kebâpçı, tatlıcı, hamurcu, pilavcı ve balıkçı başlıcalarıdır

Kuşhâne matbahına zülüflü baltacılar arasından kâbiliyetli ve îtimâd edilir iki kişi seçilirdi Birincisine Kuşçubaşı, diğerine İkinci denirdi Her matbahta mesleğinin ehli aşçı, usta, kalfa ve şâkirtleri, bunların maiyetlerinde de yamaklar bulunurdu Her matbahın bir aşçı başısı mevcut olup, âmirlerine “Baş aşçı” denilirdi

Sarayda mutfak işlerine bakan memura “Matbah-ı Âmire Emini” adı verilirdi Matbah-ı Âmire Emini, “Hâcegân” rütbesindeydi Matbah-ı Âmire Emini mutfak ihtiyâçlarını karşılayan, masraf ve gider defterlerini tutan ve baş muhâsebeye karşı sorumlu bulunan levâzım müdürü hüviyetindeydi Başlıca vazîfeleri; saray mutfağının bütün ihtiyâçlarını karşılamak, hesaplarını tutmak ve emri altında bulunan memurları idâre etmekti Memurların tâyin ve azilleri Enderun Kilercibaşısı tarafından yapılırdı Kiler emini, çâşnigir, matbah-ı âmire kâtibi ve kethüdâsı kendisine yardım ederdi Bunların dışında Matbah-ı Âmirenin diğer hizmetlileri olarak yoğurtçular, sütçüler, sebzeciler, tavukçular, simitçiler, buzcular, karcılar, sakalar, mumcular, fırıncılar, buğday döğücüler, helvacılar, bozacılar, kasaplar çoğunlukla acemi ocağındaki asker adayları arasından seçilirdi

Matbah-ı Âmirenin ihtiyâçları Mısır ile Eflâk voyvodalığından; Koçhisar, Atranos, Harmancık, Keşan, Eğriboz, İzmit, İstanköy ve Sakız mukâtaalarından para veya mal olarak karşılanırdı Matbah-ı Âmirenin her yıl devir muhâsebesi yapılır, bu münâsebetle memurlara devriye adı ile ayrı bir ikrâmiye verilirdi Matbah-ı Âmire emirleri de görevlerinden ayrıldıkları zaman yine devir işlemleri yaparak hesapları kapatırlardı

Matbah-ı Âmire Eminliği, İkinci Mahmûd’un son yıllarında Gümrük Eminliğine katılarak “Matbah-ı Âmire İdâresi” adını aldı 1838’de de Darphâne Nezâretine bağlanarak ortadan kaldırıldı Matbah-ı Âmire, Dolmabahçe ve Yıldız saraylarında saltanatın sonuna kadar devâm etti

Meclis-i Mebusan

İki meclisten meydana gelen Osmanlı parlamentosunun halk tarafından seçilen kanadı

Meclis-i Umûmî adı verilen Osmanlı parlamentosunun birinci kısmını Meclis-i Âyân teşkil ederdi İkinci kısmını teşkil eden ve Hey’et-i Meb’ûsân adı da verilen bu meclisin üyeleri, halk tarafından seçilirdi Meb’ûsân meclisi, kânun tasarılarını görüşür, sonra Âyân Meclisinin ve pâdişâhın yetkisine sunardı Hükûmete güven veya güvensizlik oyu vermesi de söz konusu değildi Meb’ûsan meclisinin üye sayısı her 50000 Osmanlı vatandaşına bir temsilci düşecek şekilde tesbit ediliyordu Seçim gizli oyla yapılmaktaydı Osmanlı vatandaşı olmayan, özel bir durum gereğince geçici olarak yabancıların hizmetinde bulunan, Türkçe bilmeyen, 30 yaşını tamamlamamış, iflâs ile mahkûm olup da îtibârı henüz iâde edilmemiş olan, kötü hâli ile şöhret bulan, daha önce hâcir altına alınmasına hükmedilmiş olup da hâlen hâcir altında bulunan, medenî haklardan mahrûm olan ve başka devletin vatandaşı olduğunu iddiâ eden kimseler, bu meclise üye seçilemezdi Ayrıca yapılacak seçimlerde meb’ûs seçilebilmek için, Türkçe okumak ve mümkün olduğu ölçüde yazmak şartı aranıyordu

Meb’ûs seçimi her dört senede bir yapılır, seçilen tekrar seçimlere katılabilirdi Hey’et-i Meb’ûsân üyeleri sâdece kendini seçen bölgenin vekîli olmayıp, bütün Osmanlıların vekîli hükmündeydi Hey’et-i Meb’ûsânın başkanlığına heyet tarafından çoğunlukla üç; ikinci ve üçüncü başkanlıklara üçer kişi olmak üzere dokuz kişi seçilerek pâdişâha sunulur, bunlardan biri başkanlığa ikisi de başkan vekilliklerine, pâdişâhın irâdesiyle tercih ve tâyin olunurlardı Meb’ûslar Meclisinin görüşmeleri alenî olup, bâzı hâllerde görüşmelerin gizli yapılmasına karar verilebilirdi

Meb’ûs genel seçimine Hey’et-i Meb’ûsânın toplantı târihinin başlangıcı olan kasım ayından asgarî dört ay önce başlanacaktı Seçmenler, meb’ûsları mensûb oldukları vilâyet ahâlisi içinden seçmek zorundaydı Üyeliklerde herhangi bir sebeple (ölüm, meclise devâmsızlık, istifâ ve mahkûmiyet veya bir memuriyete tâyin edilmek gibi) boşalma durumunda, gelecek toplantıya katılabilmesi için, boşalan üyeliğe bir başkası usûlüne uygun şekilde tâyin olunurdu Boşalan üyeliğe seçilecek üyenin görev müddeti, bir sonraki genel seçime kadar sürerdi Meb’ûslara toplantı için her yıl hazîneden 20000 kuruş, aylık olarak da 5000 kuruş maaş ödenirdi Ayrıca maaşa ek olarak seyâhatler için harcırâh da verilmekteydi Bir kişi hem Âyân, hem de Meb’ûsân meclisine aynı anda üye olamazdı

18 Mart 1877’de çalışmalarına başlayan ilk meclisin üyeleri, geçici bir tâlimâtla vilâyet, livâ ve kazâların idâre meclisi üyeleri arasından seçildiler İstanbul için ayrı bir seçim yapıldı Bu mecliste 69’u Müslüman, 46’sı gayri müslim olmak üzere 115 üye vardı Bu meclis, 28 Haziran 1877’de çalışmasını tamamlayarak dağıldı Aynı seçim usûlüyle teşkil edilen ikinci dönem meclis, 13 Aralık 1877’de toplandı Bu meclis, kânun tasarılarından çok hükûmetin icrâatını ve 93 Harbinin (1877-1878) idâresini tartışmaya başladı Meb’ûslardan Müslüman olanlar bile kendi bölgeleriyle ilgili bölücü fikirleri savundular Memleketi düşünen üye sayısının azınlıkta kaldığı görüldü Bu sebeple Meclis-i Meb’ûsân, 14 Şubat 1878’de tâtil edildi Abdülhamîd Hanın îktidârının sonlarına doğru, içerden ve dışardan yapılan kışkırtmalarla, orduda ve halk arasında kıpırdanmalar başladı Sultan Abdülhamîd Han, 30 sene 5 ay 9 gün aradan sonra 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrûtiyeti îlân etti Aynı yılın Kasım ve Aralık aylarında meb’ûs seçimi yapıldı Ahrâr ile İttihât ve Terakkî fırkalarının katıldığı seçimlerde, İttihât ve Terakkî çoğunluğu sağladı 4 Aralık 1908’de meclis açıldı 31 Mart Vak’ası bahâne edilerek, Abdülhamîd Han tahttan indirildi Meclis-i Meb’ûsân, Mayıs 1909’da Kânûn-i Esâsî üzerinde değişiklik yaptı Bu değişiklikler, Âyân meclisi ve pâdişâh tarafından tasdîk edildi Pâdişâh ve Âyân Meclisinin yetkisi daraltıldı Meb’ûsân Meclisinin yetkisi çoğaltıldı 1911’de ara seçim yapıldı 18 Ocak 1912’de Pâdişâh, Meclis-i Meb’ûsânı fethetti Yapılan seçimden sonra, 18 Nisan 1912’de meclis yeniden toplandı Meclis, 5 Ağustos 1912’de Ahmed Muhtar Paşanın teklifi ile tekrar feshedildi Balkan Savaşı sebebiyle seçime gidilemedi Sıkıyönetim îlân edildi İttihât ve Terakkî Fırkası, 23 Ocak 1913’te Bâbıâlî Baskını ile, iktidârı ele geçirdi 1914’te tek başına seçime girip, Meclis-i Meb’ûsân üyeliklerinin tamâmını elde etti Birinci Dünyâ Savaşı boyunca bu hâliyle faaliyetini devâm ettiren Meclis-i Meb’ûsân, Mondros mütârekesini müteâkib 21 Aralık 1918’de Sultan Vahideddîn tarafından seçim yapılmak üzere feshedildi Yapılan seçim sonunda Meclis, ilk toplantısını 12 Ocak 1920’de yaptı 16 Mart 1920’de İstanbul’un îtilâf devletlerince işgâl edilmesi üzerine, Meclis-i Meb’ûsân, yeniden seçilmek üzere pâdişâh irâdesiyle 11 Nisan 1920’de feshedildi Bir daha da seçilmeyip, târihe karıştı

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.

Eski 10-11-2012   #20
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.



Meclis-i Vükelâ

Osmanlı Devletinde Sadrâzamın başkanlığındaki Şeyhülislâmla diğer nâzırlardan meydana gelen meclisin adı; vekiller meclisi Bu meclis, devletin iç ve dış siyâsetiyle ilgili mühim hususlarda kararlar alırdı Buna “Meclis-i Has” “Meclis-i Hass-ı Vükelâ” da denirdi ki Kabîne, yâni Bakanlar kurulu demektir

Meclis-i Vükelâyı meydana getiren heyette zaman zaman değişiklikler olmuştur 1908’den önceki mecliste, Sadrâzam, Şeyhül İslâm, Adliye Nâzırı, Serasker, Şura-yı Devlet Reisi, Hâriciye, Dâhiliye, Bahriye, Mâliye, Maarif, Evkaf-ı Hümâyun, Ticâret ve Nâfia Nazırlıkları, Tophâne Müşiri, Müsteşar-ı Sadr-ı Âli bulunurdu Bunlardan Seraskerle, Tophane Müşiri, müşir (mareşal); diğerleri vezirdi 1908’den sonraki meclislerde bunlardan bâzıları bulunmazdı Meclis-i Vükelâ, Osmanlı Devletinin yıkılmasına kadar devâm etti

Mehter (Mehterân)

Osmanlılarda, askerî mûsikîyi icrâ eden topluluk Farsçada mihter olarak geçen mehter kelimesi, ekber (en büyük), âzâm (pek ulu) mânâsında bir ism-i tafdildir Kelime Türkçede mehter, çoğulu olarak da mehterân şeklinde kullanılmıştır

Mehter, bölüklere ayrılır, aynı çalgı âletini çalanlar, alemdârlar birer bölük teşkil ederlerdi Her bölüğün “ağa” tâbir edilen bir âmiri bulunurdu Davulcubaşına ise “Baş Mehter Ağa” denirdi Ayrıca bir de Mehterbaşı vardı İkinci bir mehterbaşı daha vardır ki, bundan ayrı olup, “Mehterân-ı Hayme” denilen Saray Çadırcılarının başıdır Mehter teşkilatı, “emir-i alem”e tâbiydi

Türkiye Selçukluları sultanı İkinci Gıyaseddin Mesud 1284 yılında gönderdiği bir fermanla Osman Gâziye; Eskişehir’den Yenişehir’e kadar bütün Söğüt bölgesi ve havâlisini sancak olarak verdi Fermanla birlikte Osman Gaziye emirlik alâmeti olan “tuğ”, “alem”, “tabl” ve “nakkâre” de gönderilmişti Ferman, Osman Gâziye Eskişehir’de bir ikindi vakti takdim edildi Osman Gâzi ayakta durarak nevbet vurdurdu (çaldırdı) Fâtih Sultan Mehmed Han zamânına kadar nevbet vurulurken pâdişahların ayakta dinlemesi âdetti

Mehter teşkilâtına bağlı iki türlü mehterhâne vardı Biri resmî teşkilata bağlı olan çalıcı mehterler, diğerleri esnaf mehterleriydi Resmî mehter, padişah mehteriydi ki, buna “Mehterhâne-i Tabl-i Âlem-i Hassa” denirdi Sonraları, mehter sâdece pâdişah ve orduya âit olmaktan çıktı Her vezir dâiresinde bir mehterhâne bulundurulması âdet oldu

Fâtih devrindeki mehterhânede dokuz zilzen (zil çalan), dokuz nakkârezen (kudum çalan), dokuz boruzen (boru çalan), dokuz tablzen (davul çalan), dokuz çavuş ve bir iç oğlan vardı Altmış dört kişilik mehterhane takımına “dokuz kat mehter” adı verilirdi Pâdişahın mehterleri on iki kat olurdu On iki kat mehterhânede her çalgıdan on ikişer adet bulunurdu Pâdişah sefere çıktığı zaman mehter takımı on iki misline çıkarılırdı Sefer ve harp esnâsında pâdişah mehterhânesi, saltanat sancaklarının altında durup, nevbet vururdu Bundan başka ikindi vakti, Otağ-ı Hümâyûn önünde nevbet vurmak âdetti

Hükümdâr mehterleri beş vakit vururlardı Bundan başka pâdişah cüluslarında, kılıç alaylarında, harplerde zafer haberi geldiği zaman ve arife dîvânlarında nevbet vurulurdu

Mehterler, harp meydanlarında gece karanlığında bile ordugâh nöbetçilerinin uyumaması için devamlı çalar ve aynı zamanda da “yektir Allah!” diye bağırırlardı Harp esnâsında ise, pâdişahın veya seraskerin yanında durup, harp boyunca askerin cesâretini arttırmak ve düşmana dehşet vermek için çalardı

Vezir mehterleri, ikindi ve yatsı namazları kılındıktan sonra olmak üzere, günde iki defâ vururdu Bunlardan birincisi akşam yemeğinin ikincisi de uykunun işâretini verirdi Sivil mehterler, kendilerine mahsus nevbet yerlerinde yatsı namazından sonra ve sabahleyin nevbet vururlardı Eski zamanlarda öğle yemeği, “kuşluk” nâmıyla öğle namazından evvel; akşam yemeği de ikindi namazından sonra yenilir ve yatsı namazından sonra uykuya yatılırdı

Mehter duâsı:

Allah Allah Celilü’l-Cebbâr, Muînü’s-Settâr, Hâliku’l-leyli ve’n-Nehâr, Lâyezâl, Zü’l-Celâl, birdir Allah! Ânın birliğine, Resûl-ü Enbiyâ Peygamberimiz Cenâb-ı Ahmed-i Mahmûd-u Muhammed Mustafa (Bütün efrâd elleri göğsünde olmak üzere rükûa gelir gibi eğilirler, pâdişah geldiği zaman ise sâdece baş eğer, daha fazla eğilmezler) Âl-i evlâd-ı Resûl-i Müctebâ imdâd-ı ruhâniyetine! Pîrân mürşidîn, âşıkîn, vâsilîn, hamele-i Kur’ân, güzeştegân, ehl-i îmân ervâhına, avn-ü inâyetine! Halifetü’l-İslâm es-Sultân İbni’s-Sultan bil-cümle İslâmın necât ve seâdet ve selâmetine, pîrler, erenler, üçler, yediler, kırklar, göçenler, demine devrânına “Hû” diyelim “Huuu” denildikten sonra bütün mehter takımı, davul ve zilleri şiddetli vurarak dokuz defâ “Hû” çekerlerdi Sonunda da üç defâ kös vururlardı

Mehterin kendine has bir yürüyüşü vardır Üç adımda bir durur, yarım sağa ve yarım sola dönerdi Yürüyüş esnasında mehter efrâdı, hep bir ağızdan, “Rahim Allah, Kerîm Allah” derlerdi

Mehter takımının yürüyüş nizamında merasime iştirak şöyle idi: Önde çorbacıbaşı ünvânını taşıyan ve başında “üskûf” bulunan mehterân bölüğü komutanı, onun arkasında sol tarafta zırhlı muhafızı ile birlikte yeşil sancak, ortada istiklâl alâmeti olan ak sancak, sağ başta ise zırhlı muhafızı ile birlikte kırmızı sancak bulunurdu Sancakların arkasında ise üçerli koldan üç sıra hâlinde dizilmiş dokuz tuğ gelirdi Sağ tarafta kırmızı sancağın arkasında, Yeniçerilerin taşıdığı “hücum tuğu” yer alırdı Tuğlardan sonra ortada mehterbaşı bulunurdu Mehterbaşından sonra ise sıra ile; mehterin iki katı adedince çevgenler (okuyucular), zurnazenler, boruzenler, nakkârezenler, zilzenler ve davul çalanlar gelmekteydi En arkada ise at sırtında taşınan kös bulunmaktaydı

Mehter harp duâsı (Harp gülbankı):

Eûzubillâh, Eûzubillâh Hüdâ’ya şükr-i bîhad, lâilâhe illallâh! El- melikü’l-Hakku’l-mübîn! Muhammedü’r-Resûlullah, Sâdıkü’l-va’dü’l Emîn! İnnâ Fetehnâ leke fethan mübinâ ve yensurekallâhu nasran azîzâ! Ey pâdişah-ı halifetullah, Es-Selâmu aleyke avnullah! Sensin hâris-i dîn-i mübîn, hâris-i Şerîatullah! Uğrun açık olsun ey Pâdişahım, Emr-i ikbâlin mecid! Hûdâ kılıcını keskin eylesin, nûr-ı şân satvetine gün gibi medîd! Rûh-ı pâk-ı Fahrî âlemi hoşnûd etsin; Hak, gazâ-yı ekberin etsin mübârek ve saîd

Takımın içinden evvelce seçilmiş dik ve güzel sesli biri tiz perdeden:

“Nasrunminallahi ve fethün karîb Ve beşşiri’l-mü’minîn” âyetini okur Üç defâ “Allah” diyecek kadar dururdu Sonra bütün âletlerle beraber davullar ve kösler hafif vurarak ve devamlı teramole yaptığı sırada hep bir ağızdan “Allah Allah” deyince susarlar, gülbank devam ederdi

“Eli kan, kılıcı kan, sinesi üryân, ciğeri püryân, meydân-ı şehâdette Allah yoluna revân Gazâ-yı şühedâya Cemâl-i Hak görünür ıyân Kahrımız, gazabımız düşmana ziyân!

Yâ Rahmân! denilerek eyyâm-ı âdiye gülbankındaki “Resûl-i Enbiyâ” kısmına geçilir ve aynı şekilde “Hû diyelim Hû!” diyerek bitirilirdi

Sonra, bâzan “Yektir Allah”, bâzan da “Ya Fettâh” diye haykırırlar ve baş eğerek geriye döner ve dağılırlardı

Mehter marşları “Vakt-i sürûru sefâ”:

Mehterân dâire şeklinde nevbet nizâmını teşkil ederler, nakkârezenlerin oturup, diğerlerinin ayakta durmasıyla da hilâl görünümü verirlerdi Kösler hilâlin orta ilerisine konurdu İçoğlan Başçavuşu, mehter faslı başlamadan önce dâireden çıkarak ortaya gelir ve:

“Vakt-i sürûru sefâ, Mehterbaşı Ağa! Hey! Hey!” diye bağırırdı Bu sırada hazır bulunanların dikkatlerini çekmek için nakkarelerle, sofyan usülünde üç tempo atılırdı Nakkareler çalarken de, Mehterbaşı Ağa mehterin önüne gelir:

“Merhabâ ey mehterân!” der ve sağ elini göğsüne koyarak mehteri selâmlardı Mehterân da hep beraber sağ ellerini göğüsleri üzerine koyarak koro hâlinde:

“Merhabâ, Mehterbaşı Ağa!” diyerek karşılık verirlerdi Daha sonra Mehterbaşı Ağa:

“Hasduuur!” diyerek çalınacak makamı ve eserin adını söylerdi (Meselâ: “Der fasl-ı Acem âşirân, cihâd-ı ekber marş!” derdi) Hemen arkasından:

“Haydi ya Allah!” diyerek mehteri icrâya geçirirdi

Nevbet bitince mehter gülbankı (duâsı) okunur ve fasl sona ererdi

Mehterin Avrupa’ya tesiri:

Avrupalılarca, on sekizinci asırdan îtibâren “Yeniçeri müziği” diye adlandırılan müzik; evvela, benimsenmiş, bilâhare Polonya, sonra Avusturya ve daha sonraları bütün Avrupa’da onların tâbiriyle Yeniçeri bandoları kurulmuştur

Bestekâr Mozart ve Hayd da, mehter mûsikîsinin tesirinde kalarak, meşhur bestelerini meydana getirmişlerdir Alman besteci Beethoven, “Büyük Senfoni”sinin son bölümünü, mehterin kös, davul ve zurnasıyla seslendirmiştir Beethoven, “Türk Marşı”nı mehterin bir cenk havasından adapte etti Avusturyalı bestekâr Mozart’ın “Türk Marşı”, Türk askerlerinin “Allah Allah” nidâlarının, nakarat olarak tekrarından müteşekkildir Viyana Kraliyet orkestra Şefi Gluck bu yıllarda, sarayda verdiği konserlerinde, repertuvarına mehter bestelerini almış ve orkestrasında çaldırmıştır Alman bestekâr Wagner, bir mehter konserini dinlerken heyecanlanmış, kendini tutamayarak “İşte mûsikî buna derler!” demiştir

Mehter mûsikîsi gibi, mehter teşkilâtı da Avrupa’ya tesir etti On sekizinci yüzyıl içinde önce Avusturyalılar, sonra Prusyalılar, daha sonra da Ruslar, Almanlar ve Fransızlar mehter teşkilâtına benzer mızıka takımlarını kurdular

Osmanlı Devletinin ömrü boyunca, gittikçe mükemmelleşen mehter, Yeniçeri ocağının lağvı ile beraber yerini “Mızıka-i Hümâyûna” bıraktı

Günümüzde mehter:

Mehter, 1911’de Ahmed Muhtar Paşa tarafından “Mehterhâne-i Hâkânî” adıyle yeniden kuruldu 1914’te kuruluş tamamlandı Birinci Dünyâ Harbinde Başkumandan Vekili Enver Paşanın emriyle teşkilât orduya tamîm edildi İstiklâl Harbinde de mehterhâne hizmet verdi Cumhûriyetin îlânından sonra, Millî Savunma Bakanı, mehteri saltanat alâmeti sayarak lağvetti 1950’den sonra, Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut’un direktif ve desteğiyle mehterin yeniden tesisi çalışmaları başladı 1953’te yeniden tesis edildi Daha sonraları çeşitli okul, dernek ve kuruluşlar da mehter takımları kurdular 12 Eylül 1980 Harekâtından sonra, yalnız Genelkurmay Başkanlığı Harp Dâiresi Askerî Müze Müdürlüğü bünyesindeki mehteran bölüğü, faaliyetine devam etmektedir İstanbul’daki Askerî Müze’de Pazartesi, Salı hariç, haftanın her günü, saat 1500-1600 arasında Mehterbaşının idaresinde bir saat çalmaktadır Bilhassa turistler ve meraklılar büyük alâka göstermektedirler

Mehter marşı

Yürekler kabarık gözlerde damla

Mehteri saygıyla dur da selamla

Bir huşû içinde dinle Gülbankı

Sesleniyor târih bu ses o yankı

Sen böyle yürürken tuğla, sancakla

Türkün zaferleri geliyor akla

Asırlar boyunca inledi Serhat

Doğudan batıya, Yemen, Belgrat

Duyarak bakışan gözler görüyor

Fâtih, Topkapı’dan şehre giriyor

Sen böyle yürürken tuğla, sancakla

Türkün zaferleri geliyor akla

Mekteb-i Osmânî

Askerî öğrenim gâyesiyle Avrupa’ya gönderilen talebeler için, Paris’te açılan Türk okulunun adı On dokuzuncu yüzyılda Avrupa devletlerinde ilim ve teknikte görülen ilerlemeyi alabilmek için kâbiliyetli talebelerin seçilip tahsile gönderilmesi önem kazanmıştı Bunların sayısının çoğalması ile idâresi ve daha verimli tahsil yapabilme çârelerinin düşünülmesi neticesinde Paris’te, Krenal Mahallesinde 1856 yılında bu okul açıldı İdârecilerinin Türk olduğu bu okulun önemli bir görevi de talebelerin örf-âdetlerine, dinlerine bağlılıklarını muhâfaza ettirerek, terbiyelerini korumaktı Öğretmenleri Fransız, mevcudu 60 kişi olan okulda, Paris Askerî Lisesinin programı uygulanırdı İlk müdür, öğrenimini Viyana’da yapan Ali Nizâmî Paşadır 1870 Alman-Fransız Harbinin çıkması ve 1867’de Fransızca tedrîsât yapacak Mekteb-i Sultanî (Galatasaray Lisesi)nin açılmış olması gibi sebeplerle Mekteb-i Osmânî, 1874’te kapatıldı Aynı sene İstanbul’da Askerî Rüşdiye açıldı

Miskinhâne

Cüzzamlı hastaların halkla temâsına mâni olmak için yaptırılan özel binâlara verilen ad Halk arasında Miskinler dergâhı ve Miskinler tekkesi denilmektedir

Sosyal devlet anlayışının en iyi örneklerinin müşâhade edildiği Osmanlı Devletinde düşkünler, hastalar, hattâ hayvanlar için vakıflar kurulmuş, onlara insanca muâmele edilmişti Sultan Üçüncü Selim Han (1789-1807) zamanında, Karacaahmed’in ortasında cüzzamlılar için dokuz hânelik binâlar yapıldı Sultan İkinci Mahmûd Han (1808-1839) zamânında bunlara ilâve on bir ev daha eklenerek genişletildi Miskinhâne denilen bu yerdeki hastalara, Evkaf (Vakıflar) Nezâreti tarafından ayrıca istihkak verildiğinden geçimleri garanti altına alındı Her miskine Üsküdar imâretinden günde iki ekmek, sabahları çorba, akşamları çorba, et, pilav ve haftada iki gün tatlı verilirdi

Miskinhâneler 1908 inkılâbından sonra kapatıldı Halk arasında çalışmayan tembellerin toplandıkları yerlere de miskinhâne denmektedir

Mühendishâne

Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun

Osmanlı donanmasına deniz subayı yetiştirmek için kurulan okul

On yedinci yüzyılın başından îtibâren dünyâ denizciliğinde büyük gelişmelerin ve keşiflerin ortaya çıkması ile Avrupalı devletler modern gemilere ve yetişmiş bir presonele sâhip olmaya başladılar Bu sıralarda Osmanlı Devletinde duraklama devri göze çarpıyordu 1774 Çeşme deniz mağlubiyetiyle Osmanlı Devletinde deniz muhârebe sanatında mâhir denizciye olan ihtiyaç açık bir şekilde ortaya çıktı Bu sebeple 1734 yılında Sultan Birinci Mahmûd zamânındaÜsküdar’da kara ve deniz okullarına esas olan bir mühendishâne (askerî mektep) açıldı Fakat bozulmuş olan yeniçerilerden çekinildiği için hemen kapandı

Bilâhare 1776’da Kasımpaşa’daki tersânede Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyûn adıyla bir sınıf açıldı Deniz Harp Okulunun kuruluş yılı bu târih olarak kabul edilmektedir (Bkz Harp Okulları)

Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun

Topçu ve istihkâm subayı yetiştiren okul

Osmanlı Devleti yükselme devrinden sonra, bilhassa başta 1683 Viyana bozgunu olmak üzere, birbirini tâkip eden mağlûbiyetlerle karşılaştı Bu durum, askerî sâhada yeni bilgilerle mücehhez bir orduya sâhip olma zarûretini ortaya çıkardı Bu sebeple orduda ilk defâ modern bilgilerle tâlim ve terbiye, 1728’de Sultan Üçüncü Ahmed zamânında humbaracı (topçu) sınıfında başladı Sonra 1734’te Sultan Birinci Mahmûd, Üsküdar’da bir Mühendishâne (mühendis mektebi) açtı Mühendishâne 1759’da Kâğıthâne’den Karaağaç’a nakledildi 1784’te BirinciAbdülhamîd zamânında Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyûn ve Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn olmak üzere ikiye ayrıldı Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn, topçu ve istihkâm subayı, askerî mühendis yetiştirmeye devâm etti 1793’te Kasımpaşa’dan Eyüp’teki Bahâriye Sarayına, sonra Hasköy’e, daha sonra Maçka’ya taşındı 1796’da Üçüncü Selim zamânında Mühendishâneye kırk talebe alındı Cebir, trigonometri (ilm-i müsellesât), mekânik, atıcılık, hey’et (astronomi), harp târihi, hendese, coğrafya ve istihkâmcılık okunan dersler arasındaydı

Mühendishâne, yüksek matematik okutan tek mektep olduğundan ve asker arasında yüksek matematik okuyanlara Erkân-ı Harp denildiğinden, Mühendishânenin ilk mezunları, Sultan İkinciMahmûd zamânında kurulan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye ordusunda, Erkân-ı Harplik (kurmaylık) vazîfesine tâyin edildiler

Mühendishânenin başında nâzır denilen bir yetkili bulunmakla berâber, esas sevk ve idâreyi baş hoca adındaki vazîfeli yapardı Baş hoca, baş mühendis ve Mühendishânenin en bilgili ve lisan bilen subayı idi Talebenin tâlim ve terbiyesi (eğitim-öğretim) ve idâresi ile meşgûl olurdu Mühendishânede başhocalık yapanlar arasında en meşhûru İshak Efendidir Fen ilimlerinde mütehassıs, lisan bilen bu zâtın koyduğu fennî ıstılahlardan bâzısı, dilimizde hâlâ kullanılmaktadır 1830 senesinde Sultan Üçüncü Selim’e Mühendishânenin ıslâhı husûsunda bir lâyiha (rapor) vermiştir

Mühendishânenin (mektebin) iki kat üzerine dört dershânesi, hocalara mahsus odaları, kütüphânesi ve matbaası vardı

1834’te Harbiye Mektebi açıldığında Harbiyeye ve Mühendishâneye hoca, askerî fabrikalara teknik eleman yetiştirmek üzere Mühendishâne hocalarından iki zâbit (subay) ile on talebe tahsil için Avrupa’ya gönderildi Dönenler orada öğrendiklerini öğretmeye ve tatbike başladılar

Avrupa’da tahsilini tamamlayıp dönen tophâne nâzırı Bekir Paşanın teklifiyle bir nizâmnâme çıkarıldı Buna göre, 64 senelik Mühendishâne, topçu ve mîmar yâni istihkâm mektebine çevrildi Mevcut mektep idâdî kabul edilip, ayrıca dört senelik Harbiye ve mîmar sınıfları açıldı ve binâya ilâveler yapılarak, Avrupa askerî mekteplerindeki gibi fen dersleri okutulmaya başlandı

Yine mektebin hoca ihtiyâcını gidermek için çeşitli târihlerde Avrupa’nın muhtelif merkezlerine pekçok zâbit gönderildi Bununla berâber topçu mektebini daha da geliştirmek için Avrupa’dan mütehassıslar getirildi

1864’te bütün askerî idâdîlerin Galatasaray’da birleştirilmesi karârı üzerine, topçu mektebi de Galatasaray’a nakledildi Ancak 1867’de Galatasaray’daki İdâdî-i Umûmî, Kuleli Kışlasına kaldırılarak Galatasaray’da sivil mâhiyette ve Mekteb-i Sultânî adı ile umûmî bir idâdî açıldı

1871’de ise, harbiye öğrencileri, tatbîkâtlı tâlim yaparak mesleklerinde yetişebilmeleri için Harbiye Mektebine nakledildiler 1878’de Harbiye’deki topçu ve istihkâm sınıfları tekrar Harbiye’den ayrılıp mekteplerine döndüler

Mühendishâne-i Berrî-i hümâyûn, Yüksek Mühendis Mektebi adıyla kurulup, 1944’te İstanbul Teknik Üniversitesi adını alan okulun çekirdeğini teşkil etmiştir

Mühendishâne-i Sultânî

Sultan Üçüncü Selim Han (1789-1807) zamânında, fen bilgileri öğretmek için açılan okul Pâdişâh olduğu andan îtibâren bir takım ıslâhatlara teşebbüs eden Üçüncü Selim Han, açtığı okullarla dikkat çeken bir pâdişahtır Okul, Enderun ağalarının kâbiliyetli ve en genç olanlarının seçilip, başlarına fennî ilimleri çok iyi bilen öğretmenlerin tâyin edilmesiyle, 1792-93 senesinde Eyüp Bahariye’deki sarayda öğretime başladı

Burada iki yıl öğretim gören talebelerden fen dallarında öğrenim yapabilecek seviyeye gelenler Mühendishâne-i Bahri-i hümâyûna gönderilirdi

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.

Eski 10-11-2012   #21
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.



Mülkiye

Siyasal Bilgiler Fakültesinin eski adı Mekteb-i Mülkiye, Mülkiye de denir Asker olmayan memur sınıfı

Osmanlı Devletinde ilk Mekteb-i Mülkiye, kaymakam, müdür gibi devletin idârî kademelerinde görev alacak kimseleri yetiştirmek maksadıyla, 28 Ocak 1859 da kurulmuştur Öğretim süresi iki yıl olan okula, öğrenciler imtihânla alınırdı Öğretim programlarında kültür ve meslek dersleri, yâni kânunlar ve iktisat dersleri de konulmuştur Bir müddet sonra okulun öğretim süresi dört yıla çıkarıldı Coğrafya, hesap, ekonomi ve politika derslerine ilâve olarak muhâsebe, devletler hukûku ve Fransızca öğretilmeye başlandı 1891’de okulun öğretim seviyesi biraz daha iyileştirildi

Sultan İkinci Abdülhamîd Han, talebeleri çalışmaya teşvik etmek için, Mekteb-i Mülkiyeyi birincilikle bitireni saraya kâtip olarak alırdı

1900 yılında, Mülkiye’nin çatısı altında Dârül-fünûnun İlâhiyat, Edebiyat, Riyâziyât (Matematik), Tabakat (Jeoloji) şûbeleri (fakülteleri) açıldı Bu düzenleme ile Mülkiye, Dârülfünûnun bir fakültesi durumuna geldi 1915’e kadar yatılı olan okul, bu târihten 1918’e kadar yatılı olmaktan çıkarıldı ise de, kuruluş gâyesiyle bağdaşmadığından 1918’de tekrar yatılı hâle getirildi

Müslüman Türklerde Medrese

Câmilerden ayrı olarak kurulan eğitim müesseselerine; Emevîler devrinde “Mektep”, Abbâsîler devrinde “Beytülhikme”, “Beytülilim”, “Darülilim”, Türkler (Karahanlılar, Selçuklular ve Osmanlılar) döneminde “Medrese” adı verilmiştir

İslâm târihçilerinin medresenin ilk kurucusu olarak Nizâmülmülk üzerinde ittifak ettikleri ileri sürülürse de bundan önce, Nişabur’da Beyhakiye Medresesinin varlığından bahsedilir Gerçekte Nizamülmülk’ten önce Gazneli Mahmûd (M 999-1030) Gazne’de ve kardeşi Nasır bin Sebüktekin, M 1033 yılında Nişabur’da medrese yaptırmışlardır Ancak bunlardan önce de bâzı husûsî mâhiyette medreselerin mevcûd olduğu bilinmektedir Ebû Hâtimü’l-Bustî (v 965) kendi kütüphânesini medrese hâline getirmiş, yanına da yabancı talebelerin barınacakları bir tesis kurmuştu Nişabur’da Şâfiî fakîhi En- Nîşâbûrî (v 960) için medrese yapılmıştı Diğer taraftan Ebû Aliyyü’l- Hüseynî (v 1002) din fıkıh kürsüsü, bunlar arasında sayılabilir “El-Medresetü’l-Ehliyye” denilen hususî medreseleri teşkil eden bu eğitim kurumları, o devirde yaygın olan Şiîlik cereyânına karşı Sünnîliği müdafaa ve yaymak için kurulmuş müesseselerdi

İslâm dünyâsında medrese teşkilâtının kuruluş ve gelişmesinde en büyük hisse şüphesiz büyük Selçuklu Türklerine âitti Gerçekten medreselerin geniş anlamda, devlet eliyle kurulması, tahsilin parasız olması ve medrese teşkilâtının en küçük ayrıntılara kadar tesbiti, Selçukluların eseridir Selçuklular medreseleri, hem ilmin gelişmesini sağlamak, hem ilmiye mensuplarına maaş bağlayarak onları devletin yanında tutmak husûsiyle Fâtimîlerin Şiîlik propagandaları ve diğer râfizî telâkkîlere karşı Sünniliği müdâfaa ve yaymak gâyesiyle kurmuşlardır

Önce Alparslan’ın, sonra Melikşah’ın veziri olan meşhur Siyâsetnâme adlı kitabın yazarı Nizâmülmülk, ilk medresesini Nizâmiye Medresesi adı ile Bağdat şehrinde kurdu Dicle kenarında 1064 yılında temeli atılan medrese, iki sene sonra tamamlanarak 1067’de eğitim ve öğretime açıldı Medresenin müderrisliğine de ilk olarak zamanın en büyük âlimlerinden olan Ebû İshak Şirazî tâyin edildi Bundan sonra İslâm dünyâsında medrese kurma faaliyetleri hızlanmaya, köylere varıncaya kadar Nizamiye Medreseleri açılmaya başlandı Türk milletinin bu örnek müesseseleri, küçük farklarla, İslâm dünyâsının her tarafına birer feyz kaynağı biçiminde yayıldı Daha sonra Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar da, bu müesseseleri geliştirerek devam ettirdiler Medreselerde yalnız din ilimleri tahsil edilmezdi Yerine göre, zamanın hey’et (astronomi), hesap (matematik), hendese (geometri), hikmet, tıp gibi ilimlerine de mühim yer verilirdi

Selçuklular döneminde Nizâmiye Medreseleri adıyla kurulan umumî medreselerin yanında ihtisas eğitimi yapan, medreseler kuruldu Bunlar hizmet ve gâyeleri bakımından; Dârülhadîs, Dârülkurrâ ve Dârüttıb diye üçe ayrılırdı:

1 Dârülhadîs medreseleri; hadîs-i şerîflerin tedrîs ve tedkikine tahsis edilen medreselerdir Bu medreselerin ilki, Haleb Atabeklerinden Nûreddîn Mahmûd bin Zengî tarafından Şam’da açılan En-Nûriyye Medresesidir İkincisi, Musul’da açıldı Daha sonra pekçok yerde Dârülhadîs medreseleri açılmıştır Türkiye Selçukluları vezîri Sâhib Atâ’nın Konya’da açtığı İnce Minâre Medresesi ile İlhanlı vezîri Şemseddîn Cüveynî’nin Sivas’ta açtığı Çifte Minâre Medresesi bunlardandır

2 Dârülkurrâ medreseleri, Kur’ân-ı kerîm ile alâkalı ilimlerin öğretildiği medreselerdir Çok öncelerde kurulan bu medreseler, Anadolu Selçukluları ve Karamanoğullarında da devâm etmiş ve bunlara; Dârulhuffâz denmiştir Bu medreselerden sâdece Konya’da Sâhib Atâ, Ferhûniye, Sa’deddîn Ömer, Nâsuh Bey, Hacı Yahyâ Bey, Hoca Selmân ve Hacı Şemseddîn gibi çeşitli Dârulhuffâz medreseleri açılmış ve diğer İslâm beldelerinde de yaygınlaştırılmıştır

3 Dârüttıb medreseleri ise, tıb eğitimi ve hasta tedâvisinin birlikte yapıldığı medreselerdir Bunlara; Dârüttıb, Dârüşşifâ, Dârussıhha, Dârulmerza, Dârulâfiye, Mâristân, Bîmâristân gibi adlar verilmiştir Bilhassa Anadolu’da birçok Dârüşşifâ kurulmuştur Selçuklular döneminde: Kayseri’de Gevher Nesîbe (1205), Sivas’ta Birinci Keykâvus (1217), Divriği’de Turan Melike Hanım (1288); İlhanlılar devrinde: Amasya Dârüşşifâsı (1308) açılmıştır Silvan’da Bîmâristân-ı Fârûkî ve Mardin’de Artukoğullarından Necmeddîn İlgâzi’nin (1108 ve 1122) Mâristân adlı dârüşşifâsı hizmet veriyordu Osmanlılar döneminde de dârüşşifâ yapımına devâm edilerek, bilhassa Bursa’da Yıldırım Dârüşşifâsı, İstanbul’da Fâtih, Haseki Sultan, Atik Vâlide, Edirne’de İkinci Bâyezîd, Manisa’da Vâlide Sultan dârüşşifâları kuruldu Hele Süleymâniye Tıp Medresesi, başlı başına bir merhâle kabûl edilmektedir Bu dârüşşifâlar aynı zamanda hastahâne olarak faaliyet göstermiştir

Osmanlı medreseleri: Bütün İslâm dünyâsında olduğu gibi, Osmanlılarda da eğitim ve öğretim umûmî ölçüde medreselere dayanmaktadır Osmanlılarda medreseye gidecek bir talebe, beş altı yaşında sıbyan mekteplerine alınır ve alfabe (elifba), yazı okuma, Kur’ân-ı kerîm ve “âmâl-i erbaa” denilen dörtişlem problemleri öğretilirdi Osmanlılarda sıbyan mektepleri, köylere varıncaya kadar her yere yayılmıştı On beş ve on altıncı asırlarda sâdece İstanbul’da iki bin sıbyan mektebi vardı Koskoca Osmanlı Devletinde, o geniş sınırları içinde düşünecek olursak, ülkedeki sıbyan mekteplerinin yüz binleri bulacağı kolaylıkla tahmin edilebilir On altıncı asırda Osmanlı ülkesinin pekçok kısmını gezen bir Fransız seyyahı, her köyde mektebe rastlamış ve ilk tahsilin Osmanlılarda garp (batı) memleketleriyle mukâyese edilemeyecek derecede çok ileri olduğunu hayretle görmüştür Buralara câmi ve mescidlerde yapılan ilköğretim ve eğitim faaliyetleri de ilâve edilirse, Osmanlılarda yaygın bir eğitim ve öğretimin varlığı anlaşılır

Osmanlı maarif teşkilâtında yüksek seviyede eğitim ve öğretimi gerçekleştiren müesseseler, şüphesiz medreselerdi Osmanlı medreseleri sıbyan mekteplerine dayalı orta ve yüksek öğretim kurumlarıydı Tapu ve evkaf kayıtlarına göre, orta ve yüksek öğretim yapan medrese sayısı binden fazlaydı İstanbul’da: Süleymâniye, Fâtih, Ayasofya, Şehzâde, Haseki, Eyüp, İkinci Bâyezid, Mihrimah Sultan, Yavuz Selim, Atik Ali Paşa, Cafer Ağa, Yahya Efendi, Zeyrek, Vefa, Vâlide-i Cedîd Üç Baş Medreseleri; Edirne’de: Selimiye, Üç Şerefeli medreseleri; Bursa’da: Murâdiye, Yıldırım Bâyezîd, Çelebi Mehmed medreseleri; Şam’da: Süleyman Han Medresesi; Bosna’da: Hüsrev Bey Medresesi; Amasya’da: Hüsamiye, İkinci Bâyezîd medreseleri; Manisa’da: Murâdiye ve Hâtuniye medreseleri; Trabzon’da: Hâtuniye Medresesi; Mekke’de: Sultan Süleyman Han Medresesi; İznik’te: Orhan Gâzi Medresesi; Diyarbakır’da: Mesudiye Medresesi; Konya’da: Nalıncı, Karatay ve Sahip Ata Medresesi; Halep’te: Hüsrev Paşa Medresesi; Üsküp’te: İshak Paşa Medresesi; Ankara’da: Safiyye ve Ak Medrese ile memleketin daha birçok şehrinde çeşitli medreseler vardı

Osmanlı medreselerinde teşkilâtlanma: Osmanlı medreseleri, teşkilâtlanmada kendinden önceki İslâm medreselerinde olduğu gibi, gâye ve gördüğü hizmetler bakımından birbirinden farklı özellikler göstermiş olsalar bile, esasta umûmî ve ihtisâs medreseleri olarak ikiye ayrılır

Umûmî Medreseler: Umûmî olarak kadı, müderris ve müftü yetiştirmek maksadıyla kurulmuşlardır Kendi aralarında; Yirmili, Otuzlu, Kırklı, Ellili, Altmışlı ve Altmış Üstü medreseleri olarak isimlendirilmişlerdir

İhtisas medresesi ise, doğrudan doğruya ayrıca ihtisâsı gerektiren din ilimlerinden birini, yahut da fen ilimlerinden birini hedef alan ve o ilmin tahsiline mahsus metodla öğretim faâliyetinde bulunan medreselerdir İhtisas medreseleri de kendi aralarında üç gruba ayrılırdı:

1 Dârülhadîsler: Özellikle Muhammed (aleyhisselâmın) söz, fiil ve takrirlerinden meydana gelen hadîslerin tahsil edildiği yerdir Osmanlılarda Dârülhadîs, ilk defâ Birinci Murâd devrinde Çandarlı Hayreddin Paşa tarafından İznik’te ve İkinci Murâd tarafından Edirne’de yaptırılmıştır Bunları tâkiben sonraki asırlarda çeşitli Dârülhadîsler tesis edilmiştir Kurulan Dârülhadîsler içerisinde en önemlisi, İstanbul’daki Süleymâniye Dârülhadîsiydi Osmanlı Dârülhadîslerinde ders kitabı olarak hadis’ten; Sahîh-i Buhârî, Sahîh-i Müslîm ve Meşârik gibi eserlerle bunların şerhleri ve Usûl-i Hadise dâir eserler okutulurdu Öğretim üyelerine de hadîsle meşgul olduklarından dolayı “muhaddis” veya “müderris” denirdi Buralarda talebe olabilmek için umûmî medreseleri tamamlamak gerekirdi

2 Tıp medreseleri (Dârüşşifâlar): Bunlardan dâhiliye, göz ve diş doktoruyla eczâcılar yetişirdi Tedrisâtta ders kitabı olarak Osmanlı devri tabiplerince yazılmış eserler okutulurdu Eğitim ve öğretim tatbikatlı olarak yapılırdı Osmanlılarda tıp medreseleri, Bursa, İstanbul, Edirne ve Manisa’da kurulmuştu İçlerinde en önemlisi, İstanbul’da kurulan ve müstakil olup, tıp târihinde önemli bir merhale kabul edilen Süleymâniye Tıp Medresesidir

3 Dârülkurrâlar: Bu medreselerden câmi görevlileri yetişirdi Sıbyan mektebini bitiren bir öğrenci önce aşağı seviyede bir dârülkurrâya alınır, burayı bitirince yüksek seviyedeki darülkurrâlara devâm ederdi Buralarda ilm-i kırâat ve ilm-i meharici’l-hurûf (tecvit ilmi ve hâfızlık) öğretilirdi Buradan diploma alanlar; hâfız, hatip, imam ve müezzin olurdu Bu medreselerde; ilm-i kırâattan Ebû Muhammed Şâtıbî’nin Şâtıbî diye şöhret bulan Kaside-i Lâmiye’si ve Cezerî’nin ona yazdığı Fethü’l-Vâhid adlı şerhi okutulurdu Evliyâ Çelebi’nin beyânına göre, Osmanlılarda ilk dârülkurrayı Yıldırım Bâyezîd Bursa’da açmıştır İstanbul’da ise bütün selâtin câmilerin yanında birer dârülkurrâ bulunurdu Bunlardan en önemlisi de Süleymâniye Dârülkurrâsı idi Dârülkurrâlarda okunan dersler, tekrar sûretiyle ve câmilerde tatbikatlı yapılırdı

Osmanlılarda yüksek ihtisâs yapılan Mütehassisîn medreseleri de vardı Bir tânesi İstanbul’da Yavuz Selim Câmii yanındaydı

Osmanlı medreselerinde okunan dersler ve kitaplar: Bâzı otobiyografilerden ve Fâtih Kânunnamesi’nden tesbit edilebildiğine göre on beş ve on altıncı asır Osmanlı medreselerinde şu temel ilimler ve eserler okutuluyordu:

Yirmili Medreseler (Hâşiye-i Tecrid medreseleri): Bu medreselerde ders kitabı olarak Kelâm’dan Hâşiye-i Tecrid’in okutulmasından dolayı bu ismi almıştır Bunların tahsil müddeti iki yıldır Okunan ders ve kitaplar: Belâgat dersinden Mutavvel; Kelâm’dan: Hâşiye-i Tecrid; Fıkıh’tan: Şerh-i Ferâiz Bu eserlerden Mutavvel ve Şerh-i Ferâiz’i tamâmıyla; Hâşiye-i Tecrid’i, başından Umûr-i Amme bölümüne kadar okuturlardı Ancak talebelerin bu ilim ve kitapları anlayabilmeleri için Sarftan, Emsile, Bina, Maksud, İzzi, Merâh; Nahv’den Avamil, İzhar, Kâfiye gibi gramer kitaplarını; Şerh-i Şemsiyye, Şerh-i Tevâlî, Şerh-i Metâli, Şerh-i İsâgûci gibi mantık kitaplarını ve usûl-i fıkha âit Telvih gibi eserlerin tamâmı veya bir kısmı okutuluyordu

Otuzlu Medreseler (Miftah Medreseleri): Bu medreselerde, Belâgattan Şerh-i Miftâh’ın okutulmasından dolayı bu ismi almıştır Bunların tahsil müddeti, önceleri iki seneyken sonradan bir seneden daha aza düşürülmüştür Bu medreselerde okutulan ders kitapları: Fıkıh’tan: Tenkîh ve Tavzîh; Belâgat’tan: Şerh-i Miftâh; Kelâm’dan: Hâşiye-i Tecrîd; Hadis’ten: Mesâbih kitaplarıydı Bu eserlerden Hâşiye-i Tecrid’i, Umur-i Amme’den Vücud ve İmkân bahsine kadar; Sadr-us-Şeria’yı, Kitab-ı Bûyu’a kadar; Şerh-i Miftah’ı, Mebâhîs-i İcâb ve İtnâb’a kadar ve Mesâbih’i iki kere okuturlardı

Kırklı Medreseler: Bunların tahsil müddeti iki üç yıl arasında değişirdi Sonradan bu müddet azaltıldı Bu medreselerde okutulan ders ve kitaplar: Belâgat’tan; Miftâhu’l-Ulûm; Usûl-i Fıkıh’tan; Tavzîh (Teftezânî); Fıkıh’tan; Sadru’ş-Şeria, Meşarik; Hadis’ten; Mesâbih (Begâvî) okutulurdu Bunlardan başka başlangıçta; Meâni’den Şerh-i Miftâh; ortasında Kelâm’dan Şerh-i Mevâkıf ve yüksek derecesinde Fıkıhtan Hidâye ile İbn-i Hâcib’in Nahve âit El-Kâfiye fi’n-Nahv adlı eseri okutulurdu Bu eserlerden Hadis’ten Mesâbih’i başından Kitâb-ı Büyu’a kadar; Kelâm’dan Şerh-i Mevâkıf’ın, Vücud ve İmkân bahsinden İrâz bahsine kadar; Fıkıh’tan Sadru’ş-Şeria’nın bir kısmı ve Şerh-i Miftâh’ın bâzı yerleri okutulurdu

Ellili Medreseler: Bu medreseler Hâriç ve Dâhil medreseler olarak ikiye ayrılmaktadırlar Hâriç Medreseleri: Bunlarda okutulan ders ve kitaplar Fıkıh’tan, Hidâye; Kelâm’dan, Şerh-i Mevâkıf; Hadis’ten, Mesâbih (Begâvî) okutuluyordu Dâhil Medreseleri: Bu medreselerde tahsil müddeti önceleri bir yılken sonra altı aya indirildi Tedrisatta okutulan ders ve kitaplar: Fıkıh’tan, Hidâye; Usul-i Fıkıh’tan, Telvîh; Hadis’ten, Buhârî; Tefsirden, Keşşâf ve Beydâvî okutuluyordu Bu eserlerden Buhârî’nin birinci cildi; Hidâye’nin “Kitab-ı Zekât’tan, Kitab-ı Hacc’a kadar olan bölümü ve Telvîh baştan Taksim-i Evvel’e kadar okutuluyordu

Sahn-ı Seman Medreseleri: Önceleri tahsil müddeti bir seneyken sonradan altı aya indirilen bu medreselerde şu ders kitapları okutuldu Fıkıhtan, Hidâye; Usul-i Fıkıh’tan, Telvîh ve Şerh-i Adûd; Hadis’ten; Sahih-i Buhârî; Tefsir’den, Keşşâf ve Beydâvî okutuluyordu Bu eserlerden Sahih-i Buhârî’yi baştan sonuna kadar; Hidâye’nin Kitab-ı Nikâh bölümünden, Kitâb-ı Büyû’a kadar olan kısmını ve Telvîh’in Taksim-i Evvel’inden Mebâhis-i Ahkâm’a kadar; Kâdı Beydâvî Tefsiri’nden de başta Bakara Sûresi olmak üzere belli sûreler okutuluyordu

Altmışlı Medreseler: Bu medreselerin tahsil müddeti bir senedir Fıkıhtan, Hidâye ve Şerh-i Ferâiz; Kelâm’dan; Şerh-i Mevâkıf; Hadisten, Buhârî; Tefsir’den, Keşşâf; Usul-i Fıkıh’tan, Telvîh okutulan belli başlı eserlerdir Bunlardan: Buhârî’nin üçte birini; Hidâye’nin, Kitâb-ı Büyû’dan Kitab-ı Şufaya kadar olan kısmını; Telvîh’ten Mebâhîs-i Ahkâm kısmından sonuna kadar olan bölümünü; başından Tashih bahsine kadar Şerh-i Feraiz’i ve Şerh-i Mevâkıf’ın tamâmı okutulurdu Altmış üstü medreselerde durum altmışlı medreseler gibiydi

Medreselerde fen eğitimi: Osmanlı medreselerinde yüksek din bilgileri yanında zamanın yüksek fen bilgileri de öğretiliyordu Fen bilgilerinden şu kitaplar okutuluyordu: Hendese (Geometri)den: Allame Şemseddin Semerkandî’nin Eşkâlü’t-Te’sîs isimli geometri prensipleri ve üçgenlerin hususiyetlerini anlatan eseri; Aritmetik ve Cebir’den, Yine aynı müellefin Muhtasar fi’l-Hisâb isimli eseri; Hesap’tan, Bağdatlı İmadüddin bin Abdullah tarafından yazılan Risâle-i Bahâiye (El-Fevâidü’l-Behâiye) adı ile anılan meşhur hesap kitabı; yine Hesaptan meşhur âlim Ali Kuşçu’nun Risâle-i Muhammediye adlı eseri; Hey’et (Astronomi)ten, Cagminî’nin (Çayminî adıyla meşhurdur), El-Mülahhas isimli eseri ile şerhleri ve Ali Kuşçu’nun Arapça Risâle-i Fethiyesi okutulurdu Ayrıca Kadızâde-i Rûmî’nin o devrin meşhur fen kitaplarına yazdığı şerhler okutulurdu Kadızâde-i Rûmî, Hocası Gıyâsüddin’in eserine şerh olarak yazdığı Risâle fi İstihraci’l-Ceyb Derece Vahide isimli kitabında, bir derecelik yay sinüsünün hesabını yapmıştır Osmanlı medreselerinde bu fen derslerinin yanında ayrıca coğrafya, târih ve İlm-i Hikmet de okutulurdu Osmanlılarda tıbba dair ilk eser 1390’da İshak bin Murat tarafından Edviye-i Müfrede adıyla Türkçe yazılmıştır Bundan sonra 1397’de Ahmed-i Dâî’nin Kitab-ı Tıb eseri ile aynı tarihlerde Ahmedî’nin Müntehabât-ı Şifâ isimli eseri, Sinoplu Mü’min bin Mukbil’in Kitab-ı Tıbb’ı, Dâvûd-i Antakî’nin Tezkire-i Antâkî’si ve Emir Çelebi’nin Enmûzecet-üt-Tıb isimli eseri yazılmıştır Bu eserler, Osmanlı medreselerinde okutulmuş, ayrıca tercüme eserlerden de istifâde edilmiştir

Medreselerdeki eğitim tarzı: Medreseler, umumiyetle, bir dershane ve etrafında yeteri kadar talebe odalarından meydana gelirdi Yaptıranın isteği ve mâlî gücüne göre, bunların dışında imâret, kütüphâne, hamam vs ilâve edilirdi Her medresenin bir vakfiyesi bulunurdu ve bu kurum tarafından yazdırılırdı Vakfiyede medresenin çalışma şekli ile vazifelilerin yevmiyeleri ve medresenin masrafını karşılamak için yapılar vakıflar gösterilirdi

Medreselerde, bütün talebenin ortak ders yapabileceği umumî ve büyük bir dersâne onun etrâfında dizili olarak her talebe için ayrı bir oda vardı Müderrisler, umûmî mevzuları ortadaki büyük dersânede işler, daha sonra, her talebe kendi hücresine çekilir ve müderrisi ile başbaşa kendi sahasında çalışırdı Medresede ders veren öğretim görevlisine “müderris” denirdi Müderrisler, imtihânla seçilirdi Müderrisin derslerini tekrarlayıp îzah eden müderris yardımcılarına “müzâkereci” veya “muid” denirdi Medresede ders gören talebelere de tahsillerine göre değişik olarak, “dânişmend”, “fakîh”, “mülâzım”, “suhte” ve “talebe” denirdi Medreseden imtihanla mezun olan her talebeye verilen diplomaya “icâzetnâme” denirdi İcazetnâmede, medresede okunan derslerin ve müderrislerin adları yazılırdı Henüz muîdliğe (müderris yardımcılığına) kadar çıkamamış talebenin de bir hocanın dersini bitirdikten sonra, diğer bir hocaya devam edebilmesi için mutlaka elinde “temessük” yâni o dersi başarı ile bitirdiğine dair bir belgenin bulunması şarttı

Medreselerde tatbik edilen eğitim ve öğretim prensipleri: İçinde bulundukları zaman ve mekân bakımından değerlendirildiğinde medreselerin Osmanlı Devletinin yükseliş devrinde dünyânın en mükemmel tâlim ve terbiye müesseseleri olduğu görülür Yine aynı devirde Osmanlı Devleti her bakımdan dünyânın en büyük ve en mükemmel devletidir O devirde Osmanlı Devletine bu mükemmelliği kazandıran unsur, hiç şüphesiz medreselerdir Bunun da sebebi; medreselerin, bir mânâ ve madde bütünlüğü içinde idrâk ettiği insana, din ve dünyâ ilimlerini, hassas bir denge içinde kazandırmasıdır

İnsanı dünyâperest olmadan dünyânın fâtihi ve sâhibi yapmak için, Osmanlı Devletinin temel taşı olan din ve devlet adamlarını en mükemmel şekilde yetiştirmeyi sağlayan medreselerdi Medreseler, bütün dünyâya örnek teşkil eden din ve devlet adamlarını yetiştirirken, şimdi, modern pedagojinin kabul ettiği, Dalton Plânı ve Vinetka Sistemi adıyla uygulamaya koyduğu ferdî kabiliyete göre ferdî öğretim yapmayı hedef alan plân ve programları benimseyen bir metod geliştirmiş, bütün medreselerde bu metod tatbik edilmiştir Bu metoda göre medreseler, bugün modern pedagojinin de tavsiye ettiği bir tarzda sınıf geçme yerine dersten geçme yolunu seçmiş, mezuniyeti yıllara değil, kâbiliyet ve çalışkanlığa bağlamıştı Bu bakımdan medreselerde okuma süresi hoca ve talebenin gayretine bağlı olarak uzayıp kısalırdı

Zeki ve çalışkan bir öğrenci tahsilini çabuk tamamlayıp kısa zamanda mezun olabilirdi Ancak devlet memuru olabilmesi için belli bir yaş aranırdı Medreselerde umûmî derslerin yapıldığı sınıflarda talebe sayısı yirmiyi geçmezdi Bu durum, derslerin sık sık tekrarlarla ve karşılıklı soru sorulup cevap verilme imkânını sağlar ve en iyi şekilde öğrenmeye imkân hazırlardı Bu husus günümüzde de çok önemli kabul edilir Bugün Amerikan okullarında talebe sayısı yirmiyi geçmez Medreselerde, günde beş saat, haftada dört gün ders yapılırdı Dersler sabah namazından sonra başlar, öğleye kadar devam ederdi Öğleden sonra talebe serbest bırakılırdı Haftanın Salı, Perşembe ve Cuma günleri tatil yapılırdı Fâtih Kanunnâmesi’ne göre, medreselerin denetimi mahallî müftülüklere bırakılmıştı Bu durum, eğitim ve öğretim faaliyetlerinin mahallî ihtiyaç ve şartlara göre organize edilmesine faydalı olmakta, halkın eğitim ve öğretim faâliyetlerine ilgi duymasına, medreselere mâlî katkılarda bulunmalarına yardım etmekteydi

Medreseler bundan asırlar önce, eğitim ve öğretimi, bir sınıf ve zümre imtiyâzı olmaktan çıkarmak ve toplumda sosyal adâleti, fertler arasında fırsat ve imkân eşitliğini sağlamak için, parasız tedrîsât yaparlardı Talebenin ve öğretim elemanlarının masraflarını zenginler ve çok defâ bu maksatla kurulmuş vakıflar karşılardı Böylece eğitim ve öğretimin finansmanı işinde devletin yükü, mümkün mertebe hafif tutulurdu

Medreseler, sâdece din ve dünyâ ilimlerini öğretmekle kalmamış, ruh ve beden terbiyesini birlikte yürütmüşlerdir Bu sebeple medreselerde yüzme, güreş, koşu, ok atma, cirit oyunu, ata binme gibi sporlara da yer verilmiştir Bunlardan başka yine; hüsn-i hat, tezyinât, hitâbet ve kitabet olmak üzere çeşitli bediî (estetik) faaliyetlere medreselerde mühim yer verilmiştir Bizim kültür ve medeniyet târihimizde şerefli birer yer tutan hattatlar, nakkaşlar, mimarlar, hatipler vs hep medreselerden yetişmişlerdir

Medreseler, devlet eliyle kurulduğu gibi, şahıslar tarafından da kurulabilirdi Bu bakımdan memleketimizde padişahların, sadrazamların, vezirlerin ve diğer devlet adamlarının yanında, ilim adamlarının zengin ve orta halli Müslümanların da kurduğu pekçok medrese vardı Bu durum, günümüz devlet okulları ile özel okulların kuruluş şekline model olmuştur

Medreselerde yüksek zekâ ve kâbiliyete ehemmiyet verilirdi Bilhassa, Osmanlılar zamânında, devlet hizmetleri için kurulan “Enderun-i Hümâyûn” müessesesi, bu konuda tipik bir örnektir Enderun-i Hümâyûn’a önceleri devşirme çocukları alınırken, daha sonra İstanbul ve Anadolu’dan Müslüman çocukları da alındı Buraya alınan çocuklar ister devşirme, ister Müslüman çocukları olsun, hepsi çeşitli tetkik ve müşâhadelerden geçirilerek seçilirdi Bu çocuklar, Enderun’a sekiz ilâ on beş yaşlarında alınır, seçkin hocalar elinde ders görürlerdi Bunlara önce sağlam bir İslâm terbiyesi verilir Sonra başta Türkçe olmak üzere Arapça ve Farsça ile çeşitli spor, sanat ve askerlik bilgileri öğretilirdi Tahsil süreleri yedi-sekiz yıl sürerdi Osmanlılarda ilk Enderun Mektebi, Murâd-ı Hüdâvendigâr tarafından Edirne’de açtırılmıştı Daha sonra Fâtih zamanında Fâtih Kânunnâmesi ile Enderun Mektepleri tam bir teşkilâta kavuşturuldu Bilhassa ilk kuruluş ve Osmanlı Devletinin yükselme devrinde bu mektepler önemli vazife gördüler ve Osmanlı devlet idâresine altmış Sadrazam, üç Şeyhülislam, yirmi beş Kaptan Paşa yetiştirdiler Bu okullarda ders olarak; tefsir, hadis, fıkıh (Hanefî fıkhı), ferâiz, şiir ve inşâ, astronomi, geometri, hesap, coğrafya, ilm-i kelâm, mantık, meânî, bediî ve beyân ile hikmet dersleri okutulurdu

Yirminci asrın tanınmış psikologlarından Amerikalı Terman test konusundaki araştırmalarında, Enderun Mektebine alınan talebelerle ilgili olarak, “Zekâ ölçmek, test usulünü kullanmak, dünyâda ilk defa Osmanlılarda, Enderuna seçilen talebelerde uygulanmıştır” demektedir

Osmanlı medreselerinin son zamanları ve kaldırılmaları: İslâm âleminde, medreselerde okutulan yüksek din ve fen bilgileri sâyesinde Müslümanlar, ilim ve medeniyette çok ileri gitmişlerdir Avrupalılar ise aksine, ilim ve medeniyette geri kalmışlardı Bilhassa Osmanlılar zamanında ordularımız, Viyana kapılarına dayanmıştı Bu durum karşısında Avrupa, Müslümanlar tarafından fethedilme endişesine kapılmıştı Avrupa’nın Müslümanlarca fethedilmesi onlara göre, Hıristiyanlığın yok edilmesi demekti Bu endişe sebebiyledir ki, Avrupalılar (Hıristiyan âlemi), başta papalık olmak üzere hepsi, aralarında gizlice anlaşarak, Osmanlı Devletini her ne pahasına olursa olsun mutlaka yıkma kararı almışlardı Bu karar sonrası Avrupalılar, Osmanlı Devletine karşı yıllar boyu süren harpler açmışlar, onu yıkmağa uğraşmışlardır Fakat Osmanlı Devleti, başlangıçta sağlam temeller üzerine kurulduğu ve medreseler vasıtasıyla din ve fen âlimleri yetiştirdiği, medreselerin bir kolu olan Enderun mektepleriyle de, sağlam karakterli devlet adamı, disiplinli kumandan ve vatansever askerî erkân yetiştirmede Avrupalılardan çok üstün olduğu için harplerle yıpranmış olsa bile, yıkılmıyordu Avrupalılar, Osmanlı Devleti yıkılmadığı müddetçe, kendilerini tehdit altında kalmağa mahkum hissediyorlardı Tehlikeyi bertaraf etmek için Avrupalılar, senelerce uğraştıkları halde harp gücü ile yıkamadıkları Osmanlı Devletini fesat ve hile ile yıkabileceklerini anladılar

Birgün İstanbul’da bulunan İngiliz elçisi, gece yarısı İngiltere’ye gizli bir şifre çekti Elçi şifresinde; “Buldum, buldum Osmanlıları zaferden zafere ulaştıran sebebi vebunları durdurmanın, Osmanlı Devletini yıkmanın çaresini buldum!” diyor ve bulduğu çareleri şöyle anlatıyordu: “Osmanlılar harpte aldıkları esirlere hiç kötülük yapmıyor, onlara kardeş gibi davranıyorlar Hangi milletten hangi dinden olursa olsun küçük çocukların zekâlarını ölçüyorlar Keskin zekâlı çocuklar seçilerek, saraydaki (Enderun) denilen mekteplerde, değerli öğretmenler tarafından okutuluyor İslâm bilgileri, İslâm ahlâkı, fen, kültür dersleri verilerek, kuvvetli, başarılı bir Müslüman olarak yetiştiriliyorlar Osmanlı ordularını zaferden zafere ulaştıran değerli kumandanlar, Sokullular ve Köprülüler gibi seçkin siyaset ve idare adamları, hep böyle yetiştirilen keskin zekâlı çocuklardı Osmanlı akınlarını durdurmak ve böylece Osmanlı Devletini yıkmak için, onların açtığı bu Enderun mekteplerini ve bunların kolları olan medreseleri yıkmak, Osmanlıları fende ve diğer ilimlerde geri bırakmak lâzımdır

İngiliz elçisinin müjde olarak gizlice bildirdiği bu görüş ve planları, Tanzimata yakın Osmanlıların Avrupa’ya tahsil maksadıyla göndermiş oldukları bâzı kimselerin orada okurken kendi şahsiyetlerini ve millî hislerini unutacak kadar Avrupa kültürü tesiri altında kalmaları ve daha sonraki yıllarda Avrupa devletlerinin himaye ve baskısı ile Osmanlı Devletinin kilit noktalarına yerleştirilmeleriyle gerçekleşme imkânı bulmuştur Jöntürk adı verilen bu kimseler, bulundukları makamlarından istifade ederek, Avrupa devletlerinin de kendilerini desteklemesiyle medreselerden, önce, fen bilgilerini, bunun arkasından da yüksek din bilgilerini kaldırttılar (Bkz Jön Türkler) Bu durum, medreselerin fonksiyonunu kaybetmesine sebep oldu, aynı zamanda Osmanlıların ilim ve fende Avrupa’dan geri kalmasına ve Osmanlı Devletinin yıkılmasına zemin hazırladı Medreseler 3 Mart 1924 târihli Tevhid-i Tedrisat (Eğitimde eşitlik) kânunuyla tamâmen kaldırıldı

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.

Eski 10-11-2012   #22
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.



N, O

Nakîbü'l-Eşrâf

İslâm devletlerinde seyyidlerin ve şerîflerin doğum ve vefât kayıtlarını tutan ve işleriyle ilgilenen müessesenin idârecisi

Hazret-i Fâtımâ ile Hazret-i Ali’nin evlâdından Hazret-i Hüseyin’in soyundan gelenlere seyyid; Hazret-i Hasan’ın soyundan gelenlere şerîf denir Evlâd-ı Resûl olan bu kıymetli insanlara Abbâsîler, Memlûkler gibi İslâm devletlerinde hürmet gösterilirdi Osmanlı Devletinde de gösterilen hürmetin yanında, onlara âit işleri görmek için vazîfeli memur tâyin edilmiştir Nakîbüleşrâf adı verilen ve sâdâttan (seyid ve şerîflerden) seçilen bu memûr, Peygamber efendimizin torunlarının işlerine bakar, neseplerini kayd ve zapteder, doğumlarını ve vefâtlarını deftere geçirir, onları âdî işlere ve şânlarına uygun olmayan sanatlara girmekten men ederdi Fenâ hâllere düşmelerine mâni olur, haklarını korurdu Fey ve ganîmetten onların hisselerini alıp aralarında dağıtırdı Bu sülâleden olan kadınların küfvü, dengi olmayanlarla evlenmelerini men eylerdi Nakîbüleşrâf bütün bu vazîfeleriyle, Peygamber efendimizin torunlarının umûmî bir vasîsi durumunda idi

Osmanlı sultanları, Osmanlı topraklarına gelen seyyid ve şerîflere, başka memleketlerde misli görülmeyen bir sevgi ve saygı gösterirlerdi Onların râhat ve huzur içinde yaşamaları için gereken her türlü hizmeti yaparlardı Onları her çeşit vergiden muâf tutarak, bunları belgeleyen birer berât verirlerdi

Osmanlı Devletinde Nakîbüleşrâf olarak ilk tâyin edilen zât, Emîr Sultan’ın talebelerinden olan Seyyid Ali Natta bin Muhammed’dir Seyyid Ali Natta, Yıldırım Bâyezîd Han zamânında, devlet dâhilindeki sâdâtın (seyyidlerin ve şerîflerin) Osmanlı Devletiyle münâsebetlerini temine başlamıştır Tâyin berâtı ile birlikte bu zâta Bursa’daki İshâkiye Zâviyesi vakfının idâreciliği de verilmiş ve bu vazîfenin evlâtlarına intikâli şart olarak, berâtta belirtilmiştir Seyyid Ali Natta’nın vefâtından sonra yerine Seyyid Zeynelâbidîn tâyin edildi

Nakîbüleşrâflık bir ara lağvedildiyse de, seyyid ve şerîf olmadıkları hâlde hürmet görmek için bu iddiâda bulunan bâzı sahtekârların ortaya çıkması üzerine, Sultan İkinci Bâyezîd Han devrinde 1494 yılında yeniden ihdâs edildi Nakîbüleşrâf ismi de bu târihte verildi Bu teşkilâtın başına Seyyid Mahmûd tâyin edildi Zamanla nakîbüleşrâflar yeni tahta çıkan pâdişâha kılıç kuşattılar

Nakîbüleşrâflık müessesesi ilmiye sınıfından olmakla berâber, tâyinler on yedinci asırda mutlaka yüksek dereceli ulemâdan olmazdı Bu asırdan îtibâren seyyid ve şerîf olup da, İstanbul kâdısı veya kazasker olanlardan emekliye ayrılan zâtlar, nakîbüleşrâf tâyin edilmeye başlandı Bu makâmda kalmanın muayyen bir süresi olmadığından, tâyin edilenler uzun müddet vazîfe yaparlardı Nakîbüleşrâflık vazîfesine yeni tâyin edilecek olan zât, Paşa Kapısına yâni Bâb-ı âlîye dâvet edilir, burada Sadrâzam tarafından ayakta karşılanır, kahve, gülsuyu ve buhûr ikrâm edildikten sonra, samur erkân kürkü giydirilerek, memuriyeti îlân edilir ve berâtı kendisine takdim edilirdi

Nakîbüleşrâfın resmî kıyâfetleri kazaskerlerin kıyâfetinin aynısı olup, sarıkları farklı idi Kazaskerler örf denilen sarığı, nakîbüleşrâflar ise küçük tepeli denilen sarığı sararlar, sâdâtta yeşil renkli tülbentle sararlardı Seyyid ve şerîfler ise, halk arasında belli olmaları ve gerekli hürmetin gösterilmesi için, kıyâfet olarak yeşil sarık sarar ve yeşil cübbe giyerlerdi Bu usûl ilk defâ Hârun Reşîd ve oğlu halîfe Me’mûn zamânında âdet olmuştu Zamanla unutulmuşsa da Türk-Memlûk Sultanlarından Melik Eşref Şâban, sâdâtın gerekli hürmeti görmesini temin için yeniden yeşil sarık sarmalarını istemiştir Yeşil sarık ve cübbe anânesi Osmanlı Devletinde de devâm etti Osmanlılar seyyidlerin başlarına sardığı yeşil sarığa “emir sarığı” ismini vermişlerdir Osmanlı Devletinde sâdâttan biri şeyhülislâm olursa, ancak o zaman yeşil sarığını çıkarıp şeyhülislâmlık makâmına mahsûs beyaz sarık sararlardı

Nakîbüleşrâfların resmî dâireleri, kendi konaklarında bulunur, maiyetinde çalışanlar da bu konaklarda hizmet ederlerdi Taşrada da yine sâdâttan olmak üzere, nakîbüleşrâf kaymakamları, seyyid ve şerîflerin isimlerini ihtivâ eden defterler tutarlardı Merkezde ve taşrada tutulan bu defterlere Secere-i Tayyibe defteri denilirdi Buraya bütün seyyidlerin ve şerîflerin isimleri Peygamber efendimize kadar silsileleri, evlâdı, ahfâdı, ikâmetgâhları kaydedilirdi

İstanbul’da nakîbüleşrâftan sonra en yüksek rütbe alemdârlık idi Vazîfeleri, sefere çıkılacağı zaman, pâdişâh tarafından nakîbüleşrâfa teslim edilen sancak-ı şerîfin taşınması idi Pâdişâh sefere gittiğine, nakîb efendi, berâberinde seyyid ve şerîfleri de götürürdü Sefer sırasında nakîbüleşrâf Sancak-ı şerîfin dibinde yürürdü Savaş sırasında seyyid ve şerîfler Sancak-ı şerîf altında tekbîr ve salevât-ı şerîfe getirirlerdi

Nakîbüleşrâflar, yaptıkları kıymetli hizmet dolayısı ile iltifât görürlerdi Pâdişâhlar tarafından kendilerine yazılan ferman ve berâtlarda, makâmlarına ve yaptıkları hizmetlerin üstünlüğüne uygun tâzim ifâdeleri kullanılırdı Onlara sikâyet, yâni zemzem dağıtma vazîfesi ve dîvân-ı mezâlim, yâni adâlet dîvânı reisliği gibi yüksek memûriyetler verilirdi

Nişancı

Osmanlı devlet teşkilâtında, Dîvân-ı Hümâyûn üyelerinden olup, pâdişâh adına yazılacak fermanlara, beratlara, nâmelere, hükümdârın imzâsı demek olan tuğrayı çekmekle görevli memur

Bâzı târihî kaynaklarda “muvakkî, tevkıî ve tuğrâî” isimleriyle de anılır Pâdişâhın emrini ihtivâ eden ve baş tarafına tuğra çekilmiş vesikalar, Osmanlı teşkilât dilinde “Nişan-ı şerîf-i sultânî, nişan-ı hümâyûn, tuğra-i garrâ-i hakânî, tevki-i hümâyûn, tevki-i refî” gibi isimlerle anılırdı Ancak yaygın bir şekilde bu evraklar kısaca “nişan” olarak isimlendirilirdi Ayrıca on sekizinci yüzyılın başına kadar nişancılar devlet tarafından yeni çıkarılan kânunların İslâm Hukûkuna uygunluğunu kontrol ettiklerinden, kendilerine “müftî-i kânûn” da denirdi Devletin arâzi kayıtlarını ihtivâ eden tahrîr defterlerindeki düzeltmeler ve değiştirmeler de, nişancıların önemli vazîfelerindendi

İslâmiyetin ilk devirlerinde, halîfelere verilen istidâlara (dilekçelere), devlet reisi tarafından verilen cevâba, “tevkî” denilirdi Hazret-i Ömer istidâları bizzat kendisi cevaplandırırdı Amr ibni Âs’a verdiği bir cevapta; “Emirinin senin hakkında nasıl olmasını istiyorsan, sen de halk hakkında öyle ol” diye yazmışlardı Tevkiler aynı zamanda devlet başkanının imzâsını taşıdığından, geçen zaman içinde özel şekiller almışlardır Abbâsîlerden îtibâren, tevkî yazılma işi için “divânü’l-inşâ” denilen dâire kurulmuştur Bu dâire, Büyük Selçuklu Devletinde Türkçe olan “tuğra” kelimesi kullanılarak “divânü’t-tuğra” ismini almıştır Anadolu Selçuklu Devletinde, Büyük dîvânda bulunan ve arâzi defterlerine bakan ve dirlik tevcih beratlarını hazırlayan dâirenin başkanına “pervâneci” denilmiştir Bu memur, Osmanlı devlet teşkilâtındaki nişancıya tekâbül etmekteydi Uygur ve Karahanlı devletlerindeki “Uluğ bitigci” de aynı işlerle vazîfeli memur idi

Osmanlı Devletinde, nişancıların Orhan Gâzi zamânından îtibâren var olduğu, bu pâdişâha ve haleflerine âit berat ve tuğraların mevcudiyetiyle anlaşılmaktadır Nişancı kelimesi, Sultan İkinci Murâd devrinde, Arapça Müvekki’nin yerine kullanılmaya başlanmıştır

Nişancıya âit derli toplu ilk bilgiye Fâtih Kânunnâmesi’nde rastlanır Kânunnâme’ye göre, merkezde vezirlik, kâdıaskerlik ve başdefterdârlıktan sonra en yüksek memuriyet nişancılıktı Devletin dışarıyla yazışmasını temin ve tuğra çekmek, en başta gelen vazîfesiydi Dîvân toplantıları esnâsında diğer yüksek memurlarla berâber çadırda oturur, dîvândan sonra verilen yemekte vezirler ve defterdarlarla aynı sofrada otururdu Nişancılık vazîfesine, edebî şahsiyetlerden ve âlimlerden tâyin yapılması usûldendi ve bu sebeple nişancılığa en çok müderrisler getirilirdi

Tesbit edilebilen ilk nişancı olan Muhammed Asgar’dan îtibâren, bu memuriyette vazîfe yapan bütün inşancılar, devletin nizamlarına, teşkilâtına ve müesseselerine dâir kânunların toplanmasında, neşredilmesinde büyük rol oynadılar Gerçekten, Leyszâde Mehmed bin Mustafa, Fâtih Kânûnnâmesi diye bilinen Kânûnnâme-i Âl-i Osman’ın bir araya getirilmesinde ve yazılmasında en büyük pay sâhiplerindendir Nişancılık vazîfesinde bulunanların teşkilâtın işleyişine diğer bir katkıları da, dîvândan çıkan fermanların tertip, imlâ ve inşâ tarzlarında koydukları kâidelerdir Konulan bu kâideler, haleflerince de aynen tatbik edilmiştir Meselâ, Tâcîzâde Câfer Çelebi, Koca Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi, Ramazanzâde, Okçuzâde ve Hamza Paşanın kendilerine mahsus ferman ve menşur yazış tarzları vardır

On yedinci asır sonlarında kaleme alınmış Tevkiî Abdurrahmân Paşa Kânunnâmesi’nde, nişancılara mahsus olan kıyâfet şöyle târif edilmektedir Mücevveze sarık sarar, sof üstlük, lokmalı kutnî, iç kaftanı ve orta abayı giyer, orta raht vururdu Ayrıca bu kânunnâmede nişancıların 400 akçelik hasları olduğu ve sadrâzamla her vakit görüşebildikleri kayıtlıdır Bundan başka Eflak-Boğdan Voyvodalıkları ile Erdel kralının tevcihinden dolayı muayyen bir gelirleri mevcuttur

On sekizinci yüzyıla kadar önemini muhâfaza eden bu memuriyetin îtibârı sonradan azaldı On sekizinci yüzyıl sonlarında vazîfeleri yalnız sadrâzamların mührünü basmaktan ibâret oldu 1836’da kaldırılan nişancılığın görevi defter eminliğine verildi Önemli fermanlara bâb-ı âlî, diğer fermanlara ise defter eminliğinde “tuğra-nüvis” denilen memurlar tarafından tuğra çekilmeye başlandı 1838’de tuğra-nüvislik kaldırıldı ve bab-ı âlî ile birleştirilerek tuğra çekme işi, bâb-ı âlî dâirelerinde yapılmaya başlandı Daha sonra, nişancılık sâdece pâye olarak verildi

Tanzimâttan sonra ise, nişancılığın vazîfeleri birkaç memuriyete dağıtıldı Aslî vazîfeleri mâbeyn başkâtipliğiyle hâriciye nâzırlığına devredilirken, ikinci derecedeki vazîfeleri mâliye ve defter-i hâkânî dâirelerinde görülmeye başlandı


Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.

Eski 10-11-2012   #23
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.



Osmanlılarda Basın

Osmanlı Devletinde İbrahim Müteferrika tarafından 1727’de ilk Osmanlı resmi matbaasının kurulmasından sonra, belli bir çevre içinde haberleşme, risaleler aracılığıyla olmuştu Matbaanın kullanılışından yaklaşık bir asır sonra Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa tarafından Kahire’de 1828’ yılında Türkçe ve Arapça olarak Vakayi-i Mısriyye adlı resmi vilayet gazetesi yayınlandı

İkinci Mahmud Han devrinde 11 Kasım 1831 yılında İstanbul’da Takvim-i Vekayi adlı resmi gazete çıkarıldı Türkçenin yanında; Arapça, Fransızca, Rumca ve Ermenice de yayınlanan Takvim-i Vekayi’nin basılması için İstanbul’da Takvimhane matbaası kuruldu Takvimhane nazırı olarak da Es’ad Efendi tayin edildi Haftalık olan bu gazetede resmi devlet haberlerinden başka iç ve dış dünya hadiselerine de yer verildi Ancak Sultan İkinci Mahmud Hanın vefatından sonra sadece resmi devlet haberlerine yer verildi Yıllık abonesi 120 kuruş olan bu gazete beş bin adet basılıyor, belli başlı devlet adamlarına ve memurlara şehir ve kasaba ileri gelenlerine, yabancı devlet temsilciliklerine dağıtılıyordu Önemli hadiseler olduğu zaman Varaka-i Mahsusa adıyla özel ilaveleri de yayınlanıyordu Tanzimattan sonra bir ara yayını durdurulan Takvim-i Vekayi, 1855'ten sonra, Meclis-i Ali-yi Tanzimat Nizamnamesi'ni ve bu müessesenin hazırladığı nizamnameleri yayınlamakla resmi gazete olma hüviyetine daha çok yaklaştı 1860’tan sonra tamamen devletle ilgili belge ve nizamnameleri yayınlayan Takvim-i Vekayi 1878’de kapandı Ancak üç yıl sonra 1881’de yeniden yayınlanmaya başladı 4 Kasım 1922 tarihine kadar 4609 sayısı yayınlandı Ankara hükumeti tarafından 211922’de Resmi Ceride 121928’de Resmi Gazete adını alarak yayınına devam etti

Takvim-i Vekayi’den başka, yabancı devletler nezdinde Osmanlı menfaatlerini korumak için Sultan Mahmud Han, Alexander Blacque Bey’e Le Moniteur Ottoman adlı Fransızca bir gazete de çıkarttırmıştı Bu gazetenin, Takvim-i Vekayi’nin Fransızcası olduğu da söylenmektedir

Sultan Abdülmecid Han tahta geçince, 1840’ta Türkçe yayınlanan Ceride-i Havadis adlı gazeteyi neşrettirdi Başında, William Churchill adlı bir İngiliz gazetecisi vardı 1850 yılından sonra bu iki Türkçe gazeteden başka Fransızca, İtalyanca, Rumca, Ermenice ve Farsça olmak üzere on altıya yakın gazete yayınlanmaya başladı 1864 yılında William Churchill’in ölümünden sonra oğlu, Ceride-i Havadis gazetesini kapatıp Ruzname-i Ceride-i Havadis adlı gazeteyi çıkarmaya başladı

Türkler tarafından çıkarılan ilk özel gazete, 21 Ekim 1860’ta neşredilen Tercüman-ı Ahval’dir Sahibi Çapanoğlu Agah Efendi, başyazarı Şinasi olan bu gazete, bir haber gazetesi olmaktan ziyade, hükumet tenkidine kadar bugünkü gazetecilikte görülen pekçok şeyin menşeini teşkil eden hususlara yer verirdi İlk zamanlar haftada bir, sonra üç, sonra Cuma hariç her gün yayınlandı Ancak siyasi şartlar ve basında giderek artan rekabet karşısında 1131866’da yayın hayatına son verdi Tercüman-ı Ahval gazetesinden ayrılan Şinasi, 27 Haziran 1862’den itibaren Tasvir-i Efkar’ı çıkarmaya başladı Osmanlı ülkesinde Avrupai fikirlerin yayılmasına, dil tartışmasını ortaya atarak devletin bölünüp parçalanmasına yönelik akımların gelişmesi için çalışan, devletin temel politikalarını ve hükumetin icraatını tenkid eden muharrir ve yazarların çalıştığı Tasvir-i Efkar gazetesi, daha çok fikir gazetesi özelliğini taşıyordu

Bu özelliği sebebiyle gazeteye ilgi artıp, trajı yükseldi Şinasi ve Namık Kemal Avrupa’ya kaçınca, Recaizade Ekrem tarafından çıkarıldı Fakat kamuoyundaki etkisini giderek kaybeden Tasvir-i Efkar 830 sayı çıktıktan sonra 1866’da kapandı

İlk Türk dergisi ise, 1850’de yayınlanmaya başlayan Vekayi-i Tıbbiye’dir Meslek dergisi özelliğinde olan bu dergiden başka Temmuz 1862’de Münif Paşa tarafından Mecmua-i Fünun yayınlanmaya başladı Ancak 1864’te kolera salgını yüzünden yayınını durduran Mecmua-i Fünun, 1866’da yeniden yayınlanmaya başladıysa da kısa bir müddet sonra yayına ara verdi Üçüncü defa 1883 yılında tekrar yayınlanmaya başladı Fakat yeniden kapandı Mir’at-ı Mecmua-i İber-i İntibah ve devamı olan İbretnüma ile Ceride-i Askeriyye de ilk çıkan dergilerdendir

1860’tan sonra Türkçe basınının, devlet ve hükumet ile hükumet ricaline karşı tutum alması, diğer dillerde yayınlanan gazetelerin de Osmanlı Devletinin bütünlüğünü bozmaya yönelik yıkıcı yazılar neşretmeleri üzerine, saltanatı, hükumeti, Osmanlı toplumunu meydana getiren milletleri ve dinlerini saldırılardan koruyabilmek için bazı tedbirler alındı 1860’ta özellikle yabancı basından şöyle bir taahhütname alınmaya başlandı:

“Osmanlı hükumetini, diğer devletlerle münasebetlerini, memurların çalışmalarını tenkid etmemek; başyazıları önceden Basın Bürosuna bildirip tasdik ettirmek, Basın Bürosunun tasdik etmediği haberleri yayınlamamak, Avrupa gazetelerinde çıkan yazıları düzeltmek gayesiyle Basın Bürosunca verilecek yazıları aynen yayınlamak” gibi

Bu doğrultuda yapılan uygulamalar birçok şikayetlere sebeb oldu Tanzimatın getirdiği eşitlik ve kanunlara dayanan uygulama ilkelerinin çiğnendiğini ileri süren yabancı basın mensupları, kapitülasyonlardan faydalanmak istediler Yabancı gazeteleri ve gazetecileri cezalandırma veya yasaklama teşebbüsleri karşısında, yabancı devlet elçilerinin basın hürriyetinin sınırlarını belirleyici bir kanun bulunmaması ve kendi konsolosluk mahkemelerinde muhakeme edilmek istemeleri sebebiyle kanuni düzenlemeye gidildi 1864’te Matbuat Nizamnamesi çıkarıldı

Bu dönemde İstanbul’da devletin yarı resmi gazetesi olan Fransızca Journal de Costantinople, İngilizce The Levant Herald, Fransızca Courier d’Orient, Rumca Bizantis, Bulgarca Bulgaria, Ermenice Megs, Masis, Avedapar ve Tar gazeteleri çıkıyordu İzmir, Kahire, Beyrut gibi şehirler başta olmak üzere diğer şehirlerde de azınlıklar ve Müslümanlar tarafından hayli gazete yayınlandı Ayrıca yine İstanbul’da Mecmua-i Havadis ve Münad-i Erciyas adlı Anadolu gazeteleri de yayınlanıyordu

1864’te Matbuat Nizamnamesi'nin düzenlenmesinden sonra, Türk basın hayatı yeni bir devre girdi Bu nizamname, ön sansürü bütünüyle kaldırıp, yabancı basının sorumsuzluklarına da sınırlar getirmişti Nitekim Nizamname'nin üçüncü maddesi, yabancıların da yerliler gibi muamele göreceklerini hükme bağladığından, kapitülasyonların basın alanına da yayılması önlenmiş oluyordu

Nizamname ile daha önce kurulmuş olan Babıali Tercüme Odası, Matbuat Müdürlüğü gibi kurumlara yeni vazifeler veriliyordu Siyasi özellikteki yayınlara ruhsat vermek, yayınların muhtevasını kontrol etmek, gazetelere verilecek resmi ilanları hazırlamak, Avrupa’da Osmanlı Devleti aleyhinde yayın yapan gazete ve kitapların ülkeye girmesine mani olmak, bu kaidelere aykırı davrananlar hakkında para ve hapis cezalarını uygulamak bu vazifeler arasındaydı

Nizamname, bir ön sansür koymuyordu ama, ağır para ve hapis cezalarıyla, başta padişah olmak üzere, bütün idareyi (bakanlar, meclisler, mahkemeler, devlet kurumları ve memurlar), yabancı devlet başkanları ve temsilcilerini, suçlayıcı ve kötüleyici yayınlardan koruyordu Nizamname, umumi çizgileriyle 1909 yılına kadar yürürlükte kaldı

1867 senesinde Ali Süavi de çıkardığı Muhbir Gazetesi'nde hükumeti daha sert bir dille tenkid etmeye başladı ise de, kısa süre sonra kapandı

Matbuat Nizamnamesi'nin boşluklarından faydalanan basının hükumet erkanını sert bir şekilde tenkid etmesi üzerine 1867’de basını kontrol maksadıyla bir kararname çıkartıldı Sadrazam Ali Paşa tarafından, aynı zamanda kendi mevkiini kuvvetlendirmek düşüncesi ile hazırlanan bu kararnameye Ali Kararnamesi denildi Bundan sonra basına karşı sert tedbirler uygulandı 1867 yılında İngilizce olarak çıkan The Levant Herald gazetesi de, Yunanlıların, Girit ihtilalcilerini destekleyen hareketlerini övdüğü için kapatıldı İstanbul’daki İngilizce gazetelerden, The Levant Times, bir de Bulgarca nüsha çıkarıp, Bulgar kavmiyetçiliğini destekleyen yazılar yayınlayarak Osmanlı Devletinin parçalanmasına çalıştı Bu dönemde Arap kavmiyetçiliğini teşvik için Avrupa’da Arapça yayınlanan gazetelere karşı, Babıali’nin maddi desteğiyle İstanbul’da Arapça El-Cevaib gazetesi yayınlandı

Hükumetin kendilerine verdiği vazifelere gitmeyerek Avrupa’ya kaçan Ali Süavi, Namık Kemal ve Ziya paşalar, gittikleri yerde Prens Mustafa Fazıl Paşa ve Agah Efendi ile buluşarak; Muhbir, Ulum, Hürriyet, İttihad adında çıkardıkları gazetelerde Babıali’nin aleyhinde yazılar yazdılar Dergilerin mali kaynağını mason locasına kayıtlı olan Mustafa Fazıl Paşa karşılıyordu Bu sırada İstanbul’da; Eğribozlu Mehmed Arif tarafından Ayine-i Vatan, Şakir Efendi tarafından Muhib, Andon Efendi tarafından Muhibb-i Vatan gazeteleri de yayınlandı Daha sonra bu gazeteler de çeşitli sebeplerle kapatıldılar

Mustafa Fazıl Paşa, Sultan Abdülaziz’den affedilmesini isteyerek yurda dönünce, yurtdışına kaçmış olan ve sürgünde bulunan Yeni Osmanlılar, 1870 sonundan başlayarak yurda dönmeye başladılar Saraydan gördükleri para yardımı ile Basiret adlı gazeteyi neşreden Yeni Osmanlıların ılımlı grubunu teşkil eden Basiretçi Ali ve arkadaşları, Türk ve Müslüman unsurların çıkarlarını savundular Basiret Gazetesi bu sebeple 1871’de on binlik bir tiraja ulaştı 1870-1871 Alman-Fransız savaşında Almanya’yı destekleyen yazılar neşreden ve Alman hükumetinden destek gören Basiret, Çırağan Vak’asından sonra Ali Süavi’nin bir makalesini yayınladığı için 20 Mayıs 1878’de kapatıldı Aynı dönemde Ali Raşit ve Filip Efendi tarafından Terakki Gazetesi çıkarıldı Haftada altı gün yayınlanan ilk gazete olarak dikkat çeken Terakki Gazetesi, hukumete yönelik aşırı tenkitlerinden dolayı 1870 ve 1874'te iki defa kapatıldı Ebüzziya Tevfik, Ayetullah Bey, Recaizade Mahmut Ekrem gibi imzaların yeraldığı Terakki, mizahi Letaif-i Asar ve hanımlar için Hanımlara Mahsus adlı haftalık ilaveler neşretti Hakayık-ül-Vekayi adıyla yayın hayatına devam ettiyse de aynı iddialı tutumunu sürdüremedi 1870’te bütün yazıları Ahmed Midhat Efendi tarafından yazılan, sonraları Bedir adını alan Devir Gazetesi neşredildi

1872 Haziranında Ahmed Midhat Efendinin idaresine geçen ve daha önce İskender Efendi tarafından yayınlanan İbret Gazetesi, Yeni Osmanlıların sözcüsü haline geldi Namık Kemal’in baş yazarlığını yaptığı bu gazete 25000 gibi o güne kadar görülmemiş bir tiraja ulaştı ve yayın hayatı boyunca 12000'den aşağı düşmedi Yazarları çeşitli sebeplerle İstanbul’dan uzaklaştırılan İbret Gazetesi, Namık Kemal’in Magosa’ya gönderilmesiyle 1873 yılında kapandı Bu müddet içinde Aşir Efendi tarafından çıkarılan ve yazı işlerini Ebüzziya Tevfik’in yürüttüğü Hadika, Ahmed Midhat Efendi tarafından yayınlanan ve okuyuculara faydalı bilgiler veren Dağarcık Dergisi, Ravdat-ül-Mearif ve Ceride-i Tıbbiye-i Askeriyye dergileri ile Diyojen’i çıkaran Teodor Kasap Efendi tarafından çıkarılan Hayal ve Çıngıraklı Tatar gibi mizah dergileri de neşredildi

1873 yılında Ebüzziya Tevfik’in siyasi yazılarıyla dikkati çeken ve kısa süre içinde kapatılan Sirac adlı gazete, yirmi beşinci sayısında kapatılan ve bir mizah gazetesi olan Latife, haberlere geniş yer ayırmasıyla tanınan ve akşam ilavesi çıkaran Hülasat-ül-Efkar Gazetesi, Ahmed Midhat Efendinin çeşitli fıkra ve hikayelerden başka roman tefrikalarına da yer verdiği Kırkanbar Dergisi, Dolap, Mecmua-i Nevadir-i Asar, Müteferrika, Revnak adlı gazete ve dergiler yayınlamışsa da ömürleri kısa ve tesirleri az olmuştur

1873 yılında memleketin içine düştüğü siyasi ve ekonomik sıkıntılara ortak ve yardımcı olması beklenen basın ve yayın organları tamamen devletin karşısında yer alınca, memleketin içine düştüğü sıkıntılar gözönüne alınarak basına karşı bazı tedbirler alındı Bu tedbirler üzerine, Amerikan ve İngiliz misyonerlerinin mali desteği ile geniş bir Arapça yayın merkezi haline gelen Beyrut’taki basın çevreleri, 1874’ten sonra kendilerine daha rahat çalışma imkanı veren Mısır’a gittiler Midhat Paşanın sadrazamlığı zamanında İstanbul basınına karşı zecri tedbirler uygulandı Bu tarihte vilayetlerde yayınlanan gazetelerin sayısı yirmiyi buldu Ayrıca devletçe masrafları karşılanarak kurulan vilayet basımevlerinde yerli ve özel gazete ve kitapların basılmasına da izin verilince; kültür faaliyetlerini destekleme yolunda oldukça müsbet adımlar atıldı Yine aynı dönemde ülkenin dört bir yanında yayınlanan gazetelerin toplu halde okuyucuların incelemesine sunulduğu kıraathaneler (okuma salonları) açıldı Ancak o zamana kadar hiçbir vergi ve rüsuma tabi olmayan gazetelere, 1874’te, her gazeteye iki paralık pul yapıştırma mecburiyeti getirildi

Gazetelerin memleket şartlarını dikkate almamaları, tenkit ve hicivde ileri gitmeleri üzerine Haziran 1875’te siyasi özellikteki kitap ve dergilerin ön sansürden sonra yayınlanmasına karar verildi Aynı yılın Eylül ayında, 1864 Nizamnamesi’ne “İlave baskıların sadece resmi ilanlar için kullanılabileceği” maddesi eklendi

1874’te Münif Paşa tarafından çıkartılan, sanat ve ilim yazılarına yer veren haftada birkaç defa yayınlanan Mecmua-i Maarif, Agop Baronyan tarafından yayınlanan ilk tiyatro gazetesi olan Tiyatro, Basiretçi Ali Efendi tarafından çıkarılan mizah dergisi Kahkaha, Mehmed Arif Bey tarafından çıkarılan Medeniyet Dergisiyle, Şafak, Afitab-ı Maarif ve Misbah-ı Felah dergileri de yayınlandı 1875 yılında, Tevfik Bey tarafından çıkarılan ve bir mizah dergisi olan Geveze, yine bir başka mizah dergisi Meddah, Mehmed Efendinin günlük çıkardığı dini bilgiler neşrederek ilgi gören Sadakat Gazetesi, Teodor Kasap tarafından yayınlanan günlük İstikbal Gazetesi, Filip Efendinin yayınladığı Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde de çeşitli şahıslar tarafından devam ettirilen Vakit Gazetesi, Şemseddin Sami’nin başyazarlığını yaptığı, Rum asıllı Papadapulas tarafından yayınlanan, daha sonra Mihran Efendi tarafından devralınan Sabah Gazetesi, Mehmed Tevfik Bey tarafından çıkarılan haftalık mizah dergisi Çaylak ile; bunların dışında Müsavat, Ümran, Selamet, Mirat-ı İber, Muharrir, Mecmua-i Maarif gibi kısa ömürlü gazete ve dergiler yayınlandı

1877’de Midhat Paşanın sadrazamlığı zamanında bir matbuat kanunu hazırlandı Bu tasarı mecliste kanunlaşmadan önce meclis dağıldı İki bölümden meydana gelen bu kanunun birinci bölümü matbaalara, ikinci bölümü ise basına ait hükümleri ihtiva ediyordu Aynı yıl içinde basın suçlarını yargılayan Meclis-i Ahkam-ı Adliye kuruldu Harb hali sebebiyle gazetelerin hükumeti tenkide yönelik yayınlar yapmaları yasaklandı Bu suretle Osmanlı basını yeni bir döneme girdi

1876-1878 senelerinde pekçok gazete ve dergi çıkarıldı Bunların belli başlıları; başyazarlığını Ahmed Midhat Efendinin yaptığı Çaylak, Tevfik Mehmet Bey tarafından çıkartılan Osmanlı Gazetesi, Şemseddin Sami’nin başyazarlığını yaptığı ve Mihran Efendinin yayınladığı kısa süreli Tercüman-ı Şark Gazetesi, Türk basınının en dikkate değer gazetelerinden olan, Ahmed Midhat Efendinin çıkardığı Tercüman-ı Hakikat Gazetesi, mizah gazetesi Karagöz, çocuk gazetesi Bahçe’dir

1878’de memleketin içinde bulunduğu harb hali sebebiyle, Osmanlı birliğini ve ülkesinin bütünlüğünü bozmaya yönelik yayınlara karşı bazı tedbirlere ihtiyaç duyuldu Maarif Nezareti, Matbuat Müdürlüğü ve Zabtiye Nezaretinin katkısıyla gazeteler üzerinde sansür uygulamasına gidildi Hariciye Nezaretinde de dış basınla ilgili Matbuat-ı Hariciye Müdürlüğü kuruldu

1878’de çıkmaya başlayan Tercüman-ı Hakikat Gazetesi, Ahmed Mithad Efendinin başarılı kalemi ile ve hükumeti tenkid etmeyen büyüklere şantaj, sansasyon özelliğinde olmayan ciddi haberciliğiyle bu devrin en uzun ömürlü ve itibarlı gazetesi oldu Daha sonraki senelerde Ahmed Midhat Efendinin damadı Muallim Naci’nin idare ettiği bir edebi ilave verdi Bu son derece ciddi ve terbiyevi bir edebiyat mecmuasıydı Çocuklar için haftalık ilaveler verdi Bu gazetede telif romanlar tefrika edildiği gibi, batı klasikleri de veriliyordu Midhat Efendi bu arada 150’den fazla roman ve ilmi kitap yayınladı Kitaplar, çekici ve akılcı bir üsluba sahib olduğundan, okutucu ve öğreticiydi On dört ciltlik Avrupa Tarihi, üç ciltlik Dünya Tarihi serileri, o devirde halk tarafından merakla okundu

1879’da Ebüzziya Tevfik Bey tarafından Mecmua-i Ebüzziya Dergisi çıkarıldı Ebüzziya Tevfik, pekçok kitaplar, yıllıklar yanında bazı klasik eserler yayınladı Kütüphane-i Ebüzziya adlı bir kolleksiyon meydana getirdi 1879’da Mehmed Ali tarafından iktisadi ve zirai konulara yer veren 15 günlük Vasıta-i Servet ve 1880’de Vakayi-i Tıbbiye adlı meslek dergileri de yayınlandı 1881’de Encümen-i Teftiş ve Muayene, Maarif Nezareti’nde de Tetkik-i Müellefat Komisyonu kuruldu 1888’de matbaaların bastığı bütün yayınlara önceden izin aldıktan sonra basma şartı getirildi

1891’den önce Tercüman-ı Hakikat’ten başka; on iki bin tirajlı Sabah, Saadet ve Tarik gazeteleri de çıkarıldı Jön Türkler hareketinin belli başlı simalarından olan Murad Bey, 1885 yılında haftalık Mizan Dergisini çıkarmaya başladı Bir ara Avrupa’ya kaçan Mizancı Murad, yayınına Paris’te devam etti İkinci Meşrutiyetin ilanı üzerine İstanbul’da tekrar yayınlanmaya başladıysa da uzun ömürlü olmadı; 1909’da tekrar kapandı

Kadrosunda Namık Kemal, Abdülhak Hamid Tarhan’ın da bulunduğu Gayret Gazetesi, 1886 yılında yayınlanmaya başladı Abdülhalim Memduh, Tepedelenlizade Kamil, Cenab Şehabeddin gibi kimselerin yazı yazdığı Muhit Gazetesi 1888’de çıktı İlkokul çocuklarına temel bilgiler vermek gayesiyle eğitim ve öğretime yönelik olan Mekteb Dergisi 1891'de kitapçı Karabet tarafından çıkarıldı Bir müdet böyle yayınlandıktan sonra 1894 yılında edebiyat dergisi haline geldi, Edebiyat-ı Cedidecilerin toplandığı bu dergi, okuyucuların ilgisini çekmek için çeşitli edebi anketler düzenledi Edebiyat tarihi açısından önemli bir yer işgal eden Servet-i Fünun Dergisi, Ahmed İhsan (Tokgöz) Bey tarafından 27 Mart 1891’de çıkarılmaya başlandı Aynı dönemde yayınlanan Malumat adlı edebi dergiyle edebi tartışmalara giren Servet-i Fünun Dergisinde, Edebiyat-ı Cedideciler olarak adlandırılacak şair ve yazarlar bir araya geldi Ocak 1895’te mecmuanın idaresini Tevfik Fikret aldı ve altı yıllık bir yayından sonra 1901’de ayrılmasına rağmen yayınına devam etti

Servet-i Fünunla tartışmalara giren ve önce Artin Efendi tarafından yayınlanan Malumat Dergisi, 1894’te kapatıldı 1895’te Baba Tahir tarafından tekrar yayınlanan Malumat Dergisinde eski edebiyatı savunan edebiyatçılar toplandılar 5 Temmuz 1894’te Ahmed Cevdet (Oran) tarafından yayınlanan ve Türk basınının uzun ömürlü ve tesirli gazetesi olan İkdam, Latin harflerinin kabulüne kadar devam etmiştir İkdam’ı yayınlayan Ahmed Cevdet’e bu yüzden "İkdamcı" takma adı verilmiştir 1895’te ilk kadın gazetesi Kadınlara Mahsus Gazete çıkarıldı 1899’da Mehmed Rıza tarafından yayınlanmaya başlayan Resimli Gazete, 1916 yılına kadar yayınını sürdürdü Daha çok tercümeye yer veren ve resimli bir gazete olan Musavver Terakki 1900’de yayınlanmaya başladı

Yurt dışındaki basın: Padişaha ve Babıali hükumetlerine karşı olan, çeşitli vesilelerle Avrupa’ya kaçan devlet aleyhinde bulunan ve kendilerine; Genç Osmanlılar, Jön Türkler ve İttihatçılar adını veren kimseler, Avrupa’da çeşitli cemiyetler kurdular Bu cemiyetlerin ilki Şinasi, Namık Kemal, Nuri, Refik ve Ayetullah Bey tarafından kurulan Yeni Osmanlılar Cemiyetidir Bu cemiyetin reisi Mir’at Gazetesi sahibi Refik Bey idi Daha sonra kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti, Yeni Osmanlıların yurt dışındaki basın faaliyetlerinin çok üstünde faaliyet gösterdi İngiltere, Fransa, Avusturya, İsviçre, Belçika, Bulgaristan, Romanya, İtalya, Yunanistan, Kıbrıs, Mısır, Amerika ve Brezilya’da, Abdülhamid Han ve Babıali hükumetleri aleyhinde yayın yaptılar Dış kaynaklardan ve Mısırlı Prens Mustafa Fazıl Paşadan destek gören bu kimseler, çeşitli gazeteler çıkardılar

Yurt dışında çıkan bu muhalif basının ekseriyeti Türkçe olmakla birlikte; Fransızca, Arapça, Almanca, İngilizce ve hatta İbranice olarak yayın yapıyordu Bu gazetelerin en eskisi, Ali Süavi’nin Avrupa’ya kaçmasından sonra Londra’da yayınlamaya başladığı Muhbir’dir Fransızca ve İngilizce ekler de veren Muhbir, Mustafa Fazıl Paşanın maddi desteğiyle 1867-1868 yıllarında 50 sayı kadar yayınlandı Muhbir’den sonra Yeni Osmanlıların yayın organı olan Hürriyet, Ziya Paşa ve Namık Kemal tarafından 1868-1869 yıllarında Londra’da seksen dokuz sayı çıkarıldı Ali Süavi’nin, Sadrazam Ali Paşa hakkındaki bir yazısı üzerine, İngiltere adliyesi tarafından takibata uğrayınca, 1870 yılında Cenevre’de Ziya Paşa tarafından on bir sayı olarak çıkarıldı Altmış üçüncü sayıdan itibaren Namık Kemal gazeteden ayrıldı ve 1869’da yurda döndü Ziya Paşa ise 1871’de döndü Ali Süavi, Mustafa Fazıl Paşanın verdiği para ile Paris’te Ulum adlı bir gazete çıkarmaya başladı 1870’de Cenevre’de Hüseyin Vasfi Paşa ve Mehmed Bey tarafından yayınlanan İnkılab (Paris 1878), Hayal (Londra 1879), İstikbal (Cenevre 1880), Gencine-i Hayal (Paris 1881), Yeni Osmanlılar döneminin yurt dışında yayınladığı basın organlarıdır 1895 yılında Ahmed Rıza tarafından yayınlanan Meşveret, 1897’de Fransızca nüsha da yayınlamaya başladı Hükumetin takibi neticesinde Paris’ten ayrılmak zorunda kalan Ahmed Rıza, Meşveret’i, İsviçre ve Belçika'da yayınlamaya devam etti Jön Türk hareketinin ileri gelenlerinden olan Mizancı Murad, 1877’de Mizan Gazetesini Kahire’de yayınlamaya başladı Bu gazetede, Hıristiyan Arap kavmiyetçilerinden Halil Ganem, Fransa’da Türkiye aleyhtarı yazılarıyla tanınan Albert Koda gibi şahıslar yazı yazdı

Daha sonra Cenevre’de yayınlanan Mizan bir ara Fransızca olarak da çıkarıldı 1897’de İttihad ve Terakki mensuplarından olan İshak Sükuti ve Abdullah Cevdet tarafından Türkçe ve Fransızca olarak Osmanlı Gazetesi çıkartıldı 1900 yılından sonra Londra’da ve Kahire’de yayınlanan Osmanlı Gazetesi, Abdullah Cevdet’in Viyana sefaretine doktor, İshak Sükuti’nin ise Roma sefaretine sefir olarak tayin edilmeleri üzerine, bir müddet kapandı 1902’den sonra yeniden yayınlanmaya başladı Jön Türklerin ikiye ayrılmalarından sonra, Paris’te toplanan Ahrar Grubuna karşı ortaya çıkan Ekseriyet Fırkasının yayın organı oldu Bu dönemde yazı işleri müdürü Hüseyin Siret, idare müdürü ise İsmail Hakkı Paşa idi 1896’da Tunalı Hilmi tarafından Cenevre’de çıkarılan Ezan, 1897’de Kahire’de yayınlanan Kanun-i Esasi ve el-Katib, 1899’da Cenevre’de yayınlanan İntikam, 1899’da Londra’da yayınlanan Hilafet, 1900’de Kahire’de Leon Efendi tarafından çıkarılan Sada-yı Millet, 1901’de Brüksel’de Avlonya mebusu İsmail Kemal tarafından yayınlanan Selamet Gazeteleri de Padişahın ve hükumetin yardımları ile hayatlarını idame ettirdikleri halde, Abdülhamid Hana ve Babıali hükumetlerine karşı çıkan dış basındandır 1904’te Abdullah Cevdet tarafından Cenevre’de çıkarılan İctihad Gazetesi bir ara Mısır’da ve daha sonra İstanbul’da yayınlandı Prens Sebahaddin ve Ahmed Fazıl tarafından 1906’da Kahire’de çıkarılan Terakki Gazetesi, adem-i merkeziyetçilerin yayın organı oldu Yine bu fikri savunan Şura-yı Osmani, Yeni fikir ve Hilafet gibi gazete ve dergiler de vardı

Sultan İkinci Abdülhamid Han, çoğu gayri müslim azınlıkların ve yabancıların elinde olan ve devlet adına tahsile gidip Avrupalıların kontrolüne girerek, yaşadığı toplumun değerlerine yabancılaşan sözde aydınların elindeki basın ve yayın organlarına karşı zamanın siyasi şartları sebebiyle bazı tedbirler aldı Müslim, gayri müslim ve Türk olmayan çeşitli unsurlardan meydana gelen Osmanlı Devletinin dünya konjonktürü içindeki o günkü yeri bunu icab ettiriyordu Sultan İkinci Abdülhamid Han, basını tam serbest bırakıp bazı tedbirler uygulamasaydı, 1908 sonrasında olan hadiseler otuz yıl öncesinden patlak verirdi Osmanlı toplumunu sömürmek için bütün yolları deneyen ve bu kirli maksadlarını gerçekleştirebilmek için türlü hilelere başvuran Hıristiyan Avrupa devletlerinin saldırılarına, çok daha hazırlıksız yakalanılırdı Sultan İkinci Abdülhamid Hanın, aldığı bu tedbirler, Osmanlı toplumu içindeki Müslümanlara ve Türklere otuz yıllık bir hazırlanma ve dinlenme dönemi sağlamıştır


Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.

Eski 10-11-2012   #24
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.



Abdülhamid Hanın basın politikası; devletin parçalanmasını, milletin düşman kamplara ayrılmasını önlemek gayesine yönelik şuurlu bir adımdır Ayrıca Osmanlı Devletini yıkmak için asırlardır uğraşan Hıristiyan Avrupa devletlerinin tehditleri ve oyunlarıyla, Osmanlı ülkesinin sosyo-ekonomik yapısından kaynaklanan nazik durum ve 1876-1878 yıllarında meydana gelen, Abdülaziz Hanın hal’i ve şehid edilmesi, Beşinci Murad’a karşı yapılan hareketler, Ali Süavi baskını ve Rusların Yeşilköy’e kadar gelmeleri de bu basın politikasını etkilemiştir

Abdülhamid Hanın uyguladığı bu basın politikasına karşı çıkan ve İkinci Meşrutiyetin verdiği serbestlikten istifade ederek bir baskınla iktidara gelen İttihat ve Terakki Fırkası ve daha sonraki iktidarlar, bu tedbirlerin çok daha şiddetlisini uygulamışlardır Bunun yanında Abdülhamid Hanın, matbuata verdiği önem pek fazladır Şahsına karşı olsa bile zamanındaki dergi ve gazetelerin mükemmel ve en güzel şekilde çıkmasını sağlamak için Servet-i Fünun gibi bazı gazete ve dergilere yardımda bulunduğu, hatta onlar için Avrupa’dan usta elemanlar getirttiği de bir başka hususiyettir

İttihat ve Terakki devri: Meşrutiyetin ikinci defa ilanı üzerine, yurt dışına kaçmış olanlar yurda döndüler ve yurt dışında yayınladıkları gazeteleri, İstanbul’da çıkarmaya başladılar İkinci Abdülhamid Hanın İkinci Meşrutiyeti ilan ettiği 24 Temmuz 1908 günü toplanan gazeteciler, gazete müsveddelerini sansüre vermeme kararı aldılar 25 Temmuz 1908 günü gazeteleri ön kontrolden geçirtmeden piyasaya sürdüler Bu gazeteler; Sultan ikinci Abdülhamid Han döneminde yayınlanan İkdam, Sabah, Tercüman ve Saadet gazeteleriydi ve her biri alelacele meşrutiyet ve hürriyet savunuculuğuna girip, kadrolarını yenilediler 24 Temmuz günü, daha sonra Gazeteciler Bayramı olarak kabul edildi Kanun-i Esasi'deki; “Matbuat, kanun dairesinde serbesttir” hükmü; “Hiçbir şekilde kablettab’ı (baskıdan önce) teftiş ve muayeneye tabi tutulamaz” şeklinde değiştirildi Sansürün kaldırıldığı bu şekilde ilan edilirken, 1877 (Ramazan-ı mübarek 1294) tarihli İdare-i Örfiyye ve Askeri Mehakim Kanunu kasten yerinde bırakıldı 1919 tarihine kadar bu kanuna dayanarak sansürü aratacak uygulamalarda bulunuldu Bir çok dergi ve gazete defalarca kapatıldı Mesela 1910 yılında Baha Tevfik’in çıkardığı, Eşek adlı mizahi dergi, kırk bini bulan ilk sayısından sonra kapatıldı Ancak Baha Tevfik birkaç defa Divan-ı Harb-ı Örfi karşısına çıkmak bahasına yılmadı ve dergilerinin biri kapanınca diğerini çıkardı Eşek’i; Yuha, El-Malum, Kibar, Alafranga Eşek takib etti Bu devirde en fazla gazetesi kapatılan ve mahkemeye çıkan Lütfi Fikri Bey oldu 1911 ila 1913 tarihleri arasında çıkarmış olduğu Tanzimat Gazetesi tam on altı defa kapanıp yeniden yayına başlamıştır

Bu dönemin en bariz özelliği, pekçok gazete ve derginin hep birlikte Abdülhamid Hanın memleketin içinde bulunduğu nazik durumlar sebebiyle tatbik ettiği Meşrutiyet öncesi icraatı tenkid etmekti Sadece İstanbul’da 1908-1909 senelerinde 353 gazete ve dergi yayınlandı Bu sayıya ülkenin dört bir yanında yayınlanan Türkçe gazetelerle yabancı dilde yayınlananlar da eklenince, birdenbire binlerce yayın ortaya çıktığı görülür Bunlar arasında Osmanlı Devletinin parçalanmasını ve yıkılmasını isteyen her fikrin savunucusu ve sözcüsü olan yayın organları ortaya çıktı Böylece memlekette bir fikir anarşisi doğdu

Eski gazeteler kendilerini yenilemeye çalışırken, Abdullah Zühdü ile Mahmud Sadık Yeni Gazete’yi; Tevfik Fikret, Hüseyin Cahit (Yalçın) ve Hüseyin Kazım (Kadri) Tanin’i kurdular İktidara muhalif yayınlar yapan Tanin Gazetesi birkaç defa kapatıldıysa da; Cenin, Renin, Senin ve Hak gibi değişik isimler altında yeniden çıktı Yeni Tasvir-i Efkar Gazetesi de, İttihatcıları destekler mahiyette yayınlar yaptı Kısa ömürlü Hukuk-i Umumiyye ile Selanik ve Manastır'da yayınlanan Şura-yı Ümmet, Rumeli ve Silah gibi gazeteler de İttihat ve Terakki fikirlerinin savunuculuğunu yaptı Bunların yanında İttihat ve Terakkinin fikir ve icraatlarına karşı çıkan partilerin yayın organı şeklinde gazeteler de ortaya çıktı Ahrar Partisinin Osmanlı, Mevlanazade Rıfat’ın Hukuk-ı Umumiyye, Serbesti gazeteleri, Mizancı Murad’ın Mizan’ı, Ali Kemal’in başına geçtiği İkdam, 31 Mart Vak’asını kışkırtan Derviş Vahdeti’in Volkan’ı, Cemiyet-i İlmiyye-i İslamiyye’nin Beyan-ül-Hak adlı gazeteleri bu kısımda sayılabilir Bu arada çıkan sayısız mizah dergisi de, kamuoyuna tesir etmeye çalıştı

Ayrıca bu dönemde, her türlü düşünce, doğudan ve batıdan kaynaklanan her türlü akım yazıya dökülüp kamuoyuna sunuldu Her milletin, her azınlığın, hem kendi dilinde, hem de Türkçe olarak yayınlanan gazeteleri ortaya çıktı Komünizmi ve sosyalizmi öven, İştirak, Sosyalist, İnsaniyet, Medeniyet, İdrak gibi yayın organları bu dönemde yayın hayatına girdi

İkinci Meşrutiyetin ilanının ilk aylarında serbestlik içinde bulunan, dilediklerini yazan, milleti padişah ve devlet adamları aleyhinde isyana teşvik eden gazete ve dergiler üzerinde, 31 Mart Vak’asından sonra iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki komitesince, kontrol sıklaştırıldı 5 Nisan 1909’da İttihatçılara karşı olan Serbesti Gazetesi yazarı Hasan Fehmi öldürüldü Meclise 28 Nisan 1909’da bir Matbuat Kanunu getirildi Meşrutiyetin yıldönümünde kanunlaşan ve Fransız Basın Kanunu esas alınarak hazırlanan bu kanuna göre, gazete çıkarmakta beyanname esası getiriliyordu Bu kanunda devletin temelini sarsmaya yönelik, padişahı, dinleri ve Osmanlı milletini koruyucu, suçu ve ayaklanmayı kışkırtıcı yazıları frenleyen maddeler de vardı

31 Mart Vak’asında Tanin başyazarı Hüseyin Cahit zannedilerek bir milletvekili öldürüldü 31 Mart Vak’ası bastırılınca kışkırtıcılardan olan Derviş Vahdeti idam edildi ve İttihatçılara muhalif olan gazetesi Volkan kapatıldı İttihatçılara muhalif olan Sadayı Millet Gazetesi yazarı Ahmed Samim, 9 Haziran 1910’da; Şehrah Gazetesi yazarı Zeki ise 10 Temmuz 1911’de öldürüldüler

Bu dönemde yayınlanan gazetelerden biri de 1903’te çıkmaya başlayan Sırat-ı Müstakim’in devamı olan; camilere sandalye konulmasını, müzikli ibadet edilmesini, İslam dininde reform yapılmasını isteyen Şemseddin Günaltay, İzmirli İsmail Hakkı, Sa’id Halim Paşa gibi dinde reformcuların ve Mehmed Akif, Ahmed Hamdi (Aksekili) gibi yazarların yazdığı Sebil-ür-Reşad Dergisidir Bu dergi yayımını aralıklarla Cumhuriyetten sonra da sürdürdü Bu dönemde yayınlanan dini yazıların neşredildiği, Ceride-i Sufiye, Sıyt-i Hilafet, İlmiye, Mikyas-ı Şeriat, Hikmet, Beyan-ül-Hak ve İslam Mecmuası gibi yayın organları da sayılabilir İttihat ve Terakkinin Selanik’te yayınlattığı Bağçe, İstanbul’da yayınlanan İttihat ve Terakki taraftarı Yeni Tasvir-i Efkar, Milliyet, Hak Yolu, Hürriyet, İttihad, İttifak gazeteleriyle mizah gazetesi Karagöz, 1909’da çıkmaya başlayan Alemdar, Tazminat, Teşkilat, Maşrik, Te’sis, Te’minat, Tanzimat gibi adlarla çıkan muhtelif gazeteler sayılabilir

İttihat ve Terakki Fırkasının 1913 yılında gerçekleştirdiği Babıali baskınıyla iktidarı tekrar ele geçirmesinden sonra başlayan Birinci Dünya Harbi ile birlikte, harb hali sebebiyle basın üzerine mecburi kontrol getirildi Sıkı yönetim ve kağıt sıkıntısının etkisiyle pekçok gazete kapandı ve kapatıldı Sadece iktidarda bulunan İttihat ve Terakki yanlısı Tanin, Sabah ve Tasvir-i Efkar gazeteleri ayakta kalabildi Bu devirde gazetelerde hususiyetle Türkçülük teması işlendi Savaş boyunca iktidarın açıklamaları dışında bir şey yazmak yasaklandı Sadece “Nihai zafere kadar harb!” sloganı işlendi Uygulanan yanlış iç ve dış politikalar sebebiyle ortaya çıkan kötü neticelerin yazılması yasaklandı Savaşın beklenenden uzun sürmesi üzerine 1917’den sonra umumi barış temasının işlenmesine başlandı 1917’de Asım ve Hakkı Tarık Us tarafından Vakit, ertesi yıl yayınlanmaya başlayan Akşam gazeteleri uzun ömürlü oldular 1918 yılında Celal Nuri İleri tarafından Ati (daha sonraları İleri), Yunus Nadi tarafından yayınlanan Yeni Gün gazeteleri özellikle milli mücadele sırasındaki yayınlarıyla önem taşırlar 1917’de Afyon’da yayınlanmaya başlayan Öğüt, önce Konya’ya 1919’dan sonra Ankara’ya taşınarak yayınını sürdürdü Bu dönemde yayınlanmaya başlayan Türk yurdu, Milli Tetebbular Mecmuası, Osmanlı Tarih ve Edebiyatı Mecmuası, İctimaiyyat Mecmuası, Yeni Mecmua, ilmi, fikri ve edebi ağırlıklarıyla dikkati çektiler Mizah gazeteleri arasında ise; Kalem, Davul, Püsküllü Bela, Curcuna, Coşkun Kalender, Hokkabaz, Dalkavuk, Zevzek, Hoca Nasreddin, Geveze, Meddah, Hacıvat, Hayal-i Cedid, Şaka, Eşek vb sayılabilir

İttihatcı hükumetin düşmesi ve Mondros Mütarekesinin imzalanması üzerine, Anadolu’da bulunan muhalif gazeteciler İstanbul’a döndüler Yeni bir basın patlaması ve İttihatçılıktan arınma akımı başladı 13 Kasım 1918’de galip devlet donanmalarının İstanbul’a girmesiyle mütareke dönemine girildi Osmanlının mirası ve Türk milletinin geleceği, 1918-1922 yılları arasında mütareke basınıyla, milli mücadele basını arasında uzun uzun tartışıldı Merkezi Ankara’da olan Kuva-yı Milliye hareketini Akşam, Vakit, İleri, Yeni Gün, Tercüman, Dergah, Tasvir-i Efkar, Albayrak, İkdam gazeteleriyle Anadolu’nun ve Trakya’nın değişik yerlerinde yayınlanan çeşitli gazete ve dergiler desteklediler Ankara hükumetine cephe alanlar ise, Peyam-i Sabah, İstanbul, Aydede, Alemdar, Güleryüz, Ümit, Aydınlık, Zincirbent, Cumhuriyet, İrşad, Tan, Yeni Dünya, Şarkın Sesi, Ferda, Zafer, Hatif gibi gazete ve dergilerdi

Osmanlı Devleti zamanında, faydalı yayınlar yaparak devlet ve millet menfaatlerini savunarak güzel hizmetler vermesi gereken basın, çoğu yabancıların ve azınlıkların elinde bulunması sebebiyle az bir kısmı hariç, devletin ve devlet adamlarının karşısında ve Osmanlı Devletinin parçalanmasını ve yıkılmasını isteyen düşmanlar yanında yer aldılar Faydalı yayınlarla milleti aydınlatacakları yerde, yangına körükle gidercesine hadiseler üzerine gidip devlet ile milletin arasını açtılar Bazı zamanlar basın ve yayın hayatıyla ilgili serbestlikten ve imtiyazlardan faydalanarak azınlıkların ve halkın haklarını savunmak bahanesiyle altı yüz yıl adaletle hüküm sürmüş olan Osmanlı Devletinin yıkılışını hızlandırdılar Böylece millet nazarındaki itimat ve prestijlerini kaybettiler

Özel gazete ve mecmualar yanında bizzat devletin çıkardığı yayınlar da bir hayli yekün tutuyordu İkinci Mahmud Han tarafından çıkarılmaya başlanan Takvim-i Vekayi’den başka çeşitli devlet kuruluşları tarafından bir senelik hadiseleri içinde toplayan salnameler (yıllıklar) tertib ve neşredildi Osmanlılarda ilk resmi salname 1847 senesinde neşrolundu Bu salnameyi düzenlemekle Hayrullah Efendi vazifelendirildi ise de Ahmed Vefik Paşaya yaptırdı Sonraları Cevdet Paşa, daha sonraları da Meclis-i Mearif Başkatibi Behçet, Meclis azasından Rüşdi beyler tarafından yapılan salname, bilahare Mearif Nezareti Mektubi Kalemi Hey’etine, 1888’den sonra da Me’murin-i Mülkiye Komisyonuna bağlı Sicill-i Ahval idaresi tarafından tanzim edildi Resmi salname, saltanatın sonuna kadar bu idare tarafından tertib edildi

İlk zamanlar yüz küçük sayfayı geçmeyen salnameler, sonraları iki-üç yüz, en nihayet yedi-sekiz yüz sayfayı bulmuştur Bunlarda, devletin resmi teşkilatından başka; memurların isimleri, tayin tarihleri, rütbeleri, nişanları gösterilir, birer vesika mahiyetini taşırlardı Umumi salnamelerden başka, yine resmi mahiyette olmak üzere nezaretler (bakanlıklar), vilayetler (valilikler) de salname çıkartırlardı Bunlardan 1915-1916 senesinde neşr edilen İlmiye Salnamesi geniş bilgileri ihtiva etmektedir Nezaretlerin bir kısmı sadece bir tane salname düzenlemekle yetinmeyip, birden fazla salname neşretmişlerdir İlk sene 1257 sayfalık bir salname çıkaran Maarif Nezareti, 1900-1901’de üçüncü defa olarak bastırdığı salnamedeki sayfa sayısını 1678’e çıkarmış ve memleketin bir de haritasını koymuştur 1907-1908’de son olarak çıkartılan Altıncı Maarif Salnamesi 742 sayfa idi

Vilayetlerce ilk salname, 1866-67 senesinde tertib edildi Vilayetlerin bazılarında yalnız bir tek salname neşredildiği halde, bazılarında yirmiye yakın salname çıkarılmıştır En çok salname çıkaran vilayetler ise, Hüdavendigar (Bursa) ve Selanik’tir

Salnamelerden başka kanun ve nizamnameleri ihtiva eden Düstur adı verilen kitap ve mecmualar da çıkarıldı Osmanlılarda ilk kanun mecmuası Cevdet Paşa tarafından hazırlanarak 1863 senesinde o zamanın devlet matbaası olan Matbaa-i Amirede bastırılıp, resmi dairelere dağıtılmış ve satışa çıkarılmıştır

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.

Eski 10-11-2012   #25
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.



R

Redif Teşkilatı

Osmanlı Devletinde ihtiyat askerine verilen ad Sultan İkinci Mahmud Han, 1826 târihinde Yeniçeri Ocağını kaldırarak yerine Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye adıyla yeni bir ordu teşkilâtı kurdu Daha sonra da, Osmanlı ordusunun muvazzaf birliklerine, ihtiyaç hâlinde kaynak olması için yeni terhis edilmiş askerlerden faydalanma yoluna gidilerek devlete mâlî bakımdan fazla yük yüklemeyecek Redîf Teşkilâtı kuruldu Redîf-i Asâkir-i Mansûre adı verilen bu ihtiyât kuvvetlerinin tertip tarzı Sultan İkinci Mahmûd Han tarafından Serasker Hüsrev Paşaya havâle edildi Ancak halkın yeni kurulmuş Asâkir-i Mansûre ve Hassa Teşkilâtına iyice intibak etmesi için Redîf teşkilâtı kurulması biraz geciktirildi Bu esnâda Redîf teşkilâtı hakkında halka bilgi verilip, redîf (ihtiyat) yazılmaya heveslendirildi

24 Mayıs 1834 târihinde Sultan İkinci Mahmûd Hanın kızı Sâliha Sultanın düğünü vesîlesiyle taşrada bulunan vezirlerle âlim ve eşraftan bâzıları dâvet edilerek, Redîf Teşkilâtı konusunda istişârî mâhiyette görüşmeler yapıldı Bunu ikinci ve üçüncü toplantılar tâkip etti Bâb-ı fetvâda Kânunnâme okunup, kabul olundu ve pâdişâhın irâdesi alınarak 8 Temmuz 1834 târihinde Redîf Nizamnâmesi yürürlüğe girdi 28 Temmuz 6 Ağustos 1834 târihli hükümlerle de durum Redîf Teşkîlâtı kurulacak yerlerin vâli, mutasarrıf ve diğer ilgililerine bildirildi

Redîf kuvvetlerinin alay ve merkezleri şu şekilde tanzim ve tespit edilmişti:

1 Hassa ordusu redîf alayları: Merkezleri sıra ile İzmit, Bursa, İzmir, Aydın, Afyonkarahisar ve Isparta’da bulunan altı piyâde alayı; Bursa, Aydın ve Isparta’da üç süvârî alayı ve yine Isparta’da bir topçu alayı

2 Dersaâdet (İstanbul) ordusu redîf alayları: MerkezleriEdirne, Bolu, Ankara, Çorum, Konya ve Kayseri’de altı piyâde alayı; Bolu, Ankara ve Kayseri’de üç süvârî alayı ile Çorum ve Edirne’de birer topçu alayı

3 Rumeli redif alayları: Merkezleri Manastır, Selânik, Yanya, Üsküp, Sofya ve Şumnu’da altı piyâde alayı

4 Anadolu ordusu redif alayları: Merkezleri Sivas, Tokat, Harput (Elazığ), Erzurum, Diyarbakır ve Kars’ta altı piyâde alayından kurulmuştu Her dört ordudaki redîf piyâde alayları dörder taburluydular

Dörder bölükten meydana gelen redîf taburlarında başlangıçta 1308 nefer bulunması gerekmekte ve her bölüğün ilk üç onbaşısına 28, diğer dokuz onbaşısına ise 27’şer nefer isâbet etmekteydi Şubat 1835 târihinde alınan bir kararla redîf taburlarında bulunması gereken nefer sayısı 1200’e indirildi Bu değişiklikle bölüklerde bulunan onbaşılar arasında eşitlik sağlandı Böylece her onbaşıya 25 nefer verildi

1836’da Redîf Teşkilâtında bâzı yenilikler yapıldı Redîf süvârî alayları teşkil edildi 1869’da çıkarılan yeni bir kânuna göre muvazzaflık hizmet süresi dört yıla indirildi ve bir yıl muvazzaf ihtiyattan sonra, altı yıl sürecek bir redîflik hizmet dönemi esas kabul edildi Rediflik süresi 1887’de sekiz yıla çıkarıldı

Redîf Teşkilâtına kumanda edecek subaylar, muvazzaf ordu subaylarıyla aynı niteliklere sâhip bulunuyorlardı Ancak bunlar, rediflerin bulundukları yerleşim bölgelerinde sulh zamânında askerlik şûbelerinde vazîfelendirilmişlerdi Redîf teşkilâtı 1912’de kaldırıldı

Reisülküttap

Osmanlı Devletinde, dîvân-ı hümâyunda, doğrudan doğruya vezîriâzama bağlı yazı işleriyle meşgul kalemlerin ve buradaki kâtiplerin faaliyetine nezâret eden dâire reisi

Osmanlılarda ilk defâ Fâtih Sultan Mehmed Kânûnnâmesinde görülen reîsülküttap tâbirinin daha evvelki târihlerde de mevcut olduğu anlaşılmaktadır Bu kânunnâmeye göre, reîsülküttap, dîvânda vezîriâzamın önünde durarak muâmele görecek yazıları okurdu

Reîsülküttap, dîvân-ı hümâyunda kitâbet sınıfında yetişir ve muayyen kademeleri geçtikten sonra bu makâma getirilirdi

Reîsülküttap bütün dîvân kâtiplerinin reisiydi Tâyin ve tevcih beratları, idârî emirler ve hükümler, kâtipler tarafından yazıldıktan sonra ona gösterilirdi Bütün beyler ve ulemâ ile diğer mansıp sâhipleri, beratların ve dîvân hükümlerinin yazılmasında onun dediğine îtimâd etmek zorunda idiler Reîsülküttap, bu çeşitli vazîfelerini yerine getirebilmek için, emrindeki kâtipleri; 1) Beylikçi veya dîvân kalemi, 2) Tahvil veya nişan kalemi, 3) Rüûs kalemi adı verilen üç dâirede çalıştırırdı Sonraları dördüncü bir dâire olarak âmedî kalemi kuruldu

Reîsülküttap ve dîvân-ı hümâyun kâtipleri dîvân sırasında ikinci ve üçüncü kubbeler arasında otururlardı Dîvân toplanırken, reis, defterdâr yönünden gelip vezîriâzamın sağ tarafına telhis kesesini koyar ve söylenecek bir şey varsa, kulağına yavaşca söyledikten sonra yerine çekilirdi Onun arkasında reîse tâbi dîvân kâtiplerinden divitdâr efendi vezîrin önüne divit koyardı 16 yüzyıl sonlarına kadar dîvân toplantılarında arz-ı hâlleri reîsülküttaplar yüksek sesle bizzat okudukları hâlde, sonraları bu işi birinci ve ikinci tezkireciler görmeye başladı Ancak tezkirecinin dîvânda bulunmadığı zamanlar arz-ı halleri reis efendi okurdu

Gizli yazılar kâtiplere bırakılmayıp, bizzat reis tarafından yazılır ve muhâfaza edilirdi Bu arada yeniçerilere ulûfe dağıtımına âit telhisi, sadrâzamın ağzından reis bizzat yazar ve bir destmal (mendil veya havlu) içinde kapıcılar kethüdâsı ile pâdişâha gönderirdi Daha sonra, pâdişâhın hatt-ı hümâyûnu ile geri gelen telhisi sadrâzam alır ve okuması için reise verirdi

Muâhedeler ve pâdişâh irâdeleri reis tarafından husûsî torba ve sandıklarda saklanır, bu torbalara harita adı verilirdi On sekizinci asırda her yıl sadrâzamın huzûrunda yapılan yıllık tevcihat merâsiminde, memuriyetleri bildirme vazîfesi reîsülküttâba âitti O, nezâreti altında hazırlanmış olan beratları kendi eliyle sadrâzama verirdi

Reîsülküttâbın surre-i hümâyûnun gönderilmesi sırasında da vazîfesi vardı Surrenin gönderilmesinden bir gün evvel dârüsseâde ağası tarafından dâvet edilen reis efendi, Bâbıâlîde Mekke emîrine hitâben yazılan nâme-i hümâyûnu saraya götürüp bizzat dârüsseâde ağasına teslim ederdi

Reîsülküttap sadrâzamla birlikte sefere gittiği zaman, pâyitâhtta sultanın yanına rikâb reisi ünvânıyle bir kaymakam tâyin edilirdi Bu memuriyete rikâb-ı hümâyûn riyâseti denilirdi Rikâb reisleri merâtip göz önünde tutularak umûmiyetle büyük tezkirecilerden seçilirdi

Reîsülküttap terfî ederse, Fâtih Kânununa göre; nişancı veya defterdâr olabilirdi Nitekim nişancı veya defterdârlıktan beylerbeyliğe veya vezirliğe yükselen pekçok reîsülküttap vardır Abdurrahmân, okçu Mehmed, Abdürrezzâk Bâhir, Feyzi Süleymân paşalar beylerbeyliğine; Râmi Mehmed, Râgıb Mehmed, Nâili Abdullah, Halîl Hâmid ve Mehmed Emîn Vâhid gibi paşalar da vezirliğe yükselen reîsülküttaplardır

Azledilen reîsülküttaplar, çok defâ eminlerden birine ve husûsiyle meşakkatli ve masraflı bir iş sayılan tersâne-i âmire emânetine tâyin edilirlerdi

Reîsülküttapların ehemmiyeti, 18 asırdan îtibâren önemli ölçüde artmıştır Nitekim bu asırda dîvân kalemi reisliği de üzerinde olmak kaydıyla bütün hâricî işler reislere havâle edilmiştir Bu görevleri dolayısıyla ecnebî muharrir ve seyyahları, reîsülküttâbı, devlet sekreteri ve hâriciye nâzırı olarak târif etmişlerdir

Sultan İkinci Mahmûd Han tarafından 1835 senesinde reîsülküttap ismi ve teşkilâtı kaldırılarak Umûr-i hâriciye nezâreti kuruldu Son reîsülküttap olan Yozgatlı Mehmed Âkif Efendi de müşirlik rütbesiyle hâriciye nâzırı oldu

Rumeli Eyaleti

Osmanlı Devletinin Avrupa topraklarındaki en büyük idârî birimi Osmanlılar Rumeli’de ilk fetihlerini yaparken (1353-1359), Süleyman Paşa, bu kuvvetlerin başkumandanı sıfatı ile beylerbeyi durumunda idi Daha sonra Sultan Birinci Murâd Han döneminde, Edirne merkez olmak üzere, Rumeli eyâleti kuruldu Lala Şâhin Paşa da beylerbeyi tâyin edildi Bu beylerbeyliğin vazîfesi, idârî olmaktan ziyâde, fetih harekâtını devâm ettirmek, yâni İslâm dînini yaymaktı Bu yüzden beylerbeyiliğin sınır bölgelerine en seçkin komutanlar tâyin edildi

Avrupa’daki Osmanlı toprakları genişledikçe, Rumeli Beylerbeyliğinin devlet içindeki nüfûzu da arttı Bu eyâlet, Sultan İkinci Bâyezîd Han devrinde devletin en mühim idârî birimi olurken, Rumeli Beylerbeyine de akranları arasında en üst rütbe verildi Vezir pâyesiyle, paşalık ünvânı ve divan toplantılarına katılma hakkı tanındı Bâzı Rumeli Beylerbeyleri, aynı zamanda, veziriâzamlık da yaptılar

Beylerbeyiler, ilk zaptedilen yerleri Paşa Sancağı hâlinde bizzât idâre ettikleri gibi, stratejik ehemmiyeti ön plânda olan ve idârî bir merkez olmaya elverişli bulunan kale ve şehirleri de, ehliyet ve kâbiliyet sâhibi beyler vâsıtasıyla hâkimiyetleri altında tutuyorlardı On altıncı asır ortalarına kadar bölgedeki fethedilen bütün yerler, stratejik ehemmiyetlerine göre sancak hâline getirilerek, Rumeli Beylerbeyliğine bağlandı Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinin sonlarında, Macaristan’da yeni eyâletler teşkil edildi

Osmanlı fethinden önce bölge halkı, zâlim kral ve imparatorların zulümlerinden kaçıp, Rumeli’yi boşaltmaya başlamıştı Bu yüzden kayda değer büyüklükte bir şehre tesâdüf edilmeyen Rumeli bölgesinde ufak-tefek bâzı yerleşim birimleri vardı Fetihten sonra Aksaray tarafındaki yörükler, topluca Rumeli’nin boş arâzisine yerleştirildi Fethedilen yerlerde kimse aç ve açıkta bırakılmadı Her taraf kısa zamanda îmâr edildi Elde edilen vergi gelirinin iki-üç misli harcama yapılarak Rumeli âdetâ yeniden inşâ edildi Câmisi, medresesi, imâreti, hamamı, köprüsü mektebi, çeşmesi, kışlası, insanların ihtiyâcı olan her şeyiyle Rumeli şenlendi Temizlik ve güzellik, adâlet ve güzel ahlâk her tarafta yayıldı Bâzı Hıristiyan köylerinden Rumeli Ağası nezâretinde devşirilen çocuklar, Müslüman köylülerin yanlarına verilip bilâhare acemi ocağına alınarak yetiştirildiler

Beylerbeyilik merkezlerine (paşa sancağı), sancak merkezlerine ve kazâlara kâdılar tâyin edildi Nâhiyelere nâibler vazîfelendirildi Köy ve mahallelerde ise imamlara mesûliyet verildi Kazâ ve nâhiyelerde sübaşılar âsâyişi temin ettiler Tımar sâhipleri iyi muâmeleleriyle toprakları şenlendirdiler

Aynî Ali Risâlesi’nde verilen rakamlara göre 16 asrın sonlarına doğru Rumeli toprakları 9274 kılıç olarak dirlik sâhiplerine dağıtıldı Rumeli eyâletinden cebelüleriyle birlikte 33000 kişi sipâhî ordusuna katılırdı Ayrıca Rumeli’den on binin üzerinde yörük ve müsellem eşkinciyle bir o kadar da akıncı çıkardı Rumeli Beylerbeyinin emrinde yaklaşık 60000 kişilik bir ordu teşekkül ederdi

Rumeli eyâleti, Kânûnî devrinde; Paşa livası (sırasıyla; Edirne, Sofya, Manastır), Gelibolu, Silistre, Niğbolu, Vize, Sofya, Köstendil, Midilli, Semendire, İskenderiye (İşkodra), Avlonya, İlbasan, Ağrıboz, Tırhala, Prizen, Alacahisar, Vidin, Florina, Mora, Vilçitrin, Yanya, Karlıili, İzvornik, Hersek, Bosna, Selânik, Kızılca Müsellem, Voynuk, Çingâne, Karadağ, Kefe veOhri sancakları olarak teşkilâtlandırılmıştı

On yedinci asırda Mora ve çevresindeki sancaklar, Rumeli’den ayrıldılar On dokuzuncu asırda ise; Üsküp, Bosna, Selânik ve Yanya, Rumeli eyâletlerinden ayrılarak ayrı birer vilâyet hâline getirildi Rumeli de, Ohri, Kesriye ve İşkodra’dan ibâret bir eyâlet hâline geldi 1864’te vilâyet sistemine geçilince de; Varna, Niş, Sofya, Tırnova, Rusçuk, Tolçu ve Vidin mutasarrıflıklarından meydana gelen Tuna vilâyeti kuruldu İşkodra ve Edirne 1878’de ayrı birer vilâyet hâline getirilince, Rumeli eyâleti tamâmen ortadan kalktı ve Rumeli coğrafî bir tâbirden ibâret kaldı

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.

Eski 10-11-2012   #26
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.



S, Ş

Sadâret Kaymakamı

Arapça “vekil” demektir Osmanlılarda, sadrazam, hükümet merkezinden ayrıldığı zaman kendisine kubbe vezirlerinden “vezir-i sâni” vekâlet eder, bu vekâleti müddetince ona “sadâret kaymakamı” “kaymakam paşa” veya sâdece “kaymakam” denildiği gibi “kaymakam-ı rıkâb-ı hümâyûn” veya “kaymakam-ı âsitâne-i seâdet” de denirdi

Kaymakam paşalar, vekâleti müddetince asıl gibi hareket eder, sadrazamın bütün salâhiyetlerini (yetkilerini) kullanırdı Yalnız, seferin olduğu ve ordunun bulunduğu bölge, yetkisi dışında kalırdı Buralardaki ilgili hüküm ve beratları veremezdi; bunların verilmesi doğrudan doğruya padişaha ve sadrazama âitti Yabancılarla ilgili işlere de sadrazam bakardı

Padişahlar sefer yerlerine sadrazamı gönderdikleri zaman merkezde sadrazama vekâlet edecek ve padişahla olan irtibatı sağlayacak bir memura ihtiyaç hasıl oldu Bu makama sadrazamın itimat ettiği kimsenin tayin olması gelenek haline gelmişti Göreve getirilen vezir, sadrazam ile birlikte padişah tarafından kabul olunur, kendisine samur kürk giydirilerek memuriyeti ilan edilirdi Ayrıca, padişah Edirne’de olursa, İstanbul’a kaymakam veya muhafız tayin ederdi

Kaymakamın başkanlığında toplanan dîvâna “kaymakam dîvânı” denirdi Kaymakamlar, sadrazam gibi, dîvân günlerinde, evlerinde dîvân kurarlardı Dîvâna katılan vezirlerle, kazaskerler, şıkk-ı evvel defterdarı, nişancı ve reisülküttâb, ordu ile birlikte gittiklerinden, kaymakamın kurduğu dîvânda İstanbul kadısı, şıkk-ı sâni ve sâlis defterdarları ile nişancı ve reisülküttap vekilleri bulunurdu

Çarşamba dîvânına ise, İstanbul kadısından başka Galata, Üsküdar ve havass-ı Kostaniyye kadıları ile sekbanbaşı gelir, fakat sekbanbaşı yeniçeri ağasının vekili olarak fazla kalmayıp geri dönerdi Cuma dîvânına sadece sekbanbaşı gelmezdi

Kaymakam paşaların, kendine mahsus kıyafetleri vardı Kaymakamlar, sadrazam gibi zaman zaman gezerek eşya fiyatlarını kontrol ederler, narha riâyet edilip edilmediğine bakarlar ve yine sadrazam gibi tersaneye gidip bahriye işlerini teftiş ederlerdi

Osmanlı ordusunda, bugünkü yarbay karşılığında olan rütbeye de kaymakam denirdi

Sadâret Kethüdâsı

Sadrâzamın yardımcısı

On sekizinci yüzyıldan îtibâren resmî sıfat kazandı Tâyinleri, sadrâzamın teklifiyle yapılırdı Zamanla, sadâret kethüdâlığından, sadrâzam tâyin edilenler oldu Çoğu zaman da, sadrâzamlar azledilince, sadâret kethüdâları da azledilirlerdi

Bütün devlet işleri, sadrâzamdan önce, sadâret kethüdâsının elinden geçer, Bâbıâlî’den çıkan emirler onun tavsiyesine göre tatbik olunurdu Daha çok dâhilî işlerle meşgûl olan sadâret kethüdâlığı, 1835 yılında Mülkiye, 1837’de de Dâhiliye Nezâreti adını aldı

Sadrazam

Osmanlı devlet teşkilâtında pâdişâhtan sonra devletin en yüksek rütbeli idârecisi Sadrâzam, “vezîriâzam” diye de bilinir ve padişahın mutlak vekîli olarak devlet işlerini idare ederdi Sadrazamlara ayrıca “sadr-ı âlî, vekil-i mutlak, sâhib-i devlet, zât-ı âsafî” gibi unvanlar da verilirdi

Osmanlı Devleti'nin kuruluş devresinde, sadrazama sâdece vezir denilirdi Devletin ilk vezirleri hep ilmiye sınıfına mensup devlet adamları arasından seçilirdi Orhan Gâzi devrindeki Vezir Alâeddin Paşa, Ahmed Paşa bin Mahmud, Hacı Paşa ve Sinâneddin Yûsuf Paşa ilmiye sınıfından vezirliğe getirilmişler; aynı şekilde Çandarlı Kara Halil ile oğulları da kazaskerlikten vezir olmuşlardır Devletin ilk zamanlarında bir vezir bulunmaktayken, Sultan Birinci Murâd Han zamanından itibaren vezir sayısı artınca hükümdarın vekili olan veziri, diğerlerinden ayırmak üzere “vezîriâzam” veya “sadrâzam” unvanı ortaya çıktı Tarihlerde belirtildiğine göre, ilk vezîriâzam, Çandarlı Halil Hayreddin Paşadır On beşinci asır sonlarına kadar, vezir adedi üçü geçmedi Vezirler; Dîvân-ı hümâyûn'da, Kubbealtı'nda toplanıp kendilerine verilen işlere baktıkları için, “kubbe vezîri” veya “kubbenişîn” adını da almışlardır

Fâtih devrinde sadrâzamlık, devşirme yoluyla devlet kadrolarına giren liyakatli devlet adamlarına da verilmeye başlandı ve bu usul on sekizinci asra kadar devam etti

Vezîriâzam veya sadrâzamlar hükümdarın mutlak vekîli olduklarından, onun beyzî ve yüzük şeklindeki tuğralı mührünü taşırlardı Bu sebeple sözü ve yazısı padişahın irâdesi ve fermanı demekti Nitekim Fâtih Kanunnâmesi’nde sadrâzamın devlet içindeki yeri şu şekilde yazılıdır:

“Bilgil ki vüzerâ (vezirler) ve ümerânın (emirler), vezir-i âzam, başıdır, cümlenin ulusudur, cümle umûrun vekîl-i mutlakıdır ve malımun vekîl-i defterdârıdır ve ol vezir-i âzam nâzırıdır ve oturmada ve durmada ve mertebede vezir-i âzam cümleden mukaddemdir (önce gelir)

Sarayda toplanan ve önemli devlet işlerinin görüşülüp karara bağlandığı Dîvân-ı hümâyûnda, Fatih Sultan Mehmed Hana kadar bizzat padişahlar reislik ederken, bu görev daha sonra veziriâzamlar tarafından yerine getirilmeye başlandı Veziriâzamlar, Dîvân-ı hümâyunda neticeye kavuşturulmayan veya arza lüzum görülmeyen işleri, kendi konaklarında Pazartesi, Çarşamba, Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri ikindi ezanından sonra topladıkları dîvânda görüşürlerdi ki buna “ikindi dîvânı” adı verilirdi

Osmanlı Devleti dâhilindeki bütün tâyin, azil, terfi ve yükselmelerde birinci derecedeki merci “sadâret” olup, bu işlerin hepsi sadrâzamın emri ile yapılırdı Sadrâzam, sâdece Enderûn ile ilgili işlere karışamazdı Pâdişâhın seferde olmadığı zamanlarda bâzı yüksek dereceli memurların muamelelerinde, hükümdârın izni alınırdı On yedinci asra kadar pâdişâhın mutlak vekîli olma husûsiyetlerini korudular Ancak, bu devirden sonra sadrâazamların tesir alanları daraldı

Sadrâzamların, devletin ekonomik hayâtında da önemli rolleri vardı 5999 akçeye kadar timarları, pâdişâhın irâdesini almaksızın hak sâhiplerine verebilirlerdi Ayrıca timarın zeamete veya bir hasın zeâmete çevrilmesi gerektiğinde pâdişâhın irâdesi alındıktan sonra, verilen beratın tuğrasını mutlaka sadrâzam çekerdi

Pâdişâhların sefere çıkmadığı durumlarda, Serdâr-ı ekrem (Başkumandan) sıfatıyla orduyu sadrâzamlar kumanda ederlerdi Büyük yetkilere sâhip olduklarından sefer esnâsındaki bütün muâmeleleri yürütürlerdi Sefere gidilirken hazîne ve defterhâne kayıtları da birlikte götürülür, devlet işleri ordugâhtan idâre edilirdi

İstanbul’un emniyeti, halkın temel ihtiyaç maddeleriyle ilgili işler de sadrâzamın vazîfeleri arasındaydı Bu işlerle İstanbul kadısı, yeniçeri ağası ve bostancıbaşı vazîfeliydi Ancak birinci derecede mesul sadrâzamdı Bunun için diğer görevlilerle birlikte sık sık İstanbul’u teftişe çıkarlar, âsâyiş ve esnafı kontrol ederlerdi Vazîfe bittiğinde, vaziyet bir raporla pâdişâha arz edilirdi Denetleme esnâsında dul, yetim ve ihtiyârlara da atiyyeler (hediyeler) dağıtılarak, hayır duâları alınırdı

Sadrâzamın önemli görevlerinden biri de, kapıkulu ocaklarının üç ayda bir verilen maaşlarının dağıtılmasıydı Yeniçerilerin ulûfeleri dîvân-ı hümâyûnda, ocaklarınki paşa kapısında sadrâzamın huzûrunda verilirdi

Vezîriâzamların “iç ve dış halkı” denilen kalabalık maiyetleri ve kendilerinin besledikleri askerî kuvvetleri vardı Buna “kapı halkı” denilirdi Ayrıca maiyetinde bulunan kethüdâ, reisülküttâb, çavuşbaşı, tezkireci, mektupçu, amedci, teşrifâtçı, divitdâr ve telhisçi gibi vazîfeliler de sarayla irtibâtı sağlarlardı Vezîriâzamların kapı halkı, asker olanlar hâricinde 300 ile 1000 kişi arasında değişirdi Sadrazamların bu kadar kalabalık maiyetleri dolayısıyla masrafları çoktu Bu sebeple sadrazama gelir olarak haslar tahsis edilirdi Has bölgesindeki vergiler olan bu gelir, iki milyon sekiz yüz bin akçe civarında olurdu Bundan başka “câize” denilen padişaha gelen haraçlarda, sadrâzamın bir miktar hissesi vardı On sekizinci asırda Kıbrıs geliri sadrâzama verilmişse de, bu gelir devamlı olmamıştır Emekli olması hâlinde, yüz elli bin akçe senelik maaş alırdı Bazen da bir yerin geliri “arpalık” olarak buna eklenebilirdi

Sadrâzamlar, dîvân günlerinde ve sefer esnâsında mücevveze kavuk giyerlerdi Arasıra ise kallavî kavuk kullanırlardı Elbise olarak da kumaş üstlük ve lokmalı kumaştan iç kaftan giymeleri kânundu Fes giyilmeğe başlanılmasından sonra ise, merâsimlerde kenarı sırmalı fes ve yakası som, sırmaları beyaz çuhadan harvanî ve çuha elbise giymeye başladılar

Sadrâzamlık unvânı, 1838 senesine kadar devâm etti Sultan İkinci Mahmûd Han (1808-1830), devlet teşkilâtında yaptığı değişiklikler sırasında, sadrâzam yerine başvekil’in kullanılmasını emretti Ancak bir sene sonra tekrar sadrâzam unvânı kullanılmaya başlandı 1878’de tekrar başvekil unvânı konuldu 1882 senesinde ise, sadrâzam kelimesine dönüldü ve 1922 senesinde Osmanlı Devleti'nin yıkılışına kadar kullanıldı Osmanlı Devletinde 215 kişi sadrazamlık makamına getirildi Tekrarlarla 292 defa sadrazam tayini yapılmıştır

Osmanlı Sadrazamları, Sadâret Tarihleri ve Müddeti:

1 Alâeddin Paşa bin Hacı Kemâleddin (Takriben 1320-1331, on bir yıl)

2 Mahmûdoğlu Nizâmeddin Ahmed Paşa (Takriben 1331-1348, on yedi yıl)

3 Hacı Paşa (Takriben 1348-1349, bir yıl)

4 Sinâneddin Yûsuf Paşa (Takriben 1349-1364, on beş yıl)

5 Çandarlızâde Kara Halil Hayreddin Paşa bin Ali (?91364-2211387, yirmi iki yıl, dört ay)

6 Çandarlızâde Ali Paşa (2211387-18121406, on dokuz yıl, on ay, yirmi yedi gün)

7 İmamzâde Halil Paşa (18121406-1413, yedi yıl)

8 Amasyalıoğlu Bayezid Paşa (1413-?71421, sekiz yıl)

9 Çandarlızâde Birinci İbrâhim Paşa (?71421-2581429, sekiz yıl, bir ay)

10 Dânişmendoğlu Mehmed Nizâmeddin Paşa (2881429-1438, dokuz yıl)

11 Çandarlızâde İkinci Halil Hayreddin Paşa (1438-161453, on beş yıl)

12 Veli Mahmud Paşa (161453-1466, 1472-1474, on beş yıl)

13 Rûm Mehmed Paşa (1466-1469, üç yıl)

14 İshak Paşa (1469-1472, 461481-1482, dört yıl)

15 Gedik Ahmed Paşa (1474-1477, üç yıl)

16 Karamânî Mehmed Paşa (1477-451481, dört yıl)

17 Davud Paşa (1482-831497, on beş yıl)

18 Hersekzâde Ahmed Paşa (831497-831498, 1503-791506, 1511-1512, 18121514, 431515-2541516, yedi yıl, altı ay, yirmi yedi gün)

19 Çandarlızâde İkinci İbrâhim Paşa (?81498-?81499, bir yıl)

20 Mesih Paşa (?81499-1501, iki yıl)

21 Şehid Hâdim AliPaşa (1501-1503, 791509-?71511, altı yıl, on ay)

22 Koca Mustafa Paşa (1511-?121512, bir yıl)

23 Dukakinoğlu Ahmed Paşa (?121512-431515, iki yıl, üç ay)

24 Şehid Hâdım Sinan Paşa (2641516-2211517, bir yıl, sekiz ay, yirmi altı gün)

25 Yûnus Paşa (2211517-2761523, yedi ay, yirmi iki gün)

26 Pîrî Mehmed Paşa (1391517-2761523, beş yıl yedi ay, on dört gün)

27 Damad Makbul Maktul İbrâhim Paşa (2761523-1531536, on iki yıl, sekiz ay, on sekiz gün)

28 Ayas Mehmed Paşa (1531536-1371539, üç yıl, üç ay, yirmi dokuz gün)

29 Damad Lütfi Paşa (1371539-2741541, bir yıl, dokuz ay, on beş gün)

30 Hadım Süleyman Paşa (2741541-2891544, üç yıl, yedi ay, bir gün)

31 Rüstem Paşa (2891544-6101553, 2991555-1071561, on dört yıl, dokuz ay, on dokuz gün)

32 Kara Ahmed Paşa (6101553-2991555, bir yıl, on bir ay, yirmi üç gün)

33 Semiz Ali Paşa (1071561-2861565, üç yıl, on bir ay, on dokuz gün)

34 Sokullu Mehmed Paşa (2861565-12101579, on dört yıl, üç ay, on beş gün)

35 Semiz Ahmed Paşa (12101579-2841580, altı ay, on altı gün)

36 Lala Kara Mustafa Paşa (2841580-781580, üç ay, dokuz gün)

37 Koca Sinan Paşa (781580-24121582, 241589-181591, 2811593-1621595, 771595-19121595, 1121595-341596; yedi yıl, dört ay, yirmi bir gün

38 Siyâvuş Paşa (24121582-2871584, 1541586-241580, 441592-2811595; beş yıl, üç ay, on altı gün)

39 Özdemiroğlu Osman Paşa (2871584-30101585, bir yıl, üç ay, üç gün)

40 Mesih Paşa (30101585-1541586, beş yıl, on altı gün)

41 Ferhad Paşa (181591-441592, 1621595-771595, bir yıl, yirmi iki gün)

42 Lala Mehmed Paşa (19111595-28111595, dokuz gün)

43 Damad İbrâhim Paşa (441596-27101596, 5121596-3111597, 611599-1071601, üç yıl, on bir ay, yirmi yedi gün)

44 Cağaloğlu Yusuf Sinan Paşa (27101596-5121596, bir ay, dokuz gün)

45 Hadım Hasan Paşa (3111597-941598, beş ay, alt gün)

46 Cerrah Mehmed Paşa (941598-611599, sekiz ay, yirmi yedi gün)

47 Yemişci Hasan Paşa (1071601-16101603, iki yıl, üç ay, yedi gün)

48 Malkoç Ali Paşa (16101603-2671604, dokuz ay, on bir gün)

49 Sokulluzâde Lala Mehmed Paşa (2671604-2161606, bir yıl, on ay, yirmi altı gün)

50 Derviş Mehmed Paşa (2161606-9121606, beş ay, on sekiz gün)

51 Kuyucu Murâd Paşa (9121606-581611, dört yıl, yedi ay, yirmi yedi gün)

52 Damad Gümülcineli Nasuh Paşa (581611-17101614, üç yıl, iki ay, on üç gün)

53 Kara Mehmed Paşa (17101614-17111616, 1811619-23121619; üç yıl, yedi gün)

54 Damad Halil Paşa (17111616-1811619, 1121626-641628; üç yıl, yedi ay, yedi gün)

55 Çelebi AliPaşa (23121619-931621, bir yıl, iki ay, on yedi gün)

56 Ohrili HüseyinPaşa (931621-1791621, altı ay, dokuz gün)

57 Dilâver Paşa (1791621-1951622, sekiz ay, iki gün)

58 Kara Davud Paşa (1951622-1361622, yirmi beş gün)

59 Mere Hüseyin Paşa (1361622-871622, 521623-3081623, yedi ay, on sekiz gün)

60 Lefkeli Mustafa Paşa (871622-2191622, iki ay, on dört gün)

61 Hâdım Mehmed Paşa (2191622-521623, dört ay, on dört gün)

62 Kemankeş Ali Paşa (3081623-341624, yedi ay, dört gün)

63 Çerkes Mehmed Paşa (341624-2811625, dokuz ay, yirmi beş gün)

64 Müezzinzâde Hâfız Ahmed Paşa (2811625-1121626, 25101631-1021632, iki yıl, bir ay, yirmi gün)

65 Hüsrev Paşa (641628-25101631, üç yıl, altı ay, on dokuz gün)

66 Receb Paşa (1021632-1851632, dört ay, on beş gün)

67 Tabanıyassı Mehmed Paşa (1851632-221637, dört yıl, sekiz ay, on beş gün)

68 Bayram Paşa (221637-2681638, bir yıl, altı ay, yirmi iki gün)

69 Şehid Mehmed Paşa (2681638-23121638, üç ay, yirmi sekiz gün)

70 Kemankeş Kara Mustafa Paşa (23121638-3111644) beş yıl, bir ay, sekiz gün)

71 Semih Mehmed Paşa (3111644-17121645, bir yıl, on ay, on yedi gün)

72 Sâlih Paşa (17121645-1691647, bir yıl, dokuz ay)

73 Kara Mûsâ Paşa (1691647-2191647, beş gün)

74 Hezârpâre Ahmed Paşa (2191647-781648, on ay, on altı gün)

75 Mevlevi Mehmed Paşa (781648-2151649, dokuz ay, on beş gün)

76 Kara Dev Murâd Paşa (2151649-581650, 1151655-1981655, bir yıl, beş ay, yirmi dört gün)

77 Melek Ahmed Paşa (581650-2181651, bir yıl, on yedi gün)

78 Siyâvuş Paşa (2181651-2791651, 531656-2641656, iki ay, yirmi dokuz gün)

79 Gürcü Mehmed Paşa (2791651-2061652, sekiz ay, yirmi üç gün)

80 Tarhuncu Ahmed Paşa (2061652-2131653, dokuz ay, bir gün)

81 Derviş Mehmed Paşa (2131653-28101654, bir yıl, yedi ay, sekiz gün)

82 İbşir Mustafa Paşa (28101654-1151655, altı ay, on dört gün)

83 Süleyman Paşa (1981655-2821656, altı ay, on gün)

84 Deli Hüseyin Paşa (2821656-531656, altı gün)

85 Zurnazen Mustafa Paşa (531656, bir gün)

86 Boynueğri Mehmed Paşa (2641656-1591656, dört ay, on dokuz gün)

87 Köprülü Mehmed Paşa (1591656-30101661, beş yıl, bir ay, on beş gün)

88 Fâzıl Ahmed Paşa (30101661-3111676, on beş yıl, dört gün)

89 Kara Mustafa Paşa (3111676-15121683, yedi yıl, bir ay, on iki gün)

90 Kara İbrâhim Paşa (15121683-18121685, iki yıl, dört gün)

91 Sarı Süleyman Paşa (18121685-2391687, bir yıl, dokuz ay, altı gün)

92 Abaza Siyâvuş Paşa (2391687-231688, beş ay, dokuz gün)

93 Ayaşlı İsmail Paşa (231688-251688, iki ay, bir gün)

94 Bekri Mustafa Paşa (251688-25101689, bir yıl, beş ay, yirmi dört gün)

95 Köprülüzâde Şehid Fâzıl Mustafa Paşa (25101689-1981691, bir yıl, dokuz ay, yirmi beş gün)

96 Arabacı Ali Paşa (1981691-2731692, altı ay, yirmi dokuz gün)

97 Hacı Ali Paşa (2731692-2731693, bir yıl, bir gün)

98 Bozoklu Mustafa Paşa (2731694-1431694, on bir ay, on sekiz gün)

99 Sürmeli Ali Paşa (1431694-251695, bir yıl, bir ay, on dokuz gün)

100 Şehid Elmas Mehmed Paşa (251695-1191697, iki yıl, dört ay, on gün)

101 Amcazâde Hüseyin Paşa (1191697-491702, dört yıl, on bir ay, on altı gün)

102 Daltaban Mustafa Paşa (491702-2411703, dört ay, yirmi gün)

103 Râmi Mehmed Paşa (2411703-228,1703, altı ay, yirmi altı gün)

104 Nişancı Ahmed Paşa (2281703-17111703 iki ay, yirmi altı gün)

105 Damad Enişte Hasan Paşa (17111703-2891704, on ay, on bir gün)

106 Kalaylıkoz Ahmed Paşa (2891704-25121704, iki ay, yirmi yedi gün)

107 Baltacı Mehmed Paşa (25121704-351706, 1881710-20111711, iki yıl, yedi ay, on iki gün)

108 Çorlulu Ali Paşa (351706-1661710, dört yıl, bir ay, on dört gün)

109 Köprülüzâde Damad Numan Paşa (1661710-1881710, iki ay, iki gün)

110 Ağa Yusuf Paşa (20111711-12111712, on bir ay, yirmi iki gün)

111 Silahtar Süleyman Paşa (12111712-641713, dört ay, yirmi dört gün)

112 Hoca İbrâhim Paşa (641713-2741713, yirmi bir gün)

113 Şehid Ali Paşa (2741713-581716, üç yıl, üç ay, sekiz gün)

114 Hacı Ali Paşa (581716-2681717, bir yıl, yirmi iki gün)

115 Nişancı Mehmed Paşa (2681717-951718, sekiz ay, on dört gün)

116 Damad İbrâhim Paşa (941718-1101730, on iki yıl, dört ay, yirmi iki gün)

117 Silahtar Mehmed Paşa (1101730-2211731, üç ay, yirmi bir gün)

118 Kabakulak İbrâhim Paşa (2211731-1091731, yedi ay, on dokuz gün)

119 Osman Paşa (1091731-1231732, altı ay, iki gün)

120 Hekimoğlu Ali Paşa (1031732-1281735, 2141742-2391743, 1521755-1851755, beş yıl, dört gün)

121 İsmail Paşa (1271735-911736, beş ay, yirmi sekiz gün)

122 Seyyid Mehmed Paşa (911736-681737, bir yıl, altı ay, yirmi sekiz gün)

123 Abdullah Paşa (681737-19121737, dört ay, on dört gün)

124 Yeğen Mehmed Paşa (1971737-2231739, bir yıl, üç ay, dört gün)

125 İvaz Mehmed Paşa (2231739-2361740, bir yıl, üç ay, iki gün)

126 Hacı Ahmed Paşa (2361740-2141742, bir yıl, dokuz ay, yirmi sekiz gün)

127 Seyyid Hasan Paşa (2391743-981746, iki yıl, on ay, on altı gün)

128 Tiryaki Hacı Mehmed Paşa (981746-2481747, bir yıl, on altı gün)

129 Seyyid Abdullah Paşa (2481747-311750, iki yıl, dört ay, on gün)

130 Mehmed Emin Paşa (311750-171752, iki yıl, beş ay, yirmi dokuz gün)

131 Çorlulu Mustafa Paşa (171752-1521755, 141756-1111757, 1111764-2831765, dört yıl, dokuz ay, yirmi bir gün)

132 Nâilî Abdullah Paşa (1851755-2481755, üç ay, yedi gün)

133 Nişancı Bıyıklı Ali Paşa (2481755-25101755, iki ay, iki gün)

134 Mehmed Said Paşa (25101755-141756, beş ay, yedi gün)

135 Koca Râgıp Paşa (1111757-841763, altı yıl, iki ay, yirmi sekiz gün)

136 Hamza Hamid Paşa (841763-1111763, altı ay, yirmi üç gün)

137 Muhsinzâde Mehmed Paşa (2831765-781768, 11121771-481774, altı yıl, dört gün)

138 Hamza Mâhir Paşa (781768-20101768, iki ay, on dört gün)

139 Hacı Mehmed Emin Paşa (20101768-1281769, dokuz ay, yirmi üç gün)

140 Moldovancı Ali Paşa (1281769-12121769, dört ay, bir gün)

141 İvaz-zâde Halil Paşa (12121769-25101770, on ay, on dört gün)

142 Silahtar Mehmed Paşa (25101770-11121771, bir yıl, bir ay, on yedi gün)

143 İzzet Mehmed Paşa (481774-671775, 2021781-2581782; iki yıl, beş ay, altı gün)

144 Derviş Mehmed Paşa (671775-5121777, bir yıl, altı ay)

145 Cebecizâde Mehmed Paşa (5121777-191778, bir yıl, beş gün)

146 Kalafat Mehmed Paşa (191778-2181779, on bir ay, yirmi gün)

147 Seyyid Mehmed Paşa (2181779-2021781, bir yıl, altı ay)

148 Hacı Mehmed Paşa (2581782-31121782, dört ay, altı gün)

149 Halil Hamid Paşa (3171782-3131785, iki yıl, üç ay)

150 Hazinedar Ali Paşa (3131785-2411786, dokuz ay, yirmi dört gün)

151 Koca Yusuf Paşa (2411786-751789, 1521791-451792; dört yıl, yedi ay, bir gün)

152 Kethüda Hasan Paşa (761789-3121789, beş ay, yirmi altı gün)

153 Gâzi Hasan Paşa (3121789-3031790, üç ay, yirmi sekiz gün)

154 Şerif Hasan Paşa (3031790-1521791, on ay, on altı gün)

155 Melek Mehmed Paşa (451792-19101794, iki yıl, beş ay, on altı gün)

156 İzzet Mehmed Paşa (19101794-3081798, üç yıl, on ay, on iki gün)

157 Yusuf Ziyâeddin Paşa (3081798-2441805, 111809-1041811; sekiz yıl, on bir ay, dört gün)

158 Hâfız İsmâil Paşa (2441805-14111806, bir yıl, altı ay, yirmi gün)

159 İbrâhim Hilmi Paşa (14111806-1861807, yedi ay, dört gün)

160 Çelebi Mustafa Paşa (1861807-2871808, bir yıl, bir ay, on gün)

161 Alemdar Mustafa Paşa (2871808-15111808, üç ay, on sekiz gün)

162 Çavuşbaşı Memiş Paşa (15111808-111809, bir ay, dokuz gün)

163 Aziz Ahmed Paşa (1041811-591812, bir yıl, dört ay, yirmi beş gün)

164 Hurşid Ahmed Paşa (591812-141815, iki yıl, altı ay, yirmi yedi gün)

165 Rauf Paşa (141815-511818, 1821833-271839, 861840-4121841, 3081842-2891846, 2611852- 531852; on dört yıl, dokuz ay, yirmi beş gün)

166 Derviş Mehmed Paşa (511818-511820, iki yıl, bir gün)

167 Seyyid Ali Paşa (511820-2631821, bir yıl, iki ay, yirmi dört gün)

168 Benderli Ali Paşa (2831821-3041821, bir ay, üç gün)

169 Hacı Sâlih Paşa (3041821-1041822, bir yıl, altı ay, on gün)

170 Bostancıbaşı Abdullah Paşa (10111822-1031823, dört ay)

171 Turnacızâde Silahdar Ali Paşa (1031823-13121823, dokuz ay, dört gün)

172 Gâlip Paşa (13121823-1491824, dokuz ay, iki gün)

173 Selim Sırrı Paşa (1491824-24101828, dört yıl, bir ay, on gün)

174 İzzet Mehmed Paşa (24101828-2811829, 4121841-3081842; bir yıl, iki gün)

175 Reşid Mehmed Paşa (2811829-1821833, dört yıl, yirmi bir gün)

176 Mehmed Hüsrev Paşa (271839-861840, bir ay, yedi gün)

177 Reşid Paşa (2891846-2941848, 1281848-2611852, 531852-681852-23 111854-251855, 1111856- 681857, 22101857-711858; altı yıl, on ay, on dokuz gün)

178 İbrâhim Sârim Paşa (2941848-1281848, üç ay, on üç gün)

179 Mehmed Emin Ali Paşa (681852-3101852, 251855-1101856, 711858-18101859, 681861-22111861, 1121867-791871; sekiz yıl, üç ay, on dokuz gün)

180 Damad Mehmed Ali Paşa (3101852-1451853; yedi ay, on iki gün)

181 Mustafa Nâilî Paşa (1451853-1071853, 1071853-2951854, 681857-22101857; bir yıl, üç ay, dört gün)

182 Kıbrıslı Emin Mehmed Paşa (2951854-23111854, 18111859-24121859, 2851860-681861; bir yıl, on ay, on bir gün)

183 Mütercim Mehmed Rüşdi Paşa (24121859-2851860, 561866-1121867, 19101872-1531873, 1251876- 19121876, 2851878-461878; iki yıl, yirmi üç gün)

184 Keçecizâde Fuâd Paşa (22111861-5121863, 141863-561866; dört yıl, bir ay, on yedi gün)

185 Yusuf Kâmil Paşa (511863-161863, dört ay, yirmi yedi gün)

186 Mahmud Nedim Paşa (791871-3171872, 2681875-1251876; bir yıl, yedi ay, on bir gün)

187 Midhat Paşa (3171872-19101872, 19121876-521877; dört ay, altı gün)

188 Ahmed Esad Paşa (1521873-1541873, 2641875-2681875; beş ay, yirmi sekiz gün)

189 Mehmed Rüşdü Paşa (1541873-1521874, on ay)

190 Hüseyin Avni Paşa (1521874-2641875, bir yıl iki ay, dokuz gün)

191 İbrâhim Edhem Paşa (521877-1111878, on bir ay, dört gün)

192 Ahmed Hamdi Paşa (1111878-421878, yirmi dört gün)

193 Ahmed Vefik Paşa 421878-1841878, 1121882-3121882; iki ay, on bir gün)

194 Mehmed Sâdık Paşa (1841878-2851878, bir ay, on gün)

195 Mehmed Esad Safvet Paşa (461878-4121878, altı ay)

196 Tunuslu Hayreddin Paşa (4121878-2971879, yedi ay, yirmi altı gün)

197 Ahmed Ârifi Paşa (2971879-18101879, iki ay, yirmi gün)

198 Mehmed Said Paşa (18101879-961880, 1291880-251882, 1271882-1121882, 3121882-2591885, 861895-2101895, 9111901-1411903, 2271908-581908, 3091911-31121911, 31121911-2271912; yedi yıl, bir ay, yirmi dokuz gün)

199 Mehmed Kadri Paşa (961880-1291880; üç ay, üç gün)

200 Nureddin Paşa (251882-1271882, iki ay, on bir gün)

201 Kâmil Paşa (2591885-491891, 2101895-7111895, 581908-1421909, 29101912-2311913, altı yıl, dokuz ay, yirmi gün)

202 Ahmed Cevad Paşa (491891-861895, üç yıl, dokuz ay, dört gün)

203 Halil Rifat Paşa (7111895-9111901, altı yıl, iki gün)

204 Mehmed Ferid Paşa (1411903-2271908, beş yıl, altı ay, sekiz gün)

205 Hüseyin Hilmi Paşa (1421909-1441909, 551909-1211910; on ay, altı gün)

206 Ahmed Tevfik Paşa (1441909-551909, 11111918-1311919-431919, 21101920-4111922; iki yıl, dört ay, yirmi dokuz gün)

207 İbrâhim Hakkı Paşa (1211910-3091911, bir yıl, sekiz ay, on dokuz gün)

208 Gâzi Ahmed Muhtar Paşa (2271912-29101912, üç ay, sekiz gün)

209 Mahmud Şevket Paşa (2311913-1161913, dört ay, on dokuz gün)

210 Said Halim Paşa (1161917-1421917, üç yıl, yedi ay, yirmi üç gün

211 Talat Paşa (421917-14101918, bir yıl, sekiz ay, sekiz gün)

212 Ahmed İzzet Paşa (14101918-1111918, yirmi sekiz gün)

213 Damad Mehmed Ferid Paşa (431919-2101919, 541920-21101920; bir yıl, bir ay, on beş gün)

214 Ali Rızâ Paşa (2101919-831920, beş ay, yedi gün)

215 Hulûsi Sâlih Paşa (831920-541920, yirmi sekiz gün)

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.

Eski 10-11-2012   #27
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.



Şehremini

Osmanlı Devletinde İstanbul’daki saray ve devlete âit binâların bakımı ve tâmiriyle uğraşan ve saraylara gerekli olan şeyleri satın alan kimse

Şehremininin yukarıdaki hizmetlerinden başka, sarayların vekilharçlığı, hastahâne arabalarının tâmiri, surre alayında lâzım olan mühimmâtın tedâriki, enderûnun bâzı ihtiyaçlarının temini ve îcâbında bunların tâmiri, nakliyat ambalajlarının yapılması gibi görevleri vardı Ayrıca sarayın ve içoğlanlarının bâzı ihtiyaçlarının alınması, hassa ve dârüssaâde ağası matbahına her sene verilmesi lâzım gelen lüzumlu malzemelerin temini ve her sene eski saraya verilen bâzı âletlerin tedâriki gibi görevleri de bulunuyordu

Fâtih Kânunnâmesi’ne göre, şehremini, teşrifâtta defteremininden sonra ve reisülküttâptan önce gelirdi Terfi ederse, defterdâr olurdu Genellikle dîvân-ı hümâyûn hocalarından seçilen şehreminlerinin muayyen maaşları vardı On beşinci yüzyıl ortalarında yevmiyeleri yüz yirmi akçeydi

Şehreminlerinin emrinde su nâzırı, kireççibaşı, ambar müdürü, ambar kâtibi, sermîmar ve tâmirât müdürü gibi görevliler vardı Şehremini dâiresi sarayın birinci avlusunda, yâni Bâb-ı Hümâyûnla orta kapı arasındaki sâhanın solunda bulunmaktaydı Dîvân-ı Hümâyûn toplantılarında şehreminleri dîvâna gelip diğer eminlerle berâber dışarda muayyen bir yerde otururlar, kendilerinden bir şey sorulacak veya bir emir verilecekse dîvâna çağrılıp mütâlaaları alınır ve icâb eden tebligât yapılırdı

On yedinci asrın ikinci yarısında, saray mühimmâtı ve enderûn hademeleriyle eski saray hademelerinin yiyecek ve içecekleri ve bâzı tâmirât ve inşaat için şehreminine senede 6900 kese akçe veriliyordu On sekizinci asırda ise, şehremini mâliyeden senede 850000 kuruşluk bir tahsisât almaktaydı

Zaman zaman resmî binâların inşâ ve tâmirlerinde şehreminiyle mîmârbaşıların berâber çalışmaları aralarında ihtilâfa sebep olurdu Bu sebeple 1831 yılında her iki vazîfe, yâni şehreminliğiyle mîmarbaşılık birleştirilerek Ebniye-i Hâssa Müdürlüğü ihdâs edilmiş ve şehreminliği kaldırılmıştır

Ebniye-i Hâssa Müdürlüğü 1849 yılına kadar müstakil, bu târihten 1856 yılına kadar da Ticâret ve Nâfiâ Nezâretine bağlı olarak görevini yürüttü Bu târihten îtibâren ise, şehrin temizliğini sağlamak ve güvenliğini korumak üzere kurulan şehremânetine bağlandı Bu teşkilât başlangıçta, bir şehremininin başkanlığında iki yardımcıyla İstanbul halkının ve esnafının ileri gelenlerinden kurulu, karma bir şehir meclisinden meydana gelmekteydi Sonradan bu kuruluşun şeklinde bâzı değişiklikler yapıldı 1867’de uygulanan teşkilât ve usûllerle bugünkü belediyeciliğin ilk temelleri atılmış oldu Devletin her şehir ve kasabasında; şehremâneti denilen belediye teşkilâtı kuruldu Nihâyet Cumhûriyet devrinde kabul edilen bir kânunla şehremâneti tâbiri kaldırıldı (1930)

Sekbanlar

Yeniçeri ocağının altmış beşinci ortası mensubuna verilen ad Sekban teşkilâtı, Sultan Birinci Murâd zamânında pâdişâhın av maiyeti olarak mevcuttu

Fâtih Sultan Mehmed Han zamânına kadar bağımsız bir teşkilât olan sekban ocağı, 1451’de, yeniçerilerin taşkınlık etmeleri üzerine itâatsizlik eğilimini kırmak için Fâtih’in emriyle yeniçeri ocağına dağıtıldı O zaman sayıları, altı-yedi bin civârındaydı Beş yüz sekban da av hizmeti için alıkonuldu

Yavuz Sultan Selim Han devrinde bütün sekbanlar, bir orta hâline getirilerek, yeniçeri ocağının altmış beşinci ortasını teşkil ettiler Piyâde ve süvârî sekbanlar, pâdişahla berâber ava giderler, av köpekleri tedârik ederler, sekban fırınında çalışırlardı Harp zamânında, diğer yeniçerilerle birlikte muhârebeye giderlerdi

Sekbanların başında sekbanbaşı bulunurdu Sekbanbaşı, yeniçeri ağası İstanbul’da bulunmadığı zaman ona vekâlet eder, şehrin inzibâtına nezâret ederdi 1590 yılından sonra, vezir ve beylerbeyilerine sekbanlardan bir miktar muhâfız verildi Bunlar, eyâletlerde paşaların kapı halkının çekirdeğini meydana getirdiler Sekbanlık da, 1826’da yeniçeri ocağının ilgâsıyla kaldırıldı

Şeyhülislâm

En yüksek dereceli müftî Fetvâ müessesesinin başkanı Ulemânın reisi Kendisine sorulan dînî meseleler ve suâlleri fetvâ ile çözüme kavuşturan kimse

İslâmiyetin ilk yıllarında fetvâ işlerine bizzat Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem bakarlardı Peygamberimizin vefâtından sonra dört halîfe devrinde İslâmiyetin yayılması ve sınırların genişlemesi sebebiyle işler çoğaldı Bu yüzden halîfeler fetvâ işlerine bakacak kimseler tâyin ettiler Bunlara önce müftî, Hicrî dördüncü asırdan sonra da şeyhülislâm denildi Fetvâ işlerinin âlimlere verilmesi durumu, Emevî, Abbâsî ve Selçuklular zamânında da sürdürüldü

Osmanlılarda fetvâ vermekle vazîfeli ilk zât, Osman Gâzinin kayınpederi Şeyh Edebâlî’dir Onun vefâtı ile talebesi Dursun Fakih, Osmanlılara müftî (şeyhülislâm) olmuştur Devletin kuruluş devirlerinde müftîlik-kâdılık ve müderrisliğin aynı şahısta toplandığı oldu Meselâ Hızır Bey ve Molla Hüsrev hem kâdı hem de müftî idiler

Osmanlılarda ilmiye sınıfına dâhil olan müftîlere reîs-ül-ülemâ ve müftî-yül-enâm gibi ünvânlar da verilmişti Yavuz Sultan Selim Han zamânında (1512-1520) şeyhülislâmdan Ahmed ibni Kemâl Paşaya Müftî-yüs-sekaleyn (insan ve cinlere fetvâ veren) ünvânı verilmişti Kânûnî Sultan Süleymân Han zamânına (1520-1566) kadar şeyhülislâmlık tevcihinde uyulması zarûrî bir kânun yokken, Ebüssü’ûd Efendinin hazırladığı bir düstûr (kânun)la Rumeli kazaskerliğinden sonra terfî edilen bir makam hâline geldi Pek nâdir olarak Anadolu kazaskerlerinden de şeyhülislâmlar görüldü

Yine bu devirden (1574) îtibâren, şeyhülislâmlar ilmiye sınıfının başkanı oldu ve bütün kâdılar, müftîler ve müderrisler onun emrine verildi

Şeyhülislâmları bizzât pâdişâh tâyin ederdi Şeyhülislâmlığa getirilen zâtı, saraydan gelen on beş kadar görevli evinden alarak Paşa kapısına, sadrâzama götürürlerdi Oradan saraya gelip pâdişâh huzûruna çıkarlardı Pâdişâh, dîne ve ilme duyduğu saygıdan dolayı şeyhülislâm adayını ayakta karşılardı Sonra, namzede, kendisini şeyhülislâm tâyin edeceğini söylerdi O da kabul ederse şeyhülislâmlara mahsus ferve-i beydâ denilen beyâz çuhaya kaplı erkân samur kürk giydirmek sûretiyle tâyin muâmelesini yapar ve aynı sûretle onunla berâber huzurda bulunan sadrâzama da samur hil’at giydirir ve avdetlerine müsâde ederlerdi

Bu sûretle saraydan çıkan sadrâzamla şeyhülislâm alayla at başı berâber Bâbıâlîye gelirler, bir müddet oturup; kahve, şerbet, gülsuyu ve buhur ikrâm edilir ve bu sırada Bâbıâlîdeki hükûmet erkânı şeyhülislâmı tebrik ederlerdi

1826 yılına kadar şeyhülislâmların müstakil dâireleri yoktu Kendi evlerinde veya uygun bir konakta vazîfelerini yerine getirirlerdi Sultan İkinci Mahmûd Hanın yeniçeri ocağını kaldırmasından sonra, Süleymâniye Câmii yakınındaki Ağakapısı, şeyhülislâmlara dâimî ikâmet olarak verildi Burası şeyhülislâm kapısı olarak meşhur oldu 1836’dan îtibâren bu binâya kazaskerlerle İstanbul kâdısı da nakledildi

Şeyhülislâmlar, dîvân-ı hümâyûn âzâsı olmamakla berâber, dînî bir meselenin halli veya düzeltilmesi gerektiğinde dîvâna dâvet edilir ve görüşleri alınırdı Yine harp ve sulhe karar verilebilmesi için şeyhülislâmın tasdîki gerekirdi Seferlerde pâdişâh nerede bulunursa, şeyhülislâmlar da orada bulunur, çadırlarının önüne vezirler gibi üç tuğ dikilirdi Fakat sadrâzamın serdâr-ı ekrem olduğu seferlere şeyhülislâm katılmazdı

Şeyhülislâmların en önemli vazîfesi fetvâ vermekti Çünkü bunlar en büyük müftî kabul edilirdi

Şeyhülislâmların; çuhadar, telhisçi, kethüdâ ve sâire gibi maiyetinden başka, başlarında fetvâ emîni bulunan ve pek mühim bir dâire olan fetvâ kalemi vardı Bu dâirede müsevvid, mübeyyiz, mukâbeleci, kâtip, mühürdâr ve müvezziler bulunurdu Fıkıh, yâni İslâm hukûkuna iyice vukûfu olanlardan tâyin edilmesi îcâb eden fetvâ emîni, fetvâ kaleminin başta gelen âmiriydi Bu zât, istenilen fetvâyı mûteber fıkıh kitaplarından bulur ve bunun maiyetinde olan yirmi kadar kâtip de fetvâları kâğıda geçirirlerdi Daha sonra bu, fetvâ emîni tarafından görülür ve mübeyyiz tarafından beyâza çekilerek, şeyhülislâma takdim olunurdu Şeyhülislâm bunu tedkik eder, ta’lik kırması denilen kendi el yazısıyla cevap kısmını imzâlardı Bundan sonra müvezzî isimli memur bu fetvâyı mahalline verirdi

Fetvâ, herhangi bir şeyin (umûmî ve husûsî, dînî veya hukûkî) İslâmiyete uygun olup olmadığını bildirmek demekti Umûmî hukûka (Hukûk-ı umûmiyeye) âit fetvâların alınması hükûmete âitti Bunlar da harp îlânı, sulh akdi, askerî kânun tebdili, ıslâhât icrâsı, gayr-i müslim tebeanın isyânı, şakâvette bulunanların (âsîlerin) katli gibi fetvâlardı Husûsî hukûka (Hukûk-ı husûsiyyeye) dâir olan fetvâlar, dokuz parmak uzunluğunda ve dört parmak genişliğinde bir kâğıda ince harflerle yazılırdı Meselenin az ve çok, ehemmiyetine göre, verilecek cevap kısaca; vardır veya yoktur, olur veya olmaz, gelir veya gelmez, meşrûdur veya meşrû değildir, câizdir veya câiz değildir şeklinde olurdu Bâzan da verilen cevap îzâh edilirdi Fetvâlar, Hanefî mezhebi imâmlarının kavillerine (ictihâdlarına) göre verilirdi

Şeyhülislâm dâiresinde bulunan kethüdâ, şeyhülislâmın siyâsî ve iktisâdî işlerinde ve şeyhülislâmın nezâretinde bulunan vakıf muâmelelerinde onun vekîli olup, nâmına hareket ederdi

Telhisçi, şeyhülislâmın hükûmet nezdindeki memuru olup, dînî işlere ve kânunlara âit muâmelelerde hükûmetle temas ederdi Şeyhülislâmın müderrisleri tâyinleri ve diğer hususlar bunun vâsıtasıyla ve reîsülküttâbın delâletiyle vezîriâzama arz olunurdu

Mektupçu, şeyhülislâmın dîvân efendisi veya mühürdâr, şimdiki ismiyle yazı işleri müdürüydü Meşîhattan (şeyhülislâmlık makâmından) çıkan yazılar, tâyin rüûsu ve beratlarıyla icâzetnâmelerin yazıldığı dâireden bu sorumluydu Şeyhülislâmın mührü de mühürdârda bulunurdu

Osmanlı donanmasının Haliç’ten denize çıkmak zamânı gelince, reîsülküttâb efendi vâsıtasıyla dâvet edilen şeyhülislâm Yalı köşküne gelir ve pâdişâhla berâber teşyî merâsiminde bulunurdu Ayrıca şehzâde ve sultan hanımların doğumları münâsebetiyle yapılan tebriklerde, sultanların nişan ve nikâh merâsiminde şeyhülislâmlar da bulunur ve sultanın nikâhını kıyarlardı Pâdişâh ve şehzâde vefâtlarında da bunların cenâze namazlarını şeyhülislâmlar kıldırırdı

Osmanlı târihinde sadrâzam olmak için tahsil aranmazdı Fakat şeyhülislâm olmak hattâ bunun ilk basamağı olan kâdılık, müftîlik ve müderrislik için bile, medreselerin en yükseğini bitirmiş olmak gerekirdi Bu durum, şeyhülislâmlığa verilen değeri gösterdiğinden önemlidir Osmanlı şeyhülislâmlarından bir kısmı verilen fetvâları toplamış ve kitap hâline getirmişlerdir Bunlardan bâzıları basılmış, basılmayanlar da muhâfaza edilmiştir

Osmanlı Devletinin kuruluşundan îtibâren görülen şeyhülislâmlık makâmı, cumhûriyetin îlânından sonra kaldırılmıştır

Şirket-i Hayriye

Boğazdaki yolcu nakliyâtı için yurdumuzda kurulan ilk anonim şirket

Eskiden Boğaziçinin iki yakasında yolcu taşıma birbirinden güzel kayıklarla yapılırdı Osmanlı oymacılık sanatının ince örnekleriyle süslü piyâde, pazar kayığı, iki çifte, üç çifte vs adları taşıyan kayıkların ilk ve sonbaharda müşterileri çok olurdu Gemiler sefere konunca zamanla kayıklar önemini kaybetti

Şirket-i Hayriye 1850 yılında sermâyesi, her biri üçer bin kuruş olan 2000 hisse senediyle kuruldu Sultan Abdülmecid Hanın emriyle devlet ileri gelenleri, nâzırlar, zenginler ve halk bu hisse senetlerini satın aldılar Vâlide Sultanın 50, Abdülmecid Hanın 100 hisse aldığı, eserlerde kayıtlıdır Kuruluşu bittikten sonra altı yıl süreyle Antuvan Kalaycıyan ve Agop Bilezikçiyan adındaki iki tüccara ihâle edildi Fakat bu süre tamamlanmadan 1854’te mukâvele feshedilerek şirket adına çalıştırılmaya başlandı

İngiltere’deki Robert White fabrikasına ısmarlanan altı vapur 1853 yılında geldi ve seferlere başladı Bu vapurların tahmini mâliyetleri sekiz bin altın civârındaydı Yeni vapurlara; Rumeli, Trakya, Göksu, Beylerbeyi, Tophane, Beşiktaş adları verildi Halkın bu vapurlara rağbeti neticesinde 1858 yılında İstinye, Mîrgûn, Anadolu, 1859 yılında Kandilli, Beykoz, Sudaver adı konan vapurlar satın alınarak hizmete kondu Altmış beygir gücünde olan vapurların elektrik ve kaloriferi yoktu Kamaralarda soba yakılarak ısıtılırdı

Şirket-i Hayriye vapurlarında öğrenci, memur ve siviller için ayrı ücret târifeleri uygulanıyordu Yedi yaşından küçük çocuklardan ücret alınmazdı 1860 yılındaki Şirket-i Hayriye yolcu târifesine göre İstanbul’dan Kandilli’ye hizmetçisiyle gidecek bir şahsın aylık ödeyeceği ücret 250 kuruştu Uzak iskeleler için böyle iki kişinin ödediği aylık ücret ise 300 kuruştu

Şirket, 1868’de İngiltere’den getirttiği bir arabalı vapurla Kabataş-Üsküdar arasında seferlere başladı Çalışma sahasını gün geçtikçe genişleten Şirket-i Hayriye, İzmit’ten sonra 1904’te Tekirdağ’a da vapur işletmeye başladı Cumhûriyet kurulduktan sonra da faaliyetine devam eden şirket, 19 Haziran 1944’te, üyelerini olağanüstü bir toplantıya çağırdı Bu toplantıdan sonra, şirketin Ulaştırma Bakanlığına devri kararlaştırıldı Alınan karar gereğince, 12 Mayıs 1944 târihinden îtibâren Ulaştırma Bakanlığına devredildi Böylece 94 yıllık bir geçmişi olan Şirket-i Hayriye, fiilen 1 Temmuz 1944’ten îtibâren Deniz Yolları İdâresine geçmiş oluyordu Bu gemiler, uzun zaman deniz yollarında kullanıldıktan sonra, daha modernleriyle değiştirildi

Solaklar

Subaşı

Türk-İslâm devletlerinde askerî bir unvan

Subaşı, Büyük Selçuklularda çok önemli bir unvân olup, başkomutan yardımcısı, vekili olarak başkomutanlığı üstlenen kişi bu unvânla anılırdı Türkiye Selçuklularında timarlı sipâhînin mühim vilâyet merkezlerindeki kumandanlarına subaşı denilirdi Bunlar vilâyet merkezlerinde bulunup hem o mıntıkaların emniyet ve âsâyişiyle meşgûl olurlar ve hem de muhârebe zamanında kazâ, nâhiye ve köylerdeki timarlı sipâhîye kumanda ederlerdi

Osmanlı Devletinin kuruluşunda subaşılık kâdılıktan sonra gelen bir makamdı Osman Gâzi, Karahisar’ı fethettikten sonra kardeşi Gündüz Beyi subaşı olarak atayarak, şehrin îmârıyla vazîfelendirmişti Devletin hudutlarının genişlemesiyle subaşılar büyük merkezlerin idârecisi olarak önem kazandılar Nitekim Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’u alınca, Süleymân Beyi şehre subaşı tâyin etti Onun vazifesi şehrin tâmir ve îmâr işleriyle ilgilenmekti Yine Fâtih döneminde subaşılık mîrî subaşı (şehir subaşısı) ve timar subaşısı olarak ikiye ayrıldı Mîrî subaşılar, gündüzleri kol gezerek çarşı pazar, mahalle aralarının temizliğine bakar, bozulmuş kaldırımların tâmiri, oturulamayacak binâların yıktırılarak yaptırılması için mimarbaşına haber verirdi Ayrıca geceleri teftiş ve arama çalışmaları da yapardı Kadının verdiği hükümlerin infazı da subaşıya âitti

Timar subaşısı ise sancak beyinin yardımcısı olarak sancak merkezine bağlı kazâ ve nâhiyelerde görev yapardı Timar subaşılarına geçimlerini karşılamak üzere dirlik verilir ve bunlar öteki timarlı sipâhîlerin her türlü haklarından da faydalanırlardı

Kendine has giyimi ile diğer vazîfelilerden ayrılan subaşı, sırtına sarı çuhadan biniş, ayağına mavi şalvar, başına beyaz tülbentten yapılmış başlık ve ayağına sarı yemeni giyerdi

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.

Eski 10-11-2012   #28
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.



T

Teşrifatçılık
Osmanlı Devletinde çeşitli merâsimler esnâsında, protokol işlerinin görülmesi

Teşrifât, resmî günlerde devlet rical ve memurlarının bulunacakları sıra ve sınıflar demektir Arapça teşrifin çoğuludur Günümüzde protokol olarak kullanılmaktadır Bu işi yapana, teşrifâtçı, teşrifâti veya teşrifâtî-i dîvân-ı hümâyûn denirdi

Teşrifâtçılığı ilk önce Kânûnî Sultan Süleyman Han kurmuştur Teşrifâtçı, Dîvân-ı hümâyûna bağlı olup, burada yapılan merâsimlerin protokol kurallarına göre icrâ edilmesini sağlardı Resmî gün ve merâsimlere katılacak olan dâvetlilere, teşrifât dâiresince dâvet tezkiresi yazılırdı Merâsimin hangi gün ve saatte olacağını gösteren teşrifât defterleri vardı Başta pâdişâh ve sadrâzam olmak üzere diğer devlet erkânının ayrı ayrı teşrifat defterleri bulunurdu

Pâdişâhın cülusu, bayram tebrikleri, donanmanın denize inmesi, Mısır hazînesinin gelmesi, tâyin olanlara hil’at giydirilmesi vs gibi merâsimlerden teşrifâtçı sorumluydu

Teşrifâtçının emrinde bir teşrifât kalemi olup, kendisi bu kalemin şefiydi Bu kalemde sırasıyla, teşrifât kesedârı, teşrifât halîfesi, kaftancıbaşı ve teşrifât kesedârı yamağı bulunurdu Teşrifât halîfesi ve kesedârı, teşrifâtçının muâvinlerinden olup, merâsimlerin bütün sicillerini korumakla görevliydiler Kaftancıbaşıysa, pâdişâh veya sadrâzamın huzurlarına kabul ettiklerine giydirecekleri hil’atleri muhâfaza ederdi

Sultan Üçüncü Ahmed Han zamânında Dîvân-ı hümâyûndan paşa kapısına nakledilen teşrifâtçılık eski önemini burada da muhâfaza etmiştir Bundan dolayı teşrifâtçı üzeri menekşe ipek kumaşla dikili üst kürkü giyerdi Halbuki bu kürkü sadrâzamın maiyeti olan amedci ve kethüdâ beyin maiyeti dahi giyemezlerdi

Timar
Osmanlı Devletinin; geçimlerine ve hizmetlerine âit masrafları karşılamak üzere bir kısım asker ve memurlara, muayyen bölgelerde, kendi nâm ve hesaplarına tahsil selâhiyetiyle birlikte tahsis etmiş olduğu vergi kaynaklarına verilen umûmî isim İktâ ve dirlik diye de terminolojide anılır Bu sistemde arâzî, timar verilen kimsenin mülkü değildir Timar sâhibi (sâhib-i arz), arâziyi, reâyâya (vergi vermekle mükellef olan vatandaşa) işletmek üzere verir, mahsûlden ve reâyânın şahsından devletin alacağı vergileri toplar

Timar müessesesi, yâni eski İslâm devletlerinde kullanılan ismiyle iktâ; sünnet, icmâ ve Hulefâ-i Râşidînin tatbikatıyla sâbittir Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem devrinde görülen bu uygulama Emevîler ve Abbâsîler zamanlarında da devâm edip, fethedilen topraklar, çeşitli şahıslara verildi Abbâsîler zamânında askerî hizmetlerin Türkler eline geçmesinden sonra, Türk kumandanlar, maiyetlerindeki askerlerin masraflarına karşılık, kendilerine iktâ olarak verilen yerlerin gelirlerini topladılar İktânın bu şekilde askerî bir mâhiyet almasından sonra bu sistem diğer İslâm memleketlerinde de kullanıldı Asker, Gazneliler ve Büveyhîlerde maaşlı olmasına rağmen, maaş verilemediği zamanlar kumandanlar, muayyen bir mıntıkanın devlete âit vergilerini toplamakla vazîfelendirilirler; topladıkları vergiler de senelik olarak kendilerine tahsis edilirdi Selçuklular, sistemi geliştirip bundan farklı bir iktâ usûlü ortaya koydular İdâreleri altındaki yerlerde, mal toplayıp dağıtmak ve maaş vermek yerine, bir veya birkaç köyü askere iktâ olarak verdiler Yâni ilgili köylerdeki halkın devlete vereceği vergiler o mıntıkadaki askere tahsis edildi

Türkiye Selçuklu Devletinin yıkılmasından sonra kurulan Osmanlı Devletinde iktâ usûlünün daha gelişmiş bir şekli olan ve timar adı verilen sistemin uygulanmasına, Osman Gâzinin fetihleriyle başlandı Fethettiği arâziyi timar olarak askerlerine dağıtan Osman Gâzi, Karacahisar’ı da oğlu Orhan Gâziye verdi ve:

“Timarların sebepsiz yere sâhiplerinden geri alınmaması, timar sâhibinin ölümü hâlinde arâzinin bu kimsenin oğluna intikâl etmesi ve oğul küçükse, hizmet edecek yaşa gelinceye kadar onun yerine hizmetkârlarının sefere gitmesi” gibi şartlar koydu

Orhan Gâzi zamânında da bir takım kumandanlar sınıra yerleştirilerek kendilerine timar verildi Rumeli fütûhâtı başladıktan sonra Gelibolu havâlisi Yâkub Ece ile Gâzi Fâzıl’a verilerek timar sistemi Trakya’da uygulanmaya başlandı

İlk teşkilâtlanma safhasını Murâd-ı Hüdâvendigâr Han zamânında tamamlayan timar sistemi gelişiminin zirvesine Kânûnî Sultan Süleymân Han zamânında ulaştı Kânûnî, mîri arâzi ve timar sistemlerine âit hukûku belirleyen kânunlar koydu Beylerbeyinin timar verme haklarını da sınırlayarak tezkereli ve tezkeresiz timar ayrımını ortaya çıkardı Kânûnî Sultan Süleymân Hanın yaptığı düzenlemeler sonunda timarlı sipâhîlerin ve cebelülerin miktarı 200000’e kadar çıktı

Osmanlı Devletinde timar sâhibi, sâhib-i arz ismini de taşımış olmasına rağmen ne timar dâhilindeki toprakların, ne de bu toprakları işleyen köylünün toprak sâhibine veya devlete vermekle mükellef bulunduğu hak ve resimlerin (vergilerin) mülkiyetine sâhip değildi Ancak muayyen hizmetleri yaptığı müddetçe, devlete âit çeşitli vergileri kendi nâm ve hesâbına toplamak hakkından faydalanabiliyordu Bu hak görülen vazîfeye bağlı bir maaş mahiyetinde olup, timar sâhibinin mülkiyetine giren bu sıfatla satılması, vakfedilmesi veya mîras olarak vârislerine bırakılabilmesi mümkün olan bir gelir mülk durumunda değildi Gerçi timar sâhibinin ölümü halinde devlet, sipâhînin hizmete yarar evlâtlarından bir veya birkaçına timar vermeyi prensip olarak kabul etmiş bulunuyordu Fakat bu şekilde sipâhînin çocuklarına verilen timar, ölen babanın timarı olmadığı gibi, kıymet îtibâriyle de aynı değildi

Sipâhî timarının kılıç tâbir edilen ve sipâhîlik hizmetine giren herkes için bir başlangıç kadro maaşı olarak kabul edilen çekirdek kısmı vardı Bu kısmın, sipâhînin, zamanla göstereceği yararlıklara göre yapılacak terakkî zamlarıyla büyümesi mümkündü Fakat sipâhînin ölümü hâlinde oğullarına babalarının timarının ancak kılıç (çekirdek) kısmı verilebilir ve bu başlangıç gelirine vaktiyle diğer timarlara dâhil yerlerin gelirlerinden çıkarılan, hisseler hâlinde yapılmış olan zamlar geri alınırdı Böylece yararlılığı görülen timar sâhiplerine yapılan zamlar bu sûretle açığa çıkmış olan gelirlerden temin edilirdi Bu uygulama ile timar arâzisinin zamanla türlü fırsatlardan faydalanılarak büyütülmüş olan şekilleriyle bir âile mülkü hâlinde nesiller boyunca aynı soydan gelen kimseler elinde kalması önlenirdi

Has ve zeâmet şeklindeki büyük timarlarsa, kişi yerine makâma verilirdi Bunların sâhipleri olan vezir ve beyler sık sık değişmekte olduğundan, değişen sâhiplerinin bu timarlarla âilevî bir münâsebet ve yakın bir alâka tesis etmeleri imkânsızdı

Her timar sâhibinin bir kılıç yerine tâyin edilmiş olması lâzımdı Babalarının timarı müşterek bir beratla iki kardeşe verilme hâlleri hâriç, bir kılıç yerine iki kişi tâyin edilemezdi Daha büyük bir timar vücûda getirmek için iki kılıç yeri bir kişiye verilmez, bu sûretle tımar kadrolarında daraltma yapılamazdı

Hayatta olan timar sâhiplerinin oğullarına dirlik verilmesi âdet değildi Ama ihtiyarlık veya hastalık sebebiyle hizmet kudreti kalmayan sipâhî, yetişmiş ve hizmete yarar oğluna timarını devredebilirdi Bu takdirde de timarın ancak kılıç kısmı oğula intikâl ederdi Yalnız atadan ve dededen ocak ve kadîm-i yurt (eski yurt) olan mülk timarlar istisnâ teşkil eder, bunların bütünlüğü bozulmazdı

Babasının ölümüyle timar sâhibi olmaya hak kazanan bir çocuk, sefere gidebilecek yaşa geldiği hâlde, yedi yıl timar talebinde bulunmazsa, her türlü hakkını kaybetmiş olurdu Babaları timarından kendilerine timar verilmiş olan sipâhî oğulları eskiden on yaşına gelinceye kadar sefer zamânı yerlerine bir cebelü gönderebilir ve ancak on yaşından sonra bizzat kendilerinin gelmesi îcâb ederken, seferlerin uzaklarda yapılmaya başlanmasıyla bu yaş haddi on altıya çıkarılmıştı

Timar her ne kadar belli bir hizmet karşılığında timar sâhibinin devlete âit vergileri kendi hesâbına toplaması demekse de, timarların nevilerine göre timar sâhibinin devlete karşı olan mükellefiyetleri değişmektedir Devlete karşı olan mükellefiyetleri açısından, timarlar beş kısımda incelenebilir

1 Arâzinin mülk olarak verilip verilmediğine göre: a) Mülk timarlar: Bu tür timarlarda devlet, türlü hak ve vergi (resim)leri toplama yetkisini timar sâhibine bütün hayâtı boyunca ve ölümünden sonra da mîrâsçıları tarafından tam bir mülk olarak tasarruf edilebilecek bir gelir hâlinde bırakmış bulunmaktadır Bu gibi haklar vaktiyle devletten bir mülk olarak satın alınmış yâhut fevkalâde durumlarda bir hizmete bağlı olmayarak bağışlanmış serbest mülkler olduğu hâlde zamanla devlet tarafından askerî hizmet şartı koyulmuştur

Mülk timarlarının sâhipleri sefere bizzat gitmek veya mükemmel silâhlanmış bir miktar asker (cebelü) göndermek mecbûriyetindedirler Eğer bu tip timar sâhipleri sefere bizzat gelmezler veya yerlerine cebelü göndermezlerse, diğer timarlar gibi dirlikleri ellerinden alınıp bir başkasına verilmez, sâdece timarın bir yıllık gelirine devlet tarafından el konulurdu Sâhipleri ölünce de bu tip timarlar bütünüyle erkek evlâda verilir, erkek evlâd olmadığı takdirde, erkek veya kadın diğer mîrâsçılara intikâl ederdi Onlar da hisseleri nispetinde gönderilecek cebelülerin masraflarına iştirak ederlerdi Bu gibi timarlar, diğer mülkler gibi serbestçe alınıp satılabilir ve aynı mükellefiyetlerle vakfedilebilirdi

b) Mülk olmayan timarlar: Bu tip timarlarsa hizmet karşılığı timarın gelirlerinin bir kısmının tahsîsi sûretiyle verilen timarlardır ki, Osmanlı Devletinde timarların çoğu bu türdendi Bunlar timar sâhibine mülk olarak verilmediğinden satılamaz, vakfedilemez, mîras bırakılamazdı

2 Arâzinin gelirine göre: a) Has: Senelik geliri 100000 akçe ve daha fazla olan timarlara denirdi Pâdişâha verilenler havass-ı hümâyûn adını taşırdı Haslar, pâdişâhtan başka hânedâna mensup kişilere, vezirlere, beylerbeylerine, sancakbeylerine, defterdârlara vs verilirdi Pâdişâh ve hânedâna mensup olmayanlara verilen haslar makâma mahsus olduğundan, vazîfede bulundukları süre içinde kendilerine âitti Azillerinde veya ölümleri hâlinde bu dirliği kaybederlerdi

Haslar voyvoda denilen kimseler vâsıtasıyla idâre edilirdi Has olarak verilen yerin öşür ve diğer resimleri has sâhibine âit olup, köylü zirâat yapmazsa toprak elinden alınarak bir başkasına verilirdi Has sâhibi gelirlerinin her 5000 akçesi için devlete bir cebelü adı verilen atlı, zırhlı ve silâhlı bir asker beslemek zorundaydı

b) Zeâmet: Senelik geliri 20000 akçeden 100000 akçeye kadar olan dirliğe denirdi Zeâmetler, eyâlet merkezlerinde bulunan hazîne ve tımar defterdârlarına, zeâmet kethüdâlarına, sancaklardaki alay beylerine; kale dizdârlarına, kapucu başılarına, dîvân kâtiplerine, defterhâne ve hazîne-i âmire kâtiplerine verilirdi Ayrıca timar sâhipleri büyük hizmetlerde bulundukları zaman, terakki (zam) alarak zeâmet sâhibi (zâim) olabilirdi Zâimler hayatta oldukları müddetçe ellerinden alınmazdı Zâimler de haslardaki gibi ilk beş bin akçesi hâriç, sonraki her 5000 akçe gelir için bir cebelü beslemek mecburiyetindeydiler Zeâmetlerin 50000 akçeden yukarı olanlarına ağır zeâmet adı verilirdi

Zeâmet sâhipleri zeâmetlerindeki vergileri bütünüyle kendileri alır, sancakbeyi ve subaşılar müdâhale edemezlerdi Savaş zamanlarında cebelüleriyle birlikte sancak beylerinin kumandası altında sefere iştirak ederlerdi Savaş olmadığı zaman da, kimseye bağlı olmazlar, hattâ toprakları içindeki suçluları kendileri yakalarlar, başkaları karışamazdı Zeâmetin bâzan birkaç kişiye müşterek olarak verildiği de olurdu

c) Timar: Senelik geliri 2000 akçeden başlıyarak 20000 akçeye kadar olan dirliğe timar ismi verilmiştir Timar sâhipleri senelik gelirden kılıç adı verilen muayyen bir kısmın ayrılmasından sonra geriye kalan gelirin her 3000 akçesi için bir cebelü (tam teçhizatlı asker) beslemeye mecburdular Kılıç bedeli, sipâhînin kendi aylığına karşılıktır Kılıç bedelinin miktarı illere ve timarların tezkereli veya tezkeresiz oluşuna göre 2000, 3000, 6000 akçe arasında değişirdi Herhangi bir gelir kademesinde bulunan sipâhînin harbe katılmak için getirmesi lâzım gelen silâhlarla zırh ve çadırların nevi, berâberinde gelecek cebelü tâbir edilen yardımcı silâh arkadaşlarının adedi ve techizatı bütün teferruâtıyla tespit edilmiş bulunmaktaydı Harbe girmeden evvel beylerbeyi tarafından bu bakımdan sıkı bir teftişe tâbi tutularak kusurlu görülen sipâhîlerin ellerinden timarı alınıyordu Orduların harpten evvelki toplanma yerlerinde techizâtın gözden geçirilmesiyle birlikte, türlü silâhların kullanılma tâlimleri ve bu arada bilhassa yeni çağlarda ehemmiyet kazanmış olan, tabanca kullanan sipâhîlere at sırtında seyir hâlinde silâhlarını sür’atle doldurup boşaltma tâlimleri yaptırıldığı da görülmekteydi

Timar sâhipleri ölünce timarının kılıç kısmı oğluna veya oğullarına müşterek timar olarak verilir, diğer kısmı terakki sağlayan timar sâhiplerine dağıtılırdı Cephede ölen timar sâhibinin oğluna, yatakta ölen timar sâhibinin oğluna verilenden daha büyük dirlik verilmesi de kânunda açıkça belirtilmişti

3 Timar sâhiplerinin gördükleri işlere göre: a) Eşkinci timarları: Bunların sâhipleri harp zamânında alay beyinin kumandası altında cebelüleriyle birlikte bilfiil sefere gitmekle mükelleftiler Osmanlı timarlarının ekserîsi bu türdendi

b) Mustahfız timarları: Bunlar kale askerlerine verilirdi Bu timarların sâhipleri mensup oldukları kalenin müdâfaasıyla mükelleftiler Aslında askerî olmakla birlikte bu tür timarlar kale komutanlarına ve kaledeki görevli askerlerle her türlü hizmetlilere verilirdi

c) Hadere (Hizmet) timarları: Bu timar sâhipleri saraya ve dînî kurumlara belli hizmetlerde bulunmakla mükelleftiler Bu timarların sayısı çok azdı

4 Veriliş şekillerine göre:

Kânûnî Sultan Süleymân Han devrine gelinceye kadar, ölmüş olan timar sâhiplerinin oğluna beylerbeyi tarafından timar veriliyordu Fakat 1530’da bu usûl değiştirildi ve beylerbeyinden ancak düşük gelirli timarları verebileceği, daha büyük gelir sağlayan timarlarınsa beylerbeyinin tezkiresi üzerine İstanbul’dan fermanla verilebileceği esâsı kabul edildi Beylerbeyinin tezkiresini alan sipâhî, İstanbul’a giderek, altı ay zarfında beratını almak mecbûriyetindeydi Aksi takdirde timarının gelirinden faydalanamazdı Bu esasların kabul edilmesi üzerine tezkireli-tezkiresiz timar ayırımı ortaya çıktı

a) Tezkireli timarlar: Beylerbeyinin doğrudan doğruya vermeye yetkili olmadığı timarlar olup, İstanbul’dan verilirdi Ayrı vilâyetlerdeki timarların kılıç kısımları aynı büyüklükte olmadığından, tezkireli ve tezkiresiz timarların büyüklükleri beylerbeyliğine göre değişmekteydi Meselâ Rumeli, Budin, Bosna, Tameşvar beyliğinde geliri 6000 akçeden fazla olan timarlar tezkireliydi Buna karşılık Kıbrıs Adasında ve Kocaeli, Biga sancaklarında 5000, Karaman, Zülkadriye ve Rum eyâletlerinde de 3000 akçenin üzerinde gelire sâhip timarlar tezkireliydi

b) Tezkiresiz timarlar: Beylerbeyinin doğrudan vermek yetkisine sâhip olduğu timarlardı Bunların kıymeti ekseriyâ düşüktü

5 Mâlî yapısına göre: a) Serbest timarlar: Timar sâhibinin, gerdek, tapu, kışlak, yaylak, cürüm ve cinâyet resimleri (vergileri) gibi miktarları önceden belli olmayan ve bâdihevâ denilen bu vergileri almak hakkına sâhip olduğu timarlardı Subaşı, çeribaşı ve benzeri bir takım vazîfe sâhiplerinin timarları ve büyük devlet memurlarının görev sürelerince devâm eden has ve zeâmetleri serbest timardı

b) Serbest olmayan timarlar: Sâhibinin bâdihevâ denilen vergileri almak hakkına sâhip olmadığı timarlardı

Osmanlı Devletinde yurtluk ve ocaklık tâbir edilen timarlar da vardı Bunlar, tersâne masraflarını, yâhut bir kalenin muhâfızlarının veya bir kasaba, bir şehir memurlarının aylıklarını karşılamak için verilen dirliklerdi Bunların sâhipleri birkaç bölgenin öşrünü tahsil ederlerdi Ocaklık tevcihi, timar sâhibine öşürden başka ayrıca gümrük vergisi gibi bâzı vergilerin tahsiline selâhiyet verirdi Yurtluk ve ocaklık alan kimseler, hudutları korumak ve bilhassa âni savaşlarda asıl ordu gelinceye kadar düşmanla mücâdele ve asıl ordu gelince ona iltihak etmek vazîfelerini görürlerdi Sâhipleri ölen yurtluk ve ocaklık timarları, ölen kimsenin oğullarına intikâl ederdi

Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinde gelişmenin zirvesine erişen timar sistemi, bu Pâdişâhın vefâtından sonra bozulma belirtileri göstermeye başladı On altıncı yüzyılın sonlarında, bilhassa, timar teşkilâtının yüksek emir ve kumanda kadrolarını teşkil eden sancakbeyliklerinin umûmiyetle âdet olduğu üzere kapu kulları arasında yetişmiş ocak mensuplarına verilecek yerde, uzun süren savaşların sebep olduğu ağır mâlî külfetin karşılanabilmesi için iltizam usûlüyle peşin gelir karşılığı alınarak satılması netîcesinde, henüz İstanbul’u görmemiş ve pâdişâhın ekmeğiyle beslenmemiş, âdab ve usûlden haberi olmayan beceriksiz kişilerin eline geçmesi bozulmayı hızlandırdı Bu âdâb ve erkân bilmez kişiler başa geçince, timar sâhiplerinin seferlerde yapılması gerekli yoklamaları, iyi bir şekilde yapılamadı Yapılması gereken bu yoklamalar daha sonraki devrelerde timar dağıtımı ve terakkîlere temel teşkil ettiğinden hak etmemiş kişiler timar sâhibi olmaya başladı Ayrıca ölen veya azledilenlerden boş kalan timarların, yeni istihkak sâhiplerine devredildiği esnâda ruznâmçelerdeki kapatılması gereken eski kayıtların kapatılmaması, buralara defâlarca yeni tâyinler yapılması gibi hatâlar, timarı haketmeyenlerin yanında hak edenlerin de mağdur olmasına sebep oldu

Yine bu yıllarda devâmlı harplerin ve Celâlî isyânlarının meydana getirdiği tahrip ve masraflar, timarlı sipâhî zümresinin fakirliğine sebep olarak, bunların beslediği asker sayısında önemli ölçüde düşmeler meydana geldi Öyle ki, zamânında yirmi iki sancaktan teşekkül etmekte olan Rumeli eyâletinin eski timar kadrolarına göre, her an sefere hazır vaziyette bulunması gereken asker mevcûdu 33000 iken, 17 yüzyılın ortalarında Rumeli beylerbeyinin harbe giderken emri altındaki timarlı sipâhî mevcudu hiçbir zaman 2000’i bulmadı Anadolu beylerbeyinin maiyetinde de 18700 mevcutlu bir timarlı sipâhî ordusu yerine 1000 kişiden fazla bulunamadı Böylece elli-altmış yıl önce sayıları 200000’i bulan timarlı sipâhî ve cebelüler, 1768’de 20000 kişiye kadar düştü

İyi işlediği müddetçe devletin kuvvet unsurlarından birini teşkil eden dirlik sistemi, iyice dejenere olması üzerine gözden düşünce, ilk olarak 1703’te Girit Adasında ortadan kaldırılıp, burada maaşlı memurluk düzenine geçildi Ülkenin diğer yerlerindeki timarlarsa, 1812’den îtibâren boş kaldıkça yeniden verilmemeye başlandı 1839’da yayınlanan Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnuyla tamâmen ortadan kaldırıldı Fakat dirlik sistemini kaldırırken, tamâmen batının liberal fikirlerinin tesiri altında kalıp, taklitçilikle hareket eden tanzimatçılar, bu teşkilâtın yerine yeni bir sistem koyamadılar

Timarlı Sipahi
Timar sâhibi süvâri askeri

Osmanlı ordusunun esâsı ve en büyük kısmını timarlı sipâhi denilen atlı ordusu teşkil etmekteydi Timarlı sipâhiler kapıkulu sınıfları gibi maaşlı değildi Leventler ve akıncılar gibi ganimetlerle geçinmezler, yaşamaları için devlet toprak verirdi Toprağın üzerinde köylü vardı O köylüden vergiyi timarlı sipâhi toplar Bununla hem kendini geçindirir, hem de atları ve silâhları devamlı hazır bulundururdu Timar, ordunun er ve subaylarına sürekli askerlik hizmetlerine ve kendilerinin ve adamlarının harbe hazır olmaları, sefere çıkarıldığında hazineye yük olmadan getirdikleri silâh, malzeme ve yiyeceklere karşılık ödenen bir maaş gibiydi

Selçukluların Arapça ıktâ dedikleri böyle toprağa Osmanlılar, tâbiri Türkçeleştirerek dirlik demişlerdir Dirlikler gelirleri bakımından üçe ayrılırdı Yıllık geliri 19999 akçaya kadar olan dirliğe, timar; 20000 akçadan 99999 akçaya kadar olan zeâmet; 100000 akçadan îtibâren gelir getirene de has denilirdi Burada gelir tamâmen vergi mânâsındadır Yâni ürünün gerçek değeri değil, üründen köylünün devlete verdiği vergi değeridir Bu vergiyi, diğer bâzı vergilerle berâber toplamak hakkı dirlik sâhibi sipâhiye âitti

“Ednâ” denilen küçük timar sâhipleri er ve erbaş; “evsâf” denilen orta timar sâhipleri astsubay; “âlâ” denilen büyük timar sâhipleri küçük rütbeli subay derecesindeydiler Küçük zeâmet sâhipleri binbaşı, orta zeâmet sâhipleri yarbay, büyük zeâmet sâhipleri albay derecesinde yüksek rütbeli süvâri subaylarıydı Bu sonunculara alay beyi deniliyordu ki, sonradan Farsçalaştırılarak miralay ve bugün aynı mânâda albay olmuştur Sancakbeyi tümgeneral ve beylerbeyi orgeneral rütbesindeki kişilerin dirliğine “hâs” deniliyordu Vezirlerin, hânedan üyelerinin de hâsları vardı En büyük hâslar pâdişâha âitti

İki türlü tımarlı olurdu: Tezkireli ve tezkiresiz Tezkireli tımarlılar, tımarı merkezden, yâni İstanbul’da Dîvân-ı Hümâyundan doğrudan doğruya alanlardır Tezkiresiz timarlılar ise dirliklerini Beylerbeyinin arzı üzerine alırlardı

Bir tımarın ilk üç bin akçalık çekirdek kısmına kılıç gerisine terakki denilirdi Zîrâ her üç bin akça için sipâhi yanında kendisi gibi atlı ve teçhizatlı bir asker getirmeğe mecburdur Cebeli denilen bu erler, sipâhinin çocukları, kardeşleri, akrabâsı olacağı gibi, toprağı işleyen herhangi bir kimse de olabilirdi Bâzı tımarlarda kılıç iki bin akçaya, hatta daha aza düşebiliyordu Bâzı timarlarda ise en çok altı bin akçaya kadar çıkabiliyordu

Sipâhi, timarın bulunduğu topraklarda yaşar, köylülerden vergisini genellikle mal olarak alır ve bu geliri kendisini ve cebelilerini geçindirmek için kullanırdı Köylerdeki düzeni korurdu Sipâhilerin, tımarları içindeki devlet topraklarını, çiftçilere dağıtırken, verdikleri vesikaya sipâhi senedi denirdi Birinci Murâd Han zamânında tesis edilen sipâhilerin Anadolu ve Rumeli’nin Türkleşmesinde ve İslâmlaşmasında büyük hizmetleri görüldü

Rumeli tımarları, Anadolu tımarlarından dahaverimliydi Anadolu’da üç bin akçaya kadar olan tımarlar orduya bir cebeli verdiği hâlde, Rumeli’de üç bin akçaya kadar olan tımarlardan iki, hatta üç cebeli çıktığı olurdu Tabiî tımarların üzerinde yaşayan köylü çiftçilerin Anadolu eyâletlerinde büyük çoğunluğu Türk olduğu halde, Rumeli eyâletlerinde ancak yarıya yakını Türk, yarıdan fazlası, bâzı bölgelerde çok daha fazlası Hıristiyan Ortodoks, bâzı bölgeler de Katolikti

Sefer ilân edilince sipâhiler, Seraskerin bulunduğu yere gelir, yoklama olurlar, dirlik sipâhileri ve cebelileri ayrı ayrı deftere yazılırdı “Sipâhi ve cebeli falanca paşanın defterlisidir” diye bilinirdi Sefere dâvet olunup da sefere iştirak etmeyen sipâhinin elindeki timar zaptolunur, başkasına verilirdi Kânunen götürmek mecburiyetinde oldukları cebeli ve gulâmı getirmeyenler ve götürüp de kaçanların yerlerine diğerlerini tedârik edemeyenler hakkında da aynı muâmele tatbik olunurdu

Yığınak emri gelince her tımar sâhibi, cebelileriyle berâber, kendi kazâsının belirli yerinde toplanırdı O kazâdaki timarlılar, çeribaşı denilen sipâhi yüzbaşısının emrinde bulunurlardı Çeribaşı da alay beyinin emrine giriyordu Alayını toplayan alay beyi, sancak beyine gidip hazır olduğunu bildiriyordu Kendi mâliyet askerini de alan sancak beyi, bu sipâhi alayıyla berâber, beylerbeyine katılmak üzere harekete geçiyordu Bu iş büyük bir süratle yapılıyordu

Beylerbeyilerin izin vermesiyle sancak beyleri tarafından bir kısım sipâhiler memleket muhâfazası için yerlerinde bırakılabilirdi Sipâhi sefere gittiğinde yerine vekil olarak bıraktığı korucu, dirlik sâhibinin yokluğunda toprağın muntazaman işlenmesine nezâret ederdi Eğer sipâhi harbin uzaması hâlinde kışı hudutta geçirmek emri alırsa, dirliğine harçlıkçı denilen bir vekil göndererek, yıllık gelirini bulunduğu yere getirtirdi

Timar ve zeâmet; sâhibi ölünce, ekseriya büyük oğluna, yoksa kardeşine veya yeğenine verilirdi Fakat bunun için timar ve zeâmetin bağlı olduğu alay, vârisin toprağı idâre edebilecek kâbiliyet ve şartlara hâiz olduğuna şehâdet ederlerdi Zâten bir sipâhi subayı, yerine geçecek birini yıllar boyunca hazırlayıp, yetiştirirdi Bu sûretle dirlik tecrübesiz insanların eline geçmezdi

Timar ve zeâmet sâhipleri, arâzileri üzerindeki toprakları üç yıldan fazla işlemezlerse, dirliklerini kaybederlerdi Toprak işlememek, Allahü teâlâya karşı bir günah sayılırdı Zîrâ toprak sâyesinde Allahü teâlânın kulları beslenirdi Timar her eyâlette bulunmazdı Meselâ Cezâyir, Tunus, Trablusgarb, Mısır, Yemen, Bağdat gibi eyâletlerde timar ve zeâmet yoktu Çoğunlukla Türk nüfûsunun bulunduğu eyâletlerde timar ve zeâmet teşkilâtı yapılmıştır Timarlı sipâhi tamâmen Türk soyundan gelirdi

Sultan Birinci Süleyman Han (1520-1566) zamânında timarlı sipâhiler, en parlak devrini yaşadı Bu zamanda 166200 timarlı sipâhi vardı; bunun 74000’i Rumeli, 91600’ü Anadolu timarlı sipâhisiydi Bu sûrette Türk atlı ordusu, iki orduya ayrılırdı: Rumeli atlı ordusu ve Anadolu atlı ordusu Meydan muhârebelerinde ordu düzeninin sağ ve sol kanatlarını bu iki ordu teşkil ederdi Kapıkulu askerleri merkezde bulunurdu İlk zamanlarda, Rumeli timarlı ordusunun kumandanı Rumeli Beylerbeyi, Anadolu timarlı ordusunun kumandanı da Anadolu Beylerbeyi idi Fakat sonradan bu iki kanada da pâdişâh tarafından seçilen vezirler kumanda etmeye başladı Sultan Süleyman Han devrinde bu iki ordu o derece büyüdü ki, sefer Avrupa’da olduğu zaman çok defâ Anadolu sipâhi ordusu çağrılmaz veya bâzı birlikler çağrılırdı Sefer Asya’da ise, Rumeli askerleri ya çağrılmaz veya bâzı birlikleri sefere katılmak için istenirdi

Timarlı sipâhiler 17 yüzyıla doğru bozulmaya başladı Kuruluşlarından beri Osmanlı Devletinin târihinde büyük bir rol oynayan timarlı sistemi, yeniçeriler için olduğu gibi kanlı ve ızdıraplı bir tasfiyeden ziyâde, sessiz sedâsız bir sûrette ve herhangi bir sarsıntıya sebep olmadan ortadan kalktı

Asırlar boyunca sipâhiler, memleketin en uzak köşelerine kadar yayılıp, köylüyle iç içe yaşadı ve uzun müddet zirâî iktisâdiyatın ve devlet toprak siyâsetinin faal mümessilleri rolünü oynamıştı Pâdişâhın, devletin en ücrâ köşelerindeki sâdık temsilcileriydiler Köylerin şenlenmesinde, bayındır hâle gelmesinde her türlü yardımda bulunurlardı

Timarlı sipâhilerin 17 asrın son yıllarında, hele 18 asırdan îtibâren sayıları önemli ölçüde azaldı

Kapıkulu süvârilerinin ehemmiyet kazanması ile Sultan Abdülmecîd Han (1839-1865), 19 Ocak 1841 fermanı ile birçok timarlı sipâhiyi emekliye sevk etti Fakat timarlarını hayatlarının sonuna kadar ellerinde bıraktı 1844’te bir kısım timarlı sipâhisi, atlı jandarma olarak hizmete alındı Zâten uzun müddetten beri ne sipâhi olarak, ne saray mensubu olarak kimseye timar verilmiyordu Ölen timarlı sipâhilerin çocukları İstanbul’a getirilip, askerî mekteplere veriliyordu 1850’den sonra timar da, sipâhi de kalmadı

Top Arabacıları Ocağı
Osmanlılarda kapıkulu ocaklarının yaya kısmından büyük topları cepheye taşımak için kurulan teşkilât

Muhtemelen 15 yüzyılın sonlarında kurulmuştur Önceleri acemi ocağından neferler alınırken, 17 asırdan îtibâren ocak arabacılarının evlâtlarından ve kul kardeşlerinden alınmaya başlanmıştır İstanbul’da ikâmet ettikleri gibi nöbetleşe kalelere de giderlerdi Kapıkulu topçusunun bulunduğu yerlerde, top arabacıları da bulunuyordu Tophâne’de îmâlâthâneleri, Ahırkapı’da ahırları, Şehremini’de kışlaları vardı Ocakta; arabacıbaşı, kethüda, başçavuş, kethüda yeri, ocak kâtibi, bölükbaşı, odabaşı ve halife ünvanlı subaylar görev yapardı Arabacıbaşı nezâretinde; nefer sayıları birle-elli iki arasında değişen, altmış üç top arabacıları bölüğü vardı

Topçu Ocağı
Osmanlılarda kapıkulu ocaklarının yaya kısmından olup, top dökmek ve top kullanmakla vazifeli askerlerin mensup olduğu ocağa verilen ad

Sultan Birinci Murâd devrinde yeniçeri ocağının teşkilinden az sonra, acemi ocağından alınan neferlerle ilk olarak topçu ocağı kuruldu İstanbul’un fethinden sonra, Galata suru dışında Tophâne denilen yerde topçu kışlaları ve sâbit top dökümhânesi yapıldı Sonraları; Belgrad, Budin, Temaşvar, İşkodra, Gülamber, Provişte gibi yerlerde ihtiyaca göre tophâneler kurulup top döktürüldü

Topçu ocağına sertopi nâmıyla da anılan topçubaşı nezâret ederdi Onun emrinde bulunan dökücübaşı (serihtegân), dökümhâneden sorumluydu Onun da maiyetinde; yardımcısı, tâmirci, dökümcü, burgucu, yamacı, demirci, marangoz gibi sanatkarlar bulunurdu

Tophânenin; hesap ve alım-satım işlerine tophâne emîni bakardı Îmâlât ve ihtiyaçlarından da Tophâne Nâzırı mesuldü Topları kullanmak ise, ağa bölükleriyle cemaat ortalarının vazifesiydi Beş ağa bölüğü ve yetmiş cemaat ortası vardı Her orta veya bölükte bir çorbacı, bir odabaşı ve diğer küçük rütbeli subaylar bulunurdu Ocak kethüdâsı, ocak çavuşu ve kâtibi de, bu ocağın büyük âmirleriydi Topçu ocağı, sarı-kırmızı bayrak taşırdı


Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.

Eski 10-11-2012   #29
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.





Topkapı Sarayı

İstanbul’da Sarayburnu sırtlarında yaklaşık 400 yıl Osmanlı Devletinin idâre merkezi olan saray

Sultanahmed ile Haliç ve Boğaz sâhilini kaplıyordu Asıl alanı 700000 m2 kadardı İnşâsına Fâtih Sultan Mehmed Han (1451-1481) zamânında 1465 yılında başlandı Osmanlı teşrifâtında ilk adı “Saray-ı Cedîd-i Âmire” olup, “Yeni saray” demekti Fâtih, sarayın tek binâdan değil, birçok köşk ve dâirelerden meydana gelmesini istiyordu Saray inşâatına bu istek üzerine başlandı Osmanlılar devrinde devâmlı ilâve ve tâdilât yapılıp, genişletilerek, ihtiyaca cevap verilecek hâle getirildi Sultan İkinci Mahmûd Han zamânında, 1825 yılında ahşap olarak “Topkapı Sarayı” adıyla yeni bir saray yapıldı Bütün yeni saraya“Topkapı Sarayı” denildi Yangınlar ve demiryolu inşâatı sebebiyle pekçok köşk ve dâire tahrip olup, yıkıldı 3 Nisan 1924 târihinde müze hâline getirildi

İstanbul’un fethinden on iki yıl sonra 1465’te inşâsına başlanılan sarayın ilk kısmı 1472’de bitirildi “Sırçasaray” denilen “Çiniliköşk” ile “Hasoda” ve “Arz Odası” ilk yapılan kısımlarıdır Sarayın etrafını çeviren surlarda da inşâsından îtibâren devamlı tâdilât yapıldı

Deniz tarafındaki sur, Sirkeci İskelesi ve Sepetçiler Köşkünden başlayarak Ahırkapı’ya kadar gelir Uzunluğu ikibuçuk kilometre kadardır Ahırkapı’dan îtibârense, İshakpaşa Yokuşunu tâkip ederek Ayasofya Câmiinin yanına açılan Fâtih’in yaptırdığı Bâb-ı Hümâyunu geçip, Soğukçeşme tarafında dikaçı teşkil eder Bunun üzerinde Sultan Üçüncü Murâd Hanın yaptırdığı “Alayköşkü” vardır Salkımsöğüt Caddesinden Demirkapı’ya varıp, buradan denize kadar uzanırdı Tam sâhilde “Yalı Köşkü” bulunurdu

Pâdişâh, donanma sefere çıkarken Kaptan paşaları Yalı Köşkünde kabul ederdi Sur kulelerinin üstünde Sepetçiler Köşkü, bundan sonra Hamlacılar Ocağı ve Kayıkhâne, odun ve erzak anbarıyla Topkapı gelirdi Kapıya bu adın verilme sebebi, limanın ağzının müdâfaası için toplar yerleştirilmiş olmasıdır Bu mevkide Sultan Üçüncü Ahmed Han tarafından 1709’da bir köşk ve odaları bulunan kâşâne ve Sultan İkinci Mahmûd Han tarafından 1825’te ahşap olarak Topkapı Sarayı yapıldı Topkapı Sarayı 1862’de yanıp, yıkılmasına rağmen, Yeni Sarayın bütünü bu adla anılmaya başlandı Bunun arkasında, Sultan Üçüncü Selim Han (1789-1807)ın annesi Mihrişah Sultan için yaptırdığı “Serdâb Kasrı” vardı Bundan sonra, Sarayburnu’ndan başlayarak Hasbahçe ve deniz kenarında Değirmen Kapısı ve üst kısmında Gülhâne Meydanı yer alır Gülhâne Meydanında “İshakiye Köşkü” ile “İncili Köşk” bulunurdu İncili Köşk 1827’de yıkıldı, bunun üst kısmında Sultan Dördüncü Murâd Han (1623-1640) ve Sultan İkinci Mahmûd Han (1808-1839) tarafından yaptırılan köşkler vardı

SultanMahmûd Han Köşkü, Sultan Abdülazîz Han (1861-1876) zamânında “Arslanhâne” adını aldı Cebehâne ve İki Nişantaşı vardır Nişantaşları Sultan Üçüncü Selim Han ve Sultan İkinci Mahmûd Hana âit olup kitâbelerini meşhur hattat Yesârî Efendi yazmıştır

Cebehâne Meydanının sâhil kısmında Sultan İkinci Bâyezîd Han (1481-1512) zamânında yaptırılan “Sinan Paşa Köşkü” ve hizâsında Yavuz Sultan Selim Han (1512-1520) zamânında yapılan “Mermer Köşk” vardır Mermer Köşkten sonra Tabhâne Kapısı ve yanında TabhâneCâmii gelir Nekahathâne de denilen Tabhâne’de, sonradan GülhâneHastânesiyle Askerî Rüştiye yapıldı Tabhane’den sonra fener olup, yanında Ahırkapı ile Balıkhâne Kapısı vardır

Topkapı Sarayı, Birûn, Enderûn ve Harem olmak üzere üç kısımdan meydana gelirdi Bu kısımlar surun içinde olup, sarayın kendisini meydana getirirdi

Birûn kısmı: Sarayın dışı olup Bâb-ı hümâyûndan Bâb-üs-saâdeye kadar uzanan, birinci ve ikinci yer diye anılan kısımları ihtivâ eder

Birinci yer; Bâb-ı hümâyûnla Ortakapı da denen Bâb-üs-selâm arasındaki sahadır Bugün Topkapı Sarayına buradan girilir Bâb-ı hümâyûndan girilince sağ tarafta Mâliye Nezâretinin binâsı vardı Bunun yanında şimdi mevcut olmayan Çizme Kapısından yokuş vâsıtasıyla Cebehâne Meydanına inilirdi Çizme KapısındanOrtakapıya kadar olan kısımdaysa Has Fırın ile Fodla Fırını, iki kapının ortasında Siyâset Çeşmesi vardı Ortakapının önünde Seng-i ibret denilen ibret taşı bulunurdu Sol tarafta silâh ambarı ve askerî müze olarak kullanılan Ayaİrini Kilisesi yer alırdı Bununla sur arasında, divanda hizmet eden Sim Sakalarla Hasırcıların koğuşları vardı Askerî Müzenin yanında, 1716’da nakledilen Darphâne bulunurdu Darphâneden Soğukçeşme’ye inen yolun ortasında Darphâne Kapısı, Darphâne yanındaki yokuşla Ortakapı arasında Deâvi Kasrı vardı Kubbealtı’nda divan toplandığı zaman, kubbe vezirlerinden birisi nöbetle buraya gelerek verilen dilekçeleri toplar ve mürâcaat sâhiplerini dinleyip, dâvâlarını hülâsa ederek divana bildirirdi

Deâvi Kasrı, bugün mevcut değildir Ortakapının iki tarafında iki kule ve bunların altında kapıcılara mahsus odalar vardı Ortakapı geçilince Birûnun “İkinci Yer” tâbir edilen mahalline gelinirdi

İkinci Yer; yüz seksen metre uzunlukla yüz otuz metre genişliktedir Burada bayram alayları merâsimi yapıldığı için “Alay Meydanı” da denir Meydanın dört tarafı mermer direkli ve revaklıydı Meydanda dört yol vardır Sağdaki yol, sağdaki sarayın mutfağı Matbâh-ı âmireye; ortadaki Enderûnun kapısı olan Bâb-üs-saâdeye; soldaki dünyâ siyâsetine yön veren Kubbealtına; en soldaki de Meyyit Kapısı denilen kapıya giderdi Meyyit Kapıdan sonra mescit ve bunun karşısında has ahır memurlarına mahsus uzun binâ vardı Uzun binâ, kısım kısım Harem Ağaları Hastahânesi,Bahçıvanlar Koğuşu, Yakalı Baltacılar Ocağı olarak kullanılırdı Sol taraftaki revakların sonundaysa Harem Dâiresinin kapısı vardı Bu kapının yanındaki kapıdan, Zülüflü Baltacıların koğuşlarına gidilirdi Zülüflü Baltacılar Koğuşunun duvarları güzel çinilerle süslüydü

Sarayın dış kısmı olan Birûn, herbiri birer hizmet için yapılan bu binâlardan meydana geliyordu

Enderûn: Sarayın iç kısmı olup, saray üniversitesi mâhiyetindeydi Hânedan mensupları ve özel testlerle seçilen ülkenin en zeki ve kâbiliyetli şahsiyetlerinin eğitim öğretim müessesesiydi Çok muazzam bir teşkilâta ve seçme bir kadroya sâhipti

Enderûn, Bâb-üs-saâde diye anılan Akağalar Kapısıyla başlar Bâb-üs-saâdede iç içe iki kapı olup, burada Akağalar vazife yaptığından Akağalar Kapısı da denir Kapının ön kısmında mermer sütunlara dayanan bir revak vardır Pâdişâhın tahta geçiş merâsimi olan cülûslarda, ayak dîvânı gibi fevkalâde hâllerde ve bayramlarda, pâdişâhın tahtı buraya çıkarılırdı Bâb-üs-selâmda bayramlaşma merâsimi de yapılırdı Sefere çıkıldığında, Sancak-ı şerîfin sadrâzama bu kapının önünde verilmesi âdetti Sancak-ı şerîfin konması için yerde bir delik açılmıştı Burası ayak basılmaması için mermer taşla örtülürdü Bâb-üs-saâdenin iki kapısının arasında sağda Kapıağası Dâiresi, solda Akağalar Koğuşu vardı

Bab-üs-saâde kapısından “Üçüncü Yer” denilen meydana girilirdi Kapının karşısında Arz Odası bulunur Pâdişâh, dîvândan sonra vezirleri ve gerektiğinde elçileri Arz Odasında kabul ederdi Arz Odasında Sultan Üçüncü Mehmed Han tarafından 1596’da yaptırılan Tahtla tunçtan bir ocak, iki tekneli bir çeşme vardı İçerideki konuşmaların duyulmaması için çeşme açılarak, suyun çağıltısı gizliliği sağlardı Arz Odasının duvarları güzel çinilerle süslüydü Arz Odasının arkasında Sultan Üçüncü Ahmed Han (1703-1730) tarafından yaptırılan kütüphâne vardır Üçüncü Yer Meydanının sahası dört bin metrekaredir Sağ kenarında Enderun odalarından Seferli Koğuşu ile Hazine Dâiresi vardır Karşı kenarında Kiler Odası ve Hazine Kethüdâlığı Odası yer alır Bunun solunda Hazine Koğuşu ve ikisinin arasında Dördüncü Yer Meydanına inen üstü kapalı bir merdiven bulunmaktadır

Üçüncü Yer Meydanının sol kenarında Hırka-i Saâdetle diğer mübârek emânetlerin muhâfaza olunduğu dâireyi ihtivâ eden Hasoda Koğuşu ile Akağalar Mescidi ve üst tarafında Kuşhâne Mutfağı ve Harem Kapısı vardır Hırka-i Saâdet Dâiresi pek muhteşem olup, duvarları kıymetli çinilerle süslüdür Topkapı’daki Hırka-i Saâdet Dâiresinde 25 Temmuz 1518’den, 3 Mart 1924 târihine kadar dört yüz altı seneden fazla aralıksız Kur’ân-ı kerîm okunmuştur Daha sonra 19 Mart 1991’den îtibâren tekrar Kur’ân-ı kerîm okunmaya başlanmıştır

Hırka-i Saâdet Dâiresi; mukaddes emânetlerin muhâfaza edildiği odadan başka büyük bir salonla Arzhâne adlı diğer bir salonu, bir de Silâhtarağa hazînesini ihtivâ eder Bugün bu dört odadan üçü ziyâretçilere açık olup, Hırka-i Saâdetin bulunduğu oda kapalıdır İçi aydınlatılmış olan bu odayı ziyâretçiler ancak dışarıdan Hâcet penceresinden görebilirler Hırka-i Saâdet Peygamber efendimizin hırkası olup, bir başka hırkası da Hırka-i Şerîf Câmiindedir Bu ikincisini ayırmak için Hırka-i Şerîf denilmektedir

Mukaddes emânetlerin en değerlisi Hırka-i Saâdet sayılmaktadır Burası, Yavuz Sultan Selim’den sonra dört yüz yıl belirli günlerde, pâdişâh tarafından, büyük bir hürmetle ziyâret edilmiştir Hırka-i Saâdet Dâiresinde ayrıca Kâbe’den getirilen tövbe kapısı, hazret-i Ömer’e ve hazret-i Osman’a âit birer kılıç, Peygamber efendimize âit bir yay, hazret-i Ali’nin el yazması Kur’ân-ı kerîmi, hazret-i Fâtıma’nın seccâdesi, İmâm-ı A’zâm hazretlerinin cübbesiyle İslâm büyüklerinden yirmi birinin kılıcı bulunmaktadır Hırkâ-i Saâdet Dâiresinin Harem’e açılan bir de kapısı olup, pâdişâhlar Harem’den, doğru buraya gelirlerdi Hasoda’da bir koğuş, bir yemekhâne, ayrıca silahtarağa, hasodabaşı ve diğer ileri gelen ağaların ve sır kâtibinin dâireleri vardı Bâb-üs-saâdeden girilince sağ tarafta bugün nakışhâne olarak kullanılan Büyükoda, Kuşhâne Mutfağıyla Hasoda arasında Küçükoda vardır

Dördüncü yer, Boğaziçi’ne bakar Sağda doğu köşesinde Sofa Câmii bulunur Boğaz’a ve Marmara’ya bakan merdiveni de olan Sultan Abdülmecîd Han Köşkü ise, uzun bir binâdır Lâle bahçesine mermer merdivenden çıkılır Lâle Bahçesinin yanındaki seddin sağında Hekimbaşı odası, bundan sonra da “Sofa Köşkü” gelir Lâle Bahçesinin iç tarafına doğru olan yönde Sultan Dördüncü Murâd Hanın yaptırmış olduğu “Revan Köşkü” yer alır Murâd Han tarafından yaptırılan ve Sarık Odası da denilen Revan Köşkü, geniş saçaklı ve dışı pek zarif çinilerle kaplı bir binâdır Revan Köşküne bitişik güzel fıskıyeli bir havuz, sonra bir set, sol tarafta da sünnet odası vardır Seddin kenârında “İftâriye Köşkü” olup, yaldızlı bakırdan yapılan kubbeli bir kameriyedir Seddin sağ tarafına, Sultan Dördüncü Murâd Han, Bağdat Seferi hâtırası olarak, “Bağdat Köşkü”nü yaptırmıştır Bağdat Köşkünün içerisi pek kıymetli mâvi çinilerle kaplıdır Köşkün önündeki mermerlikten bir kapı ile Hırka-i Saâdet Dâiresine girilir Dördüncü yerden, üçüncü kapı da denilen bir kapıdan Sarayburnu’na çıkılır

Enderûn, sağlam temeller üzerine kurulan, yüksek kadroya ve geniş, muazzam teşkilâta sâhip bir müesseseydi Burada yüksek din ve fen bilgileri, İslâm ahlâkı, yabancı diller, kültür dersleri verilerek, talebeler tam bir Müslüman olarak yetiştirilirdi Enderûn’da çok sıkı bir intizâm ve teşrifât vardı Burası, Osmanlı kültür ve medeniyetiyle teşkilâtının beşiğiydi Üç kıtaya hâkim olan Osmanlı Devletinin mülkî, askerî, adlî ve diğer bütün sâhalarda yükselmiş en mümtâz şahsiyetlerinin vazîfe yapıp, devlet adamlarının yetiştirildiği eğitim ve öğretim müessesesiydi Fâtih’ten sonraki Osmanlı sultanları, Birinci Selim Handan sonraki İslâm halîfeleri, pekçok sadrâzam, vezir, kumandan, devlet adamı hep Enderûn’da yetişti

Harem Dâiresi: Sarayın asıl ikâmet yeridir Harem-i hümâyûn da denir Pâdişâhlar, zevceleri, câriyeleri, hizmetkârları, şehzâdeleri, sultanları (kızları) ve varsa anneleriyle berâber kalırlardı İkâmet yeri yanında bütün zarûrî ve sosyal ihtiyaçları en güzel şekilde karşılayan bölümler de vardır Harem mensuplarının yetiştirilmesi için bölümlerle küçük yaştaki pâdişâh çocukları, yeğenleri ve amcaoğulları, Şehzâdeler Mektebinde eğitim ve öğretim görürlerdi

Harem’de mahremiyet ve ahlâk kâidelerine çok dikkat edilip, burada güzel ahlâk ve iffet timsâli şahsiyetler yetişip, ikâmet etmiştir Muazzam bir teşkilât, teşrifat (protokol), âdâb-ı muâşeret, umûmî ahlâk kâideleriyle âdâb ve erkâna riâyet vardı

Harem Dâiresine, Zülüflü baltacılar Koğuşunun yanında bulunan ve Araba Kapısı diye anılan yerden girilir Araba Kapısı denmesine sebep, Sultan Efendiler ve Kadınefendilerin bu kapıdan arabaya binip şehre inmeleridir

Dolaplı Kubbenin çevresi dolaplarla çevrilidir Fıskıyeli Şadırvan da denen Fıskıyeli Havuz geometrik şekildedir Sağda Kule Kapısı, solda da Perda Kapısı vardır Kule Kapısından Âdil Kulesine çıkılır Âdil Kulesi, kırk iki metre yüksekliğinde, yüz beş basamaklıdır Perde Kapısından sonra geçitten Haremağalarına mahsus hamam ve “Kızlarağası Köşkü”ne geçilir, ilerisinde Haremağalarına mahsus dâirelerle Şehzâdeler Mektebi, Başmuhasip Ağa ve Başhazinedâr Ağa dâireleri vardır Haremağaları Dâiresi üç katlı olup, rütbelerine göre Haremağalarının dâireleri sıralanır Kızlarağası Köşkü ve Şehzâdeler Mektebi çok güzel binâlardır Şehzâdeler Mektebinin salon ve koridorları pek muhteşem olup, altın yaldızlı nakışları, çinilerle kaplı duvarları göz kamaştırır

Veliahd Dâiresinden sonra Ocaklı Sofa gelir Buradaki iki kapıdan biri Çeşmeli Sofaya, öteki Hasekiler Dâiresine açılır Çeşmeli Sofa, genişce bir hol olup, çinilerle kaplıdır Üstü kubbeli olup, bir duvarında da çeşme vardır Çeşmeli Sofadan Hünkâr Sofasına geçilir

Hünkâr Sofası, en güzel yerlerdendir Mermer sütunları salonu ikiye böler Üstte, parmakları sedef kakmalı bir balkon vardır Üç tarafında üç çeşme olup; su, çini, sedef ve mermer ihtişamı gözleri kamaştırır Soluna birkaç kapı açılır Pâdişâhlar, bayram tebriklerini bu salonda kabul ederdi Sonra Sultan Üçüncü Murâd Han Odasına geçilir Bu oda Mîmar Sinân’ın eseri olup, Osmanlı mîmarlık sanatının şâheserlerindendir Baştan başa kırmızının hâkim olduğu çinilerle örtülüdür İlerisinde Sultan Birinci Ahmed Han Kütüphânesi ve Sultan Üçüncü Ahmed Hanın Yemişlik Odası, sonra Hünkâr Hamamı ve çinilerle süslü Vâlide Sultan Dâiresi gelir Daha sonra Asmabahçe denen, içinde Sultan Üçüncü Osman Hanın köşkü de bulunan Havuzlu Taşlık’a geçilir Koridordan Sultan Birinci Abdülhamîd Hanın Yatak Odasına gelinir; devamında Sultan Üçüncü Selim Han Odası vardır Haremde daha pekçok oda olup, sayısı üç yüz seksen kadardır Haremdeki dâire, oda ve diğer bölümlerin bugün hepsi mevcut değildir Topkapı Sarayı yangın, yıkım, tahribât ve yüzyılların zaman aşımına uğradığından asıl şekli ve fonksiyonunu kaybetmiştir Bugün müze olarak kullanılmaktadır

Topkapı Sarayı Müzesi, mîmârî sanat eseri kompleksi olup, binâları ve içindeki paha biçilmez hazine ve kolleksiyonlarıyla yerli ve yabancıların hayranlık dolu alâkasını üzerinde toplar Bütün İslâm âleminin hürmetine şâyân herkesin gıptayla seyrettiği, maddî ve mânevî paha biçilemiyecek kadar kıymetli Mukaddes Emânetler, büyük bir îtinâyla muhâfaza edilmektedir

Topkapı Sarayındaki köşklerin herbiri birer sanat âbidesi mâhiyetindedir Topkapı Sarayında onbinlerce nâdide parçadan meydana gelen pekçok eşyâ kolleksiyonu mevcuttur 10700 parçadan meydana gelen Çin porselenleri, 4000 parçadan meydana gelen Seladon porselenleri, Japon porselenleri, Avrupa krallarının Osmanlı pâdişâhlarına gönderdikleri paha biçilmez porselen ve diğer eşyâ takımları, asırlık İstanbul porselenleri, billurlar ve çeşm-i bülbüllerin herbiri birer hazine kıymetindedir

Muhteşem saltanat arabalarından bâzıları mevcut olmasına rağmen, çoğu da yağmalanmıştır Saltanat arabaları, eyer takımları ve koşumları çok alâka çekicidir Saraydaki tabloların târihî ve sanat kıymeti çoktur Saraydaki tablolar resim galerisinden çok müze karakterindedir

Saraydaki Silâh Müzesi, çok zengin olup, Osmanlıların her devrine âit ateşli, kesici ve vurucu silâhların yanında çeşitli yüzyıllara âit ganimet eşyâsı veya İslâm ve Avrupa devletlerinden hediye olarak gelen silâhlar vardır Osmanlı sultanlarının kılıçları, zırhları ve takımları da mevcuttur Silâh Müzesinde târihî bozdoğanlar, şeşperler, salıklar, tulgalar (miğfer), kılıçlar, hançerler, tüfekler, tabancalar, piştovlar, mızraklar, harbeler, yaylar, oklar ve daha pekçok silâh mevcuttur

Topkapı Sarayında dünyânın en ünlü yazma eserleri vardır Binlerce Osmanlıca, Farsça, Arapça kitabın çoğu minyatürlü, tezyinâtlı, yâni süslemelidir Hârika ciltler, mücevherler, inciler kakılmış ciltler ve en eski İslâm yazmalarının tek nüshaları burada bulunmaktadır Kütüphânede iki bin büyük hattatın levhâsından meydana gelen nâdide bir hat kolleksiyonu mevcuttur Sarayın Arşiv Dairesinde binlerce kaynak belge vardır Bu kaynaklar bütün dünyâ târihini alâkadar eder mahiyette belgelerdir

Tulumbacılar

Yangın çıkınca etrafa yayılmadan söndürmek ve mahsur kalanları kurtarmak için kurulan bir Osmanlı dönemi teşkilâtı

1720 senesine kadar İstanbul’da çıkan yangınları, yeniçeriler kanca, balta, su kovası vesaire gibi itfâiye âletleriyle söndürürlerdi Gerektiğinde yeniçerilere acemi ocağı efradı da yardım ederdi Yangın söndüren yeniçerilerle acemilerin gayretlerine mükâfat olarak ikrâmiye verilir; içlerinde iyi hizmeti görülenler terfi ettirilirdi Yangın söndürme levazımâtı ilk zamanlarda bedesten dellalında durur ve yangın olduğu vakit gelişi güzel kim isterse bunları alıp, yangın söndürmeye giderdi Zaman zaman kargaşalık ve çapulculuğa sebep olan bu hizmet, Yavuz Sultan Selim Han zamânında kaldırılarak tamâmen yeniçeri ocağına verildi Bu usûl tulumbacı ocağının kuruluşuna kadar devam etti

On sekizinci asrın başlarında Müslüman olup, Dâvûd adını alan bir Fransız teknisyen, yangın söndürmek için tulumba yaptı 1714’te Tüfekhâne ve Tophâne yangınlarında denenen bu tulumbaların yerine daha kullanışlı ve hafifleri yapıldı 1720 yılında ise yangın tulumbalarının ilk nümunesini yapan Dâvûd Ağanın nezâreti altında acemi ocağına yamak olmak üzere ayrıca Dergâh-ı âli Tulumbacı Ocağı ihdas edildi Dâvûd Ağanın maiyetinde bir kethüda, bir kâtip, bir çavuş yamağı, bir odabaşı, elli tulumbacı ve saka vardı Tulumbacı neferlerin, üzerlerinde numaraları bulunan miğfer denilen bakırdan başlıkları mevcuttu Zamanla ocaktaki görevlilerin sayıları artarak 1804 senesinde 531 kişiye ulaştı

Ancak yeniçeriliğin 1826’da kaldırılmasıyla bu ocak da lağv edildi 1827 yılında yarı askerî bir İtfâiye Teşkilâtı kuruldu 1869’da belediye dâire ve merkezlerine, mahallelere tulumbalar verilerek semt tulumbacı ocakları kuruldu Bu yıllarda çıkan İstanbul yangınından sonra Macaristan’dan getirilen Kont Secini’ye, Askerî İtfâiye Teşkilatı kurduruldu (1874) 1923’ten sonra itfaiye teşkilatı belediyelere devredildi

Tulumbacılar, şehrin yüksek yerlerinde inşâ edilen yangın kulelerindeki gözcüleri vâsıtasıyla yangınları haber alırlar, başta reisleri, omuzlarında su tulumbaları ve yangın söndürme âletleriyle yangın yerine koşarlardı Yangına koşar adım gidildiğinden neferlerin yorulmaması ve gidiş hızının azalmaması için uygun yerlerde takım değiştirilirdi Her semtin tulumbacıları, kendi ekibinin daha faydalı olması, daha önce varıp hizmete ulaşması için yarışır, zamânın imkânları nispetinde yangını söndürmeye çalışırdı Yangın yerine koşan tulumbacılara yaptıkları hizmete göre fenerci, borucu, kökenci ve hortumcu gibi isimler verilirdi Tulumbayı yangın yerlerine sırtlarında koşar adım taşıyanlara ise uşak adı verilirdi Fenerci, tulumba takımının ağası ve yol göstericisi olup yangına en önde giderdi

Uşaklar arasında bir anlaşmazlık çıkarsa bunu halletmek de fenercinin göreviydi Borucu su sıkılan boruyu taşır ve alevlere su sıkardı Kökenci borucunun kullandığı boruyu tutarak düşmemesini sağlar hortumcu da hortumları kullanırdı

Yangını söndüren tulumbacılar dönerken hangi sınıf veya mahallenin tulumba ocağından olduklarını belirtmek için halkın kalabalık olduğu yerlerde “Haaayt karada aslan, denizde kaplan, yetmiş iki buçuk millete duman attıran, yaman gelir yaman gider Kasımpaşa’nın yiğitleri bunlar!” gibi naralar atarlardı Yangın söndüren tulumba takımına kurtardıkları evin sâhibi tarafından genellikle kurbanlık bir koyun olmak üzere hisse denilen hediye verilirdi Hisse, reis tarafından tulumba takımındakilere bölüştürülürdü

Türk Ocakları

Osmanlı Devleti ve Cumhûriyet döneminde faaliyet gösteren Türk kültür dernekleri

İlk defâ 1912 yılında kuruldu Yirminci asrın başlarında Osmanlı Devleti içinde yaşayan azınlıklar, devlete karşı birtakım bölücü faaliyetlere giriştiler Dış devletler de onlara destek oldu Avusturya-Macaristan, Bosna-Hersek’i topraklarına kattı; Bulgaristan bağımsızlığını îlân etti ve Girit 1908’de Yunanistan’a katıldı Böylece bir tarafta Osmanlı Devletinden kopmalar, diğer tarafta iç karışıklıklar başlamıştı Hedef, Türk Devletini yıkmaktı İşte Türk ocakları, bu tür faâliyetleri önlemek, birlik ve berâberliği sağlamak gâyesiyle kurulmuştu

Türk Ocaklarının kuruluşunda tıbbiyeli gençler faal rol oynadılar Öte yandan bu tıbbiyeli gençlere mülkiyeli gençler de katıldılar İlk kuruluşunda; Mehmed Emin, Yusuf Akçura, Ahmed Ferit (Tek), Ağaoğlu Ahmed, Fuad Sâbit, Emin Bülent gibi yazarlar ve fikir adamları yer aldı Daha sonra bunlara; Ahmed Hikmet, Âkil Muhtar, Hüseyinzâde Ali, MehmedAli Tevfik, Köprülüzâde Mehmed Fuad, Hamdullah Suphi gibi yeni isimler katıldı 1912 senesinde ilk toplantı yapıldı ve geçici bir tüzük hazırlandı Fuad Sâbit’in teklifiyle derneğe “Türk Ocakları” adı verildi Başkanlığına Ahmed Ferid (Tek), İkinci başkanlığına Yusuf Akçura, genel sekreterliğe Mehmed Ali Tevfik getirildi

Kısa bir süre içinde faaliyetlerini hızla geliştiren Türk Ocaklarının ertesi yıl başkanlığına Hamdullah Suphi (Tanrıöver) seçildi Kısa zamanda Türk aydınları ve gençleri arasında hızla benimsendi Ülkenin her tarafında şûbeler açıldı Derneğin 1923 yılında 43 şûbesi mevcuttu, Ocak, yayın faaliyetlerine Türk Yurdu dergisiyle başladı ve 1923 yılında Yeni Mecmua ocağın resmî yayın organı oldu

1932 yılında CHP’nin bir yan organı olan Halkevlerinin kurulmasıyla Türk Ocakları kapatıldı

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.

Eski 10-11-2012   #30
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.





Türk Ordusu

Türk milleti gibi, Türk ordusunun da şanlı, şerefli bir tarihi vardır Türklerde siyasî hayat, orduyla birlikte doğmuş ve gelişmiştir Ordu-millet bütünlüğü, tarihin her devrinde değişmeyen bir gelenektir Türk tarihinin bu geleneği, Orta Asya’daki ana yurtlarında ve göçlerden sonra dünya tarihinde önemli roller oynamıştır Orta Asya’da kurulan Hun İmparatorluğu, ilk Türk Devleti kabul edilir Bunu, Göktürk ve Uygur devletleri takip etmektedir

Orta Asya’da hüküm süren Türk devletlerinin düzenli orduları vardı Süvari birlikleri, ordunun esasını teşkil ediyordu Cesur ve cengâver askerlere sahip bu ordular, Asya’ya hakim oldukları gibi, Avrupa’nın içlerine kadar ilerlemişlerdir Hun Türkleri, Hakan Mete’nin kumandasında 400000 süvariyle, MÖ 201’de Çin karargâhını kuşatmıştır Bunlardan sonra gelen Türk devletleri daha batıdaki topraklar üzerine kurulmuştur İslâmiyet'in yayılmasıyla, Türkler kitleler hâlinde Müslüman olmuş, böylece İslâmiyet'in şerefi, Türklüğün asaletiyle yan yana gelince tarihe şan veren büyük devletler kurulmuştur Bu devletlerin ordularının müşterek gayesi; İslâmiyet'i insanlara duyurmak, onları dünyada ve ahirette rahat ettirecek bir yolu onlara bildirmek olmuştur 1040 yılındaki Dandanakan Savaşından sonra Oğuz Türkleri tarafından kurulan Büyük Selçuklu Devleti ve 1071’de Malazgirt’te büyük kuvvetlere sahip Bizans hükümdarı Diyojen’i yenen Alparslan, aynı inançla hareket etmişlerdir Büyük Selçukluları, Beylikler, Anadolu Selçukluları ve Osmanlı Devleti zamanı takip etmiştir Bu devletlerin devamı ve ülkeler fethetmeleri, hep orduları sayesinde olmuştur Bir ideal için savaşan Türk orduları, tarih boyunca Asya, Afrika ve Avrupa’da bayrak ve sancaklarını dalgalandırmışlar, inanç, örf ve âdetlerinin o beldelerde yerleşmesinde öncülük etmişlerdir Bu idealin Allah tarafından kendilerine verildiğine inanan Türkler, tarih boyunca bunu hiç kaybetmemişlerdir Bu bakımdan, hiçbir zaman gelişi güzel yapılmayan savaşlarda, milyonlarca Türk evlâdının kanı, katî surette boş yere dökülmemiştir Türk ordularını kıtadan kıtaya dolaştıran hep bu ideal olmuştur

Türkler, bulundukları her yerde, ıstırap çeken, hor görülen, yanlış inançlara sapmış milyonlarca insanı korumuş, oralarda hak ve adaletin temelini atmışlardır Türk ordusunda; sömürü, soygun, katliam ve ahlâksızlık yoktur Aksine, insanlık, hamiyet, şefkat, hakka saygı ve adalet vardır Zalimlerin karşısında, mazlumların yanında, hakkın müdâfii olan Türk ordusu, gittiği her yerde kurtarıcı olarak karşılanmıştır

Selçuklular; eski Türk onlu sistemi, ıkta sistemi, lüzumunda ücretli askerler ve uclarda Türk beyliklerinin emrindeki Türkmenlerle muhteşem bir ordu kurmuşlardı Anadolu Selçuklularının askerî teşkilâtı da, Büyük Selçuklu askerî teşkilâtı gibiydi Maaşlı asker, hükümdarın maiyetinde bulunurdu; bunlar yaya ve atlı olurlardı Timarı olan askerle ümerânın beslemeye mecbur olduğu asker, ordunun esasını teşkil ediyordu

Ateşli silahların bulunmasıyla, Türkler bu yeniliği derhal askerî sahada kullanmasını bildiler Selçuklu ordusunda top kullanılmıştır Osmanlılar, kendilerinden önceki Türk devletlerinin ordularının kuruluş teşkilatlarından istifade ederek kendilerine has bir ordu meydana getirdiler

Osmanlı Devleti, modern manâda ilk daimi orduyu Birinci Murad Han zamanında Yeniçeri ordusu adıyla kurdu Yeniçeri ordusu, disiplin, cesaret ve teşkilât bakımından zamanının en mükemmel ordusu unvanını kazandı Osmanlılarda, 1389 yılında Kosova Muhârebelerine topçu birliği katılmıştır Fatih Sultan Mehmed Han zamanında Osmanlı ordusunda topçuluk çok gelişmiş ve İstanbul’un fethi sırasında en ileri teknikte toplar kullanılmıştır

Osmanlı ordusu; Kapıkulu, Eyalet ve Deniz Kuvvetleri olarak üç kısımdı Kapıkulu askerleri; yaya sınıfından olan Yeniçeri, Cebeci, Topçu ocaklarıyla, yine bir ocak olan Atlı Bölüklerden meydana geliyordu Bu iki sınıf asker, padişahın şahsına mahsus maaşlı merkez kuvvetleriydi ve padişah nerede bulunursa onunla beraber bulunurlardı Eyalet askerleri ise başlıca Topraklı ve Timarlı Sipâhi denilen süvarilerle, Yaya, Müsellem, Azab ve bir de Rumeli sınırlarındaki Akıncılardan meydana gelmekteydi Osmanlı Devleti, yaptığı fetihlerde timar usulünü uygulayarak geliştirmiş ve bu suretle dirlik sahipleri, bırakılmış olan bu gelir karşılığı, devletin korunmasını sağlayan ordunun bir kısmının hazırlanmasını üzerlerine almışlardır Timarlı Sipâhiler, her sancakta bölüklere ayrılmışlardı Her on bölük, Alay Beyinin komutası altında toplanırdı Alay Beyleri savaş olduğunda, bölgesindeki Sancak Beylerinin, onlar da Şehzâdelerin veya Beylerbeyilerin komutası altında sefere giderlerdi Sipahilerin onda biri, sefer esnasında hem bölgelerinin korunması hem de âsâyişin sağlanması ve giden arkadaşlarının işlerini görüp, toprağın işletilmesi için sırayla nöbetleşe ülkede kalırlardı

Çaka Beyin İzmir’de tersane kurmasıyla Türklerde başlayan denizcilik, Osmanlılar zamanında çok gelişti On altıncı yüzyılda Türk donanmaları, Akdeniz, Kızıldeniz ve Umman Denizinde serbestçe dolaşabiliyordu Bu yıllarda Osmanlı Devletinin Donanması; Devlet Filosu, Derya Beyleri Filosu ve Garp Ocakları (Cezâyir, Tunus, Trablusgarb) Filosu olmak üzere üç filodan kurulu bir kuvvet halindeydi On sekizinci yüzyılda duraklama devresine giren deniz kuvvetleri, 19 yüzyılda süratle makine devrine geçti Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulmasıyla zamanın deniz kuvvetleri kuruluşuna geçilmiş, modern deniz araçları yapım ve alımına devam edilmiştir

On dokuzuncu asrın sonunda, 20 asrın başında dünya ordularında Hava Kuvvetlerinin kurulması ve gelişmesi neticesinde Türk Hava Kuvvetlerinin temelleri 1911 yılında atıldı Balkan Savaşında ilk defa savaş görevi yapan pilotlar, Birinci Dünya ve İstiklâl savaşlarında ellerindeki imkânların azlığına rağmen, büyük hizmetlerde bulundular

Daima düzenli, tertipli ve uzun ömürlü devletler kurma özelliğine sahip olan Türkler, yurtlarında iç güvenlik ve huzurun sağlanması için kanunlar koymuşlar ve teşkilâtlar kurmuşlardır Göktürklere ait Orhun Kitâbelerinde 'yargan' kelimesiyle ifade edilen bir zabıta teşkilâtının, hakanın emrinde olarak, emniyet ve âsâyişi sağladığı bilinmektedir

Büyük Selçuklularda Şahne ve Anadolu Selçuklularında Subaşı, zabıta teşkilâtı ve faaliyetlerini yürüten sorumlu memuriyet ve makamlar arasında bulunuyordu Osmanlı İmparatorluğunda zabıta görevini yapan kuruluşlar birleştirilerek 1846’da Serasker makamına bağlı Zaptiye Müşirliği kurulmuştur 1880 yılında Zaptiye adı Jandarma olarak değiştirilmiştir

Türk ordusunda, kanunlara saygı eksiksiz ve tamdı Bunun yanında geleneklere titizlikle riayet edilirdi Osmanlı ordusunda, padişaha büyük saygı duyulurdu Onun büyük otoritesi sayesinde zaferlere erişilirdi Bunun yanında bayrağa saygı sarsılmaz askerî geleneklerdendi

Osmanlı ordusunun kuruluş ve yükselme devrinde tam uyguladığı görevi; iç ve dış düşmana karşı devleti savunmaktır Bu görevin mesuliyeti çok ağır, başka işle uğraşmaya izin vermeyecek kadar kutsaldır Ordu politikayla uğraşmaz Politikaya bulaşan ordu, devleti savunacağı yerde politikacı olarak onu yıkacaktır Osmanlı ordusunun politikaya karışması 1876 yılından sonra önü alınmaz bir hâle geldi İlk defa subaylarda başlayan bu hal, 1908 yılından sonra bütün orduya sirayet etti Bâbıâli Baskını, Balkan Harbi üniformaların siyaset meydanlarına asılmasına sebep oldu Bu ise ordunun mahvında, devletin yıkılmasında önemli rol oynadı İstiklâl Harbinde bundan arınan ordu, yıkılmayan inancıyla zor şartlar altında istiklâlini yeniden kazandı

Bilhassa 1950 yılından sonra modern silahlarla teçhiz edilen Türk ordusu, her geçen gün gelişen silah teknolojisinden istifade ederek kendini yenilemekte, dostlarına güven, düşmanlarına korku vermektedir Kanunî zamanında fevkalâde büyükelçi olan, amansız Türk-İslâm düşmanı Baron Von Busbecq, Türk ordusu için şöyle diyor:

“Türk sistemini kendi sistemimizle mukayese ettiğim zaman, istikbalin başımıza getireceği şeyleri düşünerek titriyorum Bir ordu galip gelecek ve payidar olacak, diğeri de mahvolacaktır Çünkü şüphesiz, ikisi de sağlam surette devam edemezler Türklerin tarafında, kuvvetli bir imparatorluğun bütün kaynakları mevcut; hiç sarsılmamış bir kuvvet var Sefer görmüş askerler, zafer itiyatları, meşakkatlere tahammül kabiliyeti, birlik, düzen, disiplin, kanaatkârlık ve uyanıklık var Bizim tarafta ise, umumî fakirlik, hususî israf, sarsılmış kuvvet, bozulmuş maneviyat, tahammülsüzlük ve idmansızlık var Askerlerimiz serkeştir, subaylarımız tamahkârdır Disiplini hor görüyoruz Sebatsızlık, serkeşlik, sarhoşluk, sefahat, bizde bol bol mevcuttur Bütün bunların en kötüsü, düşmanın (Türklerin) zafere, bizim de hezimete alışkın bulunmamızdır Bizim askerlerimiz arasında olduğu gibi, hiçbir tarafta bir sarhoşluk, cümbüş yâhut kumar gibi şeylere tesadüf edemezsiniz Türkler, kâğıt ve zar oyunu bilmezler

Meşhur İngiliz diplomatı Ricault, ordu-yu hümâyun ile Uyvar Seferine katılmıştır Müşahedelerini şöyle anlatır:

Ordugâhta en küçük bir gürültü ve münakaşa duymak mümkün değildir Halk, ordularının geçişi sırasında en ufak bir endişe hissetmez Ordu geçtiği yerde herşeyi peşin para ile satın alır, hanlarda geceleyen asker parasını öder Türk ordugâhında, kızlarına tecavüz edildiği için şikâyete gelen anneler görmek mümkün değildir Malının asker tarafından yağma edildiğini, hoş olmayan herhangi bir davranışla karşılaştığını söyleyerek şikâyete gelen de yoktur Zira böyle şeyler olmaz Bu düzen, Türk ordusunu muzaffer kılmış ve imparatorluklarını muntazam şekilde büyütmüştür Biz Hıristiyanların ordularına ise şarap, Türk ordusunda görülenlerin tamamen aksini husule getirmiştir

Aynı konuda Iorga ise şöyle demektedir:

“Bir Avrupa ordusunun bir ülkeden geçmesi, o ülkenin halkı için felâket, bir Türk ordusunun geçişiyse saadetti Halk, Türk ordusunun kendi memleketlerinden geçmesini dört gözle beklerdi Zengin Türk askerleriyle geniş ölçüde alış veriş yaparlardı Balkanlarda genç Hıristiyan kızları, tek başlarına, mal satmak için, endişesizce Türk ordugâhına girerlerdi Aynı durum Avrupa orduları için hayal bile edilemezdi

On sekizinci asrın başlarında ise Kont Bonneval; “Mâhir bir kumandan, Türk askeri ile dünyayı bir kutuptan diğer kutba kat edebilir” demektedir

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.