Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Eğitim & Öğretim > Tarih / Coğrafya

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
osmanli, sorularla

Sorularla Osmanli

Eski 10-11-2012   #16
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Sorularla Osmanli



Fâtih Kanunnâmesi’nin sahte olduğu ve düşmanları tarafından ona isnad edildiği söylenmektedir Bu iddia doğru mudur?

Osmanlı Devleti’nde kardeş katli meselesi ve bu meseleyi gündeme getiren Fâtih’e ait bir kanunnâmenin sıhhat durumu, Osmanlı Devleti ve Osmanlı Kanunnâmelerinden bahis açılan her mecliste, akla gelen ve dermeyan edilen en büyük meseledir Bununen önemli sebebi, meselenin hususan Cumhuriyet döneminde hep keyfî yorumlara tabi tutulması ve İslâm hukukunun hükümlerine göre meselenin değerlendirilemeyişidir Burada önemle şu hususu belirtmekte yarar görüyoruz: "Osmanlı Kanunnâmeleri" adlı kitabımızın I Cildinde, Fâtih devrinde hazırlanmış 75 kanunnâmeyi neşretmiş bulunuyoruz Bu 75 kanunnameden 74’ünün Fâtih’e ait olduğunda, ne bir şüphe ve ne de bir tartışma söz konusu değildir Bazı muhterem insanların, bütün Fâtih Kanunnâmelerinin sıhhatinde şüphe bulunduğu şeklindeki izah ve beyanları, ne ilmî ve ne de mantıkî hiç bir müstenedâta dayanmamaktadır Hakkında farklı fikirler ileri sürülen ve tartışmalı olan kanunnâme, sadece I Ciltte 1 numara olarak neşrettiğimiz teşkilât kanunnâmesi-dir

Kanunnâmenin sahte olduğunu ileri süren başta Ali Himmet Berki olmak üzere, bir çok ilim adamları, Fâtih Sultân Mehmed’e böyle bir zulmü yakıştıramadıklarından ve bu kanun hükmünü İslâm Hukukuna göre yorumlayamadıklarından böyle bir yolu tutmuşlardır ve çoğu da iyi niyetli insanlardır Ancak bu maddenin bulunduğu nüsha, Viyana Kraliyet Kütüphanesinde bulunsa ve bu nüshayı ilk neşreden yabancı bir tarihçi olsa da, aynı Kütüphanede ikinci bir nüshanın daha bulunması ve en önemlisi de bu hükmün tatbik edildiğine dair Osmanlı Tarihçilerinin muteber kaynaklarında açıkça bilgiler yer alması, böyle bir kanun hükmünü inkâr etmek yerine, hukukî tahlilini yapmanın daha makul ve ilmî olacağını ortaya koymaktadır Biz de bu yolu tercih etmek istiyoruz Yani kanun hükmü İslâm Hukukuna aykırı olmayabilir; ancak uygulamada İslâm Hukukuna da kanun hükmüne de aykırı olaylar bulunabilir demek istiyoruz Yoksa inkâr etmekle mesele çözülmüş olmamaktadır

Söz konusu ihtilaflı maddenin bulunduğu ve Fâtih tarafından Osmanlı idarî teşkilâtını tanzim etmek üzere hazırlanan bu kanunnâmenin sıhhati tartışmalıdır Sıhhati konusundaki fikirleri, üç gruba ayırmak mümkündür:

Birincisi, değerli hukukçu Ali Himmet Berki tarafından ortaya atılan ve hamiyetli bir şekilde, kardeş katli meselesini kötüye yorumlayanlara kesin cevap verebilmek için müdafaa edilen, bu kanunnamenin tamamının uydurma olduğu görüşüdür Bu iddia sahipleri gayet iyi niyet sahibidirler ve kardeş katli maddesinin tamamen İslâm hukukuna aykırı olduğu varsayımından hareket ederek, Kanunnâmenin tamamının inkârı yoluna gitmektedirler Bunların en büyük delili, kendi zamanlarında kanunnâmeye ait tek nüsha olan Viyana Kütüphâne-i Kralîsi No 554 AFdeki nüshada görülen şüphelerdir Bunlara göre, bu nüsha uydurmadır ve Osmanlı düşmanı batılılar tarafından uydurulmuştur Ali Himmet Berki hoca, imanından ve Osmanlıya olan muhabbetinden gelen bir aşk ile, hem sadece bir nüshasının bulunmasını ve hem de kanunnâmenin üslubunu nazara alarak, Kanunnâmenin tamamını reddetmektedir

Bu iddia, Fâtih’i ve Osmanlı Devleti’ni müdafaada yeterli olamayacaktır Zira, tek nüsha olan kanunnâmenin üçüncü görüşün izahında görüleceği üzere, sonradan üç nüshası daha bulunmuştur Üslûbuna ve Türkçesine yapılan itirazlar ise, tamamen yersizdir Zira bu nüshaların hepsi de, Kanunnâmenin aslı ve orijinali değil, sadece ve sadece suretidir Yani istinsah edilmiş şeklidir Kâtibin hatalarını, orijinalini göremediğimiz kanunnâmeye hamletmek doğru değildir Bu arada muhtevasının tamamen Bizans’tan alındığı şeklindeki itiraz da, hiç bir ilmî değere hâiz değildir Zira, kardeş katli dışında Kanunnâmenin diğer bütün hükümleri, daha sonraki bütün Osmanlı Teşkilat Kanunnâmelerinde tekrar edilegelmiştir Ayrıca bu Kanunnâmedeki teşkilât hükümlerinin esasları, tamamen Selçuklu ve Abbasî devletleri vasıtasıyla, İslâm hukukundaki ’ Siyâset-i Şer’iye kitaplarından alınmıştır Her müessesenin, hangi şer’î hükme dayandığını, mezkûr eserin I cildinin idare hukuku ile alakalı hükümlerinin şer’i tahlilinde izah edilmiştir Bütün bunları biraz sonra tafsilatıyla izah edeceğiz

Ancak şunu ifade edelim ki, Kanunnâmenin elimizde orijinal ve Hizâne-i Âmire’de muhafaza edilen aslı bulunmadığından, hükümlerin izahında ve kelimelerin tanziminde, her zaman kesin konuşmak da doğru değildir Burada şunu da ifade edelim ki, kanunnâmenin nüshaları arasında 242 nüsha farkının bulunması, sıhhatine engel teşkil etmez Zira Allah’ın Kitabından başka her kitabın, birden fazla nüshası bulunduğu takdirde, aralarında yüzlerce ve belki binlerce, ancak kelime yahut harf seviyesinde nüsha farkları bulunacağını, tenkidli basım işini bilenler çok iyi takdir edeceklerdir Kur’ân’dan sonra en sahih kitap olan Buhari’de dahi nüsha farkları bulunması, haşa, onun sıhhatine en küçük bir şüphe irad etmez Kanaatimize göre, bu görüşün esasını, kardeş katli meselesinin şer’î izahını yapamama teşkil etmektedir Fakat metni inkâr ederek bir yere varılacağı da şüphelidir

İkincisi, Müsteşrik Konrad Dilger’e ait bulunan ve Kanunnâmenin bir kısmının sonradan yazılıp Fâtih’e izafe edildiği şeklinde özetlenebilecek olan görüştür Hem bazı üslûb ve ifadelerin Fâtih devrine izafe edilemeyecek şekilde olması ve hem de bazı müesseselerin, henüz Fâtih devrinde bulunmayışı iddiası, bu görüşün en nirengi noktasını teşkil etmektedir

Konuyla alâkalı araştırma yapan Abdülkadir Özcan, Aydın Taneri ve Ahmed Mumcu gibi ilim adamları, bir kısım iddialarına hak vererek ve bir kısım iddialarını da reddederek bu görüşü cevaplandırdıklarından ve bu ilim adamı Kanunnâmenin aslını inkâr etmediğinden, meselenin üzerinde ayrıntılı olarak durmuyoruz Zaten Konrad’ın inkâr ettiği maddeler arasında, kardeş katli ile alâkalı madde de yoktur

Üçüncüsü ise, Fâtih’e isnad edilen Kanunâme’nin sıhhatini kabul eden ve metnin inkârı yerine maddedeki meselelerin şer’i tahlilinin yapılmasına taraf olan görüştür Çoğu araştırmacılar bu kanaattedirler ve bazılarının ileri sürdüğü hilâf-ı hakikat beyanların aksine, konuyla alâkalı çok ciddî bir araştırma yapan değerli tarihçi Abdülkadir Özcan da bunların içindedir Bu durum hem konuyla alâkalı ilmî makalesinden ve hem de bir günlük gazetede aksi iddiaları yalanlayan beyanlarından anlaşılmaktadır Bu görüşün gerekçeleri şunlardır:

A) Kanunnâmeyi inkâr etmekle mesele halledilmemektedir Mühim olan meselenin şer’î izahını yapmaktır Kanunnâmedeki metin, ileride yapılacak şer’î tahlillerden anlaşılacağı üzere, bazı Osmanlı düşmanlarının iddia ettiği gibi, şer’î hükümlere ve hukukun yüce düsturlarına aykırı değildir Tatbikatla madde metnini karıştırmamak icabeder

B) Kanunnâmeyi inkâr eden Ali Himmet Berki zamanında Kanunnâmenin tek nüshası biliniyordu Şimdi ise üç nüshası elimizde mevcuttur:

Birincisi, Viyana Kütüphanesi, No: 554 AF’de bulunan ve hem Mehmed Arif Bey tarafından neşir ve istinsah edilen nüshadır Bu nüshanın istinsah tarihi, 1029/1620’dir

İkincisi ise, Osmanlı Reisülküttâblarından Bosnalı Koca Müverrih Hüseyin Efendi tarafından Bedâyi’ül-Vakâyi’ adlı tarih kitabında dere edilen nüshadır Müellif bu nüshayı, 1022 yani birinci nüshadan 5 sene önce, Padişaha has divandaki özel ve asıl nüshadan çıkararak istinsah ettiğini bizzat ifade etmektedir Bizim, Osmanlı Kanunnâmeleri I Cildde esas aldığımız nüsha da budur

Üçüncüsü ise, Hezarfen Hüseyin Efendi’nin bazılarının iddia ettiği gibi tarih kitabına değil, Osmanlı Kanunlarını derlediği Telhîs’ül Beyân Fî Kavanin-i Al-i Osman

adlı eserine dere ettiği nüshadır 1083/1672 tarihli nüshanın diğerlerinden farkı, kardeş katli meselesinin burada bulunmayışıdır İtiraz edenler sadece kardeş katli meselesine değil, bütün kanunnâmeye itiraz ettiklerine göre, bu üç nüshanın da aynı zamanda ve aynı şekillerde, kimin tarafından ve nasıl aynı yazılarla uydurulduğunu isbat etmeleri gerekmez mi? Eğer isbat ederlerse, bizim de memnun ve mütehassis olacağımızı şimdiden ifade ediyoruz Nüshalar arasındaki farkların çokluğunu, sahteliğe delil göstermek ise, çok meşhur kitapların dahi inkâr edilmesi sonucunu doğurur ve tenkidli basımın ne demek olduğunu bilmemenin alameti olarak kabul edilir Ayrıca yukarda da belirttiğimiz gibi, bu üç nüsha, kanunnâmenin aslı değillerdir, istinsah edilmiş suretleridirler Elbette ki bozuk ifadeler ve nüsha farklılıkları bulunacaktır

c) Kanunnâme, tamamen olmasa da, kısmen, hülasa olarak yahut tamamına yakın şekilde, diğer Osmanlı tarihlerinde ve kütüphanelerimizdeki kitaplarda da mevcuttur Bunlardan bazılarını zikretmek faydalı olacaktır:

-Yavuz devrinin büyük tarihçisi İdris-i Bitlisî, Heşt Bihişt adlı tarih kitabında kanunnâmeyi, neredeyse tam olarak geniş bir özetlemeyle vermiş ve Fâtih’e isnad etmiştir Ayrıca, yine aynı müellifin Kanun-ı Şehinşahî adlı eseri de, Fâtih Kanunnâmesinin bir nevi tekrarı ve genişletilmiş şeklidir

-Gelibolulu Ali Mustafa Efendi’nin, Ebül-Feth Kanunu adıyla Kanunnâmeyi Künh’ül-Ahbâr adlı eserinde aynen nakletmesi de bu meselenin mühim delillerindendir Ayrıca kardeş katli ile alakalı her yerde Kanun-ı Osmânî üzere diyerek meseleyi izah ve teyid etmektedir

Bütün bu zikredilenler gösteriyor ki, kaynakları görmeden veya görenlerin araştırmalarını incelemeden, bizim kütüphanelerimizdeki kaynaklarda, bu kanunnâmeden bahsedilmiyor demek, ilmî olmaktan da öte gülünçtür

Netice olarak, eldeki belgeler, Fâtih’e ait bu kanunnâmenin sıhhati lehindeki görüşleri teyid etmektedir O halde, kanunnâmenin varlığını inkâr etmek yerine, onun dayandığı şer’î esas ve hükümleri izah etmek, bizlere düşen en büyük vazife olacaktır Burada muhtevası ile alâkalı düşülen büyük bir hatayı da belirttikten sonra, kardeş katli meselesi üzerinde durmak istiyoruz

Fâtih Kanunnâmesinin muhtevasını, Bizans müesseselerinin gerçek bir restorasyonu olarak değerlendirmek büyük bir hatadır Biz, kanunnâmedeki her müessesenin, ya Siyâset-i Şer’iye kitaplarındaki şer’î hükümlere dayanan Abbasî Devleti başta olmak üzere Müslüman devletlerden veyahut İslâm’a muhalif olmamak şartıyla eski Türk Devlet geleneklerinden etkilendiğini, başka yerde uzun uzadıya izah ettik Bu sebeple ayrıntıya tekrar girmiyoruz Ancak şu soruları sormak istiyoruz: Abbasîlerdeki Divan’üs-Saltanat ve Divan-ı Mezâlim’in daha da geliştirilmiş şekli olan Divan-ı Hümâyûn mu Bizans’tan alınmıştır? Yoksa tamamen İslâmî bir gelenek olan elkâb bölümü veya kadıların dereceleri mi Bizans’tan alınmıştır? Bütün bunlar, kuru iddialardır Osmanlı devlet teşkilâtının temelinde, Abbasî Devleti gibi sadece Müslüman ve Selçuklu Devleti gibi hem Türk ve hem de Müslüman olan devletlerin devlet anlayışı ve siyâset-i şer’iye kitaplarının izi vardır

Fâtih Sultân Mehmed’i bize kısaca tanıtır mısınız? Çocuklarını ve o-nun zamanında Osmanlı Devleti’nin ulaştığı sınırlan özetler misiniz?

Fâtih Sultân Mehmed, 30 Mart 1432 tarihinde Edirne Sarayında Hüma Hâtun’dan dünyaya geldi Annesi onun gerçek saltanatını görmeden 1449 yılında vefat eyledi Bir görüşe göre 19 ve bir diğerine göre 21 yaşında babasının vefatı üzerine üçüncü defa saltanat koltuğuna oturdu ve sınırları Tuna’dan Kızılırmak’a kadar genişleyen Devletinin başşehri olarak İstanbul’u almak ve Hz Peygamber’in övgüsüne mazhar olmak en büyük ideali idi

İstanbul’u almak için Boğaz’a hâkim olmanın şart olduğunu bilen Sultân Mehmed, 1452’de Boğazkesen Hisarı dediği Rumelihisârını inşa ettirdi Karşısında Yıldırım’ın inşa ettirdiği Anadoluhisârı yükseliyordu ve artık Osmanlının izni olmadan boğazı geçmek mümkün değildi 1 Eylül 1452’de Edirne’ye dönen Sultân Mehmed, hemen kendisinin planlarını çizdiği topların dökümüne başladı Deneyler yapıldı ve dünyanın harp aletleri alanında harikaları vücuda getirildi

Planı sezen İmparator zor durumdaydı; zira Bizans ikiye ayrılmıştı Avrupa, yardım için Katolik olmalarını istiyor ve Ortodokslar ise hayır diyordu 12 Aralık 1452’de Ayasofya’da Katolik ayini yapılması, Sultân’ın işlerini kolaylaştırıyor ve Bizans Başbakanı Notaras, "Bizans’ta Latin şapkası görmektense, Türk sarığı görmeyi tercih ederim" diyordu Bizanslılar parlayan ateşlerine ve Hz Meryem’e güveniyorlardı Ancak 1453 Şubatında Edirne’den yola çıkan toplar 5 Nisanda İstanbul önlerine geldi 6 Nisan’da muhasara başladı 53 gün süren muhasara sırasında Fâtih’in ordusu, tarihe geçen kahramanlıklar yazdı Bizans’ın Galata ile Saraybumu arasına gerdiği zincirler, Osmanlı donanmasının karadan yürütülerek Halic’e girmesiyle parçalanmıştı Muhasaranın 53 Günü Hz Peygamber’in müjdelediği fetih 29 Mayıs 1453 günü gerçekleşti ve Osmanlı ordusu tekbir sesleriyle Topkapı ve Eğrikapı yönlerinden İstanbul’a girdi Ayasofya’ya sığınan on binlerce insanın burnu bile kanamadı ve İslâm Hukukunun bu konudaki hükümleri aynen uygulandı ve herkese temel hak ve hürriyetleri tanındı

Fâtih’in fetihten sonra yaptığı ilk iş, İstanbul’un maddi ve manevi imar edilmesidir Bu işi tamamladıktan sonra Belgrad hariç bütün Balkanları Osmanlı Devleti’ne ilhak eyledi Batıyı emniyete aldıktan sonra, kendisine pürüz çıkaran Karamanoğulları ve İsfendiyaroğulları Beyliklerini tamamen ortadan kaldırdı Bu arada Bizans’ın artığı olan Trabzon’daki Pontus İmparatorluğu da 1461 yılında tamamen tasfiye edilmiş oldu Komutanlarından Gedik Ahmed Paşa, Kırım’ı aldı

Bütün bu fetihler, başta Abbasî Halifesi olmak üzere herkes tarafından takdir edilirken, Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan Fâtih’e kafa tutuyordu Bunun üzerine Erzincan civarındaki Otlukbeli denilen yerde 1473 tarihinde bu sıkıntı da bertaraf edildi ve artık Osmanlı devleti Toroslara kadar genişledi Fâtih Sultân Mehmed, yeni bir harbin hazırlığında iken, 1481 yılında 51 yaşında Gebze’de vefat etti 28 yıllık padişahlığı süresince 2 İmparatorluk, 14 devlet ve 200 şehir fethederek Fâtih unvanını Hz Peygam-ber’den alan Sultân Mehmed, devletin sınırlarını 2214000 krm2’ye genişletmişti ki, bu 3 Türkiye Cumhuriyeti eder demektir Balistikteki keşifleri, Matematik ilmindeki dehası, dinî ilimlerde büyük bir âlim olması, Arapça, Farsça, Yunanca, Sırpça, İtalyanca ve benzeri önemli dünya dillerinden dokuzuna vâkıf olması, onu Osmanlı tarihinin en büyük askeri, devlet adamı ve âlimi olduğunu, düşmana ve dosta söyletmiştir

Ona bu büyük fetihte yardımcı olan devlet adamları arasında, Çandarlı Halil Paşa, Mahmûd Paşa, Rum Mehmed Paşa, İshak Paşa, Gedik Ahmed Paşa, Zağanos Mehmed Paşa, Balaban Bey, Bali Bey ve benzeri çok sayıda devlet adamı ve komutanları saymak mümkün olduğu gibi, manevi komutanlar arasında ise, asrının büyük âlimlerinden ve maneviyât erenlerinden, Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Molla Zeyrek, Akşemseddin, Hızır Bey, Hocazâde Efendi, Molla Vildân ve Molla Şeyh Vefa ve benzeri zatları zikretmek icabeder

ZEVCELERİ:

1- Gülbahar Hâtûn; II Bâyezid ile Gevher Sultân’ın annesi

2-Gülşah Hâtûn; Karaman Oğullarından İbrahim Beğ’in kızıdır

3- Sitti Mükrime Hâtûn; Dülkadiroğlu Süleyman Bey’in kızıdır

4- Çiçek Hâtûn; Türkmen Beyi kızıdır

5- Helene Hâtûn; Mora Despotu Demetrus’un kızıdır

6- Anna Hâtûn; Trabzon İmparatorunun kızıdır; evlilikleri kısa sürmüştür

7- Alexias Hâtûn; Bizans Prenseslerindendir

ÇOCUKLARI:

1- Şehzade Sultân Mustafa Hân

2- Gevher Sultân

3- Şehzade Cem Hân

4- Şehzade Bâyezid Hân

5- İsmi bilinmeyen iki kızı

Osmanlı Devleti’nin yükseliş sebepleri nelerdir?

Osmanlı Devleti’nin yükseliş sebeplerini aynı zamanda fetih politikası ve hızlı bir şekilde cihan devleti olmasının sebeplerinde aramak gerektir Bu sebeple, Osmanlı Devleti’nin fetih politikası ve küçük bir beyliği kısa zamanda cihan devleti yapan sebepler, aynı zamanda yükseliş sebepleri olarak zikredilebilir Ancak yine de konuyu, ayrı olarak ele almakta yarar vardır Osmanlı Devleti’nin yükseliş sebeplerini şöylece özetlemek mümkündür:

1) En önemli sebep, manevî değerlerine ve İslama olan bağlılıklarıdır Bunu i’lây-ı kelimetüllah ruhu diye de ifade edebilirsiniz Bir adamın kıymeti himmeti nisbetindedir Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başına bir millettir Bir ferdin himmeti milleti olabilmesi için, o ferdi milletine bağlayan kuvvetli bağlar ve şahsî hayatını milletin hayatına tercih ettiren önemli sebepler bulunmalıdır Bu önemli sebepler ve kuvvetli bağlar, manevi değerlerden başkası olamaz O halde manevî değerleri ile ordusunu teçhiz etmeyen bir millet, gelecekte her an tehlikelere maruz kalır ve varlığını sürdüremez Bu mânâyı târihe bakarak, daha da müşahhas hale getirebiliriz Osmanlı Devleti’nin bir zamanlar, bütün Avrupa’nın büyük devletlerine karşı hayatını ve varlığını devam ettiren, şu devletin ordusundaki Kur’ândan alınan şu fikirdir: "Ben ölsem şehidim, öldürsem gaziyim" Gerçekten Kosova meydan muharebesine çıkan Murad Hüdavendigar "Yarab beni din yolunda şehid, ahirette said et" demiş ve istediği olmuştur Bu ruh ile şahlanan şanlı ecdadımız, şevk ile ve aşk ile ölümün yüzüne gülerek bakmış; daima Avrupa’yı titretmiştir Size de soruyorum; şu dünyada basit fikirli ve saf kalpli olan genç askerlerin ruhunda öyle ulvi fedakarlığa sebebiyet verecek hangi şey gösterilebilir? Hangi duygu bu manevî değerlerin yerlerine ikame edilebilir? Allah ve ahiret inancından başka hangi şey, hayatını ve bütün dünyasını severek ona feda ettirebilir?

Tarih bize gösteriyor ki, biz Müslüman Türkler, ne derece mânevi değerlerimize bağlanmış isek ilerlemişiz Ne vakit manevî değerlerimizden uzak kalmışsak, gerilemi-şizdir O zaman düşmanlar bizi can damarımızdan vurmuşlardır Bilesiniz ki, düşman bizi hiç bir zaman açık savaşta yenememiştir Daima tehlikeyi, kurtuluş reçetesi olarak göstererek bizi içimizden hançerlemişdir Bir milletin maddî bataryaları ne kadar modern silahlarla mücehhez olursa olsun ve o millet isterse imparatorluk seviyesine yükselsin, manevî bataryaları boş olduğu müddetçe yıkılmaya mahkumdur

Vatana ihanet suçuyla 1821 yılında Patrikhanenin orta kapısı önünde asılmış bulunan İstanbul’daki Fener Patnki Gregorios tarafından Rus Çarı Aleksandr’a yazılan mektupta aynen şu ifadeler yer almaktadır:

"Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir Çünkü Türkler, sabırlı, mukavemetli, mağrur ve izzet-i nefisli insanlardır Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından ve kadere rıza göstermelerinden, anânelerinin kuvvetinden ve âmirlerine itaat duygusundan ileri gelmektedir Bu sebeple, Türklerde evvela itaat duygusunu kırmak ve manevî bağları koparmak, dinî metanetlerini zaafa uğratmak gerekir Maneviyatları sarsıldığı gün, Türkleri zaferlere götüren asıl kudretlerinden sıyıracak ve onları maddi kuvvetlerle yenmek mümkün olacaktır Osmanlı Devletin’i tasfiye için mücerret olarak harp meydanlarındaki zaferler kâfi değildir Yapılacak olan, Türkler’e bir şey hissettirmeden bu tahribi tamamlamaktır"

Sultân Aziz devrinde, İstanbul Rus Elçisi olan General İgnatyef, bu mektubu zikrettikten sonra şunu ilave eder: "Ben vazifedeyken bu teşhisler isabetle tecelli etti" Evet maalesef bu oyunlara gelen Tanzimat gençliği, Rus elçisinin dediği gibi, "millî ananelerin düşmanı ve atalarının papuçları olamayacak bir hale gelmişlerdi’ İbn-i Kemal de, Osmanlı Devleti’nin Gazneliler, Selçuklular ve Harzemîler gibi, Müslüman devletlerle mücadele ederek ve kendi mevlâlarına isyan ederek yükselmediğini, belki tamamen yukarıda anlatılan gaza ruhuyla ve yüksek bir himmetle yükseldiğini misâller vererek açıklamaktadır Osmanlı Tarihlerinin mukaddimelerinde zikrettikleri bazı menkıbeler de, bu ruhu açıklamak için zikredilmişlerdir

2) Osmanlı Devleti’ni yükselten sebeplerin ikincisi, Osmanlı Devleti’nin özellikle yükselme dönemlerinde tam bir hukuk devleti olması yani şer’-i şerif ve kanun-ı münifin esas kabul edilmesidir Gerçekten de, içinde 763 Kanunnâmeyi neşrettiğimiz Osmanlı Kanunnâmeleri adlı eserimizi inceleyenler göreceklerdir ki, Osmanlı Devleti’nin yükseliş, duraklama, gerileme ve yıkılışını, kanunnamelere bakarak grafikle göstermek mümkündür Osmanlı Kanunnâmeleri, Fâtih’den itibaren zirvededir Kanuni devrine kadar, kanun yapma ve kanunu uygulama görevleri ehil ellerdedir II Selim’den itibaren durgunluk başlamıştır III Murad zamanında durmuştur Daha sonra ise, önce gerilemiş; sonra da Adâletnâmeler’le örtülemeyecek kadar gedikler açılmıştır 1700-1800 yılları arası Osmanlı Devleti’nin hukuk devleti olmaktan çıkma tehlikeleri yaşadığı dönemdir Osmanlı vatandaşı, yükselme döneminde Müslüman olsun gayr-i müslim olsun, tam bir hukuk devleti olduğuna ve ayırım yapılmaksızın adaletin icra edildiğine inanmaktadır İşte vatandaşı böyle bir inanca sahip devletin yükselmesi mukadderdir Padişah fermanıyla kira bedellerinin olduğu gibi bırakılması olmaz Zira Padişahın emriyle nâ-meşrû’ olan şey meşru’ olmaz; haram olan nesne helâl olmak yokdur Bu hususlarda emr-i şer’-i şerif budur Bir türlü dahi değildir Şer’i hükümlere vâkıf iken onları ketmetmek, Kur’ân’daki bir âyetin tehdidine maruz kalmaktır" diyen EbÜSSUud’lar; "Ve kiliseleri ellerinde ola, okuyalar âyinlerince Amma çan ve nâkus çalmayalar Ve kiliselerin alub mescid etmeyem" diyen Fâtihler ve nihayet "Madem ki, onlar ra’iyyetliği kabul etmişler Dinimiz gereği, onların can, mal ve ırzlarını kendi can, mal ve ırzlarımız gibi korumakla mükellefiz Bu yolda onlara cebretmek, dînimize muhâiifdir" diyerek, hem gayr-ı müslimlerin şahsî hak ve hürriyetlerine gösterdiğimiz hürmeti ve hem de meşru1 sınırlar içinde kalmak şartıyla din ve vicdan hürriyetine gösterdiğimiz saygıyı anlatan Zenbilli Ali Efendiler, bu izaha çalıştığımız hukuk ve adalet devletinin sacayakları olmuşlardır

3) Devletin devam ve bekasına sebep olan para ve askerin mükemmel oluşudur Osmanlı Devleti’nin yükselmesine sebep olan para, halktan zorla toplanan para değil, memleketin mamur olmasından ortaya çıkan paradır Bu dönemde, Osmanlı parasının kaynakları tamamen şerT vergiler ve meşru gelir kaynaklarıdır; tekâlîf-i örfiyye neredeyse yok gibidir Yıldırım Bâyezid, kadıların davacı ve davalılardan aldıkları harçları rüşvet sayarak buna vesile olan kadıları idam etmeye kalkışacak kadar hassastır Asker ise, ehliyetli ve vasıflıdır Çünkü tam bir gaza aşkıyla eğitimli askerler yetişmektedir Kanuni devrine kadar, yeniçerinin adedi en fazla 10-12 bin kadardır Ama her yerden zafer haberleri gelmektedir Viyana bozgununda bu sayı 50 binlere ulaşmıştır Ancak mal toplamaktan başka kayguları yoktur Bu dediklerimize Yeniçeri Kanunnâmesi en canlı şahittir En önemlisi de, yükselme döneminde asker siyâsetin ve idarenin içinde değildir

4) Günümüzde bazı araştırmacıların tenkit ettiği gılmân sistemi yani kapıkulu sistemi de, devletin yükseliş sebeplerinin başında gelmektedir Zira tarihde çoğu büyük devletler, kendilerine tabi olan aristokrat beylerin isyanlarıyla yıkılmışlardır Abbasî Devleti kendi elleriyle büyüttükleri aristokrat aileler eliyle; Büyük Selçuklu Devleti mevâlî- olan Harzemiler eliyle yıkılmışlardır Günümüzde de devletin hanedanlarla sıkıntıda olduğu ortadadır İşte Osmanlı Devleti, bu sıkıntılardan kurtulmak için, ailesi ve yakın çevresi bulunmayan devşirme ve köle asıllı insanları Enderun denilen özel mektepte bir devlet adamı gibi yetiştirerek onları devletin yükselmesinde istihdam etmiş ve başlangıçta muvaffak da olmuştur

5) Osmanlı Devleti’nin yükselme dönemlerinde tam manasıyla hür bir ilmin de ö-nemli etkisi olduğunu ifade etmekte yarar vardır Memleket ve vatan bir vücuda benzer; aklı ve ruhu ilim ve ma’rifettir; cesedi ve bedeni de siyâset ve idaredir Bu iki unsur arasında muvâzenenin te’min edildiği dönemlerde, dâima medeniyet, terakki ve refah görülmüştür Abbasî Devleti’nin ilk halifeleri, Endülüs Emevilerinin başlangıçtaki idarecileri ve ilk Osmanlı Padişahları, bu muvâzeneyi temin eden en müşahhas misâllerdir Fâtih Sultân Mehmed’in vezirlik ve kazaskerlik teklifini reddeden, diğer taraftan Fâtih’i tekyesine de kabul etmeyen Molla Güranî; Fâtih sarayında ve kendisi de tekye ve medresesinde kaldığı müddetçe, bu dengenin korunabileceğinin çok iyi idrâki içindedir Bir Osmanlı Kanunnâmesinde bu önemli muvazene düsturu şu şekilde ifade edilmektedir: "Kadılar, şer’î hükümleri icra edeceklerdir Ancak memleketin nizâmı, korunması ve vatandaşın idaresi ile alâkalı hususları hükkâm-ı seyf ve siyâset olan vükelâ-yı devlete havale edeceklerdir" Bu sebebledir ki, eskiler, devlet adamlarına erbâb-ı seyf, ilim adamlarına ise erbâb-ı kalem demişlerdir Zikredilen bu muvâzeneyi sağlamada en önemli vazife, ilim adamlarına düşmektedir İlim adamları bilmelidirler ki, dünyada en yüksek rütbe ve şeref, ilmin rütbesi ve şerefidir Hakk’a ve hakikata âşık bir ilim adamı, hakk’dan başkasına tâbi olmaz Zira hakk’ı tanıyan, hakk’ın hatırını hiçbir hatıra feda etmez Hakk’ın hatırı âlidir; hiçbir hatıra feda edilmemek icabeder Ebüssuud’un biraz önce zikrettiğimiz ŞU cümleleri bunu aksettirmektedir: "El-Cevab; Olmaz Padişah’ın emri ile nâmeşru1 olan şey meşru’ olmaz Haram olan nesne helâl olmak yoktur’*!

6) Osmanlı Devleti’ni yükselten sebeplerden birisi de vazifelerin, ister ilmiyede, ister seyfiyede ve isterse de kalemiyede olsun, ehil olanlara verilmesidir Medeniyetlerin kurulmasında ve yıkılmasında maharet ile salâhatın önemi inkâr edilemez Tarihe bakıldığında görülecektir ki, bu iki vasfı kendinde birleştiren milletler nice medeniyetler kurmuşlar ve daima payidar olmuşlardır Yıkılan bütün medeniyet ve devletlerin altında ise, aranırsa mutlaka bu iki vasıftan birinin veya ikisinin yokluğunun yattığı esefle müşahede olunur Maharet, kişinin kendi mesleğinde ehil, uzman ve kabiliyetli olmasıdır Salâhat ise, kişinin din ve ahlâkça yüksek bir seviyeye ulaşmasıdır Şunu önemle belirtelim ki, salâhat ve maharet birbirinden ayrıdır Hamiyet, vatanperverlik, sadâkat ve adalet gibi ulvî duygular, salâhatın meyvesidir ve o bahçede yetişir İş, san’at, kabiliyet ve benzeri hususlar ise, maharet bahçesinden derlenebilen meyvelerdir Kalb ve vicdanı manevî duygularla bezenmeyen bir insandan hakikî mânâda hamiyet, sadakat ve adalet beklenilemez Ancak, iş, san’at ve kabiliyet başka şeyler olduğu için, sâlih olmayan bir adam güzel çobanlık yapabilir; ayyaş bir adam ayık olduğu zamanlarda iyi saat tamir edebilir Yani bu noktada salâhat ayrıdır, maharet ayrı

Elbette ki, vazifelere yapılan tayinlerde, hem sâlih, hem de mahir olanlar, yânı hamiyetle fazileti birleştiren, kalbi ve fikri münevver olanlar tercih edilecektir Bu vasıfları beraberce bulunduran insanlar yeterli sayıda değilse, bu takdirde ya maharet ya da salâhat esas alınacaktır İslâm’a göre ikisini birleştiren bir eleman yoksa, san’at’ta ve işde maharet tercih sebebidir

Bir kısım İslâm hukukçuları ve tefsirciler tarafından, özellikle idarî yetkiye sahip devlet ricaline hitaben nazil olduğu söylenen Kur’ân’ın şu âyeti, bu konuda çok manidardır:

"Haberiniz olsun ki, Allah sizlere muhakkak şunları emrediyor: Biri emânetleri ehline vermeniz, biri de insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hareket etmenizdir Allah size ne güzel öğüt veriyor (Her halde bu emirleri tutmalısınız) Zira şüphesiz ki, Allah verdiğiniz kararları işitir ve emânetler hakkında yaptıklarınızı görür"

Hz Rasûlullah’in (SAV) "Emaneti ehline ver ve sana hainlik edene hıyanetle mukabele etme" hadisi de, bu mânâyı teyid etmektedir

Osmanlı Devleti’nin yükselme devrini tetkik edenler, neden kısa bir zamanda dünya devleti haline geldiğini ve salâhat ile maharete ne derece riâyet ettiklerini çok iyi bilirler Rumeli’deki Sırp, Macar ve muhtelif kavimlerin kendi arzuları ile neden Osmanlı hâkimiyetini tercih ettiklerinin sebebini, hakperest ve cesur padişah Yavuz kadar Zenbilli Ali Efendi’de ve Muhteşem Süleyman kadar Osmanlı hukuk âbidesi Ebûssuud’da da aramak icab eder Devleti haricî münâsebetlerde temsil eden nişancıların, diplomatik ve diplomasi ilminin mütehassısları ve kazaskerlerden titizlikle seçildiğini müşahede edince; Kanuni’nin sadrazamının dilinden bir sadrazamın nasıl olması gerektiğini yine onun kaleme aldığı "Asâfnâme"den ibretle okuyunca ve bakanlar kurulu demek olan Divan-ı Hümâyun’un "hâcegân-ı divan" olmadan toplanmadığını kanunnâmelerden öğrenince, Osmanlı Padişahlarının neden ve nasıl zaferden zafere at koşturduğunu daha iyi anlıyoruz

Osmanlı Devleti’nin duraklamasında ve gerilemesinde, ehil olmayan insanların göreve getirilişinin yattığını çok iyi idrâk eden Osmanlı Padişahı, vezir-i a’zamına bu hakikati, bir tayin fermanı münâsebetiyle şöyle ifade ediyor:

"Benim Vezirim, Tezkireciiik görevi için, ehliyetli bir kaç adayı düşünerek seçip, bana arzet Önce kendi devlet adamlarımızı terbiye etmeyip, her birinde türlü türlü uygunsuz tavırlar varken, başkalarını terbiye etmeye yüzümüz kalmıyor Ben senin kimseye iltimas yapmayacağını biliyorum Gerek bu çeşit fiillere ve gerek tamah ve rüşvete cesaret edenleri, niçin tarafıma ifade etmezsin? Hep "benden olmasın" diye diye devletimiz bu hale geldi Bundan sonra vâkıf olduğun kötü hareket her kimden zuhur ederse, tarafıma bildiresin İşte sana tenbih ediyorum"

7) Bütün bu sebeplerin etkisiyle, yükseliş dönemindeki Osmanlı idaresinde suiistimal, sefâhet, israf ve gayr-i meşru masraflar, vatandaşa zulüm ve benzeri kötülüklerin olmayışı, Osmanlı Devleti’ni kısa zamanda yükseltmiştir

Alıntı Yaparak Cevapla

Sorularla Osmanli

Eski 10-11-2012   #17
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Sorularla Osmanli



Sultân Murâd’m kendisi sağ iken iki defa oğlunu tahta geçirmesinin sebebi nedir? Bir kısım çevrelerin iddia ettiği gibi Manisa’ya eğlenceye mi çekilmiştir? Hacı Bayram-ı Veli’yi sorgulamak için huzuruna çağırdığı ve sorguladığı iddiası doğru mudur?

Sultân Murâd’m hayatını az da olsa bilen bir insan, bu soruya olumlu cevap veremez Zira 30 yıl boyunca saltanatını büyük bir ciddiyetle, istikametle ve dürüstlükle yürütmüştür Bunda dost düşman ittifak halindedir Oğlu Mehmed’i, Çandarlı-zâde Halil Paşa gibi bir vezir-i a’zam, Şihâbüddin Paşa ve Saruca Paşa gibi komutanlar ve Molla Hüsrev gibi bir Kazaskerle birlikte tahta geçirmiş ve kendisi de Hamza Beğ ve İshak Paşa gibi dostlarıyla birlikte Manisa’ya çekilmişlerdir Çekilmesinin sebebi, bazı araştırmacıların, bir kısım tarihçilerin kullandığı îş ü nûş tabirlerini içki ve eğlence diye yorumladıkları gibi asla nefsî arzular ve eğlenceler değildir Belki çekilmesinin sebeplerinden biri maddidir; harp meydanlarında aşırı yorulmuştur Bir diğer önemli sebep de manevidir; köşesine çekilip ibâdet ve ta’at ile meşgul olma arzusudur ki, tarihçiler bunu açıkça ifade etmişlerdir

Bize göre bir diğer önemli ve manevî sebep de, İstanbul’un fethi olayıdır Zira Sultân Murâd, Orhan Gâzî, I Murâd, Yıldırım Bâyezid ve Çelebi Mehmed devirlerine yetişen ve kurduğu Bayrâmîlik tarikatıyla Anadolu’nun manevî yapısına damgasını vuran Hacı Bayram-ı Veli’nin müridlerinin Anadolu’da alabildiğine çoğalması üzerine, hem vâki şikâyetleri tahkik ve hem de devletin emniyeti açısından yeni bir Şeyh Bedreddin olayının yaşanmaması için tedbir olarak, Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerini Edirne’ye davet etmiştir Edirne’ye giderken Muhammediyye müellifi Yazıcızâde’nin de kendisine intisab ettiği Hacı Bayram, II Murâd ile bir araya gelince, II Murâd, onun nasıl büyük bir veli olduğunu anlamış, hatta daha sonraki kayıtlardan anlaşıldığına göre, Bayramiyye tarikatı mensuplarına vergi muafiyeti getirmiş ve hakkındaki iddiaların iftira olduğunu anlayarak fazlasıyla hürmet etmiştir

Bu ziyaret sırasında (bazı araştırmacılar bu ziyaretin saltanatın ilk yıllarında yani 1421-1424 tarihleri arasında gerçekleştiğini zikretmektedirler) veya daha sonra yapılan, II Murad’ın vefatından kısa bir süre öncesine rastlayan ikinci ziyaretinde, II Murad’ın İstanbul’un fethi ile alakalı şiddetli arzularını görünce, Hacı Bayram Veli’nin, bu şerefin Ak Şemseddin ile oğlu Mehmed’e nasip olacağını müjdelediği, kaynakların naklettiği olaylardandır İşte Hacı Bayram gibi maneviyât erenlerinden böyle bir manevî işareti alan II Murad’ın, bu mutlu haberin gerçekleştiğini görmek ümidiyle, oğlu Mehmed’e saltanatı terketmiş olması kuvvetle muhtemeldir Kaynaklar bu menkıbeyi ayrıntılarıyla anlatmaktadırlar

Fâtih’in babası Sultân II Murâd kimdir? Çocukları ve meşhur devlet adamları kimlerdir?

Bazı tarihçilerin Osman Bey’den sonra ikinci kurucu dedikleri Sultân II Murâd, 1404 yılında Dulkadiroğlu Emine Hâtun’dan Amasya’da dünyaya geldi 1421 yılında babasının vefatından 41 gün sonra gelip Edirne’de tahta oturur oturmaz, Limni’de göz hapsinde bulunan amcası Düzmece Mustafa, Bizans İmparatoru tarafından serbest bırakılınca büyük bir sıkıntıyla karşı karşıya geldi Mustafa Çelebi, Edirne’ye gelerek padişahlığını ilan etti ve bununla da kalmayarak ordusuyla Bursa’daki II Murad’ın üzerine yürüdü 1422’de Sultân Murad’a mağlup olan amca Mustafa, düzmece olduğu iddiasıyla idam edildi Aslında düzmece olmadığını daha evvel ifade etmiştik Bizans’ın ihanetini gören Sultân Murad, hemen 30000 askerle İstanbul’u kuşattı Maddi sebepler açısından teslim almayı ümit ederken, 13 yaşındaki Küçük Mustafa’nın İznik’de Bizansın tahrikiyle saltanat ilan ettiğini duydu ve hemen ona yöneldi Bu arada fırsatı ganimet bilerek Osmanlıya problem çıkaran Anadolu beyliklerinin de üzerine gitti ve sırasıyla Aydın, Teke, Menteşe ve Germiyan Oğulları beyliklerini tarihten silerek tamamen Osmanlı Devleti’ne ilhak etti

Sultân Murad’ın Anadolu’daki sıkıntıları devam ederken Macarlar ve Sırplar Osmanlı Devleti’ni rahatsız ediyorlardı 1425’de Venedik ile sulh yapan Sultân Murad, 1426’da Macar ordusunu bozdu ve fetihlere devam etti Bu zaferler devam ederken, en önemlisi İzladi mevkiindeki 1443 yılındaki yenilgi olmak üzere, Osmanlı ordusu Hıristiyan kuvvetler karşısında bir kaç defa mağlup duruma düştü Bunun üzerine Sultân Murâd, Macaristan’la Segedin Andlaşmasını imzalamak durumunda kaldı (1444) Aynı yıl, Mısır’daki İslâm âlimlerinin de manevi desteği alınarak Karamanoğlu II İbrahim Bey ile de sulh andlaşması imzalandı

40 yaşına gelen ve gerçekten de yıpranan II Murad, 1444 Ağustos’unda oğlu Mehmed’i tahta geçirerek, kendisi ibadet ve taatle meşgul olmak üzere Manisa’ya çekildi ve Fâtih Sultân Mehmed birinci defa Osmanlı Sultânı oldu

Hem Osmanlı ordusunun yenilgisinden ve hem de Fâtih’in 14 yaşında bir genç Padişah olmasından heveslenen Papa, yeni bir haçlı seferi için kollan sıvadı ve haçlı orduları Osmanlı Devleti aleyhinde Ak Şövalye diye bilinen Erdel Voyvodası Hunyadi Yanoş kumandanlığında bir araya geldiler Tuna’yı geçerek Varna’yı kuşattılar Tahtta oturan II Mehmed, yapılan meşveretler ve özellikle Vezir-i Azam Çandarlı-zade Halil Paşa’nın ısrarlarıyla, II Murad’ı yani babasını tahta davet etti 1444 yılında ikinci defa sultan olan II Murâd, hemen Edirne’ye geldi ve 40000 askeriyle Varna önlerine ilerledi ve sadece 150 şehidle haçlı ordusunu darmadağın etti Bütün İslâm âleminde ve özellikle Kahire’de dualarla yâd edilen bu zafer, Osmanlı Devleti’nin Balkanların sahibi olduğunu tescil etmişti Edirne’ye dönen II Murad yeniden yani ikinci defa oğlunu tahta çıkardı (1445)

Devlet adamları ve yeniçeri bu duruma razı olmadı ve Sultân Murad’ın yeniden

tahta geçmesini ısrarla arzu ettiler Bu ısrar karşısında üçüncü defa II Murad tahta çıktı ve oğlu da böylece iki defa tahta çıkıp inmiş oldu (1446) Varna zaferinden sonra Arnavutluk’da İskender denilen bir mürtedle başı belaya giren II Murad, oğlu Fâtih’i de alarak Arnavutluk seferine çıktı Bu durumu fırsat bilen Ak Şövalye, Papanın da desteğini alarak bir diğer haçlı seferi daha düzenledi ve Osmanlı sınırlarını geçerek Kosova Ovasına kadar geldi 17 Ekim 1448 tarihinde II Kosova Zaferini kazandı ve böylece Avrupalıların Türkleri Balkanlardan atmak için giriştikleri son seferi de zaferle tamamlamış oldu Buradan Edirne’ye dönen II Murad 1449 yılında oğlunu evlendirdi Oğlunu Manisa Sancakbeyliğine gönderen II Murâd, 3 Şubat 1451 sabahı Edirne Sarayı’nda vefat eyledi

ZEVCELERİ:

1- Dulkadiroğlu Alîme Hâtûn

2- Yeni Hâtûn; Amasyalı Mahmûd bey’in kızı

3- Hüma Hâtûn: Abdullah isimli bir şahsın kızı ve Fâtih’in annesi Fâtih’in annesinin devşirme olduğu nakledilmektedir Ancak Müslüman olduğu kesindir ve hele Ortodoks olan Mara Hâtûn ile Fâtih’in üvey annelik dışında alakası yoktur

4-Tâcünnisâ Hatice Halîme Hâtûn; Candaroğlu İsfendiyar Bey’in kızı

5-Mara Hâtûn; Çocuksuz ve Ortodoks olarak ölen ve Fâtih’in üvey annesi olan bu kadın, Sırbistan Despotu George Bronkoviç’in kızı

ÇOCUKLARI:

1- Fâtih Sultân Mehmed

2- Ulu Şehzade Alaaddin Bey

3- Şehzade Büyük Ahmed

4- Şehzade İsfendiyar

5- Şehzade Hüseyin

6- Şehzade Orhan

7-Şehzâde Hasan

8- Şehzade Küçük Ahmed

9- Yusuf Âdil Şah

10- Hatice Sultân

11- Hafsa Sultân

12- Fatma Sultân

13- Erhondu Sultân

14- Şehzade Selçuk Sultân

Asrındaki büyük devlet adamları arasında, Timur Paşa’nın oğlu Gazi Umur Paşa, Çandarlızâde Halil Paşa, devşirmelerden Şihâbüddin Paşa, Damad Karaca Paşa, Zağanos Paşa ve Kasım Paşa’yı; asrının meşhur âlimlerinden Molla Fenari’den sonra müftülük makamına gelen Molla Yegân lakabıyla meşhur Mevlânâ Muhammed, Molla Şemseddin Gürânî, Seyyid Alâ’addin Semerkandî, Hızır Beğ ve Alâ’addin Tûsî’yi; maneviyât erenlerinden Hacı Bayram’ın halifelerinden Ak Bıyık, Muhammediyye müellifi Yazıcızâde, Envâr’ül-Âşıkîn adlı eserin müellifi Ahmed-i Bîcan ve Şeyh Muslıhuddin’i; şâirlerden Hacı İvaz Paşa’nın oğlu Atâyî ve şiirlerinden dolayı idam edilen Nesîmî’yi mutlaka zikretmeliyiz

I Mehmed Çelebi kimdir ve neden Osmanlı Devleti’nin ikinci kurucusu kabul edilmektedir?

1413-1421 tarihleri arasında Osmanlı tahtına oturan Sultân Mehmed Çelebi, 781/1380 yılında Germiyanoğullarından Süleyman Şah’ın kızı Devlet Hâtun’dan dünyaya gelmiştir Asil ve dindar bir devlet adamı olan Mehmed Çelebi, bazı tarihçiler tarafından Osmanlı Devleti’nin ikinci kurucusu ve 9 asrın müceddidi kabul edilmektedir Babasının esareti sırasında vezir Bâyezid Paşa’nın tavsiyelerine uyarak Amasya’ya gitti ve padişahlığını ilan etti Kardeşi İsa Çelebi’yi tasfiye etti Ancak Süleyman Bey’in Ankara’ya kadar gelmesi üzerine, Amasya-Tokat-Sivas bölgesiyle yetindi İyi bir diplomattı Musa Çelebi önce Mehmed Çelebi’ye itaat etti Ancak 1410 yılında Rumeli’de saltanatını ilan edince durum değişti 1413 yılında kardeşi Musa Çelebi’nin öldürülmesinden sonra, Osmanlı tahtının tek vârisi olarak kaldı Osmanlı tarihçileri tarafından ye| asrın yani Hicrî 9, asrın siyâset alanında müceddidi olarak kabul edilmektedir

Çelebi Mehmed Rumeli’ndeki olaylarla uğraşırken, Karamanoğlu yine hareke! geçti Germiyanoğlu Yakub Bey’in Mehmed Çelebi’ye itaatini bildirmesi üzerine Bursa’j kuşattı Hacı İvaz Paşa’nın kahramanca müdafaası üzerine Yıldırım Bâyezid’in sur dışııf da kalan kabrine hakaret bile etti İşte bu kargaşa içinde Sultanlık koltuğuna oturaf Mehmed Çelebi, Aydın’daki Candaroğullarımn da tabiiyetini kabul ettikten sonıj Karamanoğlu’nun üzerine yürüdü ve halasının oğlu olan Karamanoğlu II Mehmed esir aldı Sonra affetti Bu arada Venedik donanmasına karşı 1416 yılında Çalı Bey ko) mutasındaki Osmanlı donanması hücuma geçti, ancak mağlup oldu Buna karşılık Mac Kralı Sigismund’un haçlı seferi teşebbüsü, Mehmed Çelebi’nin bir paşası olan Gâzî İsha| Bey tarafından püskürtülünce Osmanlı prestij kazandı İshak Bey’in 1415 muharebesin den sonra Türklerin Bosna Sarayı dedikleri Sarajevo Osmanlı’nın eline geçti İshakl Bey’in Rumeli’deki bu fetihleri Romanya ve diğer Balkan bölgelerinde de devam ettij Sultân Mehmed de boş durmuyor ve Sinop’daki Candar Beğliğinin bir kısım topraklarını} Osmanlı Devleti’ne ilhak ediyordu

Osmanlı Devleti, yeniden eski ihtişamına kavuşmak üzere iken, iç ve dış düşmanlar, iki büyük gaileyi Osmanlı Devleti’nin başına açmakta gecikmediler Ancak Sultânf Mehmed’in fevkalade basiretli idaresi ve Allah’ın yardımıyla bu iki büyük bela da aşıldı

Bunlardan birincisi, Şeyh Bedreddin isyanı idi Musa Çelebi’nin Kazaskeri ve birj nevi Şeyhülislâmı olan bu ilim adamı, belli çevrelerce kullanıldı Musa Çelebi’nin tasfiyesinden sonra Sultân Mehmed tarafından yüksek bir maaş verilerek İznik’te mecburi 1 ikamete zorlanan Şeyh Bedreddin, Aydın ve İzmir taraflarında fesada başlayan Börklü-ce Mustafa ve Manisa civarında ortaya çıkan ve aslında bir Yahudi dönmesi olan Torlak Kemal ile olan eski ilişkilerinden korkarak, Kastamonu-Sinop-Kefe üçgenini takipten sonra Eflak Voyvodasına sığındı Daha önce Şeyh Bedreddin’in kazaskerliği sırasında onun kethüdalığını yapan Börklüce Mustafa, İzmir’de, Urla yarımadasının kuzey tarafındaki Karaburun’da, Yahudi dönmesi Torlak Kemal ise, Manisa’nın Kızılbaşlarla meskûn bölgelerinde Osmanlı Devleti’nin aleyhinde bir isyan hareketine hazırlık yapıyorlardı Şeyh Bedreddin’in de Rumeli’de bu tür hareketlere girişme teşebbüsleri bardağı taşıran son damla oldu Bizans bunları şiddetle destekliyordu Ordularının sayısı 5000 ve 10000’lerle ifade edilen ve Dede Sultân diye de anılan Börklüce Mustafa’nın isyanı, Timurtaş Paşa-zade Ali Bey’in de mağlup olmasıyla ciddileşti Mehmed Çelebi’nin oğlu Şehzade Murâd, Bâyezid Paşa’nın da yardımıyla Börklüce Mustafa ve asi kuvvetlerin üzerine yürüdü ve ele geçirilen Dede Sultân idam edildi Bunu Torlak Kemal’in tepelenmesi izledi ve böylece Osmanlı Devleti’nde ilk ciddi alevi isyanı bastırılmış oldu

Bunun üzerine Rumeli’deki Deliorman’da yerleşen Şeyh Bedreddin isyanı genişletme çabalarını sürdürdü Selanik taraflarında Düzmece Mustafa ile meşgul olan Sultân Mehmed, olayı duyunca hemen Serez’e geldi ve Bâyezid Paşa’nın gayretiyle Şeyh Bedreddin ele geçirildi ve Serez çarşısında idam edildi İdamına fetva veren ise, Sa’deddin Teftezâni’nin talebelerinden olan Herat’lı Mevlânâ Haydar’dır 1420 yılında bu olay da kapatılmıştır

Sultân Mehmed’in ikinci belası ise, Timur tarafından esir alınarak 16 yıl ortadan kaybolan ve ancak Bizans ve benzeri dış düşmanların tahriki ile saltanat iddiasıyla ortaya çıkan Yıldırım’ın gerçekten oğlu Düzmece Mustafa’dır Normalde Sultân Mehmed’in ağabeyidir Niğbolu Sancakbeyi Aydınoğlu Cüneyd’in de desteğini alarak kıyam eden Düzmece Mustafa, Sultân Mehmed’e yenildi ve Bizans İmparatoruna sığındı Sultân Mehmed hayatta olduğu müddetçe salıverilmemek ve buna karşılık İmparatora yılda 300000 akçe ödenmek şartıyla anlaşma yapıldı ve hatta bu anlaşmanın da etkisiyle Sultân Mehmed, 1420’de İstanbul’da İmparator II Manuel’i ziyaret bile etti

Sultân Mehmed Çelebi 39 yaşında vefat etti ve Bursa’daki Yeşil Türbeye defn o-lundu Vefatında Osmanlı devleti eski genişliğine ve kuvvetine ulaşmıştı 24 kere savaşa giren Mehmed Çelebi 40 yerinden yara almıştı Samimi, dürüst, dindar ve diplomat bir devlet adamıydı

ZEVCELERİ:

1- Şeh-zâde Kumru Hâtûn; Amasyalı bir Paşa’nın torunu

2- Emine Hâtûn; Dulkadır oğlu Mehmed Bey’in kızı ve II Murad’ın annesi

ÇOCUKLARI: 1- Şeh-zâde Küçük Mustafa 2- Şehzade II Murâd 3- Şehzade Mahmûd 4- Şehzade Yusuf 5-Şehzâde Ahmed

Sultân Mehmed Çelebi zamanındaki ileri gelen devlet adamları arasında, baştan beri onun sadık bir veziri olan Bâyezid Paşa’yı, ilmiyeden gelen İbrahim Paşa’yı ve Bursa kahramanı Hacı İvaz Paşa’yı; asrındaki büyük âlimler arasında Sa’deddin Teftezânî’nin talebelerinden Mevlânâ Burhânüddin Haydar’ı, Mevlânâ Sarı Ya’kub’u, Kara Ya’kub lakabıyla meşhur olan Ya’kub bin İdris’i, Kâfiyeci lakabıyla meşhur Mevlânâ Muhyiddin’i ve Bâyezid-i Sofî’yi; zamanındaki maneviyât erenlerinden özellikle Şeyh Abdüllatif’i, Amasyalı Pir İlyas’ı ve Şeyh Muslihuddin Halife’yi; şâirlerden ise sadece Hüsrev ü Şirin müellifi Şeyhi ile Molla Ezherî ve Şair Zihni’yi sayabiliriz

Sultân Musa Çelebi kimdir?

1410 yılında Edirne’de padişahlığını ilan eden Musa Çelebi, sert bir asker ama iyi bir diplomat değildi İstanbul’u 5 defa muhasara altına alarak Bizans’ı karşısına aldı Üzerine gelen Mehmed Çelebi’yi mağlup etti ve bu olaydan sonra iyi bir diplomat olan Mehmed Çelebi İmparator’a sığındı Musa Çelebi, Rumeli beylerini de kendisinden soğutunca bunu fırsat bilen Mehmed Çelebi, ikinci defa, hem Rumeli beylerinin ve hem de Sırbistan Prensi’nin desteğini alarak kardeşi Musa ile Çamurlu Derbend’de karşı karşıya geldi ve Sultân Musa ağabeyine yenilerek öldürüldü Böylece 25 yaşında 3 yıl kadar süren saltanatı da sona erdi ve Osmanlı tahtı sadece Mehmed Çelebi’ye kalmış oldu (1413) Fetret Devri de böyle sona erdi

Sultân Musa zamanında ona destek olan devlet adamları arasında veziri Kör Melikşah, Mihal oğlu Muhammed Beğ, bunun kardeşi Bahsi Beğ’i; âlimler arasında Kazaskeri olan Şeyh Bedreddin-i Simâvî’yi zikretmemiz gerekmektedir Sultân Süleyman’ın Şehzade Orhan, Şehzade Mehmed Şah ve Paşa Melek Hâtûn adında üç çocuğu olmasına karşılık, Sultân Musa’nın evladı yok idi

Yıldırım Bâyezid’in intihar ettiği söylenmektedir Halbuki intihar dinimizde haram değil midir?

Yıldırım Bâyezid’in vefatı ile ilgili üç rivayet bulunmaktadır:

Birincisi; Hammer ve Gibbons gibi Garb Tarihçilerinin tamamına yakını, Şükrullah, Enverî, Karamanî Mehmed Paşa, Acem Hamidî, Konyalı Mehmed bin Hacı Halil ve İdris-i Bitlisî gibi ilk dönem Osmanlı tarihçilerinin kahir ekseriyeti; 10 sene kadar Bursa ve Edirne’de oturup Çelebi Sultân Mehmed’in çocuklarına hocalık eden, Padişah ve diğer Osmanlı devlet erkânı ile yakın temas halinde bulunan ve memleketine döndükten sonra Timur Tarihini yazan İbn-i Arabşah başta olmak üzere Timur devrinin bütün Vakânüvisleri, Yıldırım Bâyezid’in şiddetli sıtma, nefes darlığı ve keder dolu hayattan meydana gelen çeşitli hastalıkların bir araya gelmesinden vefat ettiğini açıkça ifade etmektedirler Kanaatimize göre doğru olan da budur Kaldı ki, tarihçilerin çoğu, Yıldırım gibi dindar bir Padişaha, haram olan böyle bir günahın isnad edilmesinin tamamen iftira olduğunu açıkça beyan eylemişlerdir Osmanlı tarihinin dev isimlerinden Âli ve Hoca Sa’deddin Efendi gibi tarihçiler, mevcut rivayetleri değerlendirdikten sonra, aksi iddiaların iftira ve yalan olduğunu açıklamaktadırlar Kanaatimize göre bu konuda son sözü Âli söylemektedir:

"Her ne kadar bazı tarihçiler Timur’un hekimlerinin zehir içirdiğini veya kendi kendisine zehir içtiğini söyleseler de, tamamen hata üzerinedirler Doğru olan Yıldırım’ın yukarıda zikredilen hastalıklar sebebiyle vefat ettiğidir Zira Yıldırım’a Timur her türlü iltifatı yaptığı gibi, ayrılırken de muhabbetle ayrılmışlardır"

İkincisi; Osmanlı tarihi ile ilgili bazı kaynaklar, Timur’un Bâyezid’i serbest bırakmak niyetinde iken, onunla yaptığı bir mülakat neticesinde, bundan vaz geçip, onu Semerkand’a götürdükten sonra oradan geri göndereceğini söylediğini, bu söz üzerine ümitsizliğe düşen Osmanlı Padişahının yüzük kaşındaki zehirle intihar ettiğini iddia etmektedirler Bu iddiayı naklettiği söylenen ilk dönem tarihçilerinden, Lütfi Paşa, Âşıkpaşa-zâde, Anonim Tevârih-i Âl-i Osman gibi müellifler ittifakla "Bâyezid Hân işitti kim, Semerkand’a gideceğin, neman maslahatın gördü" veya "bu cevâbı işitti, gayet melûl oldu ve hem gayret etdi Timur’un iline varmasına hemandem kendü kaydın görüb Allah Te’âlâ rahmetine vâsıl oldu" ifadelerini kullanmışlardır ki, bu ifadeleri intihar etti diye açıklamak da doğru değildir Kuvvetli kaynakların izahları karşısında bu ifadeler, "âhiret hazırlığını gördü, ölümünü istedi" şeklinde de yorumlanabilir Yüzüğünün kaşında bulunan zehirle intihar ettiğini nakleden ilk döneme ait tek kaynak, sadece Hadîdî Vekâyinâmesi’dir Bir de kendi hususi kütüphanesinde bulunduğunu iddia ettiği Fuad Köprülü’ye ait bir anonim yani yazarı belli olmayan bir Tevârih-i Âl-i Osman nüshasıdır Neşrî, Bâyezid Hân’ın "tez canlu ve gayretlü kişi" olmasından dolayı Timur’un mu’âmeleleri karşısında sıtma hastalığına tutulduğunu ve günden güne zayıfladığını belirttikten iki sayfa sonra, "bazılar eder ki" kaydını düşerek, "düşman elinde zebûn olub memleketi eller elinde görmeden ölem yeğdür" deyüb kendü nefsini helak eyledi demektedir Aynî gibi bazı müellifler de, zehirletildiğini söylemektedirler Bunlardan açıkça kendini zehirleyerek intihar ettiğini anlamak mümkün olmadığı gibi, bu tür iddiaların bir rivayetten öteye gitmediği de malumdur Bütün bu rivayetler, Âli ve Hoca Sa’deddin gibi kaynaklar tarafından şiddetle tenkit edilmiştir

Üçüncüsü; Timur’un zehirlettiği şeklindeki bir iddiadır ki, bunun tarihçiler tarafından kale bile alınmadığını ifade etmekle yetiniyoruz Bunun tam aksine Müneccimbaşı başta olmak üzere çoğu müellifler, hastalığının tedavisi için Timur’un saray tabiplerinden Celaleddin Arabî ve İzzeddin Mes’ûd eş-Şirazî’yi tayin ettiğini belirtmektedirler

Netice olarak, Yıldırım’ın intiharı iddiası, muteber yerli veya yabancı kaynaklarda yer almamaktadır Sadece Fuad Köprülü’nün bazı zayıf rivayetleri zorlama yorumlara tabi tutarak Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu iddiayı gündeme getirmesinden sonra mesele tekrar alevlenmiştir Mükrimin Halil Yinanç ve Uzunçarşılı gibi tarihçiler, bu iddianın tamamen yanlış olduğunu delilleriyle ortaya koymuşlardır

Osmanlı Padişahları arasında hakkında en çok dedikodu bulunan Yıldırım Bâyezid’in şahsiyeti, çocukları, döneminde Osmanlı Devleti’nin durumu ile ilgili kısa bilgiler verir misiniz?

Osmanlı Padişahları arasında hakkında en çok konuşulan Padişahın Yıldırım Bâyezid olduğu doğrudur Bunun iki sebebi vardır: Birincisi; Kısa zamanda Anadolu birliğini kurup devleti genişletmesine rağmen, 1402’de Ankara’da Timur’a yenilerek tekrar başa dönülmesine sebep olmasıdır İkincisi de, hem Emir Sultân Buharî’ye kayınpeder olması ve hem de içki içtiğine dair iddiaların bulunmasıdır Önce Yıldırım Bâyezid’i tanıyalım

1387 tarihinde katıldığı Karaman Seferinde gösterdiği kahramanlıklardan beri Yıldırım lakabıyla anılan I Bâyezid, Sultân Murad’ın büyük oğlu ve veliahdıdır Bursa’da babasının tahta çıktığı sene yani 761/1360 yılında Gülçiçek Hatun’dan dünyaya gelmiş ve 791/1389 yılının Ramazan ayının beşinde de babasının şahadeti üzerine tahta çıkmıştır Padişah olmadan evvel sırasıyla Kütahya, Hamid İli ve ilk Amasya Sancak Beyliği gibi tecrübeleri bulunmaktadır

Osmanlı Devleti’nin Kosova’da haçlı ordularıyla meşgul olmasını fırsat bilen Karamanoğulları, Osmanlı Devleti’ne ait sancak ve kazalara hücum başlattı Bunu gören Yıldırım, 1390 yılının ilk günlerinde Anadolu birliğini tehlikeye sokmamak için hemen bu bölgeye intikal etti Germiyan, Aydın, Menteşe ve Saruhan Beylikleri Osmanlı Devleti’ne bağlılıklarını bildirince, hemen 1390-91 kışında Ankara’ya gelerek orada kışlasını kurdu Sonradan yanına Bizans İmparatoru II Manuel’i de alarak Karaman bölgesine geçti ve onları ikaz etti Zaten Karamanoğlu Damad Alâ’addin Bey de firar etmişti Ege Adalarını vurarak Venedik Cumhuriyet’ine gözdağı vermeyi de ihmal etmeyen Yıldırım’ın bütün hayali İstanbul’u fethetmek idi Bu sebeple 1391’de 7 ay sürecek olan İstanbul kuşatmasına başladı Bizans’ın sulh ile itaat edeceğini umuyordu; ama olmadı

Rumeli’nde gayr-i müslimlerle uğraşan Osmanlının aleyhine, durumu fırsat bilen Karamanoğlu-Candaroğlu ve Sivas’daki Kadı Burhâneddin’in ittifak yaptığı duyuldu 1392’de Candaroğlu halledildi; İsfendiyaroğulları da Osmanlı’ya itaat etti Kadı Burhâneddin ile olan savaş daha dehşetli idi Yıldırım’ın oğlu Şehzade Ertuğrul’un kumandasındaki Osmanlı ordusu, Çorum yakınlarında yenik düştü Bu arada Yıldırım’ın kendisi Rumeli seferine devam ediyor ve 1392’de filozoflar diyarı olarak bilinen Atina Osmanlıya teslim oluyordu

Bütün bu gelişmelerden rahatsız olan Macar Kralı Sigismund, üçüncü bir haçlı seferi hazırlığında idi Gerçekten her çeşit düşman milletin yer aldığı 70000 kişilik orduyla Tuna’yı geçerek Niğbolu’yu kuşattı ve düşman kuvvetler 130000’e ulaştı Ancak 25 Eylül 1396 tarihinde Avrupalıların asırlarca unutamayacakları Niğbolu Zaferi kazanıldı ve Yıldırım, artık Halife I Mütevekkil tarafından Sultân-ı İklim-i Rum ve Sultân diye anılmaya başlandı Üçüncü haçlı seferini fırsat bilerek yine Osmanlı topraklarına saldıran Karamanoğulları ise, nihâî dersi hak etmişlerdi ve gerçekten 1397’de Konya’ya giren Yıldırım eniştesi olan Karamanoğlu Beyini idam ettirdi ve Konya’yı Osmanlı Devleti’nin Karaman Eyâleti olarak ilan etti Artık Anadolu birliği sağlanmış ve bütün Anadolu neredeyse Osmanlı Devleti’nin olmuştu Rumeli’de Balkanlar Osmanlının hâkimiyetine girmişti

İşte böyle bir dönemde Doğudan büyük bir tehlike geliyordu Doğu Türkistan Hakanı Aksak Timur veya Timurlenk, fırtına gibi eserek Doğu Anadolu’yu tehdit ediyor ve memleketleri ellerinden alınan ve Osmanlıdan memnun olmayan Anadolu beyleri Timur’u tahrik ettikleri gibi, Timur’un düşmanları olan bazı beyler de Yıldırım’a sığınmış bulunuyorlardı Timur nazik sayılabilecek bir üslupla Yıldırım’dan bu beyleri salıvermesini ve kendisine tabi olmasını, şartlarının kabulü halinde, gayr-i müslimlerle olan cihadını takdir ettiği Osmanlı ordusuna yardım edeceğini ifade eden bir mektup gönderdi (Mektup, "Rum Meliki Yıldırm Bayezid’ diye başlamaktadır) Buna karşı Yıldırım’ın cevabı çok sert ve hatta hakaret-âmiz oldu (Mektup, %Ey Timur denen parçalayıcı köpek ve Tekfurlardan daha kâfir olan adam’ diye başlamaktadır)

Neticede kaderin cilvesiyle Yıldırım’ın strateji açısından üstün görüldüğü uğursuz Ankara Meydan Muharebesi meydana geldi ve 28 Temmuz 1402 tarihinde Osmanlı ordusu yenik düştü ve Padişah esir alındı Bu hadiseyle Osmanlı Devleti, cihan devleti olmaktan çıkmış ve yeniden başa dönmüştü Zira bu savaşı takip eden yıllarda, 8 yıl kadar Anadolu’da kalan Timur buralarda terör estirdi ve eski beylere beyliklerini tamamen iade etti 3 Mart 1403’de, bazı tarihçilerin ileri sürdüğü gibi intihar ederek değil, sıkıntıdan doğan bir kaç çeşit hastalığa dayanamayan Yıldırım vefat etti ve Osmanlı Devleti için Fetret Devri denen ara dönem başladı

Yıldırım Bâyezıd devrinin ileri gelen devlet adamları arasında, iyi bir devlet adamı olmakla beraber takva cihetinden zayıf olduğu ittifakla açıklanan Çandarlı Ali Paşa, Timurtaş Paşa, Süleyman Paşa, İshak Bey ve Mihal oğlu Muhammed Bey zikredilebilir Onun devrindeki âlimlerden ise, Şemseddin Fenari, oğlu Muhammed Şah Fenari, Hâfızuddin Muhammed Kürdî, Şeyh Kutbuddin İznikî ve Şihâbüddin Sivasî unutulmamalıdır Devrinin Horasan erenlerinin başında, Emir Sultân denen Bâyezid’in damadı Şemseddin Muhammed Hüseynî, Hacı Bayram ve Şeyh Abdurrahman-ı Erzincan! gelmektedir Mevlid yazarı Süleyman Çelebi de onun zamanındaki en büyük şairlerdendir

ZEVCELERİ:

1- Germiyanoğlu Devlet Şah Hâtûn; İsa, Mustafa ve Musa’nın annesi

2- Devlet Hâtûn; Yine Germiyanoğlu olduğu söylenen ve Sultân Mehmed Çelebi’nin annesi ve ilk Valide Sultân

3- Hafsa Hâtûn; Aydınoğlu İsa Bey’in kızı

4- Sultân Hâtûn; Dulkadiroğlu Süleyman Şah kızı

5- Marya (Olivera Despina) Hâtûn; Sirbistan Kralı Lazar’ın kızı

ÇOCUKLARI:

1- Ertuğrul Çelebi

2- İsa Çelebi

3- Mustafa Çelebi (Tartışmalıdır)

4- Büyük Musa Çelebi

5- İbrahim Çelebi

6- Kasım Çelebi

7- Yusuf Çelebi

8- Hasan Çelebi

9- Erhondu Hâtûn

10- Fatma Hâtûn

11- Paşa Melek Hâtûn

12- Oruz Hâtûn

13- Hundî Hâtûn

14- Şehzade Mehmed

Alıntı Yaparak Cevapla

Sorularla Osmanli

Eski 10-11-2012   #18
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Sorularla Osmanli



Yeniçerileri, bunların ağalarını ve merkezdeki askerî teşkilâtı yani Kapı Kulu Ocaklarını kısaca özetler misiniz? İslâm Hukuku açısından bunların izahını nasıl yaparsınız?

Türk milleti asker bir millettir Osmanlı Devleti de selefi olan diğer Türk Devletleri gibi asker bir devlet olmuştur Bu sebeple malî hukukunu, toprak rejimini ve devlet teşkilâtını askerî gayelere uygun olarak tanzim etmiştir Osmanlı Devleti’nin ikinci padişahı olan Orhan Gâzî, Yaya ve Müsellem denilen piyade ve süvari teşkilâtını kurmuştu Yayalar, sefer zamanlarında günde iki akçe yevmiye ile hizmet eden, seferden sonra ise ziraat işine dönen ve vergiden muaf olan daimî ve ücretli bir piyade ordusuydu Müsellem ise, benzeri özelliklere sahip muvazzaf süvarilere denmekteydi I Murad, babasının bu çeşit askerlerini aynen korumakla birlikte, Osmanlı ordusunu yeniden tanzim etmişti Osmanlı Devleti’ni zaferden zafere koşturan ve ancak bir buçuk asırda teşkilâtı tamamlanabilen bu yeni düzenlemeye göre Osmanlı ordusu iki kısımdı

A) Kapı Kulu Askerleri ve Yeniçeri Ağası: Bizzat devlet reisi demek olan padişaha bağlı olmak üzere daimî ve maaşlı (ulûfeli) bir yaya ve atlı ordusu demek olan kapı kulu askerleridir Bunlara kapı kulu denmesinin sebebi şudur: İslâm hukukuna göre savaşlarda elde edilen esirler hakkında yapılacak muamele hususunda devlet başkanı şu seçimlik haklara sahiptir: a) Savaş hukukunun gereği ve İslâmiyeti yaymak amacıyla gerekiyorsa devlet reisi onları öldürtebilir b) Müslümanlara yararlı olması için onları köle olarak kullandırabilir c) Onlarla zimmîlik andlaşması yapabilir, d) Hanefi mezhebinde tartışmalı olmakla birlikte, bedel karşılığı onları salıverebilir

Başta Gelibolu ve İstanbul Acemi Ocağı olmak üzere Acemi Ocaklarında yetiştirildikten sonra, Çandarlı Kara Halil’in gayretleriyle Yeniçeri adıyla padişahın daimî hassa ordusu haline getirilmişlerdir Zamanla devletin en önemli vurucu gücü haline gelen bu askerî grubun ilk çekirdeği "esirlerin Müslümanlar yararına kul (köle) olarak istihdamı" şeklindeki şer’î hükümden kaynaklandığı için kapıkulu askerleri adını almışsa da, daha sonraki dönemlerde bunlara köle muamelesi yapılmadığı gibi, aynı zamanda fethedilen ülkelerin Müslümanlaştırılması ve Türkleştirilmesine hizmet eden devşirme usulüyle, esir olan ve olmayan Hıristiyan çocukları da Yeniçeri Ocağı’nın önemli kaynağı haline gelmişlerdir Ulûfeli askerler de denen kapı kulu askerleri yayalar ve süvariler diye ikiye ayrılmıştır

a) Yayalar: Bunların en önemlileri; Acemi Oğlanları: Rumeli ve Anadolu eyâletlerinden devşirilen yarar oğlanlar, devlet erkânının hizmetine ve acemi ocaklarına tevzi edilirdi Belli bir hizmet müddetinden sonra acemi oğlanı olur ve yeniçeriliğe geçmeye hak kazanırlardı Yeniçeriler: Bunlar Osmanlı ordusunun temelini teşkil ediyordu Kendi aralarında cemaat ortaları (ser piyâdegân), ağa bölükleri ve sekbanlar diye üçe ayrılmışlardı

Cebeciler: Orduya harp malzemelerini temin eden bir askerî sınıftı

b) Süvariler: Bunlar da Sipah (kırmızı bayrak bölüğü), Silâhtar (sarı bayrak bölüğü), Azep (hafif piyade) ve Akıncılar gibi kısımlara ayrılmışlardı Yaya, yörük ve müsellem gibi gruplar artık üçüncü plândaydı

Kapıkulu askerlerinin temelini teşkil eden Yeniçerilerin âmiri Yeniçeri Ağasıdır (Ağay-ı Yeniçeriyân-ı Dergâh-ı Ali) Yeniçeri ağası, Yeniçeri ocağı ve Acemi ocaklarından sorumlu tek yetkilidir Vezirlik rütbesine sahip olan Yeniçeri Ağaları, Divan-ı Hümâyûn’un üyesidirler Ayrıca divanda görevli olan ve Rikâb-ı Hümâyûn veya Özengi Ağaları denen ağaların reisidir

En önemli yetki ve vazifeleri şunlardır: İstanbul’da ve çevresinde şer’e ve kanuna aykırı gördüğü şeyleri yasaklar; suçluları, eğer bağlı bulunduğu bir daire varsa yetkililere teslim eder, yoksa bizzat şer’î cezalarını verir Şehrin asayişini temin için daima kol dolaşıp gezer Tutukladığı suçlular Yeniçeri ocağından değilse ve cezaları idam ise sadrazama gönderir Ocaktan ise sadrazamdan izin almak şartıyla ölüm cezasını da kendisi verir Bu açıdan Yeniçeri ağasının askerî yargı yetkisinin de olduğu görülmektedir Yeniçeri ağası, ocağın bütün idarî işlerini yürütmeye ve tayinleri yapmaya da yetkilidir Bu hususlarda padişahın vekilidir Ancak önemli meseleleri sadrazama arz etmekle memurdur Bunun için her Çarşamba sadrazama gelir Yeniçeri ağası, ocağın işlerine, yeniçerilerin maaş ve terfilerine, ocak güvenliğine ve yeniçeriler arasındaki davalara bakan ve şikâyetleri dinleyen Ağa Divanının da reisidir Divanın üyeleri arasında Sekbanbaşı, Kul Kethüdası ve İstanbul Ağası gibi zabitler bulunmaktadır Divan Ağa Kapusu denen yerde toplanır ve dava, şer’î bir meseleye taalluk ediyorsa kadıya havale olunurdu Bu bir çeşit askerî mahkemeydi

Osmanlı Devleti’nin önce genişlemesine ve sonra da gerilemesine vesile olan Yeniçeri Ocağı, 464 yıllık uzun bir ömürden sonra,1241/1826 yılında ilga edilmiştir Ocağın ilga edilişine vak’a-i hayriye adı verilmiştir

Özetlemek gerekirse, Osmanlı ordusunun ilk kısmını teşkil eden ulûfeli yani millî ve profesyonel askerler üç kısımdı; Birincisi, Kapıkulu askerleriydi, ikincisi, saray halkı ve iç halkı da denen saray askerleriydi Üçüncüsü de, kaptan-ı deryanın emrindeki tersane halkıydı

B) Eyâlet Askerleri: Bunların başında tımarlı veya topraklı süvariler de denilen sipahiler gelmektedir Hafif piyade demek olan Azepler, Akıncılar, Yayalar, Yörükler ve Müsellemler de bu gruba dahildir

Devşirme sistemi nedir? Hıristiyan ailelerin çocukları zorla ve zulümle mi alınmıştır?

Bugün Avrupalılar kadar memleketimizde de en çok merak edilen ve meselenin esası bilinmeden değişik yorumlar yapılan ve çarpıtılan konulardan biri de kapu kulları ve bunun kaynağını teşkil eden devşirme usulüdür Bu sebeple özellikle devşirme usulünün hukukî ve tarihî gerekçelerini bilmek icab eder Kapı kulları tabirini bahane ederek, bütün devlet memurlarının Padişahın köleleri olduklarını ileri sürenler ise, bu meselenin izahını zaruri hale getirmektedirler

Önemle ifade edelim ki, Osmanlı Devletinde pençik oğlanı, acemi oğlanı veya devşirme oğlanı ifadeleriyle anlatılan ve halk ile Batılılar arasında Hıristiyan ailelerin çocuklarının zorla alınarak önce köle yapılması, sonra da Osmanlı ordusunda görev verilmesi ve çocukların eliyle ana ve babalarının öldürülmesi şeklinde takdim edilen askerî müessese, Yeniçeri Teşkilâtıdır Bu tür anlayışın nasıl hatalı olduğu, biraz sonraki izahlardan daha iyi anlaşılacaktır

Herkesin bildiği gibi, Kapı Kulu Ocakları ve bunların başında gelen Yeniçeri Teşkilâtı, Osmanlı Devleti’nin merkezî ordusundaki vurucu güçtür Bu sebeple de Kapıkulu Ocakları denilen askerî teşkilâtın çekirdek kısmıdır Yeniçerilerin sahip oldukları iktisadî, sosyal ve idarî imtiyazlardan dolayı, devletin yükselme devirlerinde, Osmanlı Devletinin Yeniçeri Teşkilâtında görev almak, Müslüman ve gayr-i müslim herkes için bir şereftir Zira devletin askerî ve mülkî erkânının çoğu da bu ocaktan yetişmedir

Osmanlı Devleti’nde Yeniçeri Ocaklarına asker temin eden iki önemli kaynak vardır:

A) Pençik Oğlanları ve Acemi Ocakları

B) Devşirme Usûlü ve Acemi Oğlanları Şimdi bunları aşağıdaki soruların cevaplarından daha iyi öğrenelim

Pençik Oğlanları ne demektir? Osmanlı Devleti, Acemi Ocaklarında kimleri ne hakla toplamıştır? Kanunla mı yoksa keyfî mi yapmıştır?

I Murad’dan Fâtih Sultân Mehmed zamanına kadar Yeniçeri Teşkilâtının ihtiyâcı olan gençleri temine yarayan pençik oğlanlarıdır Pençik oğlanları ne demektir ve nasıl devşirilir? Bunu biraz izah etmeliyiz

Bilindiği gibi, İslâm’a göre savaş esirleri ganimetlerden sayılmaktadır Ganimetin beşte biri ise, Kur’ân’ın emriyle devlete aittir Devlet, bu beşte birlik hakkında, kamu yararına uygun olarak istediği gibi tasarrufda bulunur İşte genel olarak Osmanlı hukukunda devletin bu beşte birlik Kur’ân’la sabit olan hakkına Farsça olarak penç-yek (1/5) ve halk dilindeki ifadesiyle pençik adı verilmiştir İslâm Hukukuna göre, savaşlarda elde edilen esirler hakkında yapılacak muamele hususunda Müslüman devlet idaresi, en azından şu seçimlik haklara sahiptir:

1) Savaş hukukunun gereği ve İslâmiyeti yaymak gayesiyle gerekiyorsa devlet reisi onları öldürtebilir

2) Müslümanlara hizmet etmeleri için onları köle olarak kullandırabilir

3) Onlarla zimmîlik anlaşması yapabilir

4) Hanefi mezhebinde tartışmalı olmakla birlikte, bedel (fidye) karşılığı onları salıverebilir

İşte I Murad Hüdâvendigâr, büyük hukukçu Karamanlı Rüstem’in teklifi ve Çandarlı Kara Halil Efendi’nin meşruiyetini izah etmesi üzerine, harpte esir alınan erkeklerden beşte birini devlet hesabına ve asker ihtiyacını karşılamak üzere almayı kanun haline getirmiş ve bu tarihten sonra, bu usule yanlış telâffuzla pençik adı verilmiştir Devlet, askerliğe elverişli olmayanlardan da pençik resmi almış, asker olarak alınanlara pençik oğlanı denmiştir

Toyca denilen akıncı subaylarının ve akıncıların aldığı esirler, pençikçi denilen bir memur tarafından toplanıyordu Acemi ocağının temelini bu pençik oğlanları teşkil ediyordu Pençik oğlanları adıyla toplanan bu savaş esiri gençler, bir nevi devletin köleleri statüsüne sahip oluyor; ancak kendilerine köle muamelesi yapılmıyordu Evvela Gelibolu’da ve sonra da İstanbul’da teşkil olunan Acemi Ocaklarına verilmeden evvel Müslüman ve Türk ailelerin yanına veriliyordu Müslüman olup Türk terbiyesi aldıktan sonra da Acemi Ocaklarında askerî eğitim görüyorlardı Burada askerî eğitim gören ve dolayısıyla yarı hürriyetine de kavuşan bu gençler, asırlarca Osmanlı Devletinin vurucu gücünü teşkil eden Yeniçeri Ocağının çekirdeğini oluşturmuşlardır

Osmanlı Devleti, esirleri köle yapmak veya Avrupalılar gibi satmak yerine, hem onlara bir nevi yarı hürriyetlerini kazandırmış, hem de kendi rızalarıyla Müslüman olmalarını sağlamıştır Bu şekilde devşirilen pençik oğlanlarının, zulümle veya haksızlıkla alakası yoktur Bunun Kanunnâmesini neşretmiş bulunuyoruz Ancak duraklama ve gerileme dönemlerinde, çok büyük zulümler yapıldığını Osmanlı Siyâsetnâmeleri’nden okuyoruz Maalesef, pençikçiler, ailelerden zulmen oğlan aldıkları çokça meydana gelen bir olay olmuştur

Kanunla düzenlenen bu mevzuyu merak edenler, Osmanlı Kanunnâmeleri adlı e-serimizde neşrettiğimiz Devşirme ve Pençik Kanunnâmelerini tetkik edebilirler

İS Devşirme Usûlü nereden ve neden çıkmıştır? Çocuklar zorla mı annelerinden alınmıştır?

Devşirmenin başlama sebeplerini şöylece özetlemek mümkündür:

1) Yıldırım Bâyezid’in Ankara mağlûbiyetinden sonra fetihlerin duraklaması, hattâ muvakkaten gerilemesi sebebiyle yeniden esir elde edilememesi Acemi oğlan ihtiyacını arttırmıştır

2) Ayrıca bugün Amerikan ordusunda asker olmak için can atan çok sayıda üçüncü dünya ülkesi vatandaşı insanların mevcut olduğu inkâr edilemediği gibi, o günün tek süper gücü olan Osmanlı Devletinin en önemli ordusu olan Yeniçeri Teşkilâtında görev almak için Müslüman ve Hıristiyan her çevreden talepler gelmeye başlamıştır

3) Bir diğer önemli sebeb de gayr-i müslimlerin askerlik edemeyişleri ve buna karşı cizye vergisi ödemeleri söz konusu olduğundan, gayr-i müslimler ve özellikle Osmanlı hayranı Bulgar, Arnavut, Bosnalı ve Ermenilerin Osmanlı Ordusunda görev alma arzuları gittikçe artış göstermiştir

İşte bütün bu sebeblere dayanan Osmanlı Devleti, belli bir kanun ve kaide çerçevesinde, sadece gayr-i müslim Bulgar, Arnavut, Bosna yerlileri ve Ermenilerden, hem rızâları dahilinde olmak ve hem de belli bir kaide dâhilinde yapılmak şartıyla, her kırk haneden bir tane 14 ila 18 yaş arasında genci, Osmanlı Ordusunun temelini teşkil eden Yeniçeri Teşkilâtına girmek veya Saray’da önemli vazifeler yapmak üzere devşirmeye başlamıştır Bu usule devşirme adının verildiğini ve bunun Kanunnâmesinin hazırlandığını görüyoruz

Usûl hakkında bilgi vermeden evvel şu bir kaç hususun bilinmesinin zaruret olduğu kanaatindeyiz:

A) Yeniçeri teşkilâtına girmek veya Saraya girmek önemli bir şeref olmasından ve hatta bu yolla Yeniçeri olan yahut Saray’a girenler, belli bir müddet sonra önemli mülkî ve askerî makamlara geldiklerinden dolayı, gayr-i müslim gençler ve ailelerin bunu arzuladıklarını açıkça görüyoruz Diyârbekir Beylerbeyi ve sonradan da Mısır Beylerbeyi olan Hüsrev Paşa bu yükselenlere verilecek en bariz misâldir Mimar Sinan devşirme yoluyla Mimarbaşlılığa kadar yükselmiştir Hatta Müslüman Boşnaklar, Müslüman olduklarından dolayı kendi çocukları devşirilmeye tâbi tutulmadığından, ısrarla bu kanun gereği çocuklarının toplanmasını kendileri arzu etmişlerdir Israrlı arzuları üzerine, Müslümanlardan sadece Boşnaklar devşirme kanununa tabi olmuşlardır Bunlara Poturoğulları denmektedir

B) Bu devşirmeden kasıt, rızâsı dairesinde kalmak şartıyla önce Müslüman Türk a-ilelerin yanına verilerek Müslümanlaştırmak ve Türkleştirmektir Ancak bunun zorla ve cebirle yapıldığına dair bir şikâyet söz konusu değildir Belki devşirmeye tâbi olmayan Yahudi, Rus ve Rumlardan neden bizden de almıyorsunuz? şeklinde sitemli arzuları vardır Bu söylediklerimiz, yükselme dönemi içindir; gerileme döneminde devşirmecile-rin türlü türlü zulümler yaptıkları, maalesef doğrudur

C) Biraz sonra zikr edeceğimiz gibi, Avrupalıların anlattığı tarzda, küçük çocuklar ana ve babalarından zorla alınıyor değildir Belki 14-18 yaşları arasındaki delikanlılar alınmaktadır

D) En önemlisi de devşirme yoluyla Acemi Ocağına çocuğunu veren gayr-i müslimler belli vergilerden mu’âf tutulduklarından, kendi elleriyle ve hile yaparak ve hatta devşirme memuruna rüşvet vererek çocuğunu Acemi Oğlanı yapmaya çalışmışlardır

E) Bütün bunların yanında insan unsurunun girdiği hiç bir işte suiistimal olmaması mümkün görülmediğinden, bu konuda da bazı suiistimaller olmuş olabilir

Devşirme usulü nasıldı? Acemi Oğlanları nasıl yetiştiriliyordu ve bu düzen nasıl bozuldu?

İhtiyaca göre üç beş senede bir ve bazen daha uzun fasılalarla Hıristiyanlardan (Yahudilerden alınmazdı) 14-18 yaş arasındaki çocukların gürbüz ve sağlam olanları alınırdı Evvelâ, Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan’dan, daha sonraları Sırbistan ve Bosna-Hersek’ten ve Macaristan’dan XV Yüzyılın sonlarından itibaren yavaş yavaş Anadolu’daki Hıristiyan tebaadan, XVII Yüzyılda ise umumi olarak bütün Osmanlı memleketlerindeki Hıristiyan tebaadan devşirme alındı

Devşirmeye lüzum hâsıl olunca Yeniçeri Ağası Divana baş vurarak ihtiyaç miktarını bildirir ve devşirmeye gidecek olan Ocak Ağalarını seçerdi Bunun üzerine devşirilecek mıntıkalara emirler gönderilerek Sancakbeyi, Kadılar ve Topraklı süvarilerin yardımı temin olunur, ayrıca Ocaktan bir Devşirme emini ile bir Devşirme memuru tâyin edilirdi Devşirmenin kadıların kontrolünde yapıldığı kesindir Devşirme Ağası da denilen Devşirme memurunun eline ferman ile birlikte aynı şeyleri bildiren bir Yeniçeri Ağası mektubu verilirdi Fermanda, her mıntıkadan alınacak oğlan adedi kazalara göre tesbit edilmişti Devşirme memuru bu mıntıkaları bizzat gezerek evsafı haiz çocuklardan kırk evden bir oğlan hesabıyla devşirirdi 14-18 yaş arasında olanlar tercih olunur ve evliler alınmazdı Devşirilen oğlanın köyü, kazası, sancağı, baba ve anasının ve sipahinin isimleri, yaşı, bütün eşkâli ve Sürücü denilen sevk memurunun adı bir deftere yazılır, bu defter iki nüsha olur, biri Devşirme memurunda, biri Sürücü denilen görevlide bulunurdu Kanun mucibince çocukların en asilleri, papaz çocukları, iki çocuğu olanın biri, birkaç çocuğu olanın en güzeli ve sıhhatlisi seçilirdi Ailenin tek çocuğu alınmazdı Alınacak olanların orta boylu olmasına dikkat edilirdi Uzun boylulardan ise vücudu mütenasip olanlar saray için devşirilirdi Yahudiler hiç alınmazdı Rus, Çingene ve Acemlerden oğlan devşirmek katiyen yasak idi

Devşirilen çocuklar, hükümet merkezine sevk olunurdu Çocukların devşirildiği yerden sevk masrafı ve Kızıl aba ile Sivri külah’dan ibaret elbise paraları için beher oğlan başına Hil’at-baha veya Kul akçesi adıyla bir miktar para alınırdı Bu para ilk zamanlar yüz akçe kadarken XVII Yüzyılda 600 akçeye kadar çıkmıştı

Tek oğul, Yahudi ve evlilerden başka köy kethüdası oğlu, çoban ve sığırtmaç, köse, kel, doğuştan sünnetli, Türkçe bilen, sanat sahibi, İstanbul’a gelip gitmiş, çok uzun veya çok kısa boylu olanlar da devşirilmezdi Yalnız Bosnalı olan ve Poturoğulları denilen Müslüman çocuklarının saray ve Bostancı Ocağı için devşirilmelerine müsaade edilmişti Trabzon Hıristiyanlarından da oğlan devşirilmezdi Yavuz Selim devşirme usulünü kaldırmışsa da, XVI Yüzyılın sonlarında gene konmuştu Istabl-ı âmireye ait çayırları biçtikleri, muhafaza ettikleri, atlara bakıp daha bazı hizmetler gördükleri için İstanbul civarında Kartal ve Kadıköy Hıristiyanları da devşirme vermekten muaf tutulmuşlardı

Devşirilen oğlanlar devlet merkezine gelince iki üç gün istirahat eder, oğlanlara şahadet getirtilip Müslüman edilirdi Sonra Yeniçeri Ağası tarafından teftiş olunur, içlerinde sünnetli bulunup bulunmadığına bakılır, uygun çıkanlar eşkâl defterine kaydolunup Acemi Ocağı cerrahı tarafından sünnet edilirlerdi Bunu müteakip becerikli ve seviyeli olanlar saray için, gürbüzceleri Bostancı Ocağı için ayrılır, öbürleri Anadolu ve Rumeli ağaları vasıtasıyla Türk köylülerine dağıtılırdı Buna Türk’e vermek denirdi Orada muayyen bir müddet hizmet ettikten ve hem İslâm’ı ve hem de Türkçe’yi öğrendikten sonra eşkali yoklanıp Acemi Oğlanı yazılırlardı Bu yazılmaya Torba yazısı, yazılanlara da Torba oğlanı denirdi

Acemi Ocağında askerî ve meslekî eğitim görenler, kabiliyetlerine göre Yeniçeri Teşkilâtına, Enderun Mektebine veya başka yerlere alınırdı Bunlardan sadrazam, paşa, Sancakbeyi ve benzeri mülkî ve askerî makamlara yükselenler çoğunluktaydı Osmanlı Devleti’nin duraklama ve gerileme dönemlerinde, devşirme kanunlarının uygulamasında da ciddi manada aksaklıklar ve hatta zulümler yaşandığını maalesef Siyâsetnâmelerden okuyoruz Oğlan devşirmeye memur olan zağarcı veya sekbanların kendi keyifleriyle işler yaptıklarını; kanunen bir oğlu olan zimmîden devşirme yapılamamasına rağmen, rüşvet alarak ve zulmen bu yola başvurduklarını; itiraz eden erkekleri ayaklarından ve kadınları da saçlarından astıklarını ve buna benzer ciddi hatalar yapıldığını Tarihçi Âli anlatmaktadır

İşte Yeniçeri Teşkilâtının iki önemli kaynağı bunlardı Bu iki kaynak suiistimal ile bozulunca Yeniçeri Teşkilâtı ve Devlet Teşkilâtı da bozulmuştu

Alıntı Yaparak Cevapla

Sorularla Osmanli

Eski 10-11-2012   #19
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Sorularla Osmanli



Sultân I Murâd’ı, çocuklarını, hanımlarını ve zamanında Osmanlı Devleti’nin genişleme alanlarını kısaca açıklar mısınız?

Osmanlı tarihinde I Murâd, Murâd Hüdâvendigâr ve Gazi Murâd Hüdâvendigâr adlarıyla anılan Sultân Murâd, 1326 (726 H) yılında dünyaya geldi ve 1362 Mart ayında 35-36 yaşlarında iken Osmanlı Padişahı olarak tahta geçti Hüdâvendigâr, hükümdar demektir ve sonradan o zaman Osmanlı Devleti’nin başşehri olan ve kendisinin de valilik yaptığı Bursa’ya da Hüdâvendigâr Sancağı adı verildi Seferlerine Ankara’nın yeniden fethiyle başlayan Sultân Murâd, 1362 Temmuz’unda Edirne’yi zabtetti ve kendisine yeni başşehir yaptı Bunu Balkanların önemli bir merkezi olan Filibe’nin fethi takip etti (1363) Osmanlı Devleti’nin Avrupa topraklarında bu ilerleyişi Hıristiyanları korkuttu ve Papa V Urbanus’un tahrikiyle Osmanlı Devleti ilk haçlı seferine maruz kaldı Ancak 60000 kişilik haçlı ordusu 10000 kişilik Hacı İlbeğ komutasındaki Osmanlı ordusunun yaptığı bir baskın sonucunda sındı ve tarihe Sırpsındığı zaferi olarak geçti (1363) Bunu Sırbistan’ın bir kısmı ile Bulgaristan’ın Osmanlı’ya ilhakı takip etti ve 1365 yılında da Dubrovnik (Raguza) ile ilk milletlerarası andlaşma imzalandı

1375’de Hamidoğulları sembolik bir bedelle topraklarının yarısını Osmanlıya terk etti ve böylece Germiyanoğlu ile Karamanoğlu arasına Osmanlı girmiş oldu 1383’de Candaroğulları Hamidoğullarının arkasından Osmanlı’yı metbû’ tanıyınca, Karaman oğulları rahatsız olmaya başladı ve 1386’da Osmanlı Karamanoğulları ihtilafı başladı

Her ne kadar, Sultân Murad’ın oğlu Şehzade Bâyezid kahramanca savaşarak Karaman oğullarını dağıtıp Yıldırım unvanını aldıysa da, bunu fırsat bilen Sırp Kralı Balkanlarda Osmanlı’nın üzerine yürüdü ve hatta Timurtaş Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunu bozguna uğrattı (Ploşnik Olayı, 1387) Bundan cesaret alan haçlı orduları, Sırpı ile Bulgari ile Ulahı ile, hep birlikte Osmanlı Devleti’nin aleyhinde ittifak ettiler ve Kosova’da 20 Haziran 1389 günü Osmanlı ordusu ile karşı karşıya geldiler Osmanlı ordusu, I Kosova Zaferi diye tarihe geçen zaferle haçlı ordularını yendi ve 500 yıl kadar sürecek olan Balkan Hakimiyetini başlatmış oldu Ancak bu güzellikler arasında, Miloş Obiliç adlı yaralı bir Sırp askeri tarafından Murâd Hüdâvendigâr hançerle vurularak şehid edildi (2061389) ve Bursa’ya nakledilerek kendi adına yaptırılan Cami haziresine gömüldü Osmanlı Devleti Balkanlara hâkim olmuş, Bulgaristan tamamen Osmanlı’nın eline geçerken Sırbistan’ın da önemli bir kısmı feth edilmişti 37 muharebede bizzat bulunan Sultân Murâd, 27 yıl içinde babasından aldığı mirası 5 kat artırarak 500000 km2’lik bir büyük devleti Osmanlı milletine miras bırakıyordu

Batılı tarihçilerin de itirafıyla, fethettiği topraklarda Ortodokslara, Katoliklere ve diğer din mensuplarına kendi dindaşlarından daha iyi davrandı Verdiği sözde durması hasebiyle dost düşman herkes tarafından sevilir hale geldi Devlet teşkilâtçılığında da zirvedeydi Her ne kadar yeniçeri teşkilâtı babası zamanında kurulmaya başlansa da, asıl yeniçeri ve acemi oğlanları teşkilâtlarını kuran ve geliştiren kendisi oldu İstanbul’u ilk kuşatan Osmanlı Padişahı da kendisiydi

Murâd Hüdâvendigâr’ı muvaffak eden sebeplerin başında onunla birlikte çalışan ehliyetli devlet adamlarını zikretmek gerekiyor Bunların başında, bir görüşe göre Sultân Murâd zamanında ihdas edilen kazaskerliğe ilk defa getirilen Çandarlı Halil Efendi’yi zikretmek gerekiyor Bu vazifeye gelir gelmez, Karamanlı Kara Rüstem’in de yardımıyla Maliye teşkilâtı tanzim edildi ve Sultân Orhan zamanında başlatılan Yeniçeri ve Acemioğlanları Teşkilatını bütün ayrıntılarıyla kurmaya muvaffak oldu 1372 yılında da Vezir oldu ve artık Halil Hayreddin Paşa diye anılmaya başlandı Diğer devlet adamları arasında ise, Halil Hayreddin Paşa’nın oğlu Ali Paşa’yı, yeniçeri ve acemi oğlan teşkilâtında büyük payı bulunan Timurtaş Paşa ve Lala Şahin Paşa’yı, kahramanlıkları ile meşhur Saruca Paşa, Evrenos Beğ, İne Beğ, Paşa Yiğit, Müstecap Subaşı ve Hacı İlbeğ’i zikretmek gerekmektedir

Asrındaki âlimlerden ise Aksaray’lı Cemâlüddin Muhammed bin Muhammed, Bursa kadılarından ve Kâdîzade-i Rumî’nin babası Mahmûd Bedreddin ve de Azerbaycan Kadısı unvanıyla meşhur Mevlânâ Burhânüddin’i zikretmek gerekmektedir

ZEVCELERİ:

1- Gülçiçek Hâtûn; Yıldırım Bâyezid’in ve Yahşi Bey’in Annesi

2-Marya Thamara Hâtûn; Bulgar Kralının kızı

3- Paşa Melek Hâtûn; Kızıl Murad bey’in kızı

4- Candar Oğullarından bir beyin kızı

5- Bulgar Beyinin kızı

ÇOCUKLARI:

1-Yıldırım Bâyezid

2-Ya’kub Çelebi

3- Savcı Bey

4- İbrahim Bey

5- Yahşi Bey

6- Halil Bey;

7- Özer Hâtûn;

8- Sultân Hâtûn

9- Nefise Melek Sultân Hâtûn

Osman Bey hakkında özet bilgi verir misiniz? Kaç hanımı, kaç çocuğu vardı ve zamanında mevcut olan büyük âlimler kimlerdi? Osmanlı toprakları onun zamanında ne kadar büyüdü?

Osman Bey, Osmanlı Devleti’ni ve Osmanoğullarını kuran ve adını devletine ve soyuna vermiş bulunan ilk Osmanlı Sultânıdır Kendisine Kara Osman, Fahruddin ve Mu’înüddin de denmiştir Osman Gâzî, hayatının sonuna kadar emîr yani bey olarak anılmıştır; vefatından sonra Hân ve Sultân denmiştir Çünkü hayatının sonlarına doğru uc beyi olmuştur

Osman Bey, 1258 tarihinde Söğüd’de veya Osmancık’da dünyaya geldi Babası Ertuğrul Gâzî ve annesi Halîme Hâtun’dur 24 yaşındayken babasının yerine geçti Osman Gâzî, önce Kastamonu’daki Çobanoğullarına, sonra da Kütahya’daki Germiyanoğullarına bağlı idi Onlar da Selçuklu Sultânına bağlıydılar İlk evliliği, 1280 civarında, Sultân Orhan’ın annesi ve Selçuklu vezirlerinden Ömer Abdülaziz Beyin kızı olan Mâl Hâtûn iledir 1289 yılına doğru Şeyh Edebali’nin kızı Rabî’a Bâlâ Hâtûn ile evlenince, nüfuzu ve kudreti arttı Bu hanımından da Şehzade Alâ’addin dünyaya geldi

1281 yılında babasının yerine aşiret beyi olan Osman Bey, bir görüşe göre, Selçuklu Sultânı II Gıyâseddin Mes’ûd’un 1284’de Söğüd ve çevresinin kendisine tahsis edildiğine dair olan fermanı ve yanında hediye ettiği ak sancak, tuğ ve mehterhane ile uc beyi olmuştur 1288 veya 1291 tarihinde Karacahisâr’ı fethetmesi ve Dursun Fakih’e kendi adına hutbe okutması, Osman Bey’in yarı istiklâlini kazanması demektir

Osman Gâzi’nin Bizans sınır şehirlerini birer birer fethetmesi üzerine telâşa düşen Bizanslılar onu ortadan kaldırmak için bir düğün vesilesiyle bir baskın hazırlarlar Baskına baskınla cevap veren Osman Bey, 1299 yılında Yarhisâr ve Bilecik’i fethetti ve beylik merkezini Bilecik’e nakletti ve fitneye sebep olan Yarhisâr Tekfurunun kızı Nilüfer’i (Holofura’yı) oğlu Orhan ile evlendirdi Bu tarih, daha önce açıklanan sebeplerle Osmanlı Devleti’nin kuruluş yılı kabul edildi 27 Ocak 1300’de Selçuklu Sultânı III A-lâ’addin Keykubad’ın saltanat alâmeti olan tabi, alem ve tuğu Osman Beye bir ile göndermesi ile artık Osman Bey müstakil bir uc beyi olmuştu 1301 yılında Bursa’ya yakın bir yerde Yenişehir’i kurdu ve saltanat merkezini buraya nakletti Bu arada bütün bu fetihlerde kendisine yardım edenleri de unutmadı ve kardeşi Gündüz Bey’e Eskişehir’i; oğlu Orhan Bey’e Sultânönü’nü; Hasan Alp’a Yarhisâr’ı; Şeyh Edebalı’ya Bilecik’i ve Turgut Alp’e İnegöl’ü verdi ve Edebalı’nın torunu Alâ’addin’i yanında götürdü 1308 yılında İlhanlı Hükümdarı Ahmed Gazan tarafından Selçuklu Devletine son verilince Osmanlı Devleti tamamen müstakil hale geldi 1313’de Harmankaya Hâkimi Köse Mihal Bey’in Müslüman olmasıyla Mekece, Akhisar ve Gölpazarı Osmanlının eline geçti 1320 yılından itibaren çevrede fazla görünmeyen Osman Bey, 1324 yılında beyliği oğlu Orhan Bey’e devretti 1324 yılı Şubat ayında Bursa’nın fethini görmeden 67 yaşında vefat eden Osman Bey, vasiyeti üzerine, geçici olarak gömülü bulunduğu Söğüd’den alınarak 25 yıl sonra 1326 yılında Bursa’daki Gümüş Künbed’e defn olunmuştur

Babasından 4800 km2 olarak aldığı toprakları 16000 km2’ye çıkaran Osman Bey’in Orhan ve Alâ’addin dışındaki çocukları şunlardır: Fatma Hâtûn, Savcı Bey, Melik Bey, Hamîd Bey, Pazarlı Bey ve Çoban Bey Bugünkü mülkî taksimata göre, Osman Bey zamanında Osmanoğullarının ülkesi, Bilecik, Eskişehir merkez, Sakarya’ya bağlı Geyve, Akyazı ve Hendek, Kütahya-Domaniç ve Bursa ilinin Mudanya, Yenişehir ve İnegöl ilçelerini kapsıyordu

Osman Bey zamanındaki büyük âlimler ve şeyhlerden bazılarını da hatırlatmakta yarar vardır: Âlimlerden en önemlileri Mevlânâ Şeyh Edebalı, Dursun Fakîh ve Hattâb bin Ebî Kasım Karahisârî’dir Maneviyât reislerinden ise, Şeyh Muhlis Baba, Şeyh Âşık Paşa, Şeyh Ulvân Çelebi, Şeyh Hasan Çelebi ve Baba İlyas mutlaka zikredilmelidir

Osmanlı Devleti’nde ilk kardeş katli olayının Osman Bey’in amcası Dündar’ı öldürmesiyle başladığı söylenmektedir Özellikle bu olayı açıklar mısınız?

Evvela bu olayın, Osmanlı tarihçileri tarafından meydana geldiği dahi ittifakla kabul, edilmeyen bir görüş olduğunu ifade etmek istiyoruz Zira idam hadisesi meydana geldiğinde, Amca Dündar Bey, 100 yaşına yaklaşmak üzereydi diyen tarihçiler vardır Ayrıca Dimitri Kantemir gibi bazı tarihçiler, Amca Dündar Bey’in Söğüd’e gelmeden vefat ettiğini belirtmektedirler Demek ki, böyle bir olayın vukuu dahi şüphelidir İbn-i Kemal gibi olayı nakleden tarihçiler, bu olaya olmuş gibi bakmamışlar ve sadece ’bazı râviler eder ki’ diyerek bir dedikoduya dikkat çekmişlerdir

Şayet çok zayıf bir ihtimal ile de olsa, bu olayın meydana geldiğini kabul etmemiz halinde, tarihçilerin nakline göre bu zayıf rivayet şöyledir:

Osman Bey devrinde, amcası Dündar Bey, aralarındaki saltanat kavgasının menfî tesirler göstermesinden, Dündar Bey’in Osman Bey aleyhinde faaliyetlerde bulunmasından ve nihayet İbn-i Kemal’in zayıf bir rivayeti naklederken verdiği bilgilere göre, Bilecik tekfurunun yakalanmasına fiilen engel olduğundan dolayı, bâği add edilerek idam edilmiştir Burada had suçu söz konusudur Zira devlete isyan mevzubahistir

1289 veya 1302 yılında meydana geldiği bazı tarihçiler tarafından zayıf bir rivayet olarak nakledilen bu olayda, Dündar Bey’in Bilecik ve Yarhisar Tekfurlarının, Osman Beyi öldürmek üzere tertip ettikleri plandan ve hileden haberdar olduğu ve Osman Bey’in karşı planla olayı bastırdıkdan sonra amcasını öldürdüğü nakl olunmaktadır Düzmece Mustafa olayı sebebiyle bir Yunan tarihçisinin kaleme aldığı şu satırlar, Osmanlı Hânedânındaki erkek evlâtların ne kadar merhametsiz bir şekilde, Bizans ve benzeri düşmanlar tarafından Osmanlı Devleti’ne karşı kullanıldıklarını açıkça göstermektedir:

"Akıllı Romalıların, giriştikleri bu işleri daha evvel Timur’un Bâyezid’le harb ettiği, onu yakaladığı ve ordusunu imha ederek onu mağlup ettiği zaman yapmaları zarureti vardı Şimdi değil; zira Türkler toparlandılar Orada o kadar akıllı ve cesur Roma İmparatorları gelip geçtiler ki, ne diyeyim?"

Yani Yunanlı tarihçi, neden Roma İmparatorlarının Düzmece Mustafa olayı gibi diğer Osmanlı çocuklarını da Osmanlı Devleti’nin aleyhine kullanamadılar diyerek, geçmiş İmparatorlar adına bir nevi hayıflanmaktadır Konunun asıl ayrıntılı izahını ise, Fâtih devri soruları içinde bulunan Kardeş Katli ile alakalı soruların cevabında yapacağız

Netice olarak, Dündar Bey olayının meydana gelmediği kanaatindeyiz Şayet gelmiş olsa dahi, eğer anlatılan olaylar doğru ise, zaten had cezası olarak idam cezasının verildiğini söylemek mümkündür

Osmanlı Devleti’nin manevî kurucularından olan ve kızını Osman Bey ile evlendiren Şeyh Edebalı kimdir?

Kaynaklarda Ede Şeyh diye de geçen bu maneviyât eri, Karaman’da dünyaya gelmiştir Asıl adının İmâdüddin Mustafa bin İbrahim bin İnac el-Kırşehrî olduğu bazı kaynaklarda yer almaktadır Hanefi hukukçusu Necmeddin Ez-Zâhidî’den fıkıh ilmini öğrenen Edebalı, sonradan Şam’a giderek oradaki âlimlerden İslâmî ilimler dersini tamamladı Şam’dan döndükten sonra kendisini tasavvufa veren Şeyh Edebalı, Bilecik’te bir zaviye kurdu ve halkı irşada başladı

İşte bu sırada âlimleri ve maneviyât erlerini çok seven Osman Bey ile tanıştı ve o-na dinî ve idarî konularda danışmanlık yaptı Bir seferinde Osman Bey, Şeyh Edebalı’nın zaviyesinde misafir kaldığında, herkesin dilden dile naklettiği ve bazı tarihçilerin de Ertuğrul Gâzî’ye isnad ettiği meşhur rüyasını görmüştür Bu rüyaya göre, Şeyhin koynundan çıkan bir ay Osman Gâzî’nin koynuna girer; aynı anda göbeğinde bir ağaç biter ve gölgesi bütün dünyaya yayılır; ağacın altından dağlar yükselir ve dağlardan da ırmaklar akmaya başlar Bu rüyasını Şeyh Edebalı’ya anlatan Osman Gâzî’ye Şeyh’in cevabı aynen şöyledir: "Hak Te’âlâ sana ve nesline padişahlık verecek Mübarek olsun Kızım da senin helâlin olacak"

Daha önce belirttiğimiz gibi, bazı kaynaklara göre, Şeyh Edebalı’nın Osman Gâzî ile evlendirdiği kızının adı, Mal Hâtun’dur Ancak Sultân Orhan’a ait bir vakfiyeden öğrendiğimize göre, Şeyh Edebalı’nın kızının adı Rabî’a Bâlâ Hâtun’dur Dolayısıyla Sultân Orhan’ın annesi, bir Selçuklu veziri olan Ömer Bey’in kızıdır Şeyh Edebalı’nın kızı Bâlâ Hâtun’un oğlu ise Şehzade Alâ’addin’dir

Şeyh Edebalı, Vefâiyye tarikatına mensuptur ve aynı zamanda Anadolu Ahilerinin reislerindendir Vefâilik ise, Şâzelî Tarikatının bir koludur Bektaşi veya Haydarî tarikatı ile hiç bir ilgisi yoktur Bektaşi menkıbelerine dayanarak böyle bir irtibat kurmak yanlıştır Osmanlı Devleti’nin ilk kadı ve müftüsüdür demek daha doğrudur Zira Dursun Fakih, Şeyh’in talebesidir ve Osmanlı Devleti’nin ikinci kadısıdır Çandarlı Kara Halil’in de bu zatın talebeleri arasında bulunduğu söylenmektedir Netice olarak, Şeyh Edebalı’nın Bektaşilik veya Alevîlikle ilgisi yoktur

Şeyh Edebalı 1326 veya 1327 yılında Bilecik’te vefat etmiştir Belgelerden öğrendiğimize göre, son zamanlarında kızı ve torunu Alâ’addin Bey ile Bilecik’te oturan Şeyh Edebalı’ya Kozağaç Köyünün vergi gelirleri tahsis edilmiş ve kızı Rabî’a Bâlâ Hâtûn da burayı vakfetmiştir Bilecik’te Şeyh Edebalı Zaviyesinde türbesi olup burada Osman Gâzî’nin hanımı ile birlikte Edebalı’nın hanımı, Şeyh Edebalı, Dursun Fakih, zamanının büyüklerinden Molla Hattab-ı Karahisarî, Şeyh Muhlis Baba ve Şeyh Edebalı’nın bazı yakınları defn olunmuşlardır

Osmanlıların kuruluş ve gelişmesinde, özellikle Wittek’in üzerinde durduğu maneviyât erenlerinin yani Gâziyân-ı Rum, Âhiyân-ı Rum, Bâcıyân-ı Rum ve Abdalân-ı Rum’un etkileri hakkında neler biliyoruz?

Osmanlı Devleti’nin ulu çınarı, medrese, cami ve tekke üçlüsünden aldığı iman suyu ile büyümüş ve 600 sene hayatiyetini devam ettirmiştir Bu üçlü, liyakatli âmirler ve ilmiyle amel eden âlim ve meşâyıhların da desteğiyle, tasavvuf vasıtasıyla, İslâm âleminin içinde kudsî bir rabıta olan kardeşliğin inkişâfına ve gelişmesine en önemli sebep olmuşlardır Gerçekten küfür âleminin ve Hıristiyan dünyasının sinsî siyâsetleri ile İslâmiyet’in güneşini söndürmek için vâki olan müthiş hücumlarını, üç mühim ve sarsılmaz kale olan medrese, cami ve tekke üçlüsü koruyabilmiştir

Bu sebepledir ki, Osmanlı ulu çınarı kendi zamanında Osman Bey’in koskoca Bizans İmparatorluğu karşısındaki fetih ve zaferlerinin arkasında, Alp Gündüz, Gazi Rahman, Akça Koca ve Köse Mihal gibi büyük gaziler kadar, İslâm âleminin değişik bölgelerinden ve özellikle Horasan’dan gelen erenlerin yani Sadreddin Konevî’ler, Mevlânâ Celâleddin Rûmîler, Dursun Fakih’ler, Şeyh Edebali’ler, Ahi Evran’lar ve Şeyh Baba İlyas’ların bulunduğunu başta Osman Bey olmak üzere bütün Osmanlı Padişahları görmüş ve hissetmiştir Sultân Orhan Gâzî’nin Bursa’yı fethedip Rumeli’ye yönelişinde, elbette ki Lala Şahin ve Hayreddin Paşa’lar kadar Molla Davud-ı Kayserî’lerin, Çandarlı Kara Halil’lerin, Karaca Ahmed’lerin ve Geyikli Baba’ların da payları vardır Sultân Murâd Hüdâvendigâr Kosova’da şehâmet destanları yazarken, yanında cihâd eden Gâzî Evrenos’lara, Kutlu Beğlere, Kara Timurtaş ve Hacı İl Begi’ne dayandığı kadar, Molla Muhammed Cemâlüddin Aksarayî’lere, Molla Fenarî’lere, Koca Efendi’lere ve Şeyh Hacı Bektaş Velilere de dayanmış ve onlardan manevî imdâd taleb eylemiştir Ve nihayet Hıristiyan âleminin korkulu rüyası Sultân Yıldırım Bâyezid Niğbolu Zaferini kazanırken, Ali Paşalar ve Timurtaş Paşalar kadar, Şeyh Hâmid bin Musa Kayserî’ler, Emir Sultân denen Şeyh Şemseddin Muhammed Buhârî’ler, Şeyh Abdurrahman-ı Erzincânî’ler, Tapduk Emre’ler, Yunus Emre’ler, Şeyh Kutbuddin İznikî’ler, Hacı Bayram Veli’ler ve Molla Şemseddin Fenarî’lerden manevi yardımlar almıştır

İşte Âşıkpaşa-zâde, bu maneviyât erenlerinden Anadolu’da bulunan büyük ve müstakil teşkilâtlar tarzında bahsetmektedir ki, bunlar sırasıyla şunlardır:

A) Gâziyân-ı Rum = Gâzîler ve Alpler: Daha evvel Türk toplumlarında Alpler diye bilinen bu mana ve madde kahramanları, Türkler Müslüman oldukdan sonra Gazi unvanıyla anılır olmuşlardır Anadolu Selçuklularının yer yer Alp unvanını kullanmaya devam ettikleri anlaşılmaktadır Bunlarla kastedilen, vatan, millet ve din uğruna canlarını ve mallarını feda eden erler, ordu ve şehirlerdeki belli sınıf kahramanlardır Bunlara re’îs’ül-fityân, ayyârların başı veya sipâhsâlâr-ı gâziyân da denmektedir

B) Âhiyân-ı Rum: Anadolu Ahileri: Ahî teşkilâtı, fütüvvet teşkilâtının Türkler tarafından geliştirilen ve özellikle Anadolu’da yayılmış bulunan bir şeklidir Moğol istilası ve bazı iç isyanlar sebebiyle Müslüman Türklerin birliği bozulmuş ve halk önemli ölçüde tedirgin olmuştu İşte böyle bir buhran döneminde halkı birbirine sevdiren ve yeniden birliği kuran manevî liderler ortaya çıkmıştır Mevlâna, Yunus Emre ve Ahî Evran da bunların ileri gelenleridir Ahi Evran esnafın birlik ve beraberliğini, zaviye ve tekkeleri birer meslek kuruluşları haline getirerek bu görevi ifa etmiştir Müslüman Türkler, genellikle bekâr gençlerden san’at ve meslek sahibi olanların bir araya gelerek kendilerine reis tayin ettikleri şahsa ahi adını vermişler ve bu cemiyete de eskiden olduğu gibi fütüvvet demişlerdir Şu anda Kırşehir’de medfûn olan Ahi Evran (1306 yılına kadar hayatta olduğu sanılmaktadır), ahlakla san’atın ahenkli bir birleşimi olan ahi teşkilâtını kurmuş ve o denli itibarlı bir hale getirmiştir ki, bu durum yüz yıllar süresince bütün esnaf ve san’atkârlara yön vermiştir Osman Gâzî, kılıcını ahi usulüne göre kuşanmış ve Orhan Gâzî ise ahiliğin önemli bir savunucusu olmuştur Kısaca "ahilik millî bir birlik olup, gayretleri neticesinde Osmanlı Devleti gibi büyük bir devlet ortaya çıkmıştır"

Fütüvetnâmelerden öğrendiğimize göre, bunların da toplantı yerleri tekke ve zaviyelerdir 740 maddeyi bulan fütüvvet nizâmnâmeleri vardır Zaviyeler bir merkezde toplanmıştır Her meslek erbabının bir ahi baba denen reisi mevcuttur Bu reisin başkanlığında bütün üyeler, çalışma esaslarını, giyimlerini ve hareket tarzlarını teşkilâtın nizâmlarına uydurmak mecburiyetindedirler Reislerine şeyh veya ihtiyar da derler Kısaca Asya’dan gelen san’atkâr ve tüccar Türkler’in, Ön Asya’daki yerliler karşısında tutunabilmeleri ve beraber yaşayabilmeleri, ancak aralarında bir teşkilât kurarak dayanışma sağlamalarıyla mümkündü İşte bu zaruret, dinî ahlâkî kaideleri Fütüvvetnâmelerde zaten mevcut olan bir esnaf ve san’atkârlar kaynaşma ve kontrol teşkilâtının yani ahiliğin kurulması sonucunu doğurdu

C) Bâcıyân-ı Rum: Bu tabir ile uc beyliklerindeki Türkmen kabilelerinin cengâver hanımları kasdedilebileceği gibi, hanımlara ait tekke mensupları da kasdedilmiş olabilir

D) Abdalân-ı Rum: Bunlara biz Horasan Erenleri de diyoruz Osmanlı kaynaklarında zikredilen abdal ve baba lakabını taşıyan ve ilk Osmanlı sultanlarıyla beraber harblere katılan tahta kılıçlı ve cezbeli dervişler bu gruba girdiği gibi, cevabın başında zikredilen maneviyât erenleri de bu gruba girmektedir Bu tabiri, Bektaşi Babaları veya Alevî Dedeleri diye açıklamak, Osmanlı tarihini bilmemek olur Zira, mesela Şakâık’da, Osmanlı Devleti’nin kuruluş safhasında, kimlerin etkili oldukları, bunların İslâmi eserleri ve şahsiyetleri hakkında ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır

Kısaca bu dört teşkilât Osmanlı Devleti’nin kısa zamanda kurulmasında ve maddi-manevî açılardan fethedilen toprakların ihya olunmasında çok etkili rol oynamışlardır

Osmanlı Devleti, Bizans’ın bir kopyası mıdır? Bizans devlet müesseselerinin Osmanlı devlet müesseselerine etkisi varmıdır?

Bu iddia, tamamen, Batılı olan Busbecq gibi seyyahların, Rambaud ve Gibbons gibi tarihçilerin, tıpkı İslâm Hukukunun Roma Hukukunun aynen devamı olduğuna dair iddialarda bulunan Müsteşrikler gibi, ileri sürdükleri, delilden mahrum bir iddiadır Maalesef, bütün Osmanlı hukuk sistemi ve devlet teşkilâtı ile ilgili arşiv belgeleri, bu iddiaların tamamen hayalî ve esassız olduklarını ispat ettikleri ve Fuad Köprülü gibi araştırmacılar da, ileri sürülen bütün iddiaları, satır satır delillerle çürüttükleri halde, Avrupalı bazı tarihçilerin iddialarını sürdüren bazı tarihçilerimiz ve bilim adamlarımız hâlâ bulunmaktadır Bu sebeple, kısa da olsa, meseleyi özetlemekte yarar vardır Konu ile ilgili daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenleri, Osmanlı müesseselerinin, Bizans müesseselerinin bir taklidi olmayıp, kendi geleneği içinde geliştiğini gösteren ve peşin hükümlerle değil, sağlam bir tarih metoduyla ve ilmî delillerle bunu ispat eden Fuad Köprü-lü’nün Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Te’siri adlı eserine; III Ahmed’in fermanıyla kaleme alınan, sadece bu soruya cevap veren ve Osmanlı Kanunnâmeleri adlı eserimizin 11 Cildinde neşredilecek olan Kanun-ı Teşrifat ve Teşkilât adlı Kanunnâmeye havale ediyoruz

Böyle bir iddiayı ileri atanların en büyük delilleri, Fâtih’in Kanunnâmesindeki bazı hükümlerin Bizans Hukukundan adapte edilmiş olması; Anadolu-Rumeli Beylikleri ikilisinin, Kazaskerliğin, Defterdarlığın ve hatta Padişahların her hafta İstanbul’daki camilerden birine gitmesinin bile Bizans’tan taklid edildiği şeklindeki hayali sözlerdir Bu iddialara karşı özetle şunları söylemek icab etmektedir:

A) Osmanlı Devleti, Müslüman bir devlettir Dolayısıyla bu devletin hukuk, idare ve kısaca bütün müesseselerinde İslâm’ın esasları etkili olmuştur Osmanlı Devleti’nin teşkilâtında iki önemli etki söz konusudur Birincisi, İslâm Dininin esasları ve Müslüman devletlerin tesiri Buna misâl olarak Abbasî Devletini zikredebiliriz İkincisi, eski Türk Devlet teşkilâtı İslâm’ın esaslarına aykırı olmayan hususlar, Türk Devletlerinde aynen korunmuştur

Osmanlı Devleti’nin örnek aldığı devlet, çeşitli milletlerin elinde gelişip büyüyen İslâm Devletidir Bilindiği üzere, her şeyde olduğu gibi siyasî, hukukî ve askerî bir teşkilât olan devletin gelişmesinde de tedrîcilik esastır Her şey gibi İslâm devleti de basitten daha mükemmele doğru gelişmiştir Hz Peygamber kendi devrinde yasama, yürütme ve yargının başıdır İlk yazılı anayasayı kendisi hazırladığı gibi, ihtiyaçlara göre devlet teşkilâtını da kurabilmiştir Kur’ân’ı ve önemli belgeleri kaleme alan vahiy kâtiplerinin tesbiti, kendisine danışmanlık yapan kimselerin tayin edilmesi, vergi tahsili için âmillerin (vergi memurlarının) çevreye gönderilmesi, belli merkezlere kadı tayini yapılması ve benzeri hususlar, Asr-ı Sa’âdette de önemli bir devlet teşkilâtının bulunduğunu göstermektedir

Hz Ömer zamanında devletin malî ve askerî meselelerinin yürütülmesi için, Sasânî devletinde bulunan divan sisteminin benimsenmesi, İslâm devlet teşkilâtında önemli bir gelişme olmuştur Eski Türk kurultay ananesinin de tesiriyle, bütün Müslüman Türk Devletlerinde devlet merkezinde bulunan ve devletin işlerini birinci derecede görmeye yetkili kılınan bir divan, daima bulunmuştur

İdarî teşkilâtın oturması Abbasîlerde mümkün olmuştur Abbasî Devletinin idarî teşkilâtı, kendisinden sonraki bütün İslâm devletlerini ve özellikle de Osmanlı Devleti’ni ciddi manada etkilemiştir Bazı ifade değişiklikleri dışında, Divan-ı Hümâyûn’un da, Kazaskerlik müessesesinin de, eyâlet sisteminin de, başta Abbasî Devleti olmak üzere Müslüman devletlerden alındığı kesindir

B) İslâm Hukuku, Kur’ân ve Sünnet’in esaslarına aykırı olmamak şartıyla, diğer devletlerin idarî teşkilâtlarının ve askerî-malî kanunlarının Müslüman devletler tarafından alınmasında beis görmemiştir Selmân-ı Fârisi’nin tavsiyesi üzerine Divan sisteminin Sasanîlerden alınması ve Hz Ömer’in İran’daki bazı vergilerin, mahiyetleri şer-i hükümlere aykırı olmamak şartıyla aynen bırakılmasını emretmesi bunun en müşahhas misâlidir Nitekim İslâm Hukukunun kaynaklarından biri de, Şerâ’il Men Kablenâ yani eski hukuk sistemleridir Bu manada, Osmanlı Devleti’nin Bizans’a ait muhâberât sisteminden yararlanmış olması; sorguçlar, solaklar ve peykler gibi bazı giyim ve protokol kurallarının Bizans’tan ilham alınarak düzenlenmiş bulunması; Sırbistan’ı fethettiklerinde, "mirî arazi üzerindeki madenlerin işletme esasları ülü’l-emr tarafından tanzim olunur" şer’î hükmüne uyularak, eski Sırp Kanunlarının tadil edilerek kabul edilmesi, hep bu esasların bir meyvesidir Bu uygulamalar, Osmanlı Devleti’nin hukuk ve devlet teşkilâtını Bizans’tan aynen aldığı manasına da gelmemektedir

Özellikle bazı örfî vergilerin Bizans yahut bir başka devletten alınması ise, İslâm’ın esaslarına uymak şartıyla, İslâm Hukuku tarafından caiz görülmektedir Kaldı ki, bu iktibas iddiaları da doğru değildir Hele hele öşür vergisinin Bizans’tan alındığını iddia etmek, İslâm Hukukundan haberdar olmamak demektir

C) Bizans’tan gelmesi İse, ( ve zaten daha İslâmlaşmış hail diyet ciddi manada etkilenmiştir Ancak kendini yenilediği, Bizans veya başka bir devlette gördüğü yeni bir müesseseyi tadil ederek kabul ettiği de bir gerçektir Eğer Nizâm’ül-Mülk’ün Siyâsetnâmesi ile Uzunçarşılı’nın Osmanlı Devlet Teşkilâtı ile alakalı eserlerini mukayese ederseniz, bu söylenenlerin ne derece doğru olduğunu daha rahat anlayabilirsiniz

Mesela, Osmanlı Devleti’nin asırlarca en mühim devlet organı olan Divan-ı Hümâyûn, Abbasîler’den itibaren Anadolu Selçuklularına kadar bütün Müslüman devletlerinde bulunan Divan’ların devamıdır; eğer İslâm hukuku eserleri incelenirse, vezâret-i tefvîz makamının sadece isim değişikliğiyle Osmanlı Devleti’ndeki sadrazamlık makamı olduğu hemen anlaşılacaktır En çok itiraz edilen ve Bizans’tan alındığı iddia edilen iki beylerbeyilik usulünü ise, Anadolu Selçuklularında, Memlüklüler’de ve Altınordu Devleti’nde de olduğunu söylemek yeterlidir Merak edenleri, Kalkaşandî’nin Subh’ül-A’şâ’sına havale ediyoruz

Nihayet hukuk sistemi ile ilgili olarak da şunları söylemek yerinde olacaktır: Osmanlı Devleti, İslâm hukukunu tatbik hususunda diğer Müslüman Türk Devletlerinden farklı bir yol izlememiştir İslâm Hukukunun açıkça hüküm vaz’ ettiği alanlarda fıkıh kitaplarındaki Hanefi görüşleri esas alınarak uygulamaya gidilmiştir İslâm Hukukuna muhalif bir görüşü uygulamak şöyle dursun, Hanefi mezhebine aykırı görüşleri uygulamayı bile çok ciddi şekil şartlarına bağlamıştır Ancak İslâm Hukukunun yüksek otoriteye (ülü’l-emre) içi boş yasama yetkisi tanıdığı sahalarda, belli bir yasama formalitesini takip ederek örfî hukuk diye bilinen kanunnâmeleri de tanzim etmişlerdir "Allah’ın kullarının maslahatlarını şer’ ve kanun üzere" görmüşler, bütün hukukî anlaşmazlıkları "şer’-i şerif ve kanun üzere ahkâm-ı şerife" vererek halletmişlerdir Zaten Mültek’al-Ebhur 1648 ve 1687 tarihli fermanlarla Osmanlı Devleti’nin resmî hukuk kodu olarak kabul edilmiştir

Kısaca, Osmanlı Devleti müesseselerinin, İstanbul’un fethinden sonra yeni baştan tertip ve tanzim edildiğini söylemek, tarihî vakıalara terstir Fâtih Kanunnâmesi de, Bizans’tan etkilenerek hazırlanmış bir Kanunnâme değil; belki o zamana kadar uygulana gelen kanun hükümlerinin resmi bir şekilde tedvîn edilmiş bir halidir Fâtih devrinde Osmanlı Devleti’nin hukuk sistemi veya müesseseleri köklü bir değişikliğe tabi olmamıştır

Yapılan incelemeler, Bizans müesseselerinin Osmanlı müesseselerine etki etmediğini göstermektedir Alay ve efendi gibi bazı tabirlerin yahut bazı giyim tarzlarının Bizans’tan gelmesi ise, daha önce aktardığımız İslâm Hukuku kuralına dayanmaktadır ve zaten daha önceki dönemlerde geçmiştir Öyleyse, Osmanlı Devleti’ni Bizans’ın İslâmlaşmış hali diye takdim etmek, tarihi bilmemek demektir

Alıntı Yaparak Cevapla

Sorularla Osmanli

Eski 10-11-2012   #20
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Sorularla Osmanli



Osmanlı Devleti’nde savaş esas mıdır? Bu devlet harp ile mi gelişmiştir? Böyle bir anlayış İslâm’ın manasına uygun mudur? Osmanlı fetih politikasının hukukî esasları nelerdir?

Bu sorunun cevabını verebilmek için, Osmanlı Hukukunda harbin yani cihadın tarifini ve sebeplerini özetlemek gerekir Hukukî yönünü ortaya koyduktan sonra, tarihî olaylarla meseleyi izah etmek daha kolay olacaktır

Osmanlı Hukukunda gaza, cihad ve kıtal gibi kelimelerle ifade edilen harb, değişik şekillerde tarif edilmiştir Allah yolunda can, mal, dil ve diğer vasıtalarla savaşmak ve bu uğurda elinden geleni yapmak şeklindeki tarif cihadın umumî tarifidir Harbin karşılığı olan cihâd ise, İslâm’a davet ve bu daveti kabul etmeyenlerle savaş diye tanımlanmıştır Bu manada harp, normal zamanlarda Müslüman toplumun dinî görevidir (farz-ı kifâye); düşman İslâm ülkesine hücum ettiği zamanlarda ise savaşa ehil her Müslümanın zaruri görevi haline (farz-ı ayn) gelir Bu gibi durumlarda nefîr-i âmm (umumî seferberlik) dinî ve zarurî bir görevdir

Harbin gayesi ile ilgili olarak şunlar söylenebilir: Bilindiği gibi Osmanlı devleti (umumî manâda), vatan ve ırk gibi maddî değerler üzerine değil, manevî değerler ve bütün insanlığın iki dünya mutluluğunu temin etme mefkuresi üzerine kurulmuş bir devlettir Bu manâda Osmanlı Devleti’nin cihaddan gayesi, bütün insanları zorla Müslüman etmek değildir Amaç, isteyenlerin İslâm’a girmelerini, istemeyenlerin ise İslâm’ın hâkimiyeti altında huzur ve refah içinde yaşamalarını temindir Bu yüce gayeye ulaşmak için, son başvurulacak çare cihaddır Hz Peygamber’in şu hadisi bunu gayet güzel açıklamaktadır: "Ey insanlar! Düşmanla karşılaşıp savaşmayı arzu etmeyin Allah’tan afiyet ve huzur dileyin Düşmanla karşılaşınca da, sabır ve sebat gösterin ve bilin ki, cennet, kılıçların gölgesi altındadır" Kısaca cihadın gayesi, netice itibariyle sulhdur ve tevhid inancının düsturları ile insanlığı daimi bir barışa davettir

Osmanlı Hukukunda meşru addedilen harplerin gerekçelerini şu haller teşkil eder:

1) İ’lây-ı kelimetullâh veya fî sebilillâh cihâd dedikleri, Allah’ın kelâmını ve dinini yüceltmek için Allah yolunda yapılan savaştır Bunun içine, aşağıda belirtilen usule riayet etmek şartıyla, İslâm’ın bütün insanlara anlatılması ve davetin dünyadaki herkese yapılması gayesi girdiği gibi, İbn-i Kemal’in yerinde ifadesiyle, saf İslâm inancının sapık inançlardan ve mezheplerden korunması da girmektedir Nitekim Yavuz’un İran’a karşı ilan ettiği savaş, son sebebe dayanmaktadır Özellikle yükselme döneminde bazı harplerin, İslâm’ın davetini yaymak için yapıldığını ifade etmek gerekmektedir İnsanları zorla Müslüman yapmak için savaş yapılmadığı ortadadır Ölçü şu âyetlerdir: "Fitne ortadan kalkıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın Eğer vazgeçerler ise, bilin ki, düşmanlık ancak zâlimlere karşıdır"; "Dinde ikrah ve icbar yoktur" Osmanlı Padişahlarının fethettikleri toprakları, cizye ve haraç vermek şartıyla tekrar eski Hıristiyan idarecilere teslim etmesi, bu dediklerimizin en büyük delilidir Bu konuda Halil İnalcık Hocamızın Balkanlardaki fetih politikası ile ilgili makalelerine bakılabilir

2) Düşmanın İslâm toprağını istila etmesi veya tahammül edilemez bir şekilde hareket etmesi halinde, müdafaa harbi yapmak gerekir Müdafaa, can, aile, din veya vatan için olabilir Bunu kısaca nefsi müdafaa diye özetlemek mümkündür Zaten cihada müsaade eden Kur’ân âyeti de buna dikkat çekmektedir: "Artık saldırıya uğrayan mü’miniere zulmediidiği için cihada izin verildi" Buna en güzel misâl şu olaydır: II Murad, tamamen sulha taraftar olarak, murahhaslarını barış antlaşmasını imzalamak üzere Segedin’e göndermiş idi Kendisi oğlu Mehmed’i tahta oturtarak Manisa’ya çekilir çekilmez, Papa’nın tahrikiyle II Murad’dan kendileri barış isteyen Macarlar ve Sırplar yeniden haçlı orduları teşkil ederek Osmanlı Devleti’ne hücum etmişlerdir Bunu bilinen II Kosova Meydan Muharebesi takip etmiştir Kısaca Osmanlı Devleti’nin yaptığı harplerin önemli bir kısmı, müdafaa harbi niteliğindedir Kanuni zamanında yapılan Belgrad ve Mohaç seferlerinin sebepleri ise, düşmanın yapılan andlaşmanın şartlarını tek taraflı olarak iptal yoluna gitmeleridir

3) Gayr-i müslim bir ülkede azınlık halinde bulunan Müslümanların yardım istemeleri de meşru bir harbin gerekçesini teşkil eder Buna biz, İslâm’ın davetini emniyet altına almak ve bu davete icabet etmek isteyen güçsüz ve zayıf kimselere destek olmak da diyebiliriz Kısaca insanî sebepler de demek mümkündür Mesela Rodos’un fethi orada bulunan 5-6 bin kadar Müslümana zulüm yapılması ve hatta yerli ahaliye bile zulmedilmesidir Gerçekten buradaki Müslümanları, Hıristiyan idareciler, adada esir tutmuşlar; gündüz boyunları bukağıda ve gece ise ayakları zincirde işkenceli bir hayata mecbur etmişlerdir İbn-i Kemal, Mohaç Seferinin sebeplerinden biri olarak Macar Valilerinin ahaliye yaptıkları zulmü göstermektedir Nitekim gayr-i müslim tarihçiler dahi, Bizans’ın zulmünden dolayı çok sayıda Hıristiyan re’âyânın Osmanlı askerinden yardım istediğini açıkça ifade etmektedirler

4) Münafıkları, dinden dönenleri, İslâm’ın kesin emirlerini (zekât gibi) inkâr edenleri, isyancıları ve andlaşmayı bozanları cezalandırma gayesi de meşru’ bir harbin gerekçeleridir Osmanlı Devleti’nin Anadolu Beylikleri ve Celâlî isyanları ile ilgili bütün askerî hareketleri bu manada harbe girmektedir Gerçekten Osmanlı tarihini inceleyenler, mesela Karamanoğullarının, Osmanlı orduları Bizans’ı veya bir başka gayr-i müslim devleti mağlup edeceği çok kritik zamanlarda, ordunun Avrupa’da bulunmasından yararlanarak, Bursa gibi Müslüman bir şehri defalarca yakıp yıktıklarını çok iyi hatırlayacaktır Mesela Yıldırım Bâyezid, tam İstanbul’u muhasara altına almışken, Karamanoğlunun Osmanlı topraklarına girmesi üzerine muhasarayı terk ederek Anadolu’ya geçmek mecburiyetinde kalmıştır

Osmanlı Hukukçuları düşman şahıslara göre harbi dörde ayırmışlardır:

A) Gayr i müslimlerle yapılan savaş

B) Mürtedlerle yapılan savaş İslâm Dinini terk edenlere mürted veya ehl-i ridde denilir Bunlara karşı silaha müracaat etmeden önce, şüpheleri izale edilerek İslâm’a dönmeleri için gayret gösterilir Bu işleme istitâbe denir Vazgeçmezlerse savaş ilân edilir

C) Bâğilere (isyancılara) karşı yapılan savaş Mevcut bir nizâma isyan eden âsiler, sulh yolu ile itaat etmezlerse, savaş ilân edilir Osmanlı hanedanı arasındaki savaşlar ile isyancıları bastırma hareketleri (Celâlî isyanları) bu gruba girmektedir

D) Muhariplere yani milletlerarası haydut ve korsanlara karşı yapılan harpler Yol kesme suçlarını işleyenlere karşı savaş ilân edilebileceğini Kur’ân açıklamaktadır

Bizi burada asıl ilgilendiren birinci harp çeşididir Diğerlerinin kendilerine mahsus bazı hükümleri vardır Hususî hükümlerin dışında genel harp hükümleri tatbik edilir

İslâm hukukunun ortaya çıktığı dönemlerde, insanî esaslarla bağdaşan bir harp kanunu ne Sâsanilerde, ne Romalılarda ve ne de başka bir millette mevcuttu İnsanî esasları temel kabul eden İslâm orduları ve özellikle de Osmanlı orduları, meşru olan harp kanunlarını çok ciddi bir şekilde uygulaya gelmişlerdir Başkasının malına müdahale etmeme yasağını çiğneyen bazı Sırp asıllı askerleri hemen idam ettiren I Murad Hüdâvendigâr’ın bu hali, yüzlerce misâllerden biridir

Cihadın ilânı, İslâm hukukunun emrettiği muamelelerin ifası demektir Bu muameleler şunlardır: Savaşa başlamadan önce gayr-i müslimler mutlaka İslâm’a davet edilmeli, aksi takdirde savaş yapılacağı ihtar edilmelidir Ayrıca düşman gayr-i müslimler, eğer zimmî olabilecek grupdan iseler, İslâm’ı kabul etmemeleri halinde cizye vererek, İslâm devletinin hâkimiyeti altına girmeleri teklif edilir Bu iki teklife müsbet cevap alınamadığı takdirde fiilen harp başlar Nitekim Petervaradin’in fethinden evvel, Kur’ân ve Sünnetin emrine uyularak sulh içinde itaatleri istenmiş ve İbn-i Kemal’in kaydına göre isyan ve zulümde inad edince cihad ilan edilmiştir Osmanlı tarihleri, her Savaş Öncesi, "Kötülüğü en güzel bir şekilde bertaraf ediniz" hadisi ve "Rabb’inin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et" âyetinin emirlerine uyulduğunu açıkça beyan etmektedirler Bu dediğimiz hususu, Batılı tarihçiler de kabul etmektedirler Mesela Alman Tarihçi Lies aynen şunu söylemektedir: "Rum ve Acem ülkeleri feth edilince, Müslüman ordular bu ülkelerin insanlarını, İslâm ile kılıç arasında değil, İslâm ile cizye arasında serbest bırakmışlardır Bu husus methe layıktır"

Kısaca Osmanlı Devleti’nin kuvvetle değil davetle yayıldığını ve diğer milletlerle o-lan savaşlarının, yukarıda zikredilen sebeplerle meydana geldiğini görüyoruz Osmanlı Devleti’nin 400 atlı ile birden bire cihan devleti oluşunun izahı da sorumuzun cevabını teşkil etmektedir

1999 yılı neden Osmanlı Devleti’nin (700) Yıldönümüdür? Osmanlı Devleti’nin 1299 yılında kurulduğu kesin midir?

Osmanlı tarih kaynaklarının bu konuda iki ayrı nakilleri bulunmaktadır: 1) Hicrî 699 yılını esas alan görüştür Ancak 699 yılının hangi ayıdır? Elimizdeki bazı kaynaklar, 4 Cemâzîyelûlâ 699 tarihini vermektedirler ki, Miladi karşılığı 27 Ocak 1300 etmektedir ve Sultân Abdülhamid Hân’ın tesbit ettirdiği tarih de budur Osmanlı Maârif Nezâreti, İstiklâl-i Osmânînin tam gününü tesbit etmek üzere, konuyu 28 Kânun-ı Sâni 1329 tarihli tezkire ile Tarih-i Osmanî Encümeni Başkanlığına havale eylemiştir Encümenin görevlendirdiği tarihçi Efdalüddin konuyu bütün kaynaklardan araştırmış ve bazı sonuçlara ulaştıktan sonra bu tarih yani 4 Cemâziyelûlâ 699/27 Ocak 1300 tarihi istiklâl kazanılan gün olarak kutlanmaya başlanmıştır

Her ne kadar Osmanlı Beyliğinin bağımsızlığına alâmet olacak bazı olaylar daha önce meydana gelmişse de -688/1288-1289’de tabi ve alemin gelmesi gibi-, ancak tarihçilerin çoğunluğu 699 yılı üzerinde ittifak halindedirler Bu yıl içinde Osman Bey’e tabi, alem ve tuğ gibi saltanat alametlerini gönderen Anadolu Selçuklu Sultânı Sultân III Alâ’addin Keykubad’ın Gazan Han tarafından azl ve hapsedilmesi üzerine, Selçuklu Devleti fiilen sona ermiş ve uç gazileri (Serhad Ümerâsı) de bir araya gelerek Osman Gâzî’yi saltanat tahtına oturtmuşlardır El öpülerek bî’atın yapıldığı bu merasimin günü, Osmanlı Devleti’nin istiklâl günü olarak kabul edilmelidir Ancak bu gün hangi gündür?

Bu günün Cemâziyelûlâ 699/27 Ocak 1300 olduğuna dair elimizde bulunan tek resmi belge, sadece 1263/1847 tarihli Sâlnâme’dir Salnamenin bu bilgiyi nereden aldığı bütün araştırmalara rağmen elde edilememiştir Bu resmi kaynaktan başka günü belirten vesika bulunmadığına göre, doğru olanın 4 Cemâziyelûlâ 699/27 Ocak 1300 tarihi olduğudur ve netice olarak Osmanlı Devleti’nin 700 Yılı, 1999 değil 2000 yılıdır

Bu izahlara göre, Cumhuriyet dönemi tarihçilerinin bu zamana kadar nakl ede geldikleri 1299 yılı, sadece merasim gününün 699 yılının ilk üç ayında yani Muharrem, Safer ve Rebiülevvel aylarında olması halinde doğru olabilecektir Buna dair bir kaynak veya belge yoktur Ancak kutlamalar, sembolik şeyler olması hasebiyle, bu ince ayrıntıda boğulmaya gerek yoktur,

2) Hicrî 700 yani 1300 yılını esas kabul eden görüştür Burada ay yoktur ve hatta Tarihçi Âli, bu tarihin, her yüzyılda bir müceddid geleceğini ifade eden hadisin manasına Osman Gâzi’nin mâsadak olması için böyle bir yola başvurulduğunu açıkça ifade etmektedir Gerçekten Lütfi Paşa’ya göre, Osman Bey, 8 Hicrî yüzyılın müceddididir

Osmanlıların şeceresi (soy ağacı) ile ilgili kısaca bilgi verebilir misiniz? Osmanlı’ların Türk olmadıkları söylentileri ve Ertuğrul Gâzî’nin babasının Süleyman Şah mı yoksa Gündüz Alp mi olduğuna dair görüş ayrılıkları konusunda neler biliyoruz?

Her iki konu da bazı batılı tarihçiler tarafından tartışılmış ise de, son yapılan ilmî araştırmalar ve de ortaya çıkan bazı Osmanlı sikkeleri, problemi hemen hemen çözmüş bulunmaktadır Şöyle ki:

Birinci konuda, başta Gibbons olmak üzere bazı batılı yazarlar, Osmanlı Devle-ti’ni kuran Osmanlı Hanedanının aslen Türk olmadıklarını, belki Moğol neslinden olabileçeklerini ileri sürmüşler ve hatta bazı tarihçiler, Müslümanlıklarının dahi Anadolu’ya geldikten sonra gerçekleştiğini söyleyecek kadar ileri gitmişlerdir Ancak bu manada söylenenler, sadece menkıbe kabilinden bazı olayların, çok zorlamalarla yorumundan ibaret olduğunu, yerli ve yabancı bilim adamları ortaya koymuşlardır

Şurası açıktır ki, Oğuz boyunun Gün, Ay ve Yıldız Hanlarından meydana gelen kollarına Bozoklar denmektedir; Gün Han’ın Kayı, Bayat, Elkaevli ve Karaevli ismiyle dört boyu bulunmaktadır Sağlam ve kudret sahibi demek olan Kayı Boyunun sembolü (ongun) şahindir ve Osmanlılar da Kayı Boyundandırlar Osmanlı Devleti’ni kuran ve ona adını veren Osman Bey’in ve babası Ertuğrul Gâzî’nin, ne kadar küçük olursa olsun, Kayılara mensup bir aşiretin başında bulunduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz Bunun dışında, Kayıların Hz Adem’e kadar giden şecereleri ile ilgili izahlar, sadece menkıbevî kıymete haizdirler Tarihen sabit olmadığı gibi, bütün şecerelerin de birbirini tutmadığı açıkça görülür Hatta bazı kaynaklarda, Osmanlıların soyu, Hz Peygamber’e bile isnâd olunmaktadır Bunların ilmî değerleri yoktur

Eskiden beri Oğuzların bir şubesi olan Kayılar, diğer Oğuz boylarının göç hareketlerine benzer şekilde, Selçuklular zamanında doğudan batıya ve nihayet Anadolu’ya göç etmeye başlamışlardır Bu dediklerimizi, Yazıcıoğlu’nun Selçuknâmesi, İdris-i Bitlisî’nin Heşt Behişt’i ve Şükrullah’ın Behcet’üt-Tevârîh’i gibi ilk dönem kaynakları da ifade etmektedir

Dolayısıyla Osmanlılar Türk’türler; ancak büyük devlet olmalarını, sadece kendi kavimlerinden verasetle aldıkları kuvvet ve kudrete değil, aynı zamanda İslâm’dan aldıkları ve Osmanlı adı altında aynı pota altında eritmeye muvaffak oldukları din ve dünya görüşüne borçludurlar Bu sebeple, Fuad Köprülü’nün Gibbons’a ait görüşün tenkidine yüzde yüz katılırken, aynı yazarın Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda söz ettiği İslâm Milleti veya tarihî ifadesiyle Osmanlı Milleti izahını yabana atmak da mümkün değildir Sözün özünü Ahmed Cevdet Paşa söylemiştir:

"Devlet-i Aliyye, başlangıçta, her ne kadar bir küçük hükümet şeklinde idi; lakin Türklüğe mahsus olan üstün sıfatlar ile İslâmî şecâ’at ve dindarlığı kendisinde toplamış bir kabile olduğundan, kendisinde İslâm milletinin birliğine vesile olmak gibi bir kabiliyet vardı Bu Devlet-i Aliyye, diğer devletler gibi, imtiyazlı bir toplum içinden ortaya çıkıp da hazır millet ve memleket bulmuş bir devlet değildi; belki yeni topraklar feth ederek, kendine yer edinmiş ve teşkil ettiği Osmanlı Milleti dahi, dilleri farklı, tavır ve ahlakları ayrı ayrı çeşitli milletlerin en güzel edeb ve tavırlarından seçilmiş üstün ve güzel bir topluluktur Bunların dedeleri de, çok eski zamanlardan beri Türkistan’da dahi han ve sultan olarak el-hakk asîl ve soylu bir Türk hanedanıdır"

İkinci konuya yani Ertuğrul Gâzî’nin babası meselesine gelince, Osman Bey’in babasının Ertuğrul Gâzî olduğu, ortaya çıkan Osman Bey’e ait bir sikkeyle ve kaynakların ittifakı ile kesinlik kazanmıştır Ancak Ertuğrul Gâzî’nin babası konusunda farklı görüşler bulunmaktadır Meşhur olan birinci rivayet, ilk dönem tarih kaynaklarının çoğunun ve hatta elimizdeki şecerelerin ifadesine göre Süleyman Şah’dır Ahmed Cevdet Paşa ve benzeri bir çok son dönem tarihçileri de bunu ifade etmişlerdir Ancak doğru olan, Ertuğrul’un babasının Gündüz Alp olduğu şeklindeki ikinci görüştür Zira Enverî’nin Düstûr-nâme’si ve Tevkil Mehmed Paşa’nın Tarihi gibi önemli Osmanlı kaynakları bunu ifade ettiği gibi, ilim adamları tarafından son zamanlarda bulunan "Osman bin Ertuğrul bin Gündüz Alp" şeklindeki bir sikke de açıkça bu görüşü teyit etmektedir Bilindiği gibi Süleyman Şah, Anadolu Fâtihi ve Türkiye Selçuklu Devletinin kurucusu ve ilk sultânı olması hasebiyle, onun isminden kalan bir hatıra olarak zikredilmesi kuvvetle muhtemeldir Ertuğrul Gâzî’nin annesinin ise, şu anda Domaniç’de medfûn bulunan Hayme Ana olduğu ifade edilmektedir II Abdülhamid’in emriyle türbe yapılmıştır Klasik nakillere göre, daha evvel İran’da Manan denilen yerde Süleyman Şah idaresinde yaşayan Kayılar, Moğol istilasının etkisiyle Anadolu’ya ve Ahlat’a gelmişler; oradan da Mardin’e 250 km kadar güney-batıda yer alan Caber Kalesi yakınında Fırat nehrini geçmeye çalışırken, Süleyman Şah’ın boğulması üzerine kollara ayrılarak Anadolu’ya yayılmışlardır Caber Kalesi yanındaki bu menkıbevî mezar, hâlâ Türk Mezarı diye bilinmektedir ve toprağı Türkiye Cumhuriyetine aittir Gündüz Alp’in kabrinin Ankara yakınlarında olduğu ve gerçekten Süleyman Şah’ın oğlu Selçuklu Sultânı I Kılıçarslan’ın da tarihî Türk Mezarına yakın bir yerde Dicle’nin Habur koluna düşerek vefat ettiği nakilleri nazara alındığında, bu önemli hatıraların tesiriyle Süleyman Şah adının Seiçukoğuiiarmdan Osmanoğullarına geçişin bir sembolü olduğu düşünülebilir

Osmanlılar, 400 atlı diye ifade edilen küçük bir aşiret olmalarına rağmen, Koca Bizans’a karşı, Karamanoğulları ve Germiyanoğulları gibi büyük Anadolu beylikleri varken nasıl karşı koyup cihan devleti haline geldiler? Aşiretten cihan devletinin çıkmasını ne ile izah edebiliriz?

Osmanlı Devleti’nin kuruluşu üzerinde, özellikle 20 Yüzyılın başında yerli ve yabancı araştırmacılar çokça durmuşlar ve 400 atlıdan cihan devletine geçişin sırlarını araştırmışlardır Fuad Köprülü’nün ve H A Gibbons’un aynı adı taşıyan Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu adlı eserleri, bunlara misâl olarak zikredilebilir Bu görüşleri bir iki cümle ile özetledikten sonra kendi kanaatimizi zikredeceğiz

A) Bu konuda Gibbons’un başını çektiği bir nazariyeye göre, Osmanlılar, ancak Balkanlardaki fetihlerden sonra Anadolu’daki topraklarını genişletebilmişlerdir Balkanlardaki fetihleri, tahrip ve yağma maksadıyla yapılmış bir akın değildir, belki planlı bir yerleşmedir Buraya kadar doğrulara tercüman olan Gibbons, daha sonra Osmanlı aşiretinin küçük bir aşiret olduğunu; hatta Moğolların elinden kaçtıktan sonra Anadolu’ya gelişlerinde Müslüman olmuş olabileceklerini; yeni Müslüman olmanın heyecanıyla gayr-i müslimleri de zorla İslâmlaştırdıklarını; aslında kendi nüfuslarının az olduğunu, ancak dine dayanan yeni bir Osmanlı ırkı meydana getirerek yerli Rumları da yanlarına aldıklarını; harb esirlerinin İslâm’ı kabul etmesinin onlar için imtiyaz olduğunu ve kısaca Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu yeni bir dinle yeni bir ırk ortaya çıkarmaya borçlu bulunduğunu açıklamaktadır Bu görüş daha sonra gelen tarihçiler tarafından, özellikle Fuad Köprülü tarafından şiddetle tenkit edilmiştir

B) P VVittek, Osmanlı Devleti’nin tam bir gazi devlet özelliğini taşıdığını, teşkil ettiği uc kültürü ile Osmanlıların fethedilen yerler halkına tam bir müsamaha içinde yaklaştıklarını ve bunun da kaynaşmayı kolaylaştırdığını ifade etmektedir

C) F Giese ise, Gibbons’u şiddetle tenkit ettikten sonra, Osmanlının kuruluşunun maneviyat erenlerinin gayretiyle mümkün olduğunu ve ahilerin rolünün asla inkâr edilemeyeceğini açıklamaktadır

D) Balkan tarihçileri, başta Iorga olmak üzere, Osmanlı Devleti’nin vahdetçi ve muhafazakâr tavrı sebebiyle, Bizans’ın anarşi ve terör havasından bıkmış köylü ve askerlerinin (akritoi), kültür, din ve medeniyet konusundaki devamlılığı da müşahede edince, düşünmeden ve kitleler halinde Osmanlı’ya teslim olduklarını açıkça beyan etmişlerdir

E) Bütün bu görüşleri yazdığı önemli eseriyle tahkik ve tenkit eden Fuad Köprülü, Gibbons’un Osmanlı Aşiretinin önemsiz bir aşiret olduğu görüşü ile yeni ihtida iddiasını haklı sebeplerle reddederken, Osmanlı Devleti’nin tamamen dinî sebeplerle olan yükseliş tarzına, bazen aşırıya varan tarzda itiraz etmektedir Fuad Köprülü, bütün meseleyi, Ahlat’tan Domaniç’e gelen Ertuğrul Bey ve neslinin insan yapısına bağlamaya çalışmaktadır Bu arada Ahilerin Giese tarafından ifade edilen kuruluştaki rollerini mübalağalı bulmaktadır Köprülü, kuruluşda, Moğolların baskısı sonucu Anadolu’ya göç eden Türkmenlerin gaza ruhu ile Bizans topraklarını Dâr’ül-İslâm yapmak üzere gayretlerinin; Selçuklu Devletinin zaafa düşmesi ve Anadolu Beyliklerinin kurulması gibi bu dönemde meydana gelen büyük siyasi olayların; Türklerin sahip olduğu etnik özelliklerin; Osmanlı kabilesinin asil oluşunun; Anadolu’da oluşan Gâziyân-ı Rum, Âhiyân-ı Rum, Bâciyân-ı Rum ve Abdalân-ı Rum gibi askerî, sosyal ve iktisadî grupların; nihayet Osmanlı Beyliğinin bulunduğu yerin jeopolitik durumunun; diğer beyliklerin Osmanlı Beyliğine karşı hasmâne tutum içine girmemelerinin ve benzeri sebeplerin, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ve inkişâfında önemli rolleri olduğunu uzun uzadıya açıklamaktadır Fuad Köprülü’nün gaza ruhunun ve i’lây-ı kelimetullah gayesinin bu konudaki rolünü küçümsediği kanaatindeyiz

F) Bu arada son zamanlardaki görüşleri de özetleyen Halil İnalcık, Balkanlarda Osmanlı’nın yayılışının tamamıyla muhafazakâr bir karakter taşıdığını, ânî bir fetih ve yerleşme mevzubahis olamayacağını, eski Rum, Sırp ve Arnavut asil sınıfları ve askerî zümrelerinin (voynuklar ve lagatorlar gibi) yerlerinde bırakılarak mühim bir kısmının Hıristiyan tımar erleri olarak Osmanlı tımar kadrosuna sokulduğunu, delilleriyle anlatmaktadır Osmanlı Devleti’nin hiçbir zaman İslâmlaştırma politikası gütmediği şeklindeki görüşün ise, kısmen yanlış anlaşıldığı kanaatindeyiz

Bütün bu görüşleri değerlendirdiğimizde, problemin İslâm’ın fetih ve harble ilgili hükümlerinin incelemeden meseleye yaklaşmak olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz Zikredilen sebeplerin elbette ki Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda büyük etkileri olduğunu, ancak asıl mesele Osmanlıların devlet kurma ve idare etmedeki ilahi kabiliyetlerinin yanında, doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e layık doğruluğu yaşamaları ve ilk fetih yıllarında İslâm’a olan bağlılıklarının tam olarak devam etmesidir Çünkü şu Müslüman Türk Devletinin bir zamanlar, bütün Avrupa’nın büyük devletlerine karşı hayatını ve varlığını devam ettiren, devletin ordusundaki Kur’ân’dan alınan şu fikirdir: "Ben ölsem şehidim, öldürsem gaziyim" Gerçekten Kosova muharebesine çıkan Murad Hüdavendigar, "Yârab! beni din yolunda şehid, ah ir ette said et" demiş ve istediği olmuştur Bu ruh ile şahlanan şanlı ecdadımız, şevk ile ve aşk ile ölümün yüzüne gülerek bakmış; daima Avrupa’yı titretmiştir Merak edenlere sormak istiyorum; şu dünyada basit fikirli ve saf kalpli olan genç askerlerin ruhunda öyle manevi ve yüksek fedakarlığa sebebiyet verecek hangi şey gösterilebilir? Hangi duygu bu manevî değerlerin yerlerine ikame edilebilir?

Bu iman ve idealin istikametinde yürüyen "devlet-i ebed-müddet" asırlarca dört kıt’aya hükmetmiştir ve medeniyet götürmüştür Bu şanlı tarihin temelinin nasıl atıldığını ise, 1071’de Malazgirt’te konuşan ve sesi tarihin derinliklerinden bize akseden Alparslan’dan dinleyelim: "Din ve devlet yolunda sırf Allah rızası için savaşacağız Eğer şehid düşersem vurulduğum yere gömünüz, bir adım geriye bile değil hükümdar olarak değil, bir er gibi din ve devlet için dövüşeceğim" Bu sesi duyan ve bu ruhla Osmanlı Devletini kuran Osman Bey de ölüm döşeğinde aynı ruhu oğlu Orhan’a da aşılamaktadır "Oğlum, mesleğimiz Allah yoludur Kuru kavga değildir"

Tarih bize gösteriyor ki, biz Müslüman Türkler, ne derece mânevi değerlerimize bağlanmış isek ilerlemişiz Ne vakit manevî değerlerimizden uzak kalmışsak, gerilemi-şizdir ve düşmanlar bizi can damarımızdan vurmuşlardır Bilesiniz ki, düşman bizi hiçbir zaman açık savaşta yenememiştir Daima tehlikeyi, kurtuluş reçetesi olarak göstererek bizi içimizden hançerlemiştir Bir milletin maddî bataryaları ne kadar modern silahlarla mücehhez olursa olsun ve o millet isterse imparatorluk seviyesine yükselsin, manevî bataryaları boş olduğu müddetçe yıkılmaya mahkumdur

Hamaset gibi görülen bu cümleler, aslında Gibbons’un, VVittek’in ve Giese’nin hissedip de ifade edemedikleri duygular olduğu kanaatini taşıyoruz Bu genel girişten sonra bazı hususları ifade edeceğiz

a) Osmanlıların hem Allah’ın kendilerine ihsan ettiği etnik özellikleri ve hem de bulundukları mevkiin her açıdan fetih ruhuna uygun olması, kuruluş ve gelişmelerinde mühim rol oynamıştır

b) Bu arada kendilerine düşman olan Bizans’ın yıkılma noktasına gelmesi, kendini iktisadî açıdan devam ettirebilmesi için vergi ve idare açısından kendi vatandaşlarına zulmetmesi, Bizanslılar, Sırplar ve Bulgarların Ortodoks olmaları hasebiyle, bazen Avrupa’dan destek yerine köstekle karşılaşmaları, elbette ki yukarıda zikredilen sebepleri destekleyen etkenler olmuştur

c) Ancak yerli ve yabancı tarihçilerin Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve gelişmesini etkileyen haller olarak açıkladıkları sebeplerin, aslında Osmanlı Devleti’nin doğru bir şekilde İslâm Hukukunun hükümlerini uygulamalarıdır şeklinde özetlemek daha doğru olsa gerektir kanaatindeyiz

-Osmanlı Devleti’nin din hürriyeti konusundaki müsamahası, İslâm Hukukundaki din hürriyeti prensibinin aynıyla uygulanmasıdır Bir İslâm ülkesinde vatandaşlığa kabul edilen zimmîlerin, dinlerine müdahale edilmesi ve hele İslâm’a girmeye zorlanması mümkün değildir Ancak Müslüman olması ile, Müslümanlara ait bazı imtiyazlı haklar (mesela vali, sancak beyi ve hatta sadrazam olabilme hakları) elde etmesi, elbette ki, Osmanlıların bu tutumunu gören gayr-i müslimlerde olumlu etkiler yapmıştır Gâzî Mihaller ve benzeri Hıristiyan asıllı kahramanlar bunun neticesidir Dolayısıyla Osmanlılar, zorla İslâmlaştırmamışlardır; ancak i’lây-ı kelimetullah diye ifade edilen İslâm’ı yayma gayesinden asla taviz vermemişlerdir Yerli halk, bu müsamahayı ve Hıristiyanlığı yok etme gibi planlarının olmadığını görünce, Osmanlıya ve İslâm’a kitleler halinde girdikleri olmuştur

- Bilindiği gibi, İslâmiyet, gayr-i müslimlere sadrazamlık, valilik, sancakbeylik, belli yerlerde kadılık ve devlet başkanlığı gibi görevlerin dışında (vezâret-i tefvîz manasını taşıyan görevler), diğer vazifelerin verilmesinde (vezâret-i tenfîz manasını taşıyan görevler, tımar eri, subaşı, gayr-i müslimlere kadılık) sakınca görmemiştir Osmanlılar kuruluş döneminde bu prensibi eksiksiz uygulamışlardır Bu sebeple Sırplar, Bulgarlar ve diğer Balkan milletleri, voynuk, lagator ve martoloslar adı altında askerî ve idarî görevlerde istihdam edildikleri gibi, kendilerine tımar ve ze’âmet de verilmesi ihmal edilmemiştir

- Osmanlı Devleti, İslâm’a aykırı olmayan ve ama insanlığa yararlı olan müesseselerin ve kanunların, başka dinlere ve milletlere ait olsa da, iktibas edilmesinde veya vatandaş olan gayr-i müslim tebaanın kendi inanç ve âdetleriyle başbaşa bırakılmasında hiçbir mahzur görmemiştir Bu sebeple, bazı tarihçilerin ifade ettiği uc kültürü, zaten Müslüman Türk kültürünün bir parçasıdır Sonradan buna riayet edilmediyse, bu, sonrakilerin hatasıdır

- Bütün bunlara maneviyât erenlerinin gayretleri de ilave edilince, yedi düvele karşı cihad yürüten Osmanlı Devleti’ni durdurmak mümkün olmamıştır Meseleye böyle bakmak gerekir kanaatindeyiz

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.