|  | Eski Türklerde Devlet Teşkilatı |  | 
|  08-21-2012 | #1 | 
| 
Prof. Dr. Sinsi
 |   Eski Türklerde Devlet TeşkilatıTürk cemiyetinin temeli aile idi  Evlenen kız veya erkek, ailesinden kendi hissesine düşenleri alarak ayrı ev kurardı  Aileden sonraki en büyük sosyal birlik Uruk (sülâle) idi  Uruk veya soylar toplamına ise boy denirdi  Boyların kendilerine ait toprakları, başlarında boy beyleri bulunur, boy beylerini ise aile ve uruk temsilcileri seçerdi   Boylar birleşerek siyasî bir birlik haline gelirse, buna "budun" denirdi  Budunun başına geçen kimseye "han" adı verilirdi  Birden fazla budun bir merkezden idare edilirse, buna "il" denilmekteydi ki, bugünkü "devlet" teriminin karşılığıdır   Türklerin en belirgin özelliklerinden biri, kuvvetli bir teşkilâtçılık yeteneğine sahip olmalarıdır  Yaşadıkları hayat da onları hürriyete, istiklâle alıştırdığı için, hiçbir zaman devletsiz olmamışlardır  Gerçekten Türklerin 2500 yıllık tarihlerinde, devletsiz kaldıkları, yani istiklâllerini kaybettikleri bir devre rastlanmaz  Dünyada daima bir veya birkaç Türk devleti bulunmuştur  Türklerde istiklâle verilen değer, bazı tarihî kayıtlarda görülmektedir  M  Ö  58'de cereyan eden bir hâdise dolayısıyle, Çin yıllığı, Hun devlet meclisinde yapılan şu konuşmayı nakleder: "Bizim için tâbiiyet yüz kızartıcıdır  Atalarımızdan toprakla birlikte devraldığımız istiklâlimizi, Çin ile uzlaşmak pahasına feda edemeyiz  Mücadele edecek savaşçılarımız halâ mevcutken, devletimizi korumalıyız  " Orhun Kitabelerinde ise, istiklâl elden gittikten sonraki durum için: "Beğ olmaya lâyık oğlun kul, hâtun olmaya lâyık kızın cariye" olduğundan yakınan Bilge Kağan, Türk devlet ve istiklâlinin devamına inancını şu sözlerle ifade etmiştir: "Yukarıda gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe, Türk budununun ilini, töresini kim bozabilir  " Türk devletinin başında bulunan kimselere "Tanju, Kağan, Han, Yabgu, İlteber" gibi çeşitli isimler verilmiştir  Bunların hükümdarlık alâmetleri, "taht, otağ, tuğ, davul, sorguç" gibi şeylerdi  Hükümdar tuğunun tepesinde, altından bir kurt başı bulunurdu  Hükümdar, yaradanın inâyet ve yardımına mazhar olduğu sürece halkına iyi bakar, onu zenginlik ve adalet içinde yaşatırdı  Bunu başaramayan kağandan, yaradanın, kut'u yani siyasî iktidarı geri aldığı düşünülür ve ona karşı isyan etmek meşru sayılırdı  Hükümdarlar, devlet işlerinde daima, büyük beylerden meydana gelen bir meclise danışırlar, onların razı olmadıkları işi pek yapmazlardı  Danışma meclislerinde herkes sözünü açıkça söyler, hükümdarı dahi istediği gibi tenkit edebilirdi  Çünkü meclis üyeleri, asıl güçlerini, temsil ettikleri zümrelerden alırlardı  Hükümdarın idare yetkisi, bazı şartlarla tahdit edilmiştir  Bunların başında halkı doyurmak, giydirmek, toplamak, çoğaltmak ve huzura kavuşturmak gelir  Kutadgu Bilig'te, halkın hükümdardan isteklerini; a) iktisadî istikrar, b) âdil kanun, c) âsâyiş olarak sınırladıktan sonra , "Ey hükümdar, sen halkın bu haklarını öde, sonra kendi hakkını iste" denilmektedir   Hükümdarların eşlerine "katun" (hâtun) denirdi  Türk kağanları çoğunlukla Çinli veya diğer yabancı prenseslerle evleniyorlardı  Bunlar daha çok siyasî sebeplere dayanıyordu  Ancak, oğulları hükümdar olacağı için, ilk eşlerini Türk kızlarından seçmeye dikkat ederlerdi  Hâtunlar zaman zaman devlet işlerine karışırlar, hattâ kendi başlarına hükümdar bile olabilirlerdi  Fakat onların devlet işlerine karışmaları dâima şikâyet konusu olmuş ve çoğunlukla kötü sonuçlar vermiştir   Kağanların oğulları, devlet işlerine alışmak üzere, tecrübeli devlet adamlarının yanında yetişirler, sonra devletin sağ veya sol kanadına vali olurlardı  Bunlar han, şad, tigin gibi ünvanlar alırlardı   Hükümdarın ve valilerin emirleri altında, çeşitli görevler yapan devlet memurları vardı  Sivil idarede devlet meclisi üyeleri, buyruklar (nâzır, bakan), iç buyruklar (saray idaresine bakan) yanında inanç, tarkan, apa, boyla, yula, baga, ataman, tudun, yugruş, külüg, babacık vb  ünvanları taşıyan ve hiçbiri verasete dayanmayan devlet büyükleri bulunurdu  Devletin dış siyaset işlerini idare eden memuruna "tangucı", Osmnlılarda "tuğracı", hükümdarların başvezir durumundaki baş müşavirlerine ise "aygucu" denirdi   Eski Türkler devamlı şehirlerde yaşamadıkları için, yerleri, sayıları belli bir orduları yoktu  Esasen Türklerde herkes savaş sanatını bilir ve gerektiğinde hemen kendi beylerinin emrinde orduya katılırdı  Askerlik hizmetinden dolayı kimse devletten ücret almaz, savaş ganimetinden kendi payına düşeni alırdı  En büyük askerî birlik, 10 000 kişilik kuvvetti  Bu birliğe Tabgaçlar, Göktürkler ve Uygurlarda "tümen" adı veriliyordu  Tümenler binli, yüzlü, onlu gruplara ayrılır ve bunların başına binbaşı, yüzbaşı, onbaşı denen komutanlar tayin edilirdi   Ordular, o çağın tekniğine göre en tesirli *****larla donatılırdı  Meselâ başlıca *****ları olan ok, yay ve kılıç, mızrak ve kargının yanında, kumandanlarda neft atan yangın mermili mancınıklar, subaylarda, görülmemiş savaş âletleri bulunuyordu  Savaşta düşmana en şiddetli darbeyi vuranlar, okçu süvari birlikleriydi  Bunlar yıldırım hızıyla düşman birliğine ok yağdırıp şaşkına çevirirler, sonra öbür birlikler düşmanı çevirerek imha ederlerdi  Savaş sırasına yarım ay biçiminde açılırlar, merkezdekiler geri çekiliyormuş gibi görünür ve onları takip eden düşman, sağ ve sol kanatların kapanmasıyla çevrilmiş olurdu  Bu savaş usulüne Türkler kurt oyunu adını verirlerdi  Türk ordularının en önemli özelliklerinden biri de disiplindi  Savaşta bir asker, komutandan gelen emri eksiksiz yerine getirmekten başka birşey düşünmezdi   Diğer taraftan etrafları devamlı düşmanla çevrili bulunan Türklerin rahat ve emin olabilmalari, disiplinli bir şekilde birlik ve beraberlik içinde yaşamalarıyla mümkündü  Bu itibarla Türk ülkelerinde nizam ve intizam sağlayan töre, herşeyden önce gelirdi  Türk töresi bugünkü gibi yazılı kanunlar halinde olmayıp, örf ve âdet şeklinde çok sağlam olarak yerleşmişti  Her konuda, töre'nin ne olduğunu, küçükler büyüklerden öğrenerek ve yaşayarak yetişirlerdi  Gerek kağanın başkanlık ettiği siyasî mahkemelerde, gerek öbür yargıcıların idare ettiği normal mahkemelerde töre hükümleri hiç şaşmadan uygulanırdı  Töreye hükümdar da karşı gelemezdi  Töreye ters düşen kağanlar, tahtlarından indirilir, hattâ idam edilirdi  Türk töresi, oldukça sert ve kesin hükümler ihtiva ederdi  Cezaları ağırdı  Ancak töre, Türk cemiyetinin belkemiğini teşkil ettiği için, kimse bu cezaları haksız ve adaletsiz görmezdi  Zaten, töre'nin dâima doğru ve adaletli olanı emrettiğini herkes baştan kabul ederdi  Öyle ki, Türk töresi, milletin yüzlerce yıllık hayat tecrübesinden süzülmüş kurallardan ibaretti   Eski Türklerin dinleri, hangi dinden oldukları bugün hâlâ tartışma konusu olmaya devam etmektedir  Eski Türklerden günümüze bu bilgileri ortaya çıkaracak yazılı metinlerin gelmemesi, doğru veya yanlış pek çok değerlendirmenin yapılmasına sebep olmaktadır  Meselâ Oğuz boylarında bir orgon/uğur kabul edilen kuşlar, totemcilik olarak açıklanmıştır  Oysa totemcilik sadece, bir hayvanı ata tanımaktan, yani ona değer vermekten ibaret değildir  Bir inanç sistemi olarak onun içtimaî ve hukukî cepheleri de vardır ki, sistemin yaşaması için bu şartların tamam olması gerekir  Bu bakımdan, bunları eski Türklerde totem inancı ile izah etmek mümkün görünmemektedir   Birçok tarih kitabındaysa, eski Türklerin, Şaman dinine mensup oldukları iddiâ edilmektedir  Aslında Şamanlık bir din olmayıp sonradan Türklerin dinine karışmış bir hurafe durumundadır  Türkler, Tunguzca bir kelime olan "şaman" yerine "kam" kullanırlardı  Kam, tabiat-üstü güçlerle temasa geçebilen insandır  Bunlar, kendilerine göre birtakım usullerle trans hâline girer, yani kendilerinden geçer ve normal insanların görüp işitmediği şeylerden haber verirlerdi  İslâmiyetten önce Arabistan'daki kâhinlere benzeyen bu kişiler, yani kam veya şamanlar, din adamı olmaktan ziyade, birer kabile büyücüsü durumundaydılar  Gelecekten haber verirler, hastaları iyileştirirler, ruhlar âleminde neler olup bittiği hakkında ileri geri konuşurlardı  Bu büyücülere olan inancı, din gibi görmek de meseleyi içinden çıkılmaz hale getirmektedir   Bugün kesinlik kazanan bilgilere göre Türkler, Tengri (tanrı) dedikleri bir yaratıcıya inanmaktaydılar  Tanrının iradesinin üstünlüğüne inanılır, her işte onun rızası düşünülürdü  Kazâ ve kadere inanırlar, Yaratan öyle istediği için bir işin öyle olduğunu kabul ederlerdi  Bu yaratıcıya Gök-Tanrı denildiği de olurdu  Bazıları bu sebeple, tanrının gökyüzü olduğunu belirttiler  Oysa Orhun Kitabelerinde: "Üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldıkta, ikisi arasında insanoğlu yaratılmış" denilerek bunların mahluk (yaratılmış şey) oldukları belirtilmiştir  Yine onların "Tanrı yapar, Tanrı yaşar" inancına göre, Tanrı mahlûk değil, yaratandır  Dolayısıyla Gök-Tanrı meselesinin, gökyüzünü tanrı olarak kabul etmek değil, olsa olsa yanlış bir inanışla tanrının gökyüzünde, yani üstte olduğunu kabul etmek gibi bir düşünceyle ortaya çıktığı kabul edilebilir  Nitekim bugün dahi, çok yanlış ve söylenmesi çok tehlikeli olan "üstümüzde Allah var" sözü bazan kullanılmaktadır   Diğer taraftan eski Türklerde ahlâkî prensipler bakımından, zina etmek, yalan söylemek, dedikodu yapmak, düşmanları bile olsa bir kimseyi aldatmak, zulüm etmek, hırsızlık yapmak gibi hususlar büyük suç olarak kabul edilip, bunları yapanlar çok ağır şekilde cezalandırılırdı   Yukarıda belirtilen temel itikadî ve amelî esaslar, İslâmla büyük bir benzerlik göstermektedir  Allah'ın her kavme ve millete peygamber gönderdiği bilindiğine göre, Hazret-i Nuh'un oğlu Yâfes'in evlatları olan Türklere de peygamberler geldiği ve bunlara doğru yolu gösterdiği çok büyük ihtimal dahilindedir  Ancak bu peygambere veya yol göstericiye Türklerin ne ad verdiği üzerinde durulmalıdır  Nitekim, uçmak (Cennet), tamu (Cehennem), yükünç (secde, namaz), uluğ-gün (kıyamet), yek (şeytan), yazuk (günah) terimlerinin her biri İslamiyette de görülmektedir  Bu durumda Türklerin, sonradan zalim hükümdarlar veya bozuk din adamları eliyle, dinlerine hurafeler, yanlış fikirler katıldığı anlaşılmaktadır  Göktürklerin ilk yıllarında Budistler, onların ülkelerinde tapınakalar kurmaya ve taraftar toplamaya başladılar  Mukan Kağan'ın ölümü üzerine onun yerine geçen Taba Kağan (572-581), Budist rahiplerini ve onların tapınaklarını aziz kılmaya başlayınca, beyleri bu işe karşı çıktı  Aynı şekilde Bilge Kağan, Tao dininin ve Budizmin Türkler arasında yayılmasına göz yumunca, Bilge Tonyukuk karşı gelerek, bu dinlerin Türk milletini uyuşturacağını belirtti ve engelledi   İlk defa Uygur Kağanı Bögü Kağan (759-779), Tibet Seferi sırasında Mani dînini kabul etti ve halkı bu dine çevirmeleri için yanında mani rahipleri getirdi  Uygur Devleti, böylece resmen Mani dînine girdi  Daha sonra Uygurların bir kısmı Budist oldu  Avrupa'ya giden Türklerden Hazarlar, Musevî dinine girdiler  Avrupa'daki diğer Türk kavimleriyse Hristiyanlaşarak millî benliklerini kaybettiler  | 
|   | 
|  | 
|  |