Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Forum İslam > İslami Genel Konular

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
adamları, bilim, islamda, islamiyet, müslüman, müslümanlık

İslam'da Bilim Ve Müslüman Bilim Adamları İslamiyet &Amp; Müslümanlık

Eski 09-08-2012   #16
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam'da Bilim Ve Müslüman Bilim Adamları İslamiyet &Amp; Müslümanlık



ABDULFETTAH EBU ĞUDDE(1920-2002) KISA HAYATI
1917'de Suriye'nin Halep şehrinde doğan Abdülfettah Ebu Gudde Hocaefendi, ilk öğrenimini Halep'te, orta öğrenimini Hüsrev aşa Medresesi'nde tamamladı 1948 yılında el-Ezher'in Şeria Fakültesi'ni bitirdi EI-Ezher'in Arap Dili ve Edebiyatı Fakültesi'nde "Eğitim Metodolojisi" üzerine ihtisas yaptı 1961 yılında Şam Üniversitesi Şeria Fakültesi'nde öğretim üyeliğine başladı 1965 yılında Suudi Arabistan Riyad Şeria Fakültesi'ne intikal etti 1966 yılında Suriye'ye döndüğünde Baasçılar tarafından hapsedildi Bir yıl hapiste kaldı Şeria Fakültesi'nde on yıl profesör unvanıyla Hadis, Hadis Usûlü ve Fıkıh Usûlü dersleri verdi Öğretim üyeliği yanında Hadis, Hadis Usûlü, Kuran İlimleri, Fıkıh, Fıkıh Usûlü, Akaid, Tasawwuf, Arap Dili ve Edebiyatı, Tarih, Teracim (Bibliyografya) Eğitim ve Öğretim Metodlarıyla ilgili 70'den fazla te'lif veya tahkik eseri neşretti Uluslararası pekçok konferansa katıldı İlmi tebliğler sundu 16 Şubat 1997'de Riyad'da vefat etti Allah Rahmet etsin (Amin)
--------------------------------------

ŞAHSİYETİ
Şewwal 1417,16 Şubat 1997 Pazar Esefle, alemle, acıyla dolu bir gün Bugün İslâm âleminde bir benzeri daha bulunmayan büyük bir âlimi, değerli bir zatı, kıymetli bir şahsiyeti kaybettik Büyük muhaddis, fakûı, edîb, hatip, ilim, fıkir ve dâva adamı ,edeb, ahlâk ve fazilet timsali muhterem Abdülfettah Ebu Gudde Hocaefendi'yi kaybettik

O hakikaten Peygamber vârisi olan mübarek âlimlerden biriydi Onun şahsmda Peygamberimiz (sav)'in "Alimler Peygamberlerin varisleridir" hadis-i şerifinin tecelli ettiğini görüyorduk O Peygamber varisi bir âlimin müstesna vasıf ve hususiyetlerini taşıyordu
Elbette Halid bin Velid gibi değerli bir sahabînin neslinden gelen bir zata yaraşan da bu idi Allah'ın kılıcı, cesur, kahraman ve yiğit sahabinin böyle mübarek, muhterem ve mücahid torunu olacaktı Rabbine kavuşan bu değerli âlimi, bu salih zatı, bu mübarek şahsiyeti bu duygularla rahmetle anıyor, hayatı, ilmî şahsiyeti ve eserlerini zikrederek rahmete nail olmak istiyoruz
Mükemmel bir alim
Günümüzde Müslüman gençlik, dört dörtlük bir İslâm âlimi görmek ve tanımak istiyor Karşısında tarihte olduğu gibi her yönüyle mükemmel olan "hakikî âlim" görmek istiyor Hani gençlerimiz haksız da değiller

İslam alimi, ilim adamı olduğu kadar, dâvâ adamı olmalıdır Araştırmacı ruha sahip olduğu gibi İslâmî yaşayışı ve takvasıyla da örnek olmalıdır Hem tavizsiz bir şahsiyet, hem de itidal sahibi bir zat olmalıdır Dünya ve ahiret dengesini kurabilen, ihlasli ve çalışkan, şuurlu ve cihad ruhlu, tek kelimeyle sahabe-i kiram misali olmalıdır Zamanımızda böyle mükemmel İslâm âlimleri yok değil, ama sayılan az Dün ülkemizde ve İslam âleminde böyle değerli âlimler çoktu, ama bugün geçmişe göre maalesef mahrumiyet içindeyiz Akademisyenlerden, ilim adamlarından pekçoğu takva ve ihlastan mahrum Takva erbabından pekçoğu ise ilmi araştırma va incelemelere pek değer vermemekte İlimle takvayı birleştiren âlimlerimiz ise pek fazla değil Muhterem M Emin Saraç hocamızın derslerinde sık sık tekrar ettiği bir cümle vardır: "Siz talihsiz bir zamanda dünyaya geldiniz Siz her şeyi nümûne olan hakikî âlimlere yetişemediniz Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, Muhammed Zahid el-Kevserî Efendi, Ali Haydar Efendi, Ömer Nasuhî Efendi, Gümülcineli Mustafa Efendi, Bekir Haki Efendi, Mahmud Sami Efendi; Ali Yekta Efendi, Fuat Efendi ve diğerleri ne mübârek zatlardı!:

İşte Abdülfettah Ebu Gudde Hocaefendi kendisinde ilimle takvayı birleştiren mübarek bir âlimdi Değerli İslam Alimi Ebu'l-Hasen en-Nedvi onun hakkında: `İlimlerdeki çeşitliliği, ilmî dirayeti isabetli görüşleri ve himmetinin yüceliği ile selef âlimlerinin hatırası, rabbani, mürebbi âlim' ifadelerini kullanmaktadır
Hadis, Fıkıh ve Edebiyat üstadı
İslâmi ilimlerin hemen her birinde (Hadis, Hadis Usulü, Kuran ilimleri, Fıkıh, Fıkıh Usûlü, Akaid, Tasavvuf, Arap Dili ve Edebiyatı vs) söz sahibi idi Ancak onun asıl ihtisas alam "Hadis ve Hadis Usulü" idi Eserlerinin çoğu Hadis, Hadis Usulü, Cerh ve Ta'dil, Teracim gibi hadis ilimlerinde idi O kelimenin tam anlamıyla "Muhaddis" idi Hem de dünyada şu anda benzeri pek az bulunan muhaddislerden biriydi Türkiye, Suudi Arabistan, Suriye, Mısır, Irak, Fas, Yemen, Pakistan ve Hindistan'da kendisinden ders ve icazet aldığı yüzü aşkın hocaları arasında Muhammed Zahid el-Kevserî, Ahmed Muhammed Şakir, Abdülvehhab Buharî, Ahmed bSıddık el-Gumarî, Muhammed Ragıb et-Tabbah gibi muhaddisler çoğunluktaydı

Ancak Üstad Ebu Gudde hadisle fıkhı birleştirmişti Ahkam hadislerini şerh etmedeki mahareti bunun açık delili idi Hem Hanefi, hem Şafii fıkhını tahsil etmişti Fıkıh'ta hocaları arasında Ahmed Fehmi Ebu Sünne, Mustafa Ahmed ezzerka, Mahmud Şeltut, İsa el-Beyanuni, Muhammed Hıdır Huseyn, Yusuf ed-Dicvi gibi meşhur âlimler bulunuyordu Hocası Mustafa ez-Zerka Ebu Gudde'nin Fıkıh istîdadını keşfetmiş ve onu Suriye'de Fıkıh Ansiklopedisi hazırlamakla görevlendirmişti Tahkik ettiği eserler arasında fıkhî eserler önemli bir yer tutuyordu O aynı zamanda değerli bir fıkıh ve fıkıh usûlü âlimi idi Aliyyü'l-Kari (ö11014)'nin Fethu Babi'l-lnaye kitabı ile İmam Karafi (ö1684)nin el-İlham kitabının tahkiki, üstadın fıkıhtaki üstün melekesini açıkça ortaya koymaktadır

Üstad Ebu Gudde (37 yıl hizmetinde bulunan seçkin talebesi Muhammed Avvame'nin ifadesiyle): Arap Dili ve Edebiyatı'nda "hüccet" (otorite) şahsiyet idi Sarf, Nahiv; Belagat ilimlerinde mütehassıs idi Derin ilimle edebi kabiliyeti bir arada toplaması ile bize İmam Evzai'yi hatırlatıyordu Kelimeleri bir edîb ve şair edasıyla yerli yerinde kullanırdı İlmi vukufiyet ve edebi inceliklerle dolu tatlı bir hitabet üslubu vardı

Alimlere hürmetkardı Abdülfettah Ebu Gudde Hocaefendi İslâm âlimlerine karşı son derece hürmetkâr, vefakâr, sonsuz takdir ve minnet duyan bir kimse idi Zarif ilmî tenkitler dışında âlimlere hata nisbet etmekten, âlimler hakkında basit ve aşağdayıcı ifadeler kullanmaktan son derece sakınırdı Kendisine bir defasında İmam-ı Azam'a nisbet edilen "Dar'ı-Harbde faiz alınabilir" şeklindeki ictihad hakkındaki görüşü sorulmuştu Bu babda imameynin kavlinin tercih edildiğini söylemiş, "Bu ictihad İmam Ebû Hanîfe rahmetullahi aleyh'in bir ecir kazandığı ictihadlardandır' şeklinde latif ve mânâlı bir ifade ile cevap vermiş, müctehidlerin hata ettiklerinde bir ecre nail olacaklan gerçeğine işaret etmişti

Çilekeş bir dava adamı Konuşmaları canlı ve dinamik idi Selef Alimleri, İslam Davası, İslam Gençliği konulan en çok işlediği konulardı Suriye parlamentosunda bir müddet milletvekili olarak bulunmuş, cesaretli tavırları, korkusuz konuşmaları, açıksözlülüğü, geniş ufku ve isabetli görüşleriyle tanınmıştı İslâm dâvâsına ihlasla bağlılığı sebebiyle Baasçılar tarafından birçok ilim, fikir ve dâvâ adamıyla birlikte hapsedilmiş, Tedmür Hapishanesi'nde bir yıl tutuklu olmuştu Hayatının büyük bir bölümünü (30 yılını) gurbet diyarında devamlı Suriye mercîleri tarafından takibat altında tutulma tedirginliği içerisinde geçirmiş, bir müddet Suriye Müslüman Kardeşler Teşkilatı'nın İrşad Başkanlığı'nı üstlenmişti O Hasan el-Benna ideâlinin ihlaslı bir neferiydi
Bütün bu çile ve sıkıntı dolu zor şartlar altında bile İslâm dâvâsına hizmeti canla başla yürütmüş, ilim adamliğı yanısıra fikir, dâvâ ve aksiyon adamı olarak yılmadan ve usanmadan çalışmıştı Üstad Ebu Gudde ilmî tarafsızlığa özen gösteren, objektif ve tutarlı ifadelerle daima gerçekleri söyleyip yazan başarılı bir akademisyen, gerçek bir ilim adamı idi Ama kendisini sadece kitaplara veren, sadece kitaba gömülen, çevresinden ve içinde bulunduğu toplumdan habersiz yaşayan biri değildi O dünyadaki İslâmî cemaatlerle, İslâmî hareketlerle, İslâmî çalışmalarla yakından ilgilenirdi Türkiye Müslümanları'nın son otuz yılda yeniden İslâm davasına sahip çıkmaları onu çok sevindiriyor, Türkiye'deki İslâmî, ilmi, kültürel, siyasi ve sosyal çalışmaları gönülden destekliyordu İslami cemaatler, cemiyetler, meşrepler ve guruplar arasında yapıcı ve birleştirici görüşleri nakleder, yıkıcı ve ihtilafı körükleyici görüşlere asla itibar etmezdi Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi'nin "Düzenli olan batıl, düzensiz olan hakka galip gelir" ifadesini sık sık tekrar eder, Müslümanlar'ın savundukları gerçeklerin müesseseleşmesi, hayata geçirilmesi ve yeniden cihan hakimiyetinin kazanılması için canla başla çalışmaları gerektiğini anlatırdı Allah mağfiret etsin Ve ondan razı olsun ( Amin ) - DR HALİL İBRAHİM KUTLAY

--------------------------------------

ESERLERİ
Abdülfettah Ebu Gudde Hocaefendi bir kısmı te'lif, bir kısmı tahkik olmak üzere 70 küsur eser bırakmıştır

Tahkik ettigi eserlerden bazıları şunlardır:

Kavaid Fi Ulumi'l-Hadis:
Hindistan âlimlerinden Zafer Ahmed el-Usmanî etTehanevî (öl 1394 h)nin "İ'lâü's-Sünen" isimli 18 ciltlik eserinin mukaddimesi olan bu eser Hanefi Hadis Usûlü konusunda son derece faydalı bir eserdir Riyad 1984 tarihli 5 baskısı 553 sayfadır Türkçe'ye tercüme edilmiştir

Zaferu'l-Emani:
Seyyid eş-şerîf el-Cürcanî (öl 816)'nin Hadis Usûlü konusundaki "Muhtasar" adlı kitabının Abdülhayy el-Leknevî (öl 1304) tarafından yapılan degerli bir şerhidir Beyrut 1996 tarihli 3 baskısı 804 sayfadır

el-Menanı'l-Münif:
İbn Kayyim el-Cevziyye (öl 751)nin hadislerin metin tenkidi esasları könusunda çok faydalı bir eseri olup Halep 1982 2 baskısı 224 sayfadır

Risaletü'l-Müsterşidin:
Haris el-Muhasibî (öl 243)nin tasawwufla ilgili eseri olup selef ulemâsının, gerçek zühd ve takvâ erbâbının tasavvufi düşüncelerini ihtivâ eden eserin Kahire 1982 tarihli 4 baskısı 219 sayfadır

Fethu Babi'l Inaye:
Sadru'ş-Şeria el-Mahbubî (öl 747)nin "Nükaye" isimli değerli eserinin Aliyyü'I-Kari (öl 1014) tarafından yapılan şerhi olan bu kitap, diğer Hanefi fıkıh kitaplarından fıkhî delilleri ve hadislerin tahricini zikretmesiyle ayrılan kıymetli bir eserdir İlk cildin Halep 1967 tarihli 1 baskısı 299 sayfadır Diger ciltleri henüz basılmamıştır

el-Masnu' fi ma'rifeti'l-hadisi'l-mavdu':
Aliyyül-Karî (öl 1014 h)nin mevzû (uydurma) olduğuna ittifak edilen hadisleri topladığı bu eser Ebu Gudde Hocaefendi'nin tahkikıyla bir kat daha güzelleşmiştir Eserin ilim camiasındaki diğer adı "el-Mevdüatü's-Sugra"dır, Kahire 1984 tarihli 4 baskısı 343 sayfadır

et-Tasrih bima tevatere fi nûzuli'l-Mesih:
Muhammed Enver şah el-Keşmîd (öl 1352)nin kıyamete yakın Hz İsâ Aleyhisselâm'ın yeryüzüne ineceğine dair varid olan hadis-i şeriflerin "Mütevatir" olduğunu isbat ettigi bu eser, konusundaki en ciddî eserlerden biridir Beyrut 1981 3baskı fihristleriyle beraber 373 sayfadır

er-Raf'u ve't-Takmil:
İmam Abdülhay el-Leknevî'nin hadis ilimlerinden Cerh ve Ta'dîl ilmi hakkında yazdığı eserin geniş açıklamalarla yapılan tahkîki olup hadis erbâbı içın vazgeçilmez kaynaklardan biridir Beyrut 1987 tarihli 3 baskısı 564 sayfadır

el-Ecvibetü'l-Fadıla:
Cerh ve Ta'dil, Tercim vb hadis ilimleriyle ilgili olarak sorulan on soruya İmam Abdülhayy el-Leknevî'nin verdiği cevapları ihtivâ eden bu eser muhakkik Ebu Gudde'nin ta'likatıyla gerçekten hadis ehlinin el kitabıdır Kahire 1404 tarihli baskısı fihristiyle birlikte 302 sayfadır

et-tibyan:
Kur'anla ve Kur'an ilimleriyle ilgili bazı konuları Imam Suyutî'nin "el-Itkan" kitabındaki metoduyla açıklayan Tahir el-Cezairi (öl 1328)nin eserinin tahkîkı olup , Ebu Gudde hocaefendinin önceki eserlerinden farklı olarak pek fazla dipnot kullanmadan neşrettiği bir eserdir Beyrut 1992 tarihli 3 Baskısı 356 sayfadır

Te'lif ettigi eserlerden bazıları da şunlardır:

Safahat Min Sabri'l-Ulema:
İslâm âlimlerinin ilim uğrunda katlandıkları çile ve fedâkarlıkları, sıkıntı ve zorlukları çeşitli örneklerle anlatan bu eserin Beyrut 1994 tarihli 4 baskısı 508 sayfadır

Kıymetü'z-Zeman Inde'l-Ulema:
İslâm âlimlerinin zamana verdikleri önemi anlatan bir eserdir Beyrut 1987 tarihli 4 baskısı 108 sayfadır İlk baskısı Faruk Beşer tarafından Türkçe'ye kazandırılmıştır

el-Ulemaü'l-Uzzab:
İlmi, evlenmeye tercih eden ve hayatları boyunca hiç evlenmeyen bekar âlimler konusundaki bu eserde 35 âlimin hayat hikayeleri anlatılmaktadır Beyrut 1996 tarihli 4 baskısı 323 sayfadır

er-Rasulü'l-Muallim:
Eserde Peygamberimiz (sav)in ashab-ı kiramı yetiştirirken izlediği eğitim ve öğretim metodu 40 ayrı başlık altında hadis-i şeriflerin ışıgında tatlı bir uslupla anlatılmaktadır Aynı zamanda teorik ve pratik anlamda müstesna bir eğitimci olan Ebu Gudde'nin bu eseri egitimciler için özellikle tavsiye edilmektedir Beyrut 1996 tarihli 1 Baskısı 226 sayfadır

Lemehat Min Tarihi's-Sünne ve Ulumi'l-Hadis:
Hadis Edebiyatı tarihi ile ilgili tesbit ve yorumları ortaya koyan bu eserin Beyrut 1987 tarihli 4 baskısı 314 sayfadır Eserin Türkçe tercümesi İstanbul'da 1995 yılında Iz Yayıncılık tarafından 'Mevzu Hadisler'adıyla yayınlanmıştır
--------------------------------------

HOCAM ABDULFETTAH EBÛ GUDDE İLE
Rabbânî alim, muhaddis, fakih, usulcü, edib, muhakkik, Halep'li hocam Abdulfettah Ebû Gudde el-Hâlidî, ilmiyle âmil, zühd ve takva sahibi, mürebbî bir zattı

Merhum hocamı önceleri kitaplarından tanıyordum 1969-1970 yıllarında kendileriyle mektuplaşmak suretiyle tanışmıştım 1979 yılında Riyad İmam Muhammed ibn Suud İslam Üniversitesine ziyaretçi hoca olarak gittiğimde bana " Sen Riyad'da misafirsin, buranın yabancısısın " diyerek muhterem oğlu ile otele ziyaretime gelmişti ( Bu kendisinin ne kadar mütevazi bir kimse olduğuna açık bir delildir ) Bendenize Suudi Arabistan'da nasıl davranacağım hakkında nasihatlerde bulunmuştu 1980 yılında mezkûr üniversite ile anlaşma yaptım 1880-1987 yılları arası Riyad Usûlu-d-Dîn Fakultesi Hadis Bölümünde hoca-talebe birlikte çalıştık Kendilerinden bu müddet zarfında çok istifade ettim Hadis kürsüsünde bulunan hocalar üzerinde ağırlığı vardı; teklif ettiği konular, yapılması gereken hususlarda, ders programlarında ne demiş ise tartışmasız kabul görürdü Mısırlı bir tefsir doçenti, Hocaefendi'nin tez münakaşında bulunduktan sonra " Bu Hoca hiç şüphe etmiyorum 10 adet Doktora tezini hiç kaynaklara bakmadan münakaşa edebilir, değerlendirebilir " demişti

Üniversite Rektörü Dr Abdullah Abdu-l-Muhsîn et-Türkî, Üniversite öğretim üyeleriyle bir toplantıda Abdulfettah Hoca'ya " Talebelerimizde noksanlık görüyorum, ilim talebelerine yakışmayacak davranışlar müşahade ediyorum; lütfen ilim talebesinin ne gibi sıfatlarla sıfatlanacağı, terbiye ve âdâbı, hocalarına karşı ne şekilde davranacağı hususunda bir risâle yazın da fakültelerde ders kitabı olarak okutalım " demişti, ve Hocaefendi bunun üzerine Safahât min Sabr-il-Ulemâ ; Kiymet-uz-zaman inde-l-ulemâ ; Minhâc-us-selef inde-s-suâli ani-l-ilm min edeb-il-İslam ; Er-Rasûl el-Muallim ve esalibuhu fit'ta'lim ; El-Ulemâ-u el-Uzzâbu ellezîne Âsâru el-ilme ale-z-zevâci adlı eserleri kaleme almıştı

Memleketi olan Halep şehrinden mecbûri hicret ederek Suûdi Arabistan Riyad'da 30 yıla yakın Hadis profesörü olarak görevde bulunmuştu 20 yi aşkın tal****** master ve doktora tezlerini yönetmiş, sayılarını bilmediğim kadar da tez münakaşalarına katılmıştı

Hindistan'a ve Pakistan'a iki defa ilmî yolculuklarda bulunmuş, bu ülkelerdeki âlimlerle görüşmüş, özellikle bazılarından Hadis, hadis usûlü ve fıkıh ilimlerinden icâzet almıştır Hindistanlı alimlerin ısrarı üzerine Allâme, muhaddis Abdu-l- Hayy-el-Leknevî'nin bir çok eserini tahkîk, hadisleri tahric etmek sûretiyle nefis fihrist ve ta'liklerle eserlerini neşretmiştir
Hocamızın Hadis tahrici, hadis ricâli, cerh ve tadil ilmi, hadis senetlerinin tenkidi, hadisin fıkhı ve sebeb-i vürudu üzerindeki vukûfiyeti büyüktü; Hocamız muhaddis, fakih sıfatlarını kendisinde meczetmişti; mücerred nakilcilikle yetinmemiş, hadisin fıkhına, sebe-i vürûduna, hadiste adı geçen muhatabın durumuna vakıf olup, ictimâî, kültürel ve psikolojik durumları gözönünde bulundurarak açıklamalarda bulunurdu Sahabe, tâbiîn, etbâut-Tâbiîn, tebei-l-etbâyı, hayatlarını çok iyi bilirdi

Hanefî fıkhına vukûfiyeti de büyüktü, Hanefî mezhebine göre hangi hadislerin delil sayılacağını, Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheblerinin delillerine mukâyese ederdi Hanefî görüşünü ekseriyetle tercih ederdi

Mezkur Üniversite Şeriat ( İslam Hukuk ) fakültesinde dört mezhebe göre ( mukayeseli olarak ) hadis derslerini yıllarca okutmuştu Usûl-id-Dîn Fakültesi Hadis kürsüsünde ise cerh ve tadîl, Usûlu hadis ( Tedribi-r-Râvî'den ), Buhârî ve Müslim şerhlerinden aynı hadisin ( mukayeseli olarak ) tedrisâtını yapıyordu

Usûlu fıkıh ilminde de söz sahibi sayılırdı Şeriat Fakültesinde usûlü fıkıh derslerini dört mezheb üzerine mukayeseli okuttuğunu bir çok hocadan naklen işittim; bu husus gerek Suudlu ve gerekse diğer yabancı hocaları hayretler içinde bırakmıştır Çünkü Hocamız dört mezhepten her birinin usûldeki metodlarını ve ayrıldıkları noktaları çok iyi öğrenmişti
Kitap tahkik ve ta'liklerine gelince, müellifin asıl yazma nüshasını veya müellif nüshasından nakledilen itimada şâyan nüshayı, yahut da üzerinde, büyük muhaddislerin okuttuklarına dair semâlar bulunan nüshayı elde etme, müellifin kitabında zikrettiği kaynaklara inme, delilleri kıymetlendirme, ilmî, fıkhî ve usûlî ıstılahları açıklama, kelimelerin cümledeki yeri, irapların mahalli, fıkhî, usûlî ve itikâdî yöndeki açıklamalara önem verirdi Tarihi hâdise ve vâkıaları, önemli şahısları, bilinmeyen yer isimlerini yeri geldikçe dipnotlarla muhtasar olarak açıklardı Ayrıca her eserin sonunda detaylı fennî fihristlere yer vererek okuyucuya kolaylıklar sağlardı
Ders ve konferanslarında hoca ve talebe âdâbına işaret ederek, başkalarından, bazan da kendisinden misal vererek dinleyenlerin de aynı âdab ve terbiye üzerinde olmalarını sağlardı

İNTİBALARIM
Bir defesında evine ( Bayram'da ) ziyarete gittiğimde, evinde Pakistanlı, Hindistanlı, Endonezyalı, Habeşli talebeler vardı Onlara dönerek ve bana işaret ederek " Bunun memleketi var ya ( Türkiye ) namaz kılmak için camilere gittiğinizde hiç bir gürültü, hışırtı işitmezsiniz, sanki namaz kılanların başlarına kuş konmuşcasına huzur içinde huşû ile namaz kılıyorlar, saflar askerî disiplin içinde tertip olunmuş, namaz başladıktan sonra boş yerleri doldurmaya hiç gerek kalmaz " demişti

Türk talebeleriyle ziyaretine gittiğimizde bize " Ben Zâhid el-Kevserî Hocamın üzerinde bulunan hakkını nasıl öderim; Türk talebelerine yeterli derecede faydalı olamadım, onlara özel dersler veremedim " diye hayıflanmıştı Türk talebelerine bir müddet evinde tatil günlerinde ders vermeye başlamıştı ki, Suudlu yetkililer dersi durdurdular, sanki Hocamızı göz hapsine koymuşlardı

Bendenizi İbnu-l-Cevzî'nin " el-Mavdûat " adlı eserini tahkik ve hadisleri tahric etmem husûsunda ısrarla teşvik etmiş, bana bir nevi sorumluluk yüklemişti; ve bana devamlı sûretle " Kitap ne oldu, nereye kadar tahkik yaptın, ne kadar kaldı? Şayet bitirmezsen pişman olursun, başka biri senden önce davranır yayınlarsa çok üzülürsün " derdi Allah'a hamdolsun kitabın tahkîkinin tamamlandığı ve basılmaya hazır olduğunu mektupla haber verdiğimde çok sevindi ve dualar etti " el-Mavdûat " adlı eserin içinde m******* anlayamadım ibâreler ve cümleler vardı kendisinden açıklaması için rica etmiştim Sorulara 2 sahifeyi aşkın açıklamaları ihtiva eden mektup göndermişti Bu bilgi ve açıklamaları aynen hocamın adıyla dipnotlarda zikrettim Ayrıca mektubunda, kitap neşredilmeden önce Dr Ahmed Muhammed Şâkir'in yazma eserleri tetkik hususundaki eseri dikkatle okumamı, fihristlere önem vermemi, kitapları, bablara, hadislere, eserlere ayrı ayrı baştan sona kadar numara verilmesini, cerh ve ta'dil edilen râviler
fihristini yazmamı tavsiye etmişti

1996 yazı Konya'mıza teşrif etmişler, Konya'da akdedilen Kongreye iştirak etmişlerdi Bendenize " Yarın Sahih-i Müslim Kitabını getir sana okutacağım ve icâzet vermek istiyorum " dedi Bence bu, onun ölmesinden önce, şahsıma ve yanındaki arkadaşlara icâzet vermek istemesi ve kerametiydi Sanki sevdiği Konya'ya ve Konyalılara veda ediyordu Konuşmalarında, hareketlerinde bunu hissetmiştim Belediye sarayına geldim, yanımızda Emin Saraç, Dr Seyyid Bahçıvan ve Ömer Faruk Hocalar vardı Abdest aldık diz çöktük, bendenize sahih müslimin'in evvelinden üç sahife kadar okuttu, " şerh et " dedi, sonra kendileri tafsilatlı bilgi verdiler, sonra yanında taşıdığı miskten hepimize eliyle sürdü, hazır olanların hepsine de icâzet verdi ve imzaladı, dualar etti

İlim adamlarına takva ve zühd sahibi kimselere sevgisi, hürmeti fazla idi Isparta'da ikâmet eden Diyarbakır Hazro'lu İsmail Çetin hoca sırf kendisini görmeye geldiğini söyleyince çok duygulandı İsmail hoca kendilerine " Muhammed Zâhid Kevserî hocaya şeklen, ilmen ve rûhen çok benziyorsunuz " deyince ağlamıştı; çünkü hocasını çok mu çok seviyordu
1994 yılında Konya Selçuk Eğitim merkezi Hocaları ve talebeleri ile Ramazan ayında Mekke'ye vardığımızda, geldiğimizi haber alır almaz, damadını ve bir talebesini göndererek Mescid-i Haram'da bizi arattırmış, nihayet üst katta terâvih namazından sonra kendisiyle buluşmuştuk Zâtı âlilerinden bize ve talebelere nasihatta bulunmasını rica ettim, " Tabii, bu benim görevimdir " diyerek kabul ettiler Ertesi günü teravih namazını müteakib Diyanet İşleri Başkanlığı misafirhanesinde iki saati aşkın talebelerle ve bizlerle sohbet ve nasihatte bulundu

Ehli sünnet velCemaat itikadı üzerine her türlü ırktan talebelere dersler verdi, onları yetiştirdi, birçoklarına Hadis ve Fıkıh'tan icâzat verdi Türkiye'yi ve Türk'leri çok seviyordu Konya'yı ve Konyalıları da çok sevdi daha önce Konya'yı görmediğine hayıflandı, burada gördüğü sıcak ilgi ve muhabbetten çok memnun kalmış olacak ki, gelecek yıllarda yaz tatilini Konya'da geçirmeye karar vermişti

Burada Rabb'imize iltica ederek, hocamıza Mevla'mızdan af ve mağfiret diliyoruz Kabri purnûr olsun, rûhu şâd olsun, kabri cennet bahçelerinden bir bahçe olsun Rabbim onu mahşerde Nebilerle, Sıddîklarla ve şehidlerle beraber etsin Biz talebeleri ve dostları olarak hocamızdan razıyız, Rabb'im Sen de ondan razı ol, makamını yücelt ( Amîn ) -

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam'da Bilim Ve Müslüman Bilim Adamları İslamiyet &Amp; Müslümanlık

Eski 09-08-2012   #17
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam'da Bilim Ve Müslüman Bilim Adamları İslamiyet &Amp; Müslümanlık



EBU'L VEFA BUZCANİ ( 940 - 988) [size="2">[color="]* Müslüman Matematik ve Astronomi Alimi [/size]
Onuncu yüzyılda, İslam aleminde yetişmiş büyük matematik ve astro-
nomi alimi, ismi Muhammed bin Yahya bin İsmail bin Abbas'tır 10
Haziran 940 (H328) tarihinde Horosan'ın Buzcan kasabasında doğdu
Bu yüzden Ebü'l-Vefa Buzcani diye meşhur oldu 1 Temmuz 988 (H388)
tarihinde Bağdat'ta vefat etti

İlim tahsiline amcası Ebu Amr Mugazili ve Ebu Yahya bin Kanib'İn
yanında başlayan Ebü'l Vefa, on dokuz yaşında Bağdat'a gitti (959)
Ölümüne kadar burada ilim ile meşgul oldu Şerefüddevle'nin sarayında
yaptırdığı rasathanede çalışan alimIer arasında yer aldı Matematik baş-
ta olmak üzere, ömrünün büvük kısmını astronomik gözlemler yapmak,
eser telif etmek ve ders vermekle geçirdi

Ebu'l Vefa, Matematik ve astronomideki hizmetleriyle ilim tarihinde
unutulmazlar arasında yerini almıştır Onu, gerek klasik ve gerekse modern
matematik konularında gördüğümüz birçok trigonometrik kavram, tarif, te-
orem ve formülleri ilk defa ortaya koyan bir Müslüman bilgin olarak tanı-
yoruz Yazdığı eserler, yüzyıllarca hem İslam dünyasında, hem de Avru-
pa'da kaynak kitaplar olarak kabul edilmiştir

Ebü'l Vefa, trigonometride büyük hizmetlerde bulundu, ona büyük ölçü-
de açıklık kazandırdı Bilhassa, küresel trigonometride sinüs konusunu ilmi
bir düşünceyle inceledi Tanjant tabloları düzenledi Trigonometriye tan-
jant, kotanjat, sekant A=1/Cos A ve kosekant A=1/sinüs A tarifve kavram-
larını kazandırdı Trigonometrinin altı esas eğrisi (grafiği) arasındaki trigo-
nometrik oranlan ilk defa belirtti Bu oranlar, bugün bile trigonometride
grafiklerin tarifinde aynen kullanılmaktadır

Ebü'l Vefa, çağına kadar hiçbir matematikçinin yapamadığı incelikte tri-
gonometrik çizelgeler düzenledi Astronomik gözlemleri için gerkli olan si-
nüs ve tanjant değerlerini gösteren çizelgeleri on beşer dakikalık (açı daki-
kası) aralıklarla hesaplayarak hazırladı

Onun matematiğe kazandırdığı bu yenilikleri, Avrupa'da ancak beş yüz-
yıl kadar sonra Alman bilgini Johann Müller (1436-1476) tarafından ilk de-
fa ortaya atılıp kullanılabildi

Bu demektir ki, Avrupa, ancak Ebü'l Vefa'nın eserlerinin Batı dillerine
çevrilmesinden sonra, bu konudaki bilgilere sahip olabilmiştir
Diophantos'un ve Batlamyus'un eserlerini inceleyip, açıkladı Zamanına
kadar hiçbir matematikçinin yapamadığı hassaslıkta trigonometrik çizelge-
ler hazırladı Astronomik gözlemlere için gerekli ceyb (sinüs) ve zıl (tan-
jant) değerlerini gösteren çizelgeleri, on beşer dakikalık açı aralıklarıyla
hesapladı Trigonometrinin altı esas oranı arasındaki trigonometrik müna-
sebetlerini ilk defa açıkladı Bu oranlar, günümüzde de aynen kullanılmak-
tadır

Ünlü bilim tarihçisi Plorian Cajori, History of Mathematick adlı eserin-
de onun hakkında: " Ebü'l Vefa şüphesiz ki, Harezmi'nin matematik ve ce-
birdeki buluşlarını önemli ölçüde geliştirdi Özellikle geometri ile cebir
arasındaki münasebetler üzerinde durdu Böylece bazı cebirsel denklemleri
geometri yoluyla çözmeyi başardı ve diferansiyel hesabın ve analitik ge-
ometrinin temelini kurdu Bilindiği gibi, diferansiyel hesap, insan zekasının
bulduğu mühim ve pek faydalı bir mevzu olup, ilim ve teknolojik muasır
gelişmelerin temel kaynağını teşkil etmektedir Ayrıca, Battani'nin trigono-
metreleriyle ilgili eserlerini inceleyerek, girift ve anlaşılmayan yönlerini
açıklığa kavuşturdu" demektedir

Sekant'ın kaşifi olarak genellikle Kopernik bilinirse de, ünlü bilim ta-
rihçilerinden Morite Candon ve Carra da Vaux'un araştırmaları sonucu, bu
buluşan Ebü'l Vefa'ya ait olduğu tesbit edilmiştir
Ebü'l Vefa, sinüs değerlerinin hesabı için yeni bir metod geliştirdi Böy-
lece hazırladığı cetvellerinde 30 derece ve 15 derecelik açının sinüsünü son
derece dakik olarak, virgülden sonraki sekiz ondalık basamak halinde he-
sapladı

Trigonometrinin yanında cebir ilmi üzerinde de derinlemesine çalışma-
larda bulunan Ebü'l Vefa, o zamana kadar bilİnmeyen dördüncü dereceden
denklemlerin çözümünü gerçekleştirdi
Bugün, 30 derecelik yayın sinüs değerinin hesaplama metodlarını da,
Ebü'l Vefa'ya borçlu bulunuyoruz Onun bulduğu bu değerin bugün bulu-
nan değerlere göre ilk sekiz ondalık kesrinin denkliği görülmektedir Ebul
Vefa, trigonometrik çizelgeleri hazırlamada da öylesine bir incelik göster-
miştir ki, onun 10 dakikalık aralıkla düzenlediği sinüs çizelgesindeki ince-
lik (prezisyon) 1/604 kadardır

Ebu'l Vefa, Encylopedia Britanica'nın yazdığına göre,tanjantı, yayın bir
fonksiyonel olarak trigonometriye katmıştır "Zıll=Gölge" dediği çizgileri,
yayın iki katı; tanjantı ve sekantı da "kutr zıll" diye tarifetmiştir Ebü'l Ve-
fa, üçgenler üzerinde ilk ciddi çalışmayı yapan bilgin olarak tarihe kaydol-
muştur Onun bu konudaki keşifleri, tarifleri, kavramları, çizelgeleri, daha
sonra Avrupa'nın ünlü matematikçilerinden D'Alembert (1717-1178) ve
Laplace ( 17 49-1827) ile çağdaşları olan büyük matematikçilerin fikir yapı-
Iarının temelinde yer bulmuştur

Demek oluyor ki, klasik ve modem matematikte görülen, düzlem ve kü-
resel trigonometriye ait tarif, kavram ve formüllerin çoğunluğunu ilk defa
ortaya koyan, trigonometriye tanjant kavramı kazandıran, tanjantı yayın bir
fonksiyonu olarak düşünerek trigonometrik bilgileri sistematik bir disiplin
haline getiren Ebu'l Vefa'dır

Her ne kadar müsteşrik Henrich Suter, İslam Ansiklopedisi'ne yazdığı
makalede, trigonometriye tanjant, kontenjant, sekant, kosekant ile ilgili ta-
rif ve kavramların daha önce yaşayan Habeş EI-Hasib tarafından bilindiği-
ni kaydetmekteyse de, yapılan araştırmalar sonucunda bu görüşün doğru ol-
madığı anlaşılmıştır

Ebu'l Vefa, sadece tanjant cetvellerini düzenlemek, trigonometriye se-
kant ve kosekantı kazandırmakla kalmadı, Sinüs problemini derinden deri -
ne inceledi Trigonometrinin alt temes çizgisi arasındaki oranları belirtti
Onun tespit ettiği bu oranlar, bugün bile o çizgilerin tarifinde kullanılmak-
tadır Aynca Ebu'l Vefa, Battani (858-929)'nin trigonometriyle ilgili eseri-
ni, hatırı sayılır derecede geliştirdi Virgülden sonra üçüncü haneye kadar
hesaplama imkanını veren sinüs cetvellerinin yeni hesaplama metodlarını
buldu Ebu'l Vefa'nın ulaştığı bu yüksek basamağı, Avrupa ancak asırlarca
sonra aşabilmiştir

Ebu'l Vefa'nın yaptığı hizmetler sadece bunlardan ibaret değildir O, ay-
nı zamanda büyük maharet sahibi bir geometriciydi Birçok problemlerle
uğraştı ve parabolün ekseni atrafında döndürülmesi ve parabolliod'un hac-
mi konularıyla meşgul oldu

Ebu'l Vefa sadece matematikte değil, astronomide de isim yaptı O ka-
dar ki, bu sahada yaptığı keşif onu büyük bir şöhrete kavuşturdu O, Avru-
pa'da Batlamyus'un ay teorisi üzerinde ilk defa araştırma yapan Tycho Bra-
he'den (1546-1601) tam 600 sene önce teorinin kritiğini yaptı, ona tenkitler
yöneltti Noksanlarını görüp yeniden gözlemlerde bulundu ve ayın üçüncü
değişimini keşfetti Bu, Ebu'l Vefa için, keşfe ismini verdirecek kadar bü-
yüktü

Zamanında, birçok Müslüman astronomi ve matematik alimi, Ebu'l Ve-
fa'nın çalışmalarını ve eserlerini görmek üzere Bağdat'a gittiler ve dersle-
rinde bulundular Günümüzde birçok Batılı ilim adamı, Ebü'l Vefa'nın eser-
leri üzerinde araştırma yapmaktadır Onun yaptığı ilmi çalışmalar, o devir-
de İslam alimlerinin ilim ve fende ne kadar ileri olduğunu açık bir şekide
göstermektedir

Zahiruddin Beyhaki, Tarihu Hukema-il-İslam kitabında, Ebü'l Vefa'nm
şu sözlerini nakletmektedir: " Mal, can emniyeti ve sıhhat olmadan yaşanı-
lan hayat, hayat değildir Bir kimse sana, söz ile üstün gelirse aldırma, ye-
ter ki sükut ile galip gelmesin Bir kimsenin seviyesine uygun olarak arka-
daşlık et Eğer sen cahile ilimle, laubaliye ciddiyetle muamele edersen, ar-
kadaşına eziyet etmiş olursun Halbuki sen, onlara sıkıntı vermekten uzak-
sın Sözüne ancak ihtiyacı anında kıymet verenle sohbet etme Hocanın
hakkını gözetmemek ahlaka sığmaz Düşük, karaktersiz kimselerle görüşüp
konuşma! "

ESERLERİ
1- kitab'ül-Kamil: Trigonometri ve astronomiden bahseden meşhur ese-
ridir Birinci bölümde, yıldızların hareketinden önce bilinmesi gereken me-
seleler , ikinci kısmında yıldızların hareketlerinin incelenmesi, üçüncü kı -
sımda yıldızların hareketlerine arız olan şeyler anlatılmaktadır Eserin yaz-
ma bir nüshası Paris National Kütüphanesi'nde, 1138 numarada kayıtlıdır
LP EA Sedilot tarafından, eser tercüme edilerek basılmıştır

2- Ez-Ziyc'üs şamil: Ebu'l Vefa'nın astronomiden bahseden en önemli
eseri budur Ziyc-i şamil de denilen bu kitap, ince ve isabetli gözlemlerle
dolu bir faaliyet abidesidir Öyle ki, bu Ziyc (astronomi cetveli) Harizmi
(780-850) ve Ferganalı Ahmed bin Kesir'in ziycleri gibi asırlar sonra bölüm
bölüm D'Alembert (1717-1783) ve Laplace (1749-1827) gibi Batılı büyük
matematikçi ve astronomların eserlerinde yer buldu

3- Kitabün fi Amel-il-Mistarati vel-Pergar vel-Gunye,

4- Kitab ma Yahtacu İleyh-il-Küttab vel Ummal min İlm-il-Hisab,

5- Kitabun Fahirün bil Hisab,

6- Kitabun fi ilmi Hisab-il-musellesat-il-Küreviyye,

7- Kitabun fil-Felek,

8- Kitabun fil-Hendese,

9- Kitab'ül-Medhal ila Aritmetik,

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam'da Bilim Ve Müslüman Bilim Adamları İslamiyet &Amp; Müslümanlık

Eski 09-08-2012   #18
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam'da Bilim Ve Müslüman Bilim Adamları İslamiyet &Amp; Müslümanlık



Şeyh Galip (1757 - 1799) [size="3">"][/size]

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam'da Bilim Ve Müslüman Bilim Adamları İslamiyet &Amp; Müslümanlık

Eski 09-08-2012   #19
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam'da Bilim Ve Müslüman Bilim Adamları İslamiyet &Amp; Müslümanlık



İSLAMDA BİLİM ve TEKNOLOJİ

Otomatik kapılar, kuyulardan motorsuz su çeken aygıtlar, demir, kalay ve kurşun gibi metallerin hassas belirlenmiş yoğunlukları, zamanın göreceliği, pnömatik aletler, otomatik kontrol sistemleri… Bunların hiçbiri, içinde bulunduğumuz yüzyılın keşifleri değildir; bunlar, 6-7 yüzyıl öncesine ait buluşlardır

Bilim ve teknoloji, yaşadığımız yüzyılda dünya tarihini etkileyecek önemli gelişimlere ve değişimlere vesile oldu Tüm ülkelerde, yaşam koşullarını köklü ve süratli bir şekilde etkileyen teknoloji, artan dünya nüfusunun pek çok sorununa çözüm getirdi

Dünyanın bugünkü medeniyet seviyesinde büyük payı olan bilim ve teknolojinin tarihi gelişimi de son derece hızlı oldu

Peki, bilim ve teknolojinin önderliğini üstlendiği uygarlık ve kültür alanındaki bu değişimin tarihsel başlangıcı hangi dönemlerde başlamıştır?

Yukarıda saydığımız keşiflerin tamamı, dokuzuncu yüzyıldan on dördüncü yüzyıla kadar uzanan dünya tarihinde, dönemin en ileri uygarlığı olan “İslam Uygarlığı”nın ürünüdür Tüm yaşamlarını, dolayısı ile bilime dair tüm çalışmalarının temelini Kuran ayetlerine dayandıran Müslümanlar, kendilerine atfedildiği gibi bilimi reddetmeyip sahip çıkmışlardır Akıla ve bilgiye dayanan uygarlıkları, dünyanın bugün sahip olduğu pek çok değere de kaynaklık etmiştir

Kuran'da, evrenin yaratılışı ve kainatın düzeni ile ilgili ayetlerin bildirilmesi, bilgi sahibi olmaya büyük önem verilmesi, doğada Allah'ın varlığının delillerinin görülmesi, evrendeki her nesne ve varlığın birbirine olan uyum ve bağlılığı; söz konusu dönemde bilimin ilerlemesine yol göstermiştir

Teknik ilimler, tıp, astronomi, cebir ve kimya gibi birçok alanda önemli neticeler elde eden Müslüman bilim adamları, medeniyet ve kültür sahasında kısa zamanda kendilerini tüm dünyaya kanıtlamışlardır Buluşlarıyla uygarlığın ilk adımlarının atılmasına vesile olan Müslümanlar, ilerlemenin yolunu açmışlardır İslam tarihinde, bilim dallarını tek tek incelediğimizde, hepsinin kaynağının Kuran-ı Kerim olduğunu, maddi-manevi her şeyin Allah'ın yarattığı sistemin bir parçası olduğunu defalarca ispat ettiğini görmekteyiz

Müslüman bilim adamları öncelikle, Batı’da Roma ve Doğu’da başta Çin olmak üzere, diğer devletlerde geliştirilen bilim ve teknolojiyi rehber almışlar ve önemli kaynakları tercüme etmişlerdir Bu bilgi birikiminin içinden imanî ve teknik anlamda yanlış ve tutarsız olan noktaları çıkartarak, kendilerine fayda sağlayacak duruma getirmişlerdir İlk adım niteliğindeki çalışmalarının ardından, elde ettikleri bilgileri değerlendirip yorumlayarak bilim ve teknolojiye katkıda bulunmaya başlamışlardır
İSLAM, BİLİM ve TEKNOLOJİYE NASIL YÖN VERDİ?
Otomatik kapılar, kuyulardan motorsuz su çeken aygıtlar, demir, kalay ve kurşun gibi metallerin hassas belirlenmiş yoğunlukları, zamanın göreceliği, otomatik kontrol sistemleri… Bunların hiçbiri, içinde bulunduğumuz yüzyılın keşifleri değildir; bunlar, 6-7 yüzyıl öncesine ait buluşlardır

Bilim ve teknoloji, yaşadığımız yüzyılda dünya tarihini etkileyecek önemli gelişimlere ve değişimlere vesile oldu Tüm ülkelerde, yaşam koşullarını köklü ve süratli bir şekilde etkileyen teknoloji, artan dünya nüfusunun pek çok sorununa çözüm getirdi

Dünyanın bugünkü medeniyet seviyesinde büyük payı olan bilim ve teknolojinin tarihi gelişimi de son derece hızlı oldu

Peki, bilim ve teknolojinin önderliğini üstlendiği uygarlık ve kültür alanındaki bu değişimin tarihsel başlangıcı hangi dönemlerde başlamıştır?

Yukarıda saydığımız keşiflerin tamamı, dokuzuncu yüzyıldan on dördüncü yüzyıla kadar uzanan dünya tarihinde, dönemin en ileri uygarlığı olan “İslam Uygarlığı”nın ürünüdür Tüm yaşamlarını, dolayısı ile bilime dair tüm çalışmalarının temelini Kuran ayetlerine dayandıran Müslümanlar o dönemde bile bilime sahip çıkmışlardır Akıla ve bilgiye dayanan uygarlıkları, dünyanın bugün sahip olduğu pek çok değere de kaynaklık etmiştir
Kuran'da, evrenin yaratılışı ve kainatın düzeni ile ilgili ayetlerin bildirilmesi, bilgi sahibi olmaya büyük önem verilmesi, doğada Allah'ın varlığının delillerinin görülmesi, evrendeki her nesne ve varlığın birbirine olan uyum ve bağlılığı; söz konusu dönemde bilimin ilerlemesine yol göstermiştir

Teknik ilimler, tıp, astronomi, cebir ve kimya gibi birçok alanda önemli neticeler elde eden Müslüman bilim adamları, medeniyet ve kültür sahasında kısa zamanda kendilerini tüm dünyaya kanıtlamışlardır Buluşlarıyla uygarlığın ilk adımlarının atılmasına vesile olan Müslümanlar, ilerlemenin yolunu açmışlardır İslam tarihinde, bilim dallarını tek tek incelediğimizde, hepsinin kaynağının Kuran-ı Kerim olduğunu, bilimin maddi-manevi herşeyin Allah'ın yarattığı sistemin bir parçası olduğunu defalarca ispat ettiğini görmekteyiz

Müslüman bilim adamları öncelikle, Batı’da Roma ve Doğu’da başta Çin olmak üzere, diğer devletlerde geliştirilen bilim ve teknolojiyi rehber almışlar ve önemli kaynakları tercüme etmişlerdir Bu bilgi birikiminin içinden imanî ve teknik anlamda yanlış ve tutarsız olan noktaları çıkartarak, kendilerine fayda sağlayacak duruma getirmişlerdir İlk adım niteliğindeki çalışmalarının ardından, elde ettikleri bilgileri değerlendirip yorumlayarak bilim ve teknolojiye katkıda bulunmaya başlamışlardır

Beşinci yüzyılın ikinci yarısında doğup gelişen İslamiyet, deneye ve gözleme dayalı bilimin gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır

Emevi halifelerinden Muaviye, bir milyon civarında kitabı barındıran "Darü'l-Hikme"yi (İlim Kültür Yuvası) kurar Halife el-Hakim de, 400 bin ciltlik bir kütüphane kurarak bilim adamlarını Kurtuba'da toplar 8 Yüzyıl’ın sonlarına doğru Halife Harun-el-Raşid, Aristoteles'in tüm kitaplarını, Galen ve Hipokrat gibi büyük bilim adamlarının birçok eserini Arapçaya çevirtir Halife el Memun, Bizans'a ve Hindistan'a elçiler göndererek çevirmeye değer kitap aratır ve Bizanslıları yendiği savaşta, savaş tazminatı olarak sadece Eski Yunan yazmalarını ister

Böylece İslam dünyası, önceki dönemlerde yapılan tüm bilimsel çalışmaları toparlayarak kaybolmasını önler; daha sonra bu çalışmalar, Arapçadan Batı dillerine çevrilir Endülüs Devleti'nin kurulması ile Musevi, Hıristiyan ve İslam kültür geleneklerinin buluşması, İspanya'yı bilim ve kültür merkezi haline getirir

İslam dünyasında yetişen bilim adamlarından Cabir Bin Hayyan, 'Kimyasal maddeleri, uçucu maddeler, uçucu olmayan maddeler, yanmayan maddeler ve madenler' olarak dört grupta toplar Cabir Bin Hayyan’ın bu çalışması, modern kimyanın kurucusu olarak bilinen Lavoisier'e öncülük eder
İbn-i Sina
Al Razi

El-Kindi, Einstein'dan 1100 yıl önce 800 yılında, izafiyet teorisi ile uğraşır El-Kindi, 'Zaman cismin var olma süresidir, zamanla bilinebilen ve ölçülebilen hız ve yavaşlıkta hareketin sonucudur Zaman, mekan ve hareket birbirinden bağımsız değildir, göğe doğru çıkan bir insan ağacı küçük görür, inen insan ise büyük görür' der

Tıp ve eczacılıkta İbn-i Sina ve Razi gibi alimler, anatomi ve tedavi alanına pek çok yeni bilgi eklerken; tarih ve coğrafya bilimlerinde Idrisi, Hamevi ve Taberi ve adını bu satırlara sığdıramayacağımız pek çok İslam âlimi, bilimsel teorilerde önemli ilerlemeler kaydetmişlerdir Özellikle optik alanında, on birinci yüzyılda İbn-i Heysem, bu bilim dalını tek başına yeniden inşa etmiştir Dokuzuncu yüzyılda yaşamış olan Sabit bin Kurra, astronomi alanındaki ilk büyük yeniliği gerçekleştirmiş; Batlamyusçu sisteme, dokuzuncu yıldızsız küreyi eklemiştir On üçüncü yüzyılda, bu sistemin karşılaştığı güçlükleri fark eden yine Müslüman astronomlar olmuş ve Batlamyusçu olmayan gezegen modellerini geliştirmişlerdir Bunlar, gerçekten zamanlarının çok ilerisinde çalışmalardır Söz konusu çalışmaları ile bilim tarihine adlarını yazdıran Müslüman bilim adamları, devlet tarafından maddi-manevi destek görmüş, teşvik edilmiş, halk arasında itibar kazanmışlardır Aynı dönemin Avrupa’sında ise durum tamamen farklıdır Bilime hizmet eden Avrupalı bilim adamları, pek çok engelleme ile karşılaşıp kısıtlanmakta, hatta çalışmaları tamamen durdurulmak istenmekteydi

Harezmi, Hint rakamlarına sıfır rakamını ekleyerek bugün kullandığımız rakamları oluşturuyor; fen bilimlerinde, deneyle sabit olmayan bilgilere itibar edilmemesi gerektiğini söyleyen Ahmet Fergani, enlemler arasındaki mesafeyi hesapladığı gibi, Dünya’nın eksenindeki eğimi en doğru şekilde hesaplıyordu

Trigonometrik bağlantıları bugünkü kullanılan şekliyle formülleştiren El-Battani, 877 yılından 929 yılına kadar sürekli astronomik gözlemler yapar; Tanjant ve Kotanjant'ın tanımını yaparak Sinüs, Tanjant ve Kotanjant'ın sıfırdan doksan dereceye kadar tablosunu hazırlar

Ebubekir er-Razi, cerrahide dikiş malzemesi olarak ilk kez hayvan bağırsağını kullanır; tıp biliminde deney ve gözlemin çok önemli olduğundan bahseder ve başhekimi olduğu hastanede görev alacak olan doktorların uzmanlaşmaları gerektiğini söyler

Ebü'l-Vefa trigonometriye Sekant ve Kosekant kavramlarını kazandırır Gözün görülebilir cisimler doğrultusunda ışınlar yaydığını söyleyen Öklid ve Batlamyus'a karşı; 'Görülecek cismin şekli, ışık vasıtasıyla gözden girer ve orada mercekler vasıtası ile nakledilir' diyerek, yaptığı sayısız denemelerle 'göze gelen uyarıların görme sinirleri ile beyne iletildiğini' söyleyen İbnü-l-Heysem ise optik biliminin öncüsüdür

Çeşitli maddelerin birbirinden ayırt edilme yollarından birinin, maddelerin özgül ağırlıkları olduğunu söyleyerek, sıcak su ile soğuk su arasındaki özgül ağırlık farkını tespit eden el-Beyruni; 973 yılında 'Bilimsel çalışmaların, deneylerle ispat edilmesi gerektiğini ve belgelere dayanmasının zorunlu olduğunu' söyler İbnu'n-Nefis, 1200'lü yıllarda, küçük kan dolaşımını keşfeder

Bütün İslam ülkelerinde matematik, tıp, uzay bilimleri ve daha birçok ilimin okutulduğu eğitim kurumları, rasathaneler; dönemin en gelişmiş teçhizatları ile donatılmış hastaneler, herkese açık kütüphaneler bulunmaktaydı Bağdat, Harran ve Endülüs başta olmak üzere Mısır, Kuzey Afrika ve Doğu Fırat çevresindeki birçok İslam şehrinde, eğitim sistemi ve ilim, söz konusu döneme örnek teşkil edecek düzeyde geliştirilmişti Müslümanlar, yaşadıkları şehirleri uygarlık merkezleri haline getirmişlerdi Bunlardan biri olan Kurtuba, hastaneleri, kütüphaneleri ve Orta Avrupa'dan öğrencilerin eğitim görmek üzere geldiği okulları ile Avrupa'nın en modern şehri olarak bilinmekteydi

Kültürel ve sosyal alanda meydana gelen atılımlara paralel olarak ilerleyen bilim ve teknoloji, Osmanlı devleti döneminde doruğa ulaşmıştır Hazerfen Ahmet Çelebi, Lagari Hasan Çelebi gibi alimler, alanlarında tarihin ilk örnek çalışmalarını gerçekleştirmişlerdir

14 Yüzyıl’da matbaanın icadı ile 1400-1500 yılları arasında, Arapçadan ve Eski Yunancadan birçok kitap Latinceye çevrilir Aristoteles'in tüm kitapları, 1495 yılında basılır Thales'in Mısır'a, İslam dünyasının da Bizans ve Hindistan'a yaptığı bilimsel amaçlı seyahatler gibi, Avrupa'dan birçok bilim adamı da İslam dünyasına gelerek bilimsel kitapları toplarlar Bilimsel eserler, Doğu Uygarlığı’ndan Batı Uygarlığı’na doğru yönelir Eski Yunancadan Arapçaya çevrilen bilimsel eserler yeniden Arapçadan Latinceye çevrilmeye başlanır

Fatih Sultan Mehmet’in ölümünden sonra, doğa bilimlerinin öğretilmesi medreselerden yavaş yavaş kalkar Bu dönemden sonra İslam anlayışındaki yetersizlik, İslam dünyasının zaman içerisinde bilim dünyasından silinip yok olmasına neden olur
BİLİMİN MÜSLÜMAN ÖNCÜLERİ
Ebul İz El Cezeri
Batı dünyasında adı kısaca “el Cezeri” olarak bilinen “Bedi'el-Zaman Abu el-izz İsmail el-Razzaz el-Cezeri”, 1136'da Diyarbakır'da doğdu XIII yüzyılın başında, Diyarbakır Artuklu Sarayı’nda 32 yıl başmühendislik görevi yaptı Biz bugün el Cezeri'yi, su saatleri, otomatik kontrol düzenleri, fıskiyeler, kan toplama kapları, şifreli anahtarlar ve robotlar gibi, pratik ve estetik birçok düzeni tasarlayan ve bunların nasıl gerçekleştirileceğini anlatan “Kitab-el Hiyal” adlı kitabın yazarı olarak tanıyoruz

Tarihte sibernetiğin kurucusu olma şerefi onundur Sibernetik; haberleşme, denge kurma ve ayarlama bilimidir İnsanlarda ve makinelerde bilgi alışverişi, kontrolü ve denge durumunu inceler Bu bilim, zamanla gelişerek bugün kullandığımız bilgisayarların ortaya çıkmasına imkan tanımıştır

Sibernetik ve otomatik sistemlerin başlangıcı konusunda; Fransızlar Descartes ve Pascal'ı; Almanlar Leibniz'i, İngilizler de R Bacon'ı öne sürseler de, aslında Cezerî bunu ortaya koyan ve ilim dünyasına sunan ilk bilgindir
Günümüz fizik ve mekanikçileri, "ısı etkisiyle haberleşerek denge kurma" sisteminin, ilk olarak J Watt'ın 1780'de regülatörü keşfiyle başladığını söylerler Fakat bunun da yine Cezerî'ye dayandığı, onun meşhur eseri Kitabü'l-Hiyel'in 171 sayfasındaki şekilde açıkça görülür Bu sayfada regülatörün şekli, bir kuşun hareketiyle karşılıklı haberleşerek ayarlanmaktadır

Kitapta, mühendislikle ilgili 50 farklı aletin plan ve işleyişi hakkında bilgiler de verilmiştir Bugün, İstanbul’daki Topkapı Sarayı III Ahmed Kütüphanesi'nde bulunan A3472 kayıtlı yazma, özgün eserin ikinci el bir kopyasıdır Altı kısımdan oluşan eserde, 50 farklı düzen anlatılmaktadır

Kitaptaki sistem ve şekiller incelendiğinde, Cezerî'nin büyük bir su mühendisi olduğu görülmektedir Kitap, kısmen ve ilk defa E Wiedeman ve F Hauser tarafından Almancaya çevrilmiş ve 1908-1921 seneleri arasında yayımlanmıştır 1974'te, Donald R Hill, eserin tamamını İngilizceye tercüme edip bastırdı Kitapta anlatılan su saatlerinden biri; Dünya İslam Festivali için Londra Bilim Müzesi'nde örneğe uygun olarak yapılıp çalıştırıldı
Hazinî
Asıl adı Abdurrahman El Mansur olan bu İslam bilgini, XI Yüzyıl sonları ile XII Yüzyıl’ın başlarında, Horasan’da yaşamıştır Aslen Yunanlı bir köle olmasına karşın, sonradan İslam dinini seçmiştir Hazinî, ölçü ve tartı teorilerine yaptığı katkı ile tanınır Bilime yaptığı diğer bir önemli katkı da yerçekimi hakkındaki görüşleridir Hazinî, Newton’dan 500 yıl önce, “her cismi yer kürenin merkezine doğru çeken bir güç” olduğunu söylemiştir Roger Bacon’dan yüzyıl önce de, dünyanın merkezine doğru yaklaştıkça, suyun yoğunlaştığı fikrini ortaya atmıştır
Hazinî, kimyasal maddelerin yoğunluk ve özgül ağırlıklarını ölçmek amacıyla icat ettiği hassas terazilerle, kimya bilimine de önemli katkılarda bulundu Öyle ki, icat ettiği ve “Mizanü’l-Hikme” (Hikmet Terazisi) adını verdiği bu hassas terazi ile yaptığı yoğunluk ve ağırlık ölçümleri, günümüz teknolojisi kullanılarak yapılan ölçümlerden pek farklı değildir

ELEMENTLER HAZİNÎ’ye Göre Modern Kimyaya göre
Altın 1905 1926
Civa 1356 1359
Bakır 866 885
Pirinç 857 840
Demir 774 779
Kalay 732 729
Kurşun 1132 1135
Hazinî, Zîc-i Sanacarî (Yıldız Katalogu) adlı eserinde, yıldızlar ve gezegenlerle ilgili bilgilere ve Selçuklu devletinin enlem ve boylamlarına da yer vermiştir ‘Risale fi’l-Âlât’ (Aletler Bilgisi) adlı kitapçığında ise gözlem aletlerini konu almıştır
Musaoğulları
Horasan'lı Musa Bin Şakir'in oğulları Muhammed Hasan ve Ahmed, bilim ve teknoloji tarihinde Benu Musa, "Musaoğulları" olarak bilinir Benu Musa kardeşler, Abbasi Halifesi Memun (MS 813-833) ve onu izleyen halifeler zamanında, matematiksel bilimlerin gelişmesi yönünde etkin rol oynamış kişilerdi

Kardeşlerden Ahmed'in teknolojiye ilgisi, ‘Kitab-el Hiyal’ adlı bir eserin yazılmasına neden olmuş olmalıdır (MS 850) Ülkemizde Topkapı Sarayı III Ahmed Kütüphanesi'nde bulunan bu eserde (A3474), sihirli kaplar, fıskiyeler, kandiller, bir dansimetre, bir körük ve bir kaldırma düzeninden söz edilmektedir Cisim, su ve hava etkisiyle oluşturulan “harika düzenler” ya da “harika otomatlar” bilimine, İslam Dünyası’nda “ilm al alat al ruhaniyet” (Pnömatik Aletler İlmi) ya da kısaca “ilm al hiyal” (Harika Düzen*ler İlmi) adı verilmektedir

Akfani'nin tanımına göre, pnömatik aletler ilmi, boşluğun bulunmaması prensibine dayanan bir takım aletlerin nasıl imal edileceğini konu edinen bir ilimdir Amaç, ölçülü kaplar, sifonlar ve diğer elemanlardan oluşan bu düzenleri oluştururken zihni eğitmektir

Benu Musa Kardeşler’in Kitab-el Hiyal adlı eserinde yer alan 100 düzen içinde, 18 tane otomatik kontrol düzeni bulunur İncelendiğinde, bunların teknik yönden, bugün hala kullanılabilir türden otomatik kontrol sistemleri olduğu görülür
Hârizmî
9 Yüzyıl’da Hârizm'de dünyaya geldiği için Hârizmî adıyla tanınan ve büyük bir olasılıkla Türk olan Muhammed ibn Musa, Memun'un Bağdat'ta kurduğu Bilgelik Evi'nde bulunmuş ve bu kurumun kütüphanesinde matematik ve astronomi alanlarında araştırmalar yapmıştır Aritmetik ve cebirle ilgili iki yapıtı, matematik tarihinin gelişimini büyük ölçüde etkilemiştir

Aritmetik kitabının Arapça aslı kayıptır; bu nedenle bu yapıt, De Numero Indorum (Hint Rakamları Hakkında) adıyla Batılı Adelard tarafından yapılan Latince tercümesi sayesinde günümüze kadar ulaşabilmiş ve tanınabilmiştir Hârizmî, bu yapıtında, on rakamlı konumsal Hint rakam sistemi ile hesaplama sistemini anlatmış ve Batılı matematikçiler, Romalılardan bu yana yürürlükte bulunan harf, rakam ve hesap sistemi yerine, Hint rakam ve hesap sistemini kullanmayı bu yapıttan öğrenmişlerdir Bu hesaplama sistemine, daha sonraları algorism denecektir; bu terim, ünlü matematikçinin isminden, yani el-Hârizmî'den türetilmiştir

Hârizmî'nin cebir konusundaki yapıtı ise, ‘el-Kitâbü'l-Muhtasar fî Hisâbi'l-Cebr ve'l-Mukâbele’ (Cebir ve Mukâbele Hesabının Özeti) adını taşır ve bu konuda yazılmış ilk müstakil kitaptır Hârizmî bu yapıtında, birinci ve ikinci dereceden denklemlerin çözümleri, binom açılımları, çeşitli cebir problemleri ve miras hesabı gibi konuları incelemiştir Hârizmî, cebire ilişkin çalışmalarında, öncelikle birinci ve ikinci dereceden denklemler üzerinde durmuştur Özellikle ikinci derece denklemlerde, bugün yaygın olarak kullanılan yöntemden farklı bir yöntem kullanmıştır Bu yöntemle, dünyada ilk defa cebirsel çözümlemeleri geometrik çözümlemelerle yapmıştır
Hârizmî'nin cebirle ilgili bu yapıtı, 12 Yüzyıl’da Chesterlı Robert ve Cremonalı Gerard tarafından Latinceye tercüme edilmiştir Bu sırada kitabın adında bulunan "el-cebr" kelimesi, "algebra" biçimine dönüştürüldüğünden, Batı dillerinde, cebir terimini karşılaması için bu terim kullanılmaya başlanmıştır Hârizmî'nin bu kitabı, Batılı matematikçileri büyük ölçüde etkilemiş ve Avrupa'da cebirin yaygınlık kazanmasında büyük rol oynamıştır
Yapıtların en ilginç yönlerinden biri, açıların, trigonometrik fonksiyonlarla ifade edildiğini gösteren bir takım tablolar ihtiva etmesidir Acaba Hârizmî, trigonometrik fonksiyonları biliyor muydu; yoksa bunlar, daha sonra Meslemetü'l-Mecrîtî tarafından mı bu yapıtlara ilave edilmişti? Bunu bilmiyoruz; ancak, bazı bilim tarihçileri, sinüs ve kosinüsü ilk defa Hârizmî'nin kullandığını, tanjant ve kotanjantı ise Meslemetü'l-Mecrîtî'nin eklediğini düşünmektedirler Gerçek ne olursa olsun, İslâm Dünyası'nın mahsulü olan trigonometrinin Batı'ya girişinde bu bilgilerin önemli bir etkisi olduğu anlaşılmaktadır

Bunların dışında, Hârizmî'nin yön bulmada kullanılan usturlabın biri yapımını ve diğeri de kullanımını anlatan iki eseri daha mevcuttur Hârizmî, Batlamyus'un Coğrafya adlı yapıtını, ‘Kitâbu Sureti'l-Ard’ (Yer'in Biçimi Hakkında) adıyla Arapçaya tercüme etmiş ve böylece, Yunanlıların matematiksel coğrafyaya ilişkin bilgilerinin İslâm dünyasına girişinde önemli bir rol oynamıştır Düzeltmeler ve eklemeler nedeniyle hüviyetini kısmen de olsa değiştiren bu yapıt, önemli yerlerin enlem ve boylamlarını bildiren çok sayıda tablo içermektedir Bu tablolar incelendiğinde, Hârizmî'nin tıpkı Batlamyus gibi, Yer'i ekvatordan kuzeye doğru yedi iklime, yani yedi enlemsel bölgeye ayırdığı ve enlemleri bu esasa göre belirlediği görülmektedir Batlamyus tercümelerinden önce de bilinen bu yedi iklim sistemi, bu yapıttan sonra bütün Müslüman coğrafyacıları tarafından benimsenecek ve klasik dönem yapıtları, bu sisteme göre tertip ve telif edilecektir

‘Kitâbu Sureti'l-Ard'ın nüshalarından birinde mevcut olan dört haritadan en mühim olanı, Nil'in kaynağını ve mecrasını gösteren haritadır Nil'in Batı Afrika'dan değil de bir gölden doğduğunu bildirmesi oldukça dikkat çekicidir; bu kuram daha sonra, Batlamyus-Hârizmî Kuramı ismiyle tanınacaktır
Haritalar arasında bir Dünya haritası yoktur; fakat enlem ve boylam verileri bize böyle bir haritayı çizmek için gerekli olan malzemeyi vermektedir
Ali Kuşçu
XV Yüzyıl başlarında Semerkant şehrinde doğan Ali Kuşçu, Semerkant Rasathanesi’nin Müdürlüğü’nü yaptığı sırada, Akkoyunlular adına Osmanlılarla barış görüşmelerinde bulunmak için İstanbul’a geldi Elçilik görevini tamamlayınca da buraya yerleşti Fatih Sultan Mehmet’in büyük desteğini gördü ve Ayasofya Medresesi’nde (Ayasofya Üniversitesi) görevlendirildi Burada, Mirim Çelebi, Sarı Lütfü, Sinan Paşa gibi değerli bilim adamlarını yetiştirdi

Bilhassa, astronomi ve matematik konularında çağının sınırlarını aşacak kadar önemli eğitim ve öğretim çalışmalarında bulunan Ali Kuşçu; Ayasofya Medresesi’nin çalışma programlarını da yeniden düzenlemiştir
Semerkant Rasathanesi’nde iken ‘Zic-i Uluğ Bey’ (Uluğ Bey’in Yıldız Kataloğu) adlı eserin hazırlanması için gerekli gözlem ve hesaplamaları yaptı Söz konusu eserde, 1018 tane yıldızın konumu belirtilmiş, astronomi bilimi ile ilgili pratik bilgilere yer verilmiş ve gök cisimlerinin hareketleri anlatılmıştır Bu eser, çağının en ileri kurumsal matematik bilgilerini içerir

‘Risaletü’l-Fethiye’ adlı eseri ise 19 Yüzyıl’da, İstanbul Mühendishanesi’nde (İstanbul Teknik Üniversitesi) ders kitabı olarak okutulmuştur Bu eserde, gök cisimlerinin yere olan uzaklığına yer vermiş; ayrıca, dünya haritasını da kitabının sonuna eklemiştir Burada yer kürenin eksenindeki eğikliği 23o30’17” olarak tespit etmiştir Bu, günümüz modern astronomi verilerine oldukça yakın bir tespittir
Şerafeddin Sabuncuoğlu
Fatih Sultan Mehmet döneminin ünlü doktoru ve tıp bilginidir 85 yaşında iken yazdığı ‘Mücerrebname’ adlı eserinde, kendi deney ve gözlemlerine yer vermiştir Asıl çalışma alanı cerrahlık ve deneysel fizyolojidir ‘Cerrahiyatü’l-Haniye’ isimli eserinde, cerrahlıkla ilgili çalışmalarına yer vermiştir Bu eserinde, yaptığı cerrahi müdahaleleri resimlerle tasvir etmiştir

Diş sağlığı ile ilgili olarak verdiği bilgiler oldukça ilgi çekicidir Örneğin, bugün ‘paradontoloji’ bilim dalının konusu içinde yer alan birçok tıbbi aletin nasıl kullanılacağını ve nasıl temizlenmeleri gerektiğini açıkça anlatmıştır Boğazından hasta olan bir kişiye yaptığı estetik cerrahi girişimi ve boğaza kaçan cismin çıkarılması, ele aldığı başka bir konudur Hayvanlar üzerinde yaptığı çeşitli deneylere yer verdiği ‘Mücerrebname’ adlı eseriyle, günümüzden 500 yıl önce, deneysel fizyolojinin temellerini atmıştır Yılan ısırmaları için, tiryak adını verdiği bir panzehir yapmış ve bunu bir horoz üzerinde denemiştir Daha sonra kendini yılana sokturmuş, panzehiri yılanın ısırdığı yere sürerek kendini tedavi etmiştir
Bursalı Ali Münşi
1710 yılında hekimlik yapmaya başlamış Türk bilim adamıdır Tıp bilimine yaptığı en önemli katkılardan biri ‘Kınakına’ hakkındaki çalışmasıdır Burada bu ağacın kabuklarının humma, sıtma gibi hastalıklara iyi gelmesi ile ilgili gözlemlerine yer vermiştir

Bir başka çalışması da bugün dizanterinin en etkili ilacı olarak kullanılan ‘İpeka’ ile ilgilidir Bu çalışmasında, Batılı kaşiflerce 1711 yılında Amerika kıtasında keşfedilen ‘kınakına’nın 1686’da İstanbul’da tanındığından bahsetmektedir Ayrıca, ‘ipeka’yı dünyaya tanıtan (1686) Dr John Hadrian Helvetius’ın yanlış fikirlerinin de kritiğini yapar İpekanın ishallerde, dizanteride cilt hastalığında, uyuzda, öksürükte ve melankolide, kusma ve zehirlenmelerde nasıl kullanılacağını tarif eder

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam'da Bilim Ve Müslüman Bilim Adamları İslamiyet &Amp; Müslümanlık

Eski 09-08-2012   #20
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam'da Bilim Ve Müslüman Bilim Adamları İslamiyet &Amp; Müslümanlık



İslamın Yükselişi ve Düşünce/ Bilim

İslam’ın yükselişi birden bire oldu 632 yılında HzMuhammed’in ölümünden daha beş yıl geçmeden izleyicilerinin orduları hem Pers ve hem de Roma ordularını kesin bir şekilde yenilgiye uğrattılar Bundan sonra uzun yıllar, karşılarına hiçbir kuvvet çıkamayacaktı 8 yy’da İslamiyet, Orta Asya’dan İspanya'ya kadar uzanan geniş bir alanda egemenlik kurdu Afrika ve Asya’daki Roma sömürgeleri,büyük öneme sahip Küçük Asya’nın(Anadolu) dışında Arapların ellerine geçti Orta Asya’dan Hindistan içlerine uzanan Pers İmparatorluğu da aynı durumda idi O zamandan itibaren bu geniş bölgenin büyük bir kısmı ortak bir kültür,ortak bir din ve ortak bir dille,birkaç yüzyıl kadar da ortak bir hükümete ve serbest ticaret koşullarına sahip olacaktı Daha da uzun bir zaman din ve hac, Fas’tan Çin’e kadar,bilgin ve şairlere serbest geçiş sağladı

İslam Dünyasında Türklerin Egemenliği
Türkler,özellikle 9 yy'da Abbasiler zamanında "Muhafız Kuvvetleri" oluşturmakla ünlendi Savaşkan ve gözü pek bir halk olması, ticaret yollarının ve sarayların korunması ihtiyacı Türklere ilgiyi artırdıAma Türkler kimi zaman ayaklanarak kimi zaman Sultanları devirerek İslam dünyasında etkinliklerini artırmaya başladılar Türklerin İslam dinini koşa koşa benimsedikleri savı doğru değildir Bir kere İslamiyet bir kent (ticaret) dinidir Türklerin hepsi elbette göçebe değildi;ama büyük çoğunluğu göçebeydiTürklerin Müslümanlaşma süreci üç yüz yıl süren ilişki ve mücaadelelerin sonucu gerçekleşmiştirBu sürecin ayrıntılarına girmek bizi konumuzdan uzaklaştıracaktır Şunu belitmekle yetiniyorum: İslam dünyasında siyasi egemenliğin 10 yy’da yavaş yavaş Türklerin eline geçmeye başladı; ama İslam uygarlığının “gelişmesine çeşitli kavimlerin rolü ve payını “ vardır HZ Ülken şöyle devam ediyor: “ İstilalar ve göçler nedeniyle Uzak Doğu’dan Batı sınırlarına dek gelmiş olan Türk boyları(kavimleri) bu istila ve göç yolu üzerinde birçok uygarlıkla ilişki kurmuşlar ve onlardan etkilenmişlerdir Bu arada İslamdan önce kısmen dinini kabul ederek,ilim ve felsefelerinden esinlendikleri Budizmi, Maniheizmi,Hıristiyanlığı, hatta Judaizmi belirtmeliyiz Türk düşünce tarihinin bu devrine ilişkin eserlerden önemli bir kısmı kaybolmuş ve kalanlar da Türklerin İslam uygarlığını benimsemelerinden sonra etkisiz bir hale gelmişlerdir"(HZÜlken,İDüşüncesi s:13-16)


Alıntı Yaparak Cevapla

İslam'da Bilim Ve Müslüman Bilim Adamları İslamiyet &Amp; Müslümanlık

Eski 09-08-2012   #21
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam'da Bilim Ve Müslüman Bilim Adamları İslamiyet &Amp; Müslümanlık



Muhammed IKBAL
(1873-1938)
Fethi Yeken
1873 de Pakistan‘in Pencap eyaletine bagli Seyalkat kentinde dogan Muhammed Ikbal mutasavvif bir anne babanin ogludur Babasi Muhammed Nur çok muttaki birisi olarak hem din, hem de dünya isleriyle mesgul olurdu Geçimini ise çalisarak elde ederdi Ikbal‘in annesi de tipki babasi gibi ehli takva birisiydi Hatta beyi rüsvet almakla ün yapmis birinin yaninda çalisirken, acaba bunda da rüsvet var mi düsüncesiyle çok defa beyinin kazancindan yemekten sakinirdi Ancak daha sonra beyinin kazancinin rüsvetle ilgisi olmadigina kanaat getirerek ondan yerdi Muhammed Ikbal‘in devamli Kur‘ani Kerim okumakta oldugunu gören babasi, bir gün ona Kur‘ani Kerim‘i anlamak istiyorsan, ‚sana indiriliyormus gibi oku‘ dedi
Ikbal çocuklugundaki ilk egitimini evinde babasindan aldi Daha sonra Kur‘ani Kerim‘i okumak için medreseye gitti ve büyük bir kismini ezberledi Bu merhaleden sonra babasinin arkadasi Mir Hüseyin‘in görev yaptigi bir okula gitti Mir Hüseyin Arapça ve Farsça hocasi olarak Ikbal‘e Islâmi edebiyatini sevdirdi Burayi bitirdikten sonra Pencap eyaletinin baskenti Lahor‘a giden Muhammed Ikbal, orada hükümete ait bir okula girdi
Zaten Lahor bir çok lisenin bulundugu bir sehirdi Burada felsefe ve Ingilizceden ögretmenlik diplomasi alan Ikbal, Lahor‘da dogu dilleri fakültesine hoca olarak tayin edildi Iste Muhammed Ikbal bu devrede siir yazmaya baslayarak yavas yavas ismini duyurdu
1905 de Londra‘daki Chambrich üniversitesine girmek için Ingiltere‘ye giden Ikbal, oradan felsefe ve iktisat bölümünü üstün bir derece ile bitirerek mezun oldu Londra‘da üç sene kadar kalan Ikbal, burada Arap dili ve edebiyâti fakültesinde hocalik yaparken bir taraftan da çesitli Islâmi konularda bir dizi konferans verdi Bu konferanslari onun Londra‘da çok taninmasina sebep olmustu
Yine Londra‘da kaldigi müddet içinde hukuk üzerine okuyan Ikbal savcilik diplomasini aldiktan sonra Almanya‘ya giderek Münih Üniversitesinde felsefe dalinda doktora yapti 1908 de Hindistan‘a döndügünde, onun yazi ve siirlerine hayranlik duyanlar tarafindan büyük bir coskuyla karsilandi
Ikbal Hindistan‘daki çalisma hayatina avukat olarak baslarken onun bu görevdeki çalismasi, dogruluk ve emanete örnek olarak gösteriliyordu
Hakliligina inanmadigi ve hakkini alamayacagi kisinin davasina bakmazdi
Daha sonra Lahor‘da hükümete ait bir okulda Arap dili ve edebiyati bölümünde hocaliga devam eden Ikbal, bu görevinde fazla kalmayarak ayrildi
Hocalik görevinden istifa edisinin sebebi kendisine soruldugunda cevaben: “Ingilizlere hizmet etmek zordur Ben istedigimi insanlara anlatamiyordum Simdi ise hürüm, diledigimi söyler ve diledigimi yaparim” diyordu
Hükümetteki bu resmi görevinden istifa etmesine ragmen hiç bir zaman egitim ve ögretim islerinden geri kalmamisti Devamli olarak Lahor‘daki Islâm akademisiyle irtibat halinde olan Ikbal orada dersler verirken, çesitli üniversitelerde de ilmi konferanslar veriyordu Bu arada Af gan hükümetinin daveti üzerine Afgan egitim komisyonuna da istirak etmisti
Muhammed Ikbal ülkesinin siyasetine de katilmis ve halkini bu konularda yönlendirmisti Onun bu konudaki düsüncesi ise: “Siyaset; çalismak, izzet ve serefe davet etmektir” seklinde idi
Müslüman Hintli mücahitler adiyla yazdigi siirleri Hindistan‘daki müslümanlarin hareketlenerek Ingiliz sömürüsüne baskaldirmalarinda büyük tesiri olmustu 1926 da Pencap eyaletinden Hukuk Komisyonuna seçilen Ikbal ayni zamanda “Rabitatül Islâmiye” adli merkezi Suudi Arabistan‘da olan bir cemiyette de çalismalar yapmisti
1930 da Pakistan devletinin kurulusu konusunda kendisine has görüsüyle insanlarin huzuruna çikan Ikbal Hindistan‘in bölünmesinin din, irk ve dil esasina göre taksimini öngörüyordu O zaman bu görüsünü daha sonra Pakistan devlet baskani olacak olan Muhammed Ali Cinnah‘a anlatirken, siir ve konusmalarinda bu düsüncesine oldukça fazla yer vermisti Daha sonra 1932 de Londra‘da anayasa hazirlamak için olusturulan ve çok uzun münakasalara sahne olan kongreye katilan Ikbal, o sirada siddetli ve uzun sürecek bir hastaliga yakalanir Doktorlarin gayretlerine ragmen bir türlü iyilesmeyen Ikbal ölümü tebessüm ve riza ile karsilayarak 1938 de Allah‘in rahmetine kavusur Iste bu siralarda Ikbal ölümle ilgili olan su siirini yazmisti:
“Ölümü ve aciyi mutluluk ile karsilamak
Müminin alametlerindendir‚
Muhammed Ikbal ehli takva bir evde dogup büyüdügü ve babasinin arkadasi olan Mir Hüseyin‘in tesirinde çok kaldigi için takvaca ve sahsiyetinin olgunlasmasi konusunda oldukça ileri bir merhaledeydi Çünkü Üstad Mir Hüseyin talebelerine özellikle akide, Islâmi sahsiyetin olusturulmasi ve Islâm edebiyati konularinda çok tesir ediyor ve onlari üstün birer sahsiyet olarak yetistiriyordu
Ikbal çok zeki ve ince duygulu birisiydi Daha çok genç yaslarindayken siir yazmaya baslamisti
Bu siirler daha sonralari çesitli dilere tercüme edilmisti Ikbal‘in siir ve edebiyat bakimindan büyük bir kabiliyete sahip olmasi onun kültürel açidan üstün bir egitim aldiginin ve Islâmi bakimdan olgunlugunun bir göstergesidir
Henüz 33 yaslarinda iken felsefe, iktisat, hukuk ve edebiyat gibi bir çok ilimlerde tahsil görmüs ve üstün derecelerle diplomalar almisti Bu konularda yazdigi eserlerden bazilari çesitli dillere çevrilerek bu üstün sahsiyetin fikirlerinden baskalarinin da istifadesi saglanmisti
Ikbal belki bir vaiz ve filozof degildi ama her seyden önce Allah‘a samimi olarak iman etmis cesaretli, kendine güvenen ve düsüncelerinde belirli özellikleri olan bir kisiydi O siirlerinde hayatin gerçeklerine bakar, fitratindaki siire olan yatkinligiyla bu konulari en tesirli bir sekilde izah ederdi Iste Ikbal bu vasiflariyla büyük ve gerçek bir mücahid olarak ortaya çikmaktadir
IKBAL‘IN ISLAH YOLUNDAKI ÇALISMALARI
Muhammed Ikbâl hayata bakis felsefesini ve görüslerini siirlerinde islemistir Onun islah yolundaki belli basli düsünceleri sunlardir:
1- Muhammed Ikbal Islâma ve müslümanlara hayranlikla dolu bir müslümandi Ona göre müslümanin topraginda sinir olamazdi Çünkü bütün müslümanlarin vatani birdir Ikbal‘in bu konuda yazmis oldugu bir çok kahramanlik destanlari vardir O dogusuyla ve batisiyla bütün müslümanlari kusatmistir
Ona göre insanligin saadetini gerçeklestirecek tek hükümet Islâmdir Siirlerinde sürekli olarak Islâmiyetin devlet olarak yasandigi ve beseriyete gönderildigi devirleri islerdi
Ikbal Islâm ümmetinin hiç bir zaman yok olmayacagini çünkü Islâm ümmetinin ebediyyen kalici deger üzerine bina edildigini söylüyordu Diger taraftan da üzülerek Islâm ümmetinin aci hallerini dile getiriyordu Bir siirinde bu konuyu söyle gündeme getirmistir:
Hak olan ezan devamli aralarinda olan
Islâm ümmeti ebedi kalacaktir
La ilahe illallah‘in askindan kalbler
tutusmaktadir



Eger geçmisinde Islâm medeniyetini yasamis herhangi bir yere gitse oranin maziye karismis halini hatirlar ve üzülürdü 1908‘de Avrupa‘dan Hindistan‘a dönerken Sekille Adasina ugramis eskiden oranin Islâm medeniyetine besik oldugunu hatirlayarak kendi kendine:

Göz yasiyla degil kan akitarak agla
Iste burasi Islâm medeniyetinin gömüldügü yerdir
diyerek aglamistir 1932 de Londra‘daki kongreden dönerken Ispanya‘ya ugramis, orada Kurtuba Mescidini ziyaret ederek mü‘min bir sair olarak Islâm medeniyetinin bir harikasi olan bu caminin önünde bir müddet duygulu duygulu durduktan sonra senelerden beri ezan okunma mis ve içinde namaz kilinmamis bu camide iki kere kat namaz kilmisti
Ikbal müslümanlarin gelecegi konusunda oldukça iyi düsünceler ve ümitler besleyen birisiydi Bir gün Kurtuba‘da "Büyük Vadi" isimli nehrin kenarinda durmus söyle diyordu:
Ey sanli nehir su anda senin kenarinda duran kisi çok güzel bir hayal içindedir
Bu adam gelecegin aynasinda yeni bir dönem görmektedir
Bu dönemin müjdeleri gözükmeye basladi Fakat henüz insanlarin gözünden sakli durumdadir · Eger Avrupa bu dönemi su anda farketse aklini kaybedip deliye dönerdi
Muhammed Ikbal‘in Avrupa‘da egitim görüp onlarin arasinda uzun bir müddet kalmasina ragmen hiç bir zaman onlarin kültürlerine aldanma misti O Avrupa medeniyetinin insanlari kardes yapacagina, insanliga saadet getirecegine inanmiyordu Çünkü Avrupa‘nin medeniyeti sadece maddi bir medeniyetti Evet bu medeniyet ilmiyle ve organizesiyle tüm dünyaya boyun egdirmisti ve kendi gayesi için tabiatla alay ediyordu Ama imandan yoksun oldugu için saskinliklar içinde aciyla kivranmak taydi Bu medeniyet islah etme ve merhamet
etme özelligine sahip degildi Iste bundan dolayi devamli olarak müslümanlara özellikle de gençlere bu medeniyetin gösterisine kanarak onun tuzagina düsmekten sakinmalarini söylerdi
Ama maalesef ümmetten bazilari bu tuzaga düserek bütün izzetlerini kaybederek zayifladilar ve varliklarini yitirdiler Ikbal yazi ve siirlerinde müslümanlari derinlemesine Islâmi ögrenmeye çagirirdi Çünkü “müslümanlarin izzeti ve hürriyeti, Islâmin asil kaynagi olan Kur‘an ve sünnettedir” diyordu Ne zaman Islâmdan ve Resulullah‘tan bahsetse, gurur ve iftiharla söyle derdi:
“Eger yildizlar ve gezegenler boyun bükerse buna hayret etmeyiniz Çünkü ben kendini yollarin rehberi, peygamberlerin sonuncusu ve insanlarla cinlerin önderi olan Hz Muhammed‘e baglayarak, onun bereketli ayak tozuna karisarak bahtiyar insanlarin gözüne sürecekleri sürme oldum"
2- Ikbal‘in görüslerinin temelini, en çok ehemmiyet verdigi nefsi terbiye konusu olusturmaktadir Çünkü insanin saadeti ve hayatin temeli, nefsi terbiyeden kaynaklanmaktadir Iste bunun için ikbal sürekli olarak kisinin kendisini bilmesine ve bu yolda ardi arkasi gelmeyecek olan devamli bir cihada çagiriyordu Bu cihad önce nefse karsi verilmeliydi

Ikbal cihad ve çalismada hayat; tembellik ve uyusuklukta da ölüm oldugunu söylerdi Yine ona göre insanin kendisine güvenmesi ve devamli olarak nefsini zorluklara karsi kuvvetli olabilecek sekilde hazirlamasi kisiye mutluluk vermektedir Kisinin kendisine güvenmesi,konusunda söyle diyordu:
“Baskalarinin nimetlerinden kendi rizkini arama Isterse günesin kaynagindan gelmis olsun hiç kimseden, su bile isteme Allah‘a güven ve çalis Bu serefli Islâm ümmetinin yüzünü utandirma Bir gün Hz Ömer at üstünde giderken elinden kamçisi düstü O etrafindakilerden hiç birinden onu kendisine vermelerini istemeyip, bizzat atindan inerek kendisi almisti
Iste insan nefsini sehvetlerden ve çesitli korkulardan alikoyar ona hakim olursa baskalari o insana hükmedemez Islâm bu nefsi terbiyeye çok büyük önem vermekte ve kisiyi kendisini olgunlastirmaya çagirmaktadir Nefsini güzel ahlak ve faziletlerle süslemesini istemektedir Islâm, nefsi terbiye etmeyi kendine has usullerle gerçeklestirmektedir
Örnegin inanç konusunda nefsi süphelerden, korku ve sehvetlerden men ederek gerçek tevhidi insanin kalbine yerlestirerek devamli olarak onu tembellikten alikoyar onu çalismaya ve istikbale dair hazirliklar yapmaya tesvik eder Iste Islâm inanci bu vasiflariyla her türlü zorlugu yenerek asmakta ve insanlik için gerçek hürriyeti ve esitligi saglamaktadir Ikbal bu düsünceleriyle ayni zamanda Hindistan‘da yaygin olan ve bazi usüllerinde Islâma zit hareket eden tasavvufi anlayisa da karsi oldugunu ortaya koymus oluyordu Çünkü o zamanlar Hindistan yarimadasinda hurafelerle karisik bir çok tasavvufi akim vardi ki, bunlar genel olarak “Vahdeti Vücut” inancinda olup, görünen varligi inkar esasina dayaniyorlardi Ikbal onlari Islâmi olmayan tasavvufi akim diye isimlendirmisti
3- Ikbal‘in gerçeklestirmek istedigi hedeflerden birisi de Dünya Islâm Devletinin kurulmasiydi O her ne kadar kisinin ferdi degerini idrak etmis ve görüslerinin aslini nefsi terbiye olusturmussa da bunu da yeterli olmadigini biliyordu Onun için ferdi cemaat için, cemaati da fert içinbir ayna kabul ediyordu Eger fert görevini yerine getirmese bu noksanligin cemaata da siçrayacagina inaniyordu Ona göre fert kendisini iyi yetistirirse cemaattaki görevini daha iyi yapacaktir Eger hata yapsa iyi yetismis cemaat onu ikaz edip düzeltecektir Bu konuda bir siirinde söyle diyor:
“Eger fert bir cemaata mensup olsa tipki bir damla iken nehir olur
Artik onun ruhu, bedeni, açigi ve gizlisi, her seyi bagli bulundugu toplumuna ait olur
Iste bu cemaatin elbette bir davasi ve onlari birarada tutan prensipleri olmalidir Yine bu hedeflerin gerçeklesmesi ferdin ve cemaatin saadetinin saglanmasi lazimdir Ayrica bu hedefler bütün beseriyetin saadetini de saglamalidir Ki, iste Islâm tüm insanligin mutlulugunu gerçeklestirecek tek din olarak ortadadir
Bunun için Ikbal bütün müslümanlari içine alabilecek ve insanligin saadetini saglayacak olan bir Islâm devletinin zaruri oidugunu devamli söyliyerek Islâmi devletin gerçeklesmesi yolunda çok gayretler sarfetmistir
O bu çalismalari esnasinda hiç bir zaman herhangi bir irki taassuba düsmemistir Müslümanlar için muayyen bir topragin olmayacagini esasta Islâmin tatbik edildigi yerin müslümanin vatani olduguna inanarak söyle derdi:
“Irkçilik taassubu Islâm ümmeti arasindaki irtibati ve Islâmi iliskileri kesmistir
Iste Hindistan‘da yasayan müslümanlar için müstakil bir Islâmi devletin olmasini, bu devletin inançta ve hedefte bütün müslümanlari bagrina basmasi gerektigini söyleyerek, Pakistan‘in kurulusuna temel hazirlayanlardan birisi olmustu Ikbal‘in çalismalarinin neticelerinden en önemlisi, kendisinin ölümünden yedi yil sonra 1947 de Pakistan devletinin kurulmasi olmustur Çünkü bu devletin kurulmasiyla birlikte Hindistan‘da bir taraftan hindularin zulmü altinda ezilen, diger taraftan Ingilizlerin sömürgesi altinda olan Hintli müslümanlar biraz olsun emniyete kavusmuslardi
Pakistan Islâmin hükümlerinin tatbik edilmesi için kurulmustu Elbette orada müslümanlarin sözü geçmeli ve huzur bulmaliydilar Gerçi Pakistan kurulusundan simdiye kadar bir çok olumlu asamalar geçirmistir ama henüz arzu edilen seviyeye ulasmamistir
Pakistan‘in kurulusu hakkinda bir arastirmacinin dedigi gibi, kisa sürede devlet olan ve islah yolunda ilerlemeler yapan Pakistan‘in Islâm devleti olma gayretlerini küçümseyemeyiz
Allah rahmet etsin

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam'da Bilim Ve Müslüman Bilim Adamları İslamiyet &Amp; Müslümanlık

Eski 09-08-2012   #22
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam'da Bilim Ve Müslüman Bilim Adamları İslamiyet &Amp; Müslümanlık



Seyyid Kutub (1906-1967)
Haci ibrahim Kutub'un oglu olan Seyyid Kutup, 1906'da Asyut kasabasina bagli Kalia köyünde dünyaya geldi Babasi köyde, sayilan bir kisi ve Vatan Partisinin bir üyesi olarak bilinmekteydi
O zaman bu partinin baskanliginda Mustafa Kamil vardi Haci Ibrahim Kutup ziraatla ugrasir, elde ettigi mahsulün bir kismini satar bir kismini da fakirlere infak ederdi Annesi ise çok mütedeyyin ve asil bir aileye mensup birisiydi Seyyid Kutub'a terbiyesiyle, sevgi ve sefkatiyle çok tesir etmisti
Seyyid Kutup'un Hamide ve Emine adli iki kiz kardesiyle Muhammed adinda küçük bir de erkek kardesi vardi Daha Kahire'de okurken babasini kaybedince, annesinin ve kardeslerinin bütün mesuliyetleri onun üzerine yikilmis oluyordu O cia bu durumdan oldukça sikilmisti Bu sikintidan biraz olsun kurtulmak için, annesini Kahire'ye tasinmaya razi eder ve Kahire`ye tasinirlar
1940'da annesinin ani vefati Seyid Kutup'u oldukça etkilemisti Kendisini hayatta yalniz hissetmeye baslar Bu konudaki duygularini bizzat kendisi bazi kitaplarinda anlatmaktadir

SEYYID KUTUB'UN HAYATININ DÖNEMLERI
Seyyid Kutup'un hayatini dört ana bölümde toplamak mümkündür Bunlardan birincisi dogumundan 1919'a kadar olan bölüm Seyyid Kutup bu devrede babasinin itinali dini terbiyesi altinda yetismisti Bir tarafta köylerindeki medreseye devam ederken bir taraftan da babasinin özel terbiyesindeydi Daha on yasina gelmeden Kur'an-i Kerim'in tamamini ezberlemisti
Seyyid Kutup'un hayatindaki ikinci dönem ise 1920 ve 1939 arasindaki zamani içermektedir Bu dönemde Kahire'ye giderek liseyi bitirir ve üniversiteye "Darul Ulum"a girer Darul Ulum'a girmesindeki maksadi arap dilinde ihtisas sahibi olmakti Kardesi Muhammed Kutub'un "Küçük Çigliklar" adli kitabinin önsözünde de anlattigi gibi Darul Ulum'da dört sene okumustu Burada okutulan dersler ise Tarih, Cografya, Arap edebi-
yati, Ingilizce, Sosyaloji, Matematik, Fizik, Felsefe ve dini ilimlerdi
Seyyid Kutup'u okutan hocalarin basinda ise Mehdi Allame geliyordu Bu zat Seyyid Kutup'un "Sairin hayattaki görevi" kitabinin ön sözünde sunlari diyor: "Seyyid Kutup'un benim talebem olmasi bana çok büyük bir mutluluk veriyor Eger hayatta benim ondan baska talebem olmasa bile onun varligi mutluluk olarak kafidir"
Darul Ulum'dan mezun olduktan sonra Milli Egitim Bakanliginda müfettis olarak görev alir
Fakat bir yazar olarak görevini daha iyi yapabilmek için görevde fazla kalmayarak istifa eder Bu siralarda hemen hemen her konuda kendisini yetistirmek için okumaya daldigini görürüz Özellikle arapçaya çesitli dillerden çevrilmis eserleri incelemekte ve degerlendirmeye tabi tutmaktaydi
Çok geçmeden Seyyid Kutup da tipki Taha Hüseyin, Abbas Mahmut Akkad ve Mustafa Sadik Rafi gibi harika bir yazar,olarak ortaya çikiyordu
Onun yazilari da tipki ötekilerinki gibi ayni gazete ve dergilerde yayinlanmaya baslamisti
Seyyid Kutup'un hayatinin üçüncü merhalesini ise 1939 ile 1951 yillari olusturmaktâdir Bizim görüsümüze göre bu dönem ayni zamanda Seyyid Kutup'un Islâmi düsünceye dönüsünün de bir baslangici oluyordu 1939'da "El-Muktatif' dergisi O'nun "Kur'an da Fennî Tasvir" adli bir makalesini yayinlamisti Seyyid Kutup bu yazisinda bazi ayetlerden örnekler vererek Kur'an'daki sanatsal güzellikleri ve onun üstün icazini ortaya koyuyordu
Bu yazisiyla ayni zamanda Kur'an'da icaz olayini inkar eden Akkad'in görüslerinden de ayrilmis
oluyordu 1945 yilinda ayni konuda iki kitap yayinladi
Seyyid Kutup bu kitaplarinin, almis oldugu dini terbiyenin bir semeresi oldugunu açikça itiraf etmekte, Kur'an'in uslubu ve harikaligiyla kendisini uyandirdigini kabul etmektedir O'na göre ilmi Kelamin uslubu olan cedel, dinde pek neticeye götürmemektedir Çünkü akil Kur'an'in inceliklerini ve harikaliklarini tam olarak anlamaktan acizdir Arkasindan "Sahrada" adli bir kasidesini yayinlayan Seyyid Kutup, burada her seyin bir tertip ve ölçüye göre yaratildigini anlatmaktadir
1946'da "Iste Sahtekarlik" diye bir kitabi daha yayinlandi Bu kitabinda Abdullah Ali el-Kasimi ile iki konuda tartisiyordu Bunlardan birisi "Insanin yaratmak konusundaki gücü" ikincisi ise "Insanin dinlere inanmasiydi" Akkad ve onun gibileri makalelerinde genelde Abdullah Ali'nin kitabini, dolayisiyla fikirlerini medhederken Seyyid Kutup siddetle tenkit ediyordu Çünkü Abdullah Ali dinin hayatin gerçeklerine ters oldugunu, dine
tabi olanlarin gerilediklerini, özellikle Islâmin insani gerilettigini savunuyordu Iste bundan dolayi Seyyid Kutup Abdullah Ali'nin demogojilerine yazdigi kitapda hücum ediyor, tenkit ediyor ve onlari çürütüyordu
7 Ekimn 1946 da Seyid Kutup'un Islâmi fikre baslangiç olarak degerlendirilen "Konum Dersleri" adinda bir makalesi daha yayinlanmisti Seyyid Kutup bu makalesinde Misir'in toplum yapisinin, siyasi, ahlaki ve sosyal yönlerden tenkidini yaparak, müslümanlari çalismaya çagiriyordu Toplumun islahi için ne yapilmasi gerekiyorsa müslümanlarin yapmak zorunda olusunun Kur'an'in emri oldugunu söyleyen Kutup delil olarak Al-
lah'in su ayet-i kerimesini gösterip tefsirini yapiyordu: "Sizden iyiligi emreden, kötülükten sakindiran, bir topluluk olsun Iste asil kurtulusa erenler onlardir "

ISLAMA DOGRU YÖNELIS
21 Ekim 1946 bu günkü medeniyeti tenkit ederek onun manevi degerlerden soyutlanmis, sadece maddi bir medeniyet oldugunu delillerle açikliyordu 1948'in sonlarinda ise "Islâmda Sosyal Adalet" kitabini yayimladi Kutub bu kitabinda insanligin arzu ettigi gerçek sosyal adaletin Islâmda oldugunu ve hakiki adaletin Kur'an'in
gölgesinden baska hiç bir yerde olmadigini açik açik anlatarak hayatin her alaninda oldugu gibi edebiyatin dahi Islâmi ölçülerden kaynaklanmasi gerektigini vurguluyordu

1949'da Amerika'ya giden Kutub iki buçuk yil kaldi Amerika'da kaldigi bu müddet içersinde Misir'daki arkadasi Tevfik el-Hakim'e gönderdigi mektuplarda Amerikan toplumunu ve medeniyetini devamli olarak tenkit ediyordu Çünkü ; bu medeniyette ruhi degerlerden hiç bir sey yoktur, diyordu Ayni mektuplarinda "El Melik" adli kitabini da tenkit ediyordu Çünkü Kutup bu kitabi Islâmi fikirlerle yogrulmadan çok önce yazmisti
Iste Seyyid Kutup arkadasina yazdigi mektuplarda bu kitabinin tenkidinde, "keske kitabin konusu Yunan felsefesine göre degilde, Islâmi ruhla yazilmis olsaydi Insallah gelecekteki konular, hayata, kainata ve insana özel bir bakis açisi olan Islâmdan kaynaklanir" diyerek temennilerini de bildiriyordu
Buna göre diyebiliriz ki Seyyid Kutup'un bu tarihten sonra edebiyata bakis açisi degismistir Çünkü hayatinin önceki dönemlerine baktigimizda edebiyati din ile ilgisi olmayan bir güzellik olarak degerlendirmekteydi Fakat simdi her seyin oldugu gibi edebiyatin da tüm konularini dogrudan dogruya Islâmdan almasi gerektigini söyle-
mektedir

1951 ile 1965 yillarini kapsayan zaman parçasi ise hayatindaki dördüncü merhaleyi olusturuyordu Kutup bu dönemde edebiyattan tamamen siyrilarak Ihvan-i Müslimin teskilatina katilmisti Abdulhakim Abidin'in anlattigina göre Seyyid Kutup artik Ihvanin bir fikir elemani olmustu
Gerçi yönetici olarak Ihvanda hiç bir makami yoktu ama iyi bir müntesip olarak Ihvanin gazetelerinde ve dergilerinde halki devamli olarak Islâma davet ediyordu Bir ara, 1954'deki tutuklanmasindan önce "Ihvan-i Müslimin" adli gazetede yazi isleri müdürlügü yapmis, orada yazdigi yazilari bir araya getirerek birçok kitaplar olusturmustu
Bu kitaplardan birkaçini burada zikretmeden geçemeyecegiz:
1- Islâm ve Dünyaya bakis
2- Iste Din Budur
3- Istikbal Islâmindir

Kutup ayrica Ihvan-i Müslimin gazetesinde din ile devlet islerini birbirinden ayirarak dini siyasetten uzak tutan laik düsünceyi de siddetle tenkit eder, siyaset baskadir, din baskadir sloganinin bir hikaye oldugunu söyliyerek Islâmda böyle bir sey olmadigini haykirir Çünkü Seyyid Kutup "Islâmin kalplerde bir inanç ve hayat için
bir kanun oldugunu" vurguluyordu
Ezher üniversitesinin Kur'an-i Kerim'i tefsir etmede taklidi tutumunu da açikça tenkit eden Kutub bu konuda söyle diyordu:
"Bu gün bütün dünya sosyalizm ve kapitalizm gibi belirli sosyal fikirlerin pesinde gitmektedir Onun için Ezher üniversitesi Islâmi kültürü her yönüyle halka götürmelidir Ibadette, inanç ve hayatin her alaninda, Islâmin kendisine has, her türlü noksanliklardan uzak ölçülerinin oldugunu izah etmelidir Ister siyasette olsun, ister iktisatta ve ister cezalarda olsun Islâmin hayatin her konusu için ölçüler koydugunu anlatmali ve Islâmi günlük hayata hakim kilmak için çalismalar yapmalidir

SEYYID KUTUB'UN SEHADETI
Seyyid Kutup Islâma inanmis ve inandigi davanin gerçeklesmesi için de bir çok çalismalar yapmis büyük bir mücahitti 27 Kasim 1954'de, Ihvan-i Müslimin Misir devlet baskani Cemal Abdunnasir'a suikast girisimiyle itham edildiginde Seyyid Kutup'da Ihvan-i Müslimin saflarina katilmisti
Bundan dolayi Ihvan-i Müslimine mensup birçok müslümanla birlikte Seyyid Kutup'da tutuklandi Yapilan yargilamanin neticesinde Seyyid Kutup'a agir islerde çalistirilmakla birlikte on bes sene agir hapis cezasi verildi Artik Seyid Kutup Kahire'den bir kaç km uzakta "Limanneze" hapishanesinde yasamaya baslamisti On sene hapis yattiktan sonra o zamanin Irak devlet baskani Abdusselam'in Abdunnasir'i ziyaret ederek
Seyyid Kutup'u serbest birakmasini istemesi üzerine Kutub 1964'de serbest birakildi
Hapisten çikan Kutub 1965'de "Yoldaki Isaretler" adli kitabini yayinlayinca tekrar tutuklanir
Bu tutuklamada yine Ihvan-i Müsliminden bir çok müslüman vardi Gerekçe olarakta Ihvan-i Müsliminin devlete karsi darbe girisimini ileri sürerek Ihvani ve Seyyid Kutup'u darbecilikle itham ediyorlardi
22 Agustos 1966'da Seyyid Kutup'a idam cezasi verildiginde, Assam el Attarin kitabinda anlattgina göre Kutub bu karari tebessüm ve Allah'a kavusmanin verdigi büyük bir mutlulukla karsilamisti Muhammed Ali Eenna'nin dedigine göre Seyyid Kutup'un asilmasina asil sebep "Yoldaki Isaretler" adli kitabi idi
Seyyid Kutup'a verilen bu idam karari, Islâm alemine yayildiginda Pakîstan'da Karaçi içinde Cemaati Islâminin mepsuplari tarafindan bir yürüyüs tertiplenmis ve olay kinânarak Abdunnasir'dan karari yeniden gözden geçirmesi istenmistir
Ayrica yine Pakistan'da "Meclisi Nizami Islâm", "Cemaati Islâmi", "Cemaati Avami"de bu karari ayni sekilde kinamislardi Diger taraftan Ingiltere'de Rabitatül Islâm, Lübnan'da "Cemaati Islâm" teskilati, Ürdün'de birçok dini sahsiyetler, Sudan'da Seyyid Allal El Fasi ve Istiklal partisi baskani Ahmet el-Hatib, Irak'taki Rabitanin
baskani Seyh Emcek Eczzehavi ve bir çok Islâm alimleri Abdunnasir'i bu kararindan dolayi kinamis ve vaz geçmesi için ikaz etmislerdi
Bütün bunlara ragmen 9 Agustos 1967 sabahi Lübnandaki "Ennebar"gazetesiyle Misir'daki "El-ehram" gazetesi idam haberini su cümlelerle veriyorlardi

"Çelik migferli askerlerden bir grup hazirlanip, agir silahlar artirilarak Kahire hapishanesinin etrafinda bir hisar olusturuldu Gazetecilerin hapishaneye girisi yasaklandi Seyyid Kutup idam edildikten sonra da gazetecilerden bölgenin terk edilmesi istendi"
Seyyid Kutup bir çok kiymetli kitap yazmisti Basta Kur'an-i Kerimin bir tefsiri olan "Fizilal-i Kur'an" olmak üzere hemen hemen her konuda eseri vardir Özellikle Islâmi konularda, edebiyat ve egitim konularindaki eserleri daha çoktur
Bunlardan hemen hemen hepsi de türkçeye çevrilmistir

Allah ondan ve onun gibi mücahidlerden razi olsun

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam'da Bilim Ve Müslüman Bilim Adamları İslamiyet &Amp; Müslümanlık

Eski 09-08-2012   #23
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam'da Bilim Ve Müslüman Bilim Adamları İslamiyet &Amp; Müslümanlık



BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ

aid Nursi yakın geçmişimizde yetişmiş en büyük İslam alimlerinden ve fikir adamlarındandır 1873'te Bitlis'in Hizan ilçesine bağlı Nurs köyünde dünyaya gelmiş, 1960'da Şanlıurfa'da Hakkın rahmetine kavuşmuştur Genç yaşta edindiği dini ve pozitif bilimlerdeki derin bilgisi, devrin ilim çevreleri tarafından kabul görmüş, küçük yaştan itibaren dikkati çeken keskin zekası, kuvvetli hafızası ve üstün kabiliyetleri dolayısıyla "Çağının eşsiz güzelliği" anlamına gelen "Bediüzzaman" sıfatıyla anılmaya başlanmıştır
Bediüzzaman Said Nursi, Doğu'nun en acil ihtiyacı olarak gördüğü eğitim problemini çözmek için din ve eğitim bilimlerinin birlikte okutulabileceği ve Medreset-üz Zehra ismini verdiği bir üniversite kurulmasını sağlamak için 1907'de İstanbul'a gelmiştir Derin bilgisiyle buradaki ilim çevresine de kendini çok kısa süre içinde kabul ettirmiş, çeşitli gazete ve dergilerde makaleler yayınlatmış, hürriyet ve meşrutiyet tartışmalarına katılarak hükümete destek vermiştir
Dönemin hükümeti, Said Nursi'nin üniversite ile ilgili dilekçesine ilgi göstermemiştir Hatta İstanbul'daki ilim adamlarının, talebelerin, medrese hocalarının ve siyasetçilerin ona olan ilgisinden rahatsız olmuş, Bediüzzaman'ın önce akıl hastanesine daha sonra da hapishaneye gönderilmesini sağlamıştır
Said Nursi'nin serbest bırakılmasından kısa süre sonra 23 Temmuz 1908'de II Meşrutiyet ilan edilmiş Bu dönemde Bediüzzaman meşrutiyet ve hürriyet kavramlarının İslamiyet'e aykırı olmadığını anlatmak için İstanbul'da çeşitli yerlerde konuşmalar yapmış, Doğu'daki aşiret reislerine Bediüzzaman imzasıyla telgraflar çekmiştir Yayınladığı bu makaleler ve yaptığı konuşmalarda yatıştırıcı bir rol oynamasına rağmen, 1909'da 31 Mart olayına karıştığı iddia edilerek haksız ithamlarla tutuklanıp, idam talebiyle yargılanmış, ancak beraat etmiştir
Bediüzzaman bu olaydan sonra tekrar Doğu'ya dönmüş, I Dünya Savaşında talebeleriyle milis kuvvet oluşturarak savaşa katılmıştır Gönüllü alay komutanı olarak büyük yararlılıklar gösterdiği I Dünya Savaşında Rusya'da esir düşmüş, üç yıl süren esaret hayatının sonunda Sibirya'daki esir kampından kaçarak İstanbul'a gelmiştir
İstanbul'da devlet büyükleri ve ilim çevreleri tarafından büyük bir ilgiyle karşılanan Bediüzzaman, Dar-ül Hikmet-i İslamiye (İslam Akademisi) azalığına tayin edilmiştir Buradan aldığı maaşla kendi kitaplarını bastırarak parasız olarak dağıtmaya başlamıştır Said Nursi daha sonra İstanbul'un işgali sırasında işgalcilerin gerçek niyetlerini ortaya koyan Hutuvat-ı Sitte (Şeytanın Altı Desisesi) isminde uyarıcı bir broşür hazırlamış, bu hareketi, İngiliz işgal kuvvetleri komutanının emriyle ölü veya diri ele geçirilmek üzere aranmasına sebep olmuştur Milli mücadeleyi savunmuş ve destek olmuştur Bu hareketleri Anadolu'da kurulan Millet Meclisi'nin beğenisini kazanmış ve Ankara'ya davet edilmiştir 1922'de Ankara'ya geldiğinde devlet merasimiyle karşılanan Bediüzzaman, kendisine yapılan Şark Umumi Vaizliği, milletvekilliği ve Diyanet İşleri Başkanlığı tekliflerini reddetmiştir
Said Nursi 1925 yılında Şeyh Said isyanı çıktığında, olayla hiçbir ilgisi olmadığı halde, Van'da inzivaya çekilmiş olduğu yerden alınarak Burdur'a, oradan da Isparta'nın Barla ilçesine sürgüne götürülmüştür Bediüzzaman Risale-i Nur Külliyatı'nın büyük bir kısmını burada yazmıştır
Nur Risalelerini önlerindeki en büyük engel olarak gören çevreler, 1934 yılında daha yakından kontrol edebilmek amacıyla Said Nursi'nin Isparta'nın merkezine getirilmesini istemiştir 1935 yılında ise polisler burada da çalışmalarına devam eden Said Nursi'nin oturduğu evde arama yapmış ve bütün kitaplarına el koymuştur Bediüzzaman emniyete götürülerek sorgulanmış, ancak suç unsuru bir şeye rastlanmayınca serbest bırakılmıştır Ancak birkaç gün sonra, yeni tutuklamalarla birlikte Said Nursi ve Risale-i Nurlar hakkında soruşturma başlatılmış, Bediüzzaman ve 120 Nur talebesi askeri araçlarla Eskişehir Hapishanesine gönderilmiştir
Bediüzzaman, vatana ihanet iddiasıyla yargılandığı dava süresince tutuklu kalmıştır Daha sonra ise Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi'nin verdiği kararla, Said Nursi'ye 11 ay hapisle birlikte Kastamonu'da mecburi ikamet; on beş talebesine de altışar ay hapis cezası verilmiştir
Polis gözetimi altında mecburi ikamet için Kastamonu'ya getirilen Said Nursi, 1943'te Isparta savcısından gelen talimat üzerine yeniden tutuklanmıştır Ağır hasta olmasına rağmen Ankara'ya oradan da trenle Isparta'ya getirilmiştir Risale-i Nur ile ilgili davaların Denizli'deki davayla birleştirilmesi üzerine ise Denizli'ye sevk edilmiştir Denizli hapsi yine tecrit altında başlamış, çok zor şartlar altında geçen yeni hapishane dönemi ve yargılama safhalarında da Bediüzzaman, Risale-i Nur'un yazımına devam etmiştir Sonrasında ise 1944'te verilen beraat ve tahliye kararına rağmen, dönemin hükümeti Said Nursi'nin Afyon'un Emirdağ ilçesinde zorunlu iskana tabi tutulmasını emretmiştir
Bediüzzaman burada hükümet binasının karşısında bir odaya yerleştirilerek gözetim altına alınmıştır Camiye gitmesine bile müsaade edilmediği, devamlı takip ve gözleme tabi tutulduğu Emirdağ sürgünü, Denizli hapishanesindekinden bile çok daha ağır ve zor şartlar altında geçmiştir Bu dönemde, hukuki yollarla Bediüzzaman'ı etkisiz hale getiremeyen muhalifleri onu zehirleyerek öldürme yoluna gitmişlerdir Hayatı boyunca yirmi üç defa denenecek bu teşebbüslerin üçü Emirdağ sürgününde gerçekleşmiştir
Bu zulümler yaşanırken Bediüzzaman'ın talebeleri tarafından Risale-i Nurlar çoğaltılmış ve böylece Kuran tebliğinin geniş kitlelere yayılması sağlanmıştır Özellikle de teksir makinelerinin kullanımıyla birlikte bu çalışmalar daha da hızlanmıştır
1944'te Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin beraat kararının Yargıtay tarafından onaylanmasıyla birlikte Bediüzzaman serbest bırakılmıştır Ancak Risale-i Nurlar'ın her geçen gün yaygınlaşarak insanlara ulaşması dönemin hükümetini rahatsız etmeye başlamıştır Ocak 1948'de Said Nursi ve on beş talebesi evlerinden ve işyerlerinden alınarak Afyon hapishanesine gönderilmiştir Ancak tüm bu ağır ve zor şartlara rağmen Bediüzzaman eserlerini yazmaya devam etmiştir
Aralık 1948'de Said Nursi hakkında 20 ay ağır hapis cezası kararı verilmiş, ancak karar temyiz edilmiş ve Bediüzzaman lehine bozulmuştur Ancak Yargıtay'ın bu kararına rağmen Afyon Ağır Ceza Mahkemesi yargılamayı uzatarak 20 aylık sürenin cezaevinde geçmesini sağlamıştır Hak etmediği cezanın süresini tutukluluk haliyle dolduran Said Nursi, Eylül 1949'da serbest bırakılmıştır Fakat Ankara'dan gelen bir emirle bu sefer de Afyon'da mecburi iskana tabi tutulmuş ve Emirdağ'a ancak Aralık ayında dönebilmiştir
Bediüzzaman'a 1951'de Emirdağ'da, bundan hemen bir yıl sonra da İstanbul'da, Gençlik Rehberi adlı kitabı nedeniyle birer dava daha açılmıştır İstanbul'da yapılan duruşmada mahkeme lehte karar vererek davayı sonuca bağlamıştır
Ocak 1960'ta Ankara'ya girmesi polis tarafından engellenen Bediüzzaman buradan Isparta'ya gitmiştir Bu dönemde ağır hasta olan 83 yaşındaki Said Nursi, daha sonra talebeleriyle birlikte Urfa'ya gitmiştir Burada, yürüyemeyecek kadar rahatsız olan Said Nursi'nin yerleştiği otele gelen polisler, İçişleri Bakanının emriyle Bediüzzaman'ı Isparta'ya geri götürmeye çalışmışlardır Said Nursi bu baskılar sürerken Hakkın rahmetine kavuşmuştur

12/1/2007 - ABAPÜŞ-İ VELİ

Anadolu evliyasındanİsmi Bali Mehmed Çelebi olup, Bali Sultan olarak da bilinirGermiyan şehzadelerinden Hızır Paşanın oğludurDedesi süleyman Şah,Mevlana Celaleddin Rumi'nin oğlu Sultan Veled'in kızı Mutahhara Sultan ile evli olduğundan, soyu Mevlana hazretlerine ulaşırBabası ona, saltanat elbisesi yerine tarikat abası gydiği için "Abapüş-i Veli" lakabını vermiştir

Abapüş-i Veli, küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı Kısa zamanda ilim tahsilini tamamladıAhlak ve edep mümünesi idi Küçük yaşta Mevleviye tarikatı büyüklerinin manevi bakışlarına kavuştu İnsanlara doğru yolu göstermek üzere icazet, diploma aldı

Devrinin büyük alimleri ve devlet ileri gelenlerinin çoğu onun sohbetlerini takip ederlerdiTimur Han Afyon taraflarına geldiğinde onun bölgesine girmedi ve bazı ihsanlarda bulunmak isteyince "Bizim abamız, elbisemizi terk ve ihtiyaçsızlık elbisesidir" deyip kabul etmediTimur Han Abapüş-i hakkında; "Böyle zatlar boş değildirAllahü tealadan başkasından ne korkarlari ne bir şey beklerlerŞahların gönüllerindeonların heybeti,korkusu yer etmiştir" dedi

Abapüş-i Veli ömrünün sonlarını babasından kalan dergahında yanlız geçirdiDevamlı ibadetle meşgul olurdu Talebeleri ve sevenleri huzuruna gidip ders ve sohbetlerini dinler,ondan istifade ederlerdiÇeşitli zamanlarda insanlar arasına çıkıp, onlara Allahü tealanın emir veyasaklarını anlatır,herkesi iyiliğe teşvik ederdi

Vefatından önce kendi evine geçen Abapüş-i Veli,üç gün sonra 1485 (H890) senesinde vefat ettiAfyon/Karahisar Mevlevi Dergahının bahçesine defnedildiDefinden sonra bazı haller görüldüTalebeleri bunları hocalarının kerameti olarak kabul ettilerBu sırada sadece görünüşe bakarak konuşanlardan birisi bu hallerin,talebeler tarafından uydurulduğunu,bunların aslının olmayacağı gibi sözler söylediAyrıca kabre inkar gözü ile baktığı anda,Allahü tealanın gazabına uğrayarakgözleri görmez oldu,dili tutulduBaştan aşağıya kadar bütün vücudu titremeye başladıBu hale yakalandığının üçüncü günü kötü bir vaziyette öldüAllahü tealanın evliyası hakkında uygunsuz konuşmanın,onu inkar etmenin cezasını hemen gördü

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.